‘İnsanlığın en büyük hikâyesi’ olan Avraam’ın oğlu Yitshak’ı kurban etme hikâyesini dört farklı şekilde yorumlarken iki duygunun altını çizer; sevgi ve korku… Hikaye etik varoluş evresinden dinsel evreye geçişin hikâyesi
Hikâyenin dört farklı versiyonu
Korku ve Titreme, Avraam ve Yitshak’ın on üç cümlede anlatılan hikâyesinde ne gibi duyguların yaşanmış olabileceğini anlatmak için hikâyenin dört farklı versiyonunu kurar. İlkinde, Avraam şefkati bir baba gibi Yitshak’ı dağa çıkarır ama vardıklarında gaddarca, “Aptal çocuk, ben senin baban değilim” der. Yitshak bunun üzerine gerçek babası olan Tanrı’ya sığınır. Bunu yaparken Avraam’ın amacı, Yitshak’ın kendisinden vazgeçip Tanrı’ya daha çok bağlanmasını sağlamaktır. İkinci versiyonda, Avraam tam hançeri Yitshak’a saplamak üzereyken Tanrı kurbanlık koçu gönderir. Koç kurban edilir ve Avraam ile Yitshak sessizce eve dönerler. Fakat bu olaydan sonra Avraam bir daha hiç mutlu olamaz. Tanrı’nın bu sınavını asla unutamaz ve Tanrı’ya olan inancını yitirir. Çünkü hançeri kaldırdığı an zaten oğlunu öldürdüğü andır. Kendisinden böyle bir şey isteyen bir Tanrı ancak onu terk etmiş bir Tanrı olmalıdır diye düşünür Avraam. Üçüncü versiyonda, Avraam Tanrı’nın sınavını kabul eder ama bir yandan da biricik oğlunu öldürmeye razı geldiği ve babalık görevine ihanet ettiği için Tanrı’ya bu ‘günahını’ bağışlaması için yakarır. Avraam’ın inancı hâlâ her şeye rağmen sapasağlamdır. Dördüncü versiyon ise Yitshak’a odaklanır. Yitshak babasının acısını hisseder ama yine de onun hiç duraksamadan hançeri kaldırdığına şahit olur. Yitshak o an babasının inancının sağlamlığı karşısında kendi inancını yitirir. Küçük bir çocuk için, babasının Tanrı’yı kendisinden daha çok sevdiğini ve Tanrı isterse onu öldürebileceğini fark etmek büyük bir travmadır hiç kuşkusuz.
Tanrı’nın çağrısıyla kendisini böylesine dehşet bir durumda bulan Avraam’ın neler hissetmiş olabileceğine biraz daha yaklaştırır bizi bu senaryolar, ama yine de soru hâlâ aynıdır: Avraam’ı nasıl anlayabiliriz? Avraam’ın bir asır sonra sahip olduğu, canından bile çok sevdiği oğlunu öldürmek üzere hançerini kaldırmasına sebep olan inancını nasıl anlayabiliriz? Kierkegaard bu sorulara, kurgusal bir şair olan Johannes de Silentio takma adıyla cevap verir: Anlayamayız! Sessizliğin şairi bize, söze dökülemeyen, dil yoluyla kavranamayacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyler.
Avraam’ın yaptığı üzerine düşünmek aklı ve anlama yetisini felce uğratır, çünkü aklın ve anlama yetisinin sınırlarını aşan bir şey devrededir burada: İnanç! Evrensel etik kuralları bir anda geçersiz kılan, onları yıkan bir durum söz konusudur. Bir babanın oğlunu öldürmeye razı gelmesini hiçbir etik yaklaşım açıklayamaz. Bu, en temel etik yasa olan ‘Öldürmeyeceksin’ ile çelişir ve etik açıdan hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. Avraam’ın yaptığı, Agamemnon ya da Yiftah gibi ‘trajik kahramanların’ yaptığına benzer bir seçim değildir. Trajik kahraman hala etik çerçevenin içindedir, iki etik sorumluluk arasında sıkışmıştır. İki evrensel kural arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı için yaşadığı bir gerginliktir onun trajedisine sebep. Örneğin, halkını kurtarmak için öz kızını kurban etmek zorunda kalmak gibi. Trajik kahraman için üzülürüz, onun sıkışmışlığını anlayabiliriz, akıl yoluyla açıklayabiliriz. Fakat Avraam’ın durumunda etiğin açıklayamadığı, yetersiz kaldığı bir şey vardır: Avraam içindeki inanç uğruna oğlunu feda etmeye hazırlanır. Yani etik varoluş evresinden, dinsel evreye bir sıçrama yapar.
İnanç sıçramaları
Kierkegaard, De Silentio’nun ağzından iki tür inanç hareketi olduğunu anlatır. İlk sıçramayı gerçekleştiremeyen ikincisini yapamaz. İlk sıçrama, arzu ettiği şeyden bu gerçeklik dünyasında tamamen vazgeçmeyi gerektirir. Fakat bunun kazanımı, kişinin o şeyi kendi içselliğinde sonsuza kadar yaşatabilmesidir. Kişi bu dünyadan çekilir ama sonsuzlukta yaşamaya devam eder. Çok da yabancı olmayan bir örnekle anlatalım durumu: Karşılıksız bir aşk ilişkisi düşünün; fakir bir köylü bir prensese âşık olsun mesela. Asla gerçekliğe kavuşamayacak bir aşktır bu. Köylü aşkından vazgeçemez, bu aşka teslim olur, onun içinde boğulmaya razıdır. Bu uğurda her şeyi feda edecek cesarete sahiptir ve bu sayede inanç sıçramasını yapar: Kendisini bu dünyadaki diğer tüm imkânlara, diğer tüm aşklara, tüm kadınlara kapatır. İçinde yaşatır prensese duyduğu aşkı. Onu kendi içsel dünyasında elde eder. Bu dünyadan geri çekilir, tüm umutlarını da çeker. Bu dünyadaki imkânsızlığı reddeder ve kazandığı ideal ve sonsuz bir aşktır. Bu inanç sıçramasını gerçekleştiren kişi huzura da erer. Çünkü ne olursa olsun prensesi sevmeye devam eder. Prensesin bu dünyada ne yaptığı, kiminle olduğu onu hiç ilgilendirmez artık, çünkü o ideal dünyaya taşınmıştır artık.
İkinci inanç sıçraması ise birincisinden daha büyük bir cesaret gerektirir ve ancak birinci sıçramadan sonra mümkün hale gelir. Prensese duyulan aşk örneğinden devam edersek, bu aşamada köylüye bir umut eşlik eder hep. Bir yanıyla prensesten sonsuza kadar vazgeçmiştir ama bir yanıyla da, ‘saçma’ bile olsa, prensesi bu dünyada kazanabileceğine inanır. Yani önce imkânsızlıkla yüzleşir, sonra da saçma bile olsa imkânsızın gerçekleşebileceğine inanır. Bu inanç sıçramasında, sığındığı edebi ideal dünyadan bir eliyle gerçeklik dünyasına uzanma hareketi vardır. Bu umudu tetikleyen nedir, bu ise asla dile getirilemez.
Şimdi Avraam’ın hikâyesine dönelim tekrar ve onun bu inanç sıçramasını nasıl yaptığına bakalım. Avraam çok inançlı ve Tanrı korkusu olan bir insan. Aynı zamanda oğlunu çok seven bir baba. Ancak böyle bir insan Tanrı’nın bu dehşet sınavına tabi tutulabilirdi zaten. Avraam, Tanrı ona seslendiği an, Tanrı’nın ondan ne isteyeceğini hiç düşünmeden, sorgulamadan, hemen onun çağrısının sorumluluğunu üstlenir. Zaten Tanrı sizi çağırıyorsa, duymazlıktan gelme gibi bir şansınız olduğunu sanmıyorum! Ve hemen ardından Tanrı’nın isteğiyle yüzleşir Avraam, korku ve titremeyle... Oğlunu feda etmeye hazır olması yetmez, bu işi yapacak olan da yine kendisidir. Neden Tanrı kendisi gelip almaz Yitshak’ı da bu işi Avraam’a yaptırmak ister? İşin dehşetini yavaş yavaş daha iyi idrak ediyor insan değil mi? Ayrıca, Tanrı Avraam’dan dünyada en sevdiği şeyi kurban etmesini istemektedir. Gerçek sınav, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar. Üstelik Yitshak, soyun devamını da simgelemektedir. Yani Tanrı Avraam’dan tek oğlunu değil, gelecek nesillerdeki oğullarını, tüm soyunu da kurban etmesini ister. Kutsal Kitap’taki on üç cümle, tüm bunlar olup biterken Avraam’ın hissettiği korkuyu bize hiç belli etmez. Dağa çıkarlar. Avraam oğlunu öldürmek üzere hançeri kaldırır, gözlerinde keder, kalbinde acı ve tüm varoluşunu titreten bir korku vardır bedeninde. Şimdi bir anlığına donduralım sahneyi: Avraam oğlunu dağa çıkardığında ilk inanç sıçramasını yaptı zaten ve oğlundan vazgeçti, onu kurban etmeye razı oldu. Fakat bununla kalmadı, Avraam ikinci sıçramayı da gerçekleştirdi. Zaten bu sayede hançeri havaya kaldıracak gücü bulabildi. Avraam, ‘saçma bile olsa’ hâlâ oğlunu geri alabileceğine inanıyordu; çünkü Tanrı için her şey mümkündü. Avraam tüm etik kuralları hiç saydı ve Yitshak’a kavuşacağına inanarak dinsel evreye sıçradı... Şimdi devam etsin sahne: Avraam bir yandan bu dünyada her şeyi kaybettiğine inanıyor, bir yandan da bunların hepsinin ona yeniden geri döneceğine inanıyordu. Ve saçma olan gerçekleşti: Tanrı tam o anda (ne erken ne de geç, tam gerektiği anda) ona kurbanlık bir koç gönderdi... Yitshak’ı ikinci kez armağan etti Avraam’a... Bu uçurumdan ancak Avraam gibi inançlı insanlar atlayabilir Kierkegaard’a göre... Saçma olana inanmak her baba yiğidin harcı değildir, kendinizi bir anda yere çakılmış bulmanız da imkânlar dâhilinde ne de olsa...
Kara Şövalye Yükseliyor ve Regine Olsen
Şu son Batman filminde Kierkegaard’ın bahsettiği inanç sıçramasına örnek olabilecek çok güzel bir sahne var. Bruce Wayne’in, nam-ı diğer Batman’in, hapsedildiği derin çukurdan kurtulabilmesi için uçurumdan atlaması gerekiyor. Ama o bir türlü başaramıyor bunu. Derken, hücre komşusu kör bir bilge, ona yeterince korkmadığını, oysa bu sıçramayı yapabilmek için ölümden korkmak gerektiğini söylüyor. Korku olmadan cesaret olmaz, cesaret olmadan da inanç sıçraması gerçekleştirilemez. Ölümden korkmayı öğrenen Bruce Wayne sıçramayı gerçekleştirir ve kurtulur. İnanç korkuyu gerektirir. Bizi umuda yönelten, saçmaya inandıran şey, bizi iliklerimize kadar zangır zangır titreten korkudur. İnanca adanmış bir hayat kolay bir hayat değildir. Kierkegaard tam da bunu göstermek için bize Avraam’ın dehşet hikâyesini anlatır. Regine Olsen’le nişanını neden bozduğunu anlatmak için de bir vesiledir sanki bu... Kendisini etik hayatın yükümlülüklerini (iyi bir koca, iyi bir baba olma vs) aşan bir yola adadığını düşünür Kierkegaard. Oysa yanıldığının kendisi de farkındadır. 1843’te (Regine’den ayrıldıktan iki sene sonra, Korku ve Titreme’nin yayınlandığı sene) günlüğüne şunları yazmıştır: “Eğer gerçekten inancım olsaydı, Regine’le kalırdım...” Belki de Kierkegaard, Regine konusunda Batman kadar ileri gidememiş, ikinci sıçramayı gerçekleştirememiştir...
Hz. İbrahim’in
İmanı ve Tevhid Mücadelesi
Özet
Peygamberler atası olarak
da anılan
Hz. İbrahim,
tüm inananların
bilincinde kendi- sine üstün bir
yer edinmiş
tevhid mücadelesinin önderi olmuş bir
peygamberdir. O, Kur’an’ın da
açıkça belirttiği üzere, her zaman
tek bir Tanrı’ya
inanmış, hiçbir zaman Allah’a ortak koşmamıştır. O, Allah’ın, dünyada kendisini elçi olarak seçtiği; ken-
disine hidayet, dürüstlük ve bilgi gücü (rüşd) verdiği ve
böylece kendisini insanlara imam, yani önder
yaptığı bir peygamberdi. O, “doğru
sözlü, dosdoğru (sıddîk) bir peygamber”, katı kalpli olmayan, “yumuşak huylu, içli ve kendisini
Allah’a adamış bir insandı.” “Verdiği nimetlerden dolayı
Allah’a şükreden”, misafirperver, sözünün eri vefakâr bir insan, görevini tam olarak yerine getirdiği için, Allah’ın, kendisini in-
sanlara örnek yaptığı bir peygamberdi.
Nitekim bütün bu özellikleri ve mücadelesiyle o, tek başına bir ümmet, her iyiliği kendi kişiliğinde toplayan önder bir kişilikti. Bütün bu
güzel kişilik özelliklerine sahip olan
Hz. İbrahim,
önce babasından başlamak üze- re,
halkına ve nihayet kendi döneminin
ileri gelen yöneticilerine karşı iman
ve tevhit
mücadelesi vermişti.
Anahtar Kelimeler: İbrahim, İman, Tevhid,
Küfür, Mücadele
Abstract
The Faith of Abraham and His Struggle for Tawhid
Abraham,
also known as the patriarch, is a great prophet who pioneered the efforts towards establishing the doctrine of divine oneness (tawhid), thereby gaining a unique place in the hearts of the faithful.
As the Qur’an openly testifies, he always believed in one deity and never attributed
associates to Allah, who chose him as a messenger
in the world and gave him guidance and righteousness, thus making him a
leader (imam) for humanity. Abraham “was a man of truth and a prophet,” and he “was mild, implor-
ing, and penitent.” He was a man who “showed gratitude
to Allah for His favors,”
and who is hospitable, a loyal man of his words, and a prophet whom Allah made a leader
upon fulfilling his duties. Because
of all these qualities and the struggle
he put on, he is deemed an ummah by
himself and was a leading
personality who collected all goodness in himself. He was a great prophet for struggling against his own father first and then the ruling elite of his time about
belief in God and the doctrine of Tawhid.
Keywords: Abraham, faith, tawhid (oneness
of God), unbelief, struggle
I. GİRİŞ
Allah’ın
birliğini, O’nun, tüm yetkin nitelikleri
Kendisinde topladığını, ya- ratılmışlara özgü noksanlıklardan uzak olduğunu, eşi ve benzerinin olmadığını,
yegâne yaratıcının ve evrendeki
her işin
asıl çekip-çevireninin O olduğunu
bi- lip
buna iman etmek; O’ndan başkasına
tapmamak; yapıp ettiklerimizi sadece O’nun rızasını gözeterek yapmak gibi kapsam alanı oldukça geniş manaları içe-
ren
tevhid, dinin özüdür. Bu bakımdan,
İslam, esasen tek bir esas üzerine kuru-
ludur, o da tevhiddir. Tevhidin
yanında, nübüvvet ve mead gibi her biri, tevhid-
den ayrı
birer iman esası sayılan hususlar, ayrı
kendi başlarına kaim birer iman
esası olmayıp, bunlar, temel esas olan tevhid inancının zorunlu uzantılarıdır.
İslam dinin usûl ve furûuna ilişkin
her şeyin temel bir esası vardır, o da tev-
hiddir. İslam, işte bu temel esas
üzerine kuruludur. Dolayısıyla bütün
söylem ve eylemlerin beslendiği ana kaynak tevhid inancıdır ve onun dışında
sayımı yapılan esasların onunla ilişkilendirilmesi gerekir.1 Buna göre, esasen her tür söylem
ve eylem tevhidle ilişkilidir ve onunla bir anlam ve değer kazanır.2
Dinin
temeli olan tevhid esasının ilk tebliğcisi, şüphesiz insanlığın atası Hz. Âdem’dir. Bu kutsal görevi,
daha sonra insanlığın ikinci atası ve azim
ve sebat sahibi (ulu’l-azm) peygamberlerin ilki sayılan Hz. Nuh devam
et- tirmiştir. Ancak ne var ki, zamanla insanların
pek çoğu, tevhid akidesinden
uzaklaşarak, şirkin, Allah’a ortak koşmanın,
söylem ve eylemlerinde tevhide aykırı düşmenin türlü
versiyonlarına sürüklenmek suretiyle akla, kesin bilgiye dayalı gerçek, doğru (sahîh) bir
tevhidî imandan sapmışlardır.
Böylece sahih tevhid inancı,
yerini, şirkin envâ-ı çeşidine bırakmış,
ya-
ratıcı ile bağlar kesilmiş, tek bir Tanrı’ya tapma ve sadece O’na ibadet etme
1 Bkz. Şeriati, Ali, Hz.İbrahim’le Buluşmak,
(çev. Mustafa, S. Altunkaya), Fecr Yayınları,
Ankara 2005,
s. 22-23.
2 Şeriati, Hz.İbrahim’le Buluşmak, s.
19
düşüncesi terk edilmiş ve yeniden
cehalete, bilgisizliğe dayalı kör bir taklidî inancın pençesine düşülmüştür. Haliyle insanlık,
böylece yeniden Allah’ın
birliği (tevhid) düşüncesine yabancılaştığı gibi; tevhid inancının, soyut söy- lemler dışında kapsadığı
geniş manaları ve bu anlam bütünlüğü bağlamında yapılması zorunlu eylemlerin mahiyetini kavrayıp
gereğini yerine getirmek- ten de uzaklaşmıştır.
Böylece Hz. Nuh’un tebliğ ettiği tevhid akidesi uzun bir müddet kaybolmuştur. Bu yüzden
Allah, “Nuh’tan sonraki nesillerden nicele- rini helâk etmiştir.”3
Tanrı, dinini, zaman zaman
insanlar arasından seçip onlara gönderdiği peygamberler aracılığıyla tevhidî çizgiye çekmek istemiştir. Nitekim O, Hz.
Nuh’tan asırlar sonra, Hz. İbrahim’i
de işte bu amaçla, yani insanlara tevhid esasını doğru bir şekilde tebliğ etmek
üzere peygamber olarak seçip gönder-
miştir. Çünkü onun doğup
büyüdüğü yerin, içinden
çıktığı toplumun insanları, başta ay, güneş ve yıldızlar
gibi çeşitli gök cisimleri olmak üzere, diğer pek
çok puta tapınmakta, onlara
ibadet etmekteydiler.4
3 İsrâ,
17/17. Ayrıca bkz. ez-Zeyn, Semîh Âtıf, Mecma‘u’l-Beyâni’l-Hadîs; Kasasu’l-Enbiyâ fî’l- Kur’âni’l-Kerîm, Beyrut
1988, s. 177.
4 Doğup büyüdüğü
yer; babası, ailesi, çevresi, kavmi ve inançları, göçleri ve genelde hayatı ve mücade-
lesi
ile ilgili bilgi için bkz. Taberî, İbn Cerîr, Kısasi’l-Enbiyâ, (neşr. Cemal Bedran),
Dâru’l-Mısrîyye el-Lübnâniyye, Kahire 1994, s. 129-182; Sir Leonard
Woolley (Directeur des fouilles d’Ur), Abraham;
Découvertes Récentes Sur Les Origines Des Hébreux, Paris 1949; Akkâd,
Abbas Mahmud, İbrâhîm;
Ebu’l-Enbiya, Dârü’r-Resâd
el-Hadîse, y.y, t.y;
Sübhânî, Cafer, el-Kısasu’l-Kurâniyye, Mektebetü’t- Tevhîd, Kum 1428 (h.), I/184-266;
Ali Şeraiti, Hz. İbrahim’le Buluşmak, (çev. Mustafa S. Altunkaya), Fecr Yayınları, Ankara 2005; Ârif, Hişam Fehmi, Sîretü İbrâhim el-Lalîl, Dâru’l-Beşâir el-İslâmî, Beyrut 1996;
Ateş, Süleyman, Kur’an’da Peygamberler tarihi, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 2004, s. 88-113; Canan,
İbrahim, Hz. İbrahim’den Mesajlar, Işık Yayınları, İstanbul 2005; Uşşak, Cemal (ed.), Hz. İbrahim’in İzin-
de,
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul
2001; Cezâirî, Seyyid
Ni’metullah, Kısasu’l-Enbiyâ, (neşr. Muhsin Akîl), Dâru’l-Belâğa, Beyrut 1997; Köksal, Mustafa Âsım, Peygamberler Tarihi, TDV. Ya- yınları, Ankara 1990, I/141-227; Sâbûnî, Muhammed Ali, en-Nübüvve ve’l-Enbiyâ, Dâru’s-Sâbûnî, Mek-
ke
1390 (h.), s. 145-164; Tabbâra, Afif
Abdulfettah, Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, (çev. Ali
Rıza
Temel – Yahya Alkın),
İstanbul 1998, s. 118-174; Vessânî, es-Seyyid
Hasan, Tavârîhu’l-Enbiyâ, Müessesetü’l-Vefâ, Beyrut 1984, s. 64-97; Mevdûdî, Seyyid Ebû Alâ, Tarih Boyunca Tevhid Mücadele- si ve Hz. Muhammed’in Hayatı, (çev. A. Asrar), Pınar yayınları,
İstanbul 1985, I/425-434; Berkî, Şakir, Kur’an’da Peygamberler Tarihi, Ankara 1957, s. 30-36; Hâlidî, Salâh Abdulfettah, Mevâkıfu’l-Enbiyâ
fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk 2003, s. 103-149; Neccâr, Muhammed
tayyib, Târîhu’l-Enbiyâ, Mektebetü’l-Maârif, Riyad 1983, s. 95-115; Akıncı, Ahmet Cemil, Hz. İbrahim, Bahar yayınları, İstanbul
2005; Cerrâr, Me’mûn Ferîz, Şahsiyyât
Kur’âniyye, Dâru’l-Beşîr, Amman 1992, s. 7-12; Muhammed
el- Fakî, Kısasu’l-Enbiyâ, Mektebetü
Vehbe, Kahire 1989, s. 61-90; N. Mehmet Solmaz, Kur’an-ı Kerim’e
Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Ensar Neşriyat, İstanbul 1975, I/73-91;
Yusufoğlu, Selman,
Kur’an’daki
Peygamberler, Bilgeoğuz
Yayınları, İstanbul
2007, s. 89-108; Zuberi, Masarrat Husain, Abra-
ham;
His Life and Times, Karachi 1985; Wheeler, Brannon M. (ed.), Prophets in the Quran, London 2002, s. 84-117; Knappert, Jan, Islamic Legends; Histories of the Heroes, Saints and Prophets of Islam, E.J.Brill,
Leiden 1985, s. 72-82; Bottéro,
Jean, “Kitabı Mukaddes’teki Tanrı”, İnancın En Güzel Tarihi içinde, (çev. İsmet Birkan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul 2003, s. 24-42.
II. Faziletleri, Özellikleri
Hz. İbrahim, Hz. Nuh’tan sonra insanlığa gönderilmiş peygamberlerdendir.5
O, Peygamberler babasıdır;6 iki oğlu Hz. İsmail
ve Hz. İshak’ın soyundan pek çok peygamber gelmiştir. O, bir tevhid kahramanıdır,7 tevhid dininin önderidir.8 Hz. İbrahim,
dinin, sahih imanın
özünü ve esasını
oluşturan tevhid geleneğinin
en büyük ıslahatçısıdır. Şüphesiz bu
sağlam tevhid geleneğinin tamamlayıcısı ise, Hz. Muhammed’dir.9
Hz. İbrahim, gerçek bir mümin,10 tek bir Tanrı’ya inanan,
O’na şirk koş-
mayan müvahhid bir Müslümandı.11 O, bizzat
yüce Allah’ın dediği
gibi,
“Allah’a gönülden yönelip itaat
eden hidayet önderi
örnek bir muvahhitti.”12
Dolayısıyla o, hiçbir zaman Allah’a ortak koşan müşriklerden olmadığı gibi;13 aynı zamanda o, “ne bir Yahudi ne de bir Hıristiyandı; o, Allah’ı
bir tanıyan dosdoğru bir Müslümandı.”14 Yüce Allah, O’na, hidayet,
dürüstlük ve bilgi gücü (rüşd) vermiş,15 böylece O’nu, insanlara imam,
yani önder yapmıştır.16
O, dünyada, Allah’ın seçkin bir kulu; ahiretin ise salihlerindendir.17 Allah,
O’na,
kesin iman edenlerden olması için, göklerin ve yerin sırlarını, muhte- şem varlıklarını, hükümranlığını (melekût) göstermiştir.18 Nihayet yüce Allah,
Hz. İbrahim’i kendisine dost (Halil) edinmek19 suretiyle O’na verdiği değeri
göstermiştir. Çünkü O, dilediğinin
derecelerini yükselten hikmet sahibi, her şeyi hakkıyla bilen20 bir varlık olarak, Hz. İbrahim’e,
kavmine karşı kullan- mak üzere Kendi delillerini bahşetmiştir.
5 Mevdudi, Ebû Alâ, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. A.Asrar),
Pınar Yayınları, İstanbul 1985, I/425.
6 Neccâr,
Muhammed Tayyib, Târihu’l-Enbiyâ, Mektebetu’l-Maârif, Riyad 1983,
s. 95.
7 Sübhânî, Âyetullah Ca’fer, el-Kasasu’l-Kur’âniyye, Mektebetü’t-Tevhîd,
Kum 1428 (h.), I/185.
8 Ateş, Süleyman, Kur’an’da Peygamberler Tarihi, Yeni
Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004, s. 88.
9 Şeraiti, Hz. İbrahim’le Buluşmak, s.
19.
10 Sâffât,
37/111.
11 Bakara, 2/135; Âl-i İmrân, 3/67; En’âm,
6/161.
12 Nahl, 16/120.
13 Nahl, 16/120.
14 Âl-i İmran, 3/67.
15 Enbiyâ, 21/51.
16 Bakara, 2/124.
17 Bakara, 2/130.
18 En’âm, 6/75.
19 Nisâ, 4/120.
20 En’âm, 6/83.
Hz. İbrahim “dosdoğru
(sıddîk) bir peygamber”21, kalbi katı olmayan, yu- muşak huylu,
içli ve kendisini Allah’a vermiş bir insandır.22 Nimete şükreden,23 misafirperver,24 sözünün eri vefakâr bir insan,25 görevini tam olarak yerine getirdiği için, Allah’ın, kendisini
insanlara önder yaptığı bir peygamberdir.26
İşte bütün bu güzel özellikler, onun iman ve tevhid
mücadelesini kolaylaştıran
unsurlar olmuştur.
III. İmanı
Hz. Âdem’le başlayan tevhidî
inancın, zaman içinde
bozulmasıyla birlikte yerini
putperestliğin envâyi çeşidine bıraktığı bilinen bir gerçektir. Özellikle tarihi bize kadar gelen ve insanlığın ikinci atası sayılan
en eski peygamberler- den Hz. Nuh’un puta tapanlarla savaştığını Kur’an bize haber vermektedir.27
Buradan da anlaşılıyor ki, tevhidî inanç
yanında, puta taparlık
da, insanlık tarihinin ilk
dönemlerine kadar uzanan en eski bir din türüdür.28
Tarihî araştırmaların bize gösterdiğine göre, Hz. İbrahim’in yaşadığı
dö- nemde, özellikle de içinde yaşadığı toplumda, insanlar,
yıldızlara, aya ve gü- neşe tapınmaktaydılar.29 Nitekim Hz. İbrahim’in kavmiyle olan inanç tartış-
maları da açıkça göstermektedir ki, içinden çıktığı
Babil halkı, ekseriyetle baş- ta gök cisimleri
olmak üzere, onların
yeryüzündeki sembolleri gibi gördükleri
ve çeşitli adlarla andıkları
yeryüzü putlarını da tanrı edinmişlerdi. Bununla birlikte bunlar, bütün müşrik topluluklar gibi, gökleri,
yeri ve içindekilerini yaratan tek bir yaratıcının varlığına inanmaktaydılar. Nitekim
Kur’an’ın pek çok ayetinde bu, açıkça dile getirilmektedir:
“Onlara (müşriklere), ‘Gökleri
ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu
altında tutan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah’ derler.”30
Müşrikler, kendilerine sorulunca, dünya ve onda bulunanların Allah’a ait
olduğunu, göklerin ve arşın Rabbinin Allah olduğunu, her şeyin melekûtunun
21 Meryem, 19/41.
22 Hûd, 11/75.
23 Nahl, 16/121.
24 Hûd, 11/69; Zâriyât,
51/25-27.
25 Necm, 53/37.
26 Bakara, 2/124.
27 Bkz. Nuh, 71/23.
28 Daha fazla bilgi için bkz. Ateş,
Kur’an’da Peygamberler Tarihi, s. 92-93.
29 Bkz. Tabbâra, Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, s. 132.
30 Ankebût, 29/61.
O’na ait olduğunu söylerler.31 Buradan da anlaşılıyor ki, Allah’a ortaklar koşan
putperest müşrikler, Allah’ın varlığına, O’nun, göklerin, yerin ve içindekilerinin
yaratıcısı olduğuna
inanmakla birlikte, göksel cisimleri, putları, evrenin işlerini
tedbir eden birer “rab”
olarak görüp, bu şekilde onlara
inandıkları için, onlara da tapınmayı kendilerince gerekli görmekteydiler.32 Oysaki gökleri ve yeri yara-
tan,
onların melekûtunun, hükümranlığının yegâne sahibi olan Allah’ın, işleri de
tedbir eden tek bir Tanrı olduğu gerçeği, Kur’an’da açıkça vurgulanmaktadır.33
Çeşitli
varlıkları tanrılar edinen putperest kavminin aksine Hz. İbrahim, her zaman tevhid inancı üzerine olmuştur.34 Nitekim Kur’an’ın ifadesiyle o,
gerçek bir mümin,35 tek Tanrı’ya inanan,
O’na ortak koşmamış
muvahhid bir Müslümandı.36
Hz. İbrahim’in, kavminin aksine, aklı kestiği andan itibaren putlara tapın- manın,
onlardan medet ummanın, Tanrı’ya giden yolda onların aracılığına
güvenmenin yanlışlığını, hatta saçmalığını
kavradığı anlaşılmaktadır. Esasen atalarını taklitten kendini
kurtarabilen akl-ı selim beyinlerin putlara tapması beklenemez. Nitekim küçük
yaşlarından itibaren aklını çalıştırdığı anlaşılan Hz. İbrahim’in, atalarından ve çevresinden duyup gördükleriyle yetinmeyerek evren ve evrende olup
bitenler üzerine akıl yürüttüğü görülmektedir.
Evren- deki olağanüstü ince düzen ve intizamın ayırdına varmak suretiyle o, her
şeyi bilen, irade ve kudretiyle evreni yaratan, evrende olup-biten her şeyi
çekip- çeviren (müdebbir) hikmet sahibi tek bir Yaratıcının varlığı düşüncesine ulaş- tığı gibi, tek bir Tanrı’ya ibadet ederek O’ndan başka varlıklara
tapınmamak gerektiğinin bilincine de ulaşmıştır.37
Hz. İbrahim’in, bir taklidî inancın takipçileri olan içinden çıktığı toplumun
aksine, sahîh imana ulaşmada aklî düşünce yöntemini kullanarak gerçek tevhidî
imanın ne olduğunu
çok iyi kavradığı anlaşılmaktadır. Nitekim
böyle bir tevhidî
iman donanımına sahip olan Hz. İbrahim,
kavmine, “neye tapıyorsunuz?” diye
sorunca, onlar, putlara taptıklarını, onlara tapmaya devam edeceklerini söyle-
31 Mü’minûn, 23/84-89.
32 Bkz. Sübhânî, el-Kısasu’l-Kur’âniyye, I/199.
33 Bkz. Ra’d, 13/2.
34 Aksini iddia eden görüşler için bkz. Bottéro,
Jean, “Kitabı Mukaddes’teki Tanrı”, İnancın En Güzel
Tarihi içinde,
(çev. İsmet Birkan), İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul 2003, s. 25.
35 Sâffât, 37/111.
36 Bakara, 2/135; Âl-i İmrân, 3/67; En’âm, 6/161; Nahl, 16/120.
37 Konuya dair ayrıca bkz. Neccâr,
Târîhu’l-Enbiyâ, s. 98.
yince, “yalvardığınızda onlar sizi işitirler mi? Yahut size fayda ve zararları
olur mu?” diye tekrar sorar. Onların,
“Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bul-
duk”
demelerine karşılık
ise, “İyi ama sizin ve önceki
babalarınızın neye taptı- ğını düşündünüz mü?!”38 demek suretiyle onun, gerçek
imana giden yolda
aklî düşüncenin önemine vurgu yaptığı açıkça gözükmektedir.
Buradan
da anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim, esaslı bir inanç sorgulaması yap- maktadır.
Çünkü inancı, inançları sorgulamadan
gerçek bir imana ulaşma imkânı yoktur ve işte böyle olduğu içindir ki, Hz.
İbrahim, düşünen, akıl yürüten, akıl yürütme
yoluyla gerçeğin bilgisine ulaşma yöntemini kullanan akıllı biri olarak,
akla, bilgiye istinat
eden sağlam bir imana ulaşmıştır. Çünkü İslam’ın imanı,
tefekkürü öteleyen, telkin
ve taklide yaslanan
temeli çürük bir inanç değil;
aksine o, temelini akla, aklî tefekküre dayandıran tahkiki bir imandır. Bu tür bir iman, aklın bir fiilidir. Dolayısıyla akla dayanmayan bir imanın, tahkiki
iman ölçütleri bakımından herhangi bir değer
ifade ettiği söy- lenemez. Kur’an, “dinleyip de sözün en güzeline uyanları, Allah’ın kendileri-
ne yol gösterdiği, akletme yetilerini en iyi şekilde
kullanan akıl sahibi kişiler”39 olarak sunarken, doğruyu bulma
noktasında aklın ne derecede önemli bir un- sur olduğuna da böylece vurgu yapmış olmaktadır.
Esasen
böyle bir yöntemi kullanmadan, sahih, yani doğru, hakikî bir ima- na ulaşma imkânı da yoktur. Dolayısıyla “İbrahim’e Övgü”40 başlığı altın- da, “İbrahim,… bilgeliği nedeniyle
büyüktü; bilgeliğin sırrı akılsızlığıydı”41, “İbrahim inanmıştı ve şüphe
etmiyordu. O, akıl almaz olana inanmıştı”42 gibi aklı yadsıyan, sanki aklını
kullanan kişi iman gerçeğine ulaşamaz gibi ipe sapa gelmez sözler sarf eden Kierkegaard’ın dediklerinin aksine, Hz. İbrahim,
her zaman aklını kullanarak doğru
imana ulaşmıştır. Kierkegaard, aksi bir dü- şüncede olabilir; çünkü ona göre zaten,
“imanın başladığı yer, düşüncenin terk ettiği yerdir”43; çünkü yine ona göre “iman hareketleri,
saçmalığın inayetiyle durmaksızın yerine getirilmelidir.”44 Kierkegaard’ın iman anlayışı böyle ola-
bilir, onun “iman”ı, saçma olana inanç şeklinde fideist bir inanç olabilir;
an-
38 Şuarâ, 26/70-76.
39 Bkz. Zümer, 39 / 18.
40 Bkz. Kierkegaard, Soren, Korku ve Titreme, (çev. N. Ekrem Düzen), Ara Yayıncılık,
İstanbul 1990, s. 15.
41 Kierkegaard, Korku ve Titreme, s. 16.
42 Kierkegaard, Korku ve Titreme, s. 20.
43 Kierkegaard, Korku ve Titreme, s. 47.
44 Kierkegaard, Korku ve Titreme, s. 33.
cak şu açıkça bilinmelidir ki, İslam’ın imanı, akıl dışı saçma olana inanç değil, aksine, temeli akıl olan gerçek
bilgi zemini üzerine inşa edilen bir imandır.
Nitekim Hz. İbrahim’in imanı da, Hıristiyan filozofun söylediklerinin aksi- ne,
İslam’ın akla dayanan imanıdır.
İslam’da, aklı olmayanın dini de olmaz; çünkü aklını kaybetmiş, düşünemez hale
gelmiş biri, dinen sorumlu değildir.
Dolayısıyla iman, akla, akıl sahibine hitap eden bir kavramdır.45
Hz.
İbrahim’in imanı, akla istinat eden
sahih İslam imanıdır. Çünkü
evren ve içindeki varlıkların yaratılışı ve onların tedbiri, idaresi
üzerinde akıl yürüt- me yöntemlerini kullanarak Allah’ın birliği fikrine, bilgisine,
imanına ulaşan Hz. İbrahim, atalarından
kalma gelenekleri hiçbir sorgulamaya tâbi
tutmadan onlara inanmak suretiyle putlara tapan insanların akıl almaz düşüncesizliklerini
eleştirmekle kalmaz, onları da,
selim bir mantıkla evrendeki olaylar
üzerinde düşünmeye çağırır.
Putları tanrılar edinen babası ve
kavmini açık bir sapıklık içinde gören Hz. İbrahim, göklerin
ve yerin
melekûtunu gözlemleyerek gerçek
kanıtlardan hareketle yakînî, kesin
bir imana
kendisi ulaştığı gibi, kavminin de
aynı delillerden hareketle sahih
bir imana
ulaşması ve gerçekleri görebilmeleri için, onların birer “rab” olarak görüp taptıkları, yıldıza, aya ve güneşe önce, “Bu
benim rabbim!”46, ya da daha
farklı bir mealle, “Şimdi bu benim Rabbim öyle
mi!” der. Bunlardan
her biri
ardı ardına batıp kaybolunca da, bu sefer onların,
yani kavminden olan insanların
aklına hitap ederek, “Ben batanları
sevmem!” demek suretiyle
inandığı asıl gerçeği, “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım. Ben yüzümü
tamamen, gökleri ve yeri var
edene çevirdim. Ben
ortak koşanlardan değilim”47 gerçeğini haykırır.
Her ne kadar, Hz. İbrahim’in peygamberlik öncesi dönemde
Rabbi’ni ara-
ma
yolunda önce gök cisimlerinden olan yıldıza, aya ve güneşe gerçekten “rabbim!”
dediği, ancak daha sonra sözü edilenlerin gözden kaybolmasıyla birlikte onların
“Rab” olamayacağını kavrayıp gerçek Rabbin varlığına ulaş- tığı yorumu yapılıyorsa da,48 burada söz konusu edilen hikâyenin, pasajın ilk
45 İman-akıl ve iman-bilgi ilişkisi
hakkında daha fazla bilgi için bkz. Esen, Muammer, “İman Kavramı
Üzerine”, A.Ü.İ.F.Dergisi, cilt: 49, sayı: 1, Yıl: 2008, s. 84-87.
46 Bunun, “Bu mu benim rabbim!”, “Şimdi bu benim rabbim öyle mi!” gibi inkâr anlamı içerdiği de söy-
lenebilir.
47 En’âm, 6/74-79.
48 Konuya ilişkin bu yöndeki görüşlerin tahlil ve tenkidi için bkz. Sübhânî, el-Kısasu’l-Kur’âniyye, I/203-
206. Ayrıca bkz. Hâlidî, Salâh Abdulfettah, Mevâkıfu’l-Enbiyâ fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk 2003, s. 109; Ârif, Hişâm Fehmî, Sîretü İbrâhîm el-Halîl, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmî, Beyrut 1996, s. 48-50.
ayeti olan 74. ayette, onun,
putlara tapan babası ve kavmini sapıklıkla suçla- masından da anlaşılıyor ki o, önceden
beri, putlara tapınmayan, onları Allah’a ortak
koşmayan tevhid inancı üzeredir.49
Hz. İbrahim’in, kendi toplumunun, özellikle güneş, ay ve yıldızlar gibi çeşitli gök cisimlerini ve
onların daha çok yeryüzündeki sembolleri olarak görülen putları “rab” edinmelerinin
batıl, yani hiçbir gerçekliği, aslı esası ol- mayan içi boş temelsiz inanç
olduğunu göstermek amacıyla böyle bir anla- tım yolunu seçtiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hz. İbrahim’in yıldıza, aya
ve güneşe “rabbim!” demesi, buna gerçekten inandığı için değil, kavmini doğru
inanç ve ibadete ikna etmek için bir girişim olmalıdır.50 Kaldı ki, böyle ol- mayıp da bu, Rabbi’ni arayan bir
insanın gerçeğe ulaşmada izlediği düşünsel aşamaları içeren bir yöntem olduğu
kabul edilse bile, nihayetinde bu da, bi- zim
temel tezimize bir eksiklik getirmez. Çünkü bizim burada dile getirmek istediğimiz husus, her hâlükârda
Hz. İbrahim’in, hakiki imana giden yolda, aklıselim ve onun ürünü
olan doğru bilgiden
hareketle sahih bir imana ulaşma yöntemini kullanarak, gerçekten
tapılmaya, ibadet edilmeye lâyık gerçek tek bir Tanrı’nın varlığı
inancına ulaşmasıdır.
Hz. İbrahim, böyle bir bürhânî-cedelî mantık yöntemiyle Allah’ın birliğini
ispat için, akıl yürütme
yoluyla çıkarımda bulunduğu delilleri kullanarak,
kav- minin “tanrı”
olarak taptıkları yıldız, ay ve güneş gibi şeylerin tapınmaya lâyık
varlıklar olmadığını
göstermiş olmalıdır. Ancak O’nun, “Ben sizin (Allah’a)
or- tak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan
var edene çevirdim. Ben
O’na ortak koşanlardan
değilim!”51 demesi
üzerine, kavmi onunla tartışmaya
girer.
Hz. İbrahim,
bundan sonraki ayetlerin52 de
dile getirdiği gerçek kanıtlardan da açıkça görülebileceği gibi, kendi inandığı yegâne
Tanrı ile onların, yani
putperest kavminin edindikleri tanrılar arasındaki
farklı- lığa işaret eder. Buna göre İbrahim’in
Tanrısı, evreni yaratan, onu yoktan var
edendir. Doğru yola
hidayet edendir, iletendir.
Her dilediği
olan, her istediği yerine gelendir. Bilgisi
her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir. Güvenilendir, kendi- ne inananlara güven verendir. Dolayısıyla O’na iman edenler, O’na güvenir ve
böylece kendileri
de güven içinde oldukları gibi, onlar, başkalarından da kork-
49 Bkz. Ateş,
Kur’an’da Peygamberler Tarihi, s. 91.
50 Neccâr, Târîhu’l-Enbiyâ,
s. 98-99.
51 En’âm, 6/78-79.
52 Bkz. En’âm, 6/80-83.
mazlar. Doğru yolda olanlar işte
bunlardır. Buna karşılık puta
tapanların tanrı edindikleri şeyler, tanrı olmayı hak eden hiçbir delile sahip değildirler. Bilgileri olmadığı gibi, iradeleri de yoktur. Dolayısıyla
bunlar korkulacak varlıklar de- ğillerdir; fayda ve zararları yoktur. Kendileri
güvenilir olmadığı gibi, inananları
da güven içinde değillerdir. Bunlara
inananlar, her şeyden korkarlar
ve nihayet
bunların hiçbiri doğru yolda da değillerdir.
Hz.
İbrahim’in, imanını, doğru, sağlam bir zemine oturtmak için tahkikî iman arayışına
diğer bir örnek ise, onun, ölüleri nasıl dirilttiğini Allah’a
sorup öğrenmek istemesidir.
Hz. İbrahim, “Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” deyince, yüce Allah, “yoksa
inanmadın mı?!” der. Bunun
üzerine o, “Hayır (inandım), ancak kalbim tatmin olsun diye (görmek
istiyorum)” deyince de Yüce Allah ona, dört kuş yakalayıp onları yanına almasını,
sonra onlardan her dağın
başına bir parça
koymasını ve daha sonra da onları kendine çağırdığında her bir parçanın
koşarak kendisine geleceğini, söyler.53
Gerçekte ahiret gününe, Allah’ın, o günde ölüleri
diriltmesine dair iman ko-
nusu, dün olduğu gibi, bugünün
de en
önemli inanç meselesidir. Nitekim
bu yüzden olacak ki, ahirete iman, Tanrı’ya iman’dan sonra Kur’an’da en çok bahsi
geçen bir iman konusudur. Nitekim göklerin ve yerin melekûtunu, sırlarını kav-
ramış olan Hz. İbrahim bile, Allah’ın ölüleri nasıl dirilteceğini merak etmiştir.
Esasen
Hz. İbrahim’in
akıl ve vahyin de işaret
ettiği bu gerçeğe kesin iman
hususunda zerrece bir şüphesi
yoktur. Onun bu husustaki
imanı tamdır. Onun merakı, Tanrı’nın,
ölüleri nasıl dirilteceği üzerinedir. O, ilme’l-yakîn olarak bilip
iman ettiği bu
gerçeği, kalbinin de
mutmain olabilmesi için,
ayrıca bir de ayne’l- yakîn olarak müşahede etmeyi arzulamış
olmalıdır. Zira herhangi bir
hakikatin gerçekliğini kuvvetli aklî bir argüman olan bürhan ve delile dayalı olarak bilmek
ile, o hakikatin gerçekliğini bizzat gözle müşahedeye dayanan bir gözlem sonu-
cu bilmenin
arasında, yakînlik açısından derece farkı
olduğu bilinen bir husus- tur. Nitekim yüce Allah, bir ayetinde,
yakîn derecelerine işaret ederken, “Hayır, gerçek öyle değil! Eğer ilme’l-yakîn olarak bilmiş olsaydınız, orada mutlaka ce-
hennem ateşini görürdünüz.
Sonra ahirette onu
çıplak gözle ayne’l-yakîn olarak göreceksiniz”54diyerek, bir şeyi ilme’l-yakîn olarak bilme ile aynı şeyi ayne’l-
yakîn olarak görüp bilme arasındaki derece farkına vurgu yapmaktadır.
53 Bakara, 2/260.
54 Tekâsür, 102/5-7.
Bu arada kuşların diriltilmesi olayını, özellikle Mu’tezilî müfessirlerden Mu-
hammed b. Bahr el İsfahanî, bilinen diğer adıyla Ebû Müslim’e istinaden farklı
bir şekilde yorumlamak
suretiyle, onların, ayrı parçalar halinde her bir dağın ba-
şına
konulması şeklinde değil de, Hz. İbrahim’in dört kuş alıp kendisine alıştır- dıktan sonra bunları koyduğu yerlerden kendisine çağırması halinde ona koşup
gelecekleri şeklinde yorumlayanlar da vardır. Buna
göre evcilleştirilip insana
alıştırılan kuşlar, nerede
olurlarsa olsun sahibinin sesini duyunca
ona koştuğu
gibi, bu şekilde ruhlar da, ahirette,
Allah’ın çağrısına koşarlar, denilmektedir55 ki, böyle bir misal durumunun ahiretteki dirilmeyi açıklamada yetersiz kalacağı
açıktır. Çünkü bir
insanın eğiterek kendisine alıştırdığı kuşların, konuldukları yerden
ya da
fırlatıldığında uçarak gidip
kondukları yerden çağrıldığında ken- disine gelmesi,
her insanın bildiği,
âşina olduğu bir
husustur. Dolayısıyla böyle bir durumun
“ahirette ölülerin diriltilmesi”ne örnek gösterilmesi yeterli olamaz.
Böyle bir şey,
Hz. İbrahim’in
talebini karşılayacak, onun kalbini mutmain
kı- lacak, onu yakînî imana ulaştıracak bir olay da olamaz; çünkü bu, mucizevî
bir durum değil, aksine,
her zaman,
herkesin açıkça gözlemlediği sıradan bir
olaydır. Kaldı ki,
böyle bir yorumda sözü edilen
kuşların her biri diridir.
Diri kuşların, “ölülerin diriltilmesi”
gibi mucizevî bir olaya örnek
teşkil etmesini düşünmek, çocukları
bile ikna edemeyecek ölçekte bir misal olmalıdır.56
Sonuç olarak Hz. İbrahim’in, Allah’ın ölüleri dirilteceğinden, onları dirilt-
meye gücünün yeteceğinden zerre kadar şüphesi olmadığı ortadadır.
Ancak onun, konuya dair bilgisini, dolayısıyla ona dayanan imanını daha da
pekiş- tirmek için, bilip-inandığı bir şeyin hakikatinin bilgisine ayrıca bir
de gözlem yoluyla ulaşmak istediği anlaşılmaktadır ki bu, kesin bilgiye dayalı
sahih bir imanın önemine vurgu yapması bakımından bizlere de örneklik
teşkil etmek- tedir. Şunu da
ayrıca bilmek gerekir ki, Hz. İbrahim’in imanı, teoride kalan, sadece kendisini
tatmin etmekle yetinen
bencil bir iman değildir. Onun imanı, aynı zamanda eyleme de dönüktür. O, evreni ve içindekileri düşünüp müşa- hede etmek suretiyle ulaştığı
imanını, tevhid mücadelesi doğrultusunda, başta
en yakınından, babasından başlamak üzere, kendi milletine ve nihayet tüm
insanlara tebliğ etme şerefini kazanmış bir peygamberdir.
55 Bkz. Tefsîru’l-Menâr, III/55-56. Ayrıca bkz. Ateş, Kur’an’da Peygamberler Tarihi,
s. 113.
56 Bu husustaki değerlendirmeler için ayrıca bkz. Sübhânî, el-Kısasu’l-Kur’ânîyye, I/249-251.
IV. Tevhid
Mücadelesi
Çok
tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru evrilen
bir insanlık
tarihi tezini işle- yenlerin
ileri sürdüklerinin aksine,
insanlığın, Hz. Âdem’le
başladığını bildiren İslam inanç sistemine
göre başlangıçta asıl olan tevhid
inancıydı. Dolayısıyla, Tanrı’nın
birliği inancına aykırı düşen şirk vb. inançlar, esasen insanın
yaratılış doğasına da uygun
düşen tevhid inancının bozulup yozlaşması
sonucu ortaya çıkmıştır. Tevhid inancının bozulup yozlaştığı dönemlerde,
Tanrı, bu inancı ıs-
lah edip
Kendi istediği doğrultuda rayına oturtmak
için, zaman zaman insanlar arasından seçtiği insanları, onlara, tevhidî imanı tebliğ etme görevini yerine ge-
tirmek üzere göndermiştir. Nitekim Hz. Âdem’den
sonra gelen Hz. Nuh ve daha
sonraki dönemlerin peygamberleri olan Hz. İbrahim, Hz.
Musa, Hz. İsa ve ni-
hayet Hz. Muhammed başta olmak üzere bütün peygamberlerin tebliğinin esası,
şirke karşı tevhid öğretisi
olmuştur. Dolayısıyla bütün peygamberlerin mücade-
lesinin esasını, şirke ve putperestliğe karşı tevhid mücadelesi oluşturur.
Bu kısa girişten sonra
burada bizim asıl konumuz olan Hz. İbrahim’in tev- hid mücadelesini ele alabiliriz. Hz. İbrahim, tam bir şirk
medeniyetinin or- tasında doğmuştur. Onun içinden çıktığı toplum, şirki,
sadece dinî bir inanç veya putperestlere özel bir ibadet şekli olarak değil,
aynı zamanda onu, kendi siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatlarının üzerine
kurulu olduğu bir tür medeniyet sistemi olarak da görmekteydiler. Hz. İbrahim’in
kavmi, sade- ce ruhlara, göksel cisimlere, gezegenlere veya onların
yeryüzündeki sembolü saydıkları çeşitli putlara taparak, perestiş ederek,
onlara kıymetli hediyeler sunmakla yetinmemişler, ayrıca kendileri gibi birer insan olan hükümdarları bile tanrılar
olarak görmüşlerdir. Bu kral tanrılar, siyasal, sosyal,
ekonomik ve hukuk alanında her tür yasayı koyma hakkına sahiptiler ve
insanların bu kanunlara uymak dışında yapabilecekleri hiçbir şey de yoktu. Hz. İbrahim
döneminin kralı Nemrud da, kendini
“tanrı” olarak sunan işte bu tür kral tanrı-
lardandı. İnsanlar da onu bu şekilde görmekteydiler. Ancak Nemrud, Allah’ın varlığını inkâr etmemekle, O’nu,
evrenin yaratıcısı kabul etmekle beraber,
kendisini, ülkesinin ve halkının yegâne hâkimi kral bir tanrı olarak görüyor, bunu böyle kabul etmeyenleri ise asi ve
günahkâr sayıyordu.57
İşte Hz. İbrahim,
pek çok “tanrı” türünün topluma
yön ve şekil verdiği böy-
le bir toplumda,
o toplumu oluşturan
insanların “tanrı” olarak kabul ettikleri
57 Bkz. Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid
Mücadelesi ve Hz. Muhammed’in Hayatı, I/428-429.
bütün putları reddederek tek bir Tanrı’nın ilahlığını ilan ve tebliğ edince, hem kendi
toplumunun dinî inanç
ve geleneklerine, hem de başta
kral “tanrı” Nem- rud olmak üzere bütün yönetici hâkim
sınıfa karşı topyekün bir mücadelenin içine
girmiş oluyordu. Böylece
Hz. İbrahim, başta
tanrısal özellikler taşıdığını iddia eden yönetici sınıf olmak üzere, putlardan
maddî-manevi çıkarları olan tüm zümrelere karşı da savaş açmış bir konuma
düşmüştü.58
Şirke karşı tevhid inancını ilan ve tebliğ eden Hz. İbrahim’in bu husustaki ilk mücadelesi, babası Âzer ile olmuştur. O, babasına, “Sen birtakım putları
tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık
içinde görüyorum”59 “Babacığım! Duymayan,
görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin
taparsın?!”60 demek suretiyle, aklî bir yöntem
ve ikna edici yumuşak bir üslupla,
duymayan, görmeyen, faydası
ve zararı olma- yan putlara tapınmanın akıl
dışılığına, saçmalığına, açıkça vurgu
yapmıştır.
Hz.
İbrahim’in putperest kavmiyle mücadelesi, babasıyla olan tartışmasına nispeten daha sert olmuştur. Nitekim
kanaatimce kavmine karşı bir ikna yöntemi
olarak kullandığı
anlaşılan yıldıza, aya ve güneşe, “Bu benim tanrım öyle mi?!” mealinde
inkâr anlamı taşıyan bir bağlamda önce “Bu benim tanrım!” deyip
de, onların sırayla kaybolmaya
yüz tutmasıyla birlikte,
“Ey kavmim! Ben sizin
(Allah’a) ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım. Çünkü ben, yüzümü, gökleri ve yeri
yaratan Allah’a çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan değilim”61demesiyle birlikte, kavmi bu hususta onunla tartışmaya başlar.62 Bunun üzerine Hz. İb-
rahim, onlara, ayetlerde belirtildiği üzere aynen şöyle der:
“Beni doğru yola
iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O’na ortak
koştuklarınızdan korkmam. Ancak Rabbimin dilediği olur!... Siz,
Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm göndermediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmaz-
ken
ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım!”63
Kendisiyle
tartışmaya başlayan kavmine karşı yukarıdaki cevabından da açıkça anlaşılacağı üzere, müşrikler, Hz. İbrahim
ile Tanrı’nın birliği ve O’na
ibadet konusunu tartışmış olmalıdırlar. Ayrıca puta tapan kavminin, taptıkları
58 Bkz. Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid
Mücadelesi ve Hz. Muhammed’in Hayatı, I/430.
59 En’âm, 6/174.
60 Meryem, 19/42.
61 Bkz. En’âm, 6/74-79.
62 En’âm, 6/80.
63 En’âm, 6/80-81.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder