Tanrım beni yavaşlat!
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir…
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele…
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver!
Sinirlerimdeki ve kaslarımdaki gerginliği,
derin belleğimde yaşayan akarsuların nağmeleriyle yıka, götür!
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol…
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için
yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir yazıdan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret!
Her gün bana kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın kazanmadığını,
yaşamda hızını arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır…
Beni yavaşlat Tanrım,
ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru uzatmama yardım et.
Yardım et ki,
kaderimin yıldızına doğru
daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.
Ve, hepsinden önemlisi…
Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret,
değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır,
ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl,
beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver!
EFLATUN DİYOR Kİ :
Eflatun'a iki soru sormuşlar ...
Birincisi ;
-"insanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir? "
EFLATUN tek tek sıralamış :
- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele
ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler...
- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama
sağlıklarını geri almak için de para öderler...
- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar.
Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...
- Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar.
Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...
Sıra gelmiş ikinci soruya ;
"Peki sen ne öneriyorsun?"
-Bilge yine sıralamış ;
- Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın!
Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi
"sevilmeye" bırakmaktır ...
- Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak"
değil, "en az şeye ihtiyaç duymaktır". ""
Wilfred A. Peterson'a ait diye bilinen bu şiirin, aslında M.Ö. 2000 yıllarında bir Hitit duvar yazısından alındığı ifade edilmektedir. Eğer öyleyse, demek oluyor ki, yaşamı; sıkışık, sıkıntılı zamanların telaşı içinde algılamak sadece modern zaman insanlarının sorunu olmadı sadece. Ya da zaman salt nesnel değişim ve çeşitliliğe nispet edilerek algılanmamalı. Varoluşumuzun zaman unsuruna bağımlı oluşu onu algılamamızın iç durumumuzla doğrudan ilgili, ilişkili olması anlamına gelir. Bilgi ve bilincimizin dimağımızda; kaygı, korku ve beklentilerimizin ruhumuzda oluşturduğu hareket, zamanın da niteliğini değiştirici faktörlerdir. Son değerlendirmede darlık, genişlik, serinlik, esenlik, telaş, panik öncelikle içimizde yaşanır. Çoğu zaman dışımızdaki genişliği, içimizdeki daralmadan sıyrılmakla elde ederiz. Zamanın uzaması, kısalması büyük ölçüde sevincimizin yahut üzüncümüzün dalga boyuna, yoğunluğuna bağlıdır. Gerilimlerle, salınımlarla, sakınımlarla dolan, dokunan hayatlardır sizi yorgun düşüren veya dingin kılan. Yaşanan öyle sıkıntılar olur ki günü uzatır yüzyıl eder. Sevinçler uzun sayılacak zamanları bile rüzgârına katıp uçurur. Zaman çarçabuk, su gibi akıp gitmiştir. Dünya yıkılsa umurumuzda olmayan bir haleti ruhiye içine gireriz. Bu durum tek başına belki fazlaca bir şey ifade etmez. Ancak zamanı yaşanmış karşılıklarıyla böyle anlar, algılarız. Zor, zahmetli; kolay, mutlu zamanlar diye ayrıştırdığımız aslında doğrudan doğruya yaşantımızın bizde şöyle ya da böyle unutulmaz izler, izlekler bırakan içerikleri değil midir?
Ölümsüz Olma Arzusu :
Ölümsüz olma arzusunun psikolojik bir gerçeklik
olarak bütün insanlar için geçerli olduğu kabul edilir.44 Bu arzuyu karşılamak için çeşitli tutum ve davranışlar geliştirilir. Örneğin Fromm, bu arzunun, dünyada erdemli yaşamakla karşılanabileceğini iddia eder. Dünyanın cazibelerine
aşırı ilgi ve bağlanmanın insanlardaki ölümsüzlük arzusunu sürekli mal- mülk türü
şeylere daha fazla
sahip olma
şeklinde yönlendireceğini kılacağını
belirtir. O’na göre, ölüyü
gömmeden önce,
onu süsleme ve
güzelleştirme çabası da bu arzunun sonucudur.45 Hökelekli, ölümsüzlük arzusunun, insandaki narsizm’in bir ifadesi
olduğunu belirtir.
O’na göre
narsist bireyler, bilinç dışı olarak kendilerini ölümsüz tasavvur ederler.46
Konuyu Kur’an bağlamında
insan yönelimleri açısından değerlendirdiğimizde, ölümsüz olma isteğinin, insanda köklü ve önemli bir
yönelim olduğunu görürüz. Bunun için Kur’an’da sözü edilen, cennetten dünyaya kovulan Adem hikayesine örnek olarak bakılabilir :“Ne var ki şeytan ona sinsice fısıldayarak; “Ey Adem!”
dedi, ‘sana sonsuzluk
(ölümsüzlük)
ağacını ve (dolayısıyla) hiç çökmeyecek bir hükümdarlığın yolunu göstereyim mi?(dedi) ve böylece her ikisi de (Adem ile Havva) o
ağacın meyvesinden yediler.”47
Ayete göre Adem, bu yönelimin güdülemesiyle şeytanın etkisinde kalıp yapmaması istenilen davranışlar göstermiştir. Kur’an’da
insandaki bu istekle ilgili daha
pek
çok ayet vardır. 48
Bu ayetlerde ölümsüzlük arzusuyla
insanların dünyanın yanıltıcı edinimlerine
yönelme durumunda oldukları belirtilir. İnsandaki bu içsel
ve sürekli yönelimi, Kur’an salt bu
düzlemde aktarmaz. Ölümden
sonra
yaşanacak dünyanın sonsuzluğunu vurgulayarak,
insanları
olumlu
davranışlara çağırır.49 Örneğin, olumlu davranışlar yapanların ölüm sonrası gideceği mekân olarak belirtilen cennetin sonsuzluğu
ve orada yaşayanların ölümsüz olacağı ifade edilir50.
Kur’an,
insandaki
ölümsüzlük
arzusunun,
sürekli
var olmak ve sürekli yaşamak isteğinden kaynaklandığını belirtmektedir. Aynı düzlemde düşünen Jung, her ne
kadar pozitif bilimin, insandaki sonsuzluk yönelimi ve
inancına taraftar olmasa
da,
yine de insanın bu
yönelimini reddedemeyeceğini şu
sözlerle ifade eder:
“...eğer birisi ruhunun en derin varışlarında zaman ve mekân ötesi bir varoluşa sahip olduğu sonucunu çıkarırsa ve böylece yetersiz ve simgesel
olarak ‘ebediyet’
diye
betimlenene taraf olursa, akıl bu durumu bilimin yetersizliğinin dışında bir savla karşılamaz.”51
O halde
ölümsüzlük arzusunda
olan insan için, yaşamın anlamına ilişkin sonsuz yaşamayı içermeyen her tür açıklama, onu tatmin etmekten uzak olacaktır.
En azından insanın yok olmayı psikolojik olarak
kabullenmesi nerdeyse imkânsız gözükmektedir. İnsan her şeye
karşın ölümsüz olma arzusunun yön verdiği güçlü bir motivasyona sahip olacaktır. İşte Kur’an’da
bu güçlü motivasyon nedeniyle şeytanın, olumsuz
yönelimlerini etkin
kılma noktasında insanlar üzerinde etkili olabileceği belirtilmektedir.
Sabirla
Iliskili Bazi Kavramlar
a) Hilm
Hilm sözlükte
rüya, akil, sabir, yumusak huyluluk
ve agir baslilik gibi anlamlara
gelmektedir.13 Ibni Manzur “hilm”i, temkinli ve agirbasli olmak seklinde
izah etmektedir. Ona göre hilm,14 hafiflik anlamina
gelen sefeh kelimesinin ziddidir
ki, bu özü itibariyle cehalet demektir.15 Islam öncesi dönemde
hilm, cehl kelimesinin
ziddi olarak kullanilmaktadir. Cehl kelimesi
ise, cahiliye döneminde bilgisizligi ifade eden bir kavram
olmaktan ziyade, sabirsiz ve
fevrî davranmayi ifade eden bir kavramdir. Birbirleriyle olan bu zitlik iliskisinden dolayi her iki kavram da sabrin anlam alani içine girmektedir.
Bunun için sözkonusu kavramlarin incelenmesi sabrin anlaminin
daha açik olarak ortaya çikmasina yardimci olacaktir.
Cahiliye dönemi sairlerinden Züheyr el-Absî bir
siirinde cehl ve hilm karsitligini söyle dile getirmektedir: “Öyle saniyorum
ki,
bendeki
hilmi gördükleri için adamlarim
bana bu kötülükleri yapiyorlar. Fakat bazen halîm
dahi cahil olmak durumunda kalabilir.”16
Ragib el-Isfahânî’ye göre hilm, “öfke duygusunun coskusundan nefsi korumak,”17 Cürcânî’ye göre ise “öfkenin
kabarmasi durumunda itidalli davranarak sükûneti
muhafaza etmektir.”18
Kur’an- i Kerimdeki sabri, hosgörüyü ve affi emreden pek çok ayet hilm faziletinin
kapsami içinde degerlendirilmistir:
“Onlar yeryüzünde hevn ile
yürürler ve cahiller kendilerine laf attiklarinda ‘selam’ derler.”19 mealindeki ayette
geçen hevn kelimesi hulemâ seklinde açiklanmistir. Buna göre ayetin
meali söyledir: Rahman’in kullari yeryüzünde
halîm olarak (vakarla) yürürler.20 Gazalî, muhtemelen, ayette geçen “cahiller” kelimesi
nedeniyle “hevn” kelimesini hilm ile tefsir etmektedir.
Hilmde sabir sekînet
ve vakar
vardir. O, öfkeye, ihtiraslara ve bencil duygulara hakim
olarak agir basli
davranmak demektir. Fakat
asla güçsüzlük ve onursuzluktan
kaynaklanan bir acizlik göstergesi degildir. “Hilm üstün bir akil gücüdür.
Bu gücün olmadigi yerde hilm de yoktur.
Hilm baskalarini idare edenlerin vasfidir; baskalari tarafindan idare edilenlerin degil. Yaratilis bakimindan zayif ve güçsüz olan
bir kisiye,
kizdirildigi takdirde, ne kadar sakin durursa dursun halîm denmez. O sadece zayif bir kimsedir. Halim o kimsedir
ki istedigi zaman her seyi yapabilecek
gücü ve kudreti oldugu halde öfkesini dizginler ve ona hakim olur.”21 Esmâ-
i Hüsnâ’dan olan Halîm’in Kur'an’daki kullanimi da bunu teyit et mektedir:
Hilmin
“Gafûrun halîm”, “Alîmün halîm” “Ganiyyün
halîm” ve “Sekûrun halîm” gibi
ifadelerle Allah’a nisbet edilmesi bunu
göstermektedir. Çünkü Allah, hem bagislama gücüne sahip, Alîm ve Ganî (her seyden müstagnî);
ve ayni zamanda Halîmdir de.
Hilm
kavrami, her ne kadar pek çok bakimdan sabir ile ortak yönlere
sahip ise de, bu
onlarin birbirinin müradifi olduklari anlamina gelmez. Aralarindaki bu yakin iliskiye ragmen, kendi içlerinde bir takim farkliliklari
da vardir. Bunlari söyle izah edebiliriz:
Kur’an- i Kerimdeki kullanimlari gözönüne alindiginda hilm
kavraminin çogunlukla Allah (cc.)
hakkinda, sabir kavraminin ise insanlar
hakkinda kullanilmasi dikkat çekmektedir.
Hilmin Allah hakkinda siklikla kullanilmasindan bu erdemde gücün, sabirdakine göre daha fazla bir
yer tuttugu anlasilmaktadir.
Her
iki kavramda
da insanin
kendisini (nefsini) kontrol etmesi esas
oldugu halde, bu
kontrol etme
eylemi, hilm
erdeminde daha çok
öfke gücünün kontrol edilmesine yönelik bir
eylemdir. Sabir erdeminde ise öfkenin yaninda baska seylere karsi da –mesela, bela ve musibetlere karsi- insanin kendisini kontrol etmesi
sözkonusudur.
b) Cehl
Cehl
kelimesinin anlami uzun bir süre
“ilm” (bilmek) kelimesinin tam ziddi; bilgisizlik olarak telakki
edilmistir. Dolayisiyla Islam’in
dogusundan önceki dönemi tasvir
etmek için kullanilan cahiliye çagi
ifadesi bilgisizlik çagi seklinde
anlasilmistir. Fakat kelimenin
cahiliye dönemindeki kullanimi
gözönüne alindiginda durumun
zannedildigi gibi olmadigi ortaya çikar. Islam öncesi
döneme ait siirlerde
bu kelimenin, asabi, patavatsiz ve sabirsiz
bir mizaci
tasvir etmek
üzere kullanilmis
oldugu görülür.22 Cahiliye
dönemine
ait siirlerde cehl kökenli kelimeler,
çogunlukla hilm (yumusak huyluluk)
ile birlikte kullanilmistir.23 Yani bu kelime o dönemde hilm ve sabr kavramlarinin
zitti olarak kullanilmaktaydi. Cahil
birisine karsilik, halim ve
sabirli kisi, duygularini ve ihtiraslarini
kontrol etmeyi ve öfkesini yenmeyi basarabilen kisi
demektir.
Cehl kavraminin sabirsizlik ifade eden bu yönüne Kur’an- i Kerim’de Hz.Yusuf’un diliyle söyle isaret edilmistir: “Ey Rabbim, bana zindan bunlarin
benden istediklerinden daha iyidir. Eger sen onlarin hilesini benden savmazsan
sehvetle onlara uyarim ve cahillerden olurum.”24 Burada cahil kelimesi, nefsinin istek ve arzularina sabredemeyerek onlara uyan kisiyi
ifade etmek üzere kullanilmistir.
Kur'an'da Resulullah
(sav)’a, karsilasmis oldugu bir takim güçlükler karsisinda yilmamasini ve sabirli
davranmasini ögütleyen ayetler dikkate alindiginda burada da, cehl kelimesinin bir nevi sabirsizlanmak
anlamina geldigi görülür. Konu ile ilgili olan En’am suresi 34.ve 35. ayetlerin
meali söyledir:
“Andolsun ki, senden önceki peygamberler
de yalanlanmisti. Onlar yalanlanmalarina ve eziyet edilmelerine ragmen
sabrettiler, sonunda
yardimimiz onlara
yetisti. Allah’in kelimelerini (kanunlarini)
degistirebilecek kimse yoktur. Muhakkak ki gönderilen peygamberlerin haberlerinden bazisi sana geldi.” “Eger onlarin yüz çevirmeleri sana agir geldi ise, yapabiliyorsan yerin içine
inebilecegin bir tünel, ya da göge
çikabilecegin bir merdiven
ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi
elbette onlari hidayet üzerinde toplayip
birlestirirdi. O halde sakin
cahillerden olma.”25 Bu
ayetlere göre
sabirsiz hareketler
cahil kisilerin
davranislaridir. Beyzâvî
ayetin
sonundaki
cümleyi
su
sekilde
tefsir
etmektedir: “Elde edilmesi tabiaten imkansiz
olan seyleri arzulayarak ve sabrin
yakisacagi durumlarda sabirsizlanarak cahiller gibi olma, çünkü bunlar cahilin
tipik davranislaridir.”26
Verilen
örneklerden de anlasilacagi gibi cehl kavrami eski Arap siirinde ve Kur'an'da
hilm ve sabrin ziddi olarak kullanilmaktadir.
c) Cezû’
– Helû’
El-Cez’u, sözlükte
kesmek, bölmek, ipi
ortadan kesmek gibi anlamlara gelmekle beraber, kavram olarak sabir
kelimesinin zitti olarak kabul edilir.27 Hel’u
kelimesi de sikilmak, hirsli olmak ve sabirsizlanmak
gibi anlamlara gelmektedir. Arapça’da ‘câa’ ve
helea’ sözü kisinin aciktigini ve sabirsizlandigini belirten bir sözdür.28
Cez’ kelimesi sabrin zit anlamlisi olarak
bir ayette fiil seklinde geçmektedir: “... Onlar da der ki: Allah bizi hidayete
erdirseydi biz de sizi dogru yola iletirdik. Simdi biz sizlansak da (cezi’nâ), sabretsek de birdir.
Çünkü bizim için siginacak bir yer yoktur.”29
Bu kelime baska bir ayette de cezû’ seklinde mübalaga sigasi ile
geçmektedir: “Gerçekten insan pek hirsli (helû’)
yaratilmistir: kendisine fenalik dokundugunda
çok sizlanan,
iyilik dokundugunda da pek pinti
kesilendir.”30 Bu ayette geçen cezû’ ve menû’ kelimeleri, helû’ kelimesini
tefsir etmektedir. “Helû’ kelimesi
ise içinde bir tür çabukluk
anlami bulunmakla birlikte, bir taraftan tahammülsüzlük (sabirsizlik) ve mizikçilik; diger taraftan da siddet
ve hirs
gibi anlamlari bulunan ikili bir
yapiya sahiptir.”31 Iste cezû’ kelimesi böyle ikili bir anlama sahip olan
helû’ kelimesinin sabirsizlik ve tahammülsüzlük yönünü ifade etmektedir.
Bu
iki kelimeyi cahiliye sairlerinden Amr b. Ma’dî bir
siirinde sabrin zitti olarak kullanmaktadir: “ Sabirsiz davranarak kaygiya kapilmam. Çünkü aglayip sizlanmam (cez’) bana bir fayda vermez. Ona (bir arkadasini
kastediyor) kefenini kendim giydirdim, çünkü ben yaratildigim gün sabirli
yaratilmisim.”32
Görüldügü gibi her iki kelime de
sabirsizlik ve tahammülsüzlük anlamini ifade etmektedir.
3. Kavramin Ta rihî Seyri
Muallakât
olarak bilinen cahiliye dönemine ait
Arap siirlerinde genellikle göçebe hayat tarzina mahsus olan konaklama ve göç hatiralari,
ask, içki, övgü, övünme, cesaret,
yerme vs. konular
dile getirilmekteydi. 33
Sabir
kavrami ise bunlar arasinda daha çok secaat (yigitlik-cesaret) ile
ilgili olan siirler içerisinde
geçmektedir. Cahiliye döneminde secaat, kisinin
kendisini ve kabilesini çöldeki olumsuz sartlardan ve düsmanlardan korumasina yönelik olarak ortaya çikan en belirgin bir vasifti.
Cahiliye Araplarinda secaat ile birlikte anilan çok önemli bir meziyet
de sabir idi. Sabir, acimasiz çöl sartlarinda açlik, susuzluk, sicak ve soguk gibi zorluklarla
mücadelede ve geleneksel olarak süregelen
kabile savaslarinda Arabin bunlara tahammül etme gücünü gösteren çok önemli bir vasifti.
Bunun için sabir secaatle birlikte telakki edilmistir.34
Muallaka
sairlerinden olan Tarafe b. Abd’in
dedesi Sa’d b. Malik b.
Kays harp alaninda savasin
siddetine ve azametine ancak sabirli
kisilerin dayanabilecegini belirtmek üzere su misralari
dile getirir:
“(Savasin
siddetine) ancak çok sabirli gençler, yirtici atlar, saglam zirhlar,
parlak migferler ve oklar tahammül edebilir.”35
Tarafe b. Abd
savas meydaninda göstermis oldugu cesaretle kendisini övmekte ve sabir anlamina gelen “habsü’n-nefs” ifadesini
kullanarak, düsmanlarina karsi nasil kararli bir sekilde savastigini anlatmaktadir:
“Nice
günler vardir ki, kadinlarimizi ve serefimizi korumak için
düsmanlarin savurduklari her türlü
tehdide ve gözdagina ragmen sabretmisimdir.”36 Burada sabri ifade etmek üzere kullanilan “habsü’n-nefs” (kendini alikoymak)
ifadesi savas meydaninda düsmana karsi
boyun egmeyerek direnmek
demektir.
Cahiliye döneminde çok
önemli bir erdem olan cömertlik (kerem) de sabirla
iliskili bir kavramdir. Çünkü, kerem
de sabir gibi kisinin secaatinin
(yigitliginin) göstergesi durumundaydi. 37 Araplarin
anlayisina göre sabirli
ve secaat sahibi olan bir
kimsenin ayni zamanda cömert (kerîm)
de olmasi
gerekli idi. 38 Aralarindaki bu yakin münasebetten dolayi cahiliye siirlerinde sabir, kerem (cömertlik) erdemi ile birlikte kullanilmistir.39
Cahiliye
döneminde, özetlemeye çalistigimiz
sekilde bir anlam ifade eden sabir kavraminin yapisinda nüzul dönemiyle birlikte acaba ne gibi anlam degisikliklileri
sözkonusu olmustur? Sunu
belirtmek gerekir ki, nüzul dönemi
ile eski Arap dünya görüsü
arasinda büyük bir fark oldugu
kadar, belirli bir devamlilik
da bulunmaktadir.
Bu süreklilik,
özellikle ahlâkî niteliklerde sözkonusudur. Kur’an- i
Kerim, cahiliye döneminde
kullanilmakta olan pek çok
kelimeyi, yeni anlamlar yüklemek suretiyle insanlara sunmustur.
Mesela cahiliye döneminde cömertlik (kerem), yigitlik (secaat),
sabir, güvenilirlik ve dogru sözlülük gibi degisik faziletleri ihtiva eden “mürüvve”yi40 Kur’an- i Kerim, bütün Müslümanlara tavsiye
etmektedir. Fakat Kur’an bu erdemleri cahiliye’de bulundugu sekliyle canlandirip tanzim etmemistir. Kur’an bunlari
kullanirken kendi ahlâkî sistemi içinde yeniden sekillendirerek enerjilerinin daha önce hazirlamis
oldugu farkli kanallara akmasini saglamistir.
Cahiliye döneminde
savasçinin cesaret ve kereminin önemli bir gösteresi olan sabrin, Kur'an'in nüzulü ile birlikte bir takim yeni anlamlar
kaza ndigi gözlenir.
Çünkü Müslümanlik,
kisinin hayatinda
yeni bir
çigir açmakta, böylece Müslüman
olan
kisi,
her
seyden
önce
bencilliginden,
kendi gücüne güvenmekten
vazgeçip, alçak
gönüllü, halim- selim bir kul olarak efendisi Allah’in huzurunda duran birisi haline gelmektedir.41 Insanin bu yeni durusu, onun hayatinin yeniden anlamlanmasi demek
oldugundan,
sabir gibi ahlâkî bir kavram da bu degisimden
kendisine düsen payi mutlaka alacaktir. Yeniden sekillenmekte olan bu ahlak
anlayisi içerisinde sabir kavrami, eski ahlak
anlayisina göre, uygulanabilirligi
daha güç olan bir anlami ifade etmektedir. Bu
yeni anlam muhteris, parlamaya hazir bir karakterde
bulunan o günkü
Araplara çok zor gelmistir. Bunun için Kur’an’da, böyle bir karakteri terkederek sabretmenin, dag yolunun
en dik
tirmanis seridini; (akabeyi)
asmanin sartlarindan birisi oldugu
önemle
vur
gulanmistir.42
Islam,
eskiden sadece cesaretin bir ögesi
olarak bilinen bu sabir anlayisina dînî bir karakter vermek
suretiyle kendisinin en belli basli
erdemlerinden biri
haline dönüstürmüstür
ki, bu
da Allah
rizasi için
sabir’dir. Ilk inen ayetlerde
sabrin semantik yapisindaki bu degisim hemen göze çarpmaktadir: “Ey
bürünüp sarinan! (resulüm) Kalk ve
uyar ... Rabbin için sabret.”43 Sabrin Allah rizasi için gösterilmesi gerektigini belirten baska bir ayetin
meali de
söyledir: “Onlar
(baska bir
amaç ugruna
degil)
Rablerinin
rizasini isteyerek sabreden, namazini dosdogru
kilan, kendilerine verdigimiz
riziklardan gizli ve açik olarak
(Allah yolunda) harcayan ve kötülügü iyilikle
savan kimselerdir. Iste dünya yurdunun
sonucu (cennet) sadece onlarindir.”44
Nüzul döneminde Müslümanlari sabirli
davranmak durumunda birakan sikintilar
sadece bedeni sikintilarla
sinirli olmayip, müsriklerin sözlü saldirilari, onlarla alay
etmeleri, onlari hakir görmeleri ve toplumdan dislanmalari gibi psikolojik sikintilardir ayni zamanda. Kur’an- i Kerim bu durumlar
karsisinda da inananlari sabra davet etmektedir.45 Tahrik edici nitelikteki bu
baskilara ragmen Kur'an'in
inananlari sabra davet
etmesi,
cahiliye dönemindeki sabir
anlayisina ters bir çagri idi. Çünkü cahiliye döneminde sabir, her seyden önce, kisinin kendisinin ve kabilesinin serefini korumasi için
savas meydanlarinda direnme seklinde gösterilen bir meziyetti.
Fakat bu dönemde görünüste Müslümanlarin izzet ve serefleri çignenmekteydi. Sayet bir kimse, her seyin kisisel veya kabile çikarlarina dayandigi cahiliye döneminde, bu tür hakaret ve
eziyetlere maruz kaldigi halde sabredip
tepkisiz kalmis
olsaydi, onun bu davranisi korkaklik olarak görülürdü.
Fakat Kur'an buna da sabir adini vermisti. Iste henüz müslüman olmus
kisilerin böylesine
zorlandiklari sikintili bir
dönemde Resulullah
(sav) sabir erdemine, imani sabir olarak tarif edecek kadar önem vermis,
Ona iman nedir?
diye soruldugunda:
“
Iman sabir
ve müsamahadir”46
seklinde cevap vermistir. Görüldügü gibi bu dönemde sabir, iman anlamina
da gelmektedir. “Sabir Allah’a beslenen
hakiki inanisin esasli bir yönünü
yansitir niteliktedir. Sabir imanin öyle önemli
bir rüknüdür ki, o inanç bu
sabri olmayacak durumlarda bulundugu zaman bile gösterebilmektedir.”47
Cahiliye döneminde
düsman karsisinda sebat etmenin bir göstergesi
olarak kabul edilen sabir erdeminin, Islamî dönemde de bu anlamini muhafaza ettigi görülmekte, fakat buna ilaveten
savas durumunun disinda bir takim baska zorluklara da (eziyet ve
hakaretlere) katlanmak sabir olarak adlandirilmaktadir. Islam,
cahiliye dönemde çöl Araplarinin secaatini (yigitligini)
gösteren bu erdemi, mü’ninlerdeki imaninin
önemli bir göstergesi haline dönüstürmüstür.
Kur'anin nüzulünün sona ermesiyle
birlikte Allah'in (c.c.)
insanlara göndermis oldugu
yeni din, sabir gerektiren sikintili bir teblig döneminin
ardindan toplum vicdaninda
yanki bulmus, ardindan Islamiyet Araplar
disinda diger kavimler arasinda
da yayilmaya
baslamistir. Islamiyet’in yayilmasina paralel
olarak onun insanlara dogru bir sekilde ulastirilmasi ihtiyaci hasil olmus ve
hadis, tefsir, fikih gibi dînî
ilimler tesekkül etmeye baslamistir. Bu yeni dönemde sabir kavraminin agirlikli olarak mutasavviflar tarafindan islendigine sahit olmaktayiz. Bu
gelenekte sabir önemli bir yere sahip olmus
ve mutasavviflar
bu ahlâkî
ilkeyi çesitli
sekillerde yorumlamislardir. Serrâc,
el- Lüm’a adli
eserinde, tasavvuftaki makamlari siralarken yedi makamdan
bahseder ve bunlardan birinin sabir
makami oldugunu belirtir.48
Necmeddin- i Kübrâ’ya göre “Sabir, tipki bir ölüde oldugu gibi, nefsin
haz
duydugu seylerden mücahede ile uzak kalmasidir.” 49 Ebû Talib el- Mekkî
de sabri
nefis mücahedesi baglaminda
degerlendirerek söyle tanimlamistir: “Sabir, nefsin
arzularina karsi, insanin içindeki kötü
duygulardan temizlenmesidir.” 50
Mutasavviflardaki
çile anlayisi da sabirla ilgilidir.
Bu anlayis
özünü Kur’an- i Kerim’de
geçen Hz. Musa’nin Allah ile vaatlesmesi hadisesinden
almaktadir. Ismail Hakki Bursevî, tarikat ehlinin (Halvetiyye) kirk
günlük süluku bu ayetlerden aldigini belirtir.51 Hz. Musa’ (a.s.) sabir gerektiren
bu kirk günlük bekleme (sabir)
süresinden sonra Allah’in kelamina mazhar
olmustur.
Mutasavviflar
Kur’an- i Kerim’de
farkli sekillerde
kullanilan sabir kelimelerinin her birisine tasavvufi açidan farkli
manalar vermislerdir: Sabr fillah;
hak yolda sebat, kendini mücadeleye
alistirmak, lezzetleri terk etmek, Sabr maallah; huzur ve kesf
ehlinin fiil ve sifat elbiselerinden
soyunduklari (kurtulduklari) andaki sabri,
Sabr billah; Allah’in (cc.) külliyet
ile
yok ettigi istikamet makamindaki temkin ehli olan
(durulmus) kisilerin sabri gibi anlamlara gelmektedir. 52
Sabrin
tasabbur, sabir istibâr
adlariyla üç mertebesinden sözedilmis, Allah’in takdirinden hosnut olarak sikinti ve
zorluklardan haz duymak seklinde arif kisilerde gerçeklesen sabrin (istibâr), bilinen
sabirdan daha
ileri bir mana tasidigi
belirtilmistir. 53
Mutasavviflarin bu
meselede ilgilendikleri konulardan biri de sabir- sükür iliskisidir. Sabir havf
makamina, sükür ise recâ makamina
benzetilmistir.54 Sabredenler hakkinda oldugu gibi havf makaminda
bulunanlar içinde mükâfatlarinin
iki kat verilecegi Kur’an’da vurgulanmistir.55
Gördügümüz
kadariyla tasavvufta sabir, Allah’a teslim
olmayi ve takdire riza göstermeyi
gerektirir. Bundan da öte, Allah’tan gelen her seyi,
ondan gelmis olmasi münasebetiyle,
hosnutlukla karsilamak seklinde
anlasilmaktadir.
Aceleci Olmak :
Kur’an’da insan doğasında var olan olumsuz yönelimler arasında en fazla dikkat çeken
hususlardan biri aceleciliktir. İnsanın bu
yönelimi bazı ayetlerde açıkça ifade
edilir:
“…İnsan acelecidir.”52 ; “İnsan aceleci
bir
varlıktır….”53.
Fazlurrahman, Kur’an’a göre
insanın bu acelecilik yüzünden gururla
dolup taştığını ve korkunç derecede ümitsizliğe kapıldığını belirterek şöyle der: “İnsan kadar çabuk şişen
ve sönen başka hiçbir varlık yoktur. Kur'an
tekrarla der ki, insan ne zaman feraha kavuşursa derhal Allah'ı unutur. Tabii sebepler onun
istediği neticeleri verince, kendi gücünün
kendisi için
yeterli olduğu
düşüncesine kapılır ve
kendini beğenmişlik duygusu
içinde, artık bu tabii sebepler içerisinde Allah'ı görmez. Ama kötü durumlara
düşünce, o zaman ya tamamen bir karamsarlık içine düşer; ümitsiz olur, ya da yalnız bu durumda Allah'ı hatırlar. Allah'ı sadece zor duruma düşünce
hatırlar, hatta bazen güç durumda bile aklına getirmeyip, O'ndan yardım
istemez ve sadece Ümitsizlik içinde boğulur”54
İnsanın aceleciliğine
psikolojik bir süreç olarak bakıldığında, çoğunlukla iç-ben (nefis)’in fizyolojik , psikolojik ve psiko-sosyal
gereksinimlerini gerçekleştirme itkisinin bu
yönelimde etkili olduğunu söylemek
mümkündür. Psikanaliz ekolü, bu yönelimi, bilinçaltı mekânizmasının yoğun bir şekilde gerçekleşme
isteği olarak açıklar. Buna göre, organizmanın davranışa dönük itkilemeleri, temelde hazza ulaşma ve
elemden kaçma
prensibine dayanır. Bunu
gerçekleştirirken de,
insan organizması, kendine haz verecek olan duruma bir an önce ulaşmak, elem
verecek olan
durumdan
da çarçabuk kurtulmak ister. 55
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder