14 Haziran 2015 Pazar

İslam’da el-Vela ve’l-Bera

İslam’da el-Vela ve’l-Bera Akidesinin Önemi Nedir?
Ebu Basir et-Tartusi
Bu soru, birçok insanın dilinde tekrar etmektedir. İslam’da, dostluk ve düşmanlık akidesinin bu derece vurgulanmasındaki sebep nedir? İnsanoğlu olarak bizler, din ve akide ayrımcılığını bırakıp, neden kardeş olamıyoruz?

Bu tür sloganlaşmış sözler oldukça yaygın olmasına rağmen, fiiliyatta uygulanma imkanı olmayan hayali ve batıl taleplerdir. Şöyle ki:

İlk olarak:
Dostluk ve düşmanlık bağını Allah için ve Allah’a iman temeli üzere kurmak, Allahu Teala’nın, nebi ve rasullerin dili ile kulları için bildirmiş olduğu dindir. Allahu Teala’nın dini olan İslam dairesinde kalmak isteyen kişinin, bu akidenin dışına çıkması mümkün değildir. Mesele bu yönüyle, İslam ya da İslam olmamaktır… Küfür ya da İman!

İkinci olarak:
Bizzat kendi zatı adına dostluk ve düşmanlık bağının kurulduğu kişi ilahlaştırılmış olur. Kim dostluk ve düşmanlığı Allah için yapar, Allah için sever ve Allah için düşmanlık duyarsa, o kimse Allah’ın kuludur. Kim de bunları Allah’tan başkası için yaparsa, o kişinin kuludur.

Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle der: “Allahu Teala dışında, yaratıklardan hiçbirini bizzat zatı için sevmek caiz değildir. Sadece Allah Teala zatı için sevilir. Bu, uluhiyetin manasında vardır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer göklerle yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulup gitmişti.” (21 Enbiya/22) Bir şeyi zatından dolayı sevmek, şirktir. Allahu Teala dışında kimse zatından dolayı sevilmez. Bu, onun uluhiyetinin özelliklerindendir. Allahu Teala dışında her sevilen, Allah için sevilmezse, ona duyulan sevgi fasittir.”

Bu yönüyle dostluk ve düşmanlık, Tevhid ve şirktir. Şirk ise büyük bir zulümdür ve tek olan Allah’a ibadet için yaratılan insanın değerini, yaratılana ibadet alçaklığına düşürür.

Üçüncü olarak:
Hakkın ve batılın varlığı, hayır ve şerrin varlığı, batılı hak ile ve şerri de hayr ile defetme, Allahu Teala’nın, üzerine mahlukatı yaratmış olduğu fıtrattır. Batıl, batıllığını ve azgınlığını devam ettirdiği sürece hak ile birleşmez ve ona tabi olmaz. Hak da, hak sıfatını kaybetmediği sürece batıla uymaz. Bunların olmasının imkanı yoktur. Eğer hak ve batıl bir araya gelmiş olsaydı, hayat fesada uğrar, kulların memleketlerin maslahatları yok olurdu. Allahu Teala’nın buyurduğu gibi…

“Eğer Allah, insanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını savmasaydı elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın adının çokça anıldığı mescitler yıkılırdı.” (22 Hac/40)

“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla” diyen mustaz’af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (4 Nisa/75)

“De ki: Hak geldi, batıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü batıl, can çekişe çekişe yok olucudur.” (17 İsra/81)

“Bilakis Biz, hakkı batıl üzerine bırakırız da hak onun beynini darmadağın eder. O da derhal çekişerek can verir. Nitelendirmenizden ötürü vay size!” (21 Enbiya/18)

“İşte Allah hak ile batıla böyle örneklendirir.” (13 Ra’d/17)

Hak ve batıl, devamlı bir kavga içindedir. Ta ki kıyamet kopuncaya kadar. Onlardan birinin, diğeriyle birlikte yaşama veya dostluk içinde bulunma ihtimali asla düşünülemez!

Dördüncü olarak:
Hak ve batıl üzere olan bütün insanların, sadece insan olma esası üzerinde –hümanizm- bir araya getirilmesi, asla fiiliyata dökülemeyecek bir hayaldir.

Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmalarını sürdürürler.” (2 Bakara/217)

“Nasıl olabilir ki! Size karşı üstünlük sağlarlarsa hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ahid gözetmezler. Dilleriyle sizi hoşnut etmeye çalışırlar. Kalpleri ise isteksizdir. Onların çoğu fasık kimselerdir.” (9 Tevbe/8)

“Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hırıstiyanlar da asla senden haşnut olmazlar.” (2 Bakara/120)

Bu ve diğer birçok ayet, batıl fırkanın, hak ve hak ehlini tam olarak ele geçirmedikçe, tuzak, savaş ve harp hazırlıklarından vazgeçmeyeceklerine delalet etmektedir.

Günümüz vakıası, Kur’an-ı Kerim’de geçeni bu ayetlerin tamamını doğrulamaktadır. Yakın geçmişte, Bosna-Hersek’teki müslümanlara yönelik yapılan katliamlar, bugün ise, Çeçenistan ve Filistin’deki müslümanlara yönelik katliamlar, Afganistan, Eritre, Keşmir, Filipinler ve Endenozya’daki müslümanlara yapılanlar, sadece burada sayabildiklerimizdir. Öyle ki, küfür ve nifak milletlerinin nefretleri altındaki müslümanlar acı ile feryat etmektedirler

Beşinci olarak:
İnsan olma esası üzere bir araya gelme iddiası, adaletle çelişir. Zira yeryüzündeki en kafir ve en günahkar insanlarla, yeryüzündeki en muttaki insanı ve yine yeryüzünü fesada uğratan zalim ile yeryüzünü ıslah edeni eşit görmek manasına gelir. Bu ise, zulüm ve azgınlığın kaynağıdır.

Allahu Teala şöyle buyurur: “Mü’min kimse fasık kimse gibi midir? Bunlar eşit olmazlar.” (32 Secde/18)

“Öyle ya, (Allah’a) teslimiyet gösterenleri, o günahkarlar gibi tutar mıyız hiç?” (68 Kalem/35)

“İman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva sahiplerini günahkarlar gibi mi kılarız?” (38 Sad/28)


Altıncı olarak: İslam’daki dostluk ve düşmanlık akidesi, dil, ırk ve bölge farklılığına bakmadan bütün insanları şu iki kısma ayırır: Mü’min ve kafir
Halbuki diğer akidelerde insanlar, birbirinden nefret eden yüzlerce guruba ayrılmaktadırlar. Dolayısıyla insanları en az parçalanma ile biraraya getiren, İslam’dır.

Yedinci olarak: İslam’da üstünlüğü belirleyen mizan, takvadır. İnsanların diline, ırkına, memleketine ve rengine bakmaksızın sadece takva üstünlüğüne itibar edilir. Bu ise, insanları birçok farklı gurublara ayıran ve üstünlük mizanı daima farklılık gösteren beşeri sistemlerin tersinedir.

Sekizinci olarak: İslam’daki dostluk ve düşmanlık akidesi, ümmeti her türlü askeri ve kültürel saldırılardan koruyan bir kale niteliğindedir. Yine bu akide, ümmeti suçlu kafirlerden ayrıştıran bir kaledir…
Ümmeti, Filistin topraklarında siyonist devleti kabul etmemeye ve onlara düşmanlık beslemeye iten etken şüphesiz ki bu akideden başkası değildir. Eğer ki siyonist yahudilerin tamamı, İslam’a samimi bir şekilde girmiş olsalar, acaba müslümanların onlara olan düşmanlığı devam eder mi? Elbette ki hayır Zira bu durumda bütün müslümanlar Allahu Teala’nın şu emrine itaat ederler:

“Mü’minler ancak kardeştirler.” (49 Hucurat/10)

Yeryüzünde, kendilerinde hayat olanlar ile kendilerinde hayat işareti kalmamış olan yaşayan ölüler arasındaki farkı düşün… Göreceksin ki, yaşayanlar, yaşayan ölülerin aksine dostluk ve düşmanlık kalesine bağlı kalanlardır.

Bu nedenle Allahu Teala’nın düşmanları, müslüman çocukların kalplerindeki dostluk ve düşmanlık akidesini yok etmeye ve bu akide yerine çok zayıf olan bir takım cahiliyye dostluklarını yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Eğer bunu başarabilirlerse, şüphesiz işgallerini devam ettirmek onlar için çok daha kolaylaşacaktır.

Dokuzuncu olarak: Nasıl ki küfür milletleri ve tağutlar bizlere karşı düşmanlık ve nefret besliyorlarsa, bizim de onlara karşı düşman ve nefret beslememiz en doğal hakkımızdır.

Allahu Teala şöyle buyurur: “Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa siz de onlarla topluca savaşın.” (9 Tevbe/36)

Mü’minler hakkında da şöyle buyurur: “Ve onlar ki, kendilerine zulüm isabet ettiğinde yardımlaşarak zulme karşılık verirler.” (42 Şura/39)

İbrahim en-Nehai şöyle der: “Onlar küçümsenmeyi kötü görürlerdi, güç yetirebildiklerinde ise (insanları) affederlerdi.”

Onlar, batılları, küfürleri ve dünyevi ihtirasları nedeniyle bize karşı düşmanlık ve nefret beslerler. Biz ise, hak ve hidayet nurunu, yeryüzü ve gökyüzünün cennetlerini göstermek için düşmanlık besleriz. Bu düşmanlık, gerçekte hayırlı bir düşmanlıktır. Belki de bu, onların Allah’ın dini olan İslam’a girmeleri için bir sebep olur.

Allahu Teala’nın buyurduğu gibi: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (60 Mümtehine/4)

Bu, düşmanlığın sebebi dünya ihtirasları ya da kulun, kula kulluk yapması değildir. Bu düşmanlık, onlar tek olan Allah’a iman edinceye kadar devam eder. Eğer onlar, tek olan Allah’a iman ederlerse, bu düşmanlık yerini barışa ve nefret ise yerini sevgi ve kardeşliğe bırakır Allahu Teala’nın buyurduğu gibi: “Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekat verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir.” (9 Tevbe/11)

Onlara göstermiş olduğumuz düşmanlık, ibadet ve herkes için hayrı istemektir. Onların bize göstermiş oldukları düşmanlık ise, şirk, küfür ve herkes için şerri istemektir.

el-Velâ ve'L-Berâ meselesiyle ilgili olarak Ehli Sünnet ve'l-Cemaat'in inancı nedir, bunu kesinlikle anlatmamız gerekmektedir. Evet anlatalım ki, bid'at ehli ve heva ile arzusunun peşinden gidenler ortaya çıkmış olsun. Çünkü bu, bidatçıların, heva ve isteklerinin pe­şinden koşanların ellerinde Kitap ve Sünnetten herhangi bir delilleri bulunmamaktadır.

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye (r.a) der ki: Mü'minlerin görevi, ALLAH için düşmanlık ve ALLAH için dostluğu sürdürmeleridir. Meselâ bir yer­de bir mü'min varsa, bu mü'min, zulmeden biri de olsa, diğer mü'mi-nin görevi onu dost edinmek, veli olarak tanımaktır. Çünkü adamın zulmetmiş olması, imana bağlı olan dostluk ve velayet ilişkisinin ke­silmesine neden değildir. Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin." (Hucurât, 49/9),

Mü'minler aralarında savaşsalar da, haksızlığa ve isyana kalkış salar da yine de kardeştirler ve böyle olanların aralarının düzeltilmesi ve barıştırılmaları emredilmektedir. O halde mü'min insan çok iyi dü­şünmelidir. Doğrusu mü'minin görevi, kardeşi ona zulm etse ve aley­hine haddi tecavüzde bulunsa bile onunla dostluğunu sürdürmesidir.

Kâfirlere gelince; iyilikle bulunsa ve ikrama kalkışsa bile, mü'­minin görevi onu düşman olarak tanımak ve ona olan düşmanlığı sür­dürmektir. Muhakkak ALLAH (c.c), peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Fakat peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, din ve hakimiyet tümüyle ALLAH'ın olsun diyedir. Mü'min sevgisini ALLAH için onun dostlarına karşı sürdürsün, düşmanlarına karşı da buğzunu devam ettirmiş olsun. Mü'minin ikramı ve ödüllendirmesi yine bir mü'min tarafından olsun, ALLAH'ın velileriyle olsun. ALLAH'ın düşmanları­na karşı da aşağılaması ve cezalandırması sürmüş olsun. Evet işte mü'-min böyle davranmalıdır. Mesela birey iyilik ve kötülük vasıflarını ken­disinde toplarsa, hem facir ve hem itaat eden, hem isyana kalkışan, hem de sünnet ve bid'atleri işleyen bir kimse olursa, böyle bir kimse dostluk, muvalât ve sevap açısından işlediği hayır nisbetinde karşılığını görür. Kendisinde bulunan kötülük oranında da ona karşı düşmanlık  ve cezalandırmayı hak etmiş olur.

Bir şahıs saygınlık meziyetleriyle kendisini küçük düşürecek kötü niteliklere aynı anda sahip olabilir. Meselâ hırsızlık gibi. Kişi, hırsız­lık yapınca bundan ötürü eli kesilir, ancak Beytü'l-Malden (devlet ma­liyesi bütçesinden) kendisine ihtiyacı kadar da yardım olunur. İşte bu husus, Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin üzerinde ittifak etmiş oldukları bir husustur. Fakat onların bu görüşlerine Haricîlerle, Mutezile mezhebi mensupları ve onlar gibi düşünenler muhalefet ettiler.

Velâ ve Berâ konusu daha önce de belirttiğimiz gibi sevgi ve buğ-zetme esasına dayanmaktadır ve bu esas değişmezdir. Ehli Sünnet Vel-cemaat nazarında insanlar, sevgi ve buğz ile Velâ ve Berâ konusunda üç sınıftırlar.

1- Her yönüyle ve her bakımdan sevilecek olanlar: Bunlar ALLAH'a, ve Rasûlüne iman edenler, İslâm'ın tüm görevlerini eksiksiz olarak ye­rine getirenlerdir. Aynı zamanda İslamın tüm esas ve prensiplerini hem ilim bakımından, hem amel yönünden ve itikad açısından yerine geti­renlerdir. Amellerini, fiillerini ve sözlerini ALLAH için samimi ve ihlaslı  olarak ortaya koyanlardır. Bunlar ALLAH'ın emrettiği tüm emirlere bo­yun eğerler ve tüm yasaklardan da uzak dururlar. Evet ALLAH ve Ra-sûlü neyi emretmişler^ejjhu yaparlar, neleri de nehyetmişlerse ondan uzak dururlar. Bunlar, ALLAH için severler, ALLAH için dostluk kurarlar velayetlerini de bu esasa göre sürdürürler. ALLAH için buğzederler, Al­lah için düşmanlık ederler. Kim olursa olsun, ALLAH Rasûlünün tüm sözlerini başkalarının sözlerine tercih ederler, Rasûlullah (s.a)'m sö­zünü herkesin sözünden önce kabul ederler.

2- Bazı yönlerden sevilen ve fakat bazı bakımlardan buğzedilen kimseler: Bunlar da Müslüman kimselerdir. Ancak iyi amellerle kötü amelleri birlikte sürdürenler, karışık işler çevirenlerdir. Böylelerine karşı iyilikleri ve bağlılıkları oranında sevgi ve dostluk gösterilir. Kötülük­leri ölçüsünde de buğzedilir ve düşmanlık gösterilir. Kalbi bununla ye­tinmeyip kötülüğe yönelenler, salih bir şekilde hareket etmekten öte-, ye, fesada ve bozulmaya yüz tutar. Bu konuda bir delil olarak Abdul­lah b. Himar. Bu adam Hz. Peygamber (s.a)'in ashabından biri idi.[185] Ancak içki içerdi. Bir gün yine içki suçundan-ötürü tekrar huzura ge­tirildi. Rasûlullah'ın huzuruna getirilince, orada adamın biri ona la­net okudu ve şöyle dedi: "Bu adam da içki yüzünden ne kadar da faz­la huzura getiriliyor." Adamın böyle lanet okuması üzerine, Hz. Pey­gamber (s.a) şöyle buyurdular:

"Ona lanet etmeyiniz! VALLAHi kesin olarak bilmekteyim ki bu adam ALLAH ve Rasûlü'nü kesinlikle sevmektedir."

Halbuki şurası bilinen bir gerçektir ki. Rasûlullah (s.a)'m bizzat kendileri içkiye, içki içene, satıcısına, imal edene, imal etmek isteye­ne, taşıyana ve kendisi adına taşınana (taşıttıranına) lanet  etmişlerdir.                                                                                   

3- Her bakımdan kendisine buğzedilenler: Bunlar; ALLAH'ı, me­leklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ile küf­re girenlerdir. Kadere, hayrın ve şerrin ALLAH'dan olduğuna iman et­meyenlerdir. Çünkü bütün bunlar ALLAH'ın kazası, hükmü ve kaderi gereği meydana gelmektedirler. Bu küfrü seçenler, aynı zamanda öl­dükten sonra dirilmeyi de kabul etmezler, onu da inkâr ederler. Ya da bunlar, İslam'ın beş rüknünden bir tanesini terk ederler veya Al­lah'a ibadetlerinde peygamberlerden herhangi bir peygamberi, ya da bir velisini veya salih bir kimseyi O'na eş ve ortak koşarlar. Mesela onlara bir tür ibadet nevilerinden birisini hasrederler. Örneğin sevmek, dua etmek, ondan korkmak ve ondan beklentisi olmak, ona tazimde bulunup, ona tevekkül etmek. Sırf ondan yardım dilenmek, ona sı­ğınmak ve ondan medet beklemek. Onlar adına kurban kesmek veya adak adamak. Kısaca inabe, birine tezellül derecesinde bağlanma, ona karşı huzu ve huşu gösterme, ondan haşyet (korku) üzere bulunma, tüm beklentileri ve ürpertilerini ondan bekleme vb. gibi şeyler. Ya da yüce ALLAH'ın sıfatlarından herhangi bir sıfatını, isimlerinden birini in­kar etmek, mü'minlerin yolundan bir başka yolda yürümek. Bid'atçıların  bağlı bulunduğu bidatlere, heva ve arzularının esiri olanlara, sa­pıklara intisâb etmesi ve bağlanması gibi şeyler. Hep bu türden buğzu gerektiren şeylerdir. Ayrıca İslam ile çelişki meydana getiren on mad­deyi veya bunlardan bir tanesini işleyen kimsenin durumu da böyle­dir. O da tümüyle buğzedilenlerdendir.

Ehli Sünnet ve'I-Cemaatin bu konudaki tavranı gelince o, dinin­de dosdoğru olan bir mü'mine, kamil anlamdaki bir dostlukla dost­luk ve velayet gösterir, yetkiyi böylesine verir. Ancak bu nitelikteki bir mü'mini sever, ona yardım eder. Aynı zamanda Ehli Sünnet, kâ­firlerden, dinsiz ve ateistlerden, müşriklerden, mürtedlerden de tümüyle uzaktır. Herhangi bir şekilde bunlara destek vermez. Bunlara öylesi­ne bir buğz güder ki, bu, düşmanlıkla ilişkili bir kin ve buğzdur.

Ama salih amellerle birlikte kötü ameller işleyenlere gelince, Ehli sünnet bunlara da durumları ve liyakatleri nisbetinde, imanları ora­nında dostluk besler, onları veli kabul eder. Aynı şekilde kötülükleri nisbetinde de adavet ve düşmanlık besler.

Ehl-i Sünnet velcemaat: ALLAH ve Rasûlüne karşı savaş açmış olan­lar en yakınları bile olsa herhalükarda bunlardan uzak durur. Nite­kim Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"ALLAH'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akraba­ları da olsa- ALLAH'a ve Rasûlüne düşman olanlara dostluk ettiğini göremezsin." (Mücadele, 58/22).                                   

Aynı zamanda Ehli Sünnet Rabbimizin şu yasağına bütün dikkatiyle titizlik gösterir:

"Ey iman edenler! Eğer küf­rü imana tercih ediyorlarsa, baba­larınızı ve kardeşlerinizi (bile) ve­liler edinmeyin. Kim onları veli (dost ve yetkili) edinirse, işte on­lar zalimlerin tâ kendileridir.

"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleri­niz, hısım akrabanız, kazandığı­nız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığı­nız meskenler size ALLAH'tan Rasûlünden ve ALLAH yolunda cilıad etmekten daha sevgili ise, artık Al­lah emrini getirinceye kadar bekleyin. ALLAH fasıklar topluluğunu hi­dâyete erdirmez. "(Tevbe,. 9/23-24).

İmam İbn Teymiye merhum, Ehli Sünnet mezhebini özetleyerek şöyle der: "Övgü, yergi, sevgi, buğz = kin, dostluk ve düşmanlık... Evet işte bütün bunlar ALLAH'ın hakimiyetini.indirdiği esas üzere olur, O'-nun hakimiyetinin ve Kitab'ının öngördüğü tarzda yürür. Kim mü'min ise, bu, hangi sınıftan olursa olsun, mutlaka her bakımdan bun­lara dostluk ve velayet gösterilmelidir. Kim de düşman ise, bu da han­gi sınıftan olursa olsun, mü'min her bakımdan bunlara düşmanlığını sürdürmelidir. Zira böyle davranması aynı zamanda vaciptir. Nitekim ALLAH (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Sizin dostunuz (veliniz) an­cak ALLAH'tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki ALLAH'ın emir­lerine boyun eğerek namazı kılar­lar, zekatı verirler. Kim ALLAH'ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz ALLAH'ın tarafını tu­tanlardır." (Maide 5/55-56).

Yine ALLAH (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Yahudileri ve hırıstiyanlari dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar)." (Mai­de, 5/51).

Yine bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınların da bir kısmı, bir kısmı­nın velileri (dost ve yardımcılan)dir." (Tevbe, 9/71).

"Bir kimse de hem iman hem facirlik (kötülük) bulunuyorsa, bu kimseye karşı, imanı nisbetinde dostluk gösterilir. Facirliği ve kötülü­ğü oranında da olumsuz tavır alınır: Yoksa bu gibileri Haricî ve Mutezilîlerin ileri sürdüğü gibi günah ve masiyetleri sebebiyle tümüyle din-dışıdırlar demek değildir."

Diğer taraftan peygamberler, sıddîkler, şehit ve salihler; iman, din, sevgi, buğz, muvalat (dostluk) ve düşmanlık açısından haşa fasiklar gibi değerlendirilmezler. Yine yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"Eğer mü'minlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa araları­nı düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, ALLAH'ın buyruğuna dönün-ceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerlerse artık aralarını ada­letle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki ALLAH, adil davrananları sever. Mü'nıinler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşle­rinizin arasını düzeltin ve ALLAH'tan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât, 49/9-10)

Dikkat edilecek olunursa, âyet mü'minlerm aralarında vuruşma ve savaş olmasına, taşkınlık ve isyan olmasına rağmen, bunları kar­deşler olarak bildirmektedir.

... İşte bundan ötürü Selef yani önceki üstün nitelikli Müslüman-lar, aralarında kavga ve vuruşmaya rağmen kendilerini din noktasın­dan birbirlerinin velisi ve dostu kabul etmişlerdir. Bunları da tıpkı düş­man kâfirler gibi addetmemişlerdir. Böylece biri diğerinin şahitliğini kabul etmiş, biri ötekisinden ilim alıp öğrenmiş, aralarında miras ve nikah, evlenme olayı devam etmiştir. Kendi aralarındaki muameleleri de İslâmî hukuk esasları çerçevesinde sürdürmüşlerdir. Halbuki ara­larında kavga vardır, aralarında lanetleşme bulunmaktadır ve arala­rında buna benzer daha bir çok şeyler vardır. Bütün bunlara rağmen din açısından kardeştirler. Zira Kur'ân bize olayı öylece bildirmiştir. Biz de buna göre değerlendiririz.


Velâ: Bu kelime lügatte aşağıdaki manâlarda kullanılmıştır. Lisanu'I Arab adlı lügatte şu ifadeler yer almaktadır: "Muvalât; İbn A'râbî-nin de söylediği gibi: "İki kimsenin bir birbirleriyle çekişmesidir ki, aralarını bulmak için üçüncü bir kimsenin devreye girmesidir. İşte araya giren bu üçüncü kimseye şöyle denir. Ona yöneldi de kendisine dostluk ve sevgi gösterdi. Meselâ falan kimse filan kimseye dostluk gösterdi denilir ki bu, onu sevdi manasınadır.
Mevlâ: Bu bir çok manâlara gelen bir kelimedir. Bu manâları şöylece sıralayabiliriz; Rabb, Malik, Seyyid, Efendi, nimet veren, azadli köle, yardım eden (yardımcı), Tabi (uyan, tabi olan), komşu, antlaşmalı (müttefik), amca çocuğu, Akîd (idareci, asker), hısımlık-akrabalık, kul (köle), azadeden (özgürlük veren), kendisine nimet verilen.
Bütün manâlara dikkat olunacak olunursa, bunun sevgi ve dostluk esasına dayandığı görülecektir.
Velayet: Kişinin nesebi (soyu) üzerindeki yetkisi, yardım ve köle azadetme yetkisi gibi.
Muvalât: Herhangi bir topluma karşı sevgi ve koruma, yardımd; bulunma gibi manâlara gelir. Nitekim Peygamber (s.a)'in: "Ben kimin mevlâsı (dostu, yardımcısı) isem, AH de onun mevlasidır." ifadesi hakkında İmam Şafiî şöyle diyor: Yani bununla İslâm'a olan dostIuk ve saygı kasdolunmaktadır." Tirmizî bu hadisin hasen, sahih ve garib olduğunu söylemiştir.)
Nitekim yüce Mevlâ da şöyle buyurmaktadır:
"Bu, Allah'ın iman edenlerin yardımcısı (velisi) olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcısı (velisi, dostu) yoktur." (Muhammed, 47/11).
Muvalât muadatın yani dostluk düşmanlığın zıddıdır. Nitekim dost da düşmanın zıddidır. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey babam, korkarım ki (şeytana uymanla) Rahman (olan Allah)ın azabı sana dokunacaktır da (lanet ve azâb ile) şeytanın velisi (yakını, arkadaşı ve dostu) olacaksın.’’ (Meryem, 19/45).
Bu konuda Saleb de şunları söylüyor: "Allah'tan başkasının önünde eğilip ona kulluk gösteren herkes, kesinlikle o varlığı veli (dost, arkadaş, yandaş) edinmiştir."
Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Allah iman edenlerin velisi (dostu ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257).
Bu âyetin yorumu şöyle yapılmıştır: Düşmanlarına karşı onlara yardım edip, onları zafere kavuşturmada Allah (c.c), onların velisidir. Aynı zamanda dinlerini diğer muhalif ve batıl dinler üzerine ha-kim kılmakta yine onların yardımcısı ve velisidir.
Bir diğer yorum ise şöyle yapılmıştır: "Onların velisi demek, güzel amelleri sebebiyle onların sevaplarını ve mükafatlarını yüklenir.
Müvalât ise mütabaat manasınadır ki, tâbi olmak, arkasından gitmek ve uymak, dostluğunu kabullenmek demektir. Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Eğer Ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir." (Muhammed, 47/38).
Yani şayet sizler İslâm'a sırt çevirir, dininizi gereğince yaşamazsanız, yerinize başka bir toplum getirilecektir.
Yine Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
Bunun manası da: Kim onlara uyar ve yardımda bulunursa, demektir.
"el-Misbahu'l-münîr" adıl eserin sahibi diyor ki: "el-Veliyy" Feîl ölçüsünde bir kelime olup, fail manasınadır ki, bu, başkasının velayetini üzerine alan, idare eden demektir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Allah, iman edenlerin velisi (dost ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257) Veliy kelimesi ayni zamanda itaatkar olanlar için de mef'ûl manasınadır. Meselâ: Mü'min, Allah'ın velisidir denilir ki, bu, mü'minin Allah'a itaatkâr olduğunu bildirmektir. Bu kelime Mufaale babından, muvafakat etmek, yardım etmek manâlarını taşır.
el-Bera' Kelimesinin Sözlük Anlamı
Sözlük manâsı: Îbnu'l-A'rabî diyor ki, kişi kurtulunca, Beri oldu denilir. Nitekim bu kelime korunup uzak olmak, uzaklaştırmak manâlarına geldiği gibi, mazur görmek, mazeret, bahane göstermek, özür sabit olmak, mazur olmak, dikkatini çekmek, uyarmak. Nitekim Rab-bimizin şu âyeti buna delildir:
"Allah ve Rasiilünden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar (kesin bir uzaklaşış, bir ültimatom ve bir uyarı) dır." (Tevbe, 9/1)
Dikkat edilirse bu âyette geçen "Berâet" kelimesi uyarı, ihtar, ikaz ve ültimatom gibi manâları taşımaktadır.
Ebû Hüreyre hadisinde bu husus şöyle ifade olunmuştur. Hz. Ömer (r.a), kendisini göreve çağırdığında, o da bundan kaçınmış, bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) şöyle söylemiştir:
"Doğrusu Hz. Yusuf da görev istemişti." Ebû Hüreyre (r.a), kendisine şu karşılığı verdiler: " Hz. Yusuf benden uzaktır, benim de onunla bir ilgim yok." Yani; her ne kadar ben onunla mukayese ediliyorsam da, hüküm bakımından bizim birbirimizle ilgimiz yoktur. Böylece kişi imanla mükellef bulunduğundan ve bununla emrolunduğundan dolayı, bu velayet ve muhabbetin reddi manâsına değildir."
Bu arada şunu da belirtmek isteriz. Berâ ve Berî kelimesi, anlam itibariyle eşittir.
Leyletü'l-Berâ: Bu, ayın güneşten ışık almadığı ayın ilk gecesi manasınadır.
kavram olarak Vela
Velayet: Yardım etmek, zafer, sevgi (mahabbet), ikram, ihtiram ve açık veya gizli olsun sevilenlerle beraber olmak demektir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah iman edenlerin velîsi (dostu) dur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere gelince, onların dostları da Tağut'tur, onlan aydınlıktan alıp karanlığa götürür" (Bakara, 2/257).
Bu âyette geçen kâfirlere dostlukta bulunmak demek, onlara.ya-kınlık göstermek ve onlara sevgisini ortaya koymaktır. Bu davranışı sözleriyle, fiilleriyle ve niyetleriyle ortaya koyan kimseler onları dost edinmiş kimselerdir.
Kavram Olarak Bera
Terim olarak Berâ kelimesinin anlamı da şöyledir: Değişik şekildeki uyarılardan, ikazlardan ve tüm ihtarlardan sonra uzaklaşmak, kurtulmak, düşmanlık gibi manâları ifade eder.
Şimdi ise Velâ ve Bera ifadelerinin açıklaması
Şeyhu'I-îslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şunları söylüyor:
Velâyet: "Bu adavetin yani düşmanlığın zıddı demektir, dostulk ve irade etmek manasınadır. Aslında velayet, sevgi ve yakınlık demektir. Adavet ise, buğz = kin ve uzaklık demektir Veli ise yakın manâsına gelir ki meselâ bu şuna yakındır" gibi. Nitekim Peygamberimiz (s.a)'in şu kavli de bunu ifade buyurmaktadır: "Miras paylarını (Kur'ân'da bildirilen) sahiplerine,veriniz. Bu paylardan geri kalan herhangi bir şey de baba tarafından en yakın olan er kişiye aittir." Yani ölüye akrabalıkça en yakın olan erkeğe verin, demektir.
Madem ki Allah'ın velisi O’nun sevdiği ve hoşnud kaldığı, O'nun buğzettiği ve kin güttüğü şeylerde tümüyle Allah'a muvafakat etmek ve O'na tabi olmak, emirlerini yerine getirip, yasaklarından da uzak durmak konumundadır. O halde, Allah'ın velisine, düşmanlık göstermenin Allah'a düşmanlık etmek olduğunu da bilmelidir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Benîm de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine, 60/1).
Kim, Allah'ın velilerine düşmanlık edecek olursa, o kimse ya da kimseler Allah'a düşmanlık etmiş olurlar. Kim de Allah'a karşı düşmanlık gösterirse o kimse, Allah'a savaş açmış olur. Nitekim hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kim benim bir velime (dostuma), düşmanlık ederse, kesinlikle o benimle savaşa çıkmıştır (bana savaş açmıştır”
Allah'ın düşmanlarına karşı dostluk gösterip onları veli edinenlere verilecek olan isim durumuna gelince bu, değişik şekillere göre adlandırılır. Öylesi sevgi, dostluk ve velayet vardır ki, irtidattır, tümüyle İslâm'dan çıkıştır. Kimisi de bir öncekine göre daha bir alt derecededir ki, büyük günahlar ve haramları işlemek bu ikinci durumda mutalaâ olunur.
Allah (c.c), mü'minler arasında sevgi, kardeşlik ve yardımı gerekli kılınca aynı zamanda kâfirlere dostluk göstermekten ve onların yakınında ve yanında yer almaktanda menetmiştir. Kâfirlerin hangileri olursa olsunlar; ister yahudiler, ister hırıstiyanlar, isterdinsizler, ister müşrikler ya da başkaları olsunlar, aralarında hiç bir fark söz konusu değildir. Kısaca müslümanlarca üzerinde ittifak olunan asıllarda herhangi bir küfür söz konusu olunca ne türden olurlarsa olsunlar hepsi de kafirdirler, bu gibilerle dostlukta bulunmak Allah tarafından kesinlikle yasaklanmıştır.
Bunun için, herhangi muvahhid (Allah'ı bir tek olarak ilah tanıyan mü'min) şer'î açıdan küfrü gerektiren şeyleri terketmesi halinde, onu sevmek, ona dostlukta bulunmak, velayetini kabullenmek ve onun yardımına koşmak gerekir. Ancak kim de bunun aksine bir davranış ve tutumun içinde ise, Allah'a yaklaşmak için böyle bir kimseye karşı kin gütmek, buğzetmek ve ona düşmanlık göstermek gerekir. Bu, zorunludur. Aynı zamanda bu tür kimselere karşı güç ve imkan nisbetinde el veya dil ile cihad etmek de vaciptir.
Velâ ve Berâ' konusunda beliren tavır şudur: Allah dostlarına ve emirlerine karşı gerekeni yapmak, onlara dostluk ve sevgi göstermek. Allah düşmanlarına, haramları ve sınırları çiğneyenlere karşı ise buğzetmek gerekir. Zira bu ikisi bu yönleriyle birbirinden ayrılamazlar.Kaldı ki, imanın aslı, Allah rızası için O'nun peygamberlerini ve onlara tabi olanları sevmektir. Aynı şekilde Allah için O'nun düşmanlarını ve peygamberlerinin düşmanlarını sevmeyip bunlara buğzetmektir.
Hatta Abdullah b. Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayet olunmuştur, demiştir ki: "Kim Allah için sevgisini sürdürür, kim de Allah için buğz da bulunursa, Kim Allah için dostluk kurar ve kim de Allah'ın düşmanlarına karşı düşmanlık sürdürürse, işte bu davranışı ile Allah'ın dostluğunu kazanmış olur. Kişi böyle davranmadığı sürece ne kadar çok namaz kılar ve oruç tutarsa bile yine de imanın tadına (hazzına) erişemez (imanln tadını duyamaz). Çünkü böyle kimseler, insanlarla olan münasebetlerini sırf dünya menfaatına bağlamışlardır. Böyle bir davranış ise, kişiye hiç bir şey kazandırmaz."
Bu ümmetin ilim kaynağı olan Abdullah b. Abbas (r.a), kendi zamanındaki insanların ilişkilerinin ve münasebetlerinin dünya menfaati esasına dayandığını ve böylelerinin kendileri açısından hiç bir şeye ehil olmayacaklarını söylemesi gerçekten düşündürücüdür. Çünkü bu öylesi bir çağda olmaktadır ki, Rasûlullah (s.a)'ın ifadesiyle çağların en hayırlısı olmaktadır. O halde mü'minin görevi kimleri sevmesi gerekiyor ve kimlere buğz edip uzaklaşması icabediyorsa bunları öğrenmek, bu uğurda öğreninceye dek her türlü sıkıntıya da katlanmakdir. Aynı zamanda kimleri dost edinecek ve kimlere veli olacak, kimlere karşı düşmanlık gösterecekse ise, bunları da öğrenmelidir. Daha sonrada kendisini kitab ve sünnet terazisiyle ölçmeli böylece kendisinin şeytanın Ve yandaşlarının yanında mı yoksa Rahman'in hizbuîlah olan kullarının safında mı yer alıyor görmeli? Çünkü gerçekten kurtuluşa erenler hizbuîlah planlardır. Hizbullah'ın yani Allah taraftarlarının dışında kalanlar ise hem dünyalarını ve hem de âhiretlerini kaybedenlerdir.
Değerli Şahabı Abdullah b. Abbâs (r.a)'in söylediği gibi insanların birbirlerine kardeşlik ve sevgi göterileri dünyalık esasına dayanıyorsa, bu durumda karşılıklı menfaatler ve çıkarlar ortadan kalkınca, kardeşlik ve sevgi de yok oluverir. Bu yüzden de İslâm ümmetinin, düşmanları karşısında varlık göstermesi, birlik, beraberlik içinde olmaları imkansızlaşır.
İçinde bulunduğumuz çağda insanlar arası ilişkiler tümüyle çıkar esasına, maddeye ve dünya menfaatlerine göre düzenlenmektedir. Çoğunlukla insanlar arası sevgi ve münasebetler dünyalık için olmaktadır , bu gerçekten bağlıları için bir kazanç değildir.
İslâm ümmeti için tek bir çare vardır. Ayakta durabilmeleri de sadece buna bağlıdır. Yeniden Allah'a dönmeliler, Allah sevgisiyle toplanıp bir araya gelmeliler. Allah için buğzetmeliler. Aynı şekilde dostluklarını ve velayetlerini Allah rızası üzere sürdürmeliler. Allah'ın emrettiklerini yapmalı, onları sevip istemeli, yetkisini velayetini o manada kullanmalı. Allah'ın emirlerini çiğnemekten, velâyetiyle çelişki meydana getirecek durumlardan da uzak bulunmalıdır. İşte böyle olmaları halinde mü'minler, Allah'ın kendilerini üstün kılışıyla mutluluk ve sevince ulaşacaklardır.


"el-Velâ ve'l-Berâ" meselesinin eski kaynaklarda ve eğitimde yerinin ne olduğunu görmek ve öğrenmek isteriz. Gerçi konu, gerek Kitabımız olan Kur'an'ı Kerim'de, gerekse Peygamberimizin hadislerinde yani Sünnet'te gerekli şekilde açıklanmış ve tüm açıklığıyla ortaya konmuştur. Ancak eski idarî akide kitapların da ve eğitimde pek fazlaca yer almamıştır. Bana göre bunun üç sebebi vardır:
1- Aslında akaidle ilgili bu kavramı, ilk müslümanlar gayet açık ve seçik birşekilde bilmekte idiler. Zira onlar ışıklı tarih ve siyer dönemleri içerisinde akaid açısından gerçekten yüksek bir derecede idiler. Akideleri gayet berraktı ve herhangi bir şekilde bulanıklık söz konusu değildi. Kendileri Allah yolunda cihadı sürdürdükleri için de bu husus onlar tarafından çok iyi bir şekilde biliniyordu. İşte bütün bunlar bu işe onların his ve duygulan açısından da bir açıklık getirmekte idi. Kaldı ki, hemen her bir konuda bizzat Kitap ve Sünnete başvuruyorlardı.
2- Doğrusu ilk müslüman toplumlarda özellikle de raşid hilafet denemi sonrasında bu konu çerçevesinde akaidle ilgili herhangi bir problemleri olmamıştır. Ancak Allah (c.c)’ın sıfatları etrafında problemler ortaya çıkmış, fırkalar bu konuya bir hayli derinlemesine dalmışlardı. Bu itibarla mutlaka Ehli Sünnet ve Cemaatin bu konuya eğilmesi, bu tür sapmaları tedavi etmesi gerekiyordu. Bunu insanlara açıklamaları ve Allah (c.c)’a yakışır manada O'nun sıfatlarını ve yüceliğini ortaya koymuş olabilmeleri bakımından önemliydi bu. Biz bütün bu sıfatları, Kitap ve Sünnetin tesbit edip bildirdiği Ölçüde kabul eder ve inanırız, aynen bunları biz de tesbit ederiz, varlığını kabulleniriz. Bu konuda herhangi bir tahrife, bir tatile, temsil, teşbih ve keyfiyete sapmaksızın aynen Kitap ve Sünnet ölçüsünde kabul ederiz.
Nitekim bu konuda, bizden öncekilerin kitapları, bu konuya ilişkin hadislerle ye ifadelerle dopduîudur. Ancak bütün bunların yanında, bu eser sahiplerinin kitaplarında "el-Velâ ve'l-Berâ" meselesinin pek az olarak yer aldığı görülür. Çok kısa ifadelerle konu geçiştirilmiştir. Meselâ: "Biz, Allah Rasûlü'nün ashabını severiz, onları severken herhangi birisinin sevgisinde ifrata ve aşırılığa gitmeyiz. Onlardan herhangi birisinden uzak durmayız. Biz onlara kin duyanlara ve onları hayırla yadetmeyenlere de kin güderiz."
3- Bir de İslâmî teliflerin akaidle ilgili kaynakları arasına kelam ilminin girmesinden, bu berraklığının gitmesi ve bulanmasından sonra, artık bu konuya bir daha kesinlikle denilecek bir şekilde dönülmedi. Kaldı ki, bu, sadece işin bu yönüyle kalmayıp, aynı zamanda derinlemesine”Lâ ilahe illallah" kelimesiyle fazlaca ilgili olduğu gibi, Tevhîdî Ulûhiyetin gerektirdiği konu ile ve îslam ile çelişki gösteren durumlarla da ilgisi olan bir konudur. Yani bu, gerçekten komple bir konudur.
Aslında müslümanlar, İslam ile çelişen meseleler üzerinde durup bunu bizzat müslümanlara açıklasalardi, bu çelişkileri gerçek anlamıyla insanlara sunsalardı, zihinle ilgili soyut şeylerle uğraşıp, gerçekle ilgisi olmayan şeylerle meşgul olacakları yerde, asıl meseleleri ele almış ve İslamm gerçek manasını aktarmış olsalardı, insanlara daha çok yararı olabilirlerdi. Böylece de, Allah (c.c)'ın bunlardan murad etmiş olduğu o şeyi yerine getirme ve ayakta tutma gücüne sahip olabilirlerdi. Aslında İslâm ümmeti, Hz. Peygamber (s.a)’ın şu ifadesiyle sıkı sıkıya bağlı kalsalardı kendileri için gerçekten çok daha iyi olurdu. Zira Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
"Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüphe bile kabul etmeyen gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden başka yönlere sapar.”
İşte müslümanlar bu prensibe sapa sağlam bir şekilde bağlı kalsalar, tüm felaket ve musibetlere karşı dişlerini sıkmış olsalardı, ne doğudan ne de batıdan hiç bir kimse kendilerine göz dikmeyecek başlarına üşüşemeyecekti. Aynı zamanda kopkoyu kör bir karanlığın ta kendisi olan düşünce sistemlerinin ister batıdan ister doğudan esmiş olsun hiç birisine asla kapılmayacak, O koyu karanlıklar içerisinde belirsiz bir yürüyüşe başlamayacaktı.
İlk dönem (asrı saadet) müslümanları, sadece iki vahye yani Kitap ve Sünnet'e bağlı kaldıkları için, gerçekten bunlardan örnek bir nesil ortaya çıktı ki, ne geçmişte ve ne de gelecekte o nesil gibisi olmamıştır. Bu Öyle bir nesil idi ki, sadece dinine bağlı kalmakla yücelip güçlenmiş, böylece dünyayı fethetmiş; küfrün ve şirkin tüm karanlıklarını paramparça etmiştir. Allah'ın adını batıdan ta Fransa'nın içlerine ve doğudan da ta Çin içlerine kadar yüceltmiştir.

عن أبي هريرة رضي اللَّه عنه قال: قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «إِنَّ اللَّه تعالى قال: منْ عادى لي وليًّا. فقدْ آذنتهُ بالْحرْب. وما تقرَّبَ إِلَيَّ عبْدِي بِشْيءٍ أَحبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عليْهِ: وما يَزالُ عبدي يتقرَّبُ إِلىََََّ بالنَّوافِل حَتَّى أُحِبَّه، فَإِذا أَحبَبْتُه كُنْتُ سمْعَهُ الَّذي يسْمعُ به، وبَصرَه الذي يُبصِرُ بِهِ، ويدَهُ التي يَبْطِش بِهَا، ورِجلَهُ التي يمْشِي بها، وَإِنْ سأَلنِي أَعْطيْتُه، ولَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأُعِيذَنَّه» رواه البخاري. Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâla hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifâyî) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli olur, onu yolumca yürütürüm. Benden birşey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Bu hadis-i şerif, bir kudsî hadistir. Yani, mânâsı Allah’a, söz kalıpları ise Efendimiz’e aittir. Bu yüzden Fahri Âlem Efendimiz, bu tür hadislerde “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor, Rabbim şöyle buyurdu, Efendimiz Rabbinden şöyle rivayet ediyor…” gibi ifadeler kullanmaktadır. Bu hadisler bir nevi vahy ürünüdür. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e bildirmektedir. Ancak bunlar kendisiyle ibadet edilen, mucize olan Kur’an’dan bir parça değildir.
Bu hadiste Cenâb-ı Hakk, kendisine velî olmuş, dostluğunu kazanmış güzide kullarını taltif sadedinde “Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim” buyurmuşlardır. Adeta, Cenâb-ı Hakk, “Bana dost olmuş, yârân olmuş.. Benim sevgimi kazanmış.. bu uğurda yeri gelmiş anadan, yeri gelmiş yardan, yeri gelmiş candan, maldan ve vatandan geçmiş has kullarımı çendan kimsesiz ve zayıf görebilirsiniz. Fakat iyi biliniz ki, onlar sahipsiz değillerdir. Hele kimsesiz hiç değillerdir. Onları gariban, aciz ve yapayalnız zannetmeyiniz. Ben her dâim onların yâr ve yardımcısıyım. Onların içlerinde öyleleri vardır ki, saçı başı dağınıktır, sesi soluğu çıkmaz, insanların çoğu onları saf zanneder, kimsenin hakkını yemezler ama insanlar onların hakkını yerler. Onların öyle gösterişi, debdebesi, âlâyişi, çalımları yoktur. Alabildiğine mukassî, mütevâzî, sâde görünürler. Ancak, onlar bir dua etseler, onların duasını gerçekleştirmek için hadiseleri onların istekleri istikametinde evirir çeviririm. Birşeyden Bana sığınsalar, onları hıfz u himâyeme alırım. Artık kim onlara ileşebilir ki…” buyurmaktadır.
Bu hadiste “velî” tabiri geçmektedir. Hadiste üzerinde durulması gereken kilit kelime budur. Kimdir Allah’ın velîsi ve nasıl velî olunabilir?
Dilimizde bu kelime aynen kullanılmaktadır. Halk arasında, kerametleri görülen insanlar için kullanılır. Tasavvufî bir terim olarak ise bu kelime, normal mü’min olmanın yanında riyâzetle, takvâ ve verâ endeksli dikkatli bir hayat yaşamakla, farzların yanında sünnetlere karşı hassasiyetle ittibâyla, haramların yanında şüpheli şeylere karşı mesafeli durmakla Allah’a yakınlaşmış ve bu sayede bir takım keşif-keramete nâil olmuş insanlar için kullanılır.
Hak Teâlâ, Bakara Sûresi’nde “Allah iman edenlerin velîsidir. Onları zulümâttan (karanlıklardan) nûra (aydınlığa) çıkarır…” (Bakara, 2/257) buyurmaktadır. Elmalılı bu ayeti izah ederken şunlara işaret eder: Burada Cenâb-ı Hakk, iman eden herkesin bir manada dostu olduğunu bildiriyor. Onları doğruya, hakka ulaştırmada yardımcı olacağını haber veriyor. Zulümâtın çoğul gelmesi, dünyada zulmetin çokluğu, dalalet yollarının fazlalığı, buna mukabil “Allah göklerin ve yerin nurudur” (Nûr, 24/35) hükmü gereğince, aydınlığın, hakkın, doğrunun sadece bir olduğu, onun da Hakk´ın nuru olduğu beyan buyurulmuş oluyor. Bu ayette geçen dostlukla, Allah’ın iman edenlerin yardımcısı olacağına vurgu yapılıyor. Yûnus Sûresinde geçen ayetler ise, bu ayeti biraz daha açarak bunlara ilerde ne türlü yardımların yapılacağını ve nasıl evliyâullah olunacağını haber veriyor: “İyi bilesiniz ki, Allah’ın velîlerine korku yoktur, onlar üzüntüye de uğramazlar. Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar. Dünya hayatında da âhirette de müjde vardır onlara. Allah’ın hükümlerinde olsun, verdiği sözlerde olsun, asla değişiklik olmaz. İşte bu müjdeler en büyük mutluluktur.” (Yûnus, 10/62-64)
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, bir hadislerinde bu Allah dostlarını (evliyâullah’ı) anlatırken, “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hatırlanır, yâd edilir.” buyurmuşlardır. Onların yakınlarında bulunmak insanı etkiler, halleri, duruşları, davranışları size derhal Allah’ı hatırlatır. Abdullah b. Abbas hazretleri de onlar hakkındaki “semt ve hey’etleri” yerine “ihbât ve sekinet” yorumu yaparak, onların duruşları ve yürüyüşleri insana Allah’ı hatırlatır buyurmuşlardır. Bunların dünya kazancında gözleri yoktur, dünyaya ait şeylere gönül bağlamaz, aşırı sevgi beslemezler. Ancak, Allah için bir şeyleri veya birbirlerini severler, dostluk gösterirler. Zira, bir yerde onlar, “Allah için birbirlerini sevenler” olarak tarif edilmişlerdir. Yine Hz. Ömer’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz aleyhi ekmelü’t-tehâyâ şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, enbiya da değil, şehid de değildirler. Ancak kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehidler imrenerek bakacaklardır”. Ashâb, “Bunlar kimlerdir? Ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim, yâ Rasûlallâh!” diye sordular. Rasûlullâh Efendimiz: “Bunlar bir kavimdir ki, aralarında ne akrabalık, ne de ticaret ve benzeri bir iş ilişkisi olmaksızın, kulluk şuuru içinde Allah için birbirlerini severler. Vallahi yüzleri bir nur ve kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler” buyurdular ve ardından Yûnus Sûresi’ninin yukarda meâlini verdiğimiz 62. ayetini okudu. Benzeri rivâyetler Hz. Ebû Hureyre ve Ebu Mâlik el-Eş’arî’den de gelmiştir. Bunlara bakarak “evliyâullah”ı tarif eden alimler: “O, Allah´a ibadet ve taatle sevgi gösterisinde bulunur, Allah da kendilerine keramet ihsan ederek dostluğunu gösterir” demişlerdir. Aynı sûrenin 63. âyetinde ise, “evliyâullah onlardır ki, iman edip takva dâiresine girerler, tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri îfâ ve icraya devam ederler, buyuruluyor. Bu kimseler, kendilerinden Allah rızasına aykırı bir hâl, bir durum sadır olmaması için dikkat ederler, her türlü haramdan ve şüpheli şeylerden sakınırlar. İşte “evliyâullah”ın hakiki tarifi de budur. Öncelikle, mü’min cinsinden olacak, sonra da Allah korkusundan dolayı ittika hasletine sahip olacaktır ki, bunlar onların Allah’a yönelmeleridir. Bir sonraki ayette de, dünya ve ahiret hayatında müjde onlarındır, buyuruluyor. Bu da onların bir özelliğidir ki, bu ayetteki müjde, Allah’ın bu kullarına karşı teveccühü ve ikramıdır. İşte “evliyâullah’ın kerâmeti haktır” meselesinin temeli de budur. Allah’tan başka dost ve veli tanımadıkları, Allah’a aykırı düşmekten korkup sakındıkları ve ondan başka hiçbir şeyden çekinmedikleri, Allah da kendilerine dost olduğu için artık onlara ne korku vardır, ne de hüzün. Dünyada da ahirette de müjdelenmişlerdir. Bu cümleden olarak dünyada “Muhakkak ki, “Rabbimiz Allah’tır” deyip de sonra doğrulukta ve dürüstlükte devam edenler üzerine melekler şöyle diyerek inerler: “Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz Cennetle sevinin” (Fussilet, 41/30). Ayrıca yine ahirette “Size selâm olsun size..! Hoş geldiniz Cennet’e, ebedi kalmak üzere buyurun girin içine.” (Zümer, 39/73) müjdesine mazhar olacaklardır.
Evet, bu zümreye mensup has kullar genel olarak “velî, evliyâ, evliyâullah” şeklinde anılırlar ancak seviyelerine göre değişik isimler alırlar. Bunlardan bazıları, “Ebrâr, Mukarrabîn, Ebdâl, Nücebâ, Nukabâ, Evtâd, Gavs ve Kutup” şeklinde isimlendirilmişlerdir. (Geniş bilgi için bkz. Kalbin Zümrüt Tepeleri-3, s. 70-88, M. Fethullah Gülen)
Şimdi tekrar hadise dönecek olursak, Allah celle celâluhu, velî kullarını böyle has tuttuğunu, onlara en ufak bir düşmanlığı, husumeti affetmediğini ifade sadedinde, onlara düşmanlık yapanlara harp ilan ettiğini haber veriyor ki, bu çok ciddi bir tehdittir. Düşünsenize, birine Allah azîmuşşân, harp ilân etse onun hâli nice olur. Ne dünyası kalır ne âhireti. Allah muhafaza eylesin. O halde, bilerek veya bilmeyerek Allah’ın dostlarına veya üzerinde Allah’ın sevdiği hasletleri taşıyanlara karşı katiyyen husumet etmemeli, zarar vermemeli, belki hep yardımlarında olunmalı.
Hadis, devamla velî olmanın yollarını irşad buyuruyor.
1. Hadisten çıkan bir önemli husus şudur ki; kulu Allah’a yaklaştırmada en müessir şeyler, Allah’ın farz kıldığı şeylerdir. Bu farzlar, yerine getirildiğinde Allah’ın hoşnutluğunu kazandırıyor. Aksi durumda ise, yapmayanın üzerine borç terettüp ediyor ve cezayı icâb ettiriyor. Farzlara Allah Teâlâ, o kadar kıymet veriyor ki, bir insan, iki rekatlık sabah namazının farzından kazanacağını binlerce rekat teheccüd namazı eda etse elde edemiyor. Ramazan da tuttuğu bir günlük orucun feyzini ömrü boyunca oruç tutsa sağlayamıyor. Farz olan zekât adına verdiği on liraya mukabil nafile olarak hazineler bağışlasa karşılık gelmiyor. Üzerine farz olan birisi bir hac yerine bin defa umre yapsa elde edilmesi gereken şeyi elde edemiyor. Bu husus kayiyyen böyledir. Zira, burada kriteri koyan Rabbü’l âlemîndir.
2. Ardından, nafileler nazara veriliyor. İnsan temel ihtiyaçlar mahiyetindeki farzları îfâ ettikten sonra, bunları takviye, eksiklerini telafiye yardım, sünnete ittibâ, ibadet ahlâkı elde etmede büyük katkı sağlama adına nafileleri de boşlamamalı. Bu sayede Allah’a yakınlığı artar. Allah Rasûlü, bu tür ibadetlerin bazılarına çok ciddi tahşidatla teşvikte bulunuyor. Meselâ, sabah namazının farzından önce kılınan iki rekatlık sünnet… Bu namaz en kuvvetli bir sünnettir. Bu sünnetle alakalı olarak, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizi atlar kovalasa da sabah namazının iki rekat sünnetini terketmeyin” (Ahmed b. Hanbel, II, 405). “Sabah namazının iki rekat sünneti dünyadan ve dünyada bulunan herşeyden daha hayırlıdır” (Müslim, Misâfirîn, 96, 97; Tirmizî, Salât, 190). Bir başka hadiste, Hz. Âişe şöyle haber vermiştir: “Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem, sabah namazının iki rekatı gibi başka hiç bir nâfile namaza devam etmemiştir” (Buhârî, Teheccüd, 27; Müslim, Misâfirîn, 94; Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 2; Ahmed b. Hanbel, VI, 43, 54, 170).
3. Cenâb-ı Hakk, “bu sayede ben kulumu severim”, buyuruyor. Yâni, farzları bihakkın yerine getiren, nafilelere devam eden mü’min kul artık, mürid iken murâd, severken sevilen, arayan iken aranan haline gelmiş, Rabbin matmah-ı nazarı olmuş, naz makamına kurulmuştur. Artık o her şeye bakarken Allah’ın nuru ile bakar, firaseti açılır, basireti keskinleşir ve her şeyde Rabbinin icraatlarını müşahade eder. Kâinatı, hadiseleri birer kitap gibi okumaya başlar. Her gördüğüyle ve duyduğuyla O’nun esmasının tecelliyâtını müşâhede eder, her şeyde O’na giden bir yol bulur. İbretler, hikmetler gönlüne ve gözüne akar da çoğu zaman hayret ve hayranlıkla sermest dolaşır. İşittiği her şeyde O’na ait bir şeyler yakalar. Mevlâ, onun kulaklarını türlü yanlış duyma ve dinlemelere karşı korur. Kalbe yol bulup girecek yanlışlıklar böylelikle ne gözden ne de kulaktan bir yol bulamazlar. Her ne kadar kötü şeyler gelip onun gözüne kulağına çarpsa da duvara toslamış gibi yıkılır kalır. Yol bulup da içeri giremezler. Ancak, nûrânî, Rahmânî şeylerdir ki, onun göz ve kulağına misafir olabilirler. Elini attığında Mevlâ onun işlerine bereket verir. Yanlışa el uzatmaktan muhafaza eder. Yürüdüğü yolların istikameti hep Hakk’a çıkar. Allah onun ayaklarını kaydırmaz ve batılın semtine uğratmaz. O kulun, iradesinin hakkını vererek, elinden geleni yapıp, emirlere boyun eğmesi neticesi Mevlâ onu muhafaza edilmesi gereken yerde muhafaza eder. Yanlışa düşse hemen çıkma yollarını hidayet buyurur. Bu kulları, elbette nebiler gibi masum kalmazlar. Belki küçük hatalardan hâli olmazlar. Ama, o hatalar da onların kendi acziyetlerini, kulluklarını, beşeriyetliklerini hissetmelerine vesile olur. Bununla beraber, ciddi bir irade kahramanlığı ortaya koymalarına mukabil Allah onları çoğu kötülüklerden ve büyük günaha girmekten muhafaza edebilir. Bu tür şeylere “mahfuziyet veya mahsuniyet” denir ki, bu asla günahsızlık anlamına gelmez. Ancak, diğer kullara göre de ekstra bir lütuftur. Evet, Allah’ın aksi durumdaki kullarını, dalalet üzere bırakması da onların bu sevgiyi kazanamamalarından kaynaklanmaktadır.
4. Hadiste, “bu kulum benden bir şey isterse veririm” buyuruluyor. Kul, artık o hale gelmiştir ki, Rabbin’den neyin nasıl isteneceğini iyi bilir, Rabbine karşı edepli ve ilâhî ahlâkla ahlâklanmıştır. İstediği şeyler de Rabbinin hoşuna gidecek şeylerdir. Bu sebeple Rabbi de onu yüzüstü bırakmaz ve ne isterse lütfeder. Bu ifadeden, artık onun nâz makamını ihrâz ettiği, dediğinin kabul edilir hale geldiği anlaşılmaktadır. Bir hadislerinde Allah’ın Habîbî Muhbir-i Sâdık (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nice saçı başı dağınık insanlar vardır ki, bir meselede Allah’a kasem etseler, Allah onları kasemlerinde yalancı çıkarmaz. (Onların bütün duaları kabul görür.) Berâ b. Malik bunlardandır.” buyurmuşlardır. Sahabe efendilerimiz, Hazreti Berâ’nın dualarının çabucak kabul edildiğine o kadar çok şahit olmuşlardır ki, savaş meydanında sıkıştıkları bir anda gelip “Savaşı kazanacağımıza yemin et; Allah senin yeminini boşa çıkarmaz!” dedikleri rivayet edilmektedir.
Duası anında kabul görenlerden biri de Sa’d b. Ebî Vakkâs hazretleridir. Öyle ki, bir gün Kûfe sokaklarında yürürken bir adamın Hazreti Ali, Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah (Allah hepsinden razı olsun) gibi sahabîlere sövüp saydığını duyar. Güzel konuşması, hakaret etmemesi için adamı uyarır. Saygısız adam inat eder. Bunun üzerine Hazreti Sa’d “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der. Adam, büsbütün küstahlaşır ve “Beni tehdid mi ediyorsun?” karşılığını verir. İşte o zaman Sa’d b. Ebî Vakkâs ellerini açar ve “Allah’ım, şu adama haddini bildir; diğerleri de bundan ibret alsınlar, tâ ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın” diye dua eder. Daha aradan bir-iki dakika geçmeden nereden çıktığı bilinmeyen bir deve kalabalığın bulunduğu yere koşar, cemaatin içine dalar; birini arıyormuşçasına oraya buraya hamle yapar ve sonunda gidip saygısızca konuşan o adamı ayaklarının altına alır, üzerinde tepinir. Biraz sonra adamın acı acı feryatları kesilir ve etraftakilerin şaşkın bakışları arasında son nefesini de verir.
5. Son olarak da, “Benden sığınma talep ettiğinde, bir husustan Bana sığındığında onu himayeme alır, muhafaza ederim” buyuruluyor. İnsan hem bu dünyada hem ahirette güzellik ister. Korktuklarından emin, umduklarına nâil olmak ister. İşte hadisin son kısmı bu iki duyguya da cevap vermektedir. Kişi, önüne geçemediği korkularını yenmek, endişelerini gidermek, huzur-u kalbe nâil olmak isterse yukarıda sayılanları yaparak Rahman’ın nâzdâr bir kulu haline gelmeli. Hz. Yunus gibi denizde balığın karnına düşse, Hz. Yusuf gibi kuyuya atılsa.. çıkarılır, kurtarılır ve en güzel şekilde iltifata nâil kılınır. Hiç bir şekilde hayatın sıkıntıları, imtihanlarına karşı emniyeti olmayan, hele ahiret adına Rabbine karşı beslediği recâ ve ümidinden başka sermayesi bulunmayan bizlere düşen de, O’na, O’nun irşad buyurduğu şekliyle kul olmaktır.
Hadisin başka rivayetlerinde “Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” cümlesi mevcuttur. Buradaki tereddüdü, beşerin tereddüdü gibi anlamak yanlıştır. Allah hiç bir şekilde tereddüt sahibi değildir. Hadis alimleri bu tereddütten maksadın, Allah’ın rahmet etmesi, kulun başına gelecek bela ve sıkıntılardan önce, kulun dua etmesine mukabil Allah’ın o belalaları rahmetinin bir eseri olarak def etmesi olduğunu, ölümde ise acele etmeden suhûlet ile yavaş yavaş ruhunu kabzetmesi olduğunu ifade etmişlerdir. Allahu a’lem…
Mevlâm, bizleri farzları hakkıyla îfâya, nafilelere iştiyaka ve bu sayede Allah’ın sevgisini kazanmaya muvaffak eylesin. Onun nuruyla bakmayı, O’nun fazlıyla duymayı, O’nun yardımıyla kazanmayı ve O’nun yolunda yürümeyi nasip etsin. Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nâil eylesin. Hata ve günahlarımızı, sevdiği kulların günahlarından eylesin, sevaplarımızı sevmediği kulların sevaplarından eylemesin. Son nefesimizde hüsn-ü hatimeler nasip eylesin..!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder