Kısaca,
ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Çünkü Biz, peygambere tabi
olup, olmayanı seçmek ve o nimeti tamamlamak üzere sizi korkudan, açlıktan,
mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve böyle bazı
sıkıntılarla imtihan edeceğiz.
Ahirette:
"Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Âl-i
İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için dünyada biraz bu sıkıntıları tadacaksınız.
Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık, savaş ve savaş
masrafları dolayısıyle mal ve can eksikliği, kazanç ve evlat eksikliği
cinsinden herhalde biraz birşey ile imtihan edileceksiniz.
Bu
mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı hükümlere
ve sorumluluklara bile işaret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık Ramazan
orucuna, mal eksikliği zekata, can eksikliği cihada, şehitliğe ve hastalığa;
ürün eksikliği, evlat eksikliği kazanç zayiine işarettir.
156-Bu
acı ve sıkıntıların her birinden böyle biraz çekmekle mükellef bulunmak,
bunların tam ve genel bir şekilde herkesi içine almasına engel olacak ve
ahirette büyük büyük nimetlere ulaştıracaktır. "Ey Muhammed! Sen
sabredenleri ise müjdele. o sabredenleri ki kendilerine bir musibet dokunduğu
vakit, yani "mümine eziyet verecek her şey, onun için bir
musibettir." hadis-i şerifi gereğince eziyet verecek herhangi bir zarara
uğradıkları zaman: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" derler.
"Biz, her halde Allah'ınız ve mutlaka O'na dönüp varacağız." diye
Allah'a teslim olduklarını arz edip teselli bulmuş olarak sabrederler. Bunu
yalnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma gayesini düşünerek bütün kalb ile
söylerler.
"
Biz Allah'ınız" demekte malı, canı, her şeyi Allah'a teslim ve Allah'ın
mülkü olan her şeyde, hatta canlarımızda ve bedenlerimizde bile dilediği gibi
yönetim hakkı olduğunu ve acı tatlı O'nun hiçbir tasarrufuna itirazın caiz
olmayacağını itiraf ile Allah'ın dilediğini yapmasına, kaza ve kadere razı
olduğunu açıklama vardır. Bu makam, pek büyük bir makamdır. Bu makamı kazanan
nefse: "Nefs-i râdıye: Allah'ın emrine râzı olmuş nefis" denir.
demekte ise: "Biz dönüp dolaşıp sonunda mutlaka Allah'a döneceğiz.
Başlangıçta yok iken Allah'tan geldiğimiz gibi sonuçta da yine O'na varacağız."
diye görünürde olsun eğreti varlığımızın ölümle sona erip helak olmasına ve
bununla beraber gayenin mutlak bir yokluk olmayıp, tamamen buluşma olduğuna
iman ve bu imanla Allah yanında kendisinden razı olunma ümidini açığa vurma
vardır. Bu makama: "Nefs-i mardiyye kendisinden razı olunan nefis"
makamı denir.
Bu
ise, isteklerin sonu ve mertebelerin en üstünü olan en büyük rızadır.
Lezzetlerin en büyüğü de rıza lezzetidir. İnsanın nefsi önce "nefs-i
emmare: Kötülüğü emreden nefis" iken, dini bilgi ve Hz. Muhammed'in ahlâkı
olan büyük ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide "nefs-i levvâme:
Kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis", üçüncüde "nefs-i
mutmeinne: Kötülükten temizlenerek Allah'a yaklaşıp huzura eren nefis",
dördüncüde "nefs-i râdiye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden Rabbinden
razı olan nefis", beşincide "nefs-i mardiyye: Allah'ın kendisinden
razı ve hoşnut olduğu makbul nefis" olur ki, Fecr sûresindeki: "Ey
huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, o da senden razı olarak Rabbine dön."
(Fecr, 89/27-28) şeklindeki ilâhî hitap, bunun beyanıdır. Bu dönüşün, bir yere
ve bir yöne intikal suretiyle olmadığı ortadadır. Çünkü Allah Teâlâ yön ve
mekandan münezzehtir. Bundan dolayı burada üç mânâya ihtimal vardır:
1-
Bu, nefsimiz hakkında bir son bulma ikrarından kinâyedir.
2-
Bâki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3-
Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Bizce
doğrusu, bu üçüncüsüdür. Çünkü bu, hepimizin zatının sona ermesi ile Allah'ın
baki olmasını ikrar etmektir.
Biz
vaktiyle dış âlemde nasıl yoktuk da Allah'ın bilgisinde var idiysek, yine onun
gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız Allah'ın bilgisinde ve sırf O'nun
hükmünde mevcut kalacağız. Bu, bizim bizdeki varlığımız olmayacak, bizim Allah
yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak
dünyaya gelirken yaratılıştaki mizacımızla gelmiş, henüz bir işe karışmamış,
yapacağımızı yapmamıştık. Giderken ise iyi veya kötü kazanacağımızı kazanmış,
iyilik veya kötülük namına neyimiz varsa hepsini omuzumuza almış, sorumluluğu yüklenmiş
olarak gideceğiz. Kısaca zatımız, Allah'ın ilmiyle, varlığımız Allah'ın varlığı
ile, bâki kalmamız da Allah'ın bâki oluşu ile var olur. Allah'ın varlığı ise
ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı, Allah'a dönüş, bu şekilde O'nun lütfuna veya
kahrına ermiş olarak bakâbillâh demektir.
Râzî
diyor ki: "Bu dönüş ahirete işarettir. Biz dünyada iken az çok kendimiz
veya başkaları da menfaat ve zararımıza görünürde sahip bulunuyorduk.
Gittiğimiz zaman bunlara hiç kimsenin hükmü geçmeyecek, sahih olan görüşe göre
üzerimizde yalnız Allah'ın hükmü geçerli olacaktır."
Bu
itibarla Allah'a dönüşümüz, öldükten sonra bütün durumlarımızda yalnız Allah'ın
hakim olması ve Allah'ın, hükümlerde kendisine başvurulacak merci olması
demektir. İşte bunun üzerine yeniden yaratma ile öldükten sonra dirilme, haşir
(kıyamet günü insanların bir araya toplanması) ve neşr (kıyamet günü insanların
yeniden dirilmesi), ahirete ait diğer hükümler gerekecektir. Halbuki buradaki
dönüş ölümden sonra ve tekrar dirilmeden önceki durumları da içine alır. Buna
bazıları, "rûhun baki oluşu" adını vermiş, dönüşü, ahireti onunla
açıklamak istemiştir. Fakat ruhun baki oluşu, deyiminin de şahsa ait bir
bakilik şüphesi vardır. Dönüşte ise şahsın fani olduğunu itiraf gizlidir. Bunun
için Allah'a dönüş meselesinde ruhun ebediliğinden başka bir mânâ vardır. Bunda,
bir zaman olup, ruhun da faniliğe gideceğine dair bir itiraf yok değildir.
Bedenimizin yok oluşundan sonra uzun zaman ruhumuzla kalabileceğimiz kabul
edilmiş olmakla beraber büyük kıyamet gibi bir gün gelip, ruhlarımızın da yok
olacağı "Allah'ın zatından başka her şey yok olacaktır." (Kasas,
28/88) âyeti gereğince, zatımızın yok oluşu her yönüyle gerçekleşecektir. Ancak
Allah katında bilinen gerçek varlığımız hiç bir şekilde kaybolmayıp, işin
aslında her türlü hükme tabi olabileceğimiz ve sonunda ebedî bir varlığa
kavuşma ile Allah'ın cemalini görebileceğimiz de anlaşılıyor.
Eğer
Allah yanında bilinen gerçek varlığımız, ruhumuz veya bedenimiz yahut da her
ikisi demek ise, bunlardan biriyle; yok eğer bunların ötesinde birşey ise o
şekilde bir ebediliğe kavuşacağız. Bu ebedilik de gerçekten bizim kendi
kendimize bir ebediliğimiz demek olmayıp, ancak Allah'ın ebedi oluşu ile mümkün
olan bir ebedilik olacaktır.
Bunun
için bizim tabiî denebilecek olan zatımızın gereği yokluk iken, hakkımızda
takdir edilen nasibimiz, bakâbillah yoluyla Allah'ın kahrına veya lütfuna
kavuşmaktır. En yüksek hedef ve en büyük rıza işte bu ebedî lütuftur. Fennin,
sebeplerin bâkî oluşu konusundaki büyük kanununda, bu mânâ sabit demektir.
Maddeler ve küçük kuvvetler, hepsi sebebe bağlıdırlar. Bundan dolayı hepsi
silinir, yalnız her şeyin sebebi olan Allah zatı ve sıfatları ile sonsuz
kudreti ile bâki kalır. Allah'ın bâkiliğinde, o silinen maddelerin ve fani
güçlerin mahiyetleri ve şahsi belirtileri Allah'ın bilgisi olmak üzere tamamen muhafaza
edilerek, ilmî varlıkla sabit ve bâki kalırlar. Yine her türlü hükme konu
olabilecek bir gerçek varlığa sahip bulunurlar. İşte ahiret hayatının zamanı,
bu Allah'ın bâki oluşu ve Allah'ın bilgisinde bâki olmaktır.
Bu
şekilde bakâbillâha, bakâ-i Rûhanî (Ruhun bâki ve ebedî olması) tabirini
kullanan filozoflar, Allah'ın gerçek mahiyetini ruh, insan ruhunun da Allah'ın
gerçek varlığındanmış gibi düşündüklerinden dolayı, ahiretin aslını ruhun bâki
kalması olarak tasavvur etmişler ve gerçeği karmakarışık hale getirmişlerdir.
Gerçi ruh, Allah'ın emri olan bir sırdır. Ruhun bâki oluşu, dinen kötü
sayılacak bir şey de değildir. Fakat bizim, ebedî olarak, ruhumuzun bâki oluşu
ile bâki olmamıza hükmetmek, bize bir şahsî bâkilik isnad etmektir. Bu da
zatımızın fani oluşunu unutmaktır. Bu ise ilk sebebi, Allah Teâlâ'yı
unutmaktır.
Şunu
bilmelidir ki Allah'ın gerçek mahiyeti, ruhun ve cismin ötesinde bir teklik
mertebesindedir. Ruhu, Rabbin emri olmakla beraber Rab emrine hakimdir.
"Allah emri üzerine galip ve hakimdir." (Yûsuf, 12/21). Bunun
unutulmaması gerekir. Bundan dolayı bizim varlığımızın ve bâki oluşumuzun
dayanağı ve binası, Allah'ın varlığı ve bâki oluşudur. Biz kendi bâki
oluşumuzla değil, Allah'ın bâki oluşu ile bâki olabileceğiz. Gerçek diri olup,
her şeyi yöneten O'dur. "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na
döneceğiz" ifadesi, işte bu Allah'ın bâkiliği ile bâki olmayı
anlatmaktadır.
Bu,
ne yalnız ruhla olur, ne de yalnız bedenle olur. Bu, her ikisinin de başlangıcı
ve garantisi olan gerçek bir bâkiliktir. Ahiret bu bâkiliğe dayanmaktadır.
Allah mevcut ve bâki oldukça, bizim için yeni yeni nice ruhlara ve bedenlere
kavuşmak daima mümkün ve sonsuza dek imkan dahilindedir. Biz ölürüz, ruhumuz
kalabilir. Kabirde ve berzah âleminde mükafat ve ceza görebilir. Kalmaması ve
bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi, kendi nefsinde mümkündür. Fakat
Allah'ın bilgisinden, Allah'ın hükmünden ve bakâbillah'tan çıkmamız mümkün
değildir. Asıl mükafat ve cezanın dayanağı budur.
Ahiret
sadece ruhun bâki kalışı olmayıp, berzah âlemindeki hayattan sonra başka bir
yaratılış ile diriltilecektir. Bunun da gayesi o yaratılışa göre Allah'a bir
dönüş olacaktır.
Bundan
dolayı "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz." ifadesi bir
taraftan ahiretin garantisi olan bir dönüşü, bir taraftan da ahirette bile
amellerin en üstünü ve olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü, mutlak ifadesiyle
içine almaktadır. Böyle bakâbillah ile ümid ve korku, sadece "ruhun bâki
oluşu" teorisi üzerine kurulan ümit ve korkudan daha yüksek, daha gerçek
ve daha ilmîdir. Her şüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir teslimiyettir. Yûsuf
sûresinde geleceği üzere bu teselli Muhammed (s.a.v.) ümmetinden başkasına
verilmemiştir.
157-Böyle
bir tevhid ile bütün ümidini bakâbillaha dayandırarak "râdiye" ve
"merdıyye" makamlarına ermiş olan sabırlı kimseler, her müjdeye
layıktırlar. Bunları şu âyetle müjdele: İşte Rablerinin salevât ve rahmeti
bunlara mahsustur ve işte hidayete ermiş, doğru yolu tutmuş olanlar ancak
bunlardır.
Allah'ın
salevâtı, bütün günahların bağışlanmasıdır. Allah Teâlâ, bunların günahlarını
tamamen örter. Onları rahmetiyle öyle mükafatlara, öyle nimetlere ulaştırır ki,
bunlar dünyada ne görülmüş, ne duyulmuş, ne de insanın akıl ve hayaline gelmiş
şeyler değildir. Bunlara: "Gir iyi kullarımın arasına! Gir
cennetime." (Fecr, 89/29-30) denecektir.
O
sabırlar, ancak yerine getirilmesi mümkün olmayan Allah'a şükürde meydana
gelecek kusurları, günahları örtecek ve onların yerini sevaplara bırakacak
ilâhî yardımlardandır. Müminler, bunu bilerek, sabır ve namazla yardım
istemelidirler. "Râdiye" ve "merdıyye" makamlarını
kazanmalıdırlar. Namazlarında Mescid-i Haram tarafına yönelerek Allah'ı
zikredip, O'na şükretmelidirler ki, vaad edilen dünya ve ahirete ait nimetler
tamamlansın, ebedî hoşnutluk lezzeti ihsan edilsin.
Bu
kıblenin kutsallığı, yalnız bundan ibaret de değildir. Bunda namazdan başka bir
zikir ve ibadet yolu, sizin için başka bir toplanma ve Allah'a yaklaşma şekli
daha vardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder