|
||||||
Hint Alt Kıtası: Modernistler, Kur’an’cılar ve Fazlur Rahman
Kuran
ve tefsir araştırmalarına ilişkin bir literatür taraması, rüzgarın
ıslahattan yana estiği son iki yüzyıla damgasını vuran ilmî eserlerin
hemen tamamıyla Hint alt kıtası ile Mısır’da ortaya çıktığını, buna
mukabil dönemin Osmanlı Türkiye’sinde muhalled bir eser üretilmediğini
gösterir. Bu durumu hem Osmanlıdaki meraksızlık hasletiyle, hem de
Batı’dan gelen sadmelerin en şiddetli biçimde bu iki coğrafyada
hissedilmiş olmasıyla izah etmek mümkündür.
Hint
alt kıtasındaki Kuran ve tefsir çalışmaları söz konusu olduğunda akla
gelen ilk isimlerden biri Seyyid Ahmed Han’dır. Yaşadığı çevredeki
Müslümanların beka ve salâhını İngilizlere sadakatte gören ve bu siyasi
tercihine koşut çabalarından ötürü İngiliz hükümetince “Sir” unvanıyla
taltif edilen Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ilmî ve entelektüel
faaliyetleri arasında Kuranın tamamını içermeyen bir tefsir ile bu
alanda yeni bir metodoloji sunma iddiası taşıyan Tahrîr fi
usûli’t-Tefsîr adlı iki esere de imza atmıştır.
Bu
son eserinde Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin (ö. 1762) el Fevzü’l-kebîr
adlı kitabına da atıflarda bulunan Ahmed Han Kuranın nasıl anlaşılması
gerektiğine dair temel görüşlerini on beş madde hâlinde sıralamıştır.
Bunların bir kısmı, mesela Kur’an’ın bütünüyle Allah kelâmı olduğu, her
türlü ziyade ve noksandan masun kılındığı, muhtevasında gerçeğe aykırı
hiçbir beyan bulunmadığı gibi görüşler malumu ilam kabilinden olmakla
birlikte vahiy ve Kuranın nüzul keyfiyetiyle ilgili düşünceler
geleneksel Sünnî telakkiden epeyce farklıdır. Zira ona göre vahiy, reel
ve müstakil bir varlık olduğuna inanılan melek (Cebrail) vasıtasıyla
değil, doğuştan sahip olunan meleke-i nübüvvet sayesinde Hz. Peygamberin
kalbine inzal ya da ilham edilmiştir.1
Belli
ölçüde Fazlur Rahmanın vahiy telakkisini de anımsatan bu görüşünden
başka Ahmed Han’ın Kur’an okumalarındaki en temel vurgu tabiat kanununa
(kânun-ı fıtrat) mütealliktir. Ahmet Han’a göre Allah evrene ezelden
beri değişmeyen bir fıtrat kanunu koymuştur. Tabiat, âdet dışı hiçbir
müdahaleye imkân tanımayan ve tamamen sebep-sonuç dairesinde işleyen
kapalı bir sistemdir. Öte yandan Allah’ın biri kavli, diğeri fiilî olmak
üzere iki sözü vardır. Tabiat kanunları Allah’ın fiilî sözüdür. O’nun
hiçbir sözünde/yasasında tebdil vuku bulmadığına göre Kur’an’da da
ezelden beri değişmeyen tabiat kanununa muhalif hiçbir beyan yoktur.
Dolayısıyla İslâm ulemasının mucize diye kavramlaştırdığı hâdiselerden
söz eden Kur’an pasajları aslında bilindik doğa olaylarına işaret
etmektedir.
Bizce
Ahmed Han’ın on beş maddelik tefsir normunu oluşturan görüşleri
arasında yeni sayılabilecek tek görüşü budur. Gerçi o, “Allah’ın
kelâmını şairin not defterine dönüştürmek” şeklinde nitelendirdiği
klasik nesh anlayışına da itiraz etmiştir. Ancak bu itiraz asırlar
öncesinde Mutezilî müfessir Ebû Müslim el-İsfahânî (ö. 322/934)
tarafından da etraflı bir şekilde vaz edilmiştir. Tabiat kanununun
değişmezliği prensibine ilişkin görüşlere gelince, Ahmet Han’ın bu
konuyla ilgili görüşleri özgün bir hüviyete sahip olmaktan öte dönemin
Batı dünyasında hüküm süren rasyonalist ve naturalist felsefeden
mülhemdir. Dolayısıyla Ahmet Han burada yeni ya da özgün bir usul
vazetmekten ziyade, bir ölçüde İbni Sina (ö. 428/1067) ve İbni Rüşd (ö.
595/1198) gibi ortaçağ İslâm filozoflarının mucize konusundaki radikal
görüşlerini de ihya edici bir yaklaşımla Kuranı rasyonalist ve
naturalist bakış açısıyla okumayı teklif etmektedir.
Ahmet
Han bu teklifi sunarken Kuranın tabiat kanununa, dolayısıyla bilimsel
bilgiye ters düşen hiçbir beyan içermediği noktasında ısrar eder. Yine
bu bağlamda Allah’ın kendi koyduğu kanunu ihlal etmesi anlamına gelen
mucizenin hem imkânını reddeder, hem de faydasız ve anlamsız oluşunun
altını çizer. Kur’an’da peygamberlere atfedilen olağanüstü işlerle
ilgili pasajları geleneksel mucize telakkisine uygun şekilde anlayıp
yorumlamak yerine Arap dilinin mecaz, temsil, teşbih gibi zengin
imkânları dâhilinde alternatif yorumlar üretmenin pekâlâ mümkün
olabileceğini söyler. Bu çerçevede, söz konusu pasajlardaki irrasyonel
anlatıları kimi zaman Arap dilinin imkân ve sınırlarını zorlama pahasına
rasyonelleştirmeyi dener. Mesela Hz. Yunus’un büyük bir balık
tarafından yutulmasından söz eden ayetle (37/Sâffât 142) ilgili olarak,
Kur’an’da bu manayı doğrulayacak sarih bir ifadenin mevcut olmadığını,
ayrıca ilgili ayette “yutma” anlamına gelen ibtele’a fiilinin değil,
“ağzıyla yakalamak” manasındaki iltekame fiilinin kullanıldığını söyler.
Böylece ayette anlatılan hâdiseyi makul bir çerçeveye oturttuğunu
düşünür. Keza Hz. Musa’nın asa darbesiyle denizin ikiye yarılmasından
söz eden ayeti (26/Şuarâ, 63) met-cezir olayıyla açıklamayı makul görür.
Kuranın
bilimle sorunu yoktur fikrini açımlarken oldukça apolojetik bir üslup
kullanan Ahmet Han. Âdem-İblis gibi diğer bazı kıssaların tefsirinde
ise bir tür mitolojiden arındırma (demitolojizasyon) tekniğine başvurur.
Yine anılan kıssa bağlamında melek ve şeytan gibi varlıkların aslında
bir kuvve ve meleke olduklarını söyler. Cennet, cehennem gibi gaybî
âlemle ilgili beyanları ise temsil, teşbih ve mecaza hamletmeyi yeğler.
Buna karşılık ahkâm ayetlerindeki içeriğin tüm zamanlarda lafzen ve
aynen tatbik edilebilecek bir keyfiyete sahip olduğu inancından olsa
gerek, ilgili ayetlerin yorumunda, sözgelişi talak, çok eşlilik ve faiz
gibi konularda yine savunmacı bir üslupla Kur’an ahkâmının çağdaş hukuk
ve değerler sistemiyle örtüştüğünü ispatlamaya çalışır.2
Netice
itibariyle Ahmet Han’ın özellikle Allah’ın sözü ile fiili arasındaki
çelişmezlik prensibiyle bağlantılı fikirleri, hem gelenekten muazzam bir
kopuşu ifade eder, hem de kendisine yöneltilen eleştirilerden
anlaşıldığı kadarıyla meşruiyeti geçmişte arayan geleneksel
paradigmayı, dolayısıyla Sünnî yorum monopollülüğünü epeyce sarsmış
gözükür. Bu noktada Ahmet Han’ın İslâm tefsir geleneğine katkıda
bulunmadığını söylemek haksızlık olur. Katkısının sunumunda ne kadar
ilkeli davrandığı tartışmaya açık olmakla birlikte, gerek kendi
döneminde gerekse daha sonraki nesiller üzerinde belirgin bir iz
bıraktığı kuşkusuzdur. Mesela, onun Âdem kıssasına ilişkin izah tarzının
esas itibariyle Muhammed Abduh (ö. 1905) ve Muhammed İkbal (ö. 1938)
tarafından da benimsendiğine tanık olunabilir. Keza Hz. Musa’nın denizi
ikiye yarması, balığın Hz. Yûnusu yutması, cin, melek, şeytan, cennet
ve cehennem gibi konularla ilgili izahatına Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952).
Muhammed Esed (ö. 1992) ve Süleyman Ateş’in meal-tefsirlerinde de
rastlanabilir.
Hint
alt kıtası bağlamında Abdullah Çekrâlevî (ö. 1914) tarafından 1902’de
Ehl-ü’z-zikr ve’l-kur’an ismiyle kurumsallaştırılan Ehl-i Kur’an
ekolünden de söz etmek gerekir. Esasen Seyyid Ahmet Han, Çırak Ali (ö.
1895) ve Seyyid Emir Ali (ö. 1928) gibi modernistlerce temsil edilen
düşüncenin biraz daha tekemmül etmiş biçiminden ibaret olan bu ekol,
klasik ‘Ulûmü’l-kur’ân edebiyatındaki bahisleri Kur’an’ın doğru
anlaşılmasına engel teşkil ettiği düşüncesinden yola çıkarak bütünüyle
yok sayma yoluna gitmiştir. Çağdaş Kur’an İslamcılığı söyleminin en
güçlü teorisyenlerinden oluşan ekolün hareket noktası, isminden de
anlaşılacağı gibi, Kur’an’ın her bakımdan şâfî ve kâfî bir kitap olduğu
iddiasıdır.
Bu
iddia Müslümanlar için gerekli olan her bilginin nassen veya işâreten
Kur’an’da içerildiği, dolayısıyla sair bilgi kaynaklarının zait olduğu
fikrini içerir. Nebevi sünneti de ihtiva eden rivayet malzemesinin en
başından reddedilmesinin doğal sonucu olarak namaz vakitleri ve
rekâtları da dâhil olmak üzere her şey Kur’an’dan istihraç edilmiştir.
Ancak bunu başarabilmek için kimi zaman Kur’an metnine tasallut
edilerek tahrifle eşdeğer yorumlar üretilmiştir. Mesela, “Her türlü
övgü, gökleri ve yeri yoktan var eden: melekleri ikişer, üçer, dörder
kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur” mealindeki ayet (35/ Fâtır, 1),
“Ey gök ve yer ehli! Allah’ın rızasını kazanmak için beş vakit
namazınızda Fatihayı okuyun. O Allah ki sizi, altı rüknü [kıyam,
kıraat, rükû vs.] bulunan namaza yöneltmek için melek elçilerini
gönderir 3 şeklinde yorumlanabilmiştir.
Hadis
ve rivayet malzemesine rezerv koyma ve mucizenin imkânını reddetme
hususunda Sir Ahmet Han’ın izinden giden Ehl-i Kur’an ekolünde, dinî
değer ve kavramları 19. yüzyıl Avrupa akılcılığı ve koyu determinist
tabiat felsefesinin verileriyle test eden, böylelikle İslâm
dünyasındaki çok boyutlu krizi özdeşleşme yoluyla aşmaya çalışan
apolojetik, eklektik ve konformist bir anlayış egemen kılınmıştır. Bu
arada İslâm dünyasındaki inhitat ve inkırazın faturası geleneğe
kesilmiştir. Daha açıkçası, yaşadıkları dönemdeki olumsuzlukların tüm
günahı İslâm ilim ve kültür mirasına yüklendiği için, ibadetler dahi
geleneksel formlarından soyutlanarak yeni bir kalıba sokulmaya
çalışılmıştır.
Sünnet
en başından devre dışı bırakıldığı için, sınır tanımayan yorumdan en
fazla nasibini alan nass Kur’an olmuş ve bu bağlamda her şey Kur’an’da
aranmıştır. Ancak Kur’an’ın gerek kimi konularda mücmel bir kitap
olması, gerekse rasyonalist paradigmayla örtüşmeyen birtakım beyanlar
içermesi birtakım ciddi sıkıntılara yol açmıştır. Bu badireyi aşmak
için evvela lügatler kurcalanarak bahse konu olan kelimenin Kur’an
terminolojisinde karşılığı bulunmayan ve fakat meşrulaştırılmak istenen
görüşe uygun düşen sözlük anlamı esas alınmış; kimi zaman da, sözgelimi
“üç” kelimesinin zikredildiği bir ayet akşam namazının farzına delil
gösterilebilmiştir. Özetle, 19. yüzyıl Müslümanlarını çepeçevre kuşatan
taahhur badiresini aşma iddiasıyla ortaya çıkan bu ekol, sağlam
temellere dayanan bir usûl ve/veya çözüm önerisi sunmak yerine dinin
taabbudî yönünü reforme etme ve bazı fıkhî tadilatlar yapma yoluna
gitmiştir.4
Hint
alt kıtasındaki çağdaş Kur’an okumalarına Muhammed İkbal, Ebü’l-Kelâm
Âzâd (ö. 1958), Ferâhî (ö. 1930) ve Islâhi (ö. 1997) gibi şahsiyetler de
önemli katkılarda bulunmakla birlikte özellikle Fazlur Rahman İslâm ve
Çağdaşlık adlı eserinde önerdiği tefsir usulüyle haklı bir şöhret
kazanmıştır. 1919’da şimdiki Pakistan’da dünyaya gelen Fazlur Rahman’ın
ana projesi, modern zamanlarda Müslüman kalarak çağdaşlaşmanın imkânını
öngören bir yenilik ve yenileşme talebi olarak özetlenebilir. Bu konuda
fikri dürüstlük ve ödünsüzlüğü kendisine ilke edinen Fazlur Rahman kendi
döneminde yaşayan birçok İslâm modernistini suskunluk, iki yüzlülük,
geleneği istismar ve Seküler Batıcılık gibi vasıflarla muttasıf bir
ilkesiz yenilikçilikle suçlar.5
İlkesiz
yenilikçilerin Müslümanlar karşısında ıslahatçı, Batı karşısında
savunmacı bir tavır takınmalarının “eklektisizm” neticesi verdiğine de
dikkat çeken Fazlur Rahman, özellikle Kur’an’ın ahlâkî bir rehberlik
belgesi olarak okunması gerektiğinde ısrar eder. Ahlâkı hukuka mukaddem
kılmanın gerekliliğini savunan Fazlur Rahman’ın bizzat kendi
ifadesiyle, “Kur’an her şeyden önce ne bir kanun kitabıdır ve ne de
böyle bir amaç güder. O kendisini hüden li’n-nas (insanların yol
göstericisi) diye adlandırır ve insanlardan, koyduğu emirlere göre
yaşamalarını ister. Fakat bu emirler umumiyet itibariyle ve esas olarak
hukukî olmayıp ahlâkîdirler.”6 Bu
itibarla, müfessirler ve fakihlerin Kur’an’daki muayyen emir ve
yasakları son derece dikkate alıp kutsal kitabın ahlâkî ilkelerine
oldukça az önem vermeleri ve bu ahlâkî ilkeleri emirden ziyade öğüt ya
da tavsiye olarak telakki etmeleri esef verici bir hatadır.7
Burada
sözü edilen hata, formalizm ve literalizmdir. Kur’an’daki şer’î ahkâmın
asırlar öncesindeki verili bir duruma cevap olarak vahyedildiği
düşüncesinden hareketle, bugün aynen tatbik edilmesinin işe yarar bir
sonuç vermeyeceğine inanan Fazlur Rahman lafzın ardındaki maksadı
kavramanın peşindedir. Bunun için de iki etaplı bir yöntem önerir.
Kur’an’ı anlama ve yorumlamanın birbirini izleyen iki ayrı süreç olduğu
fikrini içeren bu yöntem, hem Kur’an’daki mesajın keyfî anlam
belirlemelerinin tasallutundan korunmasını, hem de farklı tarihsel
durumlara taşınabilir nitelikteki aslî mesajın kavranabilmesini
hedefler.8
Şöyle
ki, ilk etapta bugünden Kur’an’ın vahyedildiği döneme gidilerek her
ayet kendi tarihselliği içinde anlaşılır. Böylece ayetlerdeki tikel
hüküm ve buyruktan vahyin tümel ilke, değer ve hedefleri de çıkarsanır.
Bu anlama sürecidir. İkinci etapta ise nüzul döneminden modern zamana
avdet edilerek Kur’an’ın temel gaye ve idealleri doğrultusunda
“şimdi’nin soru ve sorunlarına cevap üretilir. Bu da yorumlama ve tatbik
sürecidir. Fazlur Rahman, bu ikinci etabın, yani Kur’an’daki temel
hedef ve maksatların bugünkü tikel problemlere nasıl tatbik edileceğine
ilişkin yorumların öznellik riskine açık olduğunu kabul etmekle birlikte
anlama sürecinde nesnelliğin imkânına inanır9
Fazlur
Rahman’ın önerdiği bu yöntem aslında içtihadın işlerlik alanını
maksimize etmeyi hedeflemektedir. Zira içtihad İslâm hukuk tarihinde
genellikle nassın suskun kaldığı alanlarda işletilmiştir. Fazlur Rahman
ise “kural içeren bir nassın veya geçmişteki emsal bir durumun manasını
anlama ve o kuralı öyle bir şekilde teşmil, tahsis ya da aksi halde
tadil ederek değiştirme çabası”10
olarak tanımladığı içtihadı nassın konuştuğu yerlerde de işletmeyi
önerir. Çünkü ona göre naslarda bahsi geçmeyen yeni durum ve sorunların
zuhur etmesi bir tarafa, Kur’an ve Sünnet ilgilendikleri her konuda son
adımı atmış değildir. Bu yüzden, Kur’an ve Sünnet’in adımlarını
Müslümanların atacakları yeni adımların izlemesi, yani “yaşayan
sünnet”in etkin kılınması gerekir.11
Netice
itibariyle, son dönem Kur’an okumalarında en ciddi yöntem teklifi
Fazlur Rahman’a aittir. Nitekim Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusuyla
ilgili güncel tartışmaların merkezinde de hâlen onun iki etaplı anlama
modeli yer almaktadır. Kuşkusuz bu modelin yorumlama ve tatbik sürecini
içeren ikinci etabında ulaşılacak sonuçların nesnellik oranı
tartışılabilir; ancak Fazlur Rahmanın, “durum her ne olursa olsun, benim
içtenlikle inandığım şey, biz Müslümanların, Kur’an’ın görüş ve
gayelerini tarihin enkazı altından yeniden canlandırmayı kendimize ve
tüm dünyaya borçlu olduğumuzdur”12 diyen samimi ve sancılı bir Müslüman olduğu asla unutulmamalıdır.
Fazlur
Rahman’ın ahlâk ve maksadı hukuk ve lafza önceleyen Kur’an telakkisi
1982’de Müslümanlığını ilan eden Roger Garaudy tarafından da aynen
benimsenmiştir. Tıpkı Fazlur Rahman gibi Kur’an’ın bir ahlâk rehberi
olduğunu birçok defa tekrar eden Garaudy 13
ilâhî mesaja hayatiyet kazandırmanın ancak aşk -ki buna takva ahlâkı
da denilebilir- ve ictihad yoluyla mümkün olduğuna inanır. Bu bağlamda
dinî veya siyasî bir anlayışı, geçmiş dönemlerde sahip olduğu kültürel
ve kurumsal kalıpla özdeşleştirmek suretiyle mutlak doğruya malik
olduğuna inanmak ve bunun kabullenilmesini dayatmak şeklinde
tanımladığı entegrizmin çağdaş İslâm dünyasında çok ciddi bir sorun
olduğuna dikkat çeker.14
Kur’an’daki
hükümlerin ne maksatla vaz edildiğini belirlemenin imkânı konusunda da
Fazlur Rahman gibi düşünen Garaudy Müslümanlara şunu sorar: “Köleliğin
hüküm sürdüğü bir toplum içinde efendinin hak ve görevlerini açıklayan
metinlerin lafzî uygulaması için ne yapmalı? Bunu mümkün kılmak için
köleliği geri mi getirmeliyiz? Sonra efendinin kölesini, ‘savaş
esirlerini’ cariyesi olmaya zorlamasını kabul mü etmeliyiz? (33/52;
4/25). Allah’a hoş görünmek için yol’ bu mu? Yoksa peygamberin en
yamanlarıyla mücadele ettiği, [ama kendi] zamanında hepsini ortadan
kaldıramadığı İslâm öncesi âdetlerini yaşatmak mı?”15
Sonuçta
“Allah’a hoş gelen hayat”, der Garaudy, ne şekilcilikte ne de
merasimciliktedir. Kısaca, Kur’an her şeyden önce dinî-ahlâkî bir
mesajdır ve temel hedefi de iman, ihsan, takva, sıdk, merhamet gibi
hasletlere sahip bir ahlâk insanını inşa etmektir. Dolayısıyla Kurana
sadakat, hırsızın elini kesmek veya kadına erkeğin miras payının
yarısını vermekten öte hayatın her ânını Allah’ın murakabe ettiği
bilinciyle yaşamaktır.16
Burada
sırası gelmişken Filistin asıllı İsmail Râcî Fârûki’nin (ö. 1986)
Kur’an aksiyolojisine ilişkin görüşlerinden de kısaca söz etmek gerekir.
Türkiye’de daha çok bilginin İslâmîleştirilmesi teziyle tanınan
Fârûki’ye göre de Kur’an esas itibariyle ahlâkî bir mesajdır. Kur’an
metninde ahlâkî değer içermeyen konulardan söz edilmesi, aslında
dinî-ahlâkî bir ilkenin beyanına ilişkin tarihsel bir örnektir. Bugün
Müslümanlara düşen görev. Kur’an’ın değer öğretisini (aksiyoloji)
sistematik bir şekilde ortaya koymaktır. Yani Kur’an’daki hangi
değerlerin araçsal hangilerinin amaçsal olduğunu belirlemek ve bu
değerlerin hiyerarşik yapısını düzenlemektir. Aksi halde araçsal değeri
amaçsal olarak görmek, diğer bir deyişle, ilâhî buyrukların tümünü sırf
Kur’an metninde yer aldığı için deontolojik olarak eşit addetmek bizi
çok yanlış sonuçlara götürecektir.
Hâlbuki
Kur’an’daki aksiyolojik sistem belirlendiğinde Allah’ın bizden ne
istediği doğru biçimde anlaşılacaktır. Keza, bu sayede vahyin ruhunu
kavramamız ve irademizi onun rehberliğine teslim etmemiz mümkün
olacaktır. Yine bu sayede Kur’an ve Sünnetteki talimatların zahirine
koşullanmaksızın daha üstün ve ideal değerleri kavrama imkânımız
olacaktır. Dolayısıyla -tıpkı Hz. Ömer gibi-Kur’an ve Sünnetin zahirine
ters düşme durumunda ulaştığımız sonucun yine de Allah ve elçisinin
istediği sonuç olduğu hususunda kendimizden emin olacağız. Sözgelişi,
Allah suçu sübut bulmuş hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir
(5/Mâide 38). Bu ayetin zahirinde gözetilen değerler, suçluluk
hissettirmek suretiyle vicdanı temizleme, örnek vererek eğitme ve
nihayet suçun cezasını vermektir. Ancak bu üç değer aynı düzeyde
değildir. Daha açıkçası, suçun cezasını verme amacı güden ve fakat
diğer iki değeri göz ardı eden bir el kesme cezası zorunlu bir emir
olarak görülemez. Bunun da ötesinde bu üç değer, daha üstteki sosyal
adalet ve ümmetin selameti gibi değerlere göre birer araç
mesabesindedir.17
Mısır: Menar Ekolü ve Islah-Tecdit Çağrısı
19.
yüzyılın son çeyreğinde Kur’an’ın hidayet ve kudretini tecdit yoluyla
hayata aktarmayı amaçlayan İslâmî akımlar arasına Mısır’dan başka bir
hareket daha katıldı. Cemâleddîn Afgânî’nin (ö. 1897) çabalarıyla varlık
kazanıp Muhammed Abduh (ö. 1905) ve Reşide Rızanın (ö. 1935) çok ciddi
katkılarıyla gelişen bu hareket çağdaş dönem Kur’an yorumlarına farklı
bir boyut kattı. Tefsir tarihi kitaplarında “içtimâi tefsir ekolü”
olarak anılan bu hareketin en meşhur ismi Muhammed Abduh’tur. İslâm’ın
temel meselelerini sosyal reformcu bir kimlikle okumaya çalışan ve bu
çerçevede fikrî tecdit ile iyi yetişmiş insan unsuruna dayanan bir
Rönesans idealinin peşinde koşan Abduh’a göre İslâm alemindeki çok
boyutlu inhitat-inkıraz badiresini aşmak için dinî tefekkürde yenilik
şarttır. Bu projenin başarıya ulaşabilmesinin en temel koşulu ise
İslâm’ı mezhebi ihtilaflardan önceki saf hâline avdet ettirmektir. Bunun
yanı sıra taklidi reddetmek, nassı anlamada aklı işlevsel kılmak ve
çağdaş bilimlerden faydalanmak da başarının önemli koşulları olarak
görülmelidir.
İslâmî
Rönesans giden yoldaki ilk uğrak Kur’an’dır. Bu yüzden Kur’an’ın yeni
bir bakış açısıyla yorumlanması elzemdir. Yorum faaliyetindeki temel
prensip Kur’an’ın vahyediliş maksadını gözetmek, yani ilâhî hitabın
varlık sebebinin, insanları doğru yola eriştirme hedefinden başka bir
şey olmadığını asla unutmamaktır.18
Dolayısıyla Kur’an’ı anlayıp yorumlamayı, klasik tefsirlerde âdet
olduğu üzere metin çözümleme faaliyetine indirgememek gerekir. Ayrıca
sıhhati sübut bulmamış rivayet malzemesine de itibar edilmemelidir.
Bilakis Kur’an öncelikle Kur’an’la yorumlanmak ve bu süreçte akıl da
olabildiğince etkin kılınmalıdır. Kur’an’ı tefsir etmekteki gaye, iman
ve güzel ahlâkla donanmış insanların teşekkülüne katkı sağlamaktır. Bu
itibarla tefsir akademik bir faaliyet değil Allah’ın insandan
beklentilerine cevap vermenin aracıdır. Dolayısıyla müfessirin aslî
görevi de Kur’an’ın gerçek nüzul sebebi olan hidayet misyonuna işlerlik
kazandırmaktır.19
Abduh
ve Reşide Rızaya göre klasik tefsirler detaylı gramer izahları,
belagat ve edebî sanatlarla ilgili nükteler, kelâmî problemlerle ilgili
bahisler, usulcülerin istinbatları, mukallit fıkıhçıların hüküm ve
fetvalarıyla meşbudur. Bu malumat yığını Kur’an’ın Müslüman gözüyle
okunup anlaşılmasına katkı sağlamak şöyle dursun, Allah’ın hedef
gösterdiği dinî-ahlâkî faziletlerle donanmak isteyen insanlar için birer
maniadır (savârif-şevâgıl). Kuşkusuz Kur’an’ı doğru anlamak için Arap
dili başta olmak üzere usûl, rivayet ve sair bilgilerden de istifade
etmek gereklidir. Ancak bu tür bilgileri lüzumu hâlinde ölçülü bir
şekilde kullanmak, yani klasik tefsirlerdeki gibi aracı amaca
dönüştürmemek ve bilhassa Arap dilindeki gramer kurallarını Kur’an
nazmını denetleyen bir merci hâline getirmemek gerekir.20
Abduh
ve Reşit Rızâ’nın klasik tefsir literatürüne yönelik en sert
eleştirilerinden biri de İsrâiliyyât’la ilgilidir. İsrâilî nitelikli
rivayet malzemesi Kur’an’ın sağlıklı biçimde anlaşılmasına engel teşkil
ettiği için kesinlikle itimada şayan olamaz ve hiçbir şekilde delil
gösterilemez. Nitekim Reşit Rıza İsrâiliyyât’ı reddetmekle kalmamış, bu
konuda kaynak gösterilen Yahudi asıllı Ka’b el-Ahbâr’ı (ö. 32/652-653)
İslâm inancını tahrif teşebbüsüyle itham etmiştir. Bu bağlamda
geleneksel olarak sahih addedilen Deccal, kıyamet ve Hz. İsa’nın
nüzulüyle ilgili rivayetleri İsrâiliyyât kategorisinde değerlendirmesi
eleştiri konusu olmuştur.21
Klasik
tefsirleri kimi zaman çok ağır bir dille tenkit eden Abduh ve Reşit
Rıza, Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmenin en güzel yöntem olduğu
kanaatindedir.22
Bu konuda İbni Teymiyye’nin (ö. 728/1328) izinden giden Menâr ekolü,
bilhassa Abduh’un akla atfettiği rol itibariyle Mu’tezile’yi anımsatır.
Abduh’un “furkan” payesi verdiği aklın fonksiyonu en belirgin şekilde
kıssaların yorumunda kendini gösterir. Bu bağlamda Abduh mucizenin
imkânını reddetmemekle birlikte Kur’an’da aklın verileriyle bağdaşmaz
gözüken ifadeleri mecaz, temsil gibi yorum enstrümanlarıyla minimize
etmeye çalışır. Âdem’in cennetteki yaşamı, yasak ağaca yaklaşması ve
cennetten kovulmasını ise insan hayatındaki çocukluk, gençlik ve
olgunluk çağlarına işaret sayarak ilgili kıssayı bir tür demitolojize
eder.23
Abduh’un
akla atfettiği önem, bir bakıma geleneksel ictihad kurumundan hak
talebidir. Nitekim o Mısır genel müftüsü iken bazı cesur fetvalar vermiş
ve bu yüzden faizi helal saymak gibi tenkitlere maruz kalmıştır.24
Ancak Menâr tefsirine baktığımızda, ahkâm ayetlerinin savunmacı bir
anlayışla yorumlandığı görülür. Daha açıkçası, çok eşlilik, kadının
şahitliği ve kocası tarafından dövülmesi gibi konulardan söz eden
ayetler, ustalıklı tevillerle çağdaş değerler sistemine uyarlanmaya
çalışılır. Bir koltuğa iki karpuz sığdırmak diye de ifade edebileceğimiz
bu durum, yani hem Kur’an’a mutlak değer atfetmek hem de insanlığın
bugün ulaştığı seviyeyi terakki addetmek ister istemez savunmacı bir
üslubu doğurmaktadır. Bu üslup aynı zamanda Kur’an’ın her yönüyle tarih
üstü bir nitelik taşıdığı inancından kaynaklanmaktadır. Zira Abduh ve
Reşit Rıza Kur’an’daki tüm buyrukların tarih-üstü geçerliliğine inanır
ve buna bağlı olarak, “Kur’an’da miadı dolmuş hiçbir buyruk yoktur.
Bilakis her ayetin her zaman ve zeminde söyleyecek bir sözü vardır.”
fikrini hararetle savunur. Kur’an’ı vücut bulduğu tarihsel vasattan
koparmak suretiyle onu her insanın kendi tarihselliği içinde okumasını
salık veren bu tarih-üstülük düşüncesi, Muhammed Esed’in meal-tefsirine
damgasını vuran anakronik zihniyeti de epeyce şekillendirmiş
gözükmektedir.25
Sonuç
olarak, Abduh ve Reşit Rıza, klasik tefsir anlayışına çok sert
tenkitler yöneltmiş olsalar da bu ikilinin ortak ürünü olan Menâr
tefsiri, içerdiği bilgi malzemesi itibariyle geleneksel formattan çok
farklı değildir. Belki en belirgin farklılık, bilhassa Abduh’un tefsir
anlayışında aklın olabildiğince işlevsel kılınmasıdır. Öte yandan
Menâr’ın mukaddimesinde en güzel tefsir yöntemi olarak kaydedilen
Kur’an’ı Kur’an’la açıklama formülü de aslında adı var kendi yok
hükmündedir. Çünkü hangi ayetin hangi ayetle açıklandığı, çok kere
müfessirin dirayetine bağlı bir husustur. Kur’an’daki tüm beyanlara
tarih-üstü değer atfedilmesine gelince, bu anlayışın apolojetik ve
anakronik yaklaşımı zorunlu kılması gibi ciddi sorunları vardır. Bütün
bunlara rağmen Menâr tefsiri, son dönem Kur’an araştırmalarına
sağladığı katkı ile çok değerli bir eser hüviyetindedir ve hâlen de
birçok Kur’an araştırmacısına rehberlik etmektedir.
Abduh
ve Reşit Rıza’nın “her mümin Kur’an’ı kendisine vahyedilmiş gibi
okumalıdır” önerisine mukabil Filistinli alim M. İzzet Derveze (ö. 1984)
Kur’an’ı kendi tarihiyle ilintili biçimde okuma teklifinde bulunmuş ve
bu teklifini nüzul sırasına göre düzenlediği et-Tefsir-ul hadîs adlı
eseriyle somutlaştırmıştır. Tefsirin müsveddelerini Türkiye’de zorunlu
ikamete mahkum edildiği yıllarda (19411945) yazan Derveze’ye göre nüzul
sırasına göre tefsir Kur’an’ı doğru anlamanın en güzel yöntemidir.
Çünkü bu sayede okuyucu hem Kur’an’ın nüzul merhalelerini daha açık ve
net biçimde izleyecek, hem de Hz. Peygamberin siretine vukufiyet
kesbedecek ve böylece vahyin nazil olduğu atmosfere girip Kur’an
mesajıyla duygudaşlık tesis edecektir.26
Kabul
etmek gerekir ki Derveze’nin tefsirindeki nüzul sıralaması oldukça
kabataslaktır. Fakat ortaya konan ürün İslâm tefsir tarihinde bir ilk
olması hasebiyle takdire şayandır. Ayrıca müellifin bazı ayet ve
surelerin Mekkî ve Medenî oluşuyla ilgili tespit ve değerlendirmeleri
de son derece dikkate değer niteliktedir. Yine onun Kur’an’a Göre Hz.
Muhammed’in Hayatı adlı eseri Kur’an’ı kendi tarihinde okuma çabasının
çok değerli bir ürünü olarak telakki edilmelidir.
Seyyid Kutub ve Radikalizme Davet
Afgânî
ve Abduh’un reform (ıslahat) çağrısı özellikle bu ikilinin yollan
ayrıldıktan sonra siyasal bir harekete dönüşmemiştir. Ancak Reşit Rıza
hocası Abduh’un çizgisinden ayrılarak Vehhâbîliğe sıcak bakabilecek
kadar Selefî-Hanbelî bir eğilimi benimsemiş ve bu neo-selefî eğilim
Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvân-ı Müslimin) Teşkilatı’nın oluşumuna
da zemin hazırlamıştır. Diğer taraftan Mısır’da Hasan el-Bennâ’nın (ö.
1949) 1928’de temellerini attığı İhvan-ı Müslimîn Teşkilatı ile
Mevdûdî’nin 1941’de İslâmî nizamı tesis idealiyle Pakistan’da kurduğu
Cemaat-i İslâmî son dönem Kur’an okumalarına farklı bir boyut
kazandırmıştır. Bu iki hareket birbirinden bağımsız olarak ortaya
çıktığı halde ayrı iklimlerde hemen hemen aynı görüşleri savunmuştur.
Radikal-Siyasal İslamcılık namıyla tarihe geçen bu hareketin
mümessillerine göre Müslüman olan ile İslâmî olan arasında çok esaslı
bir fark vardır. Buna göre bir toplumu oluşturan bireylerin Müslüman
kimliği taşımaları o toplumun İslâmî olduğu anlamına gelmez. Toplum
ancak temeli ve yapısı itibariyle İslâmî olabilir. Şu anki dünyada
hiçbir İslâmî toplum yoktur. Bu yüzden, İslâm dünyasında hüküm süren
yozlaşmış devlet modellerine karşı isyan bayrağı açılmalı, egemenler
aforoz (tekfir) edilmelidir.27
İslâm’ın
modernleşme ya da çağa ayak uydurmaya ihtiyaç duymayan kâmil bir
sistem olduğuna inanan bu siyasal-radikal anlayış, Batı karşısında
uzlaşmacı veya savunmacı bir tavır takınmamış, aksine İslâm ve Batı
arasında sürekli bir tenazur oluşturmaya çalışmıştır. Bununla birlikte,
Batılı siyaset teorilerinden ödünç aldığı kavramsal bir ana-kalıbı,
modern siyasal bir kontekstte cahiliye, tağut, tevhid, şura, hizip,
mustaz’af, mele’, mütref vb. Kur’ânî terimlere uyarlamak ve bu suretle
Kur’an metnini siyasal egemenlik, seçim, meclis, yasa, anayasa, siyasal
parti, kapitalizm, emperyalizm, sınıfsız toplum, demokrasi, burjuvazi,
insan hakları gibi modem kavramların tartışıldığı bir platforma
dönüştürmekte de beis görmemiştir.28
Siyasal
İslamcılığın Kur’an okumalarında vahyin gayr-i İslâmî toplumlardaki
sorunlara ilişkin hiçbir çözüm önermediği düşüncesi merkezî bir önemi
haizdir. İstikbaldeki müphem bir zamana ertelenmiş İslâmî nizam
idealinin beslediği bu düşünceyi, Mısır’daki mücadelesini Müslüman
Kardeşler Teşkilatından daha radikal bir kulvarda sürdüren ve bu yüzden
1966’da Cemal Abdünnâsır (ö. 1970) tarafından idam edilen Şehit Seyyid
Kutub’un “yirminci yüzyıl câhiliyesi”, “câhili ve tâğûtî rejimler”,
“sahte rabler” gibi tabirlerden mürekkep birçok sloganik ifade içeren Fi
Zilâli’l-Kur’ân adlı tefsirinde görmek mümkündür. Örneğin Seyyid
Kutub. Hz. Yusuf un Mısır’da göreve talip olduğundan söz eden ayet
münasebetiyle (12/Yusuf 55). “Devlet yönetiminden görev talep etmek
sakıncalı bir durum değil mi?” şeklinde bir soru sorar ve bu soruya,
“Peygamberlerin şeriatları farklıdır” diye kestirme bir cevap verdikten
sonra şunları söyler: “İslâm hukuku, hayali ya da salt kurgusal bazda
yaşanıp kavranmış olmadığı gibi, hayali ya da salt kurgusal bazda
doğmuş da değildir! Tam tersine Müslüman bir toplumda ve de bu toplumun
reel bir İslâmî yaşamın gereksinimleri karşısında takındıkları tavırlar
sonucunda doğmuştur! İslâm toplumunu doğuran İslâm hukuku değildir!
Aksine, İslâm hukukunu ortaya çıkarıp geliştiren İslâm toplumunun,
İslâmî bir yaşamın ihtiyaçları karşısında benimsemiş olduğu gerçekçi
tavırlardır.”29
Kutub’a
göre İslâm hukukuna ait hükümlerin dinamik yapısını kavrayabilmek için
bu gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir. Ne var ki bazı kimselerin
nassları ve kayda geçmiş hükümleri değerlendirirken, vahyin indiği ve
hükümlerin doğduğu koşulları göz önüne almadıkları, ayetlerin bir
karşılık, bir çözüm olarak indiği, hükümlerin biçimlendiği, bir yanıt
olarak yaşama geçirildiği ortam ve durumun niteliğini özümseyemedikleri
anlaşılıyor. Bu sebeple de Kur’an hükümleri adeta boşlukta doğmuşçasma
ve boşlukta yaşanabilirmişçesine uygulanmaya çalışılıyor.30
Doğrusu
bu fikirler heyecan vericidir. Çünkü Kutub burada Kur’an’ın “şimdi’ye
dair ne söylediğini doğru anlamak için nüzul dönemindeki olgusal durumu
bilmek gerektiğine işaret etmektedir. Ancak kadınların dövülmesinden
söz eden ayeti güçlü-kuvvetli erkeklerin hâkimiyeti altında yaşamak ve
koca dayağı yemekten zevk alan kadınların ihtiyacını karşıladığını
söyleyecek kadar da vahyin nüzul ortamına bigâne kalabilen Kutub’un 31
bu işareti, Kur’ânî hükümlerin vahiy ortamındaki illetlerini kavramak
ve bu kavrayışla birlikte güncel problemlere çözüm bulmak gibi bir hedef
göstermemektedir. Çünkü o, söz konusu hükümlerin tıpkı Medine’deki gibi
bir İslâm toplumunda uygulanabileceğine, dolayısıyla bugüne dair hiçbir
şey söylemediğine inanmaktadır.
Kutub’a
göre çağdaş toplum cahiliye toplumu olduğu için Müslüman
araştırmacıların faiz, sigorta, nüfus planlaması gibi sorunlarla
uğraşmaları ve bu sorunlara ilişkin fetva istemlerine cevap
yetiştirmeye çalışmaları hem komik hem de abesle iştigaldir. Bugün
yapılması gereken iş, mevcut toplumun problemlerine Kur’an ve Sünnetten
cevaplar üretmek değil, bu iki kurucu metindeki hükümlerin tam
anlamıyla uygulanabileceği toplumu inşa etmektir.32
Kendisini
tarihte yaşanmış muayyen bir zamanın aynen tekrarına adamış gözüken
Kutub bu ideal toplum oluştuğunda her şeyin büsbütün değişeceğinden çok
emindir. Bu millet-i mev’ûde’nin ne zaman teşekkül edeceği bilinmese de
günü gelince bu özel toplum cahiliye karşısındaki varoluş ve duruşunu
tahkim ettikten sonra bankalara, sigorta şirketlerine, nüfus
planlamasına ihtiyaç duyulabilir de duyulmayabilir de. Şimdiki toplum
gayr-i meşru olduğu için cahiliye oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını
dikkate almak gerekmez.33
Kuşkusuz
her müfessir yaşadığı çağın ve çevrenin çocuğudur. Dolayısıyla Kutub’un
bu düşünceleri İslâmî taleplerde bulunan Müslümanlara “had bildiren”
bir siyasi iradenin hüküm sürdüğü zamanlarda vücut bulmuş olması
hasebiyle kendi bağlamında anlamlıdır. Ancak bu durum Kutub’un büyük
toplumsal ütopyaların çizgisiyle kesişen bir düşünceyi seslendirdiği
gerçeğini değiştirmez. Çünkü Kutub İslâm’ın en mükemmel hayat nizamı
olduğuna inanmakta ve bu ideal nizamın tahakkukunu bilinmeyen bir
zamana, daha doğrusu hayale bırakmaktadır. Kaldı ki onun sözünü ettiği
nizamı temsil eden bir toplumun gerçeklik imkânı da tartışma konusudur.
Zira Kur’an’ın bir hayat nizamı olarak tatbik edilmesinin sosyal
vetiresi olarak İslâm tarihi ne yazık ki bu hayale gölge düşürmekte ve
hatta asr-ı saadet diye nitelendirilen dönem bile Kutub’un hayalini
kurduğu bir toplumsal yapının gerçeklik imkânına cevaz vermemektedir.
Netice
itibariyle Kutub’un ütopik bir toplum modelini öngören düşüncelerine
göre Kur’an bugünkü Müslümanların pratik sorunlarına cevap teşkil
edecek hiçbir beyan içermemektedir. Çünkü Kur’an cahili sistemin
sorunlarını çözmek zorunda değildir. Acaba gerçekten öyle midir? İşte
tam bu noktada, “Allah’ın vahiy aracılığıyla bertaraf etmeye çalıştığı
şirk, fuhuş, riba vb. sorunlardan hangisini Hz. Peygamber üretmişti?!”
diye sormak gerekir. Buna bir de “katıksız bir cahili toplum var mıdır?”
sorusu eklenmelidir.
Kaynaklardaki
bilgilere bakıldığında, İslâm öncesi cahili Arap kültürünün dahi
zannedildiği gibi büsbütün bir rezîletten ibaret olmadığı görülür. Puta
tapmak, içkinin küpüne girmek, fuhşu sektör hâline getirmek, lokal
düzeyde de olsa kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek elbette
câhiliyedir; ama “Hür insan zina eder mi?” diyen, mazlumun âhına kulak
verip Hılfu’l-fudûl’ü tesis eden de aynı câhiliyedir. Keza abdest,
namaz, gusül, zekât, hac, oruç, kurban gibi dinî vecibelerin tümünden
haberdar olan, zina ve hırsızlık gibi suçlara müeyyide uygulayan da yine
aynı câhiliyedir.,34
Diğer
taraftan Allah Kur’an’da “cahiliye” olarak andığı bu kültürü yok saymak
şöyle dursun, birçok konuda ibkâ etmiştir. Sözgelişi, hırsızlık suçuna
terettüp eden el kesme cezasını cahiliye devrine ait bir uygulama olduğu
gerekçesiyle ilga etmemiştir. Dahası Kur’an, zannedildiği gibi bir
hukuk devrimi değil, ıslahat gerçekleştirmiştir. Zira Kur’an’ın cahiliye
dönemine ait uygulamaları ilga etmesine örnek olarak ancak nikâh-ı
makt, nikâhı şiğar, fuhuş, içki ve kumar gibi birkaç husus
sayılabilirken ibkâ, ıslah ve ikmal ettiği uygulamalara dair yüzlerce
örnek zikredilebilir. Hülasa Kur’an, iyiyi “cahili iyi” sayıp ilga etmek
yerine, bunu iman ve ubudiyet köprüsüyle müteâl olana bağlamış ve
böylece dinî-ahlâkî bir boyut kazandırmıştır.35
Bilimselci Tefsir Apolojizmi
Hindistan
ve bilhassa Mısır merkezli çağdaş Kur’an okumalarında dikkati çeken
bir başka hususiyet de bilimselcilik, yani Kur’an’ın modern bilimleri
öncelediği varsayımını tanıtlama çabasıdır. Sir Ahmet Han ve
takipçilerinin mucizeyi inkar düşüncesi bağlamında ürettikleri
yorumlardan bir kısmı bilimsel tefsir hüviyetinde olmakla birlikte36
Kur’an’ı bilimselci nazarla okumanın literatür düzeyindeki ilk
mahsulleri Mısır’da ortaya çıkmıştır. Bu alandaki ilk eser, asıl mesleği
hekimlik olan Muhammed b. Ahmet el-İskenderânî’nin (ö. 1889)
Keşfu’l-esrâri’n-nûrâniyyeti’l-kur’âniyye’sidir. Taş kömürünün oluşumuna
dair bir girişle başlayan bu ilginç tefsiri Abdurrahman el-Kevâkibî’nin
(ö. 1902) Tabâiu’l-istibdâd ve mesâiru’l-isti’bâd adlı eseri takip
eder. Yine bu tarihlerde Muhammed Abduh’un, 105/Fîl 3. ayetteki tayran
ebabil (sürü sürü kuşlar) ibaresine “mikroplar” (cerasím) gibi bir manâ
takdir ettiği görülür.37
20. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde Tantavî Cevheri (ö. 1940)
el-Cevahir adlı ansiklopedik eseriyle ilmî tefsir literatürüne çok büyük
bir katkıda bulunur.38
Mısır’daki
bu faaliyetler dönemin Türkiyesinde de makes bulur ve Gazi Ahmet Muhtar
Paşa (ö. 1918), Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö. 1942) ve Said Nursî (ö.
1960) gibi şahsiyetler bilimsel tefsir ekolünün Türkiye mümessilleri
olur. Kur’an’da bahsi geçen mucizelerin terakkiyâta birer mikyas ve
numune olduğuna inanan Said Nursî, 6/En’am 59. ayette Allah’ın sonsuz ve
sınırsız ilmine işaret eden kitâb-ı mübîn terkibini -tıpkı Sûfîler,
Şiîler ve pek tabii ki bilimselci tefsirciler gibi-elimizdeki Mushaf
metnine hamlederek bu metinde her şeyin bilgisinin zâhiren-bâtınen,
nassen-delâleten, remzen-işâreten mevcut olduğunu söyler.”39
Sözler
adlı eserinde “beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının
neticesi olan havârik-i san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik,
şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı
maddiyyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette nev-i beşere hitap eden
Kur’an-ı Hakim şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamış.”40
diyen Said Nursî, İşârâtü’l-i’caz’ın son kısmında da uçak, santrifüj
aleti ve radyo gibi teknolojik aygıtların Kur’ânî referanslarını
gösterir.”41 Yine aynı zaman diliminde Elmalılı M. Hamdi Yazır bir taraftan Abduh’un mezkur yorumunu tahrif olarak niteler.42
Diğer taraftan da kendisi Kur’an’daki muhtelif ayetlerin yer çekimi
kanunu (13/Ra’d, 2), taş kömürü (87/A’lâ, 4-5), elektrik (36/Yâsîn,
80), vapur (11/Hûd, 40), lokomotif, otomobil, bisiklet ve diğer otomatik
âletlere (27/Nemi, 82) delâlet keyfiyetlerinden söz eder.43
Bilimsel
tefsir ekolüne İzmirli İsmail Hakkı (ö. 1946). M. Hüseyin ez-Zehebî (ö.
1978) ve Emîn el-Hûlî (ö. 1966) gibi şahsiyetler tarafından ciddi
eleştiriler yöneltilmişse de Kur’an’dan bilim üretme gayretleri pek hız
kesmemiş; tam tersine yakın geçmişte Maurice Bucaille, Afif Abdülfettah
Tabbara, Haluk Nurbaki ve Süleyman Ateş gibi ilim adamlarının
eserleriyle daha da aktüel bir boyut kazanmıştır. Haddi zatında
Kur’an’dan bilim üretmeye yönelik tüm çabalar son iki asırdır süregelen
savunma psikolojisinin ürünüdür.
Bu
psikoloji genelde İslâm’ın, özelde de Kur’an’ın ne kadar yüce olduğunu
cümle âleme göstermek gibi bir iradeyi tazammun etmekle birlikte,
maalesef skandal düzeyinde bazı fiyaskolara da yol açtı. Mesela yakın
geçmişte bazı dergilerin etrafında öbekleşen bir grup Batı’nın bugün
ulaştığı kabul edilen göz kamaştırıcı seviyeyi İslâm’ın çoktan
fethettiği merhaleler olarak değerlendirdi. Neredeyse Batıniliğe varan
zorlamalarla demirin özgül ağırlığında, hidrojenin atom sayısında
Kur’ânî-İslâmî verileri doğrulayan bir dizi hikmet keşfedildi. Derken,
Kur’an’da zikredilen bir kıssaya istinaden Firavunun cesedinin
bulunduğu, bir bal peteğine arıların “Allah” yazdığı, J. Custeau’nun
(Kaptan Kusto) Müslüman olduğu gibi haberlerle çalkalandı ortalık, ama
kısa bir süre sonra hepsinin asılsız olduğu anlaşıldı. Yine yakın
geçmişte Mısırlı bilim adamı Reşat Halife, 74/Müddessir 30. ayette geçen
tis’ate aşer (on dokuz) rakamından yola çıkarak bilgisayar ortamında
Kur’an’ın sayısal mucizesini izhar etmeyi denedi ve fakat bu deneme 19
hesabına uymayan 9/Tevbe 128-129. ayetlerin Kur’an’a sonradan ilave
edildiği yolunda bir ilhâdî hezeyanla sona erdi.44
Kimi
zaman bu tür hezeyanlar ve skandallarla noktalanan bilimsel tefsir
denemelerinin temelindeki zihniyet belki biraz da aşağılık kompleksiyle
maluldür. Çünkü Mehmet S. Aydının deyişiyle, Batı’nın ezici gücünü
savaş meydanlarında fark etmiş olmamızdan dolayı modernleşmenin bizde
ilk defa kurşun ihtiyacı olarak ortaya çıkması, “Bu silah bizde niçin
yok? Bunu yapan bilgi niçin yok?” gibi soruların zuhuruna ve dolayısıyla
Müslüman entelektüellerin halet-i rûhiyesinde çatlaklar oluşmasına yol
açtı. Bu arada Batı’dan gelen ağır tenkitler Müslümanlar üzerinde adeta
şok etkisi yarattı.45 En
büyük şoklardan biri Ernest Kenan’ın (ö. 1892), “Müslümanlarda bilim
ve felsefe üretecek kafa yok.” şeklindeki eleştirisiydi.46
Gerçi bu ağır eleştiriye Namık Kemal (ö. 1888) ve Cemaleddin Afgânî
tarafından cevap verildi; fakat Afgânî’nin cevap mektubu da maalesef
özür dileyici bir üsluba sahipti.
Türkiye: “Uydum Kalabalığa” Diyerekten Eskinin Tekrarı
Hindistan
ve Mısır, 19 ve 20. asırlarda Kur’an ve tefsir alanında yeni ufuklara
yelken açmaya çalışan Seyyid Ahmet Han, Emir Ali, Ebü’l-Kelâm Azâd,
Ferahı, Islâhı, Muhammed İkbal, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Fazlur
Rahman, M. İzzet Derveze gibi birçok düşünür ve ilim adamı yetiştirmiş
olmasına karşın Türkiye, biraz da Osmanlı’daki “meraksızlık” âdetinden
olsa gerek ilmî ibda ve inşâ cihetiyle İslâm âlemine riyaset edecek bir
rol üstlenememiştir. Gerçi bu zaman zarfında fıkıh, usûl-i fıkıh ve
kelâm gibi alanlarda kayda değer yenilik arayışlarından söz etmek
mümkündür. Lakin Kuran ve tefsir sahasında “yeni” nitelemesine hak
kazanacak bir mahsulden bahsetmek oldukça zordur. Bununla birlikte Ömer
Rıza Doğrul’un (ö. 1952) Tanrı Buyruğu: Kur’ân’ı Kerim’in Tercüme ve
Tefsiri isimli eseri bir ölçüde istisna olarak zikredilebilir. Zira bu
eser müellifinin de belirttiği gibi okuyucularına birçok yeni fikir
sunan ve bu yönüyle onları düşünmeye sevk eden bir meal-tefsir
çalışmasıdır.
Eserdeki
tevcih ve tevillere göz atıldığında, gerçekten de Türkiye’deki Müslüman
halkın o vakte kadar belki de hiç aşina olmadığı türden birçok yeni
görüşle karşılaşılmaktadır. Ancak bu görüşlerin önemli bir kısmı Ömer
Rıza’ya değil, Mirza Gulam Ahmed’in (Ö.1908) kurduğu Kâdıyânîlik
mezhebinin bir kolunu temsil eden Lahor Ahmedîleri’nin lideri Mevlana
Muhammed Ali’ye (ö. 1951) aittir. Kaldı ki müellif Ömer Rıza da
Mısır’da eğitim görmüş ve aynı zamanda Hint alt kıtasındaki Müslüman
kitlenin mücadelesini çok yakından takip ve takdir etmiş biridir.
Bu
durum hem son iki asırdaki yeni yaklaşımların Hindistan ve Mısır
menşeli olduğuna ve hem de bu tür yaklaşımları benimseyen bir zihniyetin
Türkiye dışında neşv-ü nema bulduğuna işaret etmektedir. Diğer
taraftan Ömer Rızanın meal-tefsirine yönelik ilk tepkiler dönemin
Türkiye’sinde durumdan dinî bir vazife çıkaran ulemanın geleneksel
yaklaşımı muhafaza ve müdafaa etmede çok kararlı olduğunu
göstermekledir. Zira Doğrul’un eseri piyasaya çıktığı günden itibaren
şiddetli tenkitlere maruz kalmıştır. Bu meyanda müellifin masonluğuna da
dikkat çekilerek eserde ciddi hatalar ve tahrifler bulunduğundan, hatta
Kâdıyânîliğin propagandasını yaptığından söz edilmiştir.47
Eserin
1980 yılında A. Muhtar Büyükçınar ve Mustafa Uzun tarafından
hazırlanan dördüncü ve son baskısında ise müellifin bazı ayetlere,
mesela Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, beşikte iken konuşması ve
çamurdan kuş maketine üfleyip canlı bir kuşa dönüştürmesi gibi
mucizelerinden, Hz. Süleyman’ın asasını kemiren kurttan, erkek-kadın
arasındaki statü ya da derece farkından söz eden ayetlere ilişkin bazı
izahları ya metinden çıkartılmış veya orijinal metni tahrifle eşdeğer
nitelikte müdahaleler yapılmıştır. O kadar ki müellifin, “okuyucularımız
eserimizde birçok yeniliklerle karşılaşacaklardır. Bu yeniliklerin
onları ürkütmeyeceğine, bilakis onları düşündüreceğine kaniiz.”
şeklindeki ifadesi,48
eseri yayma hazırlayan zatlar tarafından, “üzerinde düşünülmesi için,
ürkütücü de olsa yeni görüşler” şeklinde tağyir-tahrif edilmiş ve bu
tahrif, “eseri lekeleyen müfrit izahların kaldırılması ve gerektiğinde
Ehl-i Sünnet ulemasının görüşlerini ilave etme zarureti” olarak
gerekçelendirilmiştir.49
Kur’an’a
çağdaş yaklaşımlar bağlamında Türkiye bidayetten beri pek mümbit bir
toprak olmamıştır dersek herhalde maksadı aşan bir söz söylemiş olmayız.
Zira bu alandaki ürünlerimizin kalite düzeyine muttali olmak için geçen
son asırda telif edilen Kur’an tefsirlerini incelemek yeterlidir.
Mesela 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Mehmed Vehbi Efendi’nin (ö. 1949)
telif ettiği Hulâsatü’l-beyûn fî tefsîri’l-kur’ân adlı eser klasik
tefsirlerdeki izahattan bir kısmının sorunlu bir dille Türkçe’ye
aktarımından müteşekkil bir derlemedir. Eserin özgünlük açısından ne
denli fakir olduğu İsmet Ersöz tarafından şöyle ifade edilmiştir:
Bir
tefsirde bulunması gereken sağlam dil, akıcı üslup, kelimelerin ince ve
özlü anlamlarının açıklanması, düzgün tercüme, ayetlere mana yönünden
doyurucu tahliller getirilmesi, orijinal sonuçlara ulaşılması gibi
özelliklerden pek azını bu tefsirde bulmak mümkündür, mevcut bulunanlar
da kaynak olarak kullanılan tefsirlere aittir. Bu kusurlarına rağmen ve
aynca dili de ağır olduğu halde eser halk tarafından çok sevilmiş ve
tutulmuştur. Elmalılı Muhammed Hamdi, ‘Benim tefsir hocanın tefsirine
göre bakir mazmunlar, ince ilmî ve felsefî neşelerle dolu olduğu halde
yine o rağbette... Allah’ın ona bir lütfu bu’ derken buna işaret etmek
istemiştir.50
Mehmed
Vehbi Efendi’nin tefsirine ilişkin bu değerlendirmeler büyük ölçüde
Ömer Nasuhi Bilmen’in (ö. 1971) Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve
Tefsiri adlı eseri için de geçerlidir. Çünkü bu tefsirde de özgün
olarak nitelenebilecek hemen hiçbir görüş ve yorum mevcut değildir. Bu
noktada Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili için ayrı
bir bahis açmak gerekir. Bilhassa akademik çevrelerde rağbet gören ve
çok sayıda tez çalışmasına konu olan bu tefsir, T.B.M.M’deki uzun
tartışmalar neticesinde Diyanet riyasetinin Elmalılı’ya tevdi ettiği
vazife üzerine kaleme alınmış ve müellif ile Diyanet riyaseti arasında
imzalanan bir protokolle de tefsirin çerçevesi işin başında tayin
edilmiştir.
Elmalılı’nın
tefsiri bu alanda bir çığır açmaktan öte söz konusu protokolün 5.
maddesindeki, “İtikatça Ehli Sünnet mezhebine ve amelce Hanefî mezhebine
riayet olunarak âyâtın mutazammın olduğu ahkâm-1 diniyye, şer’iyye ve
hukukiye, ictimâiyye ve ahlâkiyeye...”51
kaydından
da anlaşılacağı gibi Eş’ari ağırlıklı klasik Sünnî doktrini hem
ustalıklı yorumlarla Kur’an’a dayandırmak, hem de çok güzel bir dille
güncelleyerek Müslüman Türk halkının idrakine sunmak gibi mühim bir
vazife görmüş ve böylece Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan dini
yayın boşluğu, siyasi iradenin izniyle telif edilen bir otoriter metinle
kısmen doldurulmuştur.
Gerçi
müellif yaşadığı dönemde epeyce gürültü koparan Türkçe Kur’an ve ana
dilde ibadet tartışmalarında dirayetli bir tavır takınmış ve eserinin
mukaddimesinde ısrarla Kur’an’ın Arabîliğine vurgu yaparak muhalif
görüşe yönelik tavrını, “Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!” gibi bir
ifadeyle dile getirmiş ve yine muhtemelen tefsirindeki ayet meallerinin
Kur’an yerine ikame edileceği endişesinden ve/veya her yönüyle ilâhî bir
kumaş olan Kur an-ı Arabi’yi başka bir dilde aynen üretmenin
imkansızlığına ilişkin muhkem inancından dolayı eserin meal kısmında
-tefsir kısmındaki mükemmel dil ve üslubun aksine- Türkçe’nin gramerine
ters düşen bir üslup kullanmıştır.52
Bütün bunlara rağmen bu tefsir siyasal otoritenin dinî alandaki
boşluktan doğması muhtemel fikir anarşisini kuvveden fiile çıkmadan
zaptu rabt altına alma projesinin bir parçası olarak vücut bulmuştur.
Merhum
Elmalılı’nın Abduh’a -ki bu zatın pan-islamizm (ittihâd-ı İslâm)
idealini gerçekleştirmek maksadıyla son dönem Osmanlı yönetimiyle
müdâvele-i efkârda bulunan Ccmâleddîn Afgânî’nin öğrencisi olduğuna
dikkat edilmelidir- sert eleştiriler yöneltmesi de muhtemelen Abduh ve
Reşit Rızanın öncülük ettiği İslâmî ıslah ve tecdit hareketinin
Türkiye’deki siyasal konjonktür açısından sakıncalı görülmesi
sebebiyledir. Zira Elmalılı’nın 105/Fîl suresinin tefsirinde Abduh’u
Kur’an’ı tahrif etmekle suçlamasını ve “güzel bir başlangıçla başlayan
kelâmını güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır” 53
şeklinde bir alaycı ifade kullanmasını salt ilmî bir eleştiri olarak
okumak bizce safdillik olur. Gerçi Elmalılı buradaki eleştiri sebebini,
“Bin dört yüz sene evvel, henüz insanlara mikrobun bildirilmemiş,
gösterilmemiş olduğu bir zamanda vak’anın sebebi zahirîsi olmak üzere
bilmedikleri mikroptan bahsedip de onunla fili mukayeseye davet etmeye
kalkışmak manasız olurdu.”54 şeklinde tasrih etmiştir.
Ne
var ki bu makul gerekçe nazarı itibara alındığında Elmalılı’nın da
benzer eleştirileri hak ettiğini belirtmek gerekir. Mesela insanın bir
damlacık sıvıdan yaratıldığını bildiren 86/Tânk 5-7. ayetlerin
tefsirinde, İskenderâni’nin Keşfu’l-esrâri’n-nûrâniyye adlı eserinden
yirmi küsur sayfalık embriyoloji bilgisi aktarması,55
herhalde ilk Müslüman neslin anatomi, fizyoloji ve embriyoloji gibi
alanlarda yeterli ilmî donanımı haiz olduğu inancının bir eseri
olmalıdır. Aksi halde bu tür malumatın tefsir kabilinden sunulması,
Kur’an metnine tazyik veya en azından bir malumat israfıdır. Aynı hüküm,
27/Neml 82. ayetteki dâbbe mine’l-arz ibaresinden lokomotif, otomobil
vb. araçların keşfine işaret çıkarması için de geçerlidir.
Sonuç
itibariyle merhum Elmalılı, Türk dilini kullanımındaki maharet, kavram
tahlillerindeki vuküfiyet, klasik yorumların tercihe şayan olanını
belirlemedeki muvaffakiyet gibi yönleriyle tebarüz eden çok değerli bir
esere imza atmış olmakla birlikte eserdeki genel fikrî kompozisyon
entelektüel düzeyde ufuk açıcı bir niteliğe sahip değildir. Daha
açıkçası Hak Dini Sünnî tefsir geleneğindeki muhafazakâr tutumu
pekiştiren bir eser hüviyetindedir. Bazı ayetlerin modern çağdaki
bilimsel keşiflere uygun biçimde yorumlanması -ki bu yorumların büyük
bir kısım da İskenderâni’nin anılan eserinden iktibas edilmiştir- ise
bilimsel tefsir anlayışının o dönemde moda olmasıyla açıklanabilir.
Geride
bıraktığımız asrın son çeyreğine gelindiğinde Süleyman Ateş’in “çağdaş”
diye isimlendirdiği tefsir çalışması Türkiye’de belli ölçüde bir
canlanmaya vesile olmuştur. Ancak geniş halk kitlelerinin bu tefsir
sayesinde tanıştığı farklı ya da daha vazıh bir ifadeyle, geleneksel
telakkilere ters düşen yorumlar incelendiğinde bunların sadece
Türkiye’deki avam-ı nas için yeni olduğu görülür. Daha açıkçası,
Ateş’in özellikle ilk insanın yaratılışı, nesli, recm, kadın ve Ehl-i
Kitab’ın uhrevî statüsü gibi konularla ilgili görüşleri ya Ebû Müslim
el-İsfahânî gibi klasik dönem müfessirlerden veya Muhammed Abduh-Reşit
Rıza’nın Menâr tefsiri ile İzzet Derveze’nin et-Tej’sîru’l-hadis adlı
eserinden alıntılanmıştır.
Çok yakın bir geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında piyasaya çıkan Kur’an Yolu adlı
meal-tefsirde de en azından birçok okuyucu açısından bazı yeni
yaklaşımların mevcudiyetine tanık olunabilir. Gerçi bu tefsirde de
kadının dövülmesi, şahitliği ve miras payı gibi konularla ilgili
ayetlerin yorumunda hem Kuran ahkâmına mutlak ve tarih-üstü değer
atfeden hem de modern durumu terakki addeden klasik İslâm
modernizmindeki savunmacı üslup hakimdir.56 Bununla birlikte kimi ayetlerin yorumunda klasik dönem fıkıh ulemasının genel kanaat ve içtihadına itiraz edilmesi,57
kimi ayetlerdeki hükümlerin tarihsel süreçte menâtını kaybetmiş
olduğuna ilişkin görüşlere yer verilmesi, kimi ayetlerin yerelliğinden
ve/veya tarihe intikal etmiş hükümlere mevzu teşkil ettiğinden
bahsedilmesi58
bu eserin muhtemel okuyucu kitlesi dikkate alındığında cesur bir
yaklaşım olarak kaydedilmelidir. Keza 2/Bakara 62. ayetin tefsirinde,
S. Ateş’in yakın geçmişte “Cennet müminlerin tekelinde midir değil
midir?” şeklindeki ilginç tartışmaya konu olan görüşlerini -ki bu
görüşlerin özü Menâr tefsirinde de mevcuttur- anımsatan bir izahatta
bulunulmuş olması da yine bu kabilden addedilebilir.59
Ne
var ki anılan ayete ilişkin bu esnek yorumla ilgili ifadeler eserin
ikinci baskısında buharlaşmıştır. Bu ilginç durum tefsirde ortodoksi ya
da resmî tefsircilik şeklinde kavramlaştırılabilir. Esasen, Diyanet’in
Elmalılı ve Hak Dini tecrübesine benzer şekilde salt belli bir mezhebi
yorumun arkasında durması bizce kaygı verici bir gelişmedir. Dahası
Kur’an Yolu adlı eser, son kertede resmi tefsirciliğin bir ürünüdür.
Eserin takdim yazısında. “Herhangi bir tefsirin Diyanet İşleri
Başkanlığınca neşredilmiş olması, o tefsire resmî bir hüviyet
kazandırmaz” denilmiş olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Bilakis
eserin ilk baskısındaki kimi cesur yorumların hâkim Sünnî anlayışa ters
düşmesi nedeniyle ikinci baskıdan çıkarılmış olması60 söz konusu gerçeği teyit ve tescil etmekledir.
Bu yazı müellifin, "Kur'an ve tefsir kültürümüz" (Ankara okulu 2008)
isimli kitabının 139-163 sayfalarından alıntlanmıştır.
1 Bkz. İsmail Albayrak. Klâsik Modemizmde Kurana Yaklaşımlar, İstanbul 2004. s. 65-66.
2 Seyyid Ahmed Han’ın Kuran ve teisir anlayışı hakkında daha geniş bilgi için bkz Abdülhamit Birışık. Hint Alt Kıtası Düşünce re Tefsir Ekolleri. İstanbul 2001. s. 324-342: Albayrak, Klâsik Modemizmde Kur an a Yaklaşımlar, s. 43-81; Şaban Ali Düzgün, Seyyid Ahmed Han ve Entelektüel Modenizmi. Ankara 1997: a. mlf. “Rasyonalist Düşüncenin Kur’an Yorumuna Etkileri”. II. Kur’an Sempozyumu, Ankara 1996. s. 305-324.
3 Hadim Hüseyin İlâhîbahş. el-Kur’aniyyûn, Taif 1989. s. 367-368.
4 Ehl-i Kuran ekolü hakkında daha geniş bilgi için bkz. Muştala Öztürk, “Tefsir Tarihinde Ehl-i Kuran Ekolü”. ÇÜÎFD, cilt: 3. sayı: 1, 2003. s- 167-200: İlâhîbahş. el-Kuraniyyun, s. 25 vd.: Birışık, Hind Alt Kıtası, s. 318-395
5 Fazlur Rahman, İslâmi Yenilenme, s. 44-81.
6 Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı Makaleleri, çev. Adil Çiftçi. Ankara 1997. s. 1 10.
7 Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı, s. 55. Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz. Çiftçi. Fazlur Rahman, s. 225-249.
8 Ömer Özsoy. Kur’an ve Tarihsellık Yazıları, Ankara 2004. s. 122.
9 Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alpaslan Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu. Ankara 1990, s. 72-82.
10 Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, s. 77.
11 Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, s. 121-124.
12 Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme, s. 12.
13 Roger Garaudy, Entegrizm, çev. K. Bilgin Çileçöp, İstanbul 1995, s. 93-94; a. mlf. Yaşayan İslâm. çev. Mehmet Bayrakdar, İstanbul 1995. s. 72; a. mlf., İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, İstanbul 1995, s. 72.
14 Garaudy, Entegrizm. s. 9-10.
15 Garaudy, Entegrizm. s. 99.
16 Garaudy. Entegrizm, s. 99-100, 103-104; a. mlf., İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29. 47, a. mlf., İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29; a. mlf., Yaşayanlara Çağrı. s. 230-231.
17 Daha geniş bilgi için bkz. İsmail Râcî el-Fâruki, “Kur’an’ın Yorumunda Yeni Bir Metodolojiye Doğru”, İslâmî Araştırmalar, cilt: 7. sayı: 3-4 (1994), s. 305-313.
18 Muhammed Abduh-Reşid Rıza. Tefsiru’l-menâr. Beyrut 1999. I. 25.
19 Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr, I. 25-26.
20 Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. I. 46-47: III. 48: IV. 392.
21 Mesela bkz. Hasîb es-Sâmerraî. Reşit Rızâ el-Müfessir. Bağdat 1976. s. 327-359.
22 Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. I. 34.
23 Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. I. 282-283.
24 Bkz. Hayreddin Karaman. Gerçek İslâm’da Birlik. İstanbul trz., s. 90-93.
25 Bkz. Muhammed Esed. Kur’an Mesajı, çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul 1996. xxvi-xxvn |Müellifin önsözü].
26 M. İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis. çev. Şaban Karataş ve dğr.. İstanbul 1997. I. 4
27 Olivier Roy. Siyasal İslâmın İflası, çev. Cüneyt Akalın, İstanbul 1994. s. 61.
28 Roy. Siyasal İslâmın İflası, s. 61-62. Söz konusu uyarlamaya örnek metinler olarak bkz. Seyyid Kutup. İslâm’da Sosyal Adalet, çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul 1986; a. mlf.. İslâm-Kapitalizm Çatışması, çev. Y. Nuri Öztürk, İstabul 1985; a. mlf., İslâm ve Emperyalizm, çev. Ramazan Nazlı. İstanbul 1983.
29 Kutub. Fi Zilâli’lKıır’an. VI. 279.
30 Kutub. Fi Zilâli’lKıır’an, VI. 279.
31 Kutub. Fi Zilâli’lKıır’an. II. 464.
32Kutub. Fi Zilâli’l Kur’an. VI. 285.
33 Kutub, Fizilalil Kuran. VI. 285
34 Geniş bilgi için bkz. Şah Veliyyullah Dihlevi, Hüccetullâhi’l-Bâliğa. çev. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1994. I. 457 vd.
35 Mehmet Erdoğan, “Kur’an Vahyinin Nüzul Dönemi Olgusallığıyla İlişkisinin Fıkhî Yorumu”, İslâmiyât V//(2004). sayı: 1. s. 66-68.
36 Bkz. J.M.S. Baljon, Kur’an’ın Yorumunda Çağdaş Yönelimler, çev. Şaban Ali Düzgün, Ankara 1994. s. 113-124.
37 Bkz. Muhammcd Abduh, Tefsîru cüz’i amme. Kahire 1994, s. 120.
38 Geniş bilgi ve değerlendirme için bkz. Dücane Cündioğlu, Tefsirde Helenizm: Bilimsel Tefsir’ Zaafı ve Eleştirisi”, Bilgi veHikmet, Güz-1993/4, s. 167; J.J.G. Jansen. Kur’an’a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, çev. Halilrahmân Açar. Ankara 1993, s. 69-103.
39 Said Nursî, İşârâtü’l-i’câz, çev. Abdülmeeid Nursî, İstanbul trz., s. 237-238.
40 Said Nursî, Söz/er, İstanbul 1993, s. 246 (xx. söz. ikinci makam).
41 Said Nursî, İşârâtü’l-i’câz. s. 238-240.
42 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul 1979, IX. 6134.
43 Yazır, Hak Dini. IV. 2781. 2945, V. 3701. VI. 4042. VIII. 5751-5758.
44 Daha geniş bir değerlendirme için bkz. Alkan, Ateş Tecrübeleri, s. 159-160.
45 Mehmet S. Aydın, “Modernleşme Çabaları ve Kur’an’ın Yeniden Okunuşu”, III. Kur’an Haftası Kur’an Sempozyumu, Ankara 1998, s. 327-328.
46 Bkz. Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar. Ankara 1946, s. 186-201.
47
Mesela H. Basri Çantay (ö. 1964) kendi mealinin önsözünde şöyle
demiştir: “Ömer Rıza Doğrul Beyin Tanrı Buyruğu’ adlı eseri şekli,
tertibi, tanzimi itibariyle güzeldir. Fakat gerek ayetlerin meallerinde,
gerek bu meallerin notlarında sayılmayacak derecede hatalar, hatta
bazı tahrifler vardır. O eserin Lâhur’daki Ahmediyye=Kadiyâni mezhebi
reisi Mevlânâ Mehmed Ali’nin İngiliz diliyle yazdığı ve o cemiyetin
İşâa-i İslâm Encümeni’nin bastırdığı tefsirli Kur’an tercemesinin bir
kopyası olduğuna dair merhum Hamdi Akseki’ Beyin vaktiyle bize
gönderdiği mektub elimizde mahfuzdur”. Hasan Basri Çantay, Kuranı Hakim ı« Mecû-i Kerim, İstanbul 1984, Birinci Baskının Önsözü, I. 7
48 Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu: Kur’an-ı Kerimin Tercüme ve Tefsiri, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1947, İlk Basımın İlk Sözü.
49
Eserdeki tahrifatın boyutları hakkında daha geniş bilgi ve
değerlendirme için bkz. İlhami Karabulut, Tanrı Buyruğu ya da Bir
Tahrifin Anatomisi”, İslâmiyât III (2000), sayı 1, s. 185-204
50 İsmet Ersöz. “Hulâsatü’l-Beyân”, DİA, İstanbul 1998, XVIII. 321
51 Yazır. Hak Dini, I. 19 [Mukaddime].
52 Muştafa Bilgin. “Hak Dini Kur’an Dili”. DİA, İstanbul 1997. XV. 163
53 Yazır. Hak Dini. IX. 6126-6143
54 Yazır. Hak Dini. IX. 6142.
55 Yazır. Hak Dini. VIII. 5702-5725.
56 Mesela bkz. Heyet, Kuran Yolu, I 315-316; II 17-18, 44-46
57 Mesela bkz. Kuran Yolu. IV. 50. V. 6
58 Mesela bkz. Kuran Yolu. II. 32. 47: IV. 50. 1 16-117
59 Bkz. Kuran Yolu. 1. 69-70
60
Bu konuda ilginç bir örnek olarak 4/Nisa 24. ayetin tefsirine de
bakılabilir. Zira eserin ilk baskısında bu ayet muta nikahıyla
ilişkilendirilmişken ikinci baskıda bu yorum tamamen izale edilmiştir.
|
18 Haziran 2015 Perşembe
Kur'an'a Çağdaş Yaklaşımlar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder