24-NUR:
1- Ve farz
kıldık Yani bu sûre, kesin olarak farz kılınan birtakım hükümleri ve bunların
delillerini içinde bulunduran bir kısım açık ve belli âyetleri ihtiva eder.
Öyle ki bu sûrenin de İslâm medeniyetinin hukukunu ve asıl vazifelerini gösteren
temel çizgilere delil olması açık bir şekilde düşünülebilir. İlk önce namus,
ırz ve aile hukuku meselelerinden başlanarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
2- Zina eden
kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın!
Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
3- Zina eden
erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina
eden bir kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu,
müminlere haram kılınmıştır.
4- Namuslu
kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere
seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin.
Onlar tamamen günahkardırlar.
5- Ancak
bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı
ve merhametlidir.
6- Eşlerine
zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince,
onların her birinin şahitliği kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair
dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir.
7- Beşinci
defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını
dilemesidir.
8- Kadının,
kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve
şahitlik etmesi,
9- Beşinci
defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi
üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezayı kaldırır.
10- Ya Allah'ın
size bol lütfu ve merhameti olmasaydı ve Allah tevbeleri kabul eden hüküm
ve hikmet sahibi olmasaydı (haliniz nice olurdu.)?
2- Zâniye
ve zânî; ZANİYE, zina eden kadın ZANÎ zina eden erkek demek olduğu belli,
fakat zaniye ile mezniyeyi ayırmak gerekir. Her zaniye mezniyedir; ama her
mezniye, zaniye değildir. Çünkü mezniye, zina edilen kadın demektir ki, şiddetle
ve zorla da olabilir. Zorla zina edilen kadına ise mezniye denilirse de zaniye
denilemez. O zira ancak kendi istek ve arzusu ile zina işlemiş kadına denilir.
Karşılıklı rıza ile işlenilmesi sebebiyle, zina fiilinde bu fiili işleyenler
ortak olur. Zorla zina edilen kadın ise hiçbir yönden fail değil menf'ul dür.
İşte burada, zorlanana had cezası gerekmeyeceğini anlatmak için zaniye denilmiş,
mezniye denilmemiştir. Şunu da unutmamalıdır ki maksat, zinalarının sabit
olduğuna şer'î yönden hüküm verilmiş olan zanî ve zaniyedir. Zinanın tesbiti
ise "Onlara içinizden dört şahit getirin." (Nisa, 5/15) âyetinin ifadesi ve
delaletine göre dört şahide veya dört kere ikrar etmeye bağlıdır. Netice olarak
zina ettiği bu şekilde sabit olan ve sabit olduğuna hüküm verilen kadın ve
erkek, Şimdi bunlardan herbirine yüz celde vurunuz.
CELDE: Deriye
vurmaktır ki, her vuruşa celde denir. Keşşâf'ta der ki, "celd" sözünde şuna
işaret vardır ki acı, ete geçirilmemelidir. Çünkü celd, cilde vurmaktır.
Nitekim "zaherehû":
sırtına vurdu, "batanehû": karnına vurdu, "reesehû": başına vurdu demek olduğu
gibi derisine vurdu mânâsına da "celedehû" denilir... Demek ki, deri hissedecek
kadar kaba elbisenin üzerinden vurmaya da celd denilmez. Aynı zamanda meselenin
fıkhî yönü düşünüldüğü zaman maksadın, bir eğlence olmadığı gibi, bir işkence
veya yok edip öldürme de değil, yalnız zorlama ve terbiye etme olduğu açıktır.
Şu halde maksat, şiddetli bir celd değil, eti çürütmeyecek ve tehlikeye sebeb
olmayacak şekilde hafife yakın orta bir şekilde vurmaktır ki, nasıl olacağı
Fıkıh kitaplarında açıklanmıştır:
BİRİNCİSİ:
Değnek iri olmayacak, çöp gibi çok basit de olmayacak, parmak kadar düz ve
budaksız olacak.
İKİNCİSİ:
Vuran kimse vururken en son omuzu hizasına kadar kaldıracak ve omuzundan arkasına
aşırtmayacak,
ÜÇÜNCÜSÜ:
Çıplak vücuda vurulmayacak, fakat kürk gibi kalın elbise varsa çıkarılacak.
Rivayet edilir ki, Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a)'a had cezası için bir adam getirildi,
adam gömleğini çıkarmya başladı ve "Benim şu günahkâr vücudum dövülürken üzerinde
gömlek bulunması uygun değildir" dedi, Ebu Ubeyde gömleğini çıkarmasına izin
vermeyin, dedi ve o şekilde dövüldü.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Yüz, karın ve ot yeri gibi nazik ve tehlikeli organlara vurulmaz.
BEŞİNCİSİ:
Hepsi bir yere de vurulmayıp diğer organlara gereği şekilde yaygınlaştırılır...
Âyetin açık
ifadesine göre zanî ve zaniye, zina isnad edilen evlenmiş veya evlenmemiş
olandan daha genel ve bundan dolayı celd, ikisini de içine alıyormuş gibi
görünür. Fakat Mâiz ve Gâmidiyye hakkında Peygamber efendimizin bilinen uygulaması,
yani bilinen sünneti ile bu âyetin hükmü, muhsan olmayan, yani evlenmemiş
olanlar hakkında olmak üzere yürürlüktedir. Allah'ın cezasında onlara acıyacağınız
tutmasın Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız öyle yapınız. Allah'ın
muhterem tuttuğu iffet ve namusu yırtan zanî ve zaniye'ye acıma duygusuna
mağlup olup da onlara iltimas göstererek Allah'ın emrettiği cezayı ihmal etmezsiniz,
Allah'tan ve ahiret sorumluluğundan korkarsınız. Çünkü onlara acımak, zinalarına
göz yummakta değil, tevbelerine sebeb olmak için cezalarını yerine getirmek
ve bu şekilde iffet ve namusu koruma ve zinanın genelleşmesini önleyerek nikahın
çoğalmasına çalışmaktadır. Çünkü zina; "Çünkü, bu bir hayasızlıktır, iğrenç
bir şeydir ve kötü bir yoldur" (Nisâ, 4/22) âyeti kerimesine göre büyük bir
fuhuştur, kin ve hiddettir ve yolu pek kötüdür.
Gerek sıhhî,
gerek tabiî, gerek ahlâkî, gerek hukukî, gerek ictimâî hangi yönden düşünülürse
düşünülsün zina çok zararlı, harab edici bir günahtır. Erkekle kadının yaratılış
ihtiyaçlarından olan cinsî münasebetlerinin, meşru ve güzel yolu zinada değil,
nikahtadır. Nikahta hayatın bir bereketi, zina ve hayasızlıkta ise onun yok
olması ve sonuçsuz kalması vardır. Nikahın kolaylığı, doğruluk ve emniyeti,
çoğalması bir toplum bünyesinin sıhhatinden olduğu gibi, tersi olan zinanın
yayılması da aksine toplum bünyesini kemiren, çürüten, her türlü ahlâkî kötülüklere
sürükleyen tahrib edici şeylerin başıdır. Tıbbî ifade ile ifade edecek olursak
zina, toplum bünyesinin firengisidir. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimizden
rivayet edilmiştir ki: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan kaçınınız, çünkü onda
altı özellik vardır. Üçü dünyada, üçü ahirettedir. Dünyadakiler değerleri
giderir, fakirlik getirir, ömrü kısaltır. Ahirette de Allah'ın gazabına, hesabın
kötülüğüne, cehennemde ebedî kalmaya neden olur." Bu sebepten insanlara yardım
ve acıma ona teşvikte değil, ondan menetme ve zorlama ile kurtarmaktadır.
Bu âyette
emrolunan yüz sopa vurma ise sakındırma ve yasaklamanın, gayet basit ve sade
ve her türlü sıkıntı ve korkudan uzak en sağlam yoldur. Bu âyetin nuzûlünden
önce İslâm'da zinanın cezası "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden
dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları ölüm alıp götürünceye,
yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlere hapsedin. İçinizden fuhuş
yapan her iki tarafa ceza verin..." (Nisâ, 4/15-16) âyeti uyarınca kadınlar
için vefat edinceye veya Allah bir yol açıncaya kadar evlerde hapis, erkekler
için de hakimin görüş ve takdirine uygun bir eza ile tazirdi; takdir edilmiş
belli bir cezası yoktu. Bu âyetin indirilmesi ile bekarlar arasında her ikisine
de yüz sopa vurma ile sınırlandırıldı ve böylece vaad edilen yol gösterilmiş
oldu ki, bunda iki taraf için zina zevkine karşılık yeterli eziyet ifade edecek
adil bir tesir mevcut olduğu gibi, zarardan uzak ve masrafsız olmak itibariyle
de birçok yönden faydalar vardır. Hapis cezasının ahlâkî bir şekilde tatbikatındaki
zorluklarla beraber, bir taraftan her türlü iş ve gücü durdurma, diğer taraftan
devlet hazinesine birçok masraflar yüklediği hesap edilirse, bu hususta tayin
edilen yüz sopa vurulmasının, gerek ahlâkî ve gerek iktisadî ve gerek kolay
tatbiki ile adalet nokta-i nazarından faydalı ve netice verici bir terbiye
olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Şu kadar var ki, kötü bir şekilde
tatbik etmemek şarttır. Onun için buyuruluyor ki: Ve müminlerden bir grup
da onlara uygulanan cezaya şahit olsun. Yani gizli döğülmesinler de müminlerden
bir taifenin (grubun) huzurunda onların şahitliği ve gözcülüğü altında döğülsünler.
Keşşâf'ın
açıklamasına göre tâife; bir halka olması mümkün olan gruptur ki, bir şeyin
etrafını çeviren topluluk demek gibidir. En azı üç dört kişi olması gerekir.
İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde dörtten kırka kadar diye nakledilmiştir. Aslında
çoğulun en azı üç ise de zinada şahit adedinin istenen haddi dört olduğuna
göre, bunun da en azından dört olması gerekir. Çünkü "şahit olsun" buyurulmuştur.
Bu sebepten iki kâfi gelmez, Hatta Hasen'den rivayete göre en azı on kişi
olmalıdır. Netice olarak gizli dövme suçlamasına meydan vermeyecek kadar bir
grup insanın hazır bulunması gerekir. Bu ise bir iki kişi ile olamaz. Sonra
yalnız adet değil, nitelik de şarttır. Onun için "müminlerden bir grup" buyurulmuştur
ki, şahitliğe ehil halis müminlerdir. Zira şehadete ehil olmayan aşağılık
kimselerin şahitliği, yapılmamış gibidir. İbnü Abbas Hazretleri de "Allah'ı
tasdik edenlerden kırk kişi kadar" demekle bunu kasdetmiştir.
Bu emirde
başlıca iki hikmet vardır:
BİRİNCİSİ:
İntikam şeklinde bir kötüye kullanmaya meydan vermemek için bir teminattır.
Çünkü gizli dövmelerin, hiddetin sevkiyle işkence halini alması veya bir iltimasa
uğraması mümkündür. Nitekim tarihin şikayet edegeldiği zalimane işkenceler
hep gizlenerek yapılmıştır. Bundan dolayı Avrupalı ceza hukukçularının dövme
gibi bedeni cezalandırmaları hoş görmemeleri de hiç sebebsiz değildir. Fakat
hapis gibi genellikle uygun görülebilen cezaların çoğu cismani olmaktan kurtulamayacağı
gibi, gizli dövme kadar kötüye kullanmaya müsait bulunduğu da inkâr olunamaz.
Bir mahpusa, hele yalnız olan bir mahpusa karşı ne yapılmaz. Halbuki, herkesin
gözetimi önündeki bir dövme tesirli olmakla beraber, haddi aşmaya müsait değildir.
İşte darb, ancak bu şahitlik ve kontrol altında açıkça olmak şartıyla meşru
kılınmıştır.
İKİNCİSİ:
Bunda iffet ve namusun kıymetini, ibret ve terbiyenin genelleştirilmesini
ifade eden bir ilan ve sergileme vardır. Gerçi bu sergileme bu suçu işleyen
kimsenin sadece aleyhine değildir. Açıklandığı üzere lehinde bir teminatı
da içinde bulunduran bir ilandır. Mahkemenin ilanının ve hükmün, alenî olması
gibidir. Hükmün aleniyeti (açıklığı) ise bir sergilemeyi içerse bile, genellikle
bir ceza niteliğinde kabul edilmez. İcranın yani yürütmenin açıklığının da
öyle olması gerekir. Özellikle cezalarda uygulama, hükmü yerine getirmede
tamamlayıcı unsurlardandır.
Bununla beraber,
aklı olanların vicdanında, en küçük bir sergilemenin bile bir ruhî azap meydana
getireceğinde şüphe yoktur. Bundan dolayı bu şahitlik, yalnız bedeni olan
"celd ceza"sının ruhî bir tamamlayıcısı olur. Bu cümlede "onların her ikisine
uygulanan cezaya" buyurulması da buna işarettir. Bir de bu şahitliğin amme
hukuku ile ilgisi vardır.
3-Şöyle ki:
Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile nikahlanamaz.
Zina eden bir herif evlenecek olursa, alacağı karı ya bir zina etmiş kadın
veya bir müşrik kadındır. Çünkü imanı ve namusu olan temiz saliha kadınlar
ondan nefret eder, ona tenezzül etmez ve etmemelidirler; öyle heriflere olsa
olsa ya kendisi gibi zina işlemiş veya Allah'a şirk koşmakta olan bir karı
rağbet eder ki, Allah'a şirk koşan kadınların da iffet ve namusu şüphelidir.
Ve işte zina şirke, şirk zinaya böyle yakındır.
Bir de nefsinde
zina etmeye yatkınlık olan erkek, namus ve iffetten yoksun kadınlarla ilgi
kurar, onlardan tiksinmez; aksine şehvetini tahrik edip heva ve hevesine uyduklarından
dolayı onlara kapılır ve bu duygu onun evlenmek konusundaki fikrini ve düşüncesini
bozar da nikaha ve evlenmeye rağbet etmez ve şayet evlenecek olursa, alacağı
da öyle birisi olur. Zira iffet ve namusun kıymetini bilmez, iffetli olanları
takdir etmez, kendi dengini arar. Bu şekilde, erkeğin iffetsizliği, iffetsiz
kadına düşmesine sebeb olduğu gibi, netice olarak nikahlayacağı kadının iffetsiz
olmasına da sebeb olur. Bu nükte ve incelik ile, bu âyette erkek, dişiden
önce zikredilmiştir. Halbuki, önceki âyette dişi önce zikredilmişti. Çünkü
dişinin görünmesi, açgözlülüğe düşürmesi, kendi isteği ve kabulü olmadıkça
adı geçen zina fiili başlayamayacağından, orada suçun başı, zinanın maddesi,
karı olduğuna işaret edilmişti. Fakat nikah konusuna gelince, bunda erkeğin
rağbet ve isteği asıl ve öncül olduğuna ve erkeğin ahlâkının iffet bakımından
kadın üzerindeki nüfuz ve tesirine işaret inceliği ve nüktesi gösterilmiştir.
Zina eden
kadın; bununla da zina eden erkek veya müşrik bir erkekten başkası nikah edemez.
Yani iffet ve namusu olanlar, zina eden kadından nefret eder, nikahına tenezzül
etmez de onu nikah etse etse, bir zina suçu işlemiş veya zinadan sakınmamak
âdetleri olduğundan dolayı ancak bir müşrik nikah eder. Çünkü "kötü kadınlar,
kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yaraşır" (Nur, 24/26) ve o yani
o nikah, müminlere haram kılındı. Bakara Sûresinde "İman edinceye kadar müşrik
kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir cariye, beğenseniz bile müşrik bir kadından
kesinlikle daha iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkeklere de mümin kadınları
nikahlamayın.
İnanmış bir
köle müşrik bir kimseden daha hayırlıdır" (Bakara, 2/221) âyet-i kerimesine
göre, müşrik kadın ve müşrik erkekle nikahlanmanın yasak olduğu bilinmektedir.
Zina eden kadını nikahlamaya gelince; bu âyetin zahirinden, bunun da müminlere
haram ve müşrikle nikahlanmaya yakın olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber ihtilaf
yönü de yok değildir.
1- Bazıları
"bu âyette maksad, nikahın hükmünü açıklamak değil, zinanın kötülüğünü açıklamadır.
Burada nikah çiftleşme mânâsındadır ve bu sebebten haramlık da zinanın haramlığıdır"
demişlerse de anlamsızdır. Çünkü Kur'ân'da nikah, hep akit "nikahlanma" mânâsına
geldiğinden çiftleşme mânâsı verilmesi doğru değildir. Bir de bu mânâca âyetin
hiçbir fayda ifade etmemiş olacağı gösterilmiştir.
2- Hz. Aişe
(r.anha) dan rivayet edilmiştir ki: "Bir erkek bir kadınla zina etse onu nikahlayamaz,
bu âyette haramdır. O işe başladığında zina etmiş olur..." Ebu Hayyan tefsirinde:
Ashâb-ı kiramdan İbnü Mes'ud ve Berâ b. Azib (r.anhüma)'nin de görüşlerinin
böyle olduğu bildirilmiştir. Fakat buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.v) den
bu konu sorulmuş "Evveli akılsızlık, ahiri nikahtır, haram, helali haramlaştırmaz"
buyurduğu nakledilmiştir. Ebu Bekr'i Sıddîk, İbnü Ömer, İbnü Abbas ve Cabir'den
ve Tâvûs, Saîd b. Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, Atâ, Hasen'den ve dört imam'dan
naklolunan görüş de caiz oluşudur. Ancak Fahrü'r-Râzî tefsirinde zikredildiği
üzere zina eden erkek ve zina eden kadının iffetli erkek ve iffetli kadın
ile ve iffetli erkek ve iffetli kadının, zina eden erkek ve zina eden kadın
ile evlenmesinin haram olması, Hz. Aişe ve İbnü Mes'ud gibi Hz. Ebu Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin de mezhepleridir, deniliyor.
3- Hasen'in
görüşüne göre bu haramlık, belirli zina eden erkek ve zina eden kadın haklarındadır.
Had vurulmuş zina eden erkek ancak zina etmiş bir kadınla evlenebilir, Hz.
Ali böylesinin nikahını reddetti diye, rivayet edilmiştir.
4- Bazıları
bu hükmün Medine'de İslâm'ın başlangıcında gelmiş olup daha sonra neshedildiğini
söylemişlerdir, Said b. Müseyyeb bu sûredeki "Aranızdaki bekarları evlendirin."
(Nûr, 24/32) ve Nisâ Sûresi'ndeki "Size helal olan kadınlardan nikahlayın."
(Nisâ, 4/3) âyetlerinin umumlarıyla birlikte neshedildiği rivayet edilmiş
ve bu görüş yaygınlık kazanmıştır. Mütezile'den Cübbâî de icma ile nesholunmuştur,
demiş. Fakat Fahrür-Râzî tefsirinde açıklandığı üzere araştırmacı âlimler
bu iki görüşün ikisinin de zayıf olduğunu anlatmışlardır. Çünkü neshedenin
icma olduğunu söylemek ise, icmanın nâsih olamayacağı Fıkıh usûlü ilminde
sabittir. Bir de Ebu Bekir, Ömer, Ali gibi zatların muhalefetleri bulunan
bir konuda icma sahih olamaz. Bu sebepten icma ile nesholunmuştur, demek doğru
olamayacağı gibi mensuh olduğuna icma edilmiş demek de doğru değildir. Çünkü
açıklandığı üzere aksi sabittir. Gerçi ve emirleri geneldir. Fakat bunların
da dinen bir engel bulunmayanlara ait olduğunda şüphe yoktur. Bundan dolayı
diğer haramlar gibi buradaki haram kılınmanın da engellerden biri olması düşünülebilir.
Böyle bir ihtimal karşısında ise neshe hükmetmek doğru olmaz. Özellikle sûrenin
başındaki "Onu farz kıldık" kelâmı bu sûrede mensuh bir hüküm bulunmadığını
anlatmak için yeterlidir.
5- Abdullah
b. Ömer'den, İbnü Abbas'tan (r.anhüm) Mücahid'den, Said b. Cübeyr'den ve yine
Saîd b. Müseyyeb'den gelen rivayetlere göre bu âyetin iniş sebebi şudur: Cahiliye
devrinde fahişeleri işleten kirahaneler (Kerhaneler) kerhaneciler vardı. İslâm
geldiği vakit Medine'de bunlardan Ümmü Mehzûl gibi meşhur karılarla, kapıları
bayraklı, alâmetli dokuz kadar kerhane bulunuyordu. Bu karılar, bu kerhaneciler
hep müşriklerden idi. İçlerinde servet edinmiş olanları vardı. İslâm'da zina
haram olduğundan bu fahişelerden bazıları, yeni müslüman olmuş olan bazısına
nikah teklif etmiş ve kabul ederlerse nafakalarını taahhüt etmek istemiş,
onlar da fakirlikleri ve ihtiyaç içinde bulunduklarından dolayı Resulullah'tan
izin istemişler, bunun üzerine bu âyet indirilmiş, o nikahın müminlere haram
olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayı bazı tefsirciler bu haramlığın nüzul sebebi
olanlara mahsus olduğunu zannetmişlerdir ki, "elif lâmlar" ahd için demek
olur. Gerçi karine tamam olduğu zaman hüküm, nüzul sebebine tahsis olunabilir.
Fakat burada hüküm, umumî sıfat üzerine gelmiş ve bu suretle haramlığa sebep
olanların şahıslarında değil; ötede zinakârlık, beri de iman vasıfları arasındaki
zıtlık da gösterilmiştir. Bu ise tamim, yani umumîlik karinesidir. Öyle ki
"lâm" ahde yorumlansa bile, hükmün kıyas ile genelleştirilmesi zorunlu olacaktır.
Bundan dolayı, nüzul sebebine mahsustur, diyenlerin muradı da bu haram kılmanın
özellikle kerhane fahişeleri hakkında olduğunu söylemektir.
Ve bu fahişelerin
belirgin özelliği ise zinayı helal kabul etme veya hafife alma demektir ki,
küfürdür. İslâmiyetin hakimiyeti ile o cahiliyet kalıntısı olan kerhaneler
kalkmış ve had cezalarının konulması ve uygulanması İslâm topraklarında artık
öylelerinin ortaya çıkmasına meydan bırakmamış olduğu müddetçe, bunların nev'i
şahıslarına münhasır kalmış olmasından dolayı bu, onların şahıslarına mahsus
kaldı, diyenler de olmuştur. Bununla beraber:
6- Tefsircilerin
çoğunun açıklamasına göre; bu haram kılma, zina edenleri nikahlamaktan müminleri
sakındırıp korkutmak için mübalağa içindir. Çünkü diyorlar; zina damgası basılmış
fasıkların peşine takılmak caiz değil, mahzurludur. Fasıklara benzemesine,
töhmet mevkiinde bulunmasına, hakkında kötü lakırdılar edilmesine ve daha
birçok bozgunculuklara sebebtir. Günahkârlar topluluğunda oturmakta bile günahlar
işlemeye maruz kalmak tehlikesi ne kadar çoktur! Artık zina eden kadınlar,
kahpelerle evlenmek nasıl olur? "Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden
iyi olanları evlendirin" (Nûr, 24/32) emrindeki "Salâh" "iyi olanlar" kaydında
da bu mânâya dikkat çekilmiştir. Ancak bir mümin, kaçınılması gereken böyle
haram bir nikahı -faraza- yapmış olsa o nikah , nikah olur mu? Yoksa o da
bir zina mı olur?
7- Şimdi bunu
özetlemekle âyetin mânâsını tesbit edelim: Burada üç kısım vardır: Müşrikler,
zinayı helal kabul edip hafife alanlar, bir de böyle olmayanlar.
BİRİNCİSİ:
Herhangi bir mümin erkeğin veya mümin kadının, şirk koşan bir kadın veya şirk
koşan bir erkekle nikahı sahih olamaz, kesinlikle haramdır, O bir zina olur.
İKİNCİSİ:
Zina eden erkek ve zina eden kadın, âyetin nüzul sebebi olan kerhaneciler
ve sermaye olarak kullandıkları kadınlar gibi zinayı helal gören veya zinayı
hafife alan takımdan ise, haramlığı nass ile belirlenmiş olanı helal kabul
etme veya hafife alma küfür olduğu için, bunlar müşrik hükmünde olduklarından,
nikahları nikah olmaz, kesinlikle haramdır, müşrik nikahı gibidir. Onun için
âyette zina eden erkek ve kadın, müşrik erkek ve kadına denk tutulmuş "Bu
müminlere haram kılınmıştır" buyurulmuştur. Âyet bu iki kısmın nikahının haram
oluşuna delildir. Ancak gerçekten tevbe etmiş olanlar başka.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Helal sayma veya hafife alma gibi küfür delili olmayarak zinası tesbit olunmuş,
önceden de başından hiç nikah geçmemiş ise, iffet sahibi müminlerin bunları
nikahlamaları tahrimen mekruh, fakat nikahları sahih olur. Ayetin tahriminin
bu kısmı içine aldığı hususunda bir çeşit şüphe vardır. Onun için ictihada
yol açılmıştır. İşte zikredilen ihtilaf, ancak bu kısım hakkındadır. Yalnız
Hz. Aişe ve İbnü Mesud ve Berâ b. Azib hiçbirisinde nikahlanmayı uygun bulmamış,
bu kısmın haramlığını da diğer iki kısım derecesinde tutmuşlardır. İ
şte zinanın
sonucu öyle azab, böyle mahrum bırakmaktır. Mümin olanların zinadan sakınmaları
ve cezasını uygulamaları farz olduğu gibi zânî ve zâniyeyi nikahlamaktan kaçınmaları
ve birbirlerini böyle töhmetlerden korumaları da gerekir. Yoksa sakınma bahanesiyle
ona buna zina isnat ederek, iffet sahiblerinin namusuna dokunmak da büyük
bir cinayettir, suçtur ki, buna remiy veya kazif denilir. Bu deyim; namuslu
olanlara delilsiz böyle bir isnatta bulunmak, nasıl rastgelirse gaybı taşlamak
gibi olmakla beraber, öldürmek için şiddetli ok atmak gibi yaşama hakkına
bir hücum olduğuna işarettir. Bu yönüyle zina cezasının açıklanmasının arkasından
kazif cezası açıklanarak buyuruluyor ki:
4- Ve muhsanelere
zina isnad eden, MUHSANE: Evlenmiş iffetli kadına, bir de evlenmiş olsun olmasın
mutlaka iffetli ve ırzı sağlam olana denilir ki, kazf ayetindeki "ihsanda"
bu mânâ kastolunduğunda görüş birliği vardır. Yani burada evlenmiş olmak şart
değil, zinadan temiz olmak şarttır. Bundan dolayı yetişkin kızları da içine
alır. Fakihler, bu ihsanda, İslâm, akıl, bulûğ, hür olmak ve iffetli olmak
üzere beş şart saymışlardır. Erkeklere zina isnad etmek aynı hükümde delalet
yönüyle dahildir. Fakat kadınlara söz atmak daha yaygın olduğundan cemi müennes
sigası ile onlar özellikle belirlenmiş veya genellikle öyle olduğu hükmü ortaya
konulmuştur.
Netice olarak
namusu sağlam olanlara atan, zina isnat eden sonra da dört şahit getirmeyen
kimseler, demek ki ikrar bulunmadıkça bir zinayı ispat için şahitliğin ölçüsü
en az dörttür. Halbuki iki adil şahit ile kısas bile sabit olur. Demek ki,
namuslu bir kimseyi, özellikle ırz ve namus sahibi bir kadını zina ile itham
etmek canını almaktan ağırdır. Bu sebepten onlara iftira atıp da ispat edemeyenler
yok mu? Bunlara da attıklarından dolayı seksen sopa vurunuz hem de bunların
ebedî olarak şahitliklerini kabul etmeyiniz. O zina iftirası suçunu fırlatan
dilin ebedî olarak, yani ölünceye kadar bu suretle hükmünü düşürmek bu da
bu cezanın tamamlayıcı unsurudur. Celdin acısı cisme ait, bunun acısı ise
ruha aittir. Zinada cisme ait olan yön, kazifte ruha ait olan yön galip olduğundan
kazfin celdi, zina cezasından aşağı ve fakat bu manevî ceza ondan daha fazladır,
çünkü ebedîdir. Bunlar fasıklar güruhundan ibarettir. Fısk ile mahkum kimselerdir.
5-6- Ancak
ondan sonra tevbe edip kendilerini ıslah edenler müstesna. Yani o kazif suçunu
işledikten sonra nedamet getirerek sözünü geri alan ve onu telafi etmek için
cezasına teslim olmak ve kazfettiği kimse ile helallaşmaktan başlayarak hal
ve amelini düzelten kimseler, fasıklık hükmünden müstesna olurlar. Tevbe ile
had cezasının düşmediğinde icma vardır. Ancak Şâfiî mezhebinde bu istisnanın
yukarıdaki cümleden ikisine ait olduğu ve bu sebepten böyle tevbe ettikleri
takdirde had cezası düşmezse de fasıklıkları gittiği gibi şehadetlerinin de
kabul olunabileceği söylenilmiştir.
Fakat Hanefi
mezhebinde bu, yalnız sonundaki "fâsikûn" cümlesinden istisnadır. Kazif haddi
ile cezalı olanlar tevbe ile hadden kurtulamayacakları gibi, şehadetlerinin
kabul olunmaması da ebedilik kaydı ile kayıtlıdır. Ebedileştirme ise istisnaya
aykırıdır. Bundan dolayı bu hükümden istisnanın faydası kul hakkı ile ilgisi
olmayan ve yalnız Allah hakkı olan yönde olur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı
ve merhametlidir. Mağfireti çok, rahmeti çoktur. Bundan dolayı tevbe ve ıslah
halinde sorumlu tutmaz; fakat kazifte had ve şehadet yalnız Allah hakkı değil,
aynı zamanda kul hakkıdır. Kazfolunanın davası üzerine cerayan eder. Bu sebepten
kul hakkını ilgilendirir ve şahitliğin reddi hükmü, tevbe ile düşmezse de
yalnız Allah hakkı olan günah bağışlanabilir. Ve bu yönüyle bu suçlarda suçu
gizleyip açığa çıkarmamak daha uygundur.
Zinayı ispatta
dört şahit şartı da bununla ilgilidir. Bununla birlikte burada pek önemli
bir nokta vardır. Bir kişi bir zinayı görecek olursa, o bir yabancının zinası
olduğu takdirde kendisine bir ar gerektirmeyeceğinden gizlemesi daha uygun
olur. Fakat zevcesi olduğu takdirde ar gelir, nesebi bozulur, sabredemez,
o halde başka şahit bulmak da mümkün değil gibidir. Bundan dolayı burada şöyle
bir soru vardır: Rivayet edildiğine göre kazif âyeti indirilip okunduğu zaman
Ensar'dan Sa'd b. Ubâde ve Asım b. Adiy, birisi ayağa kalkıp "Bir adam karısı
ile birisini görse ne olacak.Dava etse seksen değnek vurulacak ve şehadeti
reddedilecek, fasıklığına hükmolunacak; vurup öldürürse katlolunacak; dört
şahit bulup getirinceye kadar ise işini bitirecek, bir açıklık getir Allah'ım!"
dedi.
Çıkar
çıkmaz damadı Hilâl b. Ümeyye veya Uveymir kendini karşıladı, ne var dedi.
"Şer var, karımı Şüreyk b. Semha ile buldum" dedi ki, amcası oğlu idi. "Vallahi
dedi bu benim sualim, ne çabuk mübtela oldum." Bunun üzerine ikisi bir Resulullah'a
vardılar, haber verdiler. Resulullah kadını getirtip sorguya çekti, kadın
inkâr etti, ashab toplanmıştı. Koca, önceki âyet gereğince kazif cezasına
mahkum olacaktı. "Gözlerimle gördüm, kulaklarımla dinledim, Allah biliyor
ki ben doğruyum, ancak hakkı söyledim, herhalde Allah'ın buna açıklık getireceğini
ümid ederim." diyordu.
Derken Resulullah'a
vahy gelmeye başladı, ashab bunu işaretlerden tanıyorlardı, hepsi sustular,
beklediler, o zaman şu Liân âyetleri indirilmişti ki kazf âyetinin genelinden
bir istisna niteliğinde ve özellikle kocaların kendi zevcelerine kazfi hakkındadır:
Kendi zevcelerine zina isnat edip de kendilerinden başka şahitleri olmayanlara
gelince onların herbirinin şahitliği ,yani o eşlerden herhangi birinin kazif
cezasından kurtulması için şer'an dikkate değer bulunacak meşru ve uygun şehadeti
kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin
ederek şahitlik etmesidir. Yani şehadet ederim, billahi hiç şüphesiz ona attığım
sözde kesinlikle doğruyum, diye tekrar tekrar dört kere yemin etmesidir.
7- Beşincisi
de, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını
dilemesidir. Yani beşinci defa da böyle şehadet edecek: Eğer o zina isnadında
bulunmada ve şehadette yalan söyledi ise Allah'ın laneti muhakkak üzerine
olsun, diyecek ki bu, bir yemin-i münakidedir. Bu âyette ilâhî kelâmın üslubu
dikkat olunursa, kocanın yalanı takdirinde Allah tarafından lanete uğratılmasını
ifade eder bir şekildedir. Nitekim Resulullah da bu beşinci "mucib yani gerekçedir"
buyurmuştur.
8-9-Koca böyle
beş kere şehadetle liân yapınca kazif cezasından kurtulur, ithamı karısına
yönelir. Zevceden de azabı, yani o dünyada verilecek azabı -ki sonu evliler
hakkında zina cezasının neticesi olan recimdir o zevcenin kendisinin şöyle
şehadet etmesi üzerinden kaldırır: Kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna
dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşincisi de eğer (kocası)
doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi,
yani koca, sözünde doğru ise Allah'ın gazabını zevce kendi üzerine alacak;
erkek tarafında lanet, kadın tarafında gazab üzerine on yemin verilmesi kadınlar
üzerine gazabın lanetten daha tesirli olmasındandır. Böylece zevce de bu beş
yemin ile şehadet ederse zina cezasını kendi üzerinden kaldırmış olur ve artık
karı koca arasında ayrılık meydana gelir.
Fakat zevce,
bu beş şehadeti yapmaz da liân yapmaktan kaçınırsa azabı defedemez. O halde
ne yapılır? Burası âyetin mefhûm-i muhâlifine aittir. Şâfiî hemen had cezasının
yapılmasına hüküm vermiş, fakat Hanefiler kesinlik gerekli olan böyle yerlerde
yalnız mefhüm-ı muhalif ile amel etmeyi caiz görmediklerinden dört şahit yok
iken ikrar da bulunmayınca zinanın sabit olmasıyla hadd cezasının yerine getirilmesine
hüküm verilemeyeceğini ve bundan dolayı ya liânı kabul veya hadd yerine getirilmek
üzere ikrar edinceye kadar hapse hükmetmişlerdir .
10-Netice
olarak kazif, zina gibi çok çirkin, karı kocalık namusu da çok önemli olduğundan,
bir taraf açısından kazif cezası, diğer taraf açısından da zina cezası yerine
geçecek olacak liân da böyle önemli bir kurtuluş çaresidir ki, bunları Allah
Teâlâ emir ve hüküm buyurdu Allah'ın size bol lütfu ve merhameti olmasaydı
da kendi kendinize kalsaydınız ve Allah tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet
sahibi olmasaydı da tevbelerinizi kabul etmeseydi, hikmetsiz hükümlere, nizamsız
idarelere bırakıverseydi, neler olmazdı neler...
Meâl-i Şerifi
11- Haberiniz
olsun ki (Muhammed'in eşine) bu ağır ifki (iftirayı) uyduranlar sizin içinizden
bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; aksine o, sizin için
bir iyiliktir. Onlardan herbir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı
ceza) vardır. (Elebaşlılık yapan, bu yüzden de) bu günahın büyüğünü yüklenen
kimse için de çok büyük bir azap vardır.
12- Erkek
ve kadın müminlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnü
zanda bulunup da, "bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
13- (Bu iddiayı
ortaya atanların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem
ki şahitler getirip ispat edemediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların
ta kendisidirler.
14- Eğer dünyada
ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, size mutlaka
büyük bir azab isabet ederdi.
15- Çünkü
siz bu iftirayı, gelişi güzel birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi
sahibi olmadığınız (bu uydurma haberi) ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz.
Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir
suçtur.
16- Onu duyduğunuzda
"Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır..."
demeli değil miydiniz?
17- Eğer inanmış
insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp
uyarıyor.
18-Ve Allah
âyetlerini size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, tam bir
hüküm ve hikmet sahibidir.
19- İnananlar
arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada
da, ahirette de acı veren bir azab vardır. (Her şeyi) Allah bilir; siz bilmezsiniz.
20- Ya sizin
üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı; Allah çok şefkatli ve merhametli
olmasaydı (haliniz nice olurdu)?
11- Şunlar
ki ifk ile geldiler, İFK: Asıl ve esasından çevrilmiş, gerçeği değiştirilmiş
söz, yani yalan, iftira, bühtan demektir,
BÜHTAN da
ansızın atılıp insanı hayrette bırakan iftira demektir. Genellikle tefsir
ve hadis kitaplarında rivayet edildiği üzere bu âyetlerin nüzul sebebi şöyledir:
Hz. Aişe (r.anhâ)
dedi ki, Resulullah (s.a.v) sefere çıkmak istediği zaman, kadınları arasında
kura çeker, hangisinin ismi çıkarsa onunla giderdi. Benî Mustalik gazasından
önce yaptığı gazada da aramızda kura çekti, benim ismim çıktı, bundan dolayı
Resulullah ile beraber çıktım ve bu, hicab (örtünme) âyetinin indirilmesinden
sonra idi. Onun için bir hevdece (deve üzerine konulan kapalı taşıyıcıya)
konuldum, dönüşte Resulullah Medine'ye yaklaşınca bir yerde konakladı, sonra
da yola çıkmaya nida ettirdi. Yola çıkmaya seslendikleri sırada ben kalktım
ve yürüyüp ordugahı geçtim, tuvalete gittim, yerime dönerken göğsümü yokladım,
ne göreyim Zafâr boncuklarından bir dizim vardı, kopmuş düşmüş, bunun üzerine
döndüm, kaybolan dizimi aradım, bunu aramak beni alıkoydu.
Benim yol
nakliyemi yapmakta olan grup varmışlar, hevdeci yüklenmişler ve beni içinde
zannetmişler. Çünkü hafif idim, henüz küçük yaşta bir taze idim; beni hevdecte
sanmışlar, deveyi çekmişler gitmişler. Döndüğüm zaman orada kimseyi bulamadım,
bundan dolayı belki beni aramak için dönerler dedim, oturdum. Derken uyumuşum,
Safvân b. Muattal ordunun arkasına kalır, insanların eşyalarını araştırır,
bir şey kalmış ise kaybolmaması için diğer konak yerine götürürdü, beni görünce
tanımış "Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz" (Bakara, 2/156) demesiyle
uyandım, hemen feracemle yüzümü örttüm, devesinden indi, ben bininceye kadar
çekildi, bindim. Sonra deveyi çekti, yürüdü, öğle sıcağında orduya yetiştik;
inmişler, bağrışıyorlardı. İndikleri zaman beni bulamadıklarından insanlar
çalkalanmış, o sırada imiş ben üzerlerine varıverdim, artık herkes beni konuşmuş.
Beni lakırdıya almış, helak olan helak olmuş.
Resulullah
Medine'ye ayak bastı ve bana bir ağrı, sızı meydana geldi. Fakat rahatsız
olduğum zamanlar Peygamber (s.a.v) den tanıyageldiğim alaka ve lütfu bu defa
görmedim, ancak yanıma giriyor, "nasıl o?" diyordu. Bu beni işkillendirdi,
henüz söylenen sözlerden haberim yoktu, nihayet nekahet dönemine geldim. Bir
gece Mıstah'ın annesi ile hacetimiz için dışarı çıktım, işimiz biter bitmez
yine Mıstah'ın annesi ile odama doğru döndük. Derken Mıstah'ın annesi mırtı,
yani yün çarşafı içinde sürçtü dedi. Ben buna itiraz ettim. "Bedir'de bulunmuş
bir zata sövüyor musun?" dedim, "Haberin yok mu" dedi, "ne var" dedim. "Ben
dedi, şehadet ederim ki, sen hakikaten "Habersiz mümin hanımlar" dansın .
Sonra ifk'çilerin dediklerini anlattı. Derhal hastalık üstüne hastalığım arttı,
hemen ağlayarak döndüm.
Sonra Resulullah
girdi ve "nasıl o?" dedi. "Bana izin ver ,ana babamın yanına gideyim" dedim.
İzin verdi, ben de anama babama gittim. Anneme: "Ey anne, dedim, insanlar
neler söylüyorlar?" "Kızcağızım! dedi, kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında
sevgili parlak bir kadın olsun ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok laf
etmesinler, pek azdır. Daha dedi, bu ana kadar söylenilen sana malum olmadı
mı?" Ben ağlamaya başladım ve bütün gece sabahı ettim, yine ağlıyordum. Ağlarken
babam yanıma geldi, anneme, "bu niye ağlıyor" dedi. "Bu ana kadar söylenilenden
bilgisi yokmuş" dedi. Babam da ağladı. "sus kızım" dedi. O gün durdum, göz
yaşım dinmiyordu, ana babama ağlamak ciğerimi parçalayacak gibi geliyordu.
İkisi de yanımda oturmuş, ben ağlıyorken Resulullah (s.a.v) üzerimize geliverdi,
selam verdi, sonra oturdu. Hakkımda söylenilen söylenileliden beri yanımda
oturmamıştı ve bir ay olmuş Allah Teâlâ ona benim bu işimle ilgili vahiy indirmemişti.
Sonra dedi
ki: "Ey Aişe! Hal önemli, senden bana şöyle şöyle söz yetişti, şimde sen bu
durumdan temiz ve beri isen Allah, muhakkak seni aklayacak ve eğer bir günaha
düştünse Allah'a istiğfar ile tevbe et. Çünkü kul tevbe edince Allah Teâlâ
tevbeyi kabul eder." Ne zaman ki Peygamber (s.a.v) konuşmasını bitirdi, göz
yaşlarım boşandı, sonra babama "Tarafımdan Resulullah'a cevap ver" dedim.
"Vallahi ne diyeceğimi bilmiyorum." dedi. Bunun üzerine anneme, dedim, "Tarafımdan
Resulullah'a cevap ver." O da "Vallahi ne diyeyim, bilmiyorum, dedi. Ben henüz
küçük yaşta bir taze idim, Kur'ân'dan çok okuyamazdım. Yani çok delil getirebilecek
halde değildim. Dedim ki: "Vallahi ben anladım. Siz bunu işitmişsiniz, hatta
gönüllerinizde yer etmiş, inanmışsınız. Şimdi ben size beriyim desem inanmayacaksınız
ve eğer benim muhakkak tertemiz olduğumu Allah bilip dururken size kötü bir
itirafta bulunsam hemen tasdik edeceksiniz .Vallahi benimle size başka bir
mesel bulamıyorum, ancak Yusuf'un babası o salih kulun ki ismini zikretmemiştim
dediği gibi "Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin anlattığınıza göre,
yardımına sığınılacak ancak Allah'tır" (Yusuf, 12/18) dedim, sonra dönüp yatağıma
yattım.
O halde ben
vallahi biliyordum ki, Allah Teâlâ muhakkak beni temize çıkarır. Fakat vallahi,
hakkımda vahy-i metlüvu (Kur'ân âyet) indireceğini zannetmiyordum. Benim işim
nefsime göre, Allah Teâlâ'nın öyle okunup tilâvet olunacak bir emir ile tekellüm
buyuracağı dereceden çok hakir idi. Ve fakat umuyordum ki, Resulullah uykuda
bir rüya görür de Allah, beni onunla temize çıkarır. Allah bilir ya, Resulullah
yerinden kalkmamıştı, ehl-i beyit'ten kimse de dışarı çıkmamıştı. Allah Teâlâ,
Peygamberine vahyi indiriverdi, ona vahyedilirken olagelen hal hemen geliverdi
ki, kış günüde bile vahyin ağırlığından dolu danesi gibi ter dökülürdü. Bunun
üzerine, bir örtü örtüldü ve başının altına bir yastık konuldu. Vallahi ben
telaş etmedim, aldırmadım, çünkü beraatimi, suçsuzluğumu biliyordum. Fakat
Resulullah açılıncaya kadar, insanların dediklerine hak verecek bir vahiy
gelivermek korkusundan, anamın babamın canları çıkacak zannettim.
Ne zaman ki
Resulullah açıldı, gülüyordu, ilk söylediği kelime şu oldu: "Müjde ey Aişe!
Rahat ol, vallahi Allah, seni kat'î olarak akladı" dedi. "Hamd, Allah'a; ne
sana, ne de ashabına" dedim. Annem, dedi "Kalk ona!" Ben, "Vallahi ne ona
kalkarım, ne de beraetimi indiren Allah'dan başkasına hamd ederim" dedim.
Burada Allah Teâlâ den itibaren on âyet indirmişti. Bunun üzerine Ebu Bekir
"Vallahi bundan sonra artık Mıstah'a infak etmem" dedi. Çünkü ona yakınlığı
ve fakirliği sebebiyle nafaka veriyordu. Bu sebeple de Allah Teâlâ şu âyeti
indirdi. "İçinizden faziletli olanlar (yakınlara...) vermemeye yemin etmesinler.
Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?" (Nur, 24/22) , Bunun üzerine
Ebu Bekir de "Evet, vallahi, Allah'ın beni mağfiret etmesini severim" dedi
Mıstah'a yine nafakası verilmeye devam edildi. Netice olarak özrüm nazil olunca
Resulullah kalktı minbere çıktı, bunları anlattı ve Kur'ân'ı okudu ve minberden
indiği vakitte Abdullah b. Ubeyy'e, Mıstah'a, Hamne'ye ve Hassan'a had cezası
vurdu.
İçinizden
bir usbedir, mahdud, belirli bir gruptur.
USBE: Ondan
kırka kadar bir topluluk, sayısı belli bir güruh, grup demektir. Ey o ifke
uğrayanlar onu sizin için bir şey sanmayınız belki o -ifk- sizin için bir
hayırdır.
Büyük sevap
kazanmaya sebeb, Allah indindeki kerametin ortaya çıkmasına, netice olarak
kıymet ve derecenin yükselmesine sebep olur. Aslında ifk, o iftira, yalanı
büyük bir şerdir. Fakat gerçekte onun şerri, onu uyduranlara, söyleyenlere
aittir. Onlardan, o güruhtan her birinin kazandığı vebali kendisinindir. Kimi
susmuş, kimi gülmüş, kimi söylenmiş. İçlerinden onun, o vebalin büyüğünü yüklenen,
o gürûh içinde o iftirayı kasten atan ve yayılmasını arzu ederek vebalin büyümesine
sebep olan için de büyük bir azab vardır. Bu Abdullah b. Ubeyy hakkındadır
ki, münafıkların başı idi. O iftirayı önce o atmış, ilk önce o ortaya koymaya
çalışmış ve halk arasında propoganda yaptırmıştı. Kurnaz münafıklar, cinaslı
lakırdılarla müminleri gizliden gizliye heyecana getirmeye çalışmış ve bu
propogandaya aldanan şair Hassan ve fakir Mıstah gibi bir iki safdil de o
Übeyy oğlunun açıklamalarına kapılıp kazif cezasına müstehak olmuşlardı. Safvan,
Hassan'a hücum edip vurduğu bir kılıç darbesi ile gözünü söndürmüş ve demişti
ki:
12-20- Ne
vardı o yalanı işittiğiniz zaman müminler ve mümineler kendi nefislerine hayır
zannetseler, kendilerine ve kendileri kadar tanımaları gereken hemcinslerine
hüsn ü zan besleseler de bu açık bir ifktir, deselerdi ya! Zannın menşei,
nefiste bir kıyastır. Bir kimse nefsinde kendi hakkında cevaz verebildiği
ölçüdedir ki, kendine benzettiği kimseler hakkında nefsî bir kıyas ile bir
zanda bulunur. Halbuki müminlerin, müminelerin, kendi nefislerinde fena şeylere
cevaz vermemeleri, nezih olmaları gerekir. Bu sebepten kötü bir söz işittikleri
zaman kendilerinden şüpheleri olmadığı gibi, kendileri gibi saymaları gereken
mümin ve mümineler hakkında da iyi zanda bulunmaları, berâet-i zimmetin asıl
olduğunu bilmeleri, açık ve görünen halin aksine olan desteksiz ve delilsiz
lakırdılara, açık bir iftira demeleri gerekir.
"(İnsanlar
arasında kötü sözün yayılmasını arzulayan kimseler var ya işte) onlar için
dünyada da ahirette de acı veren bir azab vardır." Dünyadaki azab; kazif cezası
ve neticeleridir. Nitekim Mıstah, Hassan, Hamne haklarında kazif cezası uygulandı
ve Safvan bir kılıç darbesi ile Hassan'ı vurup bir gözünü söndürdü.
Meâl-i Şerifi
21- Ey iman
edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip
ederse, şunu bilsin ki o, edepsizlikleri ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde
Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse temize çıkmazdı.
Fakat Allah, dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.
22- İçinizden
faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç
edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat
göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır,
çok merhametlidir.
23- Namuslu,
kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve
ahirette lanetlenmişlerdir. Onlar için çok büyük bir azab vardır.
24- O gün
dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik
edecektir.
25- O gün
Allah onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar Allah'ın gerçek olduğunu
anlayacaklar.
26- Kötü kadınlar,
kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere,
temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. İşte bu temiz olan, (iftiracıların)
söylediklerinden çok uzaktırlar. Kendileri için bağışlanma ve güzel bir rızık
vardır.
21-25- "Namuslu,
kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnad edenler". Burada gâfilat
(habersiz) vasfı, medih (övme) sıfatlarındandır. Yani Peygamber (s.a.v)'in
temiz zevceleri gibi kötülükten mutlak mânâda habersiz, öyle bir şey asla
hatırından geçmez, imanlı hanımlara atanlar, şüphesiz Dünya ve ahirette lanetlendiler
ve onlara çok büyük bir azap vardır. "O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına
karşılık aleyhlerinde şahitlik yapar." (Yâsîn, 36/65. âyetin tefsirine bkz.).
O gün Allah, onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar, Allah'ın
bir gerçek olduğunu anlayıp bilecekler. Yani her hakikati ortaya koyan, ve
varlığında hiç şüphe caiz olmayan, Hak Teâlâ'ır.
Burada tevbe
edenler istisna edilmemiştir. Çünkü bunda Peygamber (s.a.v) in temiz zevcelerinin
özel hakları sebebiyle bir özellik vardır. Bununla beraber mânâ, umumîdir.
Bu sebepten umumî olan kazf âyetindeki istisnanın ahiretle ilgili yönden burada
da geçerli olması düşünülür. Hassan b. Sabit münafık olmamakla beraber, tevbekâr
olduğunda, bir şüphe yoktur. Nitekim kendisine had cezası uygulandıktan sonra
söylediği şu beyitlerle aklandığını ortaya koymuştu:
"İffetlidir,
ağırbaşlıdır, bir şüphe ile suçlanamaz.
Bir şeyden
habersiz iffetli kadınların ırzları hakkında söz söylemekten çekinir.
O, insanların
din ve mevkii itibariyle en hayırlısının hanımıdır,
İnsanların
en hayırlısı da hidayet, keramet ve fazilet peygamberidir.
O, Lüey b.
Gâlib kabilesinden bir hanım sultandır.
O kabilenin
gayreti üstün ve o hanımın şerefi devamlıdır.
Terbiyelidir,
Allah onun ahlâkını asîl ve tertemiz kılmıştır.
Kendisini
de her türlü ayıp ve batıldan aklamıştır.
Eğer sana
ulaştırılan sözü ben söylemiş isem,
Ellerim kamçımı
kaldırmaz olsun, kurusun.
Nasıl olur
da söyleyebilirim, yaşadığım sürece sevgim ve yardımım, meclislerin güzelliği
olan Resulullah'ın Âline aittir.
Onun insanlar
üzerinde nice üstün ve faziletli rütbeleri vardır.
Yükseklere
atılanlar bile o rütbelere ulaşmaktan aciz kalırlar."
Hz. Âişe (r.anha)
de "Hassan'a cenneti ümid ederim. Resulullah'ın medhine ait şiirini işittiğim
zaman, ona cenneti ümid ettim" demiştir.
26- Habiseler
habisler içindir. Habisat, murdar kötü karılara, murdar sözlere, murdar fiillere
ve genellikle kötü ve pis şeylere kelimenin asıl mânâsında kullanılmış olunabilir.
Fakat Habîsîn, Cem-i müzekker olduğunda, yalnız erkekler hakkında kelimenin
gerçek mânâsında kullanılmış olur. Bununla birlikte, habis, kötü kişiler mânâsına
olarak erkekler ile beraber dişileri de içine alacak şekilde kullanılabilir.
Bunların zıddı olan tayyibat ve tayyibînde de fark böyledir. Âyetteki karşılaştırmadan
ilk bakışta gözüken dişi ile erkek karşılaştırmasıdır. Bununla beraber ikinci
mânâ da uzak değildir, rivayet olunmuştur. Buna göre mânâ şu olur; murdar,
yani eteği kirli, namusu temiz olmayan, hain karılar murdar erkeklerindir,
murdarların dengidir. Bundan dolayı, murdar karının kocası da murdar olur,
olmasa murdar karıyı tutmaz. Yahut murdar sözler, murdar fiiller, murdar kişilerindir.
Bundan dolayı, kazıf, ifk, bühtan, sövmek ve edepsizce sövmek gibi laflar,
zina gibi pis fiiller, murdar kişiden, murdarlardan çıkar ve ancak murdarlara
ait olabilir. Ve bilâkis habisler de habiseler içindir. Murdar erkekler, murdar
karılar içindir. "Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından
başkası ile evlenemez, zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan
erkek evlenebilir." (Nur, 24/3) gibi... Veya murdar kişiler, murdar işler
ve sözler içindir. Pislikler pislerin özelliği, pisler de pisliklerin özel
yerleridir. Tayyibât da tayyibler için, hoş, pak ve temiz kadınlar, pak erkekler
içindir, temiz olanlarındır, pak olmayanları bulaştıramaz. Veya ikinci mânâ
ile iyi ve hoş kelimeler ve iyi ameller hoş ve temiz kimselerin şiarı, temizlerin
işi, temizlerin halidir. Tayyibler de tayyibat içindir. Temiz, pak adamlar
temiz, pak kadınlar içindir. Pak olmayanları, ne alırlar, ne tutarlar veya
temiz pak insanlar da temiz pak sözler, temiz pak işler, temiz pak şeyler
içindir. Onlara yaraşan, onlardan beklenen bunlardır. Netice olarak pak hoşluklar,
pak ve hoş olanların özelliği; pak, hoş olanlar da pak, hoşlukların öz sahibi,
öz mahalli ve yeridir. O yüksekler, o yüksek temizler, o tayyibîn ve tayyibâtın
en seçilmişleri olan Muhammed Mustafa (s.a.v) nın ailesi onların söylediklerinden
çok uzaktırlar. O pis kimselerin, o ifk ve iftiracıların ağızlarına aldıkları
dedikodudan çok uzak ve temizdirler. Onlar için bir bağış ve güzel bir rızık
vardır. O temizler için hesap gününde bambaşka bir mağfiret, bağış ve ikramı
nihayetsiz bir rızık vardır ki o, cennettir.
İslâm, anayasasında
iffet, ırz ve namus hukukunun ilk esaslardan olduğu tesbit edildikten sonra,
bu temizlikle en fazla ilgili olan meskenlerin korunması, beşerî münasebet
ahlakı ve hukuku, kadınların tesettürü gibi detaylara geçiliyor.
Nur Sûresi
(Devamı)
Meâl-i Şerifi
27- Ey iman
edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına
selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Herhalde (bunu) düşünüp
anlarsınız.
28- Orada
kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size,
"Geri dönün!" denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temiz bir
davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir.
29- İçinde
kendinize ait bir şeylerin bulunduğu oturulmayan bir eve girmenizde herhangi
bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi
de bilir.
30- (Resulüm!)
Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını
söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah,
onların yapmakta olduklarından haberdardır.
31- Mümin
kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini
esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.
Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları,
kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları
(mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına
ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların
gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini
göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını
yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa
eresiniz.
27-Resulullah'a
Ensar'dan bir kadın gelip "Ya Resulullah, ben evimde öyle bir halde bulunurum
ki, o halimle hiç kimsenin beni görmesini istemem. Fakat ailemden bir kimsenin,
üzerime gelip giriverdiği de eksik olmaz" demişti bunun üzerine âyeti indirildi.
Kendi evlerinizden
başka evlere, odalarınızdan başka odalara sahiplerine geldiğinizi farkettirip
ev halkına selam vermedikçe girmeyiniz. Başkalarının mülküne izinsiz girmek
gasb gibi olacağından hukuken ve hükmen haram olduğu gibi kendi mülkü olan,
dinen girmeye hakkı bulunan ev içerisinde de olsa, gerek kendinden başkasına
ait olan odalara habersiz ve selamsız girivermek de terbiye yönünden ve dini
yönden yasak kılınmıştır. Burada geldiğini farkettirmeyi, izin istemek, diye
tefsir edenler olduğu gibi, durumu araştırma ile selamlama, yani izin istemeden
önce durumun girmeye uygun olup olmadığını bilmeye çalışmak veya insan bulunup
bulunmadığını öğrenmek istemek mânâlarıyla tefsir edenler de olmuştur. Gözüken
burada farkettirmek, vahşice mukabili olmasıdır ki, baskın yapar gibi birdenbire
vahşicesine girivermeyip insanlığa yaraşır ve duruma uygun bir yakınlık ortaya
koymak, demek olur.
Ebu Eyyub'dan
rivayet edilmiştir ki, "Ya Resulullah! İstiynâs nedir?" dedik. Buyurdu ki:
"Öksürerek tekbir ve tesbih ile ev halkını haberdar etmektir. Teslim de, esselâmüaleyküm
demektir." Şu halde istiynâs, açıkça izin isteme ile yumuşak bir şekilde haber
verme ve farkettirmeden daha geneldir. "İstiyzân" denilmeyip "İstiynâs" denilmesi
de bundan dolayı olsa gerektir. Şu halde mülkü olmayan ve hiçbir yönden girme
hakkı bulunmayan evlere girmek için herhalde izin istemek şarttır.
Yoksa bir
hücum ve baskın olur. Ve ev sahibinin ona karşı her türlü müdafaya hakkı bulunur.
Girme hakkı bulunmakla beraber başkasının oturduğu odaya girmekte ise mutlak
farkettirme, şart ve fakat farkettirmenin izin isteme şeklinde olması sünnet
veya edeb olmakla beraber farz denilemez. Bundan dolayı, bir hakim tarafından
bir suçlu veya sanık kimsenin evine girmek gerektiği zaman da izin istemek
denilemezse de ırza bir saldırı durumuna düşülmemek için gelindiğinin hissettirilmesi
gerekir.
Netice olarak,
meskenler, oturma yerleri tecavüzden ve her türlü edepsizlikten korunmalıdır.
Hiç kimsenin evinde güven ve huzuru bozulmamalı ve oralara edep ve usulü ile
girilmelidir ki, bu da istiynas (farkettirme) ve selam iledir. İzin isteyip
almanın nasıl olacağı hakkında rivayet olunur ki, birisi Resulullah'dan izin
isteyip vülüc edeyim mi? yani, sokulayım mı? demişti. Peygamber (s.a.v) de
Revza isimli bir kadına "Kalk şuna öğret, izin isteme işini güzel yapmıyor,
söyle: yani gireyim mi? desin" buyurmuş, adam da bunu işitmiş ve söylemiş;
bunun üzerine "gir!" buyurulmuş, Resulullah'tan bazı şeyler sormuş, cevap
almış, sonunda "İlimde senin bilmediğin var mı?...demiş. Peygamber (s.a.v)
de "Allah Teâlâ bana bir çok hayır verdi, bununla birlikte hiç şüphe yok ilimde
öylesi vardır ki, onu Allah'tan başkası bilmez" buyurmuş ve "Kıyamet'in zamanının
ilmi muhakkak ki Allah nezdindedir." (Lokman, 31/34) âyetinin sonuna kadar
okumuştur.
Cahiliye
halkı, birinin evine vardıklarında mahremiyete saygı gözetmedikleri gibi,
dünya ve ahiret selametini içinde bulunduran selam duasını bilmezler de "sabahınız
hayat olsun" veya "hayr olsun" "akşamınız hayat olsun" gibi belirli bir şekilde
selam ile sağlık verirlerdi. Gerçi bu da kötü bir şey değildir. Fakat böyle
selamların, yalnız dünyanın bir sabah ve akşamıyla kayıtlı, toplumsal gayret
ve iyi temennileri bir günden ileri gitmeyen güdük bir medeniyetin âdeti olduğunda
şüphe yoktur. Allah Teâlâ, istiynâsı, yani girerken farkettirmeyi şart kıldığı
gibi müminlere hududsuz bir selamet duygusu vaad ve telkin eden selamı öğretmekle
lafzı kısa ve özlü, mânâsı geniş ve herkes için talep edilen bir gaye olacak
en güzel bir toplumsal prensip ortaya koymuştur. Şu halde bunu önleyerek diğer
iyi temennilerle yetinmek bir cahiliyet eseri olacağından hoş değildir, mekruhtur.
Bir de istiyzân,
yani izin isteme kaç defa olmalıdır. Resulullah'tan rivayet edildiğine göre,
istiyzân üçtür. Birincisinde kulak verirler, ikincisinde hazırlanırlar. Üçüncüsünde
izin verirler veya reddederler. Bu üç izin isteme birbiri ardına acele ettirilmeyip
aralarında biraz bekleme ile yapılmalı ve üçüncüsünde cevap verilmezse dönmelidir.
Şiddetle kapı çalmak, ev sahibine bağırmak ise haramdır. Zira korkutmayı ve
tecavüzü zannettirir, yürek oynatır. Bu konuda indirilen "(Resulüm)! Sana
odaların arkasından bağıranların çokları aklı ermez kişilerdir" (Hucurat,
49/4) âyeti yeterli bir kınamadır. Hem de izin isterken yüzünü kapıya karşı
tutup durmamalı, sağa veya sola dönmelidir. Resulullah böyle yapardı.
Bir defasında
Ebu Said el-Hudri (r.a) kapıya yönelik olarak izin istemişti de Peygamber
(s.a.v) "Kapıya yönelerek izin isteme" buyurdu. Bu istîynâs, yani farkettirerek
ve selam vermeden girmemek sizin için hayırdır. Bir töhmete düşmekten emin
kılar güvenlik ve huzuru destekler, iffet ve temizliği artırır, gerektir ki
tezekkür edersiniz, düşünür, anlar, unutmazsınız. Rivayet edilir ki, Nebiyy-i
Ekrem (s.a.v)'e bir adam "Annemden de izin isteyecek miyim?" dedi "evet" buyurdu.
"Onun benden başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi isteyeyim?" dedi,
Peygamber (s.a.v) "Ananı çıplak görmeyi arzu eder misin" buyurdu, "Hayır"
dedi. "Öyleyse izin iste" buyurdu.
28- Şimdi
orada bir kimse bulamazsanız, yani izin vermeye yetkili bir kimse bulunmaz
veya hiç kimse olmazsa artık onlara girmeyiniz ta size izin verilinceye kadar
sabrediniz. İzin denince, izni geçerli olabilecek kimse tarafından izin, demek
olduğunu da hatırlatmaya gerek yoktur. Ve eğer size dönünüz, denilirse, o
evdekilerden gerek izin vermeye yetkili ve gerekse izin vermeye yetkisi olmayanlar
tarafından denilirse denilsin hemen dönünüz, tekrar tekrar izin isteyerek
girmekte ısrar edip direnmeyiniz o dönüvermek sizin için daha temizdir. Sabretmekten
ve orada dikilip kalmaktan daha uygundur. Çünkü bir zorba veya arsız bir dilenci
gibi inad ve ısrar ile kapıda bekleyip durmanın uzak olmayacağı alçak ve uygunsuz
töhmetlerden münezzehtir. Ancak bunun karşılığında terkedilmesi caiz ve uygun
olmayan bir görev bulunursa, bu müstesnadır ve Allah her yaptığınızı bilir.
Bundan dolayı bu konuda yükümlü bulunduğunuz işlerden yaptığınız ve bıraktığınız
hususları da bilir. Mükafatını ve cezasını verir.
29- İçinizde
kendinize ait meta' (mal) bulunan ve oturulmayan evlere girmenizde herhangi
bir sakınca yoktur. Rivayet edildiğine göre Ebu Bekri's-sıddîk (r.a) "Ya Resulallah!
Biz ticaretimizde çeşitli yerlere gider ve hanlara konarız, izin verilmedikçe
onlara girmeyelim mi?" demişti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
GAYR-I MESKÛNE,
demek oturan kişi içinde bulunmayan veya içinde kimse oturmayıp boş olan veya
oturulmayan yer, demek olabilir.
META': Mal,
mülk ve kendisinden faydalanılan şey demektir. Fayda ve istifade edilen herhangi
bir şey hakkında kullanılır. Buna göre içlerinde herhangi bir şekilde faydalanma
yetkiniz ve bundan dolayı bir çeşit girme hakkınız bulunan evler, odalar demektir
ki, han, hamam, dükkan, depo vesaire gibi umuma açık olan yerlere şamil olduğu
gibi, harap evlere ve kendi evi içerisinde diğerlerinin oturmasına ayrılmış
olup da oturanı içinde bulunmayan odalara dahi denir. Çünkü oturan kimsesi
içinde iken bu odalara da habersiz ve selamsız girmemek gerekirse de, oturan
kimsesi içinde bulunmadığı takdirde izin ve haber vermeksizin girmekte günah
yoktur. Zira kendisinin eşyası, faydalanma hakkı vardır. Ancak kiraya vererek
intifa, yani yararlanma hakkını geçici olsa da başkasına vermiş ise, yine
önceki âyetlerin hükmü geçerlidir. İzin olmadan giremez ve Allah, sizin açığa
vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. Bundan dolayı herhangi bir eve
bir kötülük fikriyle veya bir ayba, bir eksikliğe muttali olmak için girmemeli,
Allah'tan korkmalıdır.
30- Müminlere
yani mümin erkeklere- söyle, gözlerini indirsinler; gerek dışarda, gerek içerde
ve gerekse başkalarının evlerine girip çıkarken, otururken kalkarken gözlerini
dikmesinler, harama bakmaktan, ayıp bir şey görmekten sakınsınlar. Sofiyeden
Şiblî (k.s.)'ye: " ne demektir? diye sormuşlar, demiş ki: "Baş gözlerini haramlardan,
kalp, gözlerini Allah'tan gayri şeylerden çeksinler." Irzlarını da korusunlar,
apış aralarını tamamen koruyup haramdan, bakmaktan saklasınlar, avretlerini
örtüp ırz ve namuslarını korusunlar.
FÜRÛC, Fercin
çoğuludur. Ferc, aslî mânâsında iki şey arasındaki açıklık demektir. Bu şekilde
gerek erkek, gerek dişi insanın bacakları arasındaki açıklığa da gerçek olarak
bu isim verilir ki, dilimizde apışarası denir ve bu deyim ile avret mahallinden
kinaye de edilir ki, Kur'ânda bu mânâ ile geçmiş ve onun için erkeğe de dişiye
de kullanılmıştır. Sonra özellikle kadının ön avretinden kinaye olarak kullanılması
fazla yapılmış ve kinaye değil, sarih denecek derecede bu şekliyle kullanılmıştır.
"Fercini korudu" (Enbiya, 21/91) bu mânâdadır. "Fercleri koruma" emri haramdan
fevkalade korumakla ırzı muhafazadan kinayedir. Ve bu muhafazayı ifade ederken
daha evvel konulduğu mânânın delaletiyle avret mahallinin örtülmesi emrini
de içinde bulundurur. Bundan başka kinaye mânâsının gereğini ifade ederken
hakikatini de iradeye mani olmadığından füruc kinayesi avret mahallinin sınırlarına
da işaret eder. Yani insanın avret mahalli, bilinen cinsel organdan ibaret
değil, apış arası denilen açıklık boyunca uzar ki, bunun âzamisi topuklara
kadar varırsa da en yakin bilinen azı, diz üstü oturulduğunda belirleneceği
üzere göbek altından dizlere kadardır. Bunun için erkeklerde korunması ve
örtülmesi farz olan bir avret mahalli bu bilinen en az miktarıdır. Fazlası
müstehabdır. Kadınlarda da bundan sonraki âyetin delaletiyle tepeden topuğa
kadardır. Demek ki, iki diz arasındaki açıklığı örtmeyen elbise, avret mahallinin
örtülmesine yeterli, denemeyecektir.
Şüphe yok
ki Allah her yaptıklarından haberdardır. Erkeklerin nelere göz diktiklerini,
istekleriyle nelere doymak istediklerini, organlarını ne gibi duygularla tahrik
ettiklerini, ne maksat beslediklerini, ne düzenler kurduklarını, ne işler
çevirdiklerini, ne sanatlar yaptıklarını bilir. Hiçbiri O'na gizli kalmaz.
Bundan dolayı, Allah'ın razı olmayacağı şeylerden sakınmak gerekir.
31-Önce erkekler
hakkındaki bu emir ve ihtardan sonra müslümanlar, şimdi de kadınlar hakkındaki
şu emre dikkat etsinler.
Müminelere
de, yani mümin kadınlara da söyle: Gözlerini indirsinler, helal olmayan erkeklere
bakmaktan sakınsınlar, zira bakmak, zinanın postacısıdır, derler. Ve avret
yerlerini korusunlar, tamamiyle örtüp, zinadan korunsunlar. Ve zinetlerini
teşhir etmesinler. Kadının zineti denince örfte, taç küpe, gerdanlık, bilezik
ve benzeri takılar, sürme, kına ve benzerleri ve elbise süsleri gibi şeyler
akla geliverir. A'râf Sûresi'nde "Ey Adem oğulları! Her mescide gidişinizde
zinetli elbiseler giyin" (A'râf, 7/31) âyetinde zinetin elbise demek olduğu
da geçmişti. O halde bu zinetleri açmak bile yasaklanmış olunca, bunların
mahalli olan vücudu açmak öncelikle yasaklanmış olur. Yani vücudlarını açmak
şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar. Bununla birlikte bir
kısım âlimler, burada zinetten maksadın, zinetin takıldığı, kullanıldığı yer
olduğu fikrini kabul etmişlerdir ki, yüz, sürme ve allık yeri; baş, taç yeri;
saç, örgü ve büklüm yeri; kulaklar, küpe yeri; boyun ve göğüs, gerdanlık yeri;
el, yüzük ve kına yeri; bilekler, bilezik yeri; pazular, pazubent yeri; baldırlar;
halhal yeri; ayaklar da, eller gibi kına yeridir. Bunlardan başka vücudun
kısımları da aslında açılmaz.
Bu âlimlerden
bazıları muzaafın hazfi veya zikr-i hâl, irade-i mahal ile "ziynet yeri" takdirinde
bir mecaz gözetmiştir. Buna delil olarak da, kadının vücudundan ayrı olduğu
zaman o zinetlere normal olarak bakmak ve alıp satmak ittifakla caiz ve mübah
olduğunu ifade ve kabul etmişlerdir. Bazıları da yine bu delil ile, kadının
asıl zineti, vücudunun güzel yaratılışı, zinet yapmaktan gaye de vücudun süslenmesi
olduğunu kabul ederek bu zinetten maksadın, yalnız vücut olduğunu kabul etmişler
ve kadınların birçoğu yapmacık zinetten uzak bulunmakla zaten zinetli oldukları
halde yaratılış zinetinin zaten hepsinde bulunması ve her kadın bedeninin
özünde bir zinet olması hükmün genelliği hakkını yerine getirme noktasından
bu tahsisin bir destekleyicisi olduğunu söylemişler ve buna göre şu mânâyı
vermişlerdir: Kadınlar yaratılıştan zinetleri demek olan vücudlarının hiçbir
tarafını açmasınlar.
Doğrusu,
doğal olan güzelliklere, zinet denilmekten çok "cemal" denilmesi daha yaygın
ve zinet tabiri yapma şeylerle süslenen takılarda meşhur ise de "Kadınlardan,
oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten...aşırı sevgi ile
bağlanılan bu gibi şeyler insanlar için bezenip süslendi" (Âl-i İmrân, 3/14)
âyetinin delaletiyle zinet kavramının yaratılıştan olana da sonradan yapmaya
da şâmil olduğunda şüpheye yer yoktur. Zinet ve güzelliğin hakkı da meydana
çıkarılmasını kendi sahiplerine tahsis edip başkalarından gizlenmektir.
Hüsn olsa
da vâcibü't-tecellî -
Gizler onu Hak nikâb içinde
Ağyârına gösterir
mi hurşîd Didârını hîç o tâb içinde
"Güzelliğin
ortaya çıkması gerekse de, gizler onu
Hak bir örtü
içinde Başkasına gösterir mi güneş, yüzünü hiç o parlaklık içinde"
Ancak görünen
kısımları müstesna, O zinetlerden dışa gelen örtülse bile görünmesi doğal
olanı, bu hükümden müstesna ve başka bir hükme tabidir ki, bunlar örtünün
dış tarafıyla el ve yüz zinetleridir. Çünkü örtünün kendisi de kadının bir
zinetidir. Tabiîdir ki, bunun dışı görünecektir. El ve yüzün de, namazda görünmesi
adettir. Ebu Davud'un Müsned'inde rivayet edildiği üzere, Peygamber (s.a.v)
Hz. Esma'ya "Ya Esma, kadın bülûğa erince ondan görülebilecek olan ancak şudur."
buyurmuş ve kendi mübarek yüzüne ve avuç içlerine işaret etmişlerdir. İş yaparken,
gerekli eşyayı tutarken ve hatta örteceğini örterken bile elin açılması gerekli
olduğu gibi ,zarurî olan bakma ve nefes alma sebebiyle yüzün diğerleri gibi
örtülmesinde zorluk vardır. Bir de şahitlikte, mahkemede, bir de nikahta yüzün
açılmasına ihtiyaç vardır. Bundan dolayı zaruretler kendi miktarınca takdir
olunmak üzere bunların açılmasında sakınca yoktur. Fakat bunlardan geriye
kalanlarının açılması, görülmesi, bakılması haramdır ve nâmahremden örtülmesi
gerektir.
Buyuruluyor
ki ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar, başlarını, saçlarını,
kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu şekilde
sımsıkı örtünsünler ve o halde bu emri yerine getirebileck baş örtüsü kullansınlar.
Tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları da hiç baş örtüsü kullanmaz
değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları
önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkardı, zinetleri görünürdü.
Demek ki, son zamanlarda asrîlik sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye
âdeti idi. İslâm böyle açıklığı yasaklayıp baş örtülerinin yakalar üzerine
örtülmesini emir ile tesettürü farz kılmıştır.
Görülüyor
ki, bu emirde tesettürün yalnız vacib oluşu değil, özel bir şekli de gösterilmiştir
ki, kadın edeb ve temizliğinin en güzel ifadesi budur. Görülüyor ki bu emir
ev içinde veya dışında diye kayıtlanmamıştır. Bu bakımdan mutlaktır. Ancak
görünen istisna edildiği gibi, gizlenen zinetlere bakmanın helal olanları
da istisna ile bu tesettürün, yani örtünmenin vacib oluşunun, nâmahreme karşı
olduğunu anlatmak için bu vücubun kuvvetini ve önemini göstermek üzere bir
daha tekid ile buyurulmuştur ki, öyle örtsünler ve zinetlerini açmasınlar,
açık bırakmasınlar ancak kocalarına veya kendi atalarına, yani babalarına,
dedelerine ki amca ile dayı da nikah düşmeyeceğinden bunlara dahildir veya
kocalarının atalarına veya kendi oğullarına veya kocalarının oğullarına veya
kendi erkek kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin oğullarına veya kız kardeşlerinin
oğullarına veya kendi kadınlarına; müminlerin kadınları, yani müslüman kadınlar
veya hizmet veya sohbetlerinde özel yeri bulunan kadınlardır.
Demek ki,
özelliğini bilip tanımadıkları yabancı kadınlara da açılmaları caiz olmayacaktır.
Önceki müfessirlerin çoğunluğu demişlerdir ki; müminlerin kendi kadınları
demek, kendi dinlerinde olan müslüman kadınlar demektir. Bundan dolayı müslüman
kadınları müslüman olmayan kadınlara açılmamalıdırlar. Fakat bazıları da bunu
istihsane hamlederek müminlerin kadınları, hizmet veya sohbetlerinde bulunan
gerek müslüman, gerek müslüman olmayan kadın cinsi demek olduğunu söylemiştir
ki, Fahreddin Râzî buna "mezhep budur" demiştir. Önceki daha ihtiyatlı, bu
ise daha uygundur.
Veya ellerinin
altında malik oldukları cariyelerine veya erkeklerden ırbe sahibi olmayan
hizmetçilere, yani kadına ihtiyaç duymaz olmuş, şehveti kalmamış salihlerden
ihtiyarlar veya bunaklar veya kadın işini bilmez, yalnız yemeklerinin fazlasından
yemek için şunun bunun arkasına takılır miskinler güruhu veyahut erkekliği
yok, yaratılıştan iktidarsız uşaklar; bunda hadım edilmiş ve mecbûbün, yani
erkeklik uzvu kesilmiş olanların da dahil olacağını zannedenler olmuş ise
de, Keşşâf Tefsiri'nde ve Ebu Hayyan'da zikredildiği üzere İmam-ı Azam Ebu
Hanife Hazretlerine göre bunları istihdam etmek, tutmak, alıp satmak helal
olmaz. Bunları tutmak selefin hiçbirinden rivayet edilmiş değildir. Çünkü
bunda hadım etme gibi bir kötülüğe düşmeye teşvik vardır. Halbuki hadım etmek
haramdır.
Veya henüz
kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına.
Buraya kadar zikredilen on iki istisnaya da bir dereceye kadar zinetlerini
açabilirler.
BİRİNCİSİ:
Kocalar için vücutlarının tamamına bakmak helaldir. Çünkü zinetten kasıt onlardır.
İKİNCİSİ:
Zikredilen mahremlerine bilinen zinet yerlerinden yüz, el ve ayaklarla, iş
ve hizmet anında açılan başını, saçını, kulaklarını, boynunu, kollarını ve
inciklerini açabilir. Onların da bunlara bakmaları helaldir. çünkü yakınlıklarından
dolayı birarada bulunmaları gerekir. Ve fitne düşünülemez. Fakat karnını ve
sırtını göstermek caiz değil, arsızlıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi kadının kadına karşı avreti de göbekten dize
kadardır. Geri kalan kısmına bakması caizdir.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Erkeklerden kadına ihtiyacı kalmamış, cinsi güçten düşmüş hizmetkârların,
etkilenmemek ve fitne düşünülmemek itibariyle bakmaları, mahrem olanların
bakmasına benzer.
BEŞİNCİSİ:
Çocuklar mükellef değildir. Ancak anlayış ve idraklerine göre edeb ve terbiye
öğretilmesi gerekir.
ALTINCISI:
Bu örtünme emri, esir cariyeler hakkında değil, hür olan müslüman hanımlar
hakkındadır.
İşte böyle
hür kadınların, bu istisna edilmiş kimselerden başkasına zinetlerini göstermemeleri,
kendi iffet ve korunmaları ve güzel geçimleri noktasından gayet önemli olduğu
gibi, yabancı erkekleri etkilememek, günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin
etmek noktasından da çok önemli olduğundan, özellikle bu noktayı da düşündürmek
ve tesettür emrinin kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş
tavırlarının bile düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri
anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa örtündükten
sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sunî veya
doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle
dikkat nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır.
Fakat unutulmaması gerekir ki, kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin
iffeti ve görevlerine dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile mütenasip,
bunlar da Allah'ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada Resulullah
(s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları da içine
alacak bir şekilde buyuruluyor ki:
Ve ey müminler!
Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. Demek ki bozuk bir
toplulukta kurtuluş ümid olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan önce erkeklerin
kusur ve hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler olmak üzere erkek dişi
bütün müminler imana yaramayan ve cahiliyyet izleri olan kusur ve hatalarından
tevbe ile Allah'a dönüp Allah'ın yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat
göstermelidirler ki, topluca kurtuluşa erebilsinler. O halde herkesin kurtuluşu
bakımından iş sahipleri ve ilgili şahıslar şu emirlere de özen göstermelidir.
Meâl-i Şerifi
32- Aranızdaki
bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin.
Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah,
(lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.
33- Evlenme
imkanını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya
kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve
cariyelerden) mükatebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde (hürriyete kavuşmalarında
kendileri için) bir iyilik görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. Allah'ın size
vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini
elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.
Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki, zorlanmalarından sonra
Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
32- EYÂMÂ,
"eyâyim" den kalbedilerek "eyyim" 'in çoğuludur. Eyyim, gerek bekar, gerek
dul olsun kocası olmayan dişiye ve karısı olmayan erkeğe denir ki biz buna
bekar diyoruz. Bundan başka eyyim, hür kadına ve bir kimsenin kızı, kız kardeşi,
teyzesi gibi yakın akrabasına da denir ki, bu iki mânâya göre dilimizde karşılığını
bilmiyoruz. Âyette bu mânâlara da delalet yok değildir. kaydı ile köle ve
cariye karşılığı bu yöne temas eder. Fakat bunlar ayrıca açıklandığından bütün
müfessirlerin "eyâmâ" lafzında esas ve umumî olan evvelki mânâyı almışlardır.
O halde meâl şu olur: Siz hür müminlerden hür kadın ve erkek bekarları ve
kölelerinizden, halayık ve cariyelerinizden iyileri özel ve genel velayetiniz
sebebiyle evlendiriniz, nikahlarına müsaade ve yardımcı olunuz ki ihmal yüzünden
fenalığa düşmesinler. Çünkü nikah insan cinsinin devamının tutanağı olduğundan
bizzat gaye olduğu gibi toplumu bozucu ve nesli yok edici sefahatten koruyan
bir hayırdır, bir güzellik ve iyiliktir. Bundan dolayı kolaylaştırmak ve çoğaltmak
da önemli bir hayır ve emir sahiplerine önemli bir görevdir.
Görülüyor
ki burada köle ve cariyeler bölümünde "salah" yani iyilik kaydı konulmuş,
hürler bölümünde konulmamıştır. Çünkü müslümanlara yakışan ve aslolan iyiliktir.
Ve burada "salah"ın mânâsı, ahlâkî iyilik ile beraber nikaha ve nikah hukukuna
kabiliyettir.
Bu hususta
ilk önce malî kudreti ileri sürmek isteyenlere karşı buyuruluyor ki eğer fakir
iseler Allah, onları kendi lütfu ile zenginleştirir. Bundan dolayı iki taraftan
biri yalnız fakirliği bahane ederek vazgeçmesin, Allah'ın fazlından ümidini
kesmesin, nikah ile bekarlıktaki ihtiyaçların önemli kısmından kurtulunmuş
olur. Ve Allah'ın (lütfu) geniştir, keremi çok, kudreti geniş bir ganîdir.
Dilediğine ümit edilmedik yerden lütuf ve cömertliği ile geniş rızık verir.
Fakat mecburî değil, dilerse verir. Alîm'dir. Kimine çok, kimine az verdiğinin
hikmetini de bilir.
33- Nikaha
güç yetiremeyenler de, teşebbüs ettiği halde nikah için gerekli olan şeyleri
tedarik edemeyen ve yardım göremeyen bekarlar da Allah kendilerini varlıklı
kılıncaya kadar iffetini korumaya çalışsın ve bu cümleden olarak ellerinizin
altında bulunanlardan mükatebe yapmak isteyenleri eğer kendileri hakkında
bir iyilik biliyorsanız hemen mükatebe yapınız.
MÜKÂTEBE:
Kitabete kesişmek, köle veya cariyenin vermeyi taahhüd ettiği bir bedel karşılığında
hür olmak üzere kendisini efendisinden satın alması anlaşmasıdır ki, bedeli
ödeyince hür olur. Ve Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara veriniz
ve dünya hayatının geçici menfaatlarını elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak
isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Rivayet edildiğine göre münafık Abdullah
b. Übeyy b. Selûl altı cariyesini zorla zinaya sevkediyordu. İkisi gelip Resulullah'a
şikayet ettiler, bu âyet indirildi Bu cümlenin önceki geçen cümleye olan bağlantısıyla
anlamı da şu mânâya gelir:
İşte yukardaki
emirleri ihmal etmek namuslu kimseleri istemeyerek zinaya sürüklemeye yakın
kötülüğe sebeb olur. O halde günah kimin? Zorlayanın mı? Zorlananın mı? İkisinin
de mi? Kim onları zor altında bırakırsa şüphe yok ki Allah, onlar zorlandıktan
sonra, yani o cariyeler razı olmayıp zorla sürüklendikten sonra bu biçarelere
çok bağışlayıcı ve merhametlidir. Yani yapılan fiilin zorlayan için de zorlanan
için de günah olduğunda şüphe yoktur. Fakat zorlanan biçareler de bu günaha
razı olmayıp zorla sürüklendiklerinden dolayı özür sahibidirler. Ve bağışlayıcı
ve merhamet sahibi olduğunda şüphe olmayan Allah yanında bağışlanmaya ve merhamet
edilmeye layıktırlar. Bu sebepten bu zavallılara acımalı kurtulmaları için
yardım etmelidir. Fakat zorlamayı isteyerek yapanlar, sûrenin başında geçtiği
üzere acımaya layık olmayıp razı olduğu günahın azabına layık oldukları gibi,
zorlayanın da bütün vebali yüklenerek büyük azab ve nefrete müstehak olduğunu
hatırlatmaya gerek yoktur.
Meâl-i Şerifi
34- Andolsun
ki biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan
örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik.
34-Bu âyet,
kendinden önceki ile sonrakine bir bağlama âyetidir. Ki sûrenin öncesini hatırlatarak
gerektiği şekilde bir daha hatırlamaya, davetten sonra gelecek kısma bir düzenlemedir.
Mânâsı bütün Kur'ân'a uygun olmakla beraber her şeyden önce bu sûreye aittir.
Gerçekte sûrenin başlangıcında hatırlatıldığı üzere, buraya kadar Allah'ın
emrettiği birtakım hükümler ile hak ve hakikatı açıklayan âyetler ve ibret
alınacak acayip bir kıssa ve müttakîler için kurtuluş nurları, saçan büyük
bir nasihat ve öğüt indirilmiştir. Sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnek,
ibret için temsil olunacak acaib bir kıssa, bir ibret destanı. Bununla Kur'ân'ın
birer ibret misali insanı hayrette bırakan kıssalarına, beliğ temsillerine
işaret olunmakla beraber, özellikle ifk kıssasının âlemde ilk meydana gelmiş
bir olay olmadığı ve mesela Hz. Yusuf ve Hz. Meryem kıssalarında geçtiği üzere
mazide geçen büyük zatların da buna benzer iftira ve bühtanlara maruz olmuş
bulundukları ve bu gibi belaların onlar hakkında bir şer değil, şan ve şereflerini
yükselten bir hayır olduğu müttakilere bir öğüt olması için hatırlatılarak
zihinler, gönüller aydınlatılmış ve o karanlıklar içinde bu ilâhî aydınlatma
ve açıklamaya düşen aydınlık, ilerde geleceği üzere Nur âyetinin temsiline
bir tecellî aynası kılınmıştır.
Anladınız
ya:
Meâl-i Şerifi
35- Allah,
göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde
lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da
sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen
mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı,
nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur.
Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle)
misal verir; Allah her şeyi bilir.
36- (Bu kandil)
birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin
okunmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu tesbih ederler.
37- Birtakım
insanlar (Allahı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah'ı
anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve
gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.
38- Çünkü
Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile ecir verecek, lütfundan
fazlasını da bahşedecektir ve Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
35- Allah,
göklerin ve yerin nurudur. Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati
bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz,
hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.
Âlemde görünen
âyetlerin en belirgini, duygu ve idrakimizi en çok kapsayanı, görüşümüzde
bir etken olan ışık olayıdır. Işığın gözümüze teması anında dışımızdakiler
ile özümüzdekilerin birbirine ulaşıp birleşmesi halinde parlayan ve genişlettiği
cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran saydam ve güzel tecellisine de nur
denilir ki, ışığın bir özel görünüşü olmak üzere, ışıktan farklı ve bazen
ona karşıt olarak kullanılır. Şu halde nur, güzel tecellî âyeti olan hoş bir
ışık tecellisidir. Ve bundan dolayı, her zaman övme yerinde kullanılır.
Bununla beraber
aslı, görüşle ilgili karanlığın zıddı olan nur kavramı, Ragıb'ın Müfredat'ında
dediği gibi ışık kavramından daha geneldir. Işığa ve ışığın gösterişli kırılmasına
ve ışığın yansımasına da söylenildiği gibi, gerek duyguya ait ve gerekse akıl
ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olan vicdan ve sezgide ortaya
çıkan dış ve iç tecellî ve doğuşların hepsine de nur denilir. Hatta Allah
Teâlâ'ya mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde, bu âyette Nur ism-i
şerîfi geçmiştir. Halbuki En'am Sûresi'nin başında; "Hamd gökleri ve yeri
yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur." (En'âm, 5/1)
âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi ve zıddı olan her çeşit
karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri olduğunu bildirmişti ve
nuru Allah'a denk tutanları "Sonra kâfir olanlar, kendilerini yaratan, besleyip
büyüten Rableri ile bir tutuyorlar" (En'am, 5/1) azarlaması ile sakındırmıştı.
Bundan dolayı Allah'a nur denilirken, bu noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih
bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.
İlk önce bu
iki âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ "Allah, göklerin ve yerin
nurunun var edicisidir." meâlinde olmasıdır. Onun için tefsircilerin birkısmı
bunu ismi fâil sigası ile, yani "gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan;
gerek cisme ve gerekse ruha ait nurlar ile nurlandıran" diye ifade etmişlerdir.
Çünkü nur, aydınlatıcıdır. Bu ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil
mânâsına; göklere ve yere izafetinin de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi
itibarıyla bir anlam ifade ediyorsa da münevvirin, nurun yapıcısı olması gerekmeyeceğinden
eksiktir. Halbuki Allah'ın, nurun yaratıcısı olduğu Kur'ân'da açıkça belirlenmiştir.
Bundan dolayı, müfessirler burada daha birçok açıklamalarda bulunmuşlardır.
Felsefeciler ve sofiler de işrakıyye (sûfistâiyye) nazariyesine temas eder
gibi gördükleri bu âyet hakkında uzun bahisler yapmışlar. Hatta Gazalî, bu
âyetin tefsiri için adında bir eser yazmıştır ki, bazı noktalarını özetleyelim;
şöyle ki:
Nur ismi,
lügatte güneşten, aydan, ateşten şu uzayda yer tutan şu cisimlerin dış yüzlerine
vuran hale konulmuş bir isimdir. Ve bilinmektedir ki, bu halin şeref ve faziletine
özelleştirilmesi, gözle görülen şeylerin bu sebeple ortaya çıkıp görülmesi
itibariyledir. Sonra şu da bilinmektedir ki, bütün bu görülen şeyleri idrak
etmek, onların ışık almalarına bağlı olduğu gibi görecek gözün var olmasına
da bağlıdır. Çünkü gözle görülen şeyler, ışık aldıktan sonra dahi körlere
gözükmez. O halde gören ruh, ortaya çıkma ve görünmede vazgeçilmez bir rükün
olmakta, görünen ışığa denktir, eşittir. Sonra şu yönden ona tercih de edilir.
Çünkü gören ruh, idrak edici, yani anlayıcıdır; idrak onunla mümkündür. Dışardaki
ışık ise idrak edici değildir. Kendisiyle idrak olunan yani idrake sebep olan
değil, belki idrak anında bulunandır. Ve o halde gösterme vasfı, görülen nurdan
fazla gören nurun hakkıdır.
Bunun için
nur ismini, gören göz nuruna, tereddüt etmeden, kullandılar da "nur-ı aynım"
(gözümün nuru), "falanın nûr-ı basarı zayıflad" (Filan kimsenin görmesi zayıfladı)
ve gözleri görmeyen kimse hakkında "nûr-i basarını kaybetti" (gözünün görme
özelliğini kaybetti) dediler. Bu böyle olunca şunu da söyleyelim ki, insanın
bir basarı, yani gözü; bir de basireti, yani idraki vardır.
Basar, yani
göz; ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve akıl kuvvetidir.
Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini gerektirir. Bundan dolayı
ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı kusurlar saymışlardır ki, bu kusurlar
akıl nurunda yoktur. Netice olarak görme duygu ve gücü, kendisini ve idrakini
ve diğer gözle görülen parçalar ile akılla bilinen parçaları ve her şeyi,
geçmişi ve geleceği göremediği halde; akıl duygu ve gücü, hem kendini, hem
idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve göz idrak ve duygusundan
çok ilerilere ve derinliklere gider.
Bu sebepten,
nur isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına daha uygun olduğu
ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan tamamen kurtulmuş
değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması gerekli olan ve
yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin gereklerinden değildir, beraber
doğmaz; bebek bunları elbette bilemez. "Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi
analarınızın karnından çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu fıtrî nurlar sonradan ortaya
çıkmaktadır. Buna isabette bir sebep gerekir. Bütün sebepler de netice olarak
Allah'a dayanır.
Nazarî düşüncelere
gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata isabet ettiği muhakkaktır.
Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir mürşide muhtaçdır. En yüksek mürşid
ise Allah kelâmıyla peygamberlerin irşadıdır. Ve gerçekte akıl ve basiret
gözünde Kur'ân âyetleri, madde gözünde güneş ışığı yerindedir. Güneşin ışığına
nur denildiği gibi Kur'ân'a da nur denilmesi daha önceliklidir. Ve işte bununla
"Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz, o nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8),
"Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik."
(Nisâ, 4/174) âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
Bu bakımdan,
Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli olduğu ortaya çıkınca,
onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek olması gerekir. Nitekim
Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay yarattı." (Furkan,
25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ (kandil) olmakla vasıflandırdığı halde,
Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46)
diye sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer
bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği, peygamberde
daha kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan istifade etmeksizin
diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası
yok olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin
ruhlarında meydana gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar
ile ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği kimseye
kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu, Ruhu'l-Emin, senin kalbine
indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak
ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu
kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.
Yani gerçek
olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu gibi semavî ruhlar
da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim Allah Teâlâ,
Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir" (Tekvir, 81/21) buyurmuştur.
O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni olunca şüphe yoktur ki, itaat edip
boyun eğenler onun emri altındadır. "Bizden herbirimiz için belli bir makam
vardır" (Sâffât, 37/164) âyetince her birinin bilinen bir yeri vardır. Şu
halde aynı sebeble bunlarda da faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur"
ismine hak kazanmıştır. Ve bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine,
cisimler âleminde de bir misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan
bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki
bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan
evin tavanına yansısa, bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci
olarak aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki,
beşinci olarak sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış
noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında
da derece derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha
kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona
erer ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan
ruhtur ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî
kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı
ve gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun,
bütün bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki
peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun
bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir.
Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış
olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve karanlık,
varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan sebep
karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur,
O'nun var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin
hepsi de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları
varlık ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme
nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
Özet olarak,
her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması ve bildirmesiyledir.
Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O halde açıkça ortaya
çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına
nur demek mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur ise ispatında delile neden ihtiyaç
duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait görünen nura göre anlamak kolaydır.
Bir gündüz ışığında baharın yeşilliğini gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin
ki, sen renkleri görüyorsun ve çok defa sen renkler ile birlikte başka bir
şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin yanında yeşillikten başka bir şey görmedim
dersin, ışığı farketmezsin. Fakat güneş batarken o rengin üzerine ışığın düştüğü
hal ile düşmediği halde mecburen fark edersin de şüphesiz tanırsın ki nur,
renkten başka bir mânâyadır. Renkler ile beraber algılanır ve idrak olunur.
Kuvvetli birleşiminden dolayı farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı
gizli kalır. Açıklık, böyle bazan gizli kalmaya neden olur.
Bu bilinmiş
olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık ışık ile göründüğü
gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür. Allah'ın nuru her
şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda diğerinden bir farklılık
vardır: Görünen nurun güneşin batması ile kaybolup gizlendiği düşünülür. Fakat
her şeyin kendisi ile ortaya çıktığı ilâhî nurun batması veya kaybolması düşünülemez
ve değişmesi imkansız olduğundan eşya ile daima beraber kalır. Ayırmakla delil
getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler
yıkılır, kendinden geçersin. O zaman zarurî ilim meydana gelecek bir fark
idrak olunur.
Fakat eşyanın
hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade üzere eşit olduklarından
ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her vakitte O'na hamd ile tesbih
eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol kalmıştır. Zira marifette görünen
yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır. Bundan dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin
gizli kalması uzak görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
"Açıklığının
şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun parlaması sebebiyle onlara
karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"
Gazâlî'nin
bu nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu oluyor ki: Allah'ın
nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün duygularla algılanan nurların
ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani nurun yaratıcısı olması
ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen, nurlandırma ve meydana çıkarma, belirme
ve açığa çıkma mânâlarının hakikatinin özü nurdan ve nuru bulandan çok nuru
yapana ait olacağından nur isminin Allah'a daha uygun bulunmasıdır. Yalnız
bu son noktada Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile mecaz karşılığı olan
hakikati karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun fevkındadır, yani
ondan üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur denilmesi dilbilgisi
yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o nurun sahibi olmasıdır.
Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
Gerçek budur
ki, yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin kendisi bunun, bir
teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun
misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması da gösterir ki, öncekindeki
mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve yeryüzüne izafeti de hakikî
sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü aydınlatan ve gerçek sahibi
Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet nurunun, peygamberlik nurunun, Kur'ân
nurunun, iman nurunun hayret verici vasıflarının temsili, yani benzetmesi
şudur:
Sanki bir
mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir pencere. Dikkat
edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü özel bir uzaklık
içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde yükselir. Ki içinde bir mısbâh
vardır.
MISBÂH: "Sabah
ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık
veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu halde, burada
misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına
işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer
bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği
ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem
yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki
lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya
da nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ vardır:
Birincisi,
yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden sonra güneş gören
batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan tepenin tam ortasında.
Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son derecede saf ve güzel olur.
İkincisi,
yön şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden değil, mekanı
olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin herkesce
düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci mânâ
ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder. Terşihin
faydası benzetmeyi bir açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin inceliği
de benzetilenin belirgin bir yönüne işaretle kendisine benzetilene üstünlüğünü
ve bundan dolayı benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını ortaya koymaktır.
Netice olarak
öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş dokunmasa bile ışık
verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf ve parlaktır. Özet
olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden zannolunacağı gibi sınırlı
beş kat değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nurun kat
kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nurdur. O halde
onu niye herkes bulamıyor? İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah, o nuruna
veya o nuruyla dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak delili
göremez, hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes peygamber
veya velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için peygamberlik
nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes faydalanamaz.
Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya anlayıp idrak
edemeyecekleri hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile tasvir ve
temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim duygular, hayaller,
lisanlar, teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi,
bu âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat diye bağlanıp
kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
Ve Allah her
şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı da, gizliyi de, gerçek
olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin duygu ve anlayışını
ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve maksadını ve tekvin ve teşride
layık olup olmadığı dine yol göstermeyi ve ona göre herbirine yapacağı muameleyi
de bilir.
36-Şimdi
Allah nurunun temsili olan o kandil ve lamba nerede bulunur?
Veya nerede yakılır?
Bir takım
evlerde, yani camilerde ki Allah onların yüceltilmesine -yani binalarının
diğer evlerden daha yüksek ve şereflerine tazim ile yüksek tutulmasına- ve
içlerinde isminin zikrolunmasına izin verdi ki bunlar mescidler, camilerdir.
O kandil, o lamba, o billur, o mübarek ağaç, o meyve, o yağ, o yakma, o nur
üstüne nur, o hidayet bunların içinde şekillenir, temsil olunur. İçlerinde
sabahları ve akşamları O'nu tesbih eder, Allah'ın ismini tenzih ve takdis
eder
37-38- Öyle
insanlar ki ne bir ticaret, ne bir alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz
kılmaktan, zekat vermekten alı koyamaz. Kalplerin ve gözlerin allak bullak
olduğu bir günden korkarlar ki Allah, kendilerini amellerinin daha güzeli
ile mükafaatlandırsın ve lütfundan onlara fazlasıyla versin. Bire ondan yediyüz
gibi özellik ve adetlerle amel karşılığı vaad olunan ecir ve sevaptan başka,
özelliği ve miktarı açıklanmayan ve nasıl ve ne kadar olduğu hatırlara bile
gelmeyen ilâhî nimetleri de fazladan olarak lütuf ve cömertliğinden ikram
ve ihsan eylesin ve Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. İşte Allah'ın
nuruna hidayet edip ulaştırdığı müminlerin hali böyledir.
Meâl-i Şerifi
39- Küfredenlere
gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu
su zanneder, nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik
yanıbaşında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur. Allah
ise onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.
40- Yahut
(o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar
gibidir ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut. Bir biri üstüne
karanlıklar... İnsan, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Bir
kimseye Allah, nur vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi
yoktur.
39- Küfredenlerin
de amelleri, gönüllerince iyilik diye yaptıkları bütün işleri, itikatları,
inançları bozuk ve gayeleri heva ve heves olduğundan dolayı bir çöldeki seraba
benzer. Uzaktan yaldırar susayan onu bir su zanneder. Hararetinden imrenir,
ihtirasla koşar ne zamanki ona varır, orada bir şey bulamaz, içini yakmakta
olan hararetini dindirecek hakikî suyu bulamadığı gibi, uzaktan hayal ettiği
parıltı da kalmaz. Koştuğu emelin yalan olduğu ortaya çıkar. Fakat bununla
da kalmaz.
Ve yanında
Allah'ı bulur. O susuzluk ve yoksulluk içinde hakikatin dehşetini görür. Korkmak
istemediği Allah'ın kahır ve gazabı yüreğine inip bütün benliğini sarar da
hesabını görüverir ve Allah, hesabı çok çabuk görendir. Şu halde o hesabı
uzak sanmamalıdır. İşte kâfirlerin nurlu zannettikleri, iyilik diye koştukları
amellerinin sonucu budur.
40-46-Duygularına
ve inançlarına, fikir ve zihniyetlerine, diğer söz ve işlerine gelince, veya
derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer ki onu dalga üstüne dalga daha
üstünden bir bulut kaplar. Nur üstüne nurun tam zıddına olarak biribiri üstüne
karanlıklar. Öyle ki yeterli bir nur işareti görmek şöyle dursun elini çıkardığı
zaman onu bile göremez. O karanlıkta çırpınır, şuraya buraya saldırır. Fakat
uzattığı kendi elini bile görmesi ihtimali yoktur. Nerede kaldı ki, dışardan
bir gerçeği görsün de neye elini uzattığını bilsin. Gerçekte kâfirler küfür
taassubu içinde öyle boğulur, öyle bocalar. Hiçbir hakkı kabul etmemek için
inadında öyle ısrar eder ki ne halt ettiğinin farkına varmaz. ve gerçekte
her kim ki, Allah ona bir nur takdir etmemiştir artık onun için nur yoktur.
Onun için körler görmez, sağırlar işitmez, vicdansızlar duymaz, kâfirler hakkı
kabul etmez. Yoksa:
Meâl-i Şerifi
41- Görmez
misin ki, göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların
Allah'ı tesbih ettiklerini? Her biri kendi tesbihini ve duâsını bilmiştir.
Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.
42- Göklerin
ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.
43- Görmez
misin ki Allah bulutları (dilediği yere) sürüklüyor; sonra onları biraraya
getirip üstüste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasında yağmur çıkıyor.
O, gökten, sanki oradaki dağlardan da dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet
ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar; bu bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı
nerdeyse gözleri alır!
44- Allah
gece ile gündüzü evirip çeviriyor. Şüphesiz bunda (hakikatı gören) gözlere
sahip olanlar için mutlak bir ibret vardır.
45- Allah,
her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi
iki yağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini
yapar; çünkü Allah her şeye kâdirdir.
46- Andolsun
biz (her şeyi) apaçık bildiren âyetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola
iletir.
47-49- Ve
onlar mümin değillerdir. Yani iman laftan ibaret değildir. Yalnız dilden Allah'a
ve Resulüne iman ettim, demekle hakikaten mümin, müslüman olunuvermez. Onunla
beraber samimi, kalpten inanmalı, sadakatle sebat etmeli ve hareket ve davranışlarıyla
bu imanını ispatlamalı ve desteklemelidir. Bunu ispat edecek delillerden birisi
de hakkına razı olmak ve bir ihtilaf halinde Allah ve Resulünün hükmüne davet
edildiği zaman kabul ve itaat etmek, boyun eğmektir. Halbuki Allah ve Resulüne
iman ettik müslümanız, diyenler içinde öyleleri vardır ki, imanı yalnız dilindedir.
Bunlar mümin değil, münafıktır. Haklarına razı olmazlar, birkısmı sözünde
durmaz, dönüverirler.
Bir kısmı
da sözden dönmese bile herhangi bir anlaşmazlıkta Allah ve Resulünün hükmüne
davet edildikleri zaman yüz çevirir, kaçınır. Ve eğer hak kendilerinin olursa;
aleyhlerine değil, lehlerine ise ona -yani Resulullah'ın hükmüne- gönülden
bağlanarak ve güvenerek gelirler. Zira Resulullah'ın hüküm ve idaresinin hakkaniyetinde
şüphe etmezler. Nitekim Bişr adındaki bir münafık, bir yahudi ile bir arazi
hakkında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Münafık haksızdı; onun için yahudi onu
Resulullah'a mahkemeye gidelim diye Allah'ın hükmüne davet etti, çünkü onun
haksızlığa meydan vermeyeceğini biliyordu. Münafık ise yahudilerin hahambaşı
Kâ'b b. Eşref'e gidelim dedi, çünkü hakka razı olmuyor, dalavere ile haksız
bir hüküm alacağını ümit ediyordu.
50-Rivayet
edildiğine göre bu âyetlerin nüzul sebebi bu oldu. Ki son zamanlarda İslâm
topluluğunu bozmaya çalışan da böyle nifakların ortaya çıkmasıdır. Bu neden
oluyor? Kalplerinde bir hastalık mı var? Küfür ve zulme meyleden psikolojik,
bir hastalık, bir vicdan bozukluğu mu var? Yoksa Allah ve Resulünün onlara
yazık edeceğinden şüphe ediyorlar veya korkuyorlar mı? Hayır, ne öyle bir
şüpheleri var, ne de korkuları. Allah ve Resulünün hükmü, yalnız hak ve adalettir
ve öyle olduğunu bilirler, fakat asıl zalimler kendileridir! Haklara tecavüz
etmek isteyen haksızlardır. Bundan dolayı kaçınmalarının sebebi birinci kısımdır,
yani kalplerinde hastalık, vicdanlarındaki bozukluktur ki bu da hidayete erememezliktendir.
51- Aralarında
hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü
ancak işittik ve itaat ettik, demekti. Yani dinledik ve itaat ettik, başüstüne
diye hemen davete icabet etmekti. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Murada
erenlerdir.
52- Her kim
Allah'a ve Resulüne itaat eder, yani yalnız mahkeme işinde değil, her konuda
Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine tabi olur, ve Allah'tan korkarsa
işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Üstünlüğe erecek, kurtuluş meydanında
hedeflenen gayeye ulaşacak, ebedî saadetin en son noktasına varacak olanlardır.
53-Fakat o
münafıklar, o kalpleri bozuk haksızlar, böyle itaat etmedikten başka bir de
en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Yeminin en ağırı Allah'a yemindir.
Eğer sen kesin olarak emredersen çıkarlarmış, evlerinden ve yurtlarından çıkıp
giderlermiş, güya o derece itaatkarmışlar kasem, yemin etmeyiniz, de maruf,
belli bir taat, yani itaatiniz belli, ne şekilde olduğu bilinmekte, bundan
dolayı yalan yere yemin etmeyiniz. Yahut sizden istenilen öyle yalan yere
yemin ile münafıkça bir itaat değil, zulme, kötülüğe itaat değil, adalet dairesinde
samimî bir itaattir. Şüphe yok ki Allah, her ne yapıyorsanız haberdardır,
bütün gizliliklerinize vakıftır. Öyle ise O'na karşı yalandan, hilekarlıktan,
itaatsizlikten sakınınız.
54-Ey Hak
Peygamber! De ki: Allah'a itaat ediniz, Resule de itaat ediniz. Yani Peygambere
itaat da özellikle Allah emridir, ona itaat edilmedikçe Allah'a itaat edilmiş
olunmaz. Şu halde Allah'ın kitabına yapışmak bir görev olduğu gibi, peygamberin
sünnetine yapışmak da özellikle bir görev, bir vecîbedir. Eğer yüz çevirir,
yani o haksızlar yine aldırmazlarsa artık onun üzerine düşen, ancak kendisine
yüklenendir. Yani Peygambere ait olan görev, ancak ona yükletilen tebliğ yüküdür.
Sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir ki, itaat görevidir. Burada tahmil,
yani yüklenme denilmesi, itaatsizler ne kadar çoğalırsa, Peygamberin ve müminlerin
görevinin de o kadar zorlaştığına işarettir. Ve eğer siz ona itaat ederseniz,
yani Peygambere itaat eder de yüklenilen görevinizi yaparsanız, hidayete,
doğru yola erersiniz, hakka kavuşursunuz. Resulün vazifesi de ancak açık açık
duyurmaktır. Açık tebliğdir ki o, onu yerine getirdi, size de itaat görevi
kaldı.
Şimdi müslümanlar,
bu açık tebliğ ile şu ilahî müjdeye dikkat etmelidir ki çok önemlidir:
Meâl-i Şerifi
55- Allah,
sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri
sahip ve hakim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını,
onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını
ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağnı
vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar.
Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkarlardır.
56- Hem namazı
kılın, zekatı verin ve peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz.
57- İnkâr
edenlerin, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacaklarını sanmayasın! Onların varacağı
yer cehennemdir. Ne kötü varış yeridir orası!
55-57-Cenab-ı
Hakk'a ait aydınlatma ile taatin vacip olduğunu, bir görev bulunduğunu tesbit
eden duyurma ve O'na ait müjde ve sakındırma ile öğüt verip yol gösterdikten
sonra, yine yukardaki hükümlerin tamamlanması için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
58- Ey iman
edenler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden
henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz
vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin
istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin
dışında ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına
girip çıkabilirsiniz.) İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her
şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
59- Sizden
olan çocuklarınız erginlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler (büyükleri)
izin istedikleri gibi, onlar da izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size
böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
60- Bir nikah
ümidi kalmayan, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların ise, zinetlerini (yabancı
erkeklere) göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir
vebal yoktur. Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah
işitendir, bilendir.
61- A'maya
güçlük yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur. Sizin için
de gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin
evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden,
amcalarınızın evlerinden halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden,
teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden, yahut
dostlarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı
ayrı yemenizde de bir güçlük ve günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah
tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize)
selam verin. İşte Allah düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini böyle açıklar.
58- Gerek
erkek, gerek kadın bütün müminler! Elleriniz altında bulunanlar ve sizden
henüz erginlik çağına girmemiş olanlar odanıza girmek için izninizi istesinler,
yani onlara böyle öğretiniz ve emrediniz. Yukardaki "istiynâs" yani geldiğini
farkettirme emri hür ve erginlik çağına erenler hakkında idi. Buradaki izin
isteme ise el altındaki köle ve cariyelerle, henüz erginliğe ermiş olmayan
hür çocuklar, yani sabîler hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil
üç kere, yani üç vakitteki birincisi sabah namazından önce, çünkü yataktan
kalkıp giyinmek zamanıdır. İkincisi ve öğle sıcağında elbisenizi soyunduğunuz
sırada ki kaylûle, yani gündüz uykusu vakti, üçüncüsü ve yatsı namazından
sonra, yatmak için soyunulduğu zamandır ki, sizin için üç avret vaktidir.
Örtünmenizin ihlal edilmiş olduğu, eksikli bulunduğunuz üç gedik vaktinizdir.
Herkes için olmasa bile genel olarak böyledir. Bu ihtar, izin istemenin sebebini
açıklar. Bundan dolayı izin istemelidir. Peki amma, niçin her zaman izin istemesinler,
çünkü üzerinize çok dolaşırlar birbirinizin üstündesinizdir, bu yüzden her
zaman izin istemede zorluk olur "Allah size âyetlerini böylece açıklar."
59- sizden
olan çocuklar da erginlik çağına girdiklerinde -ki asıl delili ihtilam olmalarıdır.
Yaşının da en azı kızda dokuz, oğlanda on iki, normali ve görüleni ondört,
onbeş en sonu ise onyedi, onsekiz yaşlardır- izin istesinler nitekim kendilerinden
öncekilerin izin istedikleri gibi, yani kendilerinden önde bulunan siz büyüklerinin
onların odalarına girmek için geçen "Ey iman edenler! Kendi evinizden başka
evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermeden girmeyin" (Nur,
24/27) âyeti gereğince her zaman geldiğini farkettirip selam vererek izin
istemeniz gerekli olduğu gibi onlar da yalnız üç vakitte değil, her zaman
yanınıza gireceklerinde izin istesinler. "Allah size âyetlerini böyle açıklıyor."
Bu iki âyette bu hatırlatmanın tekrar edilmesi, izin isteme emrini tam bir
açıklıkla tekiddir. Zira yabancı büyüklerde çekinme hissi, bunlarda da müsamaha
şüphesi galip olduğundan burada o şüpheyi kesmek için emir, açıklanmış ve
tekrar edilmiştir. Esefle görülmekte ve bilinmektedir ki, bu noktada yanlışlık
ve gaflet çoktur.
60- Ve oturmuş,
çocuktan kesilmiş yaşlı kadınlar ki bir nikah ümidi beslemezler zinetlerini
göstermeksizin üst örtülerini bırakmalarında kendilerine bir vebal yoktur.
Yani hayız ve nifastan kesilmiş kadınlar yukarıda geçen "Baş örtülerini yakalarının
üzerine (kadar) örtsünler, zinetlerini teşhir etmesinler" (Nûr, 24/31) emri
gereğince gizlemeleri gereken zinetlerden hiçbirini göstermemek şartıyla üzerlerindeki
çarşaf, ferâce gibi dış elbiselerini bırakıp yalnız baş örtüsüyle çıksalar
bir sakınca yoktur, günah olmaz. Fakat kadının kendisini süsleyip sokağa çıkması
gençler için günah olduğu gibi ihtiyarlar için de günahtır. Süslenmeleri günah
değil, süsle yabancı erkeklere çıkmaları günahtır. İhtiyar kadınlar süslenir
mi, dememeli. Ne yaşlı kadınlar vardır ki, gençlerden daha çok güzel görünmeye
özenirler.
Bununla beraber
iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Yani süslü olmadıkları halde
de iffet ölçülerine uymaları ve gençler gibi sakınmaları, üst örtülerini bırakmamaları
haklarında daha hayırlıdır. Çünkü töhmetten daha uzaktır. Ve Allah işitendir,
gizlide, açıkta ne söylediklerini işitir. Bilendir. Maksatlarını da bilir,
sonunda ona göre cezalarını verir. Bundan dolayı müslümanız diyen zamane kadınları
bu âyetleri dinlesinler de düşünsünler.
61- "Mallarınızı
aranızda haksız sebeblerle yemeyin" (Bakara, 2/188) âyeti indirildikten sonra
kör, topal, hasta, özürlü, fakir müslümanlar, sağlam kimseler tiksinirler
ve rızaları olmaz diye beraber yemek yemekten sakınır veya bir kimse bunları
kendi evinden başka akraba ve sevdiklerinden birinin evine yemeğe götürecek
olsa, belki hoşlanmazlar diye çekinir olmuşlardı. Bir de muharebeye gidenler,
öyle savaş gazisi yaralıları ve zayıf fakir kimseleri evlerine bırakırlar
ve anahtarlarını teslim edip içlerindeki yiyeceklerden yemelerine izin verir
giderlerdi. Fakat onlar bulunmadıkları için izinleri gönül rızası ile olmaz
diye korkarlar, gereğinden fazla sakınırlardı. Bir de bazı kimseler, kendi
evlerinden başkasında yemek yemekten çekinir, bazı müminler de ayrı yemekten
sakınır, ne olursa olsun misafirle beraber yemek isterdi; hatta misafir bulunmazsa
bütün gün bekleyen kimseler olurdu. "A'maya zorluk yoktur..." âyeti de bu
sebeple ve bu durumlara açıklık getirmek üzere indirilmiştir...
Meâl-i Şerifi
62- Müminler
ancak, Allah'a ve Resülüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o Peygamber
ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler.
(Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Resulüne iman etmiş
kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de
onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile; çünkü Allah
mağfiret edicidir, merhametlidir.
63- (Ey müminler!)
Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin.
İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir.
Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden
veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.
64- Bilmiş
olun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O, sizin ne yolda, ne durumda
olduğunuzu iyi bilir. Huzuruna döndürülecekleri günde ise, yapmış olduklarını
hemen kendilerine haber verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
62- Müminler
ancak onlardır ki, Allah'a ve Resulüne hakikaten iman etmişlerdir. Yukarıda
zikri geçenler gibi yalnız iman ettik demekle kalmayıp samimi kalpten inanmışlardır.
Ve maiyyetinde, yani Peygamberin yanında ki, müslümanların emirinin maiyyeti
de aynı hükme tabidir. İctimaî bir işle meşgul oldukları zaman, cuma, bayram,
istişare, savaş gibi toplanmayı gerektiren ya da faydası veya zararı umumî
olan bir iş üzerinde bulundukları zaman ondan izin almadıkça gitmezler. Münafıklar
gibi kaçmazlar. İşte o senden izin isteyenler yok mu onlar Allah'a ve Resulüne
iman eden kimselerdir. Bundan dolayı bazı işleri için senden izin istediklerinde
sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver. Yani her izin isteyene izin vermek
vacib değildir. Hikmet ve işin gereğini gözetmek lazımdır. Bir de Berâe (Tevbe)
Sûresi'nde geçen "Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli
oluncaya kadar onlara niçin izin verdin?" (Tevbe, 9/43) âyet-i kerimesi unutulmamalıdır.
İzin ver ve onlar için Allah'a istiğfar eyle; zira izin istemek, her ne kadar
şiddetli bir özür ile doğruluğa dayansa da, dünya işini ahiret işine takdim
ve tercih etmek gibi bir kusur töhmetinden uzak olmaz. Sen istiğfar edersen
şüphe yok ki Allah, mağfiret edicidir, merhametlidir. Bu noktada Resulullah'a
hitaptan ümmetine hitaba iltifatla buyuruluyor ki:
63-Ey müslümanlar!
Peygamberin davetini, dusını aranızda bazınıza, bazınızın daveti, duası gibi
kıyas etmeyin. Onun davetine icabet farzdır. Duası Allah yanında hemen kabul
olunur. Bundan dolayı emirlerine son derece özenle itaat etmeli ve uymalı
ve onu gücendirmekten son derece sakınmalıdır. İçinizden birbirinizi siper
ederek sıyrılmak isteyenleri Allah biliyor. Dolayısıyla O'nun emrine aykırı
davrananlar kendilerine bir fitne isabet etmesinden, yani dünyada bir bela
ve sıkıntıya çarpmaktan yahut dünyada olmazsa ahirette kendilerine çok elemli
bir azap isabet etmesinden sakınsınlar Burada terdîd (iki ihtimalle anlatmak)
yalnız bir güzellik içindir. Yoksa dünya belaları ile ahiret azabının bir
araya getirilmesinde bir zıtlık yoktur. Aslında Peygamberin emri ve gidişatına
uyan müslümanların nasıl yükseldiklerine tarih şahit olduğu gibi müslümanız
deyip de aksine giden kavim ve miletlerin ne fitnelere, ne belalara, ne azablara
uğramakta oldukları göz önündedir. Hemen Cenab-ı Hak hepimizi hidayetiyle
hoşnud eylesin.
64- Evet,
göklerde ve yeryüzünde ne varsa hep Allah'ındır. Kâinatın hepsi, yaratılış
bakımından, sahip olma yönünden, gerek yoktan var etme, gerek yok etme, gerek
ilk yaratma, gerek yeniden iade ile tasarruf bakımından O'nundur. Muhakkak
ki o, sizin üzerinde bulunduğunuz hali ve onların, o karşı çıkanların kendisine
döndürülecekleri günü biliyor. Bundan dolayı onlara yaptıklarını anlatacaktır.
Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir. İlminden bir zerre kaçmaz, hak ile batılın
tamamen ayrılacağı o furkan günü neler olacağını anlamak için, şimdi Nur Sûresi'nden
sonra Furkan Sûresi'ni dinleyiniz:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder