20 Haziran 2015 Cumartesi

İmsak Oruç Elmalı tefsiri Bakara Suresi 187 Ayet tefsiri










En sağlıklı açıklama 1300 lü yıllarda yazılan İbnKesir tefsiri;
BAKARA 187 — 
Allah Teâlâ; «sizin için şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın» buyuruyor.

Oruçlu; sabahın aydınlığı, gecenin karanlığından ayrılıncaya kadar istediği gece bunları
yapabilir. Sabahın aydınlığının gecenin karanlığından ayrılması «Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar» ifadesiyle belirtilmiştir. Bu ifâdedeki iltibası ve kapalılığı «fecrin» kelimesi kaldırmaktadır. Nitekim İmâm Ebu Abdullah el-Buhârî'nin... Seni İbn Sa'd'dan naklettiği hadîste Seni der ki: Bu âyet nazil olduğunda, «fecrin» kelimesi henüz inmemişti. Bazı kişiler oruç tutmak istediklerinde ayaklarından birine beyaz ve siyah ip bağlıyorlardı ve onları ikisinden ayırt edecek zamana kadar yiyorlardı. Daha sonra Allah Teâlâ fecr kelimesini inzal buyurdu ve böylece gece ve gündüzün kastedildiği öğrenilmiş oldu.
burada kasdolunan; sabahın beyazlığı ile gecenin karanlığıdır
ey Allah'ın Rasûlü beyaz ipin siyah ipten ayrılması ne demektir? Bu gerçekten iki ip midir? Rasûlullah buyurdu ki; hayır, bunlar gecenin karanlığıyla gündüzün beyazlığıdır. Allah Teâlâ'mn fecrin doğuşuna kadar yemeye izin vermesi, sahurun müstehâb olduğunun delilidir. Çünkü bu, ruhsat kabîlindendir. Ve bu ruhsattan yararlanmak iyidir

Sahurun fecrin aydınlanmasına yakın zamana kadar te'hîr edilmesi müstehabtır. Biz Rasûlullah (s.a.) ile birlikte sahur yaptık, sonra namaza kalktık. Enes der ki; ben Zeyd'e ezanla sahur arası ne kadardır? diye sordum. O elli âyet okunacak kadardır, dedi.

‘‘Ümmetim iftarı acele ettikleri, sahuru geriye bıraktıkları sürece hayır üzere kâim olacaktır’’
‘‘Biz Rasûlullah (s.a.) ile sahur yaptık. O sırada gün ağarmıştı ancak güneş henüz doğmamıştı.’’ burada fecrin yaklaştığı mânâsının kastedildiğini belirtir.
Selef-i salihinden (İlk yy ın müslümanları) pek çok kişiden sahurun, fecrin yaklaştığı ana kadar geciktirilmesine müsamaha gösterildiği rivayet edilir.
‘‘Fecir, ufukta uzanan fecir değildir. Ancak beliren kızıllıktır’’
‘‘Yükselen ve parlayan ışık sizi rahatsız etmesin. Kızıl ışık belirinceye kadar yeyin ve için’’
‘‘Şu beyazlık ve Bilâl'in seslenmesi sizi aldatmasın. Fecir doğuncaya kadar yeyin’’
‘‘Sizi Bilâl'in ezanı ve uzanan fecir, sahurdan alıkoymasın. Sadece ufukta uçuşan fecir, sahurdan alıkoysun’’ ‘‘Bilâl'in ezanı —veya seslenişi dedi— sizden birini sahurdan alıkoymasın. Çünkü Bilâl uyuyanınızı Uyandırmak, ayakta olanınızı geri döndürmek için ezan okur. —veya seslenir demiştir— Fecir şöyle veya şöyle. (Hz. Peygamber elini sıkıp kaldırmış, sonra parmaklarını açmıştır.) demek değildir ki öyle desin.’’
‘‘Fecir iki tanedir: Kurt kuyruğu gibi olan (fecir) bir şeyi haram kılmaz. Ama ufku sarıp Uçuşan (fecir) namazı helâl, yemeyi haram kılar.’’
‘‘Fecir iki tanedir. Gökyüzünde parlayan (fecir) bir şeyi helâl veya haram kılmaz. Fakat dağların başında beliren (fecir) içmeyi haram kılar.’’ Atâ der ki; gökyüzünde parlamak demek, semâda uzunluğuna yayılmak, demektir. Bu fecir oruçlu için içmeyi ve namazı haram kılmaz. Keza haccı fevtettirmez. Ama dağların başında dağılırsa, oruçlu için içmek haram olur, haccı da fevt eder.

Adiyy İbn Hatim Rasûlullah (s.a.) a demiş
ki: Ben siyah ve beyaz iki kılıç koydum. Ve onlara bakıyordum. Ama birbirinden ayırd edemiyordum. Bunun üzerine Rasûlullah ön dişleri görününceye kadar gülmüş, sonra buyurmuş ki: ‘‘Ey Hâtim'in oğlu bu gecenin karanlığıyla, gündüzün aydınlığıdır. Şu halde orucun başlaması bu vakitten itibârendir.’’
Meâl-i Şerifi
Bakara 187- Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikden size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde îtikaf halinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar.
187-Ey müminler Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun herkes eşiyle karı koca ilişkisinde bulunabilir. Önceden olduğu gibi yatsıdan veya uykudan sonra geceleyin cinsî temas oruca engel olmaz. Buna aykırı olarak "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi." (Bakara, 2/183) ifadesinden çıkarılan geçmiş şeriatlerin hükmü, yine ilk oruçta Peygamberin sünnetinden alınmış olan eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır. Böylece Ramazan orucu, önceki oruçları kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin hükmünü kaldırmasının caiz olduğu da anlaşılır.
REFES: Çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir ki kinaye olarak cinsî birleşmeye de denir. Burada bu mânâda olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Yani sözlü refes değil, fiilî refestir.
Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri neshetmiş, cinsi birleşmeyi helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin elbiseniz, örtünüz, siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz.
Bu açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa mânâ şu olur. İki noktadan böyle birbirinizin elbisesi durumundasınız:
a) Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız,
b) Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi, her biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter, namusunu muhafaza edip, günahlardan korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve ilişki vardır. Allah bilmektedir ki, bundan önce muhakkak siz, kendinize hiyanet ediyordunuz. O beraberlik dolayısiyle sabredemiyor, nefislerinizi, se vabın eksiltilmesine ve azaba maruz kılarak kendinize haksızlık ediyordunuz. Bundan dolayı Allah, sizin yüzünüze baktı, tevbenizi kabul, ve sizden oruç gecesi cinsî münasebet günahını af edip sildi. şimdi onlara yaklaşın, ve Allah'ın sizin için ezelde yazdığı, takdir ettiği, Levh-i Mahfuz'a nakşettiği nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile Allah'ın meşru kıldığı üreme yolunu arayın. Üçüncü bir mânâ ile Kadir gecesini arayın. 


MÜBÂŞERET: Beşere, beşereye gelmek, yani çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu münasebetle cinsî ilişkide mübâşeret denir ki burada maksadın bu olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Bu "Mübaşeret ediniz, yaklaşınız!" emrinin, "yiyiniz" gibi ibâha (mübahlık bildirmek) üzerinde de ittifak edilmiştir. Yani, "Mübaşerette bulununuz." demek, "Cinsî münasebette bulunabilirsiniz, yasak değildir." demektir. Bunun arkasında "Allah 'ın sizin için yazdığı nesli isteyin." ifadesi, şunu gösteriyor ki birleşmeden maksat çocuk olmalı, yalnızca şehevî arzuyu tatmin peşine düşülmemelidir. Çünkü şehvetin yaratılmasının ve nikahın meşru kılınmasının hikmeti, üreme ve cinsin devamıdır. Sadece şehveti tatmin değildir. Bu "isteyin" emrinin, azli yasaklamak olduğu da söylenmiş ise de, "ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan açık olmadığından kesin değildir. Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere mekruh olduğuna işaretten de uzak kalamaz.
Kısaca oruç gecesi, o şekilde cinsî münasebette bulunun, ve yiyin, için ta siyah iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır. Fakat yanlış anlamayınız, hangi beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan, fecr-i sadıktan bir parça bulunan beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri iplik gibi ağarıncaya kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak vakti, sabahın bu beyaz ipliğin ortaya çıkacağı andır. Burada kelimesinin sonrası, öncesine; ıstılahî tabiri ile gaye mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz iplik seçildiği zaman imsakın da başlamış bulunması farzdır. Şüpheli olursa yememek müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez. Çünkü seçilip ortaya çıkmak kesin bilgi demektir.
Bu "fecirden ibaret" kaydının, sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır; bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine "fecirden ibaret" açıklaması nazil olarak, kastedilen mânâ açıklanmış; beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve şer'î günün buradan başladığı anlaşılmıştır.
Bunun için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç vaktinden sonra olup olmadığı münakaşa edilir ki doğrusu değiştirme beyanının, ihtiyaç vaktinden geri bırakılması caiz değildir. Bu rivayete göre ihtimalin kalkması, değişme beyanı değil; tebdil beyanı, yani nesih sayılması gerekir. İmsakın hakikati, fecr-i sadık (doğru fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâzib, yalancı" kaydıyla fecir denir. Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i sadıkın başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte buna şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı, fecr-i kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe benzer. Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden imsakın, fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab: Lazım gelmez. Çünkü yemenin haramlığını gösterecek olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı ve ilk anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta daire şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i kâzib ile fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik doğar, fecr-i sadık önce incecik görülür ve uzayarak yükselir. Beyaz iplik burada bilinmektedir. Bundan dolayı öyle bir soruya asla yer yoktur.
Ebu Hüreyre hazretleriyle Hasen b. Salih b. Cinnî, cünüb olup da gusletmeden sabahlayanın orucunun sahih olmayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Fakat bu âyette fecrin açılmasına kadar cinsî münasebet caiz kılınmış olunca, guslün sabaha ertelenmesi de zaruri olarak caiz kılınmış olacağından âlimlerin çoğunluğuna göre vaktinde imsak eden kimsenin cünüb de olsa orucu sahih olur.
İşte bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye başladığı anı aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, cinsî münasebette bulununuz, sonra o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu tamamlayınız, orucu tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız yiyip içmekten ve cinsî münasebetten değil, bunlara ilave olmak üzere, bedeninizin iç kısmına herhangi bir şeyin girmesinden oruç niyetiyle kendinizi menediniz. İşte meşru olan oruç, böyle niyetle fecrin başlangıcından günün sonuna kadar, tam olarak kendini oruca mani olacak şeylerden alıkoymaktan ibarettir. Orucun şer'î mânâsı, bu tafsilat ve buna bağlı açıklamalar çerçevesinde sözlük mânâsına ilave edilen kayıtlar ve şer'î sınırlarla sözlükteki imsaktan, özel bir türdür. Bu kayıtlar da imsak vaktinin ölçüleridir. "orucu tamamlayınız" sözü, oruç niyetini gerektirdiği gibi "sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün de olabileceğini gösterir. İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları bakımından istemek demek olan niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin gereğinden bulunduğu gibi, "Ameller ancak niyetlere göredir." hadis-i şerifi gereğince, şeriatin genel kaidelerinden olduğu da bilinmektedir.
Bu bakımdan orucun farzları üçtür: a) vakit, b) niyet, c) imsak. Bu âyet gereğince orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer'î gündür. Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî veya astronomik gün değildir. Niyetin de, günün çoğuna eklenmiş olması gerekir. Fakat kendini oruca mani şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar bütün günde tamamen bulunması farzdır.
Beyaz ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin başından sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan şeylerin hepsi mübahtır. Bazı kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah vaktinin, şer'î güne dahil olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa kadar, yani akşam vaktinin de kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta yıldızlar doğuncaya kadar orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip olmuşlarsa da bu kıyas fasiddir. Çünkü günün başında "fecirden" buyurulmuş, sonra tamamlamaya: "geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin batmasından sonra, doğu tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş, örfî gece girmiştir. Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu sabaha kıyas etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden anlaşıldığı üzere akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil olduğu geçmiş zamanda bile dahil değildi. 

Bununla beraber Caferiye mezhebinde bulunan Acemler, yıldızı görmeden iftar etmezler. "sonra orucu geceye kadar tamamlayınız" emrine dikkat edilir ve orucun sözlük mânâsının da kendini çekip tutmak demek olduğu düşünülürse; şer'î orucun, sözlükteki tutmak mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve karın bütün organların oruç üzere bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela, dilin orucu, yalandan, dedikodudan, gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu, şüpheli yerlere bakmaktan onu alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri gibi şeyleri dinlemekten uzak durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve arzulara karşı kendini tutmak; kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak; ruhun orucu, nimetlerden ve ahiret lezzetlerinden kendini tutmak; sırrın orucu, Allah'tan başkasını görmekten kendini uzak tutmaktır. Tamamlama emri, bütün bunlara delalet ederse de hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez. Öncesinde özellikle yeme, içme ve cinsî münasebetten söz edilmiş olması karinesiyle farz olan imsak, bunlardan ve bunlara ait olan şeylerden bedenin içi hükmünü taşıyan iç kısmını tutup alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan yerlerdir. Bunun dışındakiler mendub ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu şekilde İslâmî oruçta geceler, vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl ve mübah olan şeyler, oruç gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey müslümanlar! gündüzleri oruç tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz. Fakat siz mescitlerde itikaf halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla asla cinsî temasta bulunmayınız.
Sözlükte itikaf, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan bir mescitte itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki mescit kaydı, işte bu dinî mânâyı tayin eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için bu bekleyiş, bir saat bile olsa, şer'î itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam Muhammed'in zahir rivayeti de böyledir. Bu durumda itikafta orucun şart olmaması lazım gelir. Buna nafile itikaf denir ki oruçlu oruçsuz sahih olur. Fakat âyetin gelişine bakılırsa itikafın, orucu gerektirdiği anlaşılır. Zira, "Onlarla cinsi münasebette bulunmayınız." yasağı, oruç gecelerindeki cinsî münasebetin mübah olduğu hükmünü tahsis yerinde olmakla, itikafta orucun şart olduğuna ve bundan dolayı itikaf müddetinin bir günden daha az olamayacağına delalet eder ki bu da asıl şer'î itikaftır. "Oruç olmadıkça itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid eder.
İmam-ı Azam'dan bunun ancak büyük bir camide olabileceği ve en azından beş vakit namaz kılınan bir mescitten başkasında sahih olamayacağı rivayet edilmiştir. "Câmi bir mescitten başkasında itikaf olmaz." hadis-i şerifi gereğince mescit, mükemmeline yorumlanmış demektir. Ancak kadınlar için evlerindeki mescitten başkasında itikaf caiz olmaz. Peygamber (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. İtikaf, şarta bağlı veya kesin adakla vacib olur. Ramazanın son on günü içinde, yani yirmisinden sonraki günlerde müekked sünnet, diğerleri müstehabdır. Çünkü Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Medine'yi teşriflerinden vefatına kadar Ramazanın son on gününde itikafa devam etmiştir. Ancak bir defasında temiz eşlerinden Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Zeyneb'in de sonradan gelip Mescid-i Şerif'te birer çadır kurarak itikafa girmeleri üzerine bunları menetmiş ve kendisi de o sene Ramazanda itikafı terk edip ta Şevval'in ilk on gününde itikafa girmiştir. Bu ise hiç terketmemeye denktir. Bunun için Zührî demiştir ki: "Acaba insanlar itikafı nasıl terk ediyorlar? Halbuki Resulullah, bazı şeyleri yapar, terkederdi. İtikafı ise vefatına kadar terketmedi." Bu kadar devamın, vacib olduğuna delil olması lazım gelirdi. Fakat ashabdan itikaf yapmayanlar da bulunuyordu ve Resulullah, bunlara bir şey demiyordu. Onların bu hâlini reddetmemekle beraber devam etmek ise vücub delili değil, sünnet delili olur. Bununla beraber bir Ramazanda bırakmış olması da vacib olmadığına delalet edebilir. Fakat Şevvalde yine yapmış olması da itikafsız hiçbir sene geçirmediğini ispat eder. Bundan dolayı yapmayanları hoş görmesi yönü olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf vacib olurdu.
İtikaf, eski şeriatlerdendir. Katâde'den rivayet edilmiştir ki önceleri bir adam itikafa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine dönerdi. Bu nass ile, bu durum yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm şeriatinde kadınlarla cinsî münasebette bulunmak itikafı bozar. Önceki gibi burada geçen "mübaşeret" kelimesinden maksat da cinsî münasebettir. Fakat İmam Şafiî hazretlerinden bir rivayette bu ikincisi, cinsi münasebetten daha geneldir ve iki cildin birleşmesi mânâsınadır ki buna göre şehvetle kadına dokunmak da itikafı bozar. İşte anılan hükümler, Allah'ın koyduğu kanunlardır, yahut yasak sınırlardır. Bu yüzden onları aşmak öyle dursun, onlara yaklaşmayın bile. Nitekim bir hadis-i şerifte de: "Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir. Koru etrafında otlayanlar da içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır." buyurulmuştur. Böylece haram ve yasaklara yaklaşmaktan sakındırılmıştır ki fıkıh ilminde bundan sedd-i zerîa (zararı önleme) kaideleri çıkarılmıştır. Görüyorsunuz ya Allah insanlara, koyduğu hükümleri gösterecek âyetlerini böyle edebî bir beyan ile açıklıyor. Ki korunabilsinler, emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınıp, Allah'ın korumasına kavuşmuş olsunlar.
Şimdi ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve Allah'ın yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine, "yiyiniz" iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin, fakat:
Meâl-i Şerifi  Bakara 188- Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hakimlere rüşvet olarak vermeyin.
188-Bu âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki buna riayet eden insanlar, mahkûmluk bağından kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezler. Ancak bunu hakkiyle tatbik edebilmek, oruç gibi nefsî terbiye ettirecek ibadetlerin kıymetini bilmek ve onu güzel bir şekilde eda edip "nefs-i mutmainne" makamını elde etmekle mümkün olur. Buna işaret için bu âyet, oruç âyetlerini takib etmiştir. Şöyle ki:
Ey müminler! Yiyin, fakat birbirinizin mallarını aranızda batıl bir şekilde (meşru bir sebep olmaksızın) yemeyin.
Bir malın haram olması, ya kendisindeki bir mânâdan veya kazanma şeklinden dolayıdır.
Birinci kısım: Malların aslı, ya madenlerden, ya bitkilerden veya hayvanlardandır. Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden zehir gibi, yiyenlere zararlı olma yönünden başka bir şekilde haram olmazlar. Bitkilerin de hayatı, sağlığı veya aklı yok edenlerden başkası haram olmaz. Hayatı yok edici olanlar, zehirler; sağlığı ortadan kaldırıcı olanlar, tedavi dışında kullanılan ilaçlar; aklı yok edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir. Hayvanlara gelince, bunlar yenen ve yenmeyen kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl olan da şer'î usûl ile kesilmedikçe helâl olmaz. Kesilenin de bütün parçaları helâl değildir. Hayvanın işkembesinde bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.
İkinci kısım: Elde edilmesi yönündeki bozukluktan dolayı haram olanlardır. Şimdi bir malı almak ya irade dışı bir sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden alınmış olmaz, kazanıp elde etme gibi. Yahut da sahibinden alınmış olur. Bu da ya zorla alınır, veya karşılıklı rıza ile. Zorla alınan, ya mülkiyetin masumluğu düştüğünden dolayı alınır, ganimetler gibi. Yahut da alanın, o şeyi hak etmiş olmasından dolayı alınır, zekat vermekten kaçınanların zekatı ve vacib olan nafaka gibi. Karşılıklı rıza ile alınan da ya bir karşılıkla alınır, alış-veriş, mehir ve ücret gibi. Yahut da karşılıksız olarak alınır, hibe ve vasiyet gibi. Böylece kazanma ve elde etme için altı kısım, ortaya çıkar ki, tafsilatı, fıkıh kitaplarındadır.
Düşününüz, Ramazan günleri, lezzetlerinden ve kendi öz malını bile yemekten Allah'ın emrine uyarak nefsini yasaklayan insanlar, sonra başkalarının malını haksız olarak nasıl yerler? Elin malına nasıl göz dikerler? Elbette bunlara yaraşan daima helâl yemektir. Sakın haksız mal yemeyin. Yiyip de insanların mallarından bir kısmını günahla, günahkârlıkla yiyesiniz diye, mallarınızla hakimlere, hükümetlere düşmeyin. Halkın mallarından yemek için hakimlere, hükümetlere bağlanmayın, rüşvet vermeyin, yani bunları bile bile yapmayın.
Muamelelerinizde birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten kurtulursunuz. Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerek birbirinizi yalan dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle ikna ve bağlamaya uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız yere birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede lehinize hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı sanmamalısınız, hakkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve hükümeti, yeme yeri sayarak halkın malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan sakınırsanız; hükümetiniz yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler hakkiyle görülür. Allah'ın kullarının işi hakkiyle düzeltilir, haksızlığa sed çekilir, bunun sonucunda siz mutlu bir hayat yaşarsınız.
BATIL: Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan, yok olan demektir. Bundan dolayı "batıl sebeplerle": yok yere, haksız, gerçek sebep olmaksızın, itibara değer meşru bir sebep olmaksızın demek olur.
Haksız yere mal yemeye kalkışmak bütün kötülüklerin başıdır. Bundan sakınmanın, dinî terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu, bu âyetin, oruç âyetlerini takib etmesinden anlaşılır.
Rivayet edilmiştir ki Abdân el-Hadremî, İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer dava etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek istedi. Hemen Peygamber (s.a.v.): "Gerçek şu ki, Allah'a olan ahidlerini ve yaptıkları yeminlerini az bir para karşılığı satanlar..." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetini okudu. Okuyunca İmrü'l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi Abdan'a teslim etti. Bunun üzerine, işte bu, "yemeyiniz" âyeti nazil oldu.
Bir de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna muhakeme olmaya gelmişlerdi. "Resulullah buyurdu ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, siz ise bana muhakeme için geliyorsunuz. Olabilir ki bir kısmınız delilini diğerinden eksik ifade eder. Ben de dinlediğime göre hüküm veririm. Bundan dolayı her kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şeye hüküm verirsem, ona bir ateş parçasını hüküm vermiş olurum.' Bunun üzerine taraflardan ikisi de ağladılar ve her biri: 'Benim hakkım arkadaşımın olsun.' dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur'a atınız. ondan sonra da birbirinizle helâlleşiniz' buyurdu. "
Yukarıda kıble meselesi münasebetiyle hacc ile ilgili söz geçmiş ve tavaftan bahsedilmişti. Fakat henüz müminler için engeller ortadan kalkmamış bulunduğundan haccın hükümlerinin açıklanmasına sıra gelmemişti. Şimdi orucun farzından sonra İslâm binasının beşincisi olan haccın hükümlerine geçme sırası gelmiş ise de, bu hususta daha bazı hazırlıklara ihtiyaç bulunması ve bunların vakit ve zaman ile de ilgili olması sebebiyle şer'î bakımdan bir zaman ölçüsü tayini, hikmet ve menfaat gereği olduğundan; oruç ve yeme için ayın görülmesi meselesi münasebetiyle bir yönden eksiği tamamlama, diğer yönden hazırlık olmak ve aynı zamanda başlı başına bir terbiye kânunu olacak pek mühim öğütleri de içinde taşımak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
189- Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından gelin, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
189-EHİLLE: Hilâlin çoğuludur. Hilâl: "Ayın insanlara ilk göründüğü sıradaki hâlidir." Bu tariften anlaşılır ki hilâl kelimesi, görme mânâsını taşımaktadır. Hatta görülmesi üzerine haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırıldığı beyan olunuyor. Zira bu maddenin mânâsının esası, sesi yükseltmektir ki dilimizdeki "ay!.. sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak hilâl denmez. Ayın başından iki gece hilâl adını alır. Çünkü ilk görünüşü bunlardan birinde olur. Sonra ay adını alır. Ebu'l-Heysem demiştir ki: "Kamere, ayın başından iki gece, yine ayın sonundan da iki gece hilâl denir. Arasında da "kamer (ay)" adı verilir."
"Mevâkît" kelimesi, vakit maddesinden "mikat"ın çoğuludur. Va'd, miad gibi vakit, bir iş için farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle, geleceğe ayrılan müddettir. Mutlak müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat, belirli bir yer mânâsına da gelir ki Mekke'ye dışardan gelenlerin ihramsız geçmesi caiz olmayan yerler demek olan ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre mîkat müşterek bir lafızdır. Bununla beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla beraber; bunlara ulaşma, ihramın vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir vakit alâmeti sayılabilirler. Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi müşterek olması da mümkündür.
              Ey Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana hilâllerden sorarlar, yahut soruyorlar. İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve diğerlerinin nakline göre müslümanlardan bazıları: "Hilâlin eksilmesinin, tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası ne?" diye sormuşlar ve rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b. Cebel ile Sa'lebe b. Ğunm: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?
      Hilâl, iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile eksile önceki hâline dönüyor." diye sormuşlardı.
       Bundan başka yine rivayet olunuyor ki:
 1- Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet eder de zor gelirse, evine kapısından girmez, arkasından girermiş ve tam bir sene böyle kalırmış.
 2- Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit gökle aralarına bir engel sokmazlar, bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu yüzden ihrama girdiklerinde eğer acil bir ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Bina sahibi olan mahalle halkı evin arkasından bir delik deler, oradan girer çıkar veya arkadan bir merdiven atar, damdan aşarlar; çadır halkı olan göçebeler ise çadırlarının arkalarından dolanırlarmış ve bu cahiliye adetini "iyilik" sayarlarmış.
 3- Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman evlerinin veya çadırlarının arkalarını delerler, oradan girer çıkarlarmış. Ancak dinî gayretlerinden dolayı "humûs = kahramanlar" denilen kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sekif, Haysem, Amir ibn Sa'saa oğulları, Nasr ibn Muaviye oğulları ihramlı oldukları zaman dinî işlerde kuvvetlilik davasıyla evlerine girmezler, çadırda gölgelenmezler, tere yağı ve keş yemezlermiş.
    
            Bir gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de ihramlı birisi varmış. Resulullah ihramla harab bir bağın kapısından girmiş. O adam da görüp arkasına düşmüş. Ona "Çekil!" denmiş. O da "Niçin?" diye sormuş. "Sen ihramlı olduğun halde kapıdan girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da "Ey Allah'ın Resulü! Ben senin sünnet ve irşadına razıyım. Sen girdin, ben de girdim." demiş. İşte zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden biri bu âyetin inmesine sebep olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler de kaldırılmıştır. Bu soruya cevap olarak de ki : O hilaller, insanlar için ve hac için mîkatlardır, vakit işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan işlerinin ve özellikle haccın vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ: "Allah aya menziller tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (Yunus, 10/5), "Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece alâmetini giderip gündüz alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden lütuf talep edesiniz, yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ, 17/12) âyetlerinde de ayrıca açıklanmıştır.
Açıklaması:
        Aylarla zaman takdirinde, yani ayın bir zaman ölçüsü kabul edilmesinde insanlara birtakım faydalar vardır ki bunların bir kısmı dine, bir kısmı da dünyaya aittir.
Dinî olanlar:
1- "O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 2/185).
2- Hac: "Hac, belirli aylardadır." (Bakara, 2/197).
3- a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen kadınlar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler." (Bakara, 2/234).
b) Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti: "Onların iddeti üç aydır." (Talâk, 65/4).
4- Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile bilinebilecek mendub bir oruç.
Dünyaya ait olanlar da ödünç alıp verme, kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme müddeti ve bunlara benzer şeyler olmak üzere pek çoktur. Günler ve günlerin bölümleri olan saatler için, namaz vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat olduğunda şüphe yoksa da pek çok işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın değişiklikleri, yaratılış itibariyle bu hususta güneşin durumundan vakit hesabına daha çok elverişli ve halk için kolaydır. Ay yaratılış itibariyle başlı başına bir ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden dolayı yeryüzüne göre doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki hareketleri gizli işlerden olmakla ay denmesine münasip olmayacağı gibi, güneş yılında ay, açık bir ölçü değil; nihayet dört mevsime veya seneye göre itibarî ve gizli bir ölçü bölümüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da gerçekten ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu ölçünün yaratılışa uygunluğundan dolayıdır. Nihayet ay, geceleri itibariyle gün hesaplarına da açık bir alâkaya sahiptir. Buna göre günlerin isimleri genellikle buna tatbik edilerek yedi olmuştur.
        İşte insanların faydası açısından ayın değişmesinin açık hikmeti, vakit hesabı için böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun için güneş yılı hesabında uydurma suretiyle de olsa bir ay hesabına mecburiyet vardır ki buna tabi olmak, insanlara gerçekten çok, kuruntu ve varsayımlara sapma alışkanlığı verir.
Bunlardan başka ayın cisminde her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin de değişikliğe uğramakla karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün olacağına açık bir misal teşkil eder. Bu itibarla Allah'ın kudret ve birliğinin büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın, düşünürlerden başka en basit insanlara bile âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini anlatan seçkin bir mucize ve O'na kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir işaret olduğunda da şüphe yoktur. "Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil ve aydınlatıcı bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan, 25/61). Bütün bu mânâlar "O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir." cevabında toplanmış ve oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek için özellikle "Hac" kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir hikmet cevabı verilmesi emredilmiştir.
Bu soru ile, adi sebepleri, gök bilimi gereğince astronomik sebeplerin açıklanmasını isteyenler de bulunabileceğinden, soranlara bu cevabı söyle, şunu da ilave et: Bununla beraber, iyilik ve hayır denilen özellik, evlere arkalarından, sırtlarından gelmek değildir.
Bu ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye mânâsı vardır. Gerçek oluşu itibariyle, cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu aksilik bir ibadet olmadığı gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök bilimi sorusu sormak, hikmeti ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı yerine koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyle peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla hayra erilemez, iyilik ve hayır, böyle aksilikle değildir. İyilik sahibi, ancak Allah'tan korkup, korunandır. Yani Yukarıda: "Yüzünüzü... çevirmeniz iyilik değildir." âyetinde: "Fakat hayır ve iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenlerin davranışlarıdır." ifadesinden "İşte takva sahipleri onlardır." (Bakara, 2/177) ifadesine kadar vasıfları anlatılan kimselerdir. Bu cümleden olarak peygamberin arkasına düşerek bağın kapısından girip gölgelenen kimsedir. Bunu bilin. Ve evlere kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, uygun şekilde girişin, eksiklik etmeyin, bir soru sorarken de halinizi bilin, gereksiz şeylerle uğraşmayın. Bu cevap ve bu emir, çok anlamlı bir darb-ı mesel şeklinde kulağınıza küpe olsun da peygambere hilâlin değişmesinin astronomik sebebini sormaktan şimdi vazgeçin. Önce kavminizin cahiliye adeti olan şu aksiliğin ortadan kaldırılmasıyla kurtuluşunuzu düşünün ve onun sebeplerini sorun. Kurtuluşa ermeniz için de Allah'tan korkun ve yukardaki takva özelliklerini kazanarak Allah'ın koruması altına girin ve şu emri dinleyin:
Meâl-i Şerifi
190- Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.  


























İmsak vakti Osmanlı'da 1891 yılına kadar bugün ki imsak saatinden 70 dakika sonrasına tekabül ediyordu.Batı saatine ayak uydurulurken Ahmet Muhtar Paşa imsak saatini 70 dakika geriye çekmiştir.






.

1 yorum: