16-NAHL:
1- Allah'ın
emri geldi. Buradaki kelimesi un tekili, yani Allah'ın ilâhlığı gereğince
işler mânâsına "emr" olması muhtemel olduğu gibi, in tekili, yani Allah'ın
nefsi gereği, hüküm ve fermanı mânâsına "emr" olması da muhtemeldir. Ve ikisiyle
de tefsir edilmiştir. Birinci durumda maksat, kâfirlere vaad edilmiş olan
azab veya kıyamettir. Fakat bu şekilde geldi demenin, gelmek üzeredir, gelmektedir,
geliyor mânâsına mecaz olması gerekir.
"Onu acele
istemeyin!" buyurulması da buna ipucu olur. Çünkü gelmiş olsaydı emri gerçekleşirdi.
Meydana gelmiş bir şeyi acele istemek de imkansız olurdu. İkinci durumda ise,
onun meydana gelmesini gerektiren Allah'ın hükmü geldi demek olacağından gerçek
mânâsı üzeredir. Ancak zamirinde bir istihdam gözetmek gerekir. Ve bu şekilde
iki mânânın ikisi de göz önünde bulundurulmuş olur. Yani Allah'ın emri ve
fermanı geldi, şimdi onun acele gelmesini istemeyiniz. O emrin kapsamını ivmeyiniz,
acele etmeyiniz, olacaklar olacak, müşrikler kahrolacak. Yüce Allah onların
şirk koşmalarından münezzeh ve yücedir. Bundan dolayı Allah katında şefaatçilerimiz
olur diye tapıp Allah'a ortak koştukları şeylerin hiçbirisinin onları Allah'ın
emrinden kurtarmasına imkan yoktur.
Allah'ın emri
geldiğini kim biliyormuş mu diyecekler? O yüksek ve mukaddes Allah:
Meâl-i Şerifi
2- Kendi emrinden
ruh (vahiy) ile melekleri, kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği
insanlara bildirin, buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden
korkun.
2- Kullarından
dilediğine emrinden ruh (vahiy) ile meleklerini indirir, elçiler gönderir.
"Kendi emrinden ruh (vahiy) indiriyor" (Mümin, 40/15) âyetinde olduğu gibi
burada da "ruh ile" ifadesinden maksat, vahiydir. Çünkü vahiy, ruhî bir iştir.
Ruh da Allah'ın emirlerinden bir emir, başka bir ifade ile Allah'a ait işlerden
bir iş olduğundan dolayı vahiy, özel bir ruh demektir. Ve böylece bu âyet,
vahyin bir tarifini kapsamaktadır. Yani vahiy, Allah'ın emirlerinden ruhsal
bir şeydir ki, Allah Teâlâ onu kendi yanından melekleri ile kullarından dilediği
kimseye indirir, emrini haber verir, bildirir. İşte kulu ve elçisi Muhammed
Mustafa (s.a.v) ya da diledi ve o ruhu (vahyi) indirdi.
Şöyle ki uyarınız,
yani inkâr etmenin sonunun tehlikeli olduğunu anlatarak insanlara bildiriniz
şu şanlı gerçeği ki benden başka ilâh yoktur. Öyle ise benden korkunuz, ortak
koşmaktan ve isyan etmekten sakınınız. Demek ki bütün vahiyler kısaca bu iki
esasta özetlenebilir. Birisi tevhid ki, ilmî kuvvetin olgunluğunun son noktasıdır.
Birisi de takva (Allah korkusu) ki amelî kuvvetin son olgunluk noktasıdır.
Ve demek ki Peygamberlik çalışılarak elde edilen bir şey değil, Allah vergisidir.
Böylece işitmeye
dayalı delili tesbit ettikten sonra, akla hitap ederek de bilgiyi pekiştirmek
için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
3- Allah gökleri
ve yeri hikmeti ile yarattı. O, kâfirlerin ortak koştukları şeylerden çok
yücedir.
4- O, insanı
bir meniden (spermadan) yarattı. Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı apaçık
bir düşmandır.
5- Hayvanları
da O yarattı. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Ve siz
onlardan bir kısmını da yersiniz.
6- O hayvanları,
akşam vakti getirirken ve sabahleyin salarken, onlarda sizin için bir güzellik
ve zevk vardır.
7- Bu hayvanlar,
ancak güçlükle varabileceğiniz bir memlekete yüklerinizi taşır. Rabbiniz,
şüphesiz çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
8- Hem kendilerine
binesiniz, hem de zinet olsun diye atları, katırları, ve merkepleri yarattı.
Ve şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratacak.
9- Doğru
yolu göstermek Allah'a aittir. Onun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, sizin
hepinizi hidayete erdirirdi.
3- Allah,
gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hepsinin bir hak ve gerçeği vardır ki onu
geçemez ve hiçbiri haksızlıkla tutunamaz, hepsinin hakkı yaratılmışlıktır.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah'lık, hiçbirinin haddi değildir. Bunları böyle
yaratan yaratıcı ortak koştukları şeylerden yüce ve çok yüksektir.
4- O, insanı
bir meniden yarattı. Düşünmeli ki bir nutfe, bir sperma damlası ne kadar değersiz
bir sıvı, ne güçsüz ve zayıf bir şeydir? Ve ondan bir insan yaratmak ne büyük
bir kudrettir. Maddesine bakınca böyle bir damla sümükten oluşan insan, yalnız
yüce Allah'ın kudretiyle, Allah'ın ona üfürdüğü ruh ile duyu ve irade, konuşma
ve fikirlerini açıklamaya sahip kuvvetli bir insan kılığına girer de bir de
ne bakarsın o, bir damla spermadan yaratılan mahluk apaçık bir mücadeleci
kesilir. Kendini savunma yolunda çok konuşan bir tartışmacı ve mücadeleci
haline gelir. Veya aslını unutur da yaratıcısına karşı bile açık bir düşman
olur. Ona karşı ortak koşmaya, mantık ve felsefeden bahsetmeye kalkışır. Ve
bundan dolayı bütün bu âlemde haksızlık yalnız insanlarda bulunur. Ve onun
içindir ki, uyarı emri de insanlara yönelir.
5- "En'amı"
En'âm Sûresi'nde etraflıca anlatıldığı üzere erkeği ve dişisi ile koyun, keçi,
sığır, deve sekiz çifte ulaşan ve kendisine en'âm denilen davar, Allah onu
da yarattı. Dili olmayan ve derdini anlatmaktan âciz bulunan o yarattıkları
da yarattı, fakat boşuna değil sizin onlarda korunma vasıtalarınız ve pek
çok faydalarınız vardır. Onlardan yersiniz de. Yani hepsini değil, helal ve
temiz olan parçalar ve kısımlarını ve onların vücutlarından veya hizmetlerinden
meydana gelen ürünleri yer ve yaşarsınız.
6- Ve akşam-sabah
getirdiğiniz ve saldığınız sırada sizin onlarda bir güzelliğiniz de vardır.
Karınları tok, memeleri dolu olarak otlaktan dönüşleri ve yavruları ile karşılaşıp
meleşmeleri ve yayılmaya giderken koşuşup oynaşmaları ne hoş, ne zevklidir.
Malın gelişinde sahiplerinin zevki, gidişinden daha fazla olduğu için "akşamleyin
getirdiğinizde" kısmı öne alınmıştır.
7- Ve sizin
yüklerinizi de taşırlar. O, davarlardan develer, öküzler, mandalar kendinizin
ve eşyanızın ağırlıklarına hammallık da ederler, götürürler. Öyle uzak bir
memlekete götürürler ki, yalnız kendinize kalsa siz ona varamazdınız ancak
can zahmeti ile varabilirdiniz. Yani varanlarınız olsa bile zorluktan güç
ve kuvveti kesilmiş, yarı ölü halinde varırdınız. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli
ve çok merhametlidir ki, size bu nimetleri ihsan etmiştir. Şu halde sizin
de onları şefkat ve merhametle kullanmanız gerekir.
8-Bunlardan
başka, atları, katırları ve eşekleri de binmeniz ve süs olsun diye yarattı,
dolayısıyla bunları yememelisiniz ve şimdi bilemeyeceğiniz daha ne acaib şeyleri
yaratacaktır. Gerçekten bizden önceki insanların görmediği, bilemediği şeylerden
biz, trenler, otomobiller, uçaklar gibi türlü binitler gördük. Kim bilir bundan
sonra da Allah Teâlâ bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz daha neler yaratmış
ve yaratacaktır. Şüphe yok ki, bütün bu binitlerden faydalanmak için yol da
gerekir.
İşte Allah
Teâlâ onların hepsinin yaratıcısı olduğu için doğru hedefe götürecek olan
doğru yol da Allah'a aittir. Doğru yolu, hak şeriatı bildirecek olan ve onun
doğruluğunu üzerine alan da Allah'tır. Bununla beraber o yoldan sapan da vardır.
Yolun eğrisi ve doğru yoldan sapan yolcular da vardır. Demek ki Allah, onların
bizzat hidayetlerini dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı hepinizi gerçekten
hidayete erdirirdi. Doğru yolu, hak dini yalnız açıklamakla yetinmezdi, bütün
insanlara ona girmeyi de nasib ederdi.
Meâl-i Şerifi
10-10- Sizin
için gökten su indiren O'dur. İçecek su ondandır; hayvanlarınızı otlattığınız
bitkiler de o su ile yetişir.
11- Allah,
sizin için, o su ile ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri
bitirir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir topluluk için büyük bir ibret vardır.
Meâl-i Şerifi
12-12- Geceyi,
gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun
emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için
ibretler vardır.
Meâl-i Şerifi
13-13- Yeryüzünde
sizin için yarattığı değişik renklerdeki şeyleri de sizin hizmetinize sunmuştur.
Elbette bunda öğüt alan kimseler için bir ibret vardır.
Meâl-i Şerifi
14-14- Yine
denizden taze et (balık) yiyesiniz ve ondan takındığınız süs eşyasını çıkarasınız
diye, denizi emrinize veren Allah'tır. Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini
görüyorsun. Lütfundan rızık aramanız ve şükretmeniz için Allah böyle yapmıştır.
Meâl-i Şerifi
15-15- Allah,
yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sabit dağlar yerleştirdi. Yolunuzu bulmanız
için de nehirler ve yollar yarattı.
16- Daha birçok
âlametler yarattı. İnsanlar geceleyin de Allah'ın yarattığı yıldızlarla yönlerini
bulurlar.
Meâl-i Şerifi
16-15- Allah,
yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sabit dağlar yerleştirdi. Yolunuzu bulmanız
için de nehirler ve yollar yarattı.
16- Daha birçok
âlametler yarattı. İnsanlar geceleyin de Allah'ın yarattığı yıldızlarla yönlerini
bulurlar.
Meâl-i Şerifi
17-23-17-
Hiç yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Artık siz düşünmez
misiniz?
18- Halbuki
Allah'ın nimetlerini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız.
Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
19- Allah,
gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir.
20- Kâfirlerin
Allah'tan başka yalvardıkları (putlar) ise, hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü
onlar, kendileri yaratılmışlardır.
21- O putlar,
hep ölüdürler, diri değildirler ve insanların öldükten sonra ne zaman dirileceklerini
de bilmezler.
22- İlâhınız
bir tek ilâhtır. Bununla beraber ahirete inanmayanların kalbleri inkârcı,
kendileri de böbürlenen kimselerdir.
23- Şüphesiz
ki Allah, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Doğrusu Allah,
kendilerini büyük görüp hakkı kabul etmeyenleri sevmez.
Meâl-i Şerifi
24-26- 24-
Onlara: "Rabbiniz ne indirdi? denildiği zaman "Öncekilerin efsanelerini" dediler.
25- Bunu söylemelerinin
sebebi şu: Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka,
bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir
kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür!
26- Onlardan
öncekiler de tuzak kurdular. Fakat Allah onların binalarını temelinden sarstı,
çatı tepelerinden üzerlerine çöktü ve azap onlara farkedemedikleri bir yönden
geldi.
Meâl-i Şerifi
27-29- 27-
Sonra kıyamet günü Allah, O kâfirleri rezil rüsvay edecek ve diyecek ki: "Hani
uğrunda müminlere karşı düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede?" Kendilerine
ilim verilmiş olanlar: "Şüphesiz bugünün rezilliği ve kötülüğü kâfirleredir."
diyeceklerdir.
28- (O kâfirler),
kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, canlarını aldıkları kimselerdir.
O vakit onlar şöyle diyerek teslim olurlar: "Biz, bir kötülükten dolayı yapmıyorduk."
(Onlara): "Hayır, Allah sizin ne maksatla yaptığınızı elbette çok iyi bilendir."
29- "O halde
içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin" denir. Kibirlenenlerin
yeri ne kötüdür!
Meâl-i Şerifi
30- Kötülüklerden
sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince: "Hayır indirdi" derler. Bu
dünyada güzel amel işleyenlere güzel bir mükafat var. Elbette ahiret yurdu
ise daha hayırlıdır. Allah'tan korkanların yurdu ne güzeldir!
31- O girecekleri
yer, Adn cennetleridir ki, altından ırmaklar akar. Orada Allah'tan korkanlara
diledikleri nimetler vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükafatlandırır.
32- Takva
sahipleri o kimselerdir ki, melekler, canlarını hoş ve rahat halde alırlar.
"Selam size, yapmış olduğunuz güzel işlerin mükafatı olarak girin cennet'e..."
derler.
30-31-32-
âyeti, yukarıdaki âyeti üzerine atfedilmiştir.
Fakat o kâfirler:
Meâl-i Şerifi
33-34-35-
33- Ancak kendilerine, ruhlarını alacak meleklerin gelmesini veya Rabbinin
azab emrinin (kıyametin) gelip çatmasını bekliyorlar! Kendilerinden öncekiler
de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.
34- Bunun
için, sonunda yaptıklarının cezası başlarına felaket oldu ve alay edip durdukları
o azap, kendilerini kuşattı.
35- Allah'a
ortak koşanlar dediler ki: "Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O'ndan
başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık"
Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Buna karşı peygamberlerin vazifesi,
ancak açık-seçik bir tebliğden, ibarettir.
Meâl-i Şerifi
36-39- 36-
Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının."
diye bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti,
bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde bir gezip dolaşın
da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün?
37- (Ey Muhammed!)
Sen o kâfirlerin hidayete ermelerini ne kadar istesen de Allah, saptırdığı
kimseyi hidayete erdirmez. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.
38- Kâfirler,
"Allah ölen kimseyi diriltmez." diye en kuvvetli yeminleriyle Allah'a yemin
ettiler. Hayır, bu ölüleri diriltmek, Allah'ın kendisine karşı bir vaadidir.
Ancak insanların çoğu bunu bilmezler.
39- Allah
ölüleri diriltecek ki, o kâfirlerin, hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara
açıkça göstersin ve bunu inkâr edenler kendilerinin yalancı olduklarını bilsinler.
Meâl-i Şerifi
40- Biz bir
şeyi dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece "ol" dememizdir. O da hemen oluverir.
41- Zulme
uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, biz dünyada mutlaka
onları güzel bir yere yerleştiririz. Halbuki bilirlerse ahiretin mükafatı
elbette daha büyüktür.
42- O Muhacirler,
müşriklerin eziyetlerine sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.
40-41-42-
Bu sûre Mekke'de indiğine göre bu âyetin iniş sebebinin, Habeşistan'a hicret
eden ilk Muhacirler olması gerekir.
Meâl-i Şerifi
43- (Ey Peygamber!)
Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber
olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve İncil âlimlerine sorun.
44- Biz o
peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da
Kur'ân'ı indirdik ki, insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.
45- Sinsice
kötü tuzaklar kuranlar, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçiremeyeceğinden,
yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
46- Yahut
(rızık için) dolaşıp dururlarken (Allah'ın azabının) kendilerini yakalayıvermesinden
emin mi oldular? Üstelik onlar, azabı engelleyici de değillerdir.
47- Yahut
ta kendilerini azar azar yakalayıp helak etmesinden emin mi oldular? Şüphesiz
Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
43-47- (Yusuf,
12/109 âyetinin tefsirine bkz.) Kanıtlar, açık mucizeler ve kitaplarla gönderdik.
Bu "ba" önceki âyetteki fiiline müteallık (bağlı)tır.
Şüphesiz ki
Rabbiniz gerçekten çok şefkatli, pek merhametlidir. Çünkü o kudretiyle beraber
günahlara karşı azab ve cezayı acele vermiyor.
Meâl-i Şerifi
48- Onlar,
Allah'ın yarattığı birtakım şeyleri görmediler mi ki? Gölgeleri Allah'ın kudretine
boyun eğip secde ederek, sağa sola döner, dolaşır.
49- Göklerde
ve yer yüzünde bulunan canlılar ve bütün melekler, kibirlenmeden Allah'a secde
ederler.
50- Kendilerine
hakim olan Rabblerinden korkarlar ve emrolundukları her şeyi yaparlar.
48- Görmediler
mi? Bir baksalar! Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye, yani herhangi bir
şeye bakıp bir düşünseler, görürler ki gölgeleri boyun eğerek büyüklük taslamadan
Allah'a secde ederek sağ ve sola düşüyor. Yani etrafından, yahut doğudan batıya
doğru döner eğilir. Burada secdeden maksat, isteğe bağlı hareketle sınırlı
olmayan kayıtsız boyun eğmektir. Yani gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile
sahiplerinin hükmüne ve iradesine değil, Allah'ın emrine mahkum olmuşlar ve
boyun eğmişlerdir. Sahibi ne kadar uğraşırsa uğraşsın gölge yüce Allah'ın
emir ve takdiri ile ışığın geliş noktasının istikametinde düşer ve onun dönüşlerini
takip eder. Aynı zamanda gölge, ışığın eseri de değildir, cisimler ile ışık
arasında öyle bir ilişkiye, bir kanuna mahkumdur ki, işte o kanun Allah'ın
bir emridir. Ve bundan dolayı eşyanın gölgelerinde bile hakimiyet ve tasarruf
Allah'ındır. Onlar, yerde sürünürlerken sahiplerine değil, Allah'a secde eder
ve Yüce Allah'ın birliğini ilan ederler.
49-
İster göklerde ve ister yeryüzünde deprenen canlıların hepsi, göklerde ve
yeryüzünde vücud hareketleri ile hareket eden bütün varlıklar ve bütün melekler
ancak Allah'a secde ederler. İsteyerek olsun, istekleri dışında olsun, sadece
Allah'a boyun eğerler. Ve bunlar büyüklük taslamazlar Allah'a secde, ve ibadet
etmekten kibirlenmezler.
50- Üzerlerine
hakim olan Rabblerinden korkarlar. Ve kendilerine emredilen her şeyi yaparlar.
Gerek ibadet ve gerekse kâinatın düzeni ile ilgili olarak emredilen vazifelerini
yaparlar.
Demek ki melekler
de mükelleftirler ve korku ile ümit arasında idare olunmaktadırlar. Bununla
beraber itaat hususunda insanlar gibi değildirler. Çünkü yerde deprenenler
içinde bulunan insanlar, yapmak mecburiyetinde oldukları fiilleri yönünden
Allah'ın emirlerine boyun eğmemeyi yapamaz, Allah'ın emrine ister istemez
teslim olurlarsa da irade ve isteklerine bağlı olan hususlarda Allah'tan korkmayan,
Allah'a secde ve ibadetten kibirlenen azgınlar da vardır.
Meâl-i Şerifi
51-55- 51-
Allah, buyurmuştur ki: İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir ilâhdır. Onun için
yalnız benden korkun.
52- Göklerde
ve yerde olan her şey yalnız O'nundur. Din de daima O'nundur. Böyle iken,
siz Allah'tan başkasından mı korkarsınız?
53- Sizdeki
her nimet Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na
yalvarırsınız.
54- Sonra
Allah bu sıkıntıyı sizden kaldırdığı zaman, bir de bakarsınız ki, içinizden
bir topluluk, hemen Rablerine ortak koşarlar.
55- Bunu kendilerine
verdiğimiz nimete nankörlük etmek için yaparlar. Şimdi eğlenin bakalım! Fakat
yakında bileceksiniz. yani fazlası şöyle dursun, iki ilâh bile edinmeyin.
Meâl-i Şerifi
56- Bir de
müşrikler kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden tutuyorlar mahiyetini
bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah'a andolsun ki, siz bu
yaptığınız iftiralardan mutlaka hesaba çekileceksiniz.
57- Onlar,
Allah'a kızlar isnad ediyorlar. O, bundan münezzehtir. Kendilerine ise erkek
çocukları isnad ederler.
58- Halbuki
onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolar, yüzü
kapkara kesilir.
59- Kendisine
verilen müjdenin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir. Şimdi acaba o çocuğu
zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı? Yoksa toprağa mı gömecek? Dikkat
edin verdikleri hüküm ne kötüdür!
60- Ahirete
iman etmeyenler için kötü sıfatlar var. En yüce sıfatlar ise, Allah'ındır.
O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
56-59- (En'âm,
6/136. âyetin tefsirine bkz.) Hüza'a ve Kinâne kabileleri meleklere Allah'ın
kızları diyorlardı. Halbuki kendileri kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı.
(Zuhruf, 43/19 âyetine bkz.) 60- Ahirete inanmayanlar için öyle kötü mesel.
Yani kötülükte örnek olan çirkin sıfatları vardır. Ki çocuklara muhtaç olmakla
beraber, çocuklarını öldürmek gibi. Allah'ın hakkı ise en yüce sıfatlardır.
Yani yücelikte örnek olan en yüksek sıfattır ki zatının vacib olması, mutlak
surette zengin olması, geniş rahmeti ve yaratıkların vasıflarından beri olması
gibi. Onun için yüce Allah, onların yaptıkları vasıflandırmalardan çok yüce,
çok beri ve uzaktır. O'na ne kız isnad edilir, ne de oğul ve o yegane Aziz,
tam kuveti ile eşsiz ve özellikle onları her an sorumlu tutmaya gücü yeter,
yegane Hakîmdir. Yaptığını tam bir hikmetle yapar.
Nitekim:
Meâl-i Şerifi
61- Eğer Allah
insanları zulümleri yüzünden hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı
bırakmazdı. Fakat Allah onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri
(ecelleri) geldiği zaman, onu ne bir saat erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.
61-Allah böyle
her şeyden üstün ve hikmet sahibi iken ve O'nun hakkı en yüce ve en güzel
vasıflarla vasıflanmak iken:
Meâl-i Şerifi
62- Müşrikler,
kendilerinin hoşlanmadıkları şeyleri, Allah'a isnad ediyorlar. Dilleri, en
güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere durmadan söyler. Hiç şüphesiz
onlar için, sadece ateş vardır. Oraya en önde gidip kalacaklardır.
63- Allah'a
yemin olsun ki, biz senden önce bir çok ümmetlere peygamberler gönderdik.
Ne var ki şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan,
kâfirlerin dostudur. Onlar için acı bir azab vardır.
62-63- Bir
de tutarlar kendilerinin hoşlanmayacakları şeyleri Allah'a isnad ederler.
Çünkü kız çocuklarından hoşlanmazlar. Allah'ın kızları var derler; kendileri
başkanlıkta ortaklıktan hoşlanmazlar, Allah'a ortak koşarlar; kendileri elçilerine
saygı gösterilmesini isterler, Allah'ın peygamberlerini küçümserler. Putlarına
kıymetli mallarını sunarlar, beğenmedikleri değersiz mallarını Allah için
vermeğe kalkışırlar...
Meâl-i Şerifi
64-64- (Ey Resulüm!) Biz, sana bu kitabı (Kur'ânı) sırf hakkında ihtilafa
düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve iman edecek topluma bir hidayet,
bir rahmet olsun diye indirdik. Meâl-i Şerifi
65- Allah
gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat verdi. Şüphesiz
ki bunda dinleyen bir millet için büyük bir ibret vardır.
65- Kulağı
bulunan, dinleyecek olanlar, burada ölümden sonra dirilmeye sebep olan gökten
suyun (yağmurun) indirilmesi hatırlatılırken buyurulması dikkate değer. Halbuki
suyun inmesine uygun olan dinlemek değil, görmek veya düşünmek görünür. Şu
halde bunda önemli bir nükte vardır ki, o da zikredilen suyun, Kur'ân'ı temsil
ettiğine işarettir. Çünkü Ra'd Sûresi'nde (13/17) âyetinde de bunun bir benzeri
geçmişti.
Meâl-i Şerifi
66- Gerçekten
süt veren hayvanlarda da size bir ibret vardır. Size işkembelerindeki yem
artıklarıyla kandan meydana gelen, içenlere içimi kolay halis bir süt içirmekteyiz.
67- Hurma
ve üzüm ağaçlarının meyvalarından da hem içki, hem de güzel gıdalar edinirsiniz.
Şüphesiz ki bunda aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.
66- Bir sarhoş
edici, bir de güzel rızık alırsınız. Bu âyet, sarhoş edici şeylerle ilgili
olarak ilk inen âyettir. Bununla içki henüz haram edilmiş olmamakla beraber
görülüyor ki, güzel rızka karşılık zikr edilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir
şey olmadığı anlatılmıştır. Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel
rızık ile sarhoş edici şeyin karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının
benzeridir. Bu ise dinin yasak ettiği şeyin haram olduğuna işarettir. Dolayısıyla
burada güzel rızıktan maksat, pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi tatlılardır.
Meâl-i Şerifi
68- Senin
Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları
kovanlardan kendine evler edin.
69- Sonra
meyvaların hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara gir, diye
ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir bal çıkar ki, onda
insanlar için şifâ vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için, büyük
bir ibret vardır.
67- Bir sarhoş
edici, bir de güzel rızık alırsınız. Bu âyet, sarhoş edici şeylerle ilgili
olarak ilk inen âyettir. Bununla içki henüz haram edilmiş olmamakla beraber
görülüyor ki, güzel rızka karşılık zikr edilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir
şey olmadığı anlatılmıştır. Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel
rızık ile sarhoş edici şeyin karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının
benzeridir. Bu ise dinin yasak ettiği şeyin haram olduğuna işarettir. Dolayısıyla
burada güzel rızıktan maksat, pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi tatlılardır.
Meâl-i Şerifi
68-Senin
Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları
kovanlardan kendine evler edin.
69- Sonra
meyvaların hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara gir, diye
ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir bal çıkar ki, onda
insanlar için şifâ vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için, büyük
bir ibret vardır.
68-69- "Rabbin
bal arısına vahyetti." Buradaki vahyi, tefsirciler ilham şeklindeki vahy diye
tefsir etmişlerdir. Çünkü bundan maksatın, peygamberlik vahyi olmadığı apaçıktır.
İlham bir mânâyı kalbe atmaktır. Fakat ilham, ilim ve amel açısından bir gereklilik
ve mecburiyet ifade etmez. Halbuki bal arısında şu anlatılan mânâlar, amel
ile ilgili zarureti (zorunluluğu) anlatan özel bir fıtrattır. Denebilir ki,
arının sanatı bir peygamberlik vahyi olmamakla beraber, zorunlu bir hüküm
ifade etmesinden dolayı ona benzer. Ve vahiy denilen manevî işin kuvvet ve
isabetini düşünebilmek açısından ilhamdan daha kuvvetli bir örnektir. Yani
yüce Allah tarafından arıya bal yapmak ruh ve sanatı şaşmaz bir gereklilik
ve isabetle verildiği gibi, peygamberlere gelen vahiy de zorunlu ve ledünnî
(Allah'ın ihsanı olan) bilgidir. Ve buna işaret edilerek "senin Rabbin" buyurulmuştur.
Bundan dolayı arıya vahyin mânâsı ona, o ruh ve fıtratı vermek ve açık bir
vasıta olmaksızın gizli bir şekilde terbiye ederek ona, o duygu ve sanatı
kesin bir mükemmellikle öğretip belletmek demektir.
Meâl-i Şerifi
70-74- 70-
Allah, sizi yarattı, sonra da sizi öldürecektir. İçinizden kimi de, biraz
bilgiden sonra eşyayı önceki bildiği gibi bilmesin diye, ömrün en kötü çağına
kadar yaşatılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve büyük kudret sahibidir.
71- Allah,
rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık
verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit
olsunlar. Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?
72- Allah,
size kendi cinsinizden eşler, o eşlerinizden de oğullar ve torunlar yarattı.
Sizi helal ve güzel gıdalarla rızıklandırdı. Onlar, hâlâ batıla mı inanıyorlar?
ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?
73- Müşrikler,
Allah'ı bırakıp, göklerden ve yerden kendileri için hiçbir rızka sahip olmayan
ve sahip olmaya da güçleri yetmeyen şeylere taparlar.
74- Artık
Allah'a ortaklar koşmayın. Çünkü Allah, (eşi bulunmadığını) bilir, siz bilmezsiniz.
Meâl-i Şerifi
75- Allah,
hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, kendisine güzel
bir rızık verilen ve o rızıkdan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı
misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Doğrusu
insanların çoğu bilmezler.
76- Allah
şu iki adamı da misal verdi: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez;
efendisine bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu
adamla, adaletle emreden ve doğru yolda bulunan adam eşit olur mu?
75- Burada
buyurulmayıp da çoğul kipi zikredilmesi yalnız iki kişi değil, iki grup arasında
karşılaştırma kasdedildiğine işarettir. Yani hürriyetine sahip olmayıp başkasının
mülkü olan âciz köleler grubu ile hürler grubu ve özellikle güzel rızık ile
rızıklandırılmış olup da onu muhtaç olanlara harcayan hür kimselerin grubu
eşit olur mu? Elbette eşit olmazlar, değil mi? İşte Allah'tan başkasına tapanlar,
başkasının malı olan köle gibi hürriyetini verip bir yaratığa kul olmuş köleler
gibidirler. Allah'tan başka ilâh tanımayan, Allah'ın birliğine inanan müslümanlar
da hürler demektir. "Gerçekten "ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım
dileriz" (Fatiha, 1/5) diyebilmekten daha büyük hürriyet düşünülemez. Bundan
dolayı Allah'ı inkâr, ortak koşma, batıl dinler hep birer esirlik bağıdır.
Hak din ve Allah'ın birliğine inanmak insan için bir hürriyet, bir servettir.
Düşünmeli ki, o hürriyet nimeti ne büyük nimettir ve onu veren kimdir? Bütün
hamd Allah'a mahsustur. Hürriyet, O'nun nimeti olduğu gibi, her nimet de O'nundur.
Hürriyetin değerini bilmeli, din ve imanın kadrini anlamalı da yalnız Allah'a
kulluk ederek hamd etmelidir. Fakat onların çoğu bilmezler. Bilmezler ve Allah'ı
inkâr ve nankörlükte bulunurlar. Hürriyet davası ile şeytana esir olurlar.
76-Gelelim
İkinci Misale:
Allah şunu
da misal olarak vermiştir. İki adam, bu ikisinden birisi dilsiz, söz söyleyemez
hiçbir şey beceremez. Ve o efendisine de bir yükdür. Yani o miskin, aynı zamanda
efendiye muhtaç bir köledir. Fakat o efendisine de bir yüktür. Boşuna yer
içer nereye gönderirse hiç bir hayır getirmez. İşte kâfirlerin örneği budur.
Doğru söylemez, hakka karşı dilsizdir, efendisi olan yüce Allah'a muhtaçtır,
fakat O'nun emirlerini yerine getirmez, yer içer faydalı bir işe yaramaz.
Şimdi bir düşünülsün. O dilsiz ve efendisine yük olan kişi bir de doğru yolda
yürüyerek adaleti emreden kimse hiç eşit olur mu? Elbette olmaz. İşte kamil
(olgun) müminin misali budur. Kendisi doğru yolda gider, hak din ile dindar,
ilmi ile amel ederek doğruyu söyler, adalet ve doğruluğu emreder, iyiliği
emreder ve bu şekilde söz ve yetki sahibi olur. Ve böyle yaparken kendisi
adalet ve doğruluktan ayrılmaz. (Mâide, 5/8. âyetin tefsirine bkz.) Şüphe
yok ki, böyle adalet emreden insanlar içinde, adaleti gerçekleştirmekle görevlendirilmiş
olanlar da doğruluktan sapacak olsalar bile kolaylıkla bunu yapamazlar. Onun
içindir ki, Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde, "Siz nasıl iseniz, ona göre
üzerinize amir tayin edilir" Zamanımızda yaşayan müslümanların perişan olmalarının
sebepleri de bu noktadan ve bu misaldan çıkarılabilir.
Meâl-i Şerifi
77- Göklerin
ve yerin gaybını bilmek Allah'a aittir. Kıyametin kopuşu yalnız bir göz kırpması
veya daha az bir zamandan başkası değildir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
78- Allah
sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz. Şükredesiniz
diye size işitme (duygusu), gözler ve gönüller verdi.
79- Göğün
boşluğunda Allah'ın emrine boyun eğdirilerek uçuşan kuşlara bakmadılar mı?
Şüphesiz bunda inanan bir toplum için âyetler (ibretler) vardır.
77-79- "Allah
sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz." Bu
âyet ilim teorisinde tecrübe ve alıştırmanın etkili olduğunu savunan ekolü
destekler gibi görünüyor.
Meâl-i Şerifi
80-83- 80-
Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme yeri yaptı. Hayvanların derilerinden
gerek yolculuğunuzda ve gerekse konaklama zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız
hafif evler (çadırlar v.s.) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından
bir süreye kadar (giyinecek, kuşanacak, serilecek ve döşenecek) bir eşya ve
ticaret malı yaptı.
81- Allah,
yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlarda barınaklar
yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyan elbiseler
(zırhlar) yarattı. İşte böylece Allah müslüman olasınız diye üzerinize nimetini
tamamlamaktadır.
82- Buna rağmen
eğer yüz çevirirlerse, ey Muhammed! Artık sana düşen sadece açık bir şekilde
tebliğden ibarettir.
83- Hem Allah'ın
nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir kimselerdir.
Meâl-i Şerifi
84-89- 84-
Her ümmetten bir şahid getireceğimiz gün, artık kâfirlere ne izin verilecek,
ne de onlardan özür dilemeleri istenecektir.
85- O zulmedenler,
azabı gördükleri zaman, artık onlardan ne azab hafifletilir, ne de onlara
süre verilir.
86- Ve o Allah'a
ortak koşanlar, ortak koştuklarını (putları) gördükleri zaman: "Rabbimiz!
İşte bunlar, seni bırakıp da kendilerine taptığımız ortaklarımızdır" diyecekler.
Koştukları ortaklar da onlara; "Siz mutlaka yalancılarsınız" diye söz atarlar.
87- O gün
Allah'a teslim bayrağını çekerler, bütün o uydurdukları şeyler kendilerini
bırakıp kaybolup gitmişlerdir.
88- İnkâr
eden ve (insanları) Allah yolundan çevirenler, diğer kimseleri de bozdukları
için onlara azab üstüne azab artırdık.
89- Biz o
gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz.
Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Bu kitabı da, her şeyi açıklayan
ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici
olarak indirdik.
Meâl-i Şerifi
90- Şüphesiz
ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayasızlıktan,
fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.
90- Şüphesiz
ki Allah adaleti iyiliği ve özellikle akrabalara yardım etmeyi emreder ve
hayasızlıktan fenalıktan ve azgınlaktan nehyeder.
ADİL: Her
şeyi layık olduğu yere yerleştirmek, hakkı yerine koymaktır ki, azgınlığın,
başka bir ifade ile haksızlık ve zulmün zıddıdır. Adalet, insaf ve haklılık
ve doğruluk mânâlarını kapsayan bir denkleştirmedir ki, terazinin dili gibi
aşırılık ve ihmalkarlık arasında bir birleştirme noktası ve istikamet olarak
iki tarafında denklik denilen bir denkleşme mânâsına gelir. Ve bundan dolayı
adalete ve adalet düsturlarına mizan da denilir. Çünkü "Ve onlarla beraber
Kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler"
(Hadid, 57/25) buyurulmuştur.
Yani adalet,
kâinatın nizamıdır. Amel ve ibadette vacib gibi sayılan ahlâkî bir fazilettir.
Şüphe yok ki her hakkın başı yüce Allah'ın hakkı olan ilâhlık haklarıdır.
İlâhlık haklarının birincisi ise Allah'ın birliğine inanmaktır. Çünkü ortak
ve benzeri bulunanın son derece saygı ve yüceliğe hakkı olamaz. Bundan dolayı
adaletin başı Allah'ın birliğine inanmaktır. Çünkü bu âyetin tefsirinde İbnü
Abbas'dan: "Adalet, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmektir; adalet,
ortak ve benzerleri ortadan kaldırmaktır; adalet, Allah'ın birliğine inanmaktır."
diye rivayetler yapılmıştır.
"İHSAN" kelimesi
de lugatta iki şekilde kullanılır. Birisi dur ki, bir şeyi güzel yapmak demektir.
Birisi de dir ki, ona iyilik etti demektir. Türkçede ihsan bu ikinci mânâda
meşhurdur. Âyette ise iki mânâya da gelmesi muhtemeldir. Ve her ikisi ile
de tefsir, rivayet olmuştur. Birincisi yaptığını güzel yapmak demek olur.
Bu mânâ ile ihsan, peygamberimizin hadisinde "Sanki görüyorsun gibi Allah'a
ibadet etmen" diye tefsir olunmuştur. Yani bu şekilde ihsan, "görevi en güzel
şekilde yapmak" demektir. Yine bu mânâdan olarak Peygamber (s.a.v): buyurmuştur
ki "Allah Teâlâ her şey üzerine ihsanı (güzel bir şekilde muamele yapmayı)
yazdı. Bundan dolayı öldürme ve kesmeyi bile güzel şekilde yapınız. Her biriniz
bıçağını iyi bilesin ve boğazlayacağı hayvanı rahat ettirsin" demektir. İkincisi
insanlara iyilik yapmak demek olur. Bu mânâ ile ihsan da "kendin için sevdiğini
kardeşin için de sevmen" hadis-i şerifi ile tefsir edilmiştir.
Akrabalara
muhtaç oldukları hususlarda bahşiş vermek ve iyilik yapmak ile yakınlarla
ilişki sürdürmek ve ikramda bulunmaktır. Bu aslında ihsan içinde bulunuyorsa
da şanına verilen önemden dolayı özellikle zikredilmiştir. Peygamber (s.a.v.)den
rivayet edilmiştir ki, şöyle buyurmuştur: "Sevabı en çabuk olan taat yakın
akrabaları gözetmektir" yani yakınlara iyilikte bulunmak suretiyle ilişkileri
kuvvetlendirmektir.
FAHŞÂ: Çirkinlikler,
zina gibi şehvetlere uymada ifrat (aşırılık) ile ilgili olan günahlardır ki,
Türkçede edepsizlikler diye ifade edilir ve bunlar, insanların en çirkin durumlarıdır.
MÜNKER: Ne
şeriatte, ne âdette tanınandır. Çünkü şeriat ve âdette uygun görülmeyen fiiller
hoş görülmez. Öfkeyi tahrik eder, red edilir ve hoş karşılanmaz. Yani hakkı
olmayan şeyi istemek, başkasının haklarına tecavüz etmektir ki, adaletin zıddı,
yani zulümdür.
Sahabe büyüklerinden
biri olan Osman b. Maz'un-ı Cumahî (r.a.)den rivayet edilmiştir ki: "Ben başlangıçta
yalnız Muhammed (s.a.v) den utandığım için müslüman olmuştum. İslâm henüz
kalbimde yerleşmemişti. Bir gün Hz. Peygamberin huzuruna vardım. Benimle konuşuyordu.
Konuşurken gördüm ki gözünü göğe dikti, sonra da sağından aşağı indirdi. Sonra
bunu bir daha tekrar etti. Sebebini sordum, O buyurdu ki: 'Seninle konuşurken
birden bire Cebrail sağımdan indi ve 'Ey Muhammed! 'Allah, adalet ve ihsanı
emrediyor' adalet 'Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek', ihsan ,
farzları yerine getirmek yani akrabalığı olana iyilik yapmak, zina, ne şeriatta,
ne sünnette tanınmayan başkasının hakkına tecavüz etmektir' dedi". İşte bunun
üzerine adı geçen Osman dedi ki: "Kalbime iman yerleşti. Vardım Ebu Talib'e
haber verdim. O da şöyle dedi: 'Ey Kureyş topluluğu! Yeğenime tabi olunuz,
doğru yolu bulacaksınız. Şüphesiz o, size güzel ahlâktan başka bir şey emretmiyor.'
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): 'Ey amcacığım! İnsanların bana uymalarını
emredersin de kendini bırakır mısın?' buyurdu ve uğraştı. Fakat o, şehadet
getirmekten kaçındı. Bunun üzerine "Ey Resulüm! doğrusu sen, her sevdiğine
hidayet veremezsin" (Kasas, 28/56) âyeti indirildi.
Hz. Ali'den
rivayet edilmiştir ki, o şöyle demiştir: "Yüce Allah, Peygamberine kendisini
Arap kabilelerine arzetmesini emretti. Bunun üzerine yüce Peygamber çıktı,
ben ve Ebu Bekir de beraberinde idik. Bir mecliste durduk ki, üzerlerinde
onur vardı. Ebu Bekir, bu toplum kimlerden diye sordu? Şeyban b. Sa'lebe'den
dediler. Bunun üzerine Resulullah onları iki şehadet kelimesini getirmeye
davet etti. Ve Kureyş Peygamberi yalanladığı için kendisine yardım etmelerini
teklif etti. Bu teklifi edince Makrun b. Amir 'Ey Kureyşli! Bizi davet ettiğin
şey nedir?' dedi. Resulullah âyetini tilavet etti. Bunun üzerine Makrun b.
Amir, 'Vallahi, sen güzel ahlâka ve güzel amele davet ediyorsun. Seni yalanlayan
ve senin aleyhinde hareket etmek isteyenler yemin ederim ki, iftira ediyorlar'
dedi."
İbnü Mesud
(r.a) demiştir ki: "Kur'ânda iyilik ve kötülüğü en fazla toplayan âyet budur."
Demişlerdir ki, eğer Kur'ânda bu âyetten başka bir şey olmasaydı ona yine
"Her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için
bir müjde" denmesi doğru olurdu. "Allah daha iyi bilir." Bunun âyetinden sonra
getirilmesi buna dikkat çekmek içindir.
Böyle emir
ve yasak, iyilik ve kötülüğü açıklamak ve birbirinden ayırmakla Allah size
vaaz ediyor ki düşünüp öğüt alasınız. Belleyip tutasınız. Dolayısıyla bu öğütü
dinleyiniz, bu emir ve yasağı tutunuz.
Meâl-i Şerifi
91-97- 91-
Bir de anlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin ve pekiştirdikten
sonra yeminleri bozmayın. Allah'ı üzerinize şahid tuttuğunuz halde, nasıl
olur da bozarsınız! Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir.
92- Bir ümmet,
diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda
aldatma vasıtası yaparak, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra onu söküp bozmaya
çalışan kadın gibi olmayın. Allah sizi bununla imtihan eder ve şüphesiz hakkında
ihtilaf ettiğiniz şeyleri kıyamet günü size mutlaka açıklayacaktır.
93- Allah
dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır
ve dilediğine de hidayet verir. Şüphesiz ki, (kıyamet gününde) bütün yaptıklarınızdan
sorumlu tutulacaksınız.
94- Yeminlerinizi
aranızda aldatma ve fesada vasıta edinmeyin, sonra sağlam basmışken bir ayak
kayar da Allah yolundan saptığınız için, dünyada kötü azabı tadarsınız. Ahirette
de size büyük bir azab olur.
95- Allah'ın
ahdini az bir bedel karşılığında değişmeyin. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah
katındaki sevap sizin için daha hayırlıdır.
96- Sizin
yanınızdaki dünya malı tükenir, Allah'ın katındakiler ise tükenmez. Muhakkak
ki biz, Allah yolunda sabredenleri, yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafatlandıracağız.
97- Erkekten
ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat
ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle mükafatlarını
elbette vereceğiz.
Meâl-i Şerifi
98- Şimdi
Kur'ân okumak istediğin zaman önce o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.
99- Şüphesiz
ki iman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiçbir nüfuzu
yoktur.
100- Şeytanın
nüfuzu, ancak onu dost edinenlere ve Allah'a ortak koşanlaradır.
98-99-100-
Allah'a sığınma emri, mânâsı ile emirdir. Kur'ân okumaktan faydalanmak için
ilk önce şeytandan Allah'a sığınmak lazımdır. Bu ise aslında kalb ile yapılan
bir iştir. Onun için âlimlerin çoğu, sözlü olarak "euzü" çekmek vacib değil,
müstehabdır, demişlerdir.
Özetle şeytanlık
peşinde dolaşan şeytan dostları Kur'ân'dan hidayet alamazlar. Onun için:
Meâl-i Şerifi
101- Biz bir
âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman Allah ne indirdiğini
pek iyi bilmiş iken kâfirler Peygambere: "Sen, ancak bir iftiracısın" dediler.
Hayır öyle değil; onların çoğu bilmezler.
102- (Ey Muhammed!)
Onlara de ki: "Kur'ân'ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek, müslümanlara
bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi.
103- Muhakkak
biliyoruz ki kâfirler: "Kur'ân'ı Muhammed'e bir insan öğretiyor" diyorlar.
Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur'ân
ise apaçık bir Arapçadır.
104- Allah'ın
âyetlerine iman etmeyenleri, muhakkak ki Allah hidayete erdirmez ve onlara
can yakıcı bir azab vardır.
105- Yalanı
ancak Allah'ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte onlar yalancıların ta
kendileridir.
101- Bir âyetin
yerine diğer bir âyetin, getirilmesi nesihtir. Önceki âyet mensuh (neshedilmiş),
sonraki âyet ise nasih (nesheden)dir. Kâfirler, nesih meselesini Hz. Muhammed'in
peygamberliği hakkında bir şüphe gibi ileri sürmek istemişlerdi ki, zamanımızda
da hâlâ bunu takip eden kâfirler çoktur. Bu âyet, onlara cevaptır. Yani bir
âyeti neshedip (hükümsüz kılıp) yerine diğer bir âyeti bedel olarak getirdiğimiz
vakit ki Allah, ne indirdiğini, ne indireceğini daha iyi bilir. Onun neshi
ve değiştirilmesi haşa bilgisizlikten değil, ilim ve hikmetindendir. Önceki
âyet de sonraki âyet de ilâhî hikmet ve kulların menfaatleri gereğince iner.
Bir zaman için faydalı olan, diğer bir zaman için zararlı olabilir. Bunun
tam tersi de vardır. Çünkü dünyadaki durumlar, değişiktir. Şeriatler ise dünya
ve ahirette Allah'ın kullarının faydaları ile uyumludur. Halbuki yüce Allah,
Hz. Muhammed'in şeriatını kıyamete kadar değişik asırların yararlarına hakim
olması için indirmiştir.
Yüce Allah,
ne indirdiğini ve indireceğini bilip dururken bir âyeti başka bir âyetle değiştirdiği
zaman sen, peygamber değil, bir iftiracısın dediler. Bu Kur'ân'ı kendin uyduruyorsun
da Allah'a iftira ediyorsun. Bu Allah sözü olsaydı değiştirilir miydi? demeğe
kalkıştılar. Rivayet edildiğine göre, önce şiddetli bir âyet, sonra da ondan
yumuşak bir âyet indi mi, Kureyş kâfirleri şöyle derlerdi: "Muhammed ashabı
ile eğleniyor. Bugün birşey emrediyor, yarın da onu yasaklıyor. Mutlaka onları,
o kendiliğinden uyduruyor da Allah'a iftira ediyor" Hayır onların çoğu bilmez.
İçlerinde bilen ve bildiği halde, inat ve kibir edenler bile varsa da çoğunun
bu yaptıkları bilgiye yakışmaz. Kur'ân'ın hakikatini, nesih ve değiştirilmesinin
fayda ve hikmetlerini bilmezler.
102- Sen de
ki (Ey Muhammed!) Onu Rûhu'l-Kudüs Rabbinden hak olarak indirdi.
RÛHU'L-KUDÜS:
Kudsiyet ruhu, yani hiçbir leke ile lekelenmek ihtimali olmayan temizlik ruhu,
bir güvene layık, mukaddes, tertemiz ruh demektir ki, Cebrail'dir. Nitekim
"Onu, Rûh-i Emîn indirdi." (Şuârâ, 26/193) âyetindeki Rûh-i Emîn de O'dur.
"Biz onu Rûhu'l-Kudüs
(Cebrail) ile destekledik" (Bakara, 2/87) ilâhî sözünde olduğu gibi burada
Cebrail'in, Rûhu'l-Kudüs ünvanı ile anılması kâfirlerin iftiralarını şiddetle
reddetmek için peygamberlerin son derece temizlik ve mukaddesliğini açıkça
tesbit etmek nüktesi ile ilgilidir. Yani Ey Muhammed! Kur'ân öyle kutsal bir
kitaptır ki, bunu sana hiçbir kusur ile lekeli olma ihtimali olmayan Rûhu'l-Kudüs,
yüce Rabbinden indirmekte, hem de hiç bir sahteliğe yer olmayacak şekilde
hak ile indirmektedir. Şu halde bu kitap, nasih ve mensuhu ile bütün kapsamı
hak olan kutsal bir kitap ve sen, Rûhu'l-Kudüs'e sahip hak bir Peygambersin.
Rabbin bunu böyle indirdi ki iman edenleri sağlamlaştırsın, imanda sabit kılsın
ve Allah'ın hükmüne boyun eğen bütün müslümanlara yol gösterici ve müjde olması
için. İşte nesih böyle imanı sağlamlaştırma ve yol gösterme ve müjde hikmetleri
ile ilgilidir.
103-Burada
bu "Müslimîn" fasılasının tekrarlanması yukarıdaki (16/89) âyetine işaret
etmekle (16/90) âyetini hatırlatır.
Elbette biliyoruz
onlar, o kâfirler "Kur'ân'ı ona muhakkak bir insan öğretiyor" diyorlar. Yani
Kur'ân'ı Muhammed'e Ruhü'l-Kudüs indirmiyor, şüphesiz bir insan ona öğretiyor,
diyorlar. Böyle demeleri, bir defa şimdiye kadar bir insandan eğitim ve öğrenim
görmediğini itiraf etmeleri ve "kendisi uyduruyor" demelerini yalanlıyor.
"Ona bir insan öğretti" diyemiyorlar. Yani Hz. Peygamberin peygamberliğini
ilan etmeden önce; ne gizli, ne açık bir kimseden okuyarak ders almadığnı
herkes bildiğinden dolayı, hiç kimseyi aldatamayacak olan öyle bir iddiaya
cesaret edemiyorlar. Fakat gördükleri olağanüstü durum karşısında bunu bahane
ederek diyorlardı ki: "Bu şimdiye kadar hiçbir öğrenim ve eğitim görmediği
için bunu kendisi yapamaz. Okuma-yazma bilmeyen birisinin böyle bir kitap
hazırlayabileceğini akıl kabul etmez. Muhammed'i şimdi kesinlikle birisi eğitiyor".
Fakat Allah'ın onu eğittiğine inanmak istemiyorlar da, şüphesiz bir insan
onu eğitiyor diyorlar. Bu Kur'ân'ı ona bir insan yapıveriyor, o da ondan öğrendiklerini
Allah sözü diye satmak istiyor, şeklinde iftira ve alay ediyorlar.
Bu âyetin
inmesinin sebebi hakkında yapılan rivayetlerde denilmiştir ki, Mekke'de Amir
b. Hadra'mî'nin "Cevrâ" veya "Yeîyş" adında Rum asıllı bir kölesi varmış,
okuma-yazma bilirmiş ve kitap ehli imiş. Herkesi İslâm'a davet eden Allah'ın
elçisi bazen Merve'de onu meclisine alır konuşurmuş. Kureyş müşrikleri buna
kızar, Kur'ân'ı Muhammed'e bu hıristiyan öğretiyor diye alay etmek isterlermiş.
Bir de Cebrâ ile Yesâra adlarında iki Rum, Mekke'de kılıç yaparlar, aynı zamanda
Tevrat ve İncil okurlarmış, Hz. Peygamber arasıra bunlara uğrar, okuduklarına
rast gelirse dinlermiş. Bazıları da bunu bahane etmek istemişler. Bir de Huveytıb
b. Abdü'l-'Uzzâ'nın kölesi Abisâ kitaplara sahib imiş, müslüman olmuş, bunu
gören müşrikler, "İşte Muhammed'e bu öğretiyormuş" demeğe kalkışmışlar. Bir
de Selmân-ı Fârisî'den bahsedilmiştir. Fakat bu zat, Medine'de müslüman olduğundan
dolayı âyetin Mekkî olmasına göre iniş sebebinde bu iddianın söz konusu edilmesinin
doğru olamayacağını açıklamakla buna itiraz edilmiştir.
Özetle peygamberliği
kabul etmek istemeyen müşrikler, Resulullah'ı yeni tahsile başlamış acemi
bir öğrenci ve başkasına yaptırdığını kendine isnad eden bir aldatıcı gibi
göstermek için, bir insanın ona öğrettiği şüphesini uyandırmak istiyor ve
bazen şuna, bazen buna isnad ederek çeşitli propagandalar yapıyorlardı. Nitekim
son zamanlarda bazı hıristiyanlar da Muhammed, dinini hıristiyanlardan öğrendi,
Müslümanlığı Hıristiyanlıktan aldı diye aynı şekilde yayınlar neşretmişlerdir.
İşte bütün bunları kapsamak üzere görülüyor ki, âyette bir isim açıkça zikredilmemiş,
kayıtsız olarak "bir insan" denilmiş ve bununla şüphenin genel olarak kökünden
halledilmesine işaret edilmiştir. Çünkü bu şekilde iftiracıların esas kötü
niyetleri, herhangi bir insanın Hz. Muhammed'e öğrettiği şüphesini ileri sürmektir.
Yanılmalarının da dayanağı budur. Kur'ân'ın Allah tarafından indirilmiş bir
kitap olduğunu inkâr etmek için öyle söyleyenler düşünmüyorlar ki Peygambere
öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Arapça değil, anadili
Arapça'nın yabancısı olan bir dildir. Yani ona bir insan öğretiyor demelerinden
gayeleri insanların aklını çekmek, fikir ve düşüncelerini Allah'tan bir insana
çevirmektir. Halbuki bu söyledikleri şey büsbütün aklın uygun bulduğu şeylere
aykırıdır. Çünkü Muhammed'e öğretiyor diye fikirleri bozmak istedikleri o
varsayılan insanın bir defa Araplardan olmasına ihtimal yoktur. Çünkü Kur'ân,
bütün kainata meydan okuyup dururken Araplar içinde öyle bir öğretmen olsaydı,
hiç şüphesiz, kalkıp "Sana öğreten ben değil miyim?" diye hemen yüzüne vurmaz
mıydı? Veyahut Kur'ân'ın benzerlerini yapıp hiç olmazsa el altından hemen
dağıtmaz mıydı? Arapların bütün beliğleri ve zenginleri bununla uğraşıyor
ve Peygamberin maddî ve manevî açıdan hiçbir zorlayıcı gücü bulunmuyordu.
Ve ona karşı koymak için o kadar sebeb ve vesika bulunuyor du ki, bu şartlar
altında öyle bir şahsın kendini tanıtmaması ihtimali düşünülemezdi, Onun için
Araplar içinde öyle bir öğretmenin olmadığı araştırma ile sabit olduğu gibi,
aklen ve delil ile de sabit idi. Bu bakımdan öyle varsayılan bir şahıs, olsa
olsa Araplar dışındaki herhangi bir toplumdan Arap olmayan biri olmak üzere
farz olunabilir. Dolayısıyla Araplar da Arapla değil, yukarda nakledildiği
üzere Arap olmayan biri ile dinsizlik ediyorlardı. Halbuki bu Kur'ân-ı Kerim
apaçık bir Arapçadır. Öyle Arapça bir beyandır ki, bütün Arap edebiyatçılarını
benzerini yapmaktan aciz bırakmıştır. Bunu Arap olmayan biri nasıl yapabilir?
Böyle parlak bir Arapça, Arap olmayan birisinin öğretimine nasıl isnad edilebilir?
Gerçi Arap olmayan birinin oldukça iyi bir Arapça öğrenmesi ve bilmeyenlere
öğretmesi, adeten mümkün değildir. Fakat Arap değil, yabancı olmak, sonra
da bütün Arapların üstünde parlak bir Arapça diline sahip olmak, şüphe yok
ki böyle bir varsayım da bir değil, iki derece olağanüstülük vardır. Allah
Teâlâ'nın o yabancı hakkında harika üzerine harika olan bir ihsan ve yardımını
düşünüp kabul etmeden böyle bir teori yürütmek aklın bütün bütün zıddınadır.
İşte Allah'ın öğretmesini ve indirmesini kabul etmeyip de akılları, çelmek
için "onu bir insan öğretiyor" diyen inkârcıların akla uygun gibi ileri sürmek
istedikleri o söz, akla uygun değil, daha fazla akla aykırı ve çelişkilidir.
Olağanüstü bir olayı kabul etmemek için iki olağanüstü şeyi kabul etmeyi akla
uygun sayar ve çelişkilerinden haberleri olmaz. Onlar, anlamıyorlar ki "onu
bir insan öğretiyor" demekle Kur'ân'ın parlaklığı sönmez o varsayılan insana
daha fazla bir değer verilmiş, harika katlanmış olur.
Denebilir
ki, acaba bunların maksatları "Arap olmayan biri Kur'ân'ın mânâsını telkin
ediyor, o da onu o parlak Arapça ile anlatıyor" demek olamaz mı? Fakat böyle
demek, Kur'ân'ın nazmının, indirilmiş olduğunu ve Arapça nazmındaki fesahat
ve belağat itibarı ile kesin ilzam (karşısındakini susturma) ifade eden bir
mucize olduğunu itiraf etmektir. Özetle inkârcılar, iftiralarında böyle çelişkili
ve fikirlerinde böyle şaşkındırlar.
104-Çünkü
Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, şüphe yok ki Allah onları hidayete erdirmez
ve onlar için çok acıklı bir azab vardır.
105- Yalanı
ancak Allah'ın âyetlerine inanmayan böyle imansızlar uydurur. İftira ederler.
Ve asıl yalancılar ancak onlardır. Yani sana iftiracı diyen o imansızlardır,
ey Muhammed! Sen kesinlikle doğrusun, Bu Kur'ân, bir insanın öğretmesi değil,
nazım ve mânâsı ile "Cebrail'in, Rabbinin katından hak olarak indirdiği bir
kitap" (Nahl, 16/102) tır. Bundan dolayı iman edenler, öyle inkârcıların sözlerine
aldanıp da küfre düşmekten sakınsınlar. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
106- Kalbi
iman ile sükûnet bulduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim
imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah'tan bir
gazab gelir ve kendilerine çok büyük bir azab vardır.
107- Bu (azab)
şundan dolayıdır ki, onlar, dünya hayatını sevmiş ve onu ahirete tercih etmişlerdir.
Allah da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
108- Bunlar,
o kimselerdir ki; Allah kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.
Ve onlar, gafillerin ta kendileridir.
109- Hiç şüphesiz
onlar, ahirette perişan olup hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
106-109- Her
kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, yani küfür kelimesini ağzına
alır, küfr olan sözü söylerse. Ancak kalbi iman ile karar bulduğu halde inkâra
zorlanan kimse müstesna, yani canını veya organlarından bir organını yok etmekten
korkulur bir emir ile zorlanmak suretiyle değil. Fakat küfre bağrını açanlar,
küfür hoşuna giden, yani zorlama olmadığı halde kendi isteğiyle küfrü gerektiren
kelimeyi söyleyen veya zorlama olduğu zaman kalbini bozup da küfre hemen inanan
kimseler bunlar üzerine Allah'tan bir gazab, yani özü tarif olunmaz büyük
bir gazab ve bir de onlar için büyük bir azab vardır. Çünkü cinayetleri en
büyük cinayettir.
Rivayet edildiğine
göre, Kureyş, Ammar'ı ve babası Yasir'i ve annesi Sümeyye'yi mürted olmaya
zorladılar. Onlar mürted olmayı kabul etmediler. Bunun üzerine Sümeyye'yi
birer ayağından iki devenin arasına bağladılar ve sen erkekler için müslüman
oldun, diyerek bir mızrak ile önünden deştiler. Develere sürükletip parçalatarak
öldürdüler. Arkasından Yasir'i de öldürdüler ve İslâm'da ilk öldürülen bu
ikisi oldular. Allah her ikisinden razı olsun. Annesini babasını da bu durumda
gören Ammar ise, zorlananı hemen diliyle söyledi. Bunun üzerine "Ey Allah'ın
elçisi! Ammar dinden çıkmış" denildi. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Hayır!
Ammar, baştan ayağa iman dolmuş, iman onun etine, kanına karışmıştır." Derken
Ammar ağlayarak Resulullah'a geldi. Resulullah da gözlerini silmeye başladı
ve buyurdu ki: "Neyin var? Tekrar ederlerse sen de dediğini tekrar et." Bir
de Müseylemetü'l-Kezzâb iki kişiyi tutmuştu. Birisine: "Muhammed hakkında
ne dersin?" dedi. O "Allah'ın elçisidir" dedi. "Benim hakkımda ne dersin"
dedi. O: "Sen de" dedi. Bunun üzerine bu adamı hemen serbest bıraktı. Öbürüne:
"Muhammed hakkında ne dersin?" dedi. "Allah'ın elçisidir" dedi. "Benim hakkımda
ne dersin?" dedi. O: "dilsizim" diye cevap verdi. Üç defa tekrar etti, o yine
aynı cevabı verdi. Bunun üzerine bunu öldürdü. Resulullah haber alınca, şöyle
buyurdu: "Birincisi Allah'ın ruhsatını tuttu, ikincisi hakkı açığa vurdu".
Demek ki böyle zorlama halinde yalnız dil ile küfür kelimesini söylemek caizdir.
Fakat bu bir ruhsattır. Ve âyetten anlaşıldığı üzere kalbi iman ile dopdolu
olmak şartıyla bir ruhsattır. Fakat hakkı açıklamak ve dini yüceltmek için,
ölümü göze alıp da (küfrü ikrardan) sakınmak azimettir. Ve bu hususta azimet
ile amel etmek daha faziletlidir.
Meâl-i Şerifi
110-115-110-
Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden
ve sabreden kimselerin yardımcısıdır. Bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır,
çok merhametlidir.
111- O gün,
herkes nefsini kurtarmak için uğraşarak gelir ve herkese yaptığı işin karşılığı
tamamiyle ödenir ve hiç kimseye de zulmedilmez.
112- Allah
bir şehri misal olarak verdi: Bu şehir güvenli, huzurlu idi, Oraya her yerden
rızkı bol bol geliyordu. Ne var ki onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük
ettiler. Allah da onlara, yaptıkları işler yüzünden açlık ve korku elbisesini
(felâketini) tattırdı.
113- Andolsun
ki, onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Bunun üzerine
zulüm yaparlarken azab da onları yakalayıverdi.
114- Artık
Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyin.
Allah'ın nimetine şükredin, eğer gerçekten O'na ibadet edecekseniz.
115- O size
ancak ölü hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri
haram kıldı. Her kim bu haram şeyleri yemeye mecbur kalırsa (başkasının hakkına)
saldırmadan ve aşırı gitmeden yiyebilir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır,
çok merhametlidir.
Meâl-i Şerifi
116- Dillerinizin
yalan vasfetmesi ile: "Şu helaldir, şu haramdır" demeyin; aksi halde Allah'a
iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar.
117- Onlar
için dünyada pek az bir menfaat var, ahirette ise çok acıklı bir azab vardır.
118- Sana
anlattıklarımızı, daha önce yahudilere de haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmemiştik.
Fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi.
119- Sonra
şüphe yok ki Rabbin, bir cahillikle günah işleyip ardından tevbe eden ve durumunu
düzelten kimseleri bağışlar. Şüphesiz ki Rabbin, bu tevbeden sonra Gafurdur,
Rahîmdir (çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.)
116-119- (En'âm
Sûresi'ndeki "Yahudi olanlara her tırnaklı hayvanı haram kılmıştık" (âyetinin
tefsirine bkz. 6/146).
Meâl-i Şerifi
120- Şüphesiz
İbrahim Allah'a itaat eden, Hakk'a yönelen bir önderdi. Ve hiçbir zaman müşriklerden
olmadı.
121- Allah'ın
nimetlerine şükredendi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.
122- Ve biz
ona (İbrahim'e) iyilik verdik. Şüphesiz ki o, ahirette de salihlerdendir.
120- Şüphesiz
ki İbrahim, başlı başına bir ümmetti. İnsanlar hep kâfir iken o, bir hanif,
yani batıl dinlerin hepsinden yüz çevirerek hakka yönelmiş temiz bir muvahhid
(Allah'ın birliğine inanan) olarak Allah için ayağa kalkmıştı. Hem o, müşriklerden
değil idi. Yani müşrik oldukları halde kendilerini İbrahim'in milletinden
sayan Kureyş ve diğerleri gibi müşriklerin dinlerine asla katılmamıştı.
121- Allah'ın
nimetlerine karşı şükredici idi. O nimetlerin şükür vazifesini yerine getirmişti.
O nimetler
ne idi? denilirse Allah onu seçmişti "Ve hatırlayın: Hani Rabbi, İbrahim'i
birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da onları tamamlayınca 'Ben seni insanlara
imam kılacağım." (Bakara, 2/124) buyurulduğu üzere insanların önüne düşmek
için peygamberliğe seçmiş ve O'nu bir doğru yola hidayet etmişti. Şu veya
bu vasıtayı dolaştırmaksızın doğrudan doğruya Allah'a götüren hak dinde başarılı
kılmıştı ki, İslâm milletidir. "İctiba" ipucuyla anlaşılır ki, bu hidayetin
sonucu yalnız onun kendi hidayete ermesi değil, halkı da irşad olmuştur. İşte
dünya küfür ve nankörlük içinde iken o, bu nimetlerin şükrünü yerine getirmek
üzere bu doğru yolda giderek, "Rabbim! Beni, namazını dosdoğru kılan bir kimse
yap; zürriyetimi de" (İbrahim, 14/40) duası ile Allah için ayağa kalktı.
122-123-
Biz de ona dünyada bir iyilik verdik, çok güzel bir durum ve ermişlik ihsan
eyledik. Bütün insanlar arasında iyilikle anılarak övgüye mazhar kıldık. Her
din mensupları onu sever, özellikle müslümanlar "İbrahim üzerine rahmetini
indirdiğin gibi" diye her namazda anarlar ve şüphesiz ki O, ahirette elbette
salihlerdendir. "Ve beni iyiler arasına kat. Benden sonrakiler içinde, beni
iyi dille anılanlardan eyle. Beni nimet cennetinin varislerinden kıl."
(Şuârâ, 26/83-85)
diye yaptığı duasındaki gibi cennette yüksek derece sahiplerindendir. Şimdi
bütün bunların üstünde İbrahim'e bağışlanan en yüksek şeref ve iyilik şudur
ki:
Meâl-i Şerifi
123- Sonra
da (ey Muhammed!) sana: "Hakk'a yönelen ve müşriklerden olmayan İbrahim'in
dinine tabi ol" diye vahyettik.
124- Cumartesi
günü (avlanmamak), ancak onda ihtilafa düşenlere farz kılındı. Şüphesiz Rabbin
onların ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında kıyamet günü, aralarında elbette
hükmünü verecektir.
Sonra sana
şöyle vahyettik bir hanif olarak İbrahim'in milletine tâbi ol! Diğer dinlerin
hepsinden uzaklaşıp İbrahim'in dinini takip et, sen de o doğru yolu tutup
Allah için ibadet eden bir ümmet ol. Fakat İbrahim milleti denilince Arap
yahudileri ve hıristiyanları gibi, ona mensup olduğunu iddia edip de putlara
tapanların veya Hz. İsa'ya, Allah'ın oğlu diyenlerin dinleri veya milliyetçilikleri
zannedilmemelidir. Pekiştirilerek hatırlatılır ki, O müşriklerden değildi.
"İbrahim, ne bir yahudi ve ne de bir hıristiyan idi; fakat o, Hakk'a yönelen
bir müslüman idi." (Al-i İmran, 3/67) Şu halde İbrahim'in milletine tâbi olmak
demek, cumartesi veya pazar tutmak demek değildir.
124- Cumartesi,
yalnız onda ihtilaf edenlere (farz) kılındı. Yani cumartesi İbrahim'in dininden
değil, onda ihtilaf eden İsrail oğulları üzerine haram kılındı, tatil yapıldı.
Bu ihtilaf hakkında bazı tefsirciler şunu rivayet etmişlerdir: Musa (a.s)
haftada bir günü ibadete tahsis etmek için yahudilere emretmiş ve bunun cuma
olmasını söylemişti. Buna pek azı razı olmuş, büyük çoğunluğu: "Hayır Allah
Teâlâ'nın, göklerin ve yeryüzünün yaratılışından boşaldığı gün olsun ki, cumartesidir."
demişler. Bunun üzerine yüce Allah da cumartesi gününe izin vermiş ve kendilerini
o gün avdan menetmekle imtihan etmiş. Sonrada cumaya razı olan azınlık, bu
emre itaat ettikleri halde, daha sonra gelen nesilleri ava sabredememişler.
Yüce Allah da onları mesh edip (hayvan kılığına sokup) maymuna çevirmişti.
Diğer bazı tefsirciler de av hususundaki ihtilaf ve vebal ile tefsir etmiştir
ki "Onlara deniz kenarında bulunan şehir halkının halini sor! Hani cumartesi
gününün hürmetini ihlal edip haddi aşmışlardı. Cumartesi yaptıkları gün, balıklar
onlara akın akın gelirler" (A'râf, 7/163 âyetinin tefsirine bkz.) Fakat bizce
âyetten açıkça anlaşılan cumartesi hakkındaki bu ihtilâfın yahudiler ve hıristiyanlar
arasındaki ihtilafa işaret olmasıdır. Çünkü hıristiyanlar cumartesinin (hükmünün)
neshedilmiş olduğunu söyleyerek pazarı (tatil günü) tutarlar ve bu şekilde
mânâ şu olur: Cumartesi İbrahim'in dininden değil idi. İsrailoğulları'nda
yapılmıştı. Onların ise yahudileri ve hıristiyanları ihtilaf etmektedirler.
Bundan sonra "Kıyamet günü Allah, aralarında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında
hüküm verecektir." buyurulması da buna uygundur.
İbrahim'in
milletine tabi olmak işte şöyledir:
Meâl-i Şerifi
125-128- 125-
(Ey Resulüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en
güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi
bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir.
126- Eğer
(bir suçtan dolayı) ceza verecek olursanız size yapılan azab ve cezanın misli
ile ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.
127- (Ey Peygamber!)
Sabret! Sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı üzülme! Kurdukları
tuzaklardan telaş edip sıkıntıya düşme!
128- Şüphesiz
Allah, takva sahipleri ile ve iyilikte bulunanlarla beraberdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder