21 Haziran 2015 Pazar

PERS KRALI KURUŞ Zulkarneyn Gomer, Javan, Maday, Magog, MECÜC, Meşeç ve Tiras. Gog, Tubal, Yafes oğulları, YECÜC,

  Zulkarneyn'in   İranlı   Kuruş   olduğu sonucuna varıştır. Farsça adının Kuruş olup Yahudilerin ona   Horiş,   Arapların  da   Kuruş[305] veya   Keyhusrev, Yunanlıların ise Sairis dediklerini söyler.

Kuruş, Persler'in ilk döneminde iran'da kraldı. Bu da Büyük iskender'in Persler'e saldırıp kralı Dara (Daryüs)ü öldürmesinden önceki dönemdir.

Küruş'un kral olmasından önce Iran güneyde Faris (Pers), kuzeyde de Midya/Medler olmak üzere İki ülkeye ayrılmıştı. Kuruş 559 yılında kral oldu ve Faris ile Midya "ilkelerini bir devlet olarak birleştirdi. Emirler yönetiminden )şnut oldular ve halk da ona bağlılık gösterdi.

Kuruş, İran halkından bir ordu hazırladı, başka ülkelerle savaşıp fethetti ve kendine bağladı.Fetihleri adalet, insaf ve mazlumları kurtarmak içindi. Meşhur üç tane savaş yaptı.[306]







    İslam'daki Yecüc ve Mecüc, Hindu geleneğinde "Koka ve Vikoka" olarak geçer ve "Kalki-Avatara" adında bir Mesih tarafından yok edilir.

“Sakalar, Asur kitabelerinde ismi “Gog” diye yazılan liderlerinin öncülüğünde M.Ö.665 yılında Kımmerleri sürerek, Kuzey Azarbaycan’a geçmişlerdi. Gence ilinin batısında “Gogaren” denen yere ve Gence’in doğusunda  “Sakasen” denen yere yerleşmişlerdi” diyor. (Heredot, 1973, 46)

Eskiden Yunan yazılan sonrada (V.yüzyılda yerli Kartuli /Gürcü diline çevrilen) adlı en eski destani tarihe göre , Kimmerlerin gelişi, Hazarların seferi (çünkü, Kımır/Kumar da denilen Kimmerler, Bizans belgelerind Khazarların ataları olarak gösterilir), Sakaların hakim oluşu da , Türklerin İranlılardan bu ülkeyi kurtarıp, yerleşerek orduyu oluşturma ve hudutları korumaları diye anlatılıyor.

Onlardan sonra (MÖ.587'de) II.Babil Kralının Kudüs'ü alıp yıkarken sürgün ettiği Yahudilerden bir kolun yolda kaçarak sığıntı olarak gelip Tiflis kuzeyine iskan edildiği; Makedonyalı İskender, ordusuyla geldiği sırada ; Çoruk ile Kür ırmakaları ve kolları üzerindeki kaleleri, Bun-Türk (otokton/yerleşik Türk) ve Kıpçak denilen yaman savaşçıların erlikle korudukları, yine bu Gürcistan tarihinde anlatılıyor. Yine bu kaynak, Türklerin Sarkınet (Sarı-kın-et=Sarıklar yurdu) adlı müstahkem kaleli şehirlerinin, İskender'e on iki ay karşı koyup savaştığını anlatıyor.

Bu destani Gürcü kaynağı haberinin doğruluğunu benimseyen Hocamız A.Zeki Velidi Togan, Romalı Plinius'un (MS.23-79 arasında yaşamış) verdiği şu sağlam bilgileri delil olarak göstermektedir.

A) (Dağıstan güneyinde, şimdiki Demirkapı-Derbent kapısı için) "Buna, Kumanya kapısı diyorlar".

B) Kafkas dağlarına yakın bir yerde, birlikte yaşayan Kamaklar ve Oranlardan bahseder. Bu üç urug adı, bilindiği gibi Kıpçakların ikinci (Kuman) ve büyük kollarının adlarıdır. Biz de bunlara şu delilleri ekleyelim :

Aynı Plinius (Tabii Tarih) Hopa'nın batı yanında akan Absar (Oğuz boyu Avşar) Çayı'ndan bahseder. MS.131'de Appanos'a apsar deniyor ve Rize'nin dört mil doğusundaki büyük çayın Askur adı ile , Ahıska yakınındaki ünlü kale Askur'et (Askur yurdu) ve bugünkü azgur ile Bitlis'teki Azgur, Kaşgarlı Mahmut'ta Yazgır denilen Oğuz boyunun değişik söylenen (y protezi almış biçimi) Ptolemus (MS.150'de yazılan) Coğrafya'da Kalarzen denilen yer, 330 agathangelos'ta Kalarç ve Gürcü kaynaklarında K(a)larç-et (Kalarç yurdu) olarak geçen ve Ardanuç, Artvin, Şavşat ve Borkça kesimini içine alan bölgenin adıdır.

Buradan Karadeniz'e esen sert ve kuru yele öteden beri denilen Kalaç/Kalaş da buraya nispetle adlanmış olup, hepsi Kaşgarlı Mahmut'un 24 Oğuz Boyunun ikiz boyu olarak andığı Kalaç (Khalaç) uruğunun (arslan/aslan, kurşak/kuşak, varşak/vaşak adlarındaki gibi) eski biçimiyle anılışını gösterir.

Amasyalı Strabon'da Yukarı Kür ve Çoruk boyları, Sakaların hakim bir uruğunun adı ile Gogar'en (Gogar yurdu) diye anılır. Gürcü kaynağında ise buralar Gugaret ve ermenice kroniklerde Gugar'k (Gugarlar) diye kavmi adla anılan bir eyalet gösterilir. Sonraki Çıldır Atabekleri ülkesi ile buranın doğusundaki Borçalı ve Khıram çayları bölgesini de içine alan bu Gogaren/Gugareet Eyaleti, küçük Arşaklılar çağında (52-428) Kuzey Uçbeyliği/Bideaşkhlığı sayılıyor ve dokuz snacağı içine alıyordu.

Bunlardan, tirel (Tiryalet), Şor, Çor, Taşır, Kangar (sonraki Kenger) , Çavak (Çin -Çavatların adı bundan geliyor) ve Kalarç gibi yedisinin adı birer Türk urug ve boyundan kalmadır.

Bu eyaletin ocaklı il beyleri ise, Çenasdan (Türkistan)'dan gelme Orbelyanlar hanedanı idi. Gugaret/Gugark Bideaşkhı olan ve MS.200 yılında Yunanca yazılı bir tasviri ele geçen Asparuk, 479 yılında Tuna-Bulgar Türk devletini kuracak olan hükümdarın adaşı idi. Sakalar ile gelen Çor/Çol (sonraki İslam Arap kaynaklarında ç yerine s yazılamasıyla Sol) uruğunun bir kolu Dağıstan Derbendi'ne Çor Kapısı ve kalabalık bir kolu da Gugaret'in batısından geçen ırmağa Çoruk (Çorlar) adını verdirmişti. Selçuklu fetihlerinden önce 1046'da Gence'de yazılan Farsça Kaabusnamed'de Kür solunda ve Alazan batısındaki koca bölge halkı Kıpçakların Sıkhnakh boyunun adıyla Sıkhnakhlı diye anılıyordu.

MS.Kafkaslar kuzeyinden gelip yerleşen Borçalı ve Kazak adlı ikiz boya mensup Karakalpaklar ile Khazar Kağanlığı ve Sabirlerin yerleşmelerini ; Kars güneyindeki Aras boyuna Kalıs- Van (sonra Kağızman) adını verdirten ve adaşı Galiçya'da yaşayan Türk uruğu ile, Çoruk solundaki yaylaklarda hala hatırası Balkar/Barkal diye yaşayan Dağıstan'dan gelme Bulgar kolundan Balkarlar ile Karsakların (Çıldır gölü kuzeyinde göl ve kasaba ile bizzat Kars'ın adı) MÖ.II.yüzyılda gelen bu boylardan kalmıştır.

Daha öteki Türklerin Kür ve Çoruk boylarınaki canlı hatıralarına bu kadarcıkla dokunarak yetinelim. Birde VI.yüzyılda bir On-Ogur kolunun, Faş/riyon boylarına yerleşerek Kutayıs bölgesine Onogur adını verdirmiş olduklarını unutmayalım.

Prof.Dr.M.Fahrettin KIRZIOĞLU
Ye’cûc-Me’cûc

Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53

Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55

Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57

Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60

Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc

ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.

Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63

İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66

Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68

Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70

Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-

maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.

Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71

Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.

KAYNAKÇA

Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).

Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).

71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.

Mustafa Öztürk

1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:

Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-

rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).

Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).

Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:

1981).

Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).

Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).

----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:

2005).

Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-

tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.

----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).

Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:

2002).

2007).

Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:

#GogMagog

 a- Kûruş'un Batı Seferi:

Yunanlıların İran'a komşu Lidya adında bir devletleri vardı. Anadolunun kuzeyinde, Karadeniz ile Ege denizi arasında kurulmuştu. Yunanlı Lidya ile İranlı Midya arasında savaşlar sürüp gidiyordu. Kuruş zamanında üdya'nm başında kral Krezus bulunuyordu.

Kuruş, kral olunca, Krezus ona savaş açtı ve önce saldırdı.Kuruş'in ona karşı savaşmaktan başka alternatifi yoktu.İran halkından bir ordu alarak batıda Lidya üzerine yürüdü ve başkentine doğru ilerledi. İki taraf arasında Petriya ve Sardiz adında amansız iki savaş oldu.Lidya devleti yıkıldı, başkenti Sardiz işgal edildi ve kralı Krezus esir alınarak iran'a götürüldü. Böylece Lidya devleti de İran imparatorluğuna katıldı.

Kuruş,   yenik   düşen   Yunanlılara   adalet,   insaf   ve merhametle davranmış, hatta bunda aşırı gitmiştir. Kralları Krezus için bir yığın odun hazırlanmasını isteyerek içine oturtmalarını ve üzerine ateş yakmalarını söylemiştir. Onlar da   söylediğini   yapmışlar.   Ama   Krezus'un   korkup ükmediğini görünce, söylediklerini geri almış ve kendisini bağışlamıştır.   Krezus   ömrünün   kalan   günlerini   onun yanında saygın ve onurlu olarak yaşamıştır.

Kur'anın işaret ettiği ilk yolculuk budur.Kûruş bu seferde Lidyanın başkenti olan Sardiz'i fethetmeye giderken güneşin battığı yere kadar varmıştır. Sardiz Ege denizi sahilinde şimdiki İzmir şehrinin yakınlarında bulunuyordu

Ege sahilleri körfezleri çok girintili çıkıntılı bir yerdir.Dr.Abdulalim Hızır "Mefahimu Coğrafiyye fi'l-Kasasi'l-Kur'ani:Kıssatu zilkarneyn" kitabında bu bölgenin coğrafi yapısını anlatmış ve güneşin oradan sanki kara balçıklı bir pınarın gözünde batıyor gibi göründüğünü belirterek şöyle der:

"Kuruş, Ege sahillerine geldiğinde sahilin çok girintili çıkıntılı   ve   körfezlerinin   çok   olduğunu   görmüştür. Bunlardan büyük ve küçük Menderes ile Gediz körfezleri sayılabilir.izmir körfesi yüz yirmi kilometre kadar içeriye uzanır.Etrafı   dağlarla   çevrilidir.Alüvyon   ve   volkanik topraklar taşıyan Gediz nehrinin bulanık suları Anadolunun yüksek    yerlerinden    batıya    doğru    akarak    buraya dökülür. Gediz nehrinin çok girintili çıkıntılı ve körfezli Ege sahillerine  varıp  denize  dökülünceye  kadar  akış  hızı gittikçe artar ve yüksekliği bin ile ikibin metre arasında değişen dağlar arasındaki vadide akarak İzmir körfezine dökülür.

Kuruş, izmir yakınlarında antik Sardiez şehri yakınlarında durduğu zaman, batış sırasında tam bir göze benzeyen ve ufkun kızıllığı ile Gediz nehrinin getirdiği kızıl alüvyonların birbirine karıştığı haliçte batan güneşin yuvarlağını seyretmiştir. Büyük ihtimalle Kur'anın sözünü ettiği kara balçıklı göz burasıdır.[307]

 b- Kûruş'un Doğu Seferi:

Iranın doğusunda göçebe dağınık kabileler yaşıyordu. 'aman zaman Iranın sınırlarını geçiyor ve bozguncululaklar yapıyordu. Kuruş batıda Yunanlıları yendikten sonra bu kabileleri cezalandırmak için doğuya bir sefer düzenledi. Sind  nehrine  varıncaya kadar doğuya doğru  ilerleyip ülkeleri birer birer fethetti. İsfahan, Cüzcan,Horasan bölgelerini geçti. Kuıı. Kavha, Karun, Curcan ve Zende nehirlerini geçti. Belucistan,Mekran ve Belh bölgelerine kadar gitti. Bu bölgelerde olan kabileler göçebe olup evlerde ve şehirlerde oturmazlardı,Bu yüzden güneş doğup sıcaklığı yükseldiğinde onları sıcaklığından koruyacak evleri yoktu.[308]

 c- Kûruş'un Kuzey Seferi ve Yecuc İle Mecuc Şeddi:

Batı ve doğu cephelerini sağlama alıp güneyde de Babil bölgesini fethettikten sonra Kûruş ülkenin kuzey cephesini de sağlama almak için kuzeye yöneldi. Ülkesinin kuzeyinde Gürcistan,Azerbaycan ve Ermenistan vardı. Bunlar Kafkas dağlarının güneyine düşmektedir. Kuzey cephesinin sınırları onların arkasında yaşayan, medeniyetten uzak ve düzensiz kabilelerin önünde doğal bir engel sayılırdı.

Bu doğal engel doğuda Kazvin-Hazar-denizinden başlar. Derbend şehri buradadır. Ortada kafkas dağları ve batıda Karadeniz olup kıyısında Sohum/Soşi şehri bulunur. Dağların ve denizin oluşturduğu bu doğal engeli geçmek için Kafkas dağlarının ortasında bulunan daracık Daryal boğazı dışında bir geçit yoktur.

Kafkas dağlarının güneyinde Kuşa kabileleri otururken, bu dağların kuzeyinde uygarlaşmamış Moğol kabileleri otururdu.Bunlar Masacit veya Kur'anın deyimiyle Yecuc ve Mecuc kabileleridir. Yeuc ve Mecuc kabileleri yağmacılık ve bozgunculuk yapmak için Kafkas dağlarındaki Daryal geçidinden güneye çıkarlardı. Kûruş.Kur'amn bir türlü söz anlamadıklarını söylediği Kuşa kabilelerine geldiği zaman, kendisine Yecuc ve Mecuc kabilelerinin hücumlarından yakındılar.

Kûruş,Yecuc   ve   Mecu'un   o   bölgelere   ulaşmasını engellemek  istedi.   Bölgede  dokuz  yıl  kaldı.Yecuc  ve Mecuc'un geçtiği Daryal geçidini Kur'anın sözünü ettiği bir sedle kapattı.[309]

 Zulkarneyn Şeddi, Daryal Geçidinde Yapılan Seddir:

Zulkarneyn   olan   Kûruş'un   yaptırdığı   set,   Kafkas dağlarının ortasındaki Daryal geçidi üzedinde yapılan settir. Bu setle ilgili olarak Kasımı tefsirinde şöyle der:

"Tercih edilen görüşe göre bu sed,şu anda Rusya'ya bağlı olan Dağıstan'da, Derbend ve Hozar şehirleri arasındadır. Eskiden beri iki şehir arasında meşhur bir geçit vardır.Eski ve yeni birçok millet onu sed adıyla anar. Şeddin içinde Demirkapı adını verdikleri bir yer vardır. O da Arapların Kaf dağı dedikleri Kafkas dağlarından iki dağ arasında bulunan eski bir şeddin kalıntısıdır. Başka milletler gibi şeddin orada bulunduğunu ve yeryüzü hakkındaki bilgileri sebebiyle oranın yer yüzünün sınırı olduğunu, Yecuc ve Mecuc kabilelerinin o dağların arkasında bulunduğunu söylerlerdi."[310]

Dr.Abdulhalim Hızır, üzerinde şeddin yapıldığı kafkas dağlarının yapısını anlatarak şöyle der:

"Kafkas dağlan sıralar oluşturur, çok yüksektir, aşılması zordur,bir boğaz dışında geçit vermez.O da ortadaki Daryal geçididir. Terk/Türk nehrinin kollarından biri bu boğazda   akmaktadır.Dağlar   doğuda   Hazar   denizinin dalgalarına ve batıda Karadenizin sularına değecek kadar uzanırlar.Sıra dağların uzunluğu 1200 km. kadardır. Bütün Avrupanın en yüksek dağlarıdır.Daryal boğazı dışında aşılmaları mümkün değildir."[311]


O Bölgede Madenlerin Çokluğu:

Kur'an, yapılan şeddin kızgın demir kütlelerinden ve üzerine eritilip dökülen bakırdan yapıldığını anlatır.Demir kütleleri ve bakır iki dağın zirvesine kadar yükselmiştir. Acaba Kuruş bu kadar demir ve bakın nereden bulmuştur? Dr.Abdulalim Hızır o bölge için şunları söylemektedir:

"Demir madenleri: Azerbaycan topraklarında çok miktarda demir madeni yatakları vardır.Bunun en açık delili de, Azerbaycanın başkenti olan. Baku'da şu anda bulunan demir ve çelik sanayiidir. Bugün bölge bu madenler yönünden zengin ise, geçmişte elbette daha zengin olmuştur.

Ermeistan da madenler yönünden zengindir.Özellikle demir,   bakır,   kurşun,cıva,   altın,   kükürt,şap  taşı  gibi madenler çoktur.Ermeni tarihçi Leontius dağlarda kazılmış olan  bazı  yerlerin,   eskilerin  yer  yüzüne   yakın   olan madenleri çıkarıp işledikleri ve elde etmek için toprağı kazdıklarını gösterir, der. Jeolojik yapı, Babert Erğana bölgelerinin  zengin  demir  yataklarına  sahip  olduğunu gösterir. Gürcistan'ın da bol miktarda demir madenlerine sahip   olduğu  anlaşılmaktadır.   Türkiyenin  Ermenistan sınırına yakın bölgesinde yirmi beş milyon ton rezerve sahip olduğu   tahmin   edilen   meşhur   demir/bakır   bölgesi bulunmaktadır.

Demiri  eritmek  için  gerekli  olan  odun  ve  kömüre gelince;   Ermenistan'nın   Kılakent   bölgesinde   büyük miktarlarda   rezervler   vardır.   Karadeniz   sahillerinde Zonguldak kömür madenleri gerçekten zengin yataklardır.

Kereste konusunda ise Ibn Havkal, Erdebiİ bölgesinin bağ bahçeleri, ormanları ve meyveleri çok olan bir ölge olduğunu söyler.

Bölgede bakır yataklarının bol miktarda bulunduğu bilimsel ve tarihsel olarak sabittir. Modern jeoloji araştırmaları Zencan, Anarak, İsfahan'ın kuzeyi ve Azerbaycan'ın güneyinde çok miktarda bulunduğunu göstermektedir. Ermenistan'da eskiden beri bilinen büyük bakır yatakları, öncekilerin bu madenleri çıkardığının delilidir.

Taşıma ve çekme işlerinde kullanılan hayvanlar bakımından da bölge zengin olup mera ve çayırlarla doludur.Çünkü batıda Akdeniz iklimi ile doğuda Çin iklimi arasında yer almaktadır.O bölgede deve bilinmektedir. Üstelik develer iki hörgüçlü türdendir.Ayrıca ulaşımda eşek gibi kullanılan katıra benzer bir hayvan vardır. Dağlık yerlerde rahatlıkla dolaşıp yük taşıyabilir. Aynı şekilde yük taşıma ve çekmeye elverişle güzel cins atlar da asırlardır o bölgede bilinmektedir.

işçi ve mühendislerin yiyecek ve içeceklerine gelince; Modern coğrafyanın belirttiğine göre, bölge ilk asırlardan beri tahılı tanımış ve yetiştirmiştir. Eski kalıntılarda tahıllara rasianmış, tanelerle dolu çömlekler ve sürahiler bulunmuştur. Ermenistan, Abbasi devletinin en verimli bölgelerinden sayılırdı. Bölge, besin maddesi olarak içeride tüketilen ve ihraç edilen balıklarıyla da meşhurdur.

Bölgenin   vadileri   meyveli   ağaçlardan   ormanlarla doludur.Dağıstan  ilk çağlardan beri  meşhur bir tarım ülkesidir.Ermenistanın iklimi de öteden beri tarım için çok uygundur."[312]

Bütün bunlar şeddin yapıldığı bölgenin sed yapmaya elverili olduğunu, şeddi yapacak insanlara yiyecek, içecek,

 ulaşım ve taşıma araçlarını sağlamaya, şeddin yapımında kullanılacak demir, bakır, kömür, odun gibi malzemeye de yeterince sahip bulunduğunu gösterir.

Anlaşıldığı kadarıyla da Daryal geçidi dar olup iki dağ arasında   bulunduğundan   ve   iki  tarafında  dağlar  dik yükseldiğinden sed yapmaya elverişli bir yerdir. Onun için eski  alimlerden   çok  kişi  Zulkarneyn'in  şeddi  Kafkas dağlarında   Daryal   geçidi   üzerinde   yaptığını   tercih etmişlerdir.[313]


Kûruş'un Anıt Heykeli:

Ebu'I-Kelam Azad ve onunla beraber Abdulalim Abdurrahman Hızır, Kur'anda belirtilen Zulkarneyn'in iranlı Kuruş ve anılan şeddin de Daryal geçidi üzerinde bina ettiği set olduğunu tercih ederler. Araştıran ve tahkik eden bu iki alim, Kûruş'un niteliklerinin Kur'an'da belirtilen Zulkarneyn'in niteliklerine uyduğunu, hatta bu niteliklerin Kûruş'de bulunduğunu söylerler. Ebu'I-Kelam Azad bu konuda şu delilleri gösterir:

Kûruş'e Zulkarneyn adı verilmiştir. Çünkü Midya ve Faris (Med ve Pers) ülkelerini birleştirerek bir ülke yapmıştır. Bu ülkelerden her biri boynuza benzetilmiş, ikisini bir araya getirince kendisine iki ülke sahibi anlamında zulkarneyn" adı verilmiştir. Ebu'l-Kelam'ın bu konuda gösterdiği en önemli delil ise, arkeologların bulduğu Kûruş'un bir heykelidir. Şöyle diyor:

"Bu önemli arkeolojik keşif, Kûruş'un kendi taş heykelidir. İran'ın eski başkenti Istahr'dan yaklaşık elli kilometre uzaklıkta Mirğab nehrinin kıyısında bir yerde dikili olarak bulunmuştur. D aha önce de James Morier bu heykelin varlığını duyurmuş, yıllar sonra Sir Robert K.Porter gelmiş, heykelin bulunduğu alanda detaylı bir araştırma yapmış ve heykelin kara kalemle çizdiği bir resmini İran ve Gürcista'a yaptığı bir seyahatini anlattığı kitabında yayınlamıştır. Papaz Forster 1851 yılında heykelden sözetmiş ve onu Tevrat metinlerinin söylediklerine delil göstermiştir. Heykel'in daha önce yayınlanan resminden güzel bir resmini de yayınlamıştır. O zamana kadar çivi yazısı henüz tam okunabilmiş değildi. Ancak sözkonusu heykeli'in Sairis'e, yani Kûruş'e ait olduğu kesinleşmişti. Daha sonra yapılan araştırmalar bu kararı şüpheye yer bırakmayacak şekilde desteklemiştir.

Sonra meşhur Fransız yazar Deu Lofoy Irandaki eski eserlerle ilgili kitabını yazınca, heykel'in üç boyutlu bir resmini  yayınlamış,  böylece  heykel  tam bir  görünüm kazanmıştır.

Ebu'l-Kelam Azad heykel'in niteliklerini belirterek şöyle der: İnsan boyunda bir heykeldir.Heykelde Kuruş, karga kanatları gibi iki kanatlı olarak görünmektedir. Başında koç boynuzlan gibi iki boynuzu vardır[314] . Uzattığı sağ eliyle ön tarafı gösteriyor. Üzerinde Babil ve Iran kralları üzerinde gördüğümüz elbiseler vardır. Bu heykel Zulkarneyn imajının Kuruş için çizildiğini kanıtlamaktadır. Onun için heykelde kralın başında iki boynuzun olduğunu görüyoruz.

Heykel ne zaman yapılmış? Onu kim yapmıştır? Heykel ya Kûruş'in sağlığında kendi emriyle yapılmış veya kendisinden sonra gelen ve kesin olarak belirtilmesi zor olan biri tarafından yaptırılmıştır.

İran ve Elamlılar'ın başkenti şimdi Ahvaz olarak bilinen ve Iranın güneyine düşen Sus şehri idi. Midya'nın başkenti de Arapların Hemezan dedikleri Hiğ Metana kenti idi.

Kuruş    heykelinin    Ardeşir    zamanında    yapıldığı anlaşılmaktadır.   Çünkü  heykel,   yıkıntılarından  sadece heykelin kaidesinin kaldığı Istahr şehrinin bir kasabasında bulunmaktadır."[315]

 Kuruş ve İmparatorluğunun Sonu:

Kuruş M.Ö.559 yılında kral olmuş ve doğu, batı ve kuzey fetihlerini yapmıştır.. Otuz yıl kadar Iran, Suriye, Mısır, Irak,Anadolu ve İranın doğsuna hükmetmiştir. O devirde başka bir hükümdarın hükmetmediği şekilde hükümdarlık yapmıştır.Günümüz coğrafyasında hükmettiği ülkeler Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Türkiye, Irak, Iran, Ermenisten, Gürcistan, Azerbaycan, Kuzey Pakistan, Afganistan ve Türkistan'dır. M.Ö.529 yılında ölmüştür.

Kuruş'un   Ölümünden   sonra   oğlu   Kamboşiya  veya Arapların adlandırmasıyla Kambiz hükümdar olmuştur. M.0.525     yılında     Mısır     üzerine     yürümüş     ve fethetmiştir.Ancak ona karşı ülkesinde bir isyan başlamış ve ülkesi    Midya   halkı   Ğomata   liderliğinde   kendisine başkaldırmıştır.  isyanı bastırmak için Kambiz Mısırdan ülkesine dönerken yolda Şam'da ölmüştür.

Kûruş'un  başka  çocukları  olmadığından  İran  halkı amcasının     oğlu     Darayuş     veya     Daryus'u     krai yapmışlar.Daryus'un   ölümünden   sonra   da   Ardeşir hükümdar   olmuştur.   Makedonyalı   iskender   işte   bu Ardeşir'e   saldırarak ' öldürmüş   ve   Kûruş'in   kurduğu imparatorluğun işini böylece bitirmiştir.[316]


Kûruş'in ve Zulkarneyn'in Ahlakı:

Kuranı Kerim, Kûruş'in ahlakına işaret eder. Ebu'l-Kelam Azad bu niteliklerin Kûruş'e ve yönetimine uyduğunu belirterek şöyle der:

Zulkameyn insanlar arasında adaletli olmuştur.Onun için Allah onlar hakkında dilediğini yapmakta serbest bırakarak hâkem yapmıştır. "İster azap edersin, istersen onlara iyilikle muamele edersin"

Kuruş, fethedilen ülkelere adalet, iyilik ve rahmetle muamele etmiştir.Mesela Yunanlı Lidya ülkesini fethetmesi, kralı Krezus'e güzellikle davranıp bağışlaması,rahmet ve hoşgörü ile bakması bunun örneğidir. Kûruş'in dost ve düşmanı tarihçiler adaletini ve düşmanı olan Yunanlılara rahmet ve iyilikle muamelesini takdirle belirtmişlerdir.

Yunanlı tarihçi Heredot şöyle der:" Kuruş son derece mert, cesur,hoşgörülü ve cömert biri idi. Başka krallar gibi mal   toplama   heveslisi   değildi.   Aksine   cömertlik  ve başkalarına vermeye özen gösterirdi. Mazlumlara adaletle davranır ve insanlara yararlı olan her şeyi severdi."

Yunanlı tarihçi Zinefon/Xenophon da şöyle der:" Akıllı ve merhametli bir kraldı. Krallığın seçkinliği yanında bilginlerin erdemlerine de sahipti.Himmeti büyüklüğünden fazla ve cömertliği azametinden büyüktü. İnsanlığa hizmet etmek pensibi idi. Mazlumlara adaletle davranmak ahlakıydı. Büyüklenme ve kendini beğenmenin yerine, hoşgörü ve alçak gönüllülük sahibi idi."[317]

Kûruş'un adalet ve hoşgörüsü rakibi ve düşmanı olan Yunanlı Heredot ve Zinefon gibi tarihçiler tarafından bile itiraf ve kabul edilmiştir.Şairin "Kumaların bile itiraf ettiği iyilik! Şüphesiz iyilik düşmanın itiraf ettiğidir" dediği gibi, hasımların itiraf etmesi Kûruş'in iyiliğini gösterir.[318]

 Kuruş, Allaha İnanıyordu:

Kur'an,     Zulkarneyn'in     Allaha     inandığı,     onu andığı,nimetlerine  şükrettiği  ve  iyiliğini  itiraf  ettiğini açıklamaktadır.   Ebu'l-Kelam   Azad,   Kûruş'in   inancı üzerinde durmuş ve Allanın birliğine inanan,ona kulluk yapıp  dinini  kendisine  halis  kılan  bir  kişi   olduğunu belirtmektedir.

Kuruş, Zerdüşt dinine bağlı idi.Zerduşt'un dini de tevhid dini   idi.   Ülkenin   eski   dini   olan   Mecusilik   dinini bırakmıştı.Kuruş öldükten sonra mecusiler Zerdüşt dinine karşı devrim yapmışlar ve Darayuş bu tevhid dinine son vermiştir.

Zerdüşt dininde olanlar Kuruş zamanında Allanın birliğine inanırlardı. Ama ondan sonra mecusilik halkın arasında yayılmış, Zerdüşt dini ile bütünleşerek tevhid, şirk ve küfürle karışmıştır, bu dinin mensuplarına da artık mecusiler denilmiştir. Müslümanlar, Zerduştilerin-yeni mecusilerin- semavi bir din ve kitap ehli olduklarını unatmamışlar, Rasulullah "Onlara kitap ehli muamelesi yapınız" buyurmuştur. Yani kitap ehli yahudi ve hiristiyanlara muamele yaptığınız gibi onlara da öyle muamele yapınız.Onun için müsfümanlar onlardan cizye almışlardır.

Bu demektir ki İslam, Zerduşluğun Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi semavi kaynaklı olduğunu itiraf etmekte, ancak bozulup değiştirildiği, şirk ve küfürle karıştığı için onu kabul etmemektedir.

Ebul-Kelam Azad, Zerdüşt'ün Irana gönderilmiş bir peygamber olduğunu ve Kûruş'in de bu peygaberin dinine bağlı bulunduğunu, ancak daha sonra bu dinin iranlılar tarafından değiştirilip bozulduğunu söylemektedir.[319]

 Yecûc ve Mecûc:

Zulkarneyn'in iranlı Kuruş olduğu ve Kur'anda belirtilen Yecuc ve Mecuc şeddinin de Hazar denizi ile Karadeniz

arasında Kafkas dağlarındaki Daryal geçidi üzerinde yapıldığını kararlaştırdıktan sonra şimdi de Yecuc ve Mecuc, onların yeri, çıkışları ve Kûruş'in onlara karşı yaptığı şeddin sonunun ne olduğu konulan üzerinde duracağız.[320]

 Kuranda Yecûc ve Mecûc:

Kur'anı Kerimde Yecuc ve  Mecuc'dan iki defa söz edilmektedir.   Birincisi,   üzerinde   durduğumuz   Kehf suresinin "Ey Zulkameyn, şüphesiz Yecuc ve Mecuc yer yüzünde bozgunculuk yapıyorlar, dediler"[321] ayetidir.

Diğeri de Enbiya süresindeki "Yecuc ve Mecuc açılıp her tepeden boşandıkları ve verilen gerçek sözün vakti yaklaştığı zaman inkar edenlerin gözleri belerir ve "Eyvah! Bundan önce gaflet içinde idik, hayır zalimdik,derler"[322] ayetleridir.

Kehf süresindeki ayetler geçmişte Yecuc ve Mecuc'dan, yeryüzünde bozgunculak yaptıklarından sözetmekte, onlara karşı Zulkarneyn'in şeddi yapmasını, onun zamanında veya daha sonra şeddi aşamadıklarını veya delemediklerini bildirmektedir.

Enbiya süresindeki ayetler ise, gelecekte Yecuc ve Mecuc'tan, kıyamete yakın çıkmalarından söz eder. Ayetler bunu "Iza" kelimesiyle belirtmektedir. Bu kelime gelecek zaman zarfıdır. Yecuc ve Mecuc için yolun açılacağını bildirmektedir.

Onların önünde yolun açılmasını bazıları şeddi yıkmaları ve içinden geçip çıkmaları anlamında maddi bir açılma olarak anlamış, bunu da ancak kiyamete yakın bir zamanda yapabileceklerini ve şeddin şu ana kadar mevcut olduğunu söylemiştir.

Ancak biz açılmanın manevi olduğunu, yerlerinden çıkmaları için Allahın izin vermesi, yerleri ve ülkeleri istila etmeleri anlamında olduğunu düşünüyoruz. Bu çıkış da kıyamet saatine yakın olacak büyük çıkışlarıdır.Allah en iyi bilendir.

Ayet, çıkışlarının ne kadar büyük olduğuna, sayılarının çokluğuna ve her yeri çekirge sürüleri gibi istila edeceklerine işaret ederek "Her tepeden boşanırlar" der.

Sahih hadisler oların çokluğuna,çetin olduklarına, her yeri amansızca yıkıp yakmalarına ve salacakları dehşete işaret eder.

Ayet, bu büyük, amansız, çetin, yakıp yıkan çıkışın kıyamet saatinin öncesine raslayan son çıkış olduğuna işaret eder. "Gerçek sözün vakti yaklaştığı zaman" Bu söz, kiyametin kopması sözüdür. Yani onların çıkmasıyla kiyamet saati yaklaşmış olacak ve sahih hadislerin belirttiği gibi çıkmalarından az bir süre sonra kiyamet kopacaktır.[323]

 Yecuc ve Mecuc Kelimeleri Arapça Mıdır?

Dilbilginleri Yecuc ve Mecuc kelimelerinin Arapça olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri bu isimlerin türemiş, yani Arapça isimler olduğunu söylemiştir.İbn Manzur Lisanu'1-Arab sözlüğünde bu görüşte olanların söylediklerini aktararak şöyle der:

"Arap dilinde bunlara benzer türemişler vardır.Ateşin alevlenmesi anlamında "Ecceti'n-Naru", çok tuzlu ve acı su anlamında "Maun Ucac" gibi. Yecuc ve Mecuc da Yeful vezninde   ateşin   alevlenmesi   anlamındaki   kelimeden türemiş gibidir.İkisinin Fâûle vezninde olması da caizdir.

İki  isim türemiş olsaydı,  yapıları bu olurdu.Arapça olmayan kelimeler ise Arapçadan türetilmezler."[324]

,Rağıb Isfahani de Ecce kökünde şöyle der:"Milhun Ucac, çok tuzlu ve sıcak tuz demektir.Ateşin alevlenmesi,ateş alevlendi, gün ısındı, kelimeleri de bu sıcaklığı belirtir. Yecuc ve Mecuc da bu köktendir. Çok hareketli olduklarından alevli ateşe ve dalgalı suya benzetilmişlerdir."[325]

Başka dilciler ise iki ismin Arapça olmadığı, yabancı kelimeler olduğu, özel isim ve yabancı kelime oldukları için belirsiz olduklarında sonlanna kesra ve tenvin gelemediğini söylerler.

Doğru  olan  görüş  budur.  Çünkü  Yecuc  ve  Mecuc kabileleri   Araplardan   ve   Arapçanın   dil   kuralları   ve özelliklerinin  belirlenmesinden  önce  mecvut  olmuştur. Arapçadan önce yaşamış milletlerin dillerinden gelen iblis, Adem, Havva, Musa, Harun,Tevrat, incil, Yecuc ve Mecuc gibi  kelimeleri  Arapçadan  saymaya  kalkışmak  doğru değildir.

Ebu'l-Kelam Azad her iki kelimenin de Arapça olmadığına işaret ederek şöyle der:

"Yecuc ve Mecuc kelimeleri sanki Arapça imiş gibi görünüyor. Halbuki kaynak olarak Arapça olmayabilirler. Çünkü   Arapça   kalıba   uymuş   yabancı   iki   kelimedir.

Yunanca Gag ve Magag olarak söylenirler.Tevratın yetmişinci tercümesinde de bu şekilde geçmektedir.Diğer Avrupa dillerinde de aynı şekil ile yayılmıştır."[326]

 Moğolistan, Yecuc ve Mecuc'un Yurdudur:

Bilginler, Yecuc ve Mecuc'un anayurdu ve ilk defa hangi bölgede   yaşadıkları   konusunda   ihtilaf   etmişlerdir. Araştırmacı alimler bunun Monğolistan (Moğolistan), Yecuc ve Mecuc'un da göçebe Monğol (Moğol) kabileleri olduğunu söylerlar.

Çin kaynaklan Monğol kelimesinin aslının Mongok veya Moncok olduğunu söyler. Her iki durumda da kelime Ibranice'deki Magog ve Yunanca'daki Magag telafuuzuna yakındır. Çin tarihi bu bölgede Yuvaşi adında başka bir kabileden de söz eder. Anlaşıldığına göre bu kelime İbranice'de Yecuc şeklini alıncaya kadar milletlerin telaffuzunda bugüne kadar değişitirilerek gelmiştir."[327]

Öyleyse,tercih edilen görüşe göre Yecuc ve Mecuc'un anayurdu Moğolistandır. Hatta Monğolya ve Moğol adı, Yecuc kelimesine bağlı ve onunla ilişkilidir.Nitekim Yecuc ve Mecuc bazan Moğol adıyla, bazan da Tatarlar adıyla bilinmiştir.[328]

 Yecuc ve Mecuc'un Çıkışı  İle İlgili Yedi Devir:

Yecuc ve Mecuc'un Moğolistan, Rusya ve Çin'in işgali altındaki Türkistan'da bulundukları görüşünü tercih ettik. Acaba bunlar daha Önce çıktılar mı, yoksa kiyamet saati öncesine kadar çıkmayacaklar mı? Kimi alimlere göre yalnız bir defa çıkacaklardır. O da kiyamet saatinin öncesinde olacak çıkıştır.

Ama araştırmacı ailmler bunların defalarca çıktıklarını ve hadislerin belirttiğine göre en son çıkışlarının da her yeri yakıp yıkacakları kıyamet saati öncesindeki olacağını söylerler. Bunların çıkışları için yedi devir olduğuna işaret etmişlerdir. Bu devirleri Ebu 'l-Kelam Azad şöyle sıralamkadır:

1- Tarih öncesi devir. Yani yaklaşık beşbin yıl önce olan çıkış.O devirde Gobi çölünden geçerek Çin topraklarına saldırır ve medeniyetini tehdit ederlerdi.

2- Tarihin başlangıcında, yani M.Ö.1500 ile 1000 yılları arasındaki-   devirde   Moğollar   dalgalar   halinde   Çin vadilerine,   Orta   Asya   yükseklikleri,   Türkistan      ve Moğolistan'a    girmek    için    kuzey    doğudan    akın edenlerdi.Orada yerleşir ve tarımla uğraşırlardı.

3- Üçüncü devir, yaklaşık milattan önce bin yılları başlarında başlar. Bu devirde sözkonusu kabileler Hazar denizi, Karadeniz, Doğu Kafkasya,Volga, Dinyeper ve Dinyester nehirleri bölgesine saldırmışlardır.

Yunanlıların Si Tehin adını verdikleri bunlardan bazı kabileler Kafkas dağlarındaki Daryal Geçidinden geçerek yaklaşık M.Ö.700 yıllarında Babil medeniyetine saldırmıştır. Asur medeniyetinin yıkılmasında Moğolların bu saldırılarının direkt etkisi olmuştur.Yunanlı tarihçi Heredot buna işaret eder.

4- Yaklaşık M.Ö. 500 yıllarında Moğol kabileleri Daryai geçidinden geçerek Asyanın batı bölgelerine saldırmışlardır. İranlı Kuruş olan zulkarneyn o geçit üzerinde bir set yapmış, böylece Yecuc ve Mecuc'un hücumlarını önlemiş, bir süre için bu bölgelerin halkı hücumlardan kurtulmuştur.

5- Yaklaşık M.Ö.300 yıllarında Yecuc ve Mecuc kabileleri doğuya yönelmiş ve Çin imparatorluğuna saldırmışlardır. Çin tarihçileri bu kabilelere Hiyunğ Hu adını vermişlerdir. Bu devirde Çin imparatoru Şin Huvanğ Ti hücumlarını önlemek için meşhur Çin Seddi'ni yapmıştır. Şeddin yapımı M.Ö.264 yılında başlamış ve on yıl içinde bitmiştir. Böylece Çin'e saldırılarını Önlemeyi başarmıştır.

Çin şeddinin Zulkarneyn'in yaptığı set olduğu insanlar arasında yaygındır. Oysa bu yanlıştır.Çünkü Zulkarneyn'in şeddi sözkonusu kabilelerin dördüncü saldırısını önlemek için Daryal geçidi üzerinde yapılmıştır. Uzun Çin şeddi ise, bu kabilelerin beşinci saldırısını önlemek için Çinliler tarafından yapılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Yecuc ve Mecuc kabilelerinin saldırılarını önlemek için Zulkarneyn'in yaptığı şeddi Çin imparatoru örnek almış ve uzun Çin Seddi'ni yapmıştır.

6- Miladi dördüncü asırda meydana gelmişür.Bu devirde komutanları Atilla'nın liderliğinde Avrupaya yönelmişler ve Roma imparatorluğunu yenmişler, başkenti Roma'ya girmiş ve yerle bir etmişlerdir.Bu şekilde 476 yılında asırlar süren Roma medeniyetinin de işini bitirmişlerdir.

7- Hicri   yedinci/miladi   onikinci   asırda   Cengizhan

liderliğinde   batıda    islam   alemine    saldırmışlar    ve müslümanları  yenilgiye  uğratarak  her tarafı yerle  bir etmişlerdir. Cezgiz Han'ın torunu Hulagu, hilafetin merkezi Bağdad'a  girmiş ve  h.656/M.1258 yılında yerle bir etmiştir.

Ebu'l-Kelam Azad'ın kitabında belirttiği ve Dr.Abdulalim Hızır'ın ondan aldığı Yecuc ve Mecuc'un yedi devri yahut çıkışı özetle bunlardır.[329]

 Cengiz Han ve Hulagu Yecuc ve Mecuc'tandır:

Tarihçi ve tefsircilerden bir grup, Moğolların veya Tatarların Yecuc ve Mecuc'tan olduğunu ve çıkışlarından birini temsil ettiklerini söylemişlerdir. Cezgin Han ve Hulagu'nun liderliğinde çıkışları da yedinci devir olduğunu belirtmişlerdir.

, Bu görüş mümkün olabilir, tuhaf veya kabul edilemez bir görüş de olmayabilir. Moğol veya Tatarların yahut Yecuc ve Mecuc'un çıkışı çok büyük ve amansız olmuş, islam alemini istila etmeleri ve yaptıkları yıkım korkunç bir felaket olmuştur.[330]

Tarihçi İbnu'1-Esir ve Moğol saldırıları:

Tarihçi İbnu'I-Esir, Moğolların ilk saldırıları ve islam aleminin   doğu   bölgelerini   istila   etmeleri   döneminde yaşamış,    el-Kamil    fi't-Tarih    kitabında    zarar    ve yıkımlarından  birçok şeyler kaydetmiş,  hepsini hüzün, gözyaşı ve ızdırap dolu duygular, tepkiler ve sızlanmalarla, islam   aleminin   geleceği   konusunda   yaşadığı   matem duygularıyla dile getirmiştir.

Ancak lbnu'1-Esir, Hulagu Bağdad'a girmeden önce hicri 630 yılında vefat etmiştir. Şair ruhlu ve edebiyatçı olan Ibnu'1-Esir, Hulagu'nun Bağdad'a girmesini ve şehri yerle bir etmesini görseydi acaba bu felaketi nasıl tasvir edecekti! el-Kamil fi't-Tarih kitabı, Cengiz Han hücumunun başlangıcını ve özellikle bu hücumun ilk on yılını anlatan temel bir kaynak sayılır.

Ibnu'l-Esir'in güzel yanı, sadece rivayet eden bir tarihçi olmamasıdır. Aksine meydana gelenlerden etkilenen, olaylar karşısında duygulanan ve üzüntüden neredeyse kahrolan bir tarihçidir. Duygulan,hisleri ve reaksiyonları

tarihinde yansımıştır.Kitabını okuyan bir insan karşısında üzüntü, keder, acı ve ızdıraptan mum gibi eriyen bir yazar görür gibidir.

İbnu'1-Esir,kaydedip yazdıklarından dersler, ibretler ve anlamlar   çıkarmaya   çalışır.Toplumda   rabbani   sosyal yasaların olduğunu ve tarihte olayların bu sosyal yasaların bir  yansıması  yahut tercümesi  olarak  ortaya  çıktığını okuyucularına verir.

lbnu'1-Esir, o dönemle ilgili haberlerini ve bilgilerini bizzat olayları yaşayan, onlardan etkilenen ve ruhlarında duyan insanlardan almıştır. Onun kaynaklan canlı olup savaş meydanından ve bizzat yaşayanlardan oluşmaktadır. Ravileri, tıpkı günümüz savaş muhabirleri ve gazetecileri gibi kişilerdir. İbnu'l-Esir'den ve kitabındaki metodundan bu kadar sözetme ile yetiniyoruz.[331]

 Cengiz Han'ın Çıkışı ve İslam Alemine Saldırması:

Yecuc ve Mecuc'un çıkışı hicri yedinci asırda 616 yılında başladı. Bunlar Moğolistan'da ve bizzat Tamğaç[332] dağlarında yaşarlardı. Özbek Han adında bir kralları vardı.

Özbek Han'ın Timuçin adında meşhur ve genç bir komutanı vardı. Jurnalciler bunu Han'a jurnal etmişler, o da onu uzak bir bölgeye sürgüne göndermiş.Timuçin Özbek Han'a karşı isyan etmiş ve kendisiyle savaşmak için büyük bir ordu hazırlamış, savaşta Özbek Han'ı yenmiş ve öldürmüş,kendisi onun yerine hükümdar olmuş, adını da Timuçin'den Cengizhan'a çevirmiştir.

Cengiz Han h.599 yılında hükümdar olmuş ve bölgenin tümünü kendisine bağlamıştır.Sonra islam alemine doğru

batıya yürümüştür.

Doğuda müslümanların hükümdarı Harzemşah'la h,616 yılında savaşa girmiş, Harzemşah'ı yenmiş ve yenilen hükümdar h.617 yılında ölmüştür.Ondan sonra Cengiz Han islam ülkelerini birer birer işgal ederek hicri 624 yılında ölünceye kadar islam aleminin doğu bölgelerini birer birer işgal etmiş ve yakıp yıkmıştır.[333]

Cengiz Han'ın ölümünden sonra müslümanlarla Moğollar arasında savaşlar devam etmiş, onun yerine geçen torunu Hulagu zamanında da müslümanlara saldırıları sürmüştür. Hulagu Moğollar -Yecuc ve Mecuc-dan ikiyüz bin kişilik bir ordu hazırlamıştır.Bağdad'ta müslümanların ordusu ise obin kişiden az olmuştur.[334]


[279] Muhammed Yusut Hayr, Age.9

[280] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/227-228.

[281] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/229-230.

[282] Fethul-Bari,6/382

[283] Fethur[-Bari,6/382

[284] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/230-231.

[285] Buhari,Enbiya,7.Yecuc  ve  mecuc  bölümü,hadis  no,3346.   Müslim,Fiten  ve Eşratu's-Saa,1, Fiten, Yecuc ve Mecuc şeddinin açılması bölümü, hadis no.2880

[286] Buhari, hadis no,3347,Müslim,hadis no,2881

[287] Buhari,Mukaddime,bab,7,Yecuc ve Mecuc olayı. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/231-232.

[288] Müslim bi Şerht'n-Nevevi.17/2

[289] İbn Hacer,Fethu'l-Bari,13/107

[290] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/232-234.

[291] Hadis kitaplarında Deccal ve onun gibi alâmet türünden sayılan şeylerle ilgili rivayetler çoktur. Sıhhatine inanmadığımız ve çocukları avutmak için anlatılan masallara benzeyen iki sayfadan fazla uzun olan bu rivayeti buraya almadık Merak edenler Müslim. Rten, 20,hadis no,2137 nolu hadisine bakabilirler. Ayrıca Buhari'de de buna benzer rivayetler vardır.Buraya almadığımız rivayet için de bakınız. Buhari,Enbiya,7, hadis no,3348. (çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/234.

[292] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/234-235.

[293] Seyid Kutup, Fi Zilali'l-Kur'an,4/2289-2290 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/235-238.

[294] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/238.

[295] Bakınız,Zulkarneyn el-Kaidu'l-Fatih ve'l-Hakimu's-Salih, 248

[296] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/238-239.

[297] Age.84-90

[298] Age.148-162 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/239-240.

[299] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/240-241.

[300] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,

(2.Baskı) Konya 2005: II/241.

[301] Bu savunma "Ölümsüz Müdafaa" adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Ebu'l-Kelam Âzâd, İngilizerin Hin











Zülkarneyn Kıssası



Mustafa Öztürk∗



Öz

Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf suresi 18/83-98. ayetlere konu olan Zülkarneyn kıssası, anlaşıl- ması ve yorumlanması hususunda birtakım belirsizliklerin ortaya çıktığı ve hakkında birbirinden tamamen farklı rivâyetlerin aktarıldığı bir kıssadır. Bu makalede Zülkarneyn kıssasındaki müphemlikler açıklığa kavuşturulmaya çalışılmış, bunun yanında klasik ve modern dönemlere ait tefsir kitaplarındaki çeşitli görüşler tenkide tabi tutularak sonuçta mevcut görüşlerden hangisinin daha isabetli olduğu hususunda delilli bir fikir ortaya ko- nulmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Zülkarneyn, Yecüc ve mecûc (Gog ve Magog), Büyük Kyros, Makedon-
yalı İskender


Abstract

The Story of Zulqarnain

The Story of Zulqarnain which takes place in 83-98th verses of sûra al-Kahf in The Holy Qur’an is a story that a number of uncertainities emerge and some completely different narrations are conveyed in its understanding and interpreting. In this article the resear- cher tried to resolve the ambiguities as well as criticised the approaches in classical and contemporary Qur’anic interpretation books. Eventually the researcher tried to put forth an evidence-based idea about the most precise approach.

Key Words: Zulqarnain, Gog and Magog, The Grand Kyros, Alexander of Macedonia

Atıf: Mustafa Öztürk, “Zülkarneyn Kıssası”, KTÜİFD, c. 1, sy. 2, Güz/2014, s. ?? - ??









∗             Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı, ozturkm@
cu.edu.tr


Mustafa Öztürk


Giriş

Kur’an’daki kıssalar arasında tarihî çerçeveye oturtulması en zor olanlarından biri, Kehf suresi 18/83-98. ayetlerde geçen Zülkarneyn kıs- sasıdır. Muhtemelen bu sebeple Zülkarneyn kıssasının temsilî olduğu yö- nünde yorumlar yapılmıştır. Kur’an’ın tarihte karşılığı bulunmayan tem- silî kıssa veya kıssalar içerip içermediği meselesi bir yana, Zülkarneyn kıssasının özellikle zaman ve mekân gibi unsurlar açısından son derece müphem ifadeler içermesi Zülkarneyn’in tarihi kimliğini belirleme zorlu- ğunun yanında kıssanın fantezi diye nitelendirilebilecek türden yorumla- ra konu olması gibi ciddi bir probleme de zemin oluşturmuştur.

Klasik tefsir literatürü Zülkarneyn kıssasının izahına dair çok zen- gin bir bilgi malzemesini muhtevidir. Bu malzeme sıhhat ve mevsukiyet açısından tartışılır olmakla birlikte, en azından geleneksel tefsir anlayışı çerçevesinde ilmî bir ciddiyete işaret eder niteliktedir. Buna mukabil son dönemde müstakil kitap olarak yayımlanan Zülkarneyn: Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, İşte Zülkarneyn İşte Kıyamet, Zamanın Sahibi Zülkarneyn, Koç Çağının Efendisi Marduk ya da Zülkarneyn gibi çalış- malar tefsir ilmi açısından hemen hiçbir değer taşımadığı gibi bir Kur’an kıssasının yorum adı altında düpedüz tahrife maruz bırakılması ve aynı zamanda hemen her türlü fikrî fantezinin tefsirden sayılması anlayışının giderek daha fazla taraftar bulmasına katkı sunması dışında hiçbir işleve de sahip değildir.

Zülkarneyn kıssasının tarihî bir çerçeveye oturtulmasının imkânını arayıp bulma noktasından hareketle bu çalışmada kıssadaki müphemlik- ler imkân elverdiği ölçüde tavzih edilecek, bunun yanında klasik ve mo- dern dönemlere ait tefsir kitaplarındaki çeşitli görüşler tenkit süzgecin- den geçirilecek ve sonuçta mevcut görüşlerden hangisinin daha isabetli olduğu hususunda müdellel bir fikir serdedilecektir. Diğer taraftan, sözü fazla uzatmamak için kıssayla ilgili görüşlere kaynaklık eden rivayetler mümkün mertebe özetlenerek nakledilecek, ayrıca çok zayıf ve tutarsız olduğu kolayca anlaşılan görüşlere kısa atıflarda bulunmakla yetinilecek, buna mukabil az çok delilli ve mesnetli görüşlere daha fazla yer verile- cektir.

Zülkarneyn Kıssasını Muhtevi Ayetlerin Meali

Başta da ifade edildiği gibi, Zülkarneyn kıssası Kehf 18/83-98. ayet-


Zülkarneyn Kıssası


lerde geçmektedir. Kıssayı muhtevi ayetler mealen şöyledir: “Ey Peygam- ber! Sana Zülkarneyn hakkında soruyorlar. De ki onlara: “Size ondan biraz bahsedeyim.” Gerçekten biz Zülkarneyn’e yeryüzünde güç ve iktidar ver- dik; muhtaç olduğu her şeye ulaşmanın bilgi ve imkânını lütfettik.

Zülkarneyn, sahip olduğu bilgi ve imkânla bir yola koyuldu. Nihayet güneşin battığı yere ulaştı. Orada gördü ki güneş kara balçıklı bir suya ba- tar hâldeydi. Zülkarneyn orada [müşrik] bir halkla karşılaştı. Bunun üze- rine biz şöyle buyurduk: “Ey Zülkarneyn! İstersen onları cezalandırırsın, istersen onlara iyi davranırsın.”

Zülkarneyn o halka şöyle dedi: “Kim şirk inancında direnirse biz onu cezalandıracağız. Vakti gelince o kişi rabbinin huzuruna  çıkarıla- cak ve rabbi onu çok daha şiddetli bir şekilde cezalandıracak. İman edip imanlarına yaraşır güzellikte işler yapan kimselere gelince, böyleleri ise çok güzel bir mükâfata nail olacak. Üstelik biz onlara [mükellefiyetler hu- susunda] her türlü kolaylığı göstereceğiz.”

Zülkarneyn bir süre sonra yine bir yola koyuldu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştı. Orada gördü ki güneş bir halkın -ki biz o halk için kendilerini güneşten koruyacak hiçbir engel meydana getirmemiştik- üzerine doğuyor haldeydi. Evet, işte Zülkarneyn böyle geniş bir imkân ve iktidar sahibi idi. Şüphesiz biz onun sahip olduğu her şeyi ve neler yapıp ettiğini bütün ayrıntısıyla biliyorduk.

Zülkarneyn zaman sonra başka bir yola daha koyuldu. Nihayet iki dağ arasında bir bölgeye vardığında, bu bölgenin öte tarafında neredey- se hiç söz dinlemez, laf anlamaz, hak tanımaz bir halkla karşılaştı. Beri taraftaki diğer halkın temsilcileri, “Ey Zülkarneyn!” dediler, “ Bu Ye’cüc ve Me’cüc memlekette bozgunculuk yapıyor. Ne istersen versek de sen bi- zimle onlar arasına bir sed inşa etsen!”

Zülkarneyn de onlara, “Rabbimin bana lütfettiği geniş imkân, güç ve iktidarın yanında, sizin vereceğiniz şeyin/ücretin esamisi okunmaz. Siz bana beden gücüyle yardım edin, ben de onlarla sizin aranıza istediğiniz gibi sağlam bir sed yapayım” diye karşılık verdi. Zülkarneyn, “Bana demir kütleler getirin.” dedi.

Nihayet iki dağın arası demir kütlelerle doldu. Zülkarneyn ateş ya- kıp “Körükleyin!” dedi. Demirler eriyip akkor haline gelince, “Bana erimiş bakır getirin, üzerine dökeyim.” dedi. İşte bundan sonra Ye’cüc ve Me’cüc


Mustafa Öztürk


o seddi ne aşabildi ne de onda bir gedik açabildi. Zülkarneyn seddi ta- mamlayınca şöyle dedi: “İşte bu rabbimin bir lütfudur. Bu seddi ancak rabbimin vaat ettiği kıyametin kopması yok edebilir. Rabbimin vaadi ise mutlaka gerçekleşir.”

Zülkarneyn Kıssasının Nüzul Sebebi

Tefsir ve siyer kaynaklarında Zülkarneyn kıssasının nüzul sebebiyle ilgili çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Ancak bu rivayetler Zülkarneyn kıs- sasına da atıfla genel olarak Kehf suresinin sebeb-i nüzulü bağlamında zikredilmiş, yine aynı rivayetlere Ashâb-ı Kehf kıssası ve Ruh ayeti (İsrâ
17/85) münasebetiyle de yer verilmiştir. İbn Abbas’tan nakledilen bir ri- vayete göre Kureyşli müşrikler Hz. Peygamber’in nübüvvet iddiasıyla il- gili bilgi almak üzere kıssacılığıyla tanınan Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt’ı Medine’deki Yahudi âlimlerine göndermişler, bu âlimler de Hz. Peygamber’e Ashâb-ı Kehf, yeryüzünün doğu ve batısına giden kişi ve ruh hakkında soru sormalarını, bu sorulara cevap verdiği takdirde ona inanıp tabi olmalarını söylemişlerdir. Hz. Peygamber bu sorulara yönelik cevabı bir gün sonra vereceğini söylemiş, fakat bunu söylerken “inşaallah” deme- yi unutmuştur. Bu hadisenin ardından vahiy kesilmiş, Hz. Peygamber’in beklediği vahiy gelmeyince müşrikler ileri geri konuşmaya başlamıştır. Derken, onbeş gün kadar sonra, “Allah izin verirse demedikçe hiçbir şey için şu işi yarın yapacağım deme” mealindeki 23-24. ayetleri de muhtevi olan Kehf suresi nazil olmuştur.1

İbn Ebî Hâtim (ö. 327/938) Zülkaneryn kıssasıyla ilgili olarak Süd- dî’den daha farklı bir rivayet nakletmiştir. Bu rivayete göre Yahudiler, “Ey Muhammed! Hep İbrahim, Musa ve İsa’dan söz ediyorsun, ama sen bu peygamberleri bizden öğrendin. Peki, şimdi de Allah’ın Tevrat’ta sa- dece bir yerde zikrettiği bir nebiden söz et, bakalım” dediler. Rasûlullah “O nebi kimdir?” diye sorunca, “Zülkarneyn” diye karşılık verdiler. Rasû- lullah, “Zülkarneyn hakkında bilgim yok” deyince, Yahudiler kendilerince Rasûlullah’ı alt ettiklerini düşünerek sevinç içinde meclisten ayrılmaya kalktılar, fakat dışarı çıkmadan Cebrail “ve-yes’elûneke an zilkarneyn”


1    Ebû Abdillah Muhammed İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, nşr. Muhammed Hamidullah, Fas/Mağrib 1976, s. 182-183; Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut 1999, IV. 174, 271; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1983, III. 71-72, 100; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, Beyrut 1987, V. 82; Ebû Abdil- lah el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1988, X. 225-226.


Zülkarneyn Kıssası


diye başlayan ayetleri indirdi.2

Yine İbn Ebî Hâtim’in naklettiği başka bir rivayete göre Ehl-i Ki- tap mensupları (Yahudiler) Rasûlullah’ın yanına gelip, “Ey Ebü’l-Kâsım! Yeryüzünde uzun boylu seyahatler yapan kişi hakkında neler söylersin?” dediler. Rasûlullah, “Benim o kişi hakkında bilgim yok” diye karşılık ver- di. Tam o esnada Yahudiler tavandan bir çatırtı sesi işittiler ki bu sıra- da Rasûlullah’a vahyin ağırlığı çöktü. Derken, Rasûlullah kendine geldi “ve-yes’elûneke an zilkarneyn” diye başlayan ayetleri okumaya başladı ve sedle ilgili ayetleri okumak üzereyken, Yahudiler, “Evet, Muhammed Zül- karneyn’in haberini anlattı. Ey Ebü’l-Kâsım! Bu kadar kâfi” dediler.3

İbn Ebî Hâtim’in naklettiği rivayetler Zülknarneyn kıssasının ger- çek sebeb-i nüzulü olmaktan çok, Kur’an’ın nüzul döneminden sonraki çağlarda bilhassa müslümanlar ile Ehl-i kitap arasında yaşanan polemik- ler ve buna bağlı olarak erken dönemlerden itibaren İslam geleneğinde “beşâirü’n-nübüvve” (â’lâmü’n-nübüvve/delâilü’n-nübüvve) diye kav- ramlaştırılan Hz. Peygamber’i yüceltme gayretlerinin bir yansıması gibi görünmektedir. Çünkü Kehf suresinin Mekke döneminde indiği bilinmek- tedir. Bu dönemde Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında böyle sıkı diya- loglar ve münazaralar yaşanması vakıaya mutabık görünmemektedir.

Bize göre Zülkaneryn kıssasıyla ilgili sebeb-i nüzul rivayetleri ara- sında en tutarlı olanı İbn Abbas rivayetidir. Nitekim bu rivayet başta İbn İshak’ın (ö. 151/768) Sîre’si olmak üzere erken dönem siyer ve tefsir kay- naklarının hemen tamamında nakledilmiştir. Buna mukabil Elmalılı Ham- di Yazır (ö. 1942) birtakım gerekçelerle İbn Abbas rivayetinin ihticaca müsait olmadığını söylemiştir. Bu gerekçelerden biri, rivayetin senedinde meçhul bir ravinin yer alması, diğer bir gerekçe Hz. Peygamber’e soru- lan üç sorunun aynı anda değil, farklı zamanlarda sorulma ihtimalinin bulunmasıdır. Üçüncü bir gerekçe, söz konusu sorulardan üçüncüsünün daha önce nazil olan İsrâ suresinin “Ruh ayeti” diye bilinen seksenbeşinci ayetinde açıklanmış olması, ayrıca İbn Abbas rivayetinin Ruh ayeti müna- sebetiyle Buhârî (ö. 256/870) ve Müslim’in (ö. 261/875) İbn Mes’ûd’dan naklettikleri hadisle bağdaşmamasıdır. Elmalılı’nın bir diğer önemli ge- rekçesi de Ashâb-ı Kehf kıssasının Yahudi değil, Hıristiyan geleneğine ait olması, dolayısıyla Hz. İsa’yı reddeden Yahudi âlimlerin Ashâb-ı Kehf ’e ait

2      Ebû Muhammed İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Riyad 2003, VII. 2381.
3      İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VII. 2382.


Mustafa Öztürk


bir keramet kıssasını kabul edip bu kıssaya dair soru sormalarının akla yatkın olmamasıdır.4

Öncelikle belirtmek gerekir ki Ashâb-ı Kehf kıssası Yahudi gele- neğine aittir. Daha açıkçası, Ashâb-ı Kehf M.S. 249-251 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nu yöneten Trajan Decius (Dakyanus) döneminde yaşadıkları ileri sürülen ve yaygın olarak “Efes’in yedi uyurları” diye bili- nen kimseler değil, büyük bir ihtimalle Essenîler cemaatine mensup kim- selerdir. İbn Kesîr’in (ö. 774/1373) ifadesiyle, “Ashâb-ı Kehf ’in Meryem oğlu İsa’nın tebliğ ettiği inanç sistemine bağlı olduğundan söz edilmiştir. Allahu a‘lem, onların Hıristiyanlık öncesi dönemde yaşamış oldukları çok sarihtir. Çünkü eğer onlar Hıristiyanlığa mensup olsalardı, dinî kültür yö- nünden kendilerini Hıristiyanlardan alabildiğine uzak tutan Yahudi din adamları böyle bir kıssayı kendi gelenekleri içinde muhafaza etmezler- di. Ayrıca İbn Abbas’tan nakledilen rivayette de belirtildiği gibi, Kureyşli müşrikler Hz. Peygamber’i sınamaya ilişkin birtakım bilgiler almak üzere Medine’deki Yahudi din bilginlerine adam göndermişler; o bilginler de müşriklere Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve Ruh hakkında soru sormalarını salık vermişlerdir. İşte bu hadise Ashâb-ı Kehf kıssasının Yahudilere ait kitaplarda bulunduğunu, dolayısıyla Hıristiyanlık öncesi döneme ait ol- duğunu göstermektedir.”5

4      Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1979, V. 3219-3220.
5    Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1983, III. 74. Essenîler M.Ö. 2. ve M.S. 1. yüzyıllar arasında yaşamış ve münzevi bir hayat tarzını benimsemiş olan bir Yahudi cemaatidir. Bu cemaat mensuplarının Filistin topraklarının çeşitli yerleri- ne dağılmış olmakla beraber özellikle Kudüs’ün 30 km. doğusunda, Ölü Deniz’in (Lut Gölü) kuzeybatı yakasında gruplar halinde yaşadıkları tahmin edilmektedir. Essenî kelimesinin kökeni ve ne manaya geldiği ihtilaflıdır. Gerek Ölü Deniz Yazmaları’ndaki gerekse Yahudi tarihçi Flavius Josephus’un Yahudilerin Savaşı adlı eserindeki bilgile- re göre Essenîler katı sayılabilecek kuralları ve kendine özgü hiyerarşisi bulunan bir cemaat ya da tarikat hüviyetindeydi. Bu cemaate intisap, talibin ahlakî ve manevî seci- yelerinin test edildiği üç yıllık bir sürenin sonunda gerçekleşmekteydi. Talib cemaatin önemli ritüellerinden biri olan toplu yemeğe katılmadan önce üyelerin huzurunda bağlılık yemini edip dindarlığını koruyacağına, adaletten ayrılmayacağına, kimseye zulmetmeyeceğine, her zaman hak ve hakikatin peşinde koşacağına, nefsini her türlü günahtan arındırmaya çalışacağına dair ant içerdi. Essenîler el sanatları ve çiftçilikle uğraşırdı. Yiyecekler ve giyecekler cemaatin ortak kullanımına sunulurdu. Bu yüzden, kendi aralarında ticaret yapmazlardı. Sahip olunan servetin tamamı ortak kabul edi- lirdi. Böylece fertler arasındaki zenginlik-fakirlik farklılaşmasının önü alınmış olur- du. Kanaatkâr olmaya dikkat edilirdi. Keza Tevrat’ın hükümlerine bağlılık son derece önem arzederdi. Cemaat üyeleri kurban kesmez, et yemezlerdi. Yiyecek konusunda haram-helal ayırımına da son itina gösterirlerdi. Geniş bilgi için bkz. Robert Chaney,


Zülkarneyn Kıssası


Diğer taraftan, İsrâ suresinin nüzul sıralamasında elli altıncı, Kehf suresinin altmış sekizinci sırada yer aldığı yönündeki bilgiler kesin ve tartışılmaz nitelikte değildir. Ayrıca İsrâ suresinin nüzul zamanı Mekke döneminin daha erken bir safhasıyla tarihlendirilse bile bu durum sure- nin tüm ayetlerinin bir defada indiği hükmüne varmayı gerektirmez. Bu sebeple, İbn Âşûr’un (ö. 1973) da dikkat çektiği gibi, İsrâ suresinin nüzulü Kehf suresinin nazil olduğu zamana kadar devam etmiştir. Bunun böyle olması pekâlâ mümkün ve muhtemeldir.6

Zülkarneyn Kelimesinin Muhtemel Manaları

Kıssada üç kez geçen zülkarneyn kelimesi sözlükte “sahip, malik” anlamına gelen zû ile “boynuz, kâkül, şakak, küçük tepe, aynı dönemde ya- şayan nesil, akran, yetmiş-seksen yıllık zaman dilimi” gibi farklı manalar taşıyan karn kelimesinin7  tesniye kalıbından müteşekkil bir terkip olup, bu terkibin delaleti karn kelimesine takdir edilen manaya göre değişir.8
Kıssada üç kere geçen Zülkarneyn kelimesinin özel bir isim mi yoksa la- kap mı olduğu açık değilse de hâkim görüş bunun lakap olduğu yönünde- dir. Gerek Arap dilinde lakap ve sıfata delalet eden “zülcenâheyn”, “zülye- deyn” gibi çeşitli kelimelerin bulunması, gerekse Kur’an’da Hz. Yûnus’tan “zennûn/zünnûn” (Enbiyâ 21/87) diye söz edilmesi, Zülkarneyn’in özel isimden ziyade lakap olduğunu düşündürmektedir; fakat bunun ne ma- naya geldiği açık değildir.

İslâmî literatürde yer alan ve önemli bir kısmı Ehl-i Kitap kaynak- larına dayandığı anlaşılan farklı izahlara göre Kehf suresi 18/83-98. ayet- lere konu olan kişi, doğuya ve batıya seferler düzenleyip büyük fetihler yapan bir cihangir olduğu, insanları tevhide davet ettiği için inkârcılar tarafından başının iki tarafına vurularak öldürüldüğü, başında boynuza benzer iki çıkıntı olduğu, tacının üstünde bakırdan iki boynuz bulunduğu,

Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev. Duygun Aras, İstanbul 1996; İsmail Taşpınar, “Hz. İsa Döneminde Münzevi Bir Cemaat: Esseniler”, Köprü Üç Aylık Fikir Dergisi, sayı: 93 (2006), John Marco Allegro, The People of the Dead Sea Scrolls, New York 1958; Robert Feather, The Copper Scroll Decoded, London 2000; Eduard Lohse, Umwelt des Neuen Testaments, [Grundrisse Zum Neuen Testament, Ergänzun- gsreihe1 içinde], Götttingen 1989, s. 59-61.
6      Muhammed Tâhir b. Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus 1997, XV. 244.
7      Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzîbü’l-Luğa, Beyrut 2001, III. 2947-
2951.
8      Hasen el-Mustafavî, et-Tahkîk fî Kelimâti’l-Kur’ân, Beyrut 2009, IX. 274-278.


Mustafa Öztürk


saçları iki örgülü olduğu, emrine ışık ve karanlık musahhar kılındığı, rü- yasında kendisini gökyüzüne tırmanmış ve güneşin iki kenarından tutun- muş halde gördüğü, hem ana hem baba tarafından asil bir soya mensup olduğu, İran ve Yunan asıllı iki soydan geldiği, hayatı boyunca iki nesil ge- lip geçtiği, büyük cesareti ve savaşta düşmanlarını koç gibi vurup devirdi- ği, kendisine zâhir ve bâtın ilmi verildiği için Zülkarneyn diye anılmıştır.9

Bazı müfessirler karn kelimesinin Arapçada kâkül/zülüf anlamın- daki kullanımının yaygın olduğuna atıfla söz konusu lakabın “iki örgülü” manasına geldiğini savunmuş olsa da10 Kehf suresi 85-86 ve 89-90. ayet- lerde Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametinde iki seferine işaret edilme- si, mezkûr izahlardan ilkinin daha isabetli olduğunu düşündürmektedir. Buna göre Zülkarneyn kelimesinin cihangir veya cihan hükümdarı gibi bir mana ifade ettiği söylenebilir.

Bu izah, “Zülkarneyn Bizans ve İran’ı ele geçirmesinden dolayı bu lakapla anılmıştır” şeklindeki Ehl-i Kitap kaynaklı görüşün11 yanı sıra Zül- karneyn lakabının kinaye yoluyla güç ve iktidarı simgelediği, bu sembolik anlamın nüzul dönemindeki Yahudilerce bilindiği yönündeki tespitlerle de desteklenebilir.12 Nitekim Tanah’ın Daniel kitabında koç ve iki boynuz imgesiyle ilgili bir rü’yetten/vizyondan söz edilmekte ve iki uzun boynuz- lu koçun Med ve Pers krallarını simgelediği belirtilmektedir.13

Kıssanın Genel Anlam Çerçevesi

Zülkarneyn’in büyük güç ve imkân sahibi kılınması kıssada sebeb kelimesiyle (Kehf 18/84) ifade edilmiştir. Müfessirler bu kelimeyi genel- likle amaç ve arzuya ulaştıran ilim diye açıklamışlardır. Ancak bazı tefsir- lerde bu kelimenin bir şeye nail olmayı sağlayan her türlü imkândan isti- are olarak kullanıldığı da belirtilmiştir.14 Buna göre Zülkarneyn’e verildiği belirtilen sebebin geniş manada akıl, ilim, irade, kuvvet, kudret, imkân


9    Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, Beyrut 2004, IV. 146; Ebû  Abdillah  Muhammed  b.  Ömer  Fahreddîn  er-Râzî,  et-Tefsîru’l-Kebîr  (Mefâtî- hu’l-Ğayb), Beyrut 2004, XXI. 140.
10    İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI. 19.
11   Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII. 271.
12   Cemâleddîn el-Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, Kahire 2003, VII. 76.
13   Daniel: 8/3, 20.
14   Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI. 141; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 33.


Zülkarneyn Kıssası


gibi amaca ulaşmayı mümkün kılan her şeyi kapsadığını söylemek müm-
kündür.15

Zülkarneyn’in ilk iki seferinden söz eden ayetlerde “mağribe’ş-şems” (Kehf 18/86) ve “matlia’ş-şems” (Kehf 18/90) tabirleri kullanılmıştır. Bu iki tabir lafzî olarak, güneşin doğduğu ve battığı yer anlamına gelir; hâl- buki gerçekte güneşin doğup battığı bir yer mevcut değildir. Bu itibarla, söz konusu tabirler, Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametindeki seferleri sırasında ulaşabildiği en son noktalara işaret etmektedir. Tefsir kaynak- larında bu iki noktanın Batı’da Ege denizi sahilleri veya Atlas okyanusu, doğuda Hint okyanusu veya Asya’nın doğusu olduğu yolunda muhtelif izahlar mevcuttur; fakat bu izahların çoğu zan ve tahmine dayanmaktadır.

Esasen Zülkarneyn’in ilk iki seferiyle ilgili Kur’an ifadelerinden çok kesin bir coğrafi tespitte bulunmak pek mümkün değildir. Bununla birlik- te onun Batı seferinde güneşi kara bir balçıkta batar halde gördüğünü ve orada bir halkla karşılaştığını bildiren Kur’an ifadesinin kozmografik bir gerçekliğin tarifinden öte, büyük ihtimalle sisli-puslu bir ufukta batan gü- neşin çıplak gözle algılanış keyfiyetiyle ilgili bir tasvir olduğunu söylemek mümkündür. Zira güneşin gerçekte kara bir balçığa batması söz konusu değildir.16

Kıssada Zülkarneyn’in doğu seferinde karşılaştığı halktan, “Ken- dilerini güneşten koruyacak bir siper/gölgelik meydana getirmemiştik” (Kehf 18/90) şeklinde söz edilmesi ise bu halkın ilkel şartlarda bir hayat sürdüğü ihtimalinden çok, yaşadıkları coğrafyanın zengin bitki örtüsü bu- lunmayan bir yer, sözgelimi bir bozkır olma ihtimaline işaret etmektedir. Diğer taraftan, kıssada Zülkarneyn’in hükümdarlık vasıflarından ziyade iman, ihsan, adalet, insaf ve şükür sahibi bir kul olarak tasvir edilmesi ve ona atfedilen sözlerde iman, salih amel, ilâhî lütuf ve rahmet gibi kav- ramlara yer verilmesi, Kur’an’daki dilin tevhid merkezli bir din dili olma- sı, kıssanın da bu dilin kalıplarına uygun biçimde aktarılmasıyla ilgili bir hususiyettir.

Din dilinin muktezasınca Zülkarneyn’in Kur’an’da tıpkı peygamber- ler veya din büyüklerine özgü bir dil ve üslupla konuşur biçimde tanı- tılması, bazı İslam âlimlerini onun peygamber olduğunu söylemeye sevk

15   Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emsel fî Tefsîri Kitâbillâhi’l-Münzel, Beyrut 2007, VII.
588.
16   Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI. 142.


Mustafa Öztürk


etmiştir. Buna mukabil bazı âlimler Zülkarneyn’in salih bir kul olduğunu söylemiştir. Bu iki görüşün dışında, Hz. Ömer’e atfedilen ve İbn Kesîr ta- rafından son derece garip olarak nitelendirilen bir telakkiye göre Zülkar- neyn bir melektir.17  Bîrûnî’nin (ö. 453/1061) tuhaf olarak nitelendirdiği diğer bir telakkiye göre ise Zülkarneyn cin taifesindendir.18

Zülkarneyn’in peygamber olduğu fikrini benimseyen âlimler Kehf suresi 18/84. ayetteki “ve-âteynâhu min külli şey’in sebeben” (Biz ona muhtaç olduğu her şeyi elde etme imkânı verdik) ifadesindeki genel mananın kapsamına nübüvvetin de girmesi gerektiği şeklinde bir istid- lalde bulunmuşlarsa da bu istidlal itiraza konu olmuştur.19 Sonuç olarak, Kur’an’daki ifadeler ışığında Zülkarneyn’in peygamber değil ilim, hikmet ve adalet sahibi bir hükümdar olduğunu söylemek daha isabetlidir. Nite- kim âlimlerin çoğunluğunca sahih kabul edilen görüş de bu yöndedir.20

Zülkarneyn’in Tarihî Kimliği

Tefsir ve tarih kaynaklarında Zülkarneyn’in özel ismi, nesebi, ne zaman ve ne kadar yaşadığı gibi konularda çok farklı bilgiler verilmiştir. Mesela, ömür süresiyle ilgili olarak iki veya üç bin yıl gibi abartılı rakam- ların yanında sadece 30 küsur sene yaşadığından da söz edilmiştir.21 Ayrı- ca bazı rivayetlerde Zülkarneyn insanüstü özelliklere sahip olan, emrine bulutlar amade kılınan, bir melek tarafından göğe yükseltilen ve hatta atı- nı Süreyya yıldızına bağlayan mitolojik bir kahraman gibi tasvir edilmiş; ancak bu tür tasvirler İbn Kesîr gibi bazı müfessirlerce eleştirilmiştir.22
Zülkarneyn’in hangi çağda yaşadığı konusunda ise Hz. İsa ile Hz. Peygam-
ber arasındaki fetret döneminde yaşadığı, Hz. İbrahim’le çağdaş olduğu ve onun irşadıyla İslam’a girip Kabe’yi tavaf ettiği veyahut Hz. Musa ve Hızır’la aynı çağda yaşadığı, Hızır’ın teyzesinin oğlu olduğu, âb-ı hayatı


17   Ebü’l-Hasen Ali b. Hüseyin el-Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, nşr. C. Pellat, Beyrut 1966, II. 8; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, nşr. A. Abdülmuhsin et-Türkî, Cîze
1997, II. 537.
18   Ebü’r-Reyhân Muhammed el-Bîrûnî, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sachau, Leipzig 1923, s. 40.
19   Ebû Hafs İbn Âdil, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, Beyrut 1998, XII. 556.
20   Ebü’l-Hasen Ali b. Muhammed el-Hâzin, Lübâbü’t-Te’vîl, Beyrut trs., III. 209.
21   Ebü’l-Kâsım Ali b. Hasen İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, Beyrut 1995, XVII. 361; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 550.
22   İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III. 101.


Zülkarneyn Kıssası


aramak üzere karanlıklar ülkesine yolculuk yaptığı ve bu yolculukta Hı- zır’ın da rehber olarak hazır bulunduğu tarzında ilginç görüşler ileri sü- rülmüştür.23

İzzet Derveze’ye (ö. 1984) göre rivayet kaynaklı bu görüşlerde ha-
kikat ile hayal iç içe geçmiş, tarihî olaylarla efsaneler mezcedilmiştir.24
Derveze’nin bu değerlendirmesi isabetli görünmektedir. Çünkü bilhassa tarih kaynaklarındaki rivayetlere bakıldığında kimi zaman Zülkarneyn ile Hızır arasında ilişki kurulduğu, fakat bu iki isimle ilgili bilgilerin birbirine karıştırıldığı,25  kimi zaman da Zülkarneyn’le özdeşleştirilen İskender’le ilgili olarak en az iki farklı şahıstan söz edildiği görülür. Ayrıca gerek Zül- karneyn’in Sümer, Babil, Akkad veya Mısır asıllı bir kişi olduğuna dair görüşlerin muhtevasına, gerekse bazı rivayetlerde Zülkarneyn’le birlikte anılan Hızır ve âb-ı hayât motifine26 Gılgamış destanı ile İskender efsane- sinde de rastlanabilir.27  Hatta İslâmî edebiyatta Makedonya kralı Büyük İskender’e ruhani bir kişilik atfedildiğine ve bu kişiliğin efsanevî biçimde Zülkarneyn’le özdeşleştirildiğine şahit olunabilir. Bilhassa İskendernâme adı verilen edebî türde İskender neredeyse tamamen Zülkarneyn kimliği- ne büründürülmüştür. Bu durum, İskender’in geniş coğrafyaya yayılmış birçok devleti on iki yıl gibi kısa bir zaman içinde ortadan kaldırarak çok büyük bir imparatorluk kurmasının ancak manevî bir güç ve ilâhî bir des- tekle mümkün olabileceği düşüncesiyle izah edilmiştir.28

Bir yoruma göre Zülkarneyn kıssası tarihî değil, temsilî olup esas itibariyle insanın bu dünyaya yönelik tüm uğraş ve didinmelerinin geçici olduğunu unutmadığımız, zamana ve zevahire ilişkin tüm sınırların öte- sinde olan Allah’a karşı nihai sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuz sürece dünyevî hayat ve iktidarın manevi ve ruhani selametle çatışmak



23   Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, el-Bed’ ve’t-Târîh, Bağdat trs., III.
80; Ebû İshâk es-Sa’lebî, Arâisü’l-Mecâlis, Beyrut 2004, s. 323-325; Ebü’l-Fazl
Şihâbüddîn İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut trs., I.
117-118; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 547-551.
24   Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, Kahire 2008, V. 94.
25   Ebû Ca’fer et-Taberî, Târîhu’r-Rusül ve’l-Mülûk, Beyrut trs., I. 365, 571-578.
26   İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, XVII. 345-348.
27   Bkz. İlyas Çelebi, “Hızır”, DİA, İstanbul 1998, XVII. 407-408.
28   Mahmut Kaya-İsmail Ünver, “İskender”, DİA, İstanbul 2000, XXII. 555-559.


Mustafa Öztürk


zorunda olmadığı gerçeğini ifade etmektedir.29 Bilim-kurgusal nitelikli di- ğer bir yoruma göre Zülkarneyn kıssası aslında uzayla ilgili olup kıssada uzayın derinliklerinde yaşanmış ilginç bir serüvenden söz edilmektedir.30
İçtimaî tefsir çizgisini takip eden bazı müfessirlere göre ise Zülkarneyn kıssası tarihî gerçekliğe sahip olmakla birlikte, esas itibariyle sünnetullah çerçevesinde insan, tarih ve toplumla ilgili önemli dersler ve ibretlere işa- ret etmektedir.31

Zülkarneyn kıssasının temsilî olduğu veya birçok önemli hikmet ve ibret dersini muhtevi bulunduğu tarzındaki modern yorumlara mukabil klasik dönemlerdeki izahların hemen hepsinde kıssanın tarihî çerçeve- sini tespit üzerinde durulmuş, fakat bilhassa Zülkarneyn’in tarihî şahsi- yeti konusunda çok farklı görüşler savunulmuştur. Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767), Mes’ûdî (ö. 345/956), İbn Sina (ö. 428/1037), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Sıddîk Hasan Han (ö. 1307/1890) ve Cemâleddîn el-Kâsımî (ö. 1866/1914) gibi birçok âlim Zülkarneyn’in milattan önce
323’te vefat eden ve Aristo’nun talebesi olarak bilinen Makedonya kra- lı Büyük İskender olduğuna işaret etmiştir.32  Ancak Fahreddîn er-Râzî, Kur’an’da sözü edilen Zülkarneyn’in mümin, Büyük İskender’in müşrik olması hasebiyle bu görüşün ciddi ölçüde problemli olduğuna da dikkat çekmiştir.33 Cemâleddin el-Kâsımî ise İskender’in müşrik olduğunu ispat- layacak bilgi bulunmadığını söyleyerek Zülkarneyn’in Makedonya kralı İskender olduğunda ısrar etmiştir.34 Batılı müellifler de genellikle bu gö- rüşü benimsemiştir.

Buna mukabil başta İbn Teymiyye (ö. 728/1328) olmak üzere İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) ve İbn Kesîr gibi Selefî âlimler kesin olarak müşrik gördükleri Büyük İskender’i Kur’an’daki Zülkarneyn’le aynı



29   Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul 2009, s.
708, 735.
30   İskender Türe, Zülkarneyn: Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, İstanbul 2000, s. 199-267.
31   Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 72-74.
32   Ebü’l-Hasen Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil, nşr. Şehhâte, Beyrut 2002, II. 600-
603; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II. 8-9; Sıddîk Hasan Han, Fethü’l-Beyân, Beyrut 1992, VIII. 101-110.
33   Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI. 139-140.
34   Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 74-75.


Zülkarneyn Kıssası


kişi kabul etmenin büyük bir hata olduğunu belirtmişlerdir.35  Bu arada İbn Kesîr tarihte iki farklı İskender bulunduğunu, Kur’an’da Zülkarneyn diye anılan kişinin Hz. İsa’ya yakın bir dönemde yaşayan ikinci İskender değil, Hz. İbrahim’le aynı çağda yaşayıp onun irşadıyla müslüman olan, aynı zamanda Hızır’la da ilişkisi bulunan ilk İskender olduğunu söylemiş ve bu iki İskender arasında iki bin küsur yıllık bir zaman mesafesinin bu- lunduğuna dikkat çekmiştir.36  Buna mukabil çağdaş Şiî müfessir Tabata- bâî (ö. 1981) İbn Kesîr’in bu izahını delilsiz/mesnetsiz olarak değerlen- dirmiştir.37

İslamî kaynaklarda Zülkarneyn’in Yemen’de hüküm sürmüş olan Sa’b b. el-Hemmâl el-Himyerî veya Ebû Kerib Şemmer Yuriş b. İfrîkiş el-Himyerî adlı bir kral olduğu da ileri sürülmüştür. Bîrûnî’ye göre doğ- ruluk ihtimali en kuvvetli görüş budur. Yemen’deki kralların “zûnüvâs”, “zûruayn”, “zûyezen”, “zûceden” gibi sıfatlarla anıldığı ve bu tür sıfatların sadece Yemen’deki Himyer kralları için kullanıldığı deliline dayanan38 ve Asmaî (ö. 216/831), İbn Hişâm (ö. 218/833), Neşvân el-Himyerî (ö.
573/1178) gibi müelliflerce de tercihe şayan bulunan bu görüş, Yemen bölgesinde Kur’an’ın Zülkarneyn tasvirine uygun düşen bir kralın hüküm sürdüğünü  belgeleyen  bir  tarihî delil  bulunmadığı  gerekçesiyle  tenkit edilmiştir.39

Kaynaklarda asıl adının Abdullah b. Dahhâk, Mus’ab b. Abdillah, Sa’b b. Zilmerâid, Merzübân b. Merzübe olduğu şeklinde görüşlere de rastla- nan Zülkarneyn’in tarihî şahsiyetiyle ilgili olarak son dönemde daha farklı görüşler de ileri sürülmüş ve bu çerçevede, milattan önce 2200’lü yıllar- da yaşayan Akad kralı Naram-Sin, İran millî destan kahramanı Feridun, Oğuz Kağan, İran’daki Pers imparatorluklarından Akamenid hanedanının kurucusu olan ve milattan önce 559-530 yılları arasında hükümdarlık ya- pan Büyük Kyros (II. Kyros/Koreş) ve yine milattan önce 522-486 yılları arasında hüküm süren Büyük Darius (I. Darius) gibi çeşitli isimlerden söz edilmiştir. Şiblî Nu’mânî (ö. 1914), Mevlânâ Muhammed Ali (ö. 1951) ve

35   Ebü’l-Abbâs Takiyyüddîn Ahmed İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, Beyrut 2000, IV.
83-84, IX. 81; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 542.
36   İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III. 100; a. mlf., el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 542.
37   Muhammed Hüseyin et-Tabatabâî, el-Mizân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut 2997, XIII. 380.
38   Bîrûnî, el-Âsâru’l-Bâkiye, s. 40-41.
39   Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn”, Sekâfetü’l-Hind, cilt: 1, sayı: 1, s. 54; Taba-
tabâî, el-Mîzân, XIII. 368, 380.


Mustafa Öztürk


Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952) gibi müellifler Zülkaneryn’in Büyük Dairus olduğunu savunurken,40  özellikle Ebü’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958) Büyük Ky- ros (Koreş) isminde ısrar etmiştir.

Son dönemde Mevdûdî, İzzet Derveze, Tabatabâî ve Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî gibi birçok Sünnî ve Şiî müfessir tarafından da tercih edilen bu son görüşün en önemli delillerinden biri, Zülkarneyn kıssasının nüzul se- bebiyle ilgili rivayetlere konu olan soruların Yahudiler marifetiyle sorul- ması, dolayısıyla kıssanın kahramanının bu Yahudilerce bilinen ve önem- senen bir kişilik olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Zülkarneyn’in Büyük Kyros olma ihtimali güç kazanır. Çünkü bu hükümdar Yahudi tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Genellikle monoteist ya da Zerdüştî olduğu kabul edilen ve aynı zamanda ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edi- len “Kiros Silindiri”in sahibi olarak bilinen Büyük Kyros41  milattan önce
539’da Babil krallığını mağlup ederek Yahudilerin buradaki esaretine son
vermiş, daha sonra yayımladığı bir fermanla onların Kudüs’e dönmeleri-
ne ve dinî inançlarını özgürce yaşamalarına müsaade etmiştir.42

Başka bir ifadeyle, Kyros Babil’i ele geçirdikten sonra herkesin barış içinde yaşayacağını ilan etmiş, Babillilerin zalimane tutumlarının aksine siyasi özgürlük ve dinî hoşgörü siyaseti sayesinde herkesin hoşnutluğunu kazanmıştır. Babil krallarının olumsuz imajına mukabil Kyros ele geçirdi- ği yerlerde bütün dinlerin koruyucusu olduğunu ileri sürmüş, Babilliler de dâhil bütün milletlerin dinî inançlarına, tanrılarına ve geleneklerine


40   Maulana Muhammad Ali, The Holy Qur’an with English Translation and Commentary, Ohio 2002, s. 605-610; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II. 490-493.
41   Büyük Kyros M.Ö. 570 yılında I. Kyros’un torunu, I. Kambis’in (Cambyses) oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklarda Yahudi asıllı Ester ile Pers kralı Ahaşveroş’un oğlu olduğundan da söz edilen Kyros M.Ö. 559-529 yıllarına rastlayan otuz yıllık ik- tidar döneminde antik dünyanın en geniş ve en güçlü imparatorluklarından birisini kurmuştur. Henüz yirmi bir yaşındayken, M.Ö. 550/549 yılında ordusuyla Susar’dan çıkıp Medya krallığına savaş açmış ve Medya kralı Astyages’in ordusunu yenerek baş- kent Hagmatana’yı ele geçirmiştir. Böylece İran ve Kızılırmak’a kadar uzanan doğu Anadolu bölgesi Pers hâkimiyetine girmiştir. M.Ö. 546 yılında ise Lidya’nın başkenti Sardes’i ele geçirerek bu krallığı sonlandırmıştır. Kyros M.Ö. 539 yılında da Babil kral- lığına son vermiştir. İlerleyen yıllarda Orta Asya’ya yönelen Kyros bu coğrafyada geniş bir alanı topraklarına katmış ve M.Ö. 529’da Doğu Pers kabilelerinden birisiyle girdiği savaşta öldürülmüştür. Geniş bilgi için bkz. Ali Osman Kurt, “Yahudi Kaynaklarında Kral Tipolojileri: Nebukadnezzar ve Koreş Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: X, sayı: 2 (2006), s. 426-429.
42   II. Tarihler: 36/22-23; Ezra: 1/1-4; 6/3-5.


Zülkarneyn Kıssası


saygı göstermiş, halka iyilikle muamele etmiştir. Sürgünde olanların ana- yurtlarına dönmelerine müsaade etmesinin yanında onlara kendilerini yönetme hakkı da vermiştir.43

Kyros’un Babil’i ele geçirmesine en çok Yahudiler sevinmiştir. Çün- kü Persler döneminde Yahudiler için çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. Her şeyden önce Babil sürgünündeki Yahudiler anayurtlarına dönmüş, bu arada mabet yeniden inşa edilmiş, sürgünden dönen iki Yahudi lider (Ezra ve Nehemya) Yahudilik’te Tevrat’ın tespiti, şeriatın yeniden tesisi, Pazartesi ve Perşembe günlerinin topluca Tevrat okuma günleri olarak ilan edilmesi, sürgün döneminde Kudüs’te kalan bir grup Yahudinin Ke- nanlılar, Mısırlılar ve Moablılar gibi yabancı toplumlara mensup kadın- larla yapmış oldukları evliliklerin feshi ve başlıca görevi Tanah’ın tam metninin tespit edilmesi olan Knesset Ha-Gadol’un (Büyük Meclis) tesis edilmesi gibi çok önemli reformlar yapmışlardır.44

İşte bütün bunlara imkân sağlayan Büyük Kyros Yahudi halk inan- cında kurtarıcı mesih olarak görülmüş, ayrıca Tanah’ta Rab Yahve’nin ço- banı ve mesihi gibi yüceltici sıfatlarla zikredilmiş,45 bilhassa İşaya kitabı- nın 45/1-6. pasajında yer alan, “Rab meshettiği kişiye, sağ elinden tuttuğu Koreş’e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek, kralları silahsız- landıracak, bir daha kapanmayacak kapılar açacak. Ona şöyle diyor: Se- nin önünsıra gidip dağları düzleyecek, tunç kapıları kırıp demir sürgüleri parçalayacağım. Seni adınla çağıranın ben Rab, İsrail’in tanrısı olduğumu anlayasın diye karanlıkta kalmış hazineleri, gizli yerlerde saklı zengin- likleri sana vereceğim. Sen beni tanımadığın halde kulum Yakup soyu ve seçtiğim İsrail uğruna seni adınla çağırıp onurlu bir unvan vereceğim. Rab benim, başkası yok. Beni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım. Öyle ki doğudan batıya dek benden başkası olmadığını herkes bilsin.” şeklindeki ifadelerin de gösterdiği gibi birçok ilâhî vaade mazhar olan bir şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Tanah’ın Ezra kitabının şiirsel yorumu mahiye- tindeki Ezrâname’de ise Kyros’un doğumu Tanrı’nın bir hediyesi olarak zikredilmiş, ayrıca İsrail peygamberleri ve kralları ile hemen hemen aynı konumda bulunduğu ve gerek adaleti gerek kahramanlığı sebebiyle diğer


43   Kaveh Farrokh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, Oxford 2007, s. 44.
44   Nehemya: 8/1-3, 10/28-31; Ezra: 9/1-15; 10/1-11. Ayrıca bkz. Baki Adam, Yahudi
Kaynaklarına Göre Tevrat, İstanbul 2001, s. 114-116.
45   İşaya: 44/28; 45/1.


Mustafa Öztürk


bütün krallar arasında eşsiz olduğu belirtilmiştir.46

Ebü’l-Kelam Âzad’a göre Zülkarneyn’in Büyük Kyros olduğunu gös- teren bir diğer delil, Daniel’in rü’yetindeki iki uzun boynuzlu koç imge- sinin Med ve Pers krallıklarını birleştiren kişi olarak yorumlanması ve tarihte bu iki krallığı birleştiren kişinin de Büyük Kyros olmasıdır. Ayrıca arkeolojik kazılarda İstahr şehrinde bulunan ve Büyük Kyros’a ait olan heykelin baş kısmında iki boynuz kabartması yer almaktadır. Öte yandan Büyük Kyros’un doğuya ve batıya seferler düzenlediği, Batı seferinde Lid- yalıları mağlup edip Ege denizine kadar geldiği, Doğu seferinde ülkesinin sınırlarını güneydoğu ve orta Asya’ya kadar genişlettiği, kuzeyde ise İskit- ler/Sakalar üzerine seferler düzenlediği bilinmektedir.47  Bütün bunların yanında Kafkasya bölgesinde Viladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan yol üzerin- deki Daryal Geçidi eski Ermeni kitabelerinde “Kyros/Koreş geçidi” adıyla anılmaktadır.48

Klasik tefsirlerde Zülkarneyn’in üçüncü seferi ve iki dağ arasına inşa ettiği sed hakkında da farklı izahlara yer verilmiştir. Bu seferin han- gi coğrafyaya düzenlendiği hususunda genellikle kuzeye işaret edilmiş ve bu çerçevede Ermenistan, Azerbaycan veya genel olarak Kafkasya bölgesi gibi yerler zikredilmiştir. Bu arada Zülkarneyn seddinin Çin seddi veya Yemendeki Me’rib seddi olduğuna dair görüşler de ileri sürülmüş, fakat bu görüşler gerek coğrafi açıdan gerek seddin özellikleri bakımından Kur’an’daki tasvire uymadığı gerekçesiyle kabul görmemiştir.49

Son döneme ait tefsirlerde bu konuyla ilgili olarak daha ziyade Kafkasya bölgesindeki Derbend ve Daryal geçitleri üzerinde durulmuş- tur. Dağıstan’da Hazar denizinin kuzeybatı sahilinde bulunan ve Arapça kaynaklarda “Bâbü’l-ebvâb”, Türklerin lisanında “Demirkapı” diye anılan Derbend şehrindeki seddin deniz sahilinden dağlara doğru uzanması, ay- rıca demirden değil, taştan yapılmış olması Kur’an’da sözü edilen sedle aynı olma ihtimalini zayıflatmıştır. Ebü’l-Kelâm Âzad’a göre Zülkarnyen


46   Ammon Netzer, “Ezrâ-Nâma”, Encyclopaedia Iranica, New York 1999, IX. 131IX. 131; a. mlf., “Some Notes on the Characterization of Cyrus the Great in Jewish and Ju- deo-Persian Writings”, Acta Irancia, cilt: 2, Leiden 1974, s. 35-52.
47   Ebü’l-Kelâm Âzad, “Şahsiyyetü Zilkarneyn”, cilt: 1, sayı: 1, s. 60-62, 71; cilt: 1, sayı: 3, s.
26-27.
48   Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emsel, VII. 589.
49    Bkz. Tabatabâî, el-Mîzân, XIII. 377; Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emsel, VII. 588.


Zülkarneyn Kıssası


seddi Derbend’de değil, Kafkasya’yı iki ana parçaya ayıran Daryal geçi- dindedir. Derbend ve Daryal geçitlerinin aynı bölgede ve birbirine yakın yerlerde bulunması sebebiyle bu ikisi birbirine karıştırılmıştır. Daryal Ge- çidi, Kur’an’daki tasvirlere uygun biçimde Hazar denizi ile Karadeniz ara- sındaki sıradağların doğal duvar oluşturduğu bir bölgede yer almakta ve bu geçitte iki yüksek dağın arasına demirden inşa edilmiş bir sed bulun- maktadır. Bu sed, daha önce de zikredildiği gibi eski Ermeni kitabelerinde “Kyros/Koreş geçidi” diye anılmaktadır.50

Ye’cûc-Me’cûc

Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51   Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52  Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53

Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu

50   Ebü’l-Kelâm Âzad, Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn, Lahor 1958, s. 114-118.
51   Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul 1986, s. 10; Ebü’l-Fazl Cemâleddîn İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Kahire 2003, I.
83.
52   Ebü’l-Kâsım  Mahmûd  b.  Ömer  ez-Zemahşerî,  el-Keşşâf  an  Hakâiki’t-Tenzîl,  Riyad
1977,  III.  614;  Beyrut  1977,  II.  498;  Ebû  Mansûr  Mevhûb  b.  Ahmed  el-Cevâlikî, el-Muarreb, Dımeşk 1990, s. 647-648; Ebü’s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd el-Âlûsî, Rû- hu’l-Meânî, Beyrut 2005, XV. 360. Ayrıca bkz. Murtaza ez-Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, Küveyt
1969, V. 398-400; Arthur Jeffery, The Foreign Vocabulary of The Qur’an, Baroda 1938, s. 288-289.
53   Bkz. Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXII. 145; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 38.


Mustafa Öztürk


söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55

Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57

Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59  Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60

Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc

54   Tekvin: 10/2; Hezekiel: 38/1-3; 39/1-2.
55   Tesniye: 28/49-57; Yeremya: 5/15-18.
56   Musa Cârullah, Kur’ân-ı Kerîm Âyet-i Kerîmelerinin Mûciz İfadelerine Göre Ye’cûc, Berlin 1933, s. 11-12.
57   Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn”, s. 26-27.
58   Buhârî, “Enbiyâ” 7, “Menâkıb” 25, “Fiten” 4; Müslim, “Fiten” 1.
59   İbn Mâce, “Fiten” 3; İbn Hanbel, el-Müsned, III. 77.
60   Müslim, “Fiten” 110; Tirmizî, “Fiten” 33, 59; İbn Hanbel, el-Müsned, IV. 181.


Zülkarneyn Kıssası


ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.

Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63

İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce


61   Yuhanna’nın Vahyi: 20/7-8.
62   Mustafa Bıyık, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramları Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1), s. 53-79.
63   Moşe Farsi, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, İstanbul 2002, I. 58.
64   Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, IV. 152-158; Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî, et-Tefsî- ru’l-Vasît, Beyrut 1994, III. 166-167; Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd el-Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, Beyrut 1995, III. 180-181; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 39.
65   Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII. 281-282; Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, III. 180-181; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 38-39.


Mustafa Öztürk


asılsız olarak değerlendirilmiştir.66

Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67  Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68

Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69  Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70

Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-


66   İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III. 104; Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut 2005, VII. 221.
67   İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI. 33; Ebü’l-A’la Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, çev. Ko-
misyon, İstanbul 1986, III. 175.
68   Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, IV. 151; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI. 31.
69   İsmail Cerrahoğlu, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, cilt: XX (1975), s. 118-125.
70   İlyas Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İstanbul 2000, s. 128-132.


Zülkarneyn Kıssası


maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.

Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71

Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.



KAYNAKÇA

Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).

Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).


71   Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72   Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.


Mustafa Öztürk






1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:

Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-

rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).

Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).

Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:

1981).


Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).

Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).

----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:

2005).


Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-

tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.

----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).

Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:

2002).


2007).


Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:


Zülkarneyn Kıssası


Feather, Robert, The Copper Scroll Decoded, Thorsons, London 2000; Edu- ard Lohse, Umwelt des Neuen Testaments, [Grundrisse Zum Neuen Testament, Er- gänzungsreihe I içinde], (Götttingen: 1989).

Hâzin, Ebü’l-Hasen  Alâüddîn  Ali b. Muhammed, Lübâbü’t-Te’vîl fî Meâ-
ni’t-Tenzîl, Beyrut trs.
İbn Âdil, Ebû Hafs Ömer b. Ali, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, (Beyrut: 1998). İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. el-Hasen, Târîhu Medîneti Dımeşk, (Beyrut:

1995).


İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus trs.

İbn Ebî Hâtim, Abdurrahman b. Muhammed, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (Ri-

yad: 2003).

İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali, el-İsâbe fî Tem-
yiîzi’s-Sahâbe, Beyrut trs.

----------, Fethü’l-Bârî, (Riyad: 2000).

İbn  Hanbel,  Ebû  Abdillah  Ahmed b. Muhammed, el-Müsned, (İstanbul:

1982).


İbn İshâk, Ebû Abdillah Muhammed, Sîretü İbn İshâk, nşr. Muhammed Ha-

midullah, (Fas/Mağrib: 1976).

İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (Beyrut:

1983).






2003).


----------, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Cîze: 1997).

İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd, es-Sünen, (İstanbul: 1982). İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed, Lisânü’l-Arab, (Kahire:

İbn  Teymiyye,  Ebü’l-Abbâs  Takiyyüddîn  Ahmed  b.  Abdilhalîm,  Mec-

mûu’l-Fetâvâ, (Beyrut: 2000).

İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahman b. Ali, Zâdü’l-Mesîr, (Beyrut: 1983).
Jeffery, Arthur, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, (Baroda: 1938). Kannevcî, Sıddîk Hasan Han, Fethü’l-Beyân fî Makâsıdi’l-Kur’ân, (Beyrut:

1992).


Kâsımî, Cemâleddîn, Mehâsinü’t-Te’vîl (Tefsîru’l-Kâsımî), (Kahire: 2003).


Mustafa Öztürk


Kaya, Mahmut - Ünver, İsmail, “İskender”, DİA, (İstanbul: 2000).

Kurt, Ali Osman, “Yahudi Kaynaklarında Kral Tipolojileri: Nebukadnezzar ve Koreş Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: X, sayı: 2 (2006).

Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, (Beyrut: 1988).
Makdisî, Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir, el-Bed ve’t-Târîh, Bağdat trs. Mes’ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. Hüseyin, Mürûcü’z-Zeheb, nşr. C. Pellat, (Bey-
rut: 1966).
Mevdudi, Ebü’l-A’la, Tefhimü’l-Kur’an, çev. Komisyon, (İstanbul: 1986). Muhammad Ali, Maulana, The Holy Qur’an with English Translation and
Commentary, (Ohio: 2002).

Mukâtil, Ebü’l-Hasen Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil, nşr. Mahmûd
Şehhâte, (Beyrut: 2002).

Musa Carullah, Kur’an-ı Kerim Ayeti Kerimelerinin Muciz İfadelerine göre
Ye’cûc, (Berlin: 1933).
Mustafavî, Allâme Hasan, et-Tahkîk fî Kelimâti’l-Kur’ân, (Beyrut: 2009). Müslim,  Ebü’l-Hüseyin  Müslim  b.  Haccâc,  el-Câmiu’s-Sahîh,  (İstanbul:

1981).


Netzer, Ammon, “Ezrâ-Nâma”, Encyclopaedia Iranica, IX. 131, (New York

1999):

Netzer, Ammon, “Some Notes on the Characterization of Cyrus the Great in
Jewish and Judeo-Persian Writings”, Acta Irancia, cilt: 2, (Leiden: 1974).

Rağıb el-İsfahânî, Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed, el-Müfredât fî Garî-
bi’l-Kur’ân, (İstanbul: 1986).

Sa’lebî, Ebû İshak Ahmed b. Muhammed, Arâisü’l-Mecâlis, (Beyrut: 2004).

----------, el-Keşf ve’l-Beyân, (Beyrut: 2004).

Şîrâzî,  Nâsır  Mekârim,  el-Emsel  fî  Tefsîri  Kitâbillâhi’l-Münzel,  (Beyrut:

2007).

Tabatabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, (Beyrut: 1997). Taberî,  Ebû  Ca’fer  Muhammed  b.  Cerîr,  Câmiu’l-Beyân  an  Te’vîli  Âyi’l-

Kur’ân, (Beyrut: 1999).


Zülkarneyn Kıssası




trs.
Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’r-Rusül ve’l-Mülûk, Beyrut


Taşpınar, İsmail, “Hz. İsa Döneminde Münzevi Bir Cemaat: Esseniler”, Köp-

rü Üç Aylık Fikir Dergisi, sayı: 93 (2006).

Tirmizî, Ebû İsa Muhamed b. İsa, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul: 1981).

Türe, İskender, Zülkarneyn Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, (İs-
tanbul: 2000).

Vâhidî, Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed, et-Tefsîru’l-Vasît, (Beyrut: 1994).

Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (İstanbul: 1979). Zebîdî, Ebü’l-Feyz Muhammed el-Murtazâ, Tâcu’l-Arûs, (Kuveyt: 1969). Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf, (Beyrut: 1977).


.................................................................

OĞUZ KAAN - HZ. SÜLEYMAN - ASUR KRALI - NARAMSİN - SHİN HUVANKTİ

2.3.8  Oğuz Kağan
Oğuz Kağan’ın[1] yukarıda anlatıldığı üzere bir peygamber hükümdar olarak nitelendirildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki yine aynı Kehf süresindeki bir kıssa olan Zülkarneyn ile özdeşleştirenler de olmuştur. Mesela Ahmet Tacemen’e göre Oğuz’un, öküzden meydana geldiğini anlatan efsane, “iki boynuzlu” demek olan Zülkarneyn’in Oğuz Kaan olması ihtimalini güçlendirmektedir. Ona göre, Zülkarneyn, Oğuz Kağan’ın fethettiği ülkeleri fethetmiş bir fatihtir. Oğuz da, doğuya ve batıya seferler düzenlemiş ve oralarda hükmetmiştir. Oysa Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğu ihtimali son derece zayıf bir ihtimaldir.[2]
17. yüzyılda yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur’ân ve Nefâisü'l- Furkan" isimli Kur’ân tefsirini kaleme alan, Türk ve Oğuz kelimelerini sıkça kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vanî Mehmet Efendi, Arap medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye’cûc ve Me’cûc'ü Türkleştirmelerine mukabil, o da Kur’ân'da bahsi geçen Zülkarneyn'in Oğuz Han olduğunu söylemiş, hatta “bu hususta tereddütü mucip olacak bir nokta yoktur" ifadesiyle kanaatini belirtmiştir. Böylece, Ye’cûc ve Me’cûc'e karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.[3]

[1] Oğuz Kağan destanında şöyle bir metin geçmektedir: “Oğuz, yeryüzünde bütün kağanları hükmü altına almak için sefere çıktı. Kırk günden sonra buz dağına gelmişlerdi. Oğuz orada çadır kurup geceledi. Tan yeri ağarırken çadırına bir ışık indi. Işığın içinden gök tüylü, gök yeleli, kızıl ağızlı bir erkek kurt çıktı. Kurt Oğuza dönerek ‘Ey Oğuz Kağan sana yol göstereceğim. Ben nereye gidersem, sen de oraya gideceksin’ dedi. ...Oğuz Kağan’ın bir veziri vardı. Adına Uluğ Türk  derlerdi. Ak sakallı çok akıllı, çok bilgili bir koca kişiydi. Bir gece bir rüya gördü. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanan bir altın yay ve onun üzerinde kuzeye doğru yönelmiş üç gümüş ok görmüştü. Bunun hayırlı bir rüya olduğunu ve Oğuz’a büyük bir devlet nasip olacağını düşündü ve gidip Kağan’a durumu anlattı.’ Ey Kağanım! dedi, Tanrı sana uluğ devlet bağışlayacak, yürü var git. Senin önünde diz çökmeyecek Kağan, boyun eğmeyecek ülke yoktur. Oğuz bu öğütleri iyice dinledi. Tanrı’nın kendisine hep yardımcı olduğunu biliyordu.” Erol Güngör, Tarihte Türkler, 3.Baskı, İstanbul 1992, s.19. 
[2] yunus.hacettepe.edu.tr/~b9949906/oguzkagan.htm - 54k ( 23.04.2004)


HZ. SÜLEYMAN

2.3.10  Hz. Süleyman
“Zülkarneyn” isminin, mevcut peygamberlerden birine verilen bir lakap olma  ihtimalinden yola çıkılarak onun Süleyman Peygamber olabileceği tartışılmıştır. Bu görüş sahipleri, Kur’ânı Kur’an’la tefsir etmeye yönelmiş ve Zülkarneyn’e en yakın isim olarak Süleyman Peygamberi düşünmüşlerdir. Zira her iki peygamberde de savaşçılık ruhu, merhamet, adalet, insana minnet etmeme[1], nimeti idrak[2] vasıfları vardır.[3] Ayrıca her ikisine de dünyada kimseye bahşedilmeyen farklı bir nimet ve muhataplarına karşı, geniş insiyatif [4] verilmiştir:
«(Süleyman) ‘Rabbim! Beni affet! Bana hiçkimseye vermediğin bir mülk (ve hükümdarlık) ver!.. Çünkü, sen,  çok lutfedensin.’[5]»
 Kur’ân’daki birçok ayetten, Yüce Allah’ın, cinleri, şeytanları, kuşları, karıncaları ve rüzgarı, Hz. Süleyman’ın emrine vererek, “herşeyden bir pay verdiği” yani duasını kabul ettiği[6] görülmektedir. Bu görüşe göre Kur’ân’da, kendisine “herşeyden bir nasip verilmiş”, çok güçlü bir peygamber olduğu anlaşılan, Zülkarneyn, Süleyman Peygamberin yalnızca bir lakabından ibaretir.[7] «(Ey Muhammed) Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım. Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona HERŞEYDEN BİR SEBEP (istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını) verdik.[8]»
Gerçekten de her iki peygambere de verilen nimetler ve karakteristik özellikleri zihinlerde benzer bir çağrışım uyandırsa da Süleyman peygamberin fethettiği yerler Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssasına uygun düşmediği gibi Yecüc ve Mecüc’le mücadele etmediği de Tevrat’dan anlaşılmaktadır.[9] Bu sebeple Zülkarneyn’in, Hz. Süleyman olması mümkün görünmemektedir.

[1] K. (27) en-Neml 35-36. (18) el-Kehf 94-95.
[2] K. (18) el-Kehf 98 ve  (27) en-Neml 40.
[3] www.yeniyorumlar.com/turkce/trmenu.htm - 15k ( 23.04.2004.)
[4] K. (18) el-Kehf 86 ve  (38) Sâd  39.
[5] K. (38) Sâd 15.
Hz. Süleyman’ın yaptığı bu dua'yı Allah Teâlâ kabul etmiş ve şöyle  karşılık vermiştir:
«Süleyman Davut’a mirasçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, ve bize her şeyden bir pay verildi. İşte bu açık bir lütuftur. K. (27) en-Neml 16.
[6] İlgili âyetleri mukayese  için bkz. K. (21) el-Enbiya 78-81; (27) en-Neml 15-44;  (34) Sebe 10-12; (38) Sâd 30-39.
[8] K. (18) el-Kehf 83-84.
[9] İlgili Tevrat âyetleri için bkz. s. 77-85.


ASUR KRALI

2.3.9  Asur Kralı
Bazıları, Zülkarneyn’in, Asur krallarından biri olduğunu iddia etmişlerdir.[1] M.Ö. 7. asırda, Siyenpi kavimleri, Kafkas geçidinden, Ermenistan’a, sonra İran’a hücum etmişler ve sonra muhtemelen Asur memleketine ulaşmışlardır. Asur’un başkenti Ninova idi. Şehri kuşattılar, halkı öldürdüler ve esir ettiler. Bunun üzerine, Asur kralı, (Muhtelmelen Asurbanipal)bu saldırıları engellemek için bir sed yapmıştır. Bu sed ile kastedilen Bâbü’l-Ebvâb olabilir. Daha sonra bu seddin tamir ve onarımını Fars krallarından Kisra Ânuşirvan yapmıştır.[2]
Tarihe baktığımızda Asur Krallığının en geniş sınırları Anadolunun ortasına kadar uzanmaktadır. İç ve Batı Anadolu’yu ele geçirememişlerdir. Oysa âyette, Zülkarneyn’in güneşin doğduğu ve battığı yere gittiği ifade edilmiştir. Bu tâbir, Zülkarneyn’in dünya yüzünde ulaşabildiği en son sınırlara kadar fetihlerde bulunduğu anlamına gelmektedir. Kimmerler, Frigya ve Lidya Krallığı, Asurların bitişiğinde olup bu yerler Asur tarihinin hiçbir döneminde fethedilememiştir.[3]

[1] Asur İmparatorluğu (M.Ö. 1170-612): Mezapotamya’nın kuzeyinde yaşayan Asurlular, Kral Tukulti-Ninurta(M.Ö. 1235-1198) döneminde, topraklarını Bâbil’den aldıkları yeni yerlerle genişletmeye başladılar. Tiglat-Pleser zamanında (M.Ö. 1116-1090) Asur hakimiyeti Suriye’ye ve Anadolu’nun içlerine kadar yayılmıştır. En büyük Fetihler II. Aşurnazirpal ve III. Şalmanezer döneminde (M.Ö. 883-824) döneminde gerçekleşti. Asur İmparatorluğu artık Mezapotamya’nın yanı sıra Suriye, Filistin ve Ermeni topraklarına hakim olmuştur. Asurlularla Bâbil’liler arasındaki bitmek bilmez rekabet bu dönemde Asur lehine işlemiştir. Ancak bir süre sonra Kral Asurbanipal (M.Ö. 668-626) döneminden sonra giderek gerilemeye başlayan Asur imparatorluğu, Yeni Bâbil İmparatorluğu’nun ortaya çıkışı ile yıkılmıştır. Bkz. “Bâbil ve Asur Uygarlıkılar”, Temel Britannica, C.2, s.250-253; Doğan-Burda-Rizzoli Atlas Harita Servisi, Tarih Atlası 2004, DBR Dergi Yay. s.5.
[2] Tabatabâî, C.13, s.382.
[3] Bkz. dipnot 336.

NARAMSİN

2.3.12  Naram-Sin

Günümüz araştırmacılarından Sargon Erdem, 4000 yıllık bir çivi yazılı tablet ile 20. y.y.da gün ışığına kavuşturulmuş Naram-Sin’e ait tarihî bilgilerin, Kur’ân’da ki Zülkarneyn kıssası ile örtüştüğünü düşünmüştür. İsrâîl peygamberlerinden farklı olarak Tevrat ve İncil’de yer almayan Zülkarneyn, yalnız Kur’ân’da görülmektedir. Arap ve Süryânî efsanelerinde ise “Zülkarneyn’in Kaf dağı ile konuşması[1]” gibi Kur’ân âyetleriyle her hangi bir benzerliği olmayan masallar mevcuttur.[2] Naram-Sin ise, dünyanın ilk defa, imparatorluğunu en geniş hudutlarına kavuşturan ve  “dört iklim hükümranı” unvanını taşıyan kimsedir.[3]  

Sargon Erdem’e göre, Adı bilinen en eski Sâmî kavim Akkad’lardır. M.Ö. 3000 yıllarında, kafileler halinde Güney Arabistan’dan Mezapotamya’ya göç etmiş ve orada bulunan Sümerler ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Akkad’ların Sümer çivi yazısı ile yazdıkları Akkadca, bütün Sâmî dillerin anası durumundadır. Kelimelerin hemen hepsini Arapça’da bulmak mümkündür ve gramer kaidelerinin tamamı Arapça’nınkiler gibidir. Meselâ, “karnu”, Arapça “karn” gibi “boynuzlu” mânâsındadır. M.Ö. 2350 yıllarında, Sargon’un oğlu veya torunu olan, Naram-Sin’in önderliğinde Sümer devletini yıkarak Akkad İmparatorluğunu kurmuşlardır. Naram-Sin, Tarihçilere göre M.Ö. 2230-2174 veya 2254-2218 tarihleri arasında hükümranlık yapmıştır. Hükümranlığı süresinde, Mezapotamya, İran’ın batı kısımları(Kuzistan), Arabistan’ın Kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır, filistin, Lübnan, Suriye ve Orta doğuya kadar Güney ve Güney doğu Anadolu bölgeleri ile Kıbrıs ve Bahreyn adalarını fethetmiştir.[4]

Ölümünden sonra yazılan tablette onun boynuzlu olduğuna inanıldığı gözükmektedir. ( ...yeryüzü...Naram-Sin yoluna gitti, Ve memleketin Tanrısı da onunla birlikte gitti…Önü sıra iki ilahi kılavuz gitti, (savaş tanrısı) Zabada’nın arkasında, Anuniti ve Şilaba’nın âlameti sivri bir çift boynuz, çift çift sağda ve solda, boynuz boynuza (yan yana)[5] Bu tablet onun ölümünden sonra çok tanrılı inanışa döndüklerinde yazılmıştır. Naram-Sin  adı Akkadca “Habibullah” yani “tanrının sevgilisi” demek olduğundan kısmen Hz. Ali’nin “Zülkarneyn salih bir kul idi, ki o Allah’ı sever, Allah da onu severdi” sözü ile benzeşmektedir.[6]

Sargon Erdem, Batıya seferinin, pek çok müfessirin kabul ettiği Atlas Okyanusu değil Mısır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre sisli denizin uzaktan çamur gölüne benzediği düşünülse bile ‘sıcak ve pis kokulu çamura’ benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü, sıcak ve pis kokulu olmak, gözle görülen değil dokunma ve koku duyularıyla hissedilen özellikler olduğundan, burada ‘ayn hamie’ ile öyle görünen değil öyle olan bir yer kast edilmiş olması lazımdır ki bu yer, toprağı kara, yumuşak, sıcak ve pis kokulu ve takribi 23.000 km2  olan gerçek bir çamur deryası[7] halinde bulunan Nil deltası ve taşkın zamanlarında Nil vadisinin tamamı olması gerektir. Ayrıca Erdem, bazı rivâyetlerde geçen “kapıları çok ve kalabalık bir ülke”  ile kasdedilen şehrin Atlas Okyanusunun kıyısında değil, Mısır gibi büyük bir ülkede olacağını düşünmüştür.[8]

Erdem’e göre, Sâmi Mezapotamya dünyasının gidilebilen en son batı ucu Mısır, yâni Nil’in ve deltasının doğu sahilidir. Dolayısıyla daha yakın çağlarda Fas Tunus ve Cezayir’e verilen Mağrib adı, tarihin ilk devirlerinde, batıda gidilebilen en son topraklara, yani Mısır’a verilmiş, ancak çok uzun yıllar sonra Nil’in öbür tarafı da tanındıkça Mağrib adı daha batıya, Atlas okyanusu sahillerine kadar kaymıştır.[9]

Erdem, Zülkarneyn’in doğu tarafında gitiği son ülkenin, dağları ve vadileri bulunmayan, fakat buna mukabil çöller gibi ıssız olmayıp üzerinde insanlar yaşayan düz bir yer olması gerektiğini düşünmüştür: “Bir yere güneşin doğduğu ülke denilmesi için, bu yerin kara parçasından ayrı ve gidilemeyen bir yer olması gerekir ki Bahreyn adası da Sümer-Akkad ülkesinin güneyindedir. Yakın doğu insanları, Arap yarımadasının doğusunda sahilden 24 km. mesafede bulunan, gözle görülen ve yeşilliği dahi farkedilebilen Bahreyn adasından güneşin doğuşuna şahit olunca, gidemedikleri bu yere “güneşin doğduyu yer” adını vermişlerdir. Yaklaşık 50 km. uzunluğu ve 17 km. genişliği olan Bahreyn adası, suya düşmüş yaprak gibidir. En yüksek yeri adanın tam ortasında bulunan sadece 134 m. Yüksekliğindeki Duhan tepesidir.”[10] Bahreyn adasında 150.000 tümülüs denen mezar binası bulunmaktadır. M.Ö. 2800-1800 yılları arasında yapıldıkları tahmin edilen bu mezar evlerdeki iskeletlerin büyük kısmı Bahreynliler’e ait değildir. % 20’si ise hiç mezar olarak kullanılmamıştır. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda, bu insanların pek çoğunun cemiyet içerisinde yaşayamayacak derecede sakat ve hastalıklı olduklarını, ayrıca hemen hepsinin dişlerinin, fazla miktarda ağır tatlı yemeleri sonucunda tamamen çürümüş olduğunu ortaya koymuştur.[11] Arkeologlar, ölülerin cennet adası diye bilinmesinden ötürü adaya dışarıdan getirildiğini düşünmüşlerdir. Erdem’in kanaati, Gazzâlî’nin naklettiği Zülkarneyn kıssasına uygun olarak, bu adanın adeta cüzzamlılar vadisi gibi bir yer olduğu ve cemiyetlerinde tiksinilen, istenmeyen insanların oraya gönderildikleri şeklindedir.[12] Erdem’e göre, Naram-Sin, kimsenin mezarlarda yaşanmaya son verilmiştir.[13] Bu duruma göre, Kur’ân'daki tarife uyan hükümdar ancak Akad kralı Naramsin’dir.





Tarihi verilere baktığımızda, Akad Krallığının toprakları Asur krallığı gibi sınırlıdır. Dolayısıyla Zülkarneyn’in seferlerini gerçekleştirdiği, varılabilecek en son iki uç bölgeyi kapsayan fetihleri Naramsin de bulamamaktayız. Ayrıca Zülkarneyn’in büyük bir mücadele verdiği Ye’cûc ve Me’cûc konusu da bu görüş doğrultusunda açıklığa kavuşturulamamıştır.

[1] Hikaye şöyledir: “Zülkarneyn Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta!  Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde bir deprem yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter deyince damarım yatışır... Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Sakin gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer depremi yerdeki buharlardan olur. Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı. O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.

   Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Artık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz! Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset. Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların nişanesini yazabilsin! Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim dedi. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!” Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi. Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri! Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... Geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... Zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak! O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin! Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... O hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin! Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun mu lütuftur, ihsandır o. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl... Aşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi. Cebrail dedi ki: “Takatin yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!” Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi. İnsanın bedenine ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder! Hasılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır. Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı. O heybet, yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler. Çavuşların seslerinden, çevgenlerinden canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir. Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir. Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı? Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur. Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi! O zırh, o tolga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü. Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi? Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır. Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altına da! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan! Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü. Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!” Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!” Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır! Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma! Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili. Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçim! Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma! İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de! Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen! Şeker kamışına asıla konan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf suretini mânâ bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil! Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da! Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakat azıcık tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya! Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.Fakat onu hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki? Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir! Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil! Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru! Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna. Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen!  (Mesnevi’den hikayeler) Bkz. www.berrak.org/hikaye128.htm - 18k ( 11. 02,2004)

[2] Sargon Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113, Mayıs 1986, s.3.

[3] Erdem, “a.g.m.”,  s.5

[4] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986),  s.6.

[5] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986),  s.8.

[6] Erdem, “a.g.m.”,  s.9.

[7] Heredot da Mısır için “Menes zamanında Mısır’ın Thebes’ten başka her tarafı bataklıktı.” demekte, taşkınlıkları ve deltanın durumun anlattıktan sonra da, Mısır arazisini kara yumuşak toprak şeklinde vasıflandırmaktadır. Bkz.  Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.4.

[8] Erdem, “a.g.m.”, , s.1-2.

[9] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.1-2.

[10] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.3-4.

[11] Erdem, “a.g.m.”, s.5, (Temmuz 1986), s.3-4. (ARAMCO World Magazine, Vol. 35, No:4, July 1984’ten alıntılamıştır.)

[12]Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.4,5,6,7,8,9. Kıssa şöyledir: “Zülkarneyn seyahatlerinden birinde bir memlekete uğradı. Halkın elinde dünya serveti namına hiçbir şey yoktu. Geçimlerini sebze ile temin ediyorlardı. Sebzelerini, canlı malı korur gibi koruyorlardı. Kendilerine mezarlar kazmışlar, her gün mezarlarını temizler ve ibadetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: ‘Ben kimseyi istemiyorum, beni isteyen yanıma gelir!’ dedi. Zülkarneyn bu sözü uygun buldu ve hükümdarın yanına giderek: ‘Ben seni davet ettim niye gelmedin?’ diye sordu. Hükümdar: ‘Sana bir ihtiyacım olsa gelirdim!’ dedi. Bunun üzerine Zülkarneyn: ‘Bu haliniz nedir, sizdeki bu hali kimsede görmedim?’ deyince hükümdar: ‘Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? ‘ diye sordu. Hükümdar: ‘Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de buraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz.’ dedi Zülkarneyn ‘Niçin sebzelerden başka yiyeceğiniz yoktur, hayvan yetiştirseniz, sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?’ dedi. Hükümdar: ‘Önce, midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Sonra bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra, hiç birisinin tadını alamayız.’ dedi. Sonra hükümdar Zülkarneyn’in önüne kuru bir kelle getirdi ve ‘Bu kellenin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bilmiyorum, anlat bakalım kimdir?’ dedi. ‘Bu adam zalim bir kral idi. Allah Teâlâ ona saltanat ve hükümranlık verdi. O da alabildiğine zulmetti. Allah Teâlâ onu öldürdü, taş gibi oldu. Kıyamette amelinin cezasını bulacaktır.’ Sonra bir kelle daha getirdi. Ve: ‘Bu da adil ve dindar bir hükümdarın kellesidir. Bu da öldü. Kıyamet günü amelinin mükafatını görecektir!’ dedi. Sonra Zülkarneyn’in kellesini göstererek: ‘İşte bu kellede bunlardan biridir. Bak bakalım hangi yoldasın?’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn ‘Benimle gelir misin? seni kendime vezir ederim, servetime ortak olursun?’ dedi. Hükümdar: ‘Hayır, ikimiz bir arada olamayız’ dedi. Zülkarneyn bunun sebebini sorunca ‘Çünkü herkes senin düşmanın, benim ise dostumdur.’dedi. Bunun sebebini soran Zülkarneyn’e: ‘Senin varlığından ve servetinden dolayı herkes sana husumet eder, fakat benim yokluk ve fakirliğimden ötürü ise, bana kimse husumet etmez.’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn, bu muhavereden ders alarak hem de hayranlık içinde yanından ayrıldı.” Bkz. Gazâli, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, C.3, s.599 vd. Beyrut, 1989. Erdem, a.g.m. s.8,9,’dan alıntılanmıştır.

    İhyaü Ulumiddin’de zikredilen bu hikaye sahih değildir. Belki uydurulmuştur. Çünkü helalinden mal kazanmak emredilmiştir. Güzel emel sahibi olmak ta yerilecek şey değildir. Bitkisel gıdalara gelince Allah sadece bu tür nimetleri emrimize vermemiştir. Bu tür kıssalardaki maksatlar başka anlamlar taşımaktadır. Bu kıssanın zayıf olduğu ortadadır. Bkz. M. Hayr Ramazan Yusuf,  Zülkarneyn el-Kâidü’l--Fatih ve’l Hakimü’s-Salih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986, s.32.

[13]  Erdem, Zafer, “Zülkarneyn”, sayı 115, Temmuz 1986,  s.9.

. SHİN HUVANKTİ

2.3.11  Şhin Huvankti
Bazı yorumcular, Zülkarneyn’in Çin sedddini inşa eden “Şhin Huvankti” olduğunu iddia etmişlerdir. Azgın bir toplumun saldırılarını engellemek için yapılan Zülkarneyn seddinin, Moğol-Çin dünyasını birbirinden ayıran Çin seddi olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Çinlilerin saçlarını örmek suretiyle iki yana salmaları da Zülkarneyn lakabının verilme sebebi olarak yorumlanmıştır. Çin’in çok eski bir medeniyet olması ve idarecilerinin de adil olarak bilinmesi yine Zülkarneyn’in Çin hükümdarlarından biri olduğu iddialarını güçlendirmiştir.[1]
Ne yazık ki, Çin seddinin tamamı bir hükümdar döneminde tamamlanmadığı gibi yapılan bu sed de aşılmış ve geçilmiştir.[2] Yine Ye’cûc ve Me’cûc Çin seddi içerisinde hapis kalan bir millet konumunda değildir. Ayrıca Çin seddi iki dağ arasını düzleyen bir boğaz olmadığı gibi yapımında demir ve bakır da kullanılmamıştır.[3]

[1] Muhammed et-Tâhir b. Âşûr, Tefsîru’t-Tahrîri ve’t-Tenvîr, C.16, Tunus ts. s.22vd.
[2] Lev Nikolayeviç Gumilev, Hunlar, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yay. 2002, s.70.
[3] Tabatabâî,  C.13, s.382.

2.3.7  Bir Melek
Bu görüşe göre Zülkarneyn meleklerden bir melektir. Bu hususta Hz. Ömer’den rivâyete göre, Ömer (RA) bir gün, adamın birinin bir başkasına; “Ey  Zülkarneyn!” diye seslendiğini işitince şöyle demiş: “Allah’ım sen affet. Peygamberlerin adlarını koymakla razı olup yetinmediniz de meleklerin adlarını da takar oldunuz.”[1] Bu duruma göre Zülkarneyn bir melek adı demektir.
İbn İshâk, bu sözü Rasûlullah (SAV) söyleyip söylemediğini bilemediğimizi[2] yani Hz. Ömer (RA)’ın bunu peygamberden mi yoksa bir başkasından mı duyduğunu tesbit edemediğini söylemiştir.[3]
Cübeyr b. Mufeyr’den gelen rivâyette denilmiştir ki: “O, Allah Teâlâ tarafından yeryüzüne gönderilen ve her şeyde kendisine bilgi verilen (her sebebin kendisine verildiği) bir melektir.[4]
Dârakutnî, “Kitâbü’l-Ahbâr” adlı eserinde, Zülkarneyn’in “Rabâkîl” isminde bir melek olduğunu zikretmiştir. Bu melek dünyaya Zülkarneyn olarak (insan görünümünde) inmiştir ve Kıyamet günü yeryüzünü düren ve yıkan  melektir.[5]
Bu görüşler tefsir kitaplarında yer almakla birlikte, müfessirlerin şahsi olarak kendilerinin benimsemedikleri bilgi kabilinden malumatlardır.

[1] er-Râzî, C.21, s.165; el-Kurtubî, C.11, s.46; eş-Şevkânî, C.3, 310. İbn Abdulhakîm, İbn Münzîr, İbn Ebî Hâtim ve İbn el-Enbûrî, “Kitâbu’l-Ezdâd” adlı eserinde Ömer b. Hattâb’tan rivâyet etmişlerdir. Bkz. Âlûsî, C.16, s.24;. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.436.
وأخرج ابن عبد الحكم وابن المنذر وابن أبي حاتم وابن الأنباري في كتاب الأضداد وأبو الشيخ عن عمر أنه سمع رجلا ينادي بمنى  يا ذا القرنين فقال له عمر رضي الله عنه  ها أنتم قد سميتم بأسماء الأنبياء فما بالكم وأسماء الملائكة
[2] el-Kurtubî, C.11, s.46.
[3] Hz. Ömer’in bu görüşü ilginçtir. Zira, Rasûlullah (SAV) doğrudan peygamber adı olan ‘İbrâhîm’ i kendi oğluna vermiş ve ‘üç erkek çocuğu olanın da hiç olmazsa birine ‘Muhammed’ adı verilmesini tavsiye etmiştir. Peygamber adlarının verilmesinin, Hz. Ömer’in hoşuna gitmemesi kendi tercihi kanaati olabilir. Zülkarneyn ismine gelince, Hz. Ömer’in onu melek ismi diye tesmiye etmesi, aynı zamanda onun bir meleğin adı da olabileceğine işarettir. Melek ismi olan Zülkarneyn’in daha sonra bir peygambere verilmesi o dönemki şeriatlarda caiz olabilir. Zaten günümüzde de melek isimlerinin insanlara konulması hususunda bağlayıcı nas kabul edilmemekle birlikte Hz. Ömer’in bu kavlinden dolayı melek isimlerinin verilmesi hoş görülmemiştir.
[4]Bu, Cübeyr b. Nefîr’den rivâyet edilmiştir. Ayrıca Hz. Ömer’den gelen rivâyeti de delil olarak göstermiştir. Âlûsî, C.16, s.24.
[5] el-Kurtubî, C.11, s.46; eş-Şevkânî, C.3, 310.
 وأخرج ابن عبد الحكم في فتوح مصر وابن المنذر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ في العظمة عن خالد بن معدان الكلاعي أن رسول الله صلىالله عليه وسلم سئل عن ذي القرنين فقال   ملك مسح الأرض من تحتها بالأسباب
وأخرج ابن أبي حاتم عن الأحوص بن حكيم عن أبيه أن النبي صلى الله عليه وسلم  سئل عن ذي القرنين فقال   هو ملك مسح الأرض بالإحسانوأخرج ابن أبي حاتم عن جبير بن نفير أن ذا القرنين ملك من الملائكة أهبطه الله إلى الأرض وآتاه من كل شيء سببا     
وأخرج الشيرازي في الألقاب عن جبير بن نفير أن أحبارا  من اليهود قالوا للنبي صلى الله عليه وسلم   حدثنا عن ذي القرنين إن كنت نبيا  فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم  هو ملك مسح الأرض بالأسباب   
    es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s,436.


.

 The Alexander Legend in the Qur’an

ZÜLKARNEYN KISSASININI NÜZUL SEBEBİ



A.  Zülkarneyn Kıssasının Nüzul Sebebi

"و يسالونك عن ذي القرنين" “Sana Zülkarneyn’den (bilgi) soruyorlar.”

Bazılarına göre, Mekke döneminde Kureyşli müşrikler, Medine’de yaşayan Yahudilere bir heyet göndererek Allah Rasûlü’nün durumunu öğrenmek istemişlerdi.[1] Yahudiler de kitap ehli idiler ve peygamberler tarihiyle ilgili bilgileri vardı. Oysa Kureyş müşriklerinin bu türden hiçbir bilgi birikimleri yoktu. Heyet, Muhammed (SAS) hakkında bilgi alabilmek için Medine’ye gittiğinde Yahudi din adamlarıyla görüştü. Onlara son Peygamberin özelliklerini ve söylediklerini ileterek şöyle dediler: ‘Sizler Tevrat ehlisiniz. Bizde ortaya çıkan bir adam hakkında bilgi vermeniz için geldik.’ Yahudi din adamları da şöyle dediler: ‘Ona üç mesele sorun; cevaplarını size söyleyeceğimiz bu üç meseleyi bilirse gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer bilemezse yalancının biridir. Ona karşı uygun gördüğünüz şekilde davranabilirsiniz. Öncelikle geçmiş zamanlarda yurtlarından ayrılıp giden gençlerin durumunu sorun Onların durumu ne olmuştur? İlginç sözleri olmuş mudur? İkinci olarak yeryüzünü sürekli dolaşan, doğulara ve batılara giden adamın durumunu sorun. Üçüncü olarak da Ruh’u sorun, -Ruh nedir?- deyin. Eğer bu sorulara doğru cevaplar verirse, kendisi hak peygamberdir ve ona uymanız gerekir. Eğer veremezse yalancıdır, dilediğinizi yapın”[2]



Kureyş heyeti bu bilgiyle Mekke’ye dönmüş ve şehrin ileri gelenleriyle görüştükten sonra söz konusu meseleleri Allah Rasûlü’ne sormuşlardı.[3] Bunlara cevap niteliğinde de Kehf sûresi indirilmiştir.

          

Bazılarına göre, bu sorular Yahudiler tarafından  Medine’de Allah Rasûlü’nü sınamak için sorulmuştu. Ancak bu görüş fazla kabul görmemiştir. Çünkü surenin Mekke’de inişi üzerinde kesinlikle ihtilaf söz konusu değildir.[4] Çünkü Üslup da Medine dönemine ait olmaktan çok Mekke dönemine aittir.[5]

          

Ukbe b. Âmir’den sıhhati tespit edilememiş olan bir rivâyette o şöyle demiştir: “Ehl-i kitaptan bir grup Yahudi, ellerinde bazı sayfalar olduğu halde geldiler ve bana şöyle dediler: ‘Yanına girmemiz için Rasûlullah’tan izin iste.’ Rasûlullah (SAS)’ın yanına girdim ve kendisiyle görüşmek üzere geldiklerini ve kapıda beklediklerini haber verdim. O, ‘Bilmediğim bir şeyi bana sual ettiklerinde ne cevap vereceğim ?’ buyurdular. Sonra abdest almak için su istediler, abdest alıp evlerinde namaz kıldıkları yere çekilip iki rekat namaz kıldılar. Oradan çıkıp bana doğru geldiklerinde, mübarek yüzlerinde bir tebessüm gözüküyordu. ‘Git, onları ve kapıda ashabımdan kim varsa hepsini içeri al’ buyurdular. Ben onları içeri aldığımda onlara: ‘Dilerseniz bana sorduğunuz şeyin cevabını söyleyeyim, isterseniz başka şeyler sorun, dilediğinizi yapın!’ buyurdular. Ukbe b. Âmir’in bu anlattıklarına göre Zülkarneyn’le ilgili âyeti kerimeler Yahudilerin (veya onların akıl vermeleriyle Kureyş müşriklerinin) ruhu sormalarından önce, bu olay üzerine nazil olmuştur.[6]



            Bu hadîs daha teferruatlı bir şekilde et-Taberî’de[7] şöyle geçmektedir. “Ukbe b. Âmir dedi ki. ‘Rasûlullah (SAS)’e hizmet ettiğim bir gün, huzurundan çıktım. Kitap ehlinden bir grup bana rastlayıp: ‘Biz Rasûlullâh’a soru sormak istiyoruz, izin ister misin?’ dediler. Ben de girdim ve Rasûlullah’a durumu haber verdim: Peygamber (SAS): ‘Onların benimle ne işleri var? Ben Allah’ın bildirdiğinden başkasını bilmem’ buyurdular. Sonra benden abdest suyu dökmemi istediler, abdest alıp namaz kıldılar. Namaz kıldığında yüzünde bir sevinç gördüm. Sonra Rasûlullah (SAS): ‘Onları ve Ashabımdan kimi görürsen içeri al!’ buyurdular. Onlar da içeri girdiler, Rasûlullah’ın huzuruna çıktılar, Rasûlullah buyurdu ki: ‘İsterseniz kitabınızda yazılı bulduğunuz şeylerden sorun cevap vereyim! İsterseniz, doğrudan ben bilgi vereyim’ buyurdular. Bunun üzerine onlar da : ‘Sen doğrudan bilgi ver’ dediler: Rasûlullah: ‘O, bir Rum genciydi, Gelip Mısır ve İskenderiye şehirlerini inşa etti. Bina tamamlanınca bir melek onu göğe yükseltti ve ona dedi ki: ‘Ne görüyorsun?’ O da : ‘bir şehir görüyorum’ dedi. Sonra melek onu tekrar yükseltti ve: ‘Ne görüyorsun?’ dedi. O da: ‘Yeryüzünü’ dedi. Melek dedi ki: ‘Bu deniz, dünyayı kaplamıştır, Allah beni sana gönderdi ki, cahile öğretesin, alime sebat ettiresin. Sonra melek onu sete götürdü. O sed orta büyüklükte iki dağdan ibaretti. Onun üzerinde bulunan her şey kaygandı. Sonra onu Ye’cûc ve Me’cûc’ü geçinceye kadar götürdü. Daha sonra yüzleri köpek yüzüne benzeyen kavimle savaşan başka bir grubun yanına götürdü.”[8]



Ancak İbn Kesîr[9], bu rivâyeti münker bulmuştur: “Zülkarneyn, Rum asıllı bir delikanlıdır. İskenderiye’yi o kurmuştu. Bir melek onu göğe yükseltmiş ve sedde kadar götürmüştür. Orada yüzleri köpeğe benzeyen bir kavim görmüştür. Daha uzun uzadıya anlatılan bu rivâyet çirkinliklerle doludur ve bu rivâyetin Rasûllullah’a yükseltilmesi doğru değildir. Daha ziyade İsrâilî bir rivâyettir. Ne gariptir ki, Ebû Zür`a er-Râzî[10], çok değerli bir yere sahip olmasına rağmen, bu rivâyeti bütünüyle “Delâilü’n-Nübüvve” adlı eserinde nakletmiştir. Bu, garip bir nakildir ve nakledilen şeyde münker taraflar da vardır. Bu  kötü hususlardan birisi de, Zülkarneyn’in Bizanslı olduğunu söylemesidir.”[11]



            Katâde:[12] “Yahudilerin, Zülkarneyn’i sormasından sonra Allah’ın (C.C.) bu âyeti indirdiğini söylemiştir.[13] Şeyh Hıfzurrahmân’a göre, bu rivâyetler kısaltılarak aktarılmıştır.[14] Sorular Yahudilerce seçilmiş olmakla birlikte, Kureyşliler tarafından sorulmuştur.[15]

          

Bu ve benzeri rivâyetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Rasûlullâh’a üç soru sorulmuştur. Bu sorulara cevaben Kehf sûresi indirilmiştir. Ancak, Ruh ile ilgili âyet, İsrâ suresinde geçmektedir ve Mekkîdir. Eğer olay rivâyette anlatıldığı gibi cereyan etseydi “ruh” meselesinin de aynı surede zikredilmesi gerekirdi. Bu sonuç, söz konusu rivâyetin zayıflığına dikkat çekerken, yöneltilen soruların tek bir anda sorulmadığı kanaatini de desteklemektedir.[16]



Bu âyetin nüzul sebebindeki ihtilafları bir yana bırakırsak, ki nüzul sebebindeki ufak ayrılıkların bilinmesi, kıssanın anlaşılmasına ek bir şey katmamaktadır. Ancak kesin olan bir şey vardır ki Zülkarneyn’in Peygamber’e sorulduğu kesindir.



Burada geniş zaman ve gelecek zaman siygası olan   (يسالونك)   “ي”  eki ile sorunun “sana sordular” değil de “sana soruyorlar” tarzında ifade edilmesi, sadece geçmişteki bir olayın muhatapların gözü önünde hali hazırda cereyan ediyormuş gibi canlandırılması içindir. Bazı müfessirler “geniş zaman siygasının kullanılması, onların bu sorularında ısrar etmeleri sebebiyledir” demişlerdir. Bazı tefsirciler de, bu ifadenin soru sorulmadan önce âyetin nazil olduğunu gösterir demişlerdir.[17]

[1] Bkz. el-Beydâvî, Tefsîrü’l-Beydâvî, c.3, s.519.

[2] İbn-i Hişâm, Sîret-i İbn-i Hişâm, c.2, s.39.

   Seyyid Kutub ise bu kavli İbn İshak’tan nakletmiştir ve rivâyetin başında ‘Bana Mısırlı bir ihtiyar anlattı, bundan kırk küsur sene önce gelmişti. Ona İkrime anlatmış ona da İbn Abbâs nakletmiş ve demiş ki: ‘Kureyşliler, Hâris b. Nadr’ı  ve Ebû Muayt b. Ukbe’yi Medine’deki Yahudi hahamlarına gönderdiler ve dediler ki: ‘Onlara Hz. Muhammed’in durumunu ve niteliklerini anlatın, söylediklerini bildirin ve nasıl hareket edeceğimizi sorun’....” fazlalığı vardır. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zilâli’l-Kur’ân, c.16, s.2289.

[3] “Bunun üzerine Kureyşliler toplu olarak Hz. Muhammed’in yanına gelerek dediler ki. ‘Ya Muhammed, şu sorduğumuz soruların cevabını bize bildir!’ Sonra da Yahudilerin öğrettiği soruları sordular. Hz. Peygamber şöyle buyurdu; ‘Sorduğunuz soruların cevabını size yarın bildireceğim’ Ama ‘Allah dilerse diye’ ilave etmedi. Kureyşliler bunun üzerine çekilip gittiler. Tam 15 gece Hz. Muhammed vahyin gelmesini bekledi. Ama vahiyden eser yoktu. Cibril (AS) hiç yanına uğramadı. Bunun üzerine müşrikler işi azıtıp söylenmeye başladılar. ‘Muhammed bize yarın dediği halde 15 gündür sesi çıkmıyor’. Bunun üzerine Rasulullah (SAV) çok üzüldü. Hem vahyin gelmemesine hem de müşriklerin ileri geri konuşmalarına canı çok sıkıldı. Bilahare Cibril, Kehf sûresini getirdi. Bu sûrede Hz. Peygamber’e onların durumuna neden üzüldüğünü ifade eden itap ifadeleriyle beraber Ashab-ı kehf ve Zülkarneyn kıssası yer alıyordu. Ayrıca “Sana ruhtan sorarlar” âyeti de bu sırada nazil oldu. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zilâli’l-Kur’ân, c.16, s.2289.

[4] Selmân Âbid en-Nedvî,  Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12.

[5] M. İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, c.5, s.92.

[6] Alûsî, Rûhu’l-Me`ânî,  c.16, s.24; Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, et-Taberi(v.310h.), Tefsîru’t-Taberî, c.16, s.7.

[7]İmam et-Taberî’nin adı, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr’dir. Fıkıh, hadîs, tarih,dil, tefsir ve kıraat ilimlerinde otoritedir. “Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk”, “İhtilâfu’l-Fukahâ” ve “Câmiu’l-Beyân” adlı tefsiri meşhurdur.  Hicrî 310 (m.923) yılında vefât etmiştir. Bkz.Bedreddin Çetiner, “Taberî”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.6,  s.69-70.   

[8]Ebû Kerîb, Zeyd b. Hubâb’tan o da İbn Lehî`a’dan o da Abdurrahman b. Ziyâd b. En`am’dan o da Necip’li iki Şeyh’ten onlar da Ukbe b. Âmir’den rivâyet etmiştir. Bkz. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, c.16, s.8.) Benzeri ancak, biraz kısaltılmış aynı rivâyeti Ahkâmu’l-Kur’ân’da da buluyoruz. Bkz. Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.11, s.47. Metin şöyledir:

     أخرج ابن عبد الحكم في فتوح مصر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ والبيهقي في الدلائل عن عقبة بن عامر الجهني قال   كنت أخدم رسول الله صلى الله عليه وسلم فخرجت ذات يوم فإذا أنا برجال من أهل الكتاب بالباب معهم مصاحف فقالوا من يستأذن لنا على النبي صلى الله عليه وسلم  فدخلت على النبي صلى الله عليه وسلم فأخبرته فقال  ما لي ولهم سألوني عما لا أدري  إنما أنا عبد لا أعلم إلا ما أعلمني ربي عز وجل  ثم قال  ابغني وضوءا فأتيته بوضوء فتوضأ ثم صلى ركعتين ثم انصرف فقال وأنا أرى السرور والبشر في وجهه  أدخل القوم علي ومن كان من أصحابي فأدخله أيضا علي فأذنت لهم فدخلوا فقال  إن شئتم أخبرتكم بما جئتم تسألوني عنه من قبل أن تكلموا وإن شئتم فتكلموا قبل أن أقول  قالوا  بل فأخبرنا قال  جئتم تسألوني عن ذي القرنين إن أول أمره أنه كان غلاما من الروم أعطي ملكا فسار حتى أتى ساحل أرض مصر فابتنى مدينة يقال لها  اسكندرية  فلما فرغ من شأنها بعث الله عز وجل إليه ملكا فعرج به فاستعلى بين السماء ثم قال له  انظر ما تحتك  فقال  أرى مدينتي وأرى مدائن معها ثم عرج به فقال  انظر  فقال  قد اختلطت مع المدائن فلا أعرفها ثم زاد فقال انظر  قال  أرى مدينتي وحدها ولا أرى غيرها قال له الملك  إنها تلك الأرض كلها والذي ترى يحيط بها هو البحر وإنما أراد ربك أن يريك الأرض وقد جعل لك سلطانا فيها فسر فيها فعلم الجاهل وثبت العالم فسار حتى بلغ مغرب الشمس ثم سار حتى بلغ مطلع الشمس ثم أتى السدين وهما جبلان لينان يزلق عنهما كل شيء فبنى السد ثم اجتاز يأجوج ومأجوج فوجد قوما وجوههم وجوه الكلاب يقاتلون يأجوج ومأجوج ثم قطعهم فوجد أمة قصارا يقاتلون القوم الذين وجوههم وجوه الكلاب ووجد أمة من الغرانيق يقاتلون القوم القصار ثم مضى فوجد أمة من الحيات تلتقم الحية منها الصخرة العظيمة ثم مضى إلى البحر الدائر بالأرض فقالوا نشهد أن أمره هكذا كما ذكرت وإنا نجده هكذا في كتابنا

    Bkz. Abdurrahmân b. el-Kemâl Celâluddîn es-Suyûti (v.911), ed-Dürrü’l-Mensûr, c.5, s.438, Dârü’l-Fikr: Beyrut 1993.

[9]Abdullah b. Kesîr; hicrî 45 tarihinde doğmuştur. Müfessir, nahivci ve kurradır. Mekke’de hicrî 120 (m.738) de vefât etmiştir. Bkz.  Ziriklî, el-Â`lam, c.4, s.255.

[10] Ebû Zür’â er-Râzî; hadîs hâfızı ve münekkididir. Hicrî 194 yılında doğmuştur. Ebû Zür`â kendisi bizzat, 200.000 rivâyeti ihlâs sûresi gibi ezbere bildiğini, 300.000 rivâyeti ise hadîsleri müzakere ederken okuyabileceğini söylemiş, ayrıca asılsız haberleri ve mevzu hadîsleri tanımak maksadıyla ezberinde 10.000 uydurma rivâyet bulunduğunu ifade etmiştir. Müslim, 250 yılında el-Câmi`us-Sahîh’ini tamamladıktan sonra Ebû Zür`â’nın tetkikine sunmuş ve onun uygun görmediği rivâyetleri kitabına almamıştır. Bkz. Yaşar Kandemir, “Ebû Zür`a er-Râzî ”TDV  İslâm Ansiklopedisi, c.10, s.273-276.

[11] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.3, s.100.

[12] Katâde b. Diâme, Müfessir Tâbiîdir. Hasan Basrinin yanında 12 yıl kıraat , tefsir ve hadîs dersi almıştır. Evzâî, Ebân b. Yezid, Şu’be b.Haccac gibi bazı alimler kendisinden hadîs rivâyet etmişlerdir. Sika yani güvenilir bir ravidir. Ali b. Medînî, büyük şehirlerdeki isnat zincirlerinin isimleri üzerinde kesiştiği altı kişiden birinin Katâde olduğunu söylemiştir. Bkz. Abdülhamit Birışık, “Katâde b. Diâme “, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.25 , s.22-23.  

[13] Vâhidî,Esbâbü’n-Nüzûl,  s.210.

[14] İlgili rivâyet,  es-Suyûtî  de şöyle geçer:

وأخرج ابن أبي حاتم عن عمر مولى غفرة قال  دخل بعض أهل الكتاب على رسول الله صلى الله عليه وسلم فسألوه فقالوا يا أبا القاس كيف تقول في رجل كان يسيح في الأرض  قال  لا علم لي به  فبينما هم على ذلك إذ سمعوا نقيضا فب السقف ووجد رسول الله صلى الله عليه وسلم غمة الوحي ثم سري عنه فتلا ويسألونك عن ذي القرنين  الآية  فلما ذكر السد قالوا  أتاك خبره يا أبا القاسم حسبك

   Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrül-Mensûr, c.5,s.435.

[15] Hıfzurrahmân, Kasasu’l-Kur’ân, c.3, s.113.

[16] Selmân Âbid en-Nedvî,  Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.14.

[17] Âlûsî, Rûhu’l-Me`ânî, c.16, s23-24.

RİVÂYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ



Konuyla ilgili ayetlere “ يسالونك ”   (sana soruyorlar)  diye başlanması, bu ayetlerin inişinin  bir arka-plana bağlı olduğunu göstermektedir. Yani bu ayetler Hz. Peygamber’e birileri tarafından sorulan bir sorunun ardından inmiştir. Bu noktada, Zülkarneyn  hakkında soru soran birilerinin kim oldukları ve niçin böyle bir soru sordukları son derece önem kazanmaktadır. Bütün rivâyetler, bu soruyu soranların Yahudiler ya da Mekke müşrikleri olduğunu ifade etmektedir. Kehf suresinin Mekke’de indiği hatırlanacak olursa, soruyu soranların müşrikler olduğu ihtimali daha da kuvvetlenmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu sorular her ne kadar müşrikler tarafından sorulmuş olsa bile, soruların kaynağında Medine Yahudileri bulunmaktadır.[1]



Bu ve benzeri rivâyetlerle ilgili olarak Allâme Hıfzurrahmân[2] (v.1962) Kasasu’l-Kur’ân adlı eserinde şunları söylemiştir. “Bu görüş, hadîsçilerden değişik kanallardan aktarılmış ve bu nakiller ‘hasen’ derecesinde görülmüştür. Ancak bunların hiç biri belli bir kaynak belirtmemişlerdir. Bu nedenledir ki rivâyetin mesnediyle ilgili araştırma yapmak hayli güçtür. Bunun tek istisnası, bizzat kıssayı aktaran İbn Abbâs’ın rivâyetidir ki o da İbn Hişâm tarafından nakledilmiştir.[3] Burada da senet kısmına yer verilmemiştir.[4]



et-Taberî’nin(v.310/923) rivâyetinde senet vardır: “Ebû Kureyb[5] bize nakletti ki: Yunus b. Bükeyr [6] bize Muhammed b İshâk’tan nakletti ki: 43 küsur yıl önce gelmiş Mısırlı bir Şeyh bana İkrime vasıtasıyla İbn Abbâs’tan nakletti ki:”  İbn İshâk’ın bahsettiği bu şeyh meçhul bir şahsiyettir. Bu da göstermektedir ki Yunus b. Bekr , görüştüğü bu şeyhi hatırlayamamıştır. Râvîsinde meçhul bir şahıs vardır.[7]



            Suyûtî, söz konusu rivâyetin İbn el-Münzir, Ebû Nuaym[8] ve Beyhakî[9] tarafından da nakledildiğini belirtmiş, ama alışkanlığı gereği senet zincirine yer vermemiştir.[10] Suyûtî, “ed-Dürrü’l-Mensûr” adlı eserinde, Ebû Nuaym’ın “ed-Delâil” adlı kitabından –matbu nüshasında mevcut olmayan- bu rivâyeti kısmen naklederek şöyle demiştir: “es-Süddî es-Sağîr kanalıyla[11] o da İbn Abbâs’tan nakletti ki...”[12]

          

Bu senet zincirinde yer alan es-Süddî aşırı Şiilerdendir. el-Kelbî[13] ise, hadîsçiler nezdinde metruk (rivâyeti kabul görmeyen) bir kişidir. Bunu Ebû Hâtim[14] ifade etmiştir. İbn Hibbân ise onu Sebâilikle suçlayarak şöyle demiştir.: “el-Kelbî Ali’nin hayatta olduğuna, dünyaya tekrar gelerek adalet temeline dayalı hilafeti tekrar kuracağına inanırdı. Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’tan nakil yaptığı halde Ebû Salih’ten tek bir rivâyet dinlememiştir. İbn Abbâs’ın oğlu Ebû Sâlih’i de hiç görmemiştir.”[15]

          

            Bütün bu veriler göstermektedir ki, bize ulaşan rivâyetlerin güvenilirliği pek yoktur. Ancak, bir çok kanaldan gelen rivâyetlerin birbirlerini destekler mahiyette olması, ister istemez soruyu soranların Yahudi oldukları kanaatini pekiştirir mahiyettedir.

[1] Ancak gelen bu ve benzeri rivâyetlerin şu noktada zayıflıkları söz konusudur:

   1. Bu konudaki rivâyetlerin tamamı ya senet bakımından ya da metin bakımından zayıftrır. (Meselâ Kelbi ve Süddî, metrukturlar, Ebû Sâlih, İbn Abbas’a yetişememiştir yani senet kopuktur, adı bilinmeyen şeyh ise meçhuldür, Beyhakî, İbn Münzir ve Ebû Nuaym’dan gelen rivâyetler ise senetsiz gelmişlerdir.)

    2.Sure Mekke’de nazil olmuştur, bu suali Medineli Yahudilerin sorması tuhaftır.

    3.Üç sorudan birinin ”ruh” olması, üç sorunun cevabının da aynı surede yer almasını gerektirirdi. Oysa “ruh” ile ilgili âyet İsrâ suresinde yer almaktadır.

    4. Sorularından birincisi olan “Ashab-ı Kehf” de Yahudilerin sormalarını gerektirecek bir konumda değildir. Çünkü müfessirler, Ashab-ı Kehf’in İsevî olduğuna müttefiktirler. Yahudilerin Hristiyanlığı din olarak kabul etmediğine göre,Tevrat ve sifirlerinde geçmeyen bu kimseleri sormaları yersizdir.

    5. Sorularından ikincisi olan Zülkarneyn de Tevrat’ta geçmemektedir. Tevrat’da geçen yalnızca Danyal’ın rüyasında gördüğü iki boynuzlu koçdan ibarettir.

    6. Yahudilerin müşriklere telkin ettiği, eğer üç suali bilirse o rasuldür, o vakit ona müşriklerin uyması gerektiğini değil, “birlikte iman edelim” demelerini gerektirirdi.

    7.“Tevratta adı geçmeyen bir nebi istemelerine gelince, Yahudiler, Zülkarneyn’in nebi olduğunu zaten kabul etmemektedirler. Çünkü onlar yalnız Yahudi milletinden nebileri kabul ederler. Danyal’ın rüyası ise, bir nebi değil, Fars kralı olarak yorumlanan iki boynuzlu koçtur. Muk. edz.Süleymân Âbid en-Nedvî,  Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn,  s.11-18.

[2] Allame Hıfzurrahmân; tefsir ve hadîs alanında güçlü çağdaş Hintli bir alimdir. 1962 yılında vefât etmiştir. İki ciltlik Kısasu’l-Kur’ân adlı eseri en meşhur yapıtıdır.

[3] İbn Hişâm, Sîret-i İbn Hişâm, c.3, s.321.

[4] Selmân Âbid en-Nedvî,  Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12. (Hıfzurrahmân, Kasasu’l-Kur’ân, c.3, s.112-113’ten alıntılamıştır.)

[5] Ebû Kureyb; Rişdi b. Kureyb Medineli olup İbni Abasın azatlı kölesidir. Zayıf bir muhaddis olarak kabul edilmiştir. Bkz. Takiyüddin Ahmet b. Ali el- Markizi (v.845h.), Muhtasarül Kâmil fi’d-Duafâi ve İleli’l-Hadîs,s.336.

[6] Yunus b. Bükeyir Ebubekr eş-Şeybani için hadîs münekkitleri siga ve güvenilir olduğu söylenmiştir.  Bkz. Takiyüddin Ahmet b. Ali el-Markizi (v.845h.), Muhtasarül Kamil Fi’d-Duafâi ve İleli’l-Hadîs, s.807.

[7] Selmân Âbid en-Nedvî,  Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12-13.

[8] Ebû Nuaym el-Isfahânî; Hicrî 336 yılnda Isfahanda doğmuştur. Hadîs, kelam, tasavvuf alanında alim olup aynı zamanda tarihçidir. 20 küsur eser yazmış ve bu yazmış olduğu eserlerinden bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. 800 kadar âlimin hayatını anlatan “Hilyetü’l-Evliyâ” ve Rasullullah’ın risaletini ispat babında kaleme alınan “Delâilü’n-Nübüvve”, eserlerinin en meşhurlarındandır. Osman Türer, “Ebû Nuaym”, TDV İslâm  Ansiklopedisi c.10, s.20-203.

[9] Beyhaki; Ebû Ca`fer el-Beyhakî, Nahivci ve müfessirdir.Hicrî 470 de doğmuştur. Namaz hariçlerinde evden çıkmadığı, öğrencileri ile ilimle iştiğal ettiği söylenir. Hicrî, 544 yılında vefât etmiştir. Bkz. Şemsettin Muhammed Ali, Tabakâtu’l-Müfessirîn, c.1, s.26.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

[10] Selmân Âbid en-Nedvî Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.13.

[11] Ebû Sâlih es-Semmân, Hicrî 634 yılında doğmuştur. İbn Abbas, Hz. Âişe, ve Abdullah b. Ömer gibi bir çok sahabîden çok rivâyet etmiştir. Kendisinden 1000 kadar hadîsi Âmeş rivâyet etmiştir.  Ahmet b. Hanbel, Ebû Zûr er-Razi ve Yahyâ b. Ma`în gibi otoriteler, onu sika olarak değerlendirmiştir. Hicrî 101 (m. 719) yılında vefât etmiştir. Bkz. Talat Sakallı, “Ebû Sâlih es-Semmân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.10, s. 226. 

[12] Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr, c.4, s.210.

[13] el-Kelbî; Asıl adı Ebü’n-Nadr Muhammed b. Sâib b. Bişr el- Kelbî el-Kûfi’dir. Ebû Sâlih Bazen ve Âmir eş-Şa`bi gibi alimlerden hadîs rivâyet eden Kelbî Kûfe’de tefsir ve tarih dersleri vermiştir. Kendisinden oğlu Hîşam, Hammad b. Seleme, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne ve Ebû Bekir b. Ayyaş kendisinden rivâyette bulunanlar arasındadır. Sebeiyye’ye mensup olduğu söylenmiştir. Hadîs otoriteleri onu  rivâyetlerinde güvenilir bulmamışlardır. Hicrî 146 (m.763) yılında vefât etmiştir. Bkz. İsmail Cerrahoğlu, “Kelbî, Muhammed b. Sâib”,  TDV İslâm Ansiklopedisi, c.25 , s.22-23.     

[14] Ebû Hâtim, Muhammed b. İdris er-Râzî, Hicrî 195 yılnıda doğmuştur. Hicrî 277 (m.890) yılında vefât etmiştir. Hadîs hâfızı ve münekkididir. Hadîs ravileri hakkındaki bazı görüşleri Berzâî tarafından onun eserlerinden derlenerek bir araya getirilmiştir. İbrahim Canan, “el-Kelbî”, TDV İslâm Ans, c.10, s.150.

[15] Selmân Âbid en-Nedvî,  Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.13. (İbn Hibbân, Hatime-i Tefsir-i Süfyan es-Sevrî, Thk. İ. Ali Arşi, s.430’dan alıntılamıştır.)
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder