En sağlıklı açıklama 1300 lü yıllarda yazılan İbnKesir tefsiri;
BAKARA 187 —
Allah Teâlâ; «sizin için şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın» buyuruyor.
Oruçlu; sabahın aydınlığı, gecenin karanlığından ayrılıncaya kadar istediği gece bunları
yapabilir. Sabahın aydınlığının gecenin karanlığından ayrılması «Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar» ifadesiyle belirtilmiştir. Bu ifâdedeki iltibası ve kapalılığı «fecrin» kelimesi kaldırmaktadır. Nitekim İmâm Ebu Abdullah el-Buhârî'nin... Seni İbn Sa'd'dan naklettiği hadîste Seni der ki: Bu âyet nazil olduğunda, «fecrin» kelimesi henüz inmemişti. Bazı kişiler oruç tutmak istediklerinde ayaklarından birine beyaz ve siyah ip bağlıyorlardı ve onları ikisinden ayırt edecek zamana kadar yiyorlardı. Daha sonra Allah Teâlâ fecr kelimesini inzal buyurdu ve böylece gece ve gündüzün kastedildiği öğrenilmiş oldu.
burada kasdolunan; sabahın beyazlığı ile gecenin karanlığıdır
ey Allah'ın Rasûlü beyaz ipin siyah ipten ayrılması ne demektir? Bu gerçekten iki ip midir? Rasûlullah buyurdu ki; hayır, bunlar gecenin karanlığıyla gündüzün beyazlığıdır. Allah Teâlâ'mn fecrin doğuşuna kadar yemeye izin vermesi, sahurun müstehâb olduğunun delilidir. Çünkü bu, ruhsat kabîlindendir. Ve bu ruhsattan yararlanmak iyidir
Sahurun fecrin aydınlanmasına yakın zamana kadar te'hîr edilmesi müstehabtır. Biz Rasûlullah (s.a.) ile birlikte sahur yaptık, sonra namaza kalktık. Enes der ki; ben Zeyd'e ezanla sahur arası ne kadardır? diye sordum. O elli âyet okunacak kadardır, dedi.
‘‘Ümmetim iftarı acele ettikleri, sahuru geriye bıraktıkları sürece hayır üzere kâim olacaktır’’
‘‘Biz Rasûlullah (s.a.) ile sahur yaptık. O sırada gün ağarmıştı ancak güneş henüz doğmamıştı.’’ burada fecrin yaklaştığı mânâsının kastedildiğini belirtir.
Selef-i salihinden (İlk yy ın müslümanları) pek çok kişiden sahurun, fecrin yaklaştığı ana kadar geciktirilmesine müsamaha gösterildiği rivayet edilir.
‘‘Fecir, ufukta uzanan fecir değildir. Ancak beliren kızıllıktır’’
‘‘Yükselen ve parlayan ışık sizi rahatsız etmesin. Kızıl ışık belirinceye kadar yeyin ve için’’
‘‘Şu beyazlık ve Bilâl'in seslenmesi sizi aldatmasın. Fecir doğuncaya kadar yeyin’’
‘‘Sizi Bilâl'in ezanı ve uzanan fecir, sahurdan alıkoymasın. Sadece ufukta uçuşan fecir, sahurdan alıkoysun’’ ‘‘Bilâl'in ezanı —veya seslenişi dedi— sizden birini sahurdan alıkoymasın. Çünkü Bilâl uyuyanınızı Uyandırmak, ayakta olanınızı geri döndürmek için ezan okur. —veya seslenir demiştir— Fecir şöyle veya şöyle. (Hz. Peygamber elini sıkıp kaldırmış, sonra parmaklarını açmıştır.) demek değildir ki öyle desin.’’
‘‘Fecir iki tanedir: Kurt kuyruğu gibi olan (fecir) bir şeyi haram kılmaz. Ama ufku sarıp Uçuşan (fecir) namazı helâl, yemeyi haram kılar.’’
‘‘Fecir iki tanedir. Gökyüzünde parlayan (fecir) bir şeyi helâl veya haram kılmaz. Fakat dağların başında beliren (fecir) içmeyi haram kılar.’’ Atâ der ki; gökyüzünde parlamak demek, semâda uzunluğuna yayılmak, demektir. Bu fecir oruçlu için içmeyi ve namazı haram kılmaz. Keza haccı fevtettirmez. Ama dağların başında dağılırsa, oruçlu için içmek haram olur, haccı da fevt eder.
Adiyy İbn Hatim Rasûlullah (s.a.) a demiş
ki: Ben siyah ve beyaz iki kılıç koydum. Ve onlara bakıyordum. Ama birbirinden ayırd edemiyordum. Bunun üzerine Rasûlullah ön dişleri görününceye kadar gülmüş, sonra buyurmuş ki: ‘‘Ey Hâtim'in oğlu bu gecenin karanlığıyla, gündüzün aydınlığıdır. Şu halde orucun başlaması bu vakitten itibârendir.’’
Meâl-i
Şerifi
Bakara 187-
Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için
bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize
güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı.
Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin
beyaz ipliği siyah iplikden size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi
geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde îtikaf halinde
iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara
yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp
korunsunlar.
187-Ey
müminler Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Gecenin hangi
saatinde olursa olsun herkes eşiyle karı koca ilişkisinde bulunabilir. Önceden
olduğu gibi yatsıdan veya uykudan sonra geceleyin cinsî temas oruca engel
olmaz. Buna aykırı olarak "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi."
(Bakara, 2/183) ifadesinden çıkarılan geçmiş şeriatlerin hükmü, yine ilk oruçta
Peygamberin sünnetinden alınmış olan eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır.
Böylece Ramazan orucu, önceki oruçları kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin
hükmünü kaldırmasının caiz olduğu da anlaşılır.
REFES:
Çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir ki
kinaye olarak cinsî birleşmeye de denir. Burada bu mânâda olduğu üzerinde
ittifak edilmiştir. Yani sözlü refes değil, fiilî refestir.
Cenab-ı
Allah, Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini kısaltmış,
geceleri neshetmiş, cinsi birleşmeyi helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin
elbiseniz, örtünüz, siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz.
Bu
açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa mânâ şu olur. İki noktadan böyle
birbirinizin elbisesi durumundasınız:
a)
Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız,
b)
Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi, her
biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter, namusunu muhafaza edip, günahlardan
korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve ilişki vardır. Allah bilmektedir ki,
bundan önce muhakkak siz, kendinize hiyanet ediyordunuz. O beraberlik
dolayısiyle sabredemiyor, nefislerinizi, se vabın eksiltilmesine ve azaba maruz
kılarak kendinize haksızlık ediyordunuz. Bundan dolayı Allah, sizin yüzünüze
baktı, tevbenizi kabul, ve sizden oruç gecesi cinsî münasebet günahını af edip
sildi. şimdi onlara yaklaşın, ve Allah'ın sizin için ezelde yazdığı, takdir
ettiği, Levh-i Mahfuz'a nakşettiği nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile Allah'ın
meşru kıldığı üreme yolunu arayın. Üçüncü bir mânâ ile Kadir gecesini arayın.
MÜBÂŞERET:
Beşere, beşereye gelmek, yani çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu münasebetle
cinsî ilişkide mübâşeret denir ki burada maksadın bu olduğu üzerinde ittifak
edilmiştir. Bu "Mübaşeret ediniz, yaklaşınız!" emrinin,
"yiyiniz" gibi ibâha (mübahlık bildirmek) üzerinde de ittifak
edilmiştir. Yani, "Mübaşerette bulununuz." demek, "Cinsî
münasebette bulunabilirsiniz, yasak değildir." demektir. Bunun arkasında
"Allah 'ın sizin için yazdığı nesli isteyin." ifadesi, şunu
gösteriyor ki birleşmeden maksat çocuk olmalı, yalnızca şehevî arzuyu tatmin
peşine düşülmemelidir. Çünkü şehvetin yaratılmasının ve nikahın meşru kılınmasının
hikmeti, üreme ve cinsin devamıdır. Sadece şehveti tatmin değildir. Bu
"isteyin" emrinin, azli yasaklamak olduğu da söylenmiş ise de,
"ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan açık olmadığından kesin değildir.
Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere mekruh olduğuna işaretten de uzak
kalamaz.
Kısaca
oruç gecesi, o şekilde cinsî münasebette bulunun, ve yiyin, için ta siyah
iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır. Fakat
yanlış anlamayınız, hangi beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan, fecr-i
sadıktan bir parça bulunan beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak sökünceye, tan
yeri iplik gibi ağarıncaya kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak vakti,
sabahın bu beyaz ipliğin ortaya çıkacağı andır. Burada kelimesinin sonrası,
öncesine; ıstılahî tabiri ile gaye mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz iplik
seçildiği zaman imsakın da başlamış bulunması farzdır. Şüpheli olursa yememek
müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez. Çünkü seçilip ortaya çıkmak kesin bilgi
demektir.
Bu
"fecirden ibaret" kaydının, sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir.
Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır;
bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine
"fecirden ibaret" açıklaması nazil olarak, kastedilen mânâ açıklanmış;
beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve
şer'î günün buradan başladığı anlaşılmıştır.
Bunun
için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç vaktinden sonra olup olmadığı münakaşa
edilir ki doğrusu değiştirme beyanının, ihtiyaç vaktinden geri bırakılması caiz
değildir. Bu rivayete göre ihtimalin kalkması, değişme beyanı değil; tebdil
beyanı, yani nesih sayılması gerekir. İmsakın hakikati, fecr-i sadık (doğru
fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâzib, yalancı" kaydıyla fecir denir.
Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i sadıkın
başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte buna
şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı, fecr-i
kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe benzer.
Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden imsakın,
fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab: Lazım gelmez. Çünkü yemenin
haramlığını gösterecek olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı ve ilk
anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta daire
şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i kâzib ile
fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik doğar, fecr-i
sadık önce incecik görülür ve uzayarak yükselir. Beyaz iplik burada
bilinmektedir. Bundan dolayı öyle bir soruya asla yer yoktur.
Ebu
Hüreyre hazretleriyle Hasen b. Salih b. Cinnî, cünüb olup da gusletmeden
sabahlayanın orucunun sahih olmayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Fakat bu
âyette fecrin açılmasına kadar cinsî münasebet caiz kılınmış olunca, guslün
sabaha ertelenmesi de zaruri olarak caiz kılınmış olacağından âlimlerin
çoğunluğuna göre vaktinde imsak eden kimsenin cünüb de olsa orucu sahih olur.
İşte
bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye başladığı anı
aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, cinsî münasebette
bulununuz, sonra o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu
tamamlayınız, orucu tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız yiyip içmekten ve
cinsî münasebetten değil, bunlara ilave olmak üzere, bedeninizin iç kısmına
herhangi bir şeyin girmesinden oruç niyetiyle kendinizi menediniz. İşte meşru
olan oruç, böyle niyetle fecrin başlangıcından günün sonuna kadar, tam olarak
kendini oruca mani olacak şeylerden alıkoymaktan ibarettir. Orucun şer'î
mânâsı, bu tafsilat ve buna bağlı açıklamalar çerçevesinde sözlük mânâsına
ilave edilen kayıtlar ve şer'î sınırlarla sözlükteki imsaktan, özel bir türdür.
Bu kayıtlar da imsak vaktinin ölçüleridir. "orucu tamamlayınız" sözü,
oruç niyetini gerektirdiği gibi "sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün
de olabileceğini gösterir. İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları
bakımından istemek demek olan niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin
gereğinden bulunduğu gibi, "Ameller ancak niyetlere göredir." hadis-i
şerifi gereğince, şeriatin genel kaidelerinden olduğu da bilinmektedir.
Bu
bakımdan orucun farzları üçtür: a) vakit, b) niyet, c) imsak. Bu âyet gereğince
orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer'î gündür.
Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî veya astronomik gün değildir.
Niyetin de, günün çoğuna eklenmiş olması gerekir. Fakat kendini oruca mani
şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar bütün günde tamamen
bulunması farzdır.
Beyaz
ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin başından
sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan şeylerin
hepsi mübahtır. Bazı kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah vaktinin,
şer'î güne dahil olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa kadar, yani
akşam vaktinin de kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta yıldızlar
doğuncaya kadar orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip olmuşlarsa da bu
kıyas fasiddir. Çünkü günün başında "fecirden" buyurulmuş, sonra
tamamlamaya: "geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin batmasından
sonra, doğu tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş, örfî gece
girmiştir. Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu
sabaha kıyas etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden
anlaşıldığı üzere akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil
olduğu geçmiş zamanda bile dahil değildi.
Bununla
beraber Caferiye mezhebinde bulunan Acemler, yıldızı görmeden iftar etmezler.
"sonra orucu geceye kadar tamamlayınız" emrine dikkat edilir ve
orucun sözlük mânâsının da kendini çekip tutmak demek olduğu düşünülürse; şer'î
orucun, sözlükteki tutmak mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve karın
bütün organların oruç üzere bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela, dilin orucu,
yalandan, dedikodudan, gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu, şüpheli
yerlere bakmaktan onu alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri gibi
şeyleri dinlemekten uzak durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve arzulara
karşı kendini tutmak; kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak; ruhun orucu,
nimetlerden ve ahiret lezzetlerinden kendini tutmak; sırrın orucu, Allah'tan
başkasını görmekten kendini uzak tutmaktır. Tamamlama emri, bütün bunlara
delalet ederse de hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez. Öncesinde
özellikle yeme, içme ve cinsî münasebetten söz edilmiş olması karinesiyle farz
olan imsak, bunlardan ve bunlara ait olan şeylerden bedenin içi hükmünü taşıyan
iç kısmını tutup alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan yerlerdir. Bunun
dışındakiler mendub ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu şekilde
İslâmî oruçta geceler, vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl ve mübah
olan şeyler, oruç gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey müslümanlar!
gündüzleri oruç tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz. Fakat siz
mescitlerde itikaf halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla asla cinsî
temasta bulunmayınız.
Sözlükte
itikaf, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan bir
mescitte itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki mescit kaydı, işte bu dinî mânâyı
tayin eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için bu bekleyiş, bir saat bile olsa,
şer'î itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam Muhammed'in zahir rivayeti de
böyledir. Bu durumda itikafta orucun şart olmaması lazım gelir. Buna nafile
itikaf denir ki oruçlu oruçsuz sahih olur. Fakat âyetin gelişine bakılırsa
itikafın, orucu gerektirdiği anlaşılır. Zira, "Onlarla cinsi münasebette
bulunmayınız." yasağı, oruç gecelerindeki cinsî münasebetin mübah olduğu
hükmünü tahsis yerinde olmakla, itikafta orucun şart olduğuna ve bundan dolayı
itikaf müddetinin bir günden daha az olamayacağına delalet eder ki bu da asıl
şer'î itikaftır. "Oruç olmadıkça itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid
eder.
İmam-ı
Azam'dan bunun ancak büyük bir camide olabileceği ve en azından beş vakit namaz
kılınan bir mescitten başkasında sahih olamayacağı rivayet edilmiştir.
"Câmi bir mescitten başkasında itikaf olmaz." hadis-i şerifi
gereğince mescit, mükemmeline yorumlanmış demektir. Ancak kadınlar için
evlerindeki mescitten başkasında itikaf caiz olmaz. Peygamber (s.a.v.) bunu
yasaklamıştır. İtikaf, şarta bağlı veya kesin adakla vacib olur. Ramazanın son
on günü içinde, yani yirmisinden sonraki günlerde müekked sünnet, diğerleri
müstehabdır. Çünkü Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz, Medine'yi teşriflerinden vefatına kadar Ramazanın son on
gününde itikafa devam etmiştir. Ancak bir defasında temiz eşlerinden Hz. Aişe,
Hz. Hafsa ve Hz. Zeyneb'in de sonradan gelip Mescid-i Şerif'te birer çadır
kurarak itikafa girmeleri üzerine bunları menetmiş ve kendisi de o sene
Ramazanda itikafı terk edip ta Şevval'in ilk on gününde itikafa girmiştir. Bu
ise hiç terketmemeye denktir. Bunun için Zührî demiştir ki: "Acaba
insanlar itikafı nasıl terk ediyorlar? Halbuki Resulullah, bazı şeyleri yapar,
terkederdi. İtikafı ise vefatına kadar terketmedi." Bu kadar devamın,
vacib olduğuna delil olması lazım gelirdi. Fakat ashabdan itikaf yapmayanlar da
bulunuyordu ve Resulullah, bunlara bir şey demiyordu. Onların bu hâlini
reddetmemekle beraber devam etmek ise vücub delili değil, sünnet delili olur.
Bununla beraber bir Ramazanda bırakmış olması da vacib olmadığına delalet
edebilir. Fakat Şevvalde yine yapmış olması da itikafsız hiçbir sene
geçirmediğini ispat eder. Bundan dolayı yapmayanları hoş görmesi yönü
olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf vacib olurdu.
İtikaf,
eski şeriatlerdendir. Katâde'den rivayet edilmiştir ki önceleri bir adam
itikafa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine dönerdi. Bu nass ile, bu
durum yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm şeriatinde kadınlarla cinsî münasebette
bulunmak itikafı bozar. Önceki gibi burada geçen "mübaşeret"
kelimesinden maksat da cinsî münasebettir. Fakat İmam Şafiî hazretlerinden bir
rivayette bu ikincisi, cinsi münasebetten daha geneldir ve iki cildin
birleşmesi mânâsınadır ki buna göre şehvetle kadına dokunmak da itikafı bozar.
İşte anılan hükümler, Allah'ın koyduğu kanunlardır, yahut yasak sınırlardır. Bu
yüzden onları aşmak öyle dursun, onlara yaklaşmayın bile. Nitekim bir hadis-i
şerifte de: "Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasakladığı,
haram kıldığı şeylerdir. Koru etrafında otlayanlar da içine düşme tehlikesiyle
karşı karşıyadır." buyurulmuştur. Böylece haram ve yasaklara yaklaşmaktan
sakındırılmıştır ki fıkıh ilminde bundan sedd-i zerîa (zararı önleme) kaideleri
çıkarılmıştır. Görüyorsunuz ya Allah insanlara, koyduğu hükümleri gösterecek
âyetlerini böyle edebî bir beyan ile açıklıyor. Ki korunabilsinler, emir ve
yasaklarına aykırı davranmaktan sakınıp, Allah'ın korumasına kavuşmuş olsunlar.
Şimdi
ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve Allah'ın
yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine,
"yiyiniz" iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin,
fakat:
Meâl-i
Şerifi Bakara 188-
Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından
bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hakimlere rüşvet olarak
vermeyin.
188-Bu
âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal
hayat tesisinin başlangıcıdır ki buna riayet eden insanlar, mahkûmluk bağından
kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine
düşmezler. Ancak bunu hakkiyle tatbik edebilmek, oruç gibi nefsî terbiye
ettirecek ibadetlerin kıymetini bilmek ve onu güzel bir şekilde eda edip
"nefs-i mutmainne" makamını elde etmekle mümkün olur. Buna işaret
için bu âyet, oruç âyetlerini takib etmiştir. Şöyle ki:
Ey
müminler! Yiyin, fakat birbirinizin mallarını aranızda batıl bir şekilde (meşru
bir sebep olmaksızın) yemeyin.
Bir
malın haram olması, ya kendisindeki bir mânâdan veya kazanma şeklinden
dolayıdır.
Birinci
kısım: Malların aslı, ya madenlerden, ya bitkilerden veya hayvanlardandır.
Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden zehir gibi, yiyenlere zararlı olma
yönünden başka bir şekilde haram olmazlar. Bitkilerin de hayatı, sağlığı veya
aklı yok edenlerden başkası haram olmaz. Hayatı yok edici olanlar, zehirler;
sağlığı ortadan kaldırıcı olanlar, tedavi dışında kullanılan ilaçlar; aklı yok
edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir. Hayvanlara gelince, bunlar yenen ve
yenmeyen kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl olan da şer'î usûl ile kesilmedikçe
helâl olmaz. Kesilenin de bütün parçaları helâl değildir. Hayvanın işkembesinde
bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.
İkinci
kısım: Elde edilmesi yönündeki bozukluktan dolayı haram olanlardır. Şimdi bir
malı almak ya irade dışı bir sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın
isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden alınmış olmaz, kazanıp elde etme gibi.
Yahut da sahibinden alınmış olur. Bu da ya zorla alınır, veya karşılıklı rıza
ile. Zorla alınan, ya mülkiyetin masumluğu düştüğünden dolayı alınır,
ganimetler gibi. Yahut da alanın, o şeyi hak etmiş olmasından dolayı alınır,
zekat vermekten kaçınanların zekatı ve vacib olan nafaka gibi. Karşılıklı rıza
ile alınan da ya bir karşılıkla alınır, alış-veriş, mehir ve ücret gibi. Yahut
da karşılıksız olarak alınır, hibe ve vasiyet gibi. Böylece kazanma ve elde
etme için altı kısım, ortaya çıkar ki, tafsilatı, fıkıh kitaplarındadır.
Düşününüz,
Ramazan günleri, lezzetlerinden ve kendi öz malını bile yemekten Allah'ın
emrine uyarak nefsini yasaklayan insanlar, sonra başkalarının malını haksız
olarak nasıl yerler? Elin malına nasıl göz dikerler? Elbette bunlara yaraşan
daima helâl yemektir. Sakın haksız mal yemeyin. Yiyip de insanların mallarından
bir kısmını günahla, günahkârlıkla yiyesiniz diye, mallarınızla hakimlere,
hükümetlere düşmeyin. Halkın mallarından yemek için hakimlere, hükümetlere
bağlanmayın, rüşvet vermeyin, yani bunları bile bile yapmayın.
Muamelelerinizde
birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve
sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere
düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten
kurtulursunuz. Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerek
birbirinizi yalan dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle ikna ve
bağlamaya uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız
yere birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede
lehinize hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı
sanmamalısınız, hakkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve hükümeti, yeme
yeri sayarak halkın malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan
sakınırsanız; hükümetiniz yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler hakkiyle
görülür. Allah'ın kullarının işi hakkiyle düzeltilir, haksızlığa sed çekilir,
bunun sonucunda siz mutlu bir hayat yaşarsınız.
BATIL:
Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan, yok olan demektir. Bundan dolayı
"batıl sebeplerle": yok yere, haksız, gerçek sebep olmaksızın,
itibara değer meşru bir sebep olmaksızın demek olur.
Haksız
yere mal yemeye kalkışmak bütün kötülüklerin başıdır. Bundan sakınmanın, dinî
terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu, bu âyetin, oruç âyetlerini takib
etmesinden anlaşılır.
Rivayet
edilmiştir ki Abdân el-Hadremî, İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer dava
etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin
ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek istedi. Hemen Peygamber (s.a.v.):
"Gerçek şu ki, Allah'a olan ahidlerini ve yaptıkları yeminlerini az bir
para karşılığı satanlar..." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetini okudu. Okuyunca
İmrü'l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi Abdan'a teslim etti. Bunun
üzerine, işte bu, "yemeyiniz" âyeti nazil oldu.
Bir
de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna muhakeme olmaya gelmişlerdi.
"Resulullah buyurdu ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, siz ise bana
muhakeme için geliyorsunuz. Olabilir ki bir kısmınız delilini diğerinden eksik
ifade eder. Ben de dinlediğime göre hüküm veririm. Bundan dolayı her kimin
lehine, kardeşinin hakkından bir şeye hüküm verirsem, ona bir ateş parçasını
hüküm vermiş olurum.' Bunun üzerine taraflardan ikisi de ağladılar ve her biri:
'Benim hakkım arkadaşımın olsun.' dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız,
araştırınız, sonra kur'a atınız. ondan sonra da birbirinizle helâlleşiniz'
buyurdu. "
Yukarıda
kıble meselesi münasebetiyle hacc ile ilgili söz geçmiş ve tavaftan
bahsedilmişti. Fakat henüz müminler için engeller ortadan kalkmamış bulunduğundan
haccın hükümlerinin açıklanmasına sıra gelmemişti. Şimdi orucun farzından sonra
İslâm binasının beşincisi olan haccın hükümlerine geçme sırası gelmiş ise de,
bu hususta daha bazı hazırlıklara ihtiyaç bulunması ve bunların vakit ve zaman
ile de ilgili olması sebebiyle şer'î bakımdan bir zaman ölçüsü tayini, hikmet
ve menfaat gereği olduğundan; oruç ve yeme için ayın görülmesi meselesi
münasebetiyle bir yönden eksiği tamamlama, diğer yönden hazırlık olmak ve aynı
zamanda başlı başına bir terbiye kânunu olacak pek mühim öğütleri de içinde
taşımak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
189-
Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit
ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir.
Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından gelin,
Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
189-EHİLLE:
Hilâlin çoğuludur. Hilâl: "Ayın insanlara ilk göründüğü sıradaki
hâlidir." Bu tariften anlaşılır ki hilâl kelimesi, görme mânâsını taşımaktadır.
Hatta görülmesi üzerine haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırıldığı beyan
olunuyor. Zira bu maddenin mânâsının esası, sesi yükseltmektir ki dilimizdeki
"ay!.. sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün
olmayana gerçek olarak hilâl denmez. Ayın başından iki gece hilâl adını alır.
Çünkü ilk görünüşü bunlardan birinde olur. Sonra ay adını alır. Ebu'l-Heysem
demiştir ki: "Kamere, ayın başından iki gece, yine ayın sonundan da iki
gece hilâl denir. Arasında da "kamer (ay)" adı verilir."
"Mevâkît"
kelimesi, vakit maddesinden "mikat"ın çoğuludur. Va'd, miad gibi
vakit, bir iş için farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle, geleceğe ayrılan
müddettir. Mutlak müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat, belirli bir yer mânâsına
da gelir ki Mekke'ye dışardan gelenlerin ihramsız geçmesi caiz olmayan yerler
demek olan ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre mîkat müşterek bir lafızdır.
Bununla beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla beraber; bunlara ulaşma,
ihramın vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir vakit alâmeti
sayılabilirler. Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi müşterek
olması da mümkündür.
Ey
Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana hilâllerden sorarlar, yahut soruyorlar.
İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve diğerlerinin nakline göre müslümanlardan bazıları:
"Hilâlin eksilmesinin, tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası
ne?" diye sormuşlar ve rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b. Cebel
ile Sa'lebe b. Ğunm: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?
Hilâl,
iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile
eksile önceki hâline dönüyor." diye sormuşlardı.
Bundan
başka yine rivayet olunuyor ki:
1-
Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet eder de zor gelirse, evine
kapısından girmez, arkasından girermiş ve tam bir sene böyle kalırmış.
2-
Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit gökle aralarına bir engel sokmazlar,
bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu yüzden ihrama girdiklerinde eğer acil
bir ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Bina sahibi
olan mahalle halkı evin arkasından bir delik deler, oradan girer çıkar veya
arkadan bir merdiven atar, damdan aşarlar; çadır halkı olan göçebeler ise
çadırlarının arkalarından dolanırlarmış ve bu cahiliye adetini "iyilik"
sayarlarmış.
3-
Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman evlerinin veya çadırlarının arkalarını
delerler, oradan girer çıkarlarmış. Ancak dinî gayretlerinden dolayı
"humûs = kahramanlar" denilen kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa,
Sekif, Haysem, Amir ibn Sa'saa oğulları, Nasr ibn Muaviye oğulları ihramlı
oldukları zaman dinî işlerde kuvvetlilik davasıyla evlerine girmezler, çadırda
gölgelenmezler, tere yağı ve keş yemezlermiş.
Bir gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de ihramlı birisi varmış. Resulullah ihramla harab bir bağın kapısından girmiş. O adam da görüp arkasına düşmüş. Ona "Çekil!" denmiş. O da "Niçin?" diye sormuş. "Sen ihramlı olduğun halde kapıdan girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da "Ey Allah'ın Resulü! Ben senin sünnet ve irşadına razıyım. Sen girdin, ben de girdim." demiş. İşte zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden biri bu âyetin inmesine sebep olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler de kaldırılmıştır. Bu soruya cevap olarak de ki : O hilaller, insanlar için ve hac için mîkatlardır, vakit işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan işlerinin ve özellikle haccın vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ: "Allah aya menziller tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (Yunus, 10/5), "Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece alâmetini giderip gündüz alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden lütuf talep edesiniz, yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ, 17/12) âyetlerinde de ayrıca açıklanmıştır.
Açıklaması:
Aylarla
zaman takdirinde, yani ayın bir zaman ölçüsü kabul edilmesinde insanlara
birtakım faydalar vardır ki bunların bir kısmı dine, bir kısmı da dünyaya
aittir.
Dinî
olanlar:
1-
"O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 2/185).
2-
Hac: "Hac, belirli aylardadır." (Bakara, 2/197).
3-
a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen kadınlar, kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler." (Bakara, 2/234).
b)
Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti: "Onların iddeti üç aydır."
(Talâk, 65/4).
4-
Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile bilinebilecek mendub bir oruç.
Dünyaya
ait olanlar da ödünç alıp verme, kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme müddeti
ve bunlara benzer şeyler olmak üzere pek çoktur. Günler ve günlerin bölümleri
olan saatler için, namaz vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat olduğunda
şüphe yoksa da pek çok işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın
değişiklikleri, yaratılış itibariyle bu hususta güneşin durumundan vakit
hesabına daha çok elverişli ve halk için kolaydır. Ay yaratılış itibariyle
başlı başına bir ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden
dolayı yeryüzüne göre doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki
hareketleri gizli işlerden olmakla ay denmesine münasip olmayacağı gibi, güneş
yılında ay, açık bir ölçü değil; nihayet dört mevsime veya seneye göre itibarî
ve gizli bir ölçü bölümüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da
gerçekten ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu
ölçünün yaratılışa uygunluğundan dolayıdır. Nihayet ay, geceleri itibariyle gün
hesaplarına da açık bir alâkaya sahiptir. Buna göre günlerin isimleri
genellikle buna tatbik edilerek yedi olmuştur.
İşte
insanların faydası açısından ayın değişmesinin açık hikmeti, vakit hesabı için
böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun için güneş yılı hesabında uydurma suretiyle de
olsa bir ay hesabına mecburiyet vardır ki buna tabi olmak, insanlara gerçekten
çok, kuruntu ve varsayımlara sapma alışkanlığı verir.
Bunlardan
başka ayın cisminde her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin de
değişikliğe uğramakla karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün
olacağına açık bir misal teşkil eder. Bu itibarla Allah'ın kudret ve birliğinin
büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın, düşünürlerden başka
en basit insanlara bile âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini anlatan seçkin
bir mucize ve O'na kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir
işaret olduğunda da şüphe yoktur. "Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil
ve aydınlatıcı bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan, 25/61).
Bütün bu mânâlar "O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir."
cevabında toplanmış ve oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek için
özellikle "Hac" kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir
hikmet cevabı verilmesi emredilmiştir.
Bu
soru ile, adi sebepleri, gök bilimi gereğince astronomik sebeplerin
açıklanmasını isteyenler de bulunabileceğinden, soranlara bu cevabı söyle, şunu
da ilave et: Bununla beraber, iyilik ve hayır denilen özellik, evlere
arkalarından, sırtlarından gelmek değildir.
Bu
ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye mânâsı vardır. Gerçek oluşu
itibariyle, cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu aksilik bir ibadet olmadığı
gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök bilimi sorusu sormak,
hikmeti ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan
Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı yerine
koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyle peygamberlik ilminin istediği şeyleri
birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden
başlamakla hayra erilemez, iyilik ve hayır, böyle aksilikle değildir. İyilik
sahibi, ancak Allah'tan korkup, korunandır. Yani Yukarıda: "Yüzünüzü...
çevirmeniz iyilik değildir." âyetinde: "Fakat hayır ve iyilik,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenlerin
davranışlarıdır." ifadesinden "İşte takva sahipleri onlardır."
(Bakara, 2/177) ifadesine kadar vasıfları anlatılan kimselerdir. Bu cümleden
olarak peygamberin arkasına düşerek bağın kapısından girip gölgelenen kimsedir.
Bunu bilin. Ve evlere kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, uygun şekilde
girişin, eksiklik etmeyin, bir soru sorarken de halinizi bilin, gereksiz
şeylerle uğraşmayın. Bu cevap ve bu emir, çok anlamlı bir darb-ı mesel şeklinde
kulağınıza küpe olsun da peygambere hilâlin değişmesinin astronomik sebebini
sormaktan şimdi vazgeçin. Önce kavminizin cahiliye adeti olan şu aksiliğin
ortadan kaldırılmasıyla kurtuluşunuzu düşünün ve onun sebeplerini sorun.
Kurtuluşa ermeniz için de Allah'tan korkun ve yukardaki takva özelliklerini
kazanarak Allah'ın koruması altına girin ve şu emri dinleyin:
Meâl-i
Şerifi
190-
Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın.
Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.
.
İmsak vakti Osmanlı'da 1891 yılına kadar bugün ki imsak saatinden 70 dakika sonrasına tekabül ediyordu.Batı saatine ayak uydurulurken Ahmet Muhtar Paşa imsak saatini 70 dakika geriye çekmiştir.
.
İmsak vakti Osmanlı'da 1891 yılına kadar bugün ki imsak saatinden 70 dakika sonrasına tekabül ediyordu.Batı saatine ayak uydurulurken Ahmet Muhtar Paşa imsak saatini 70 dakika geriye çekmiştir.
.
Subhanallah.
YanıtlaSil