"And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." (Mü'minün, 12-16 ayetler.)
İslam'ın kutsal kitabı Kuran ilk insanın yaratılışını böyle anlatır. Daha bir çok surede aynı açıklamayı okuyoruz: "Hakikat Biz onları cıvık çamurdan yarattık."(Es Safaat,11), "O, insanı bardak gibi çınlayan kupkuru bir balçıktan yarattı."(Er-Rahman,14)
Sad Suresi'nde ise, insanın yaradılışından tedirginlik duyan şeytanla Allah tartışıyor: "Rabbin o münazara zamanında meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal ona secdeye kapanın: Bütün melekler toptan secde etmişlerdi. İblise gelince, o büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştur. Allah: 'Ey İblis, kudretimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi? Yoksa gururlandın mı?' dedi. İblis :'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın' dedi." (Sad:71-76)
Kuran'a göre, Adem çamurdan yaratılmıştır, sonra onun kaburga kemiğinden Havva, sonra ikisinin birleşmesinden Habil ile Kabil. Öykü uzar gider.
Sıtkı, Luksor Tapınağında
Sıtkı, dinine bağlı bir gençti. Namazını, orucunu hiç kaçırmazdı. İmam Hatip mezunuydu. Bütün amacı daha da derinleşmekti. Süleymaniye'nin arka sokaklarında otururdu. Babası manifaturacıydı. Geceleri, Kur'an ve Hadis kitapları okurdu. Meraklı bir gençti, felsefeyle ilgilenirdi. Bütün düşüncesi, Mısır'da El-Ezher'de okumaktı.
Babası sonunda kararını verdi. Elindeki avucundakiyle, Sıtkı'yı Mısır'a yollayacaktı. Oğlu, orada okuyacaktı. Dünyalar, Sıtkı'nın olmuştu.
Mısır, Sıtkı'yı büyülemişti. Gezecek, görecek, araştıracaktı. Bir gün, ünlü Luksor Tapınağı'nı gezmeye başladı. Elinde bir katalog vardı. Sayfalarını karıştırdı. O ne? Ne kadar ilginç bir kabartma resmiydi. Hemen altındaki yazıyı yutar gibi okudu: "Kral Amonhotap III olarak betimlenen Tanrı Khnemu'yu çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratırken görüyoruz."
Sıtkı'nın kafasında birden şimşekler çaktı. Soluğu kabartmanın önünde aldı. Aklına, Kuran'daki sureler gelmişti. Kur'an, ilk insanın çamurdan yaratıldığını söylüyordu. İşte, önündeki kabartmada, öküz başlı Mısır tanrısı Khnemu, bir çömlekçi ustalığıyla, çamura biçim verip insanı yaratıyordu. Hem de Kuran ayetlerinin inişinden yüzyıllar öncesine ait bir kabartmaydı bu.."Allah, Allah.." dedi.
Düşüncelere daldı Sıtkı. Acaba, eski çağların, diğer uygarlıklarında yaratılış öyküleri nasıldı? "Tanrılara sormalı" diye düşündü. Sonra kendi kendine kızdı. Ne biçim şeyler düşünüyordu. Mısır'da öğle sıcağı ne kadar bunaltıcıydı. Gevşedi. Luksor Tapınağının loş bir köşesinde tatlı hayallere bırakmıştı kendisini. Birden silkelendi, araştıracaktı. Sıtkı, eski efsaneleri, mitoloji ve arkeoloji kitaplarını topladı. Durmadan okuyor, kitap sayfaları arasından tanrıları çağırıyor, onlarla konuşuyordu.
Zeus da çamuru kullanmış
"Ey yüce tanrı Zeus, in bakalım Olimpos dağından. Yanına Prometheus'u da al gel bakalım." Böyle bağırıyordu Sıtkı, Olimpos Dağı'na karşı. Zeus da şaşırmıştı. Aşağıda bir ademoğlu kendisine emrediyordu. Olacak iş miydi? Vardır bir hikmeti diye düşündü Zeus. Prometheus'u da yanına aldı, merakla indi.
"Önce sen anlat Prometheus, anlat bakalım insanı nasıl yarattın?"
"Ey ademoğlu, 2000 yılının adamı, anlatayım" dedi Prometheus. Falso vermemek için iyice düşündü ve söze başladı: "Babam Titan Giapeto, Zeus ile savaş halindeydi. Ağabeylerim Menezius ve Atlas'ı, gaddar Zeus cezalandırdı. Ben savaşa katılmamıştım. Fakat, Zeus'u da hiç sevmedim. Çünkü, evrenin dört köşesinde yaşanan acılara tatsızlıklara karşı çok ilgisiz davranırdı Zeus. Nefret ederdim ondan. Sonunda kararımı verdim. Kendim gibi duygulu varlıklar yaratmalıydım. Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum. Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece."
"Ey Prometheus, neden çamuru kullandın?" diye sordu Sıtkı.
"Bilmem ki," dedi Prometheus. "Ben, önceki tanrılardan böyle gördüm. Böyle terbiye aldım. Örneğin, Zeus da böyle yaratmıştı insanı."
Onlar nereden bileceklerdi Sıtkı'nın ne düşündüğünü? Kuran'ı okumamışlardı ki. Elindeki mitoloji kitabına baktı. Prometheus, doğru söylüyordu. Hışımla Zeus' a döndü:
"Sen anlat bakalım gaddar tanrı, sen nasıl yarattın insanı?"
"Namlı, şanlı Hephaistos'u çağırdım hemen, 'bir parça toprak al, suyla karıştır' dedim. 'İçine insan sesi koy, insan gücü koy. Bir varlık yap ki, yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin.' Koca Hephaistos, topal tanrı, hemen yaptı dediğimi. Bir kız biçimine soktu toprağı. Ses koydu içine. Ve, Pandora adını koydu. İşte, böyle yarattım insanı."
İyice terlemişti Sıtkı'nın karşısında Zeus. Koca yunan tanrısı, yalan söyleyecek değildi ya. Milattan önce 8.yüzyılda yazılan Hesiodos Destanı da aynen öyle anlatıyordu olayı.
"Ey Zeus, insanı yaratmak için çamurdan başka bir şey bulamadın mı?" diye sordu Sıtkı. Örneğin, demirden veya taştan yaratılsa, belki insanın mayası daha sağlam olurdu. "Bizde adet böyledir," dedi Zeus. "Benden önce, Marduk da böyle yaratmıştı insanı."
Sümerlerdeki ilk harç
"Peki, dönün bakalım yüce dağınıza," diye emretti Sıtkı. Bu sefer aklına Marduk takılmıştı. Sümer tanrısıydı, Marduk. Mezopotamya'da yaşardı. Kitabına baktı. Ilk Sümer dönemine dayanan ve milattan önce 7. Yüzyıla ait olan tabletler, 1914-1929 yılları arasındaki arkeolojik kazılarda bulunmuştu. Oluşma tarihi dörtbin yıl öncesine uzanan Sümer Efsaneleri'nde, "Enuma-eliş Destanı"nda tanrı Marduk'tan söz ediliyordu.
Sayfaları karıştırdı Sıtkı. Karıştırırken, Dicle ile Fırat'ın birleştiği bereketli topraklarda buldu kendini. "Marduuuk" diye bağırdı. Marduk hemen gelmişti. "Söyle derdini ademoğlu" dedi.
"Olimpos'un tanrısı Zeus senden söz etti. Anlat bakalım insanı nasıl yarattığını" dedi Sıtkı.
"Bizim eski tanrılar, yaptığım işlerden dolayı teşekkür etmişlerdi bana. Hallerinden çok memnun olduklarını, ancak kendilerine hizmet edecek, tanrı niteliği taşımayan bir yaratığa ihtiyaçları olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine, ben de Ea'nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu'nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim."
Bu kadar da benzerlik olur mudiye düşündü Sıtkı. Yoksa Marduk palavra mı atıyordu? Kitabından "Enuma-eliş Destanı"nı buldu. Okudu. Hayret!..Sadece Enuma-eniş'te değil, Ullikumi, Sankhuniaton gibi diğer Sümer efsanelerinde de yaratılışın ilk harcı olarak çamur kullanılmıştı. Marduk'a teşekkür etti. "Kafamı iyice açtın sevgili Marduk" dedi.
Marduk da şaşırmıştı. Kimdi bu ademoğlu? Nasıl olur da yüce tanrıları sorguya çekerdi? Zeus kendisine önceden haber vermişti. "Amam, dikkat et," demişti. "Bu Sıtkı dedikleri 2000 yılının adamı." Marduk, "Ben de Aruru'yu arayayım" diye düşündü. "Ne de olsa dayanışmak zorundayız bu devirde. Ademoğulları işi azıttı."
Gılgamış'ta da yaratılış çamurdan
Sıtkı okuyordu, sürekli. Bir ara eline Gılgamış Destanı geçti. Daha önce okumuştu. Fakat yaratılış açısından hiç incelememişti. "Okuyalım bakalım" dedi kendi kendine.
Birden karşısında Aruru belirdi Sıtkı'nın. Bulunmaz fırsattı. "Ey yüce Aruru," dedi Sıtkı, "Bir inceleme yapıyorum, tüm tanrılara soruyorum, insanı nasıl yarattınız diye?" Aruru, hazırlıklıydı. Marduk'tan bilgi almıştı. Karşısındakinin kül yutmayacağını biliyordu. "En iyisi doğruyu anlatmak," dedi ve başladı konuşmaya: "Büyük gök tanrısı Anu -ki, kendisini ben yarattım- Uruk halkının ah ve figanlarını dinlemişti. Beni çağırdı. 'Sen,' dedi, 'Beni yarattın, şimdi de fikrimi yarat.' Bunu duyar duymaz, Anu'nun fikrini kalbimde yarattım. Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda, kahraman Engidu'yu yarattım. Çamurdan yarattığım Engidu, demir gibi serttir. Bütün gövdesi kıllardan simsiyahtır. Kadın gibi uzun saçları vardır."
"Doğru söylüyor," diye düşündü Sıtkı. Gılgamış Destanı'nı hatırlamıştı. Fakat şimdiye kadar çamur meselesi ilgisini çekmemişti. Şimdi, herşey kafasında yerli yerine oturuyordu. Bereketli toprakların efsanelerinde ilk harç, çamurdu.
Önce böcekten, olmayınca çamurdan:
Acaba uzak diyarların tanrıları da insanı çamurdan mı yaratmıştı? "Çinliler ilginçtir," diye düşündü Sıtkı. "Bir de onlara bakalım." Kitapları okumaya devam etti. Çin Efsaneleri bölümünü buldu. Tanrı Pen-gu'dan bahsediliyordu. "Pen-gu" iye seslendi. Zümrüdü Anka'nın kanadına binerek geldi Pen-gu.
"Anlat bana yüce Pen-gu," diye sordu Sıtkı. "Sen nasıl yarattın insanı?"
"Ben çok kuvvetliydim," dedi Pen-gu. "Havayı toprak ve yeryüzü olarak ikiye böldüm. Sonra öldüm. Nefesimden rüzgarlar, sesimden gökgürültüsü, gözlerimden güneş ve ay, vücudumdan dağlar, kanımdan ırmaklar ve denizler, saçlarımdan yıldızlar, terimden de yağmur meydana gelmiş. Daha sonra çürüyen bedenimde kaynaşan böceklerden insanlar oluşmuş."
"Hah!" diye bağırdı Sıtkı. "İşte şimdi değişik bir öykü buldum. Demek Çinliler böcekten geliyorlar."
"Daha bitmedi, sabırlı ol," diye seslendi yüce Pen-gu, bilge bir tavırla. Ve devam etti.
"Zamanla gökyüzünün bir bölümü denizlere düşerek insanlığı yok etti. Bunun üzerine tanrıça Ngüho, yengeç elleriyle gökyüzünü yukarıya kaldırdı, denizleri yeniden sınırlarına itti ve çamurdan yeni bir insan türü yarattı."
"Hayret," dedi Sıtkı. "Demek Çin tanrıları da insanı çamurdan yaratmışlar." Pen-gu'ya teşekkür etti.
Tevrattan Kur'an'a:
Nereye al atmışsa, önüne çamurdan yaratılış çıkmıştı. Evet, hepsi birbirinden "kopya çekmiş"ti.
Acaba, Tevrat ne diyordu? İşte bulmuştu, okudu:
"Ve Allah dedi: 'Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım/Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah'ın suretinde yarattı./Ve Rab Allah yerin toprağından Adam'ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Adam yaşayan can oldu./Fakat adam için kendisine uygun yardımcı bulunmadı./Ve Rab Allah Adam'ın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı./Ve Rab Allah Adam'dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Adam'a getirdi.."
Adem ile Havva'nın ilk günahları ve cennetten kovuluşları ile devam eden bu yaratılış öyküsü, hemen hemen aynen Kur'an'a geçmişti.
Neden Çamur?
"Neden çamur?" diye düşüdü Sıtkı. Kimbilir, belki de atalarımız, kendilerine son derece gerekli olan, tüm ihtiyaçlarını karşılayan su ve toprağa özel bir önem vermişlerdi. Su ve toprak birlrşince çamur oluyordu. Zaten günümüze değin gelen büyük efsaneler, soyut düşünce sistemleri, Dicle'nin, Fırat'ın, Nil'in, Indus'un, sulak ve bol çamurlu topraklarından yeşermişti. Büyük uygarlıklar yaratan bu topraklar, zengin efsanelere de yataklık etmişti. Bin yıllar öncesi insanlarının su ve toprağa olan bu şükran borçlarını anlamamak mümkün değildir.
Ortadoğu Tanrılarının Etimolojik Gelişimi:
Ortadoğu'da çeşitli dönemlerde yaşayan halkların tanrılarının adları ilginç bir evrim gösterir:
Ibraniler'de kah "Yehova" kah "Elohim" olur. Tevrat'taki bu iki tanrı adı Yehova ve Eloha'nın geçtiği satırlara dayanılarak metin ayrılıkları saptanmış. Aramice "elah" kelimesi ile Tevrat'taki bu "eloha" kelimesi, Incil'de Isa'nın ağzından, "Eloi, eloi, Lama sabachtani" (Tanrım, tanrım. Beni niçin bıraktın) biçiminde görülür. Islam öncesi Araplar'da erkek tanrı için kullanılmış olan "ilah" kelimesi de Islamiyet'ten sonra ufak bir gramer türetilmesi ile "Allah" olur. Kur'an'ın bazı surelerinde yer yer "ilah" kelimesine de rastlanır.
"İnsan Çamurdan Yaratıldı" Efsaneleri Özeti:
Kutsal kitaplarda sözedilen "insanın çamurdan yaratıldığı" fikri, kutsal kitapların ortaya atılmasından çok daha önceki çağlarda yaşayan insanların eserlerinde ve efsanelerinde görülmüştür. Bu durum, kutsal kitapların içine bu eser ve efsanelerden alıntı yapıldığının göstergesidir. Bu efsane ve kutsal kitapların ifadeleri şu şekildedir:
1) Gılgamış Destanı: "Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda ,kahraman Engidu'yu yarattım."
2) Sümer'lilerin Enuma-eliş Destanı: "Bunun üzerine ben de Ea'nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu'nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim."
3) Çin Efsanelerinden: "Bunun üzerine Tanrıça Ngüho yengeç elleriyle gökyüzünü yukarıya kaldırdı, denizleri yeniden sınırlarına itti. Ve çamurdan yeni bir insan türü yarattı."
4) Mısır'da Luxor Tapınağı'nda bulunan kabartma bir resim: "Kral Amonhotap III olarak betimlenen Tanrı Khnemu çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratıyor."
5) Hesiodos Destanı. "Namlı, şanlı Hephaisdos'u çağırdım hemen. 'Bir parça topral al, suyla karıştır' dedim. 'İçine insan sesi koy, insan gücü koy."
6) Yunan Efsaneleri'nden: "Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum (Prometheus anlatıyor.) Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece.)
7) Tevrat'tan: "Ve Rab Allah yerin toprağından Adam'ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu."
8) Kur'an, Mü'minün 12-16: "And olsun ki Biz insanı süzme çamurdan yarattık."
9) Kur'an, Es-Safaat 11: "Hakikat Biz onları cıvık bir çamurdan yarattık."
10) Kur'an, Sad 71-76: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal ona secdeye kapanın."
Sümerler, Yaradılış Destanı ve İzleri
Dünyanın ve insanın yaratılması, insanın cennetten kovulması konusunda Sümerler ile eski Türklerin arasında çok benzer ve bazen mutabık denebilecek inançlar vardır. Yaratılış destanının Sümerlerdeki birkaç varyantı şöyledir:
1.Varyant : “Tatlı su sembolü olan AP-SU ile tuzlu su sembolu olan TİYAMAT adlı bir kadın devden gökler ve yer oluşur ve sonra ise gök tanrısı ANU, hava tanrısı EN-LİL ve deniz tanrısı EA türer. EN-Kİ’nin yarattığı bu üç tanrının da, günü, ayı ve yıldızları yarattıkları görülüyor.”
2. Varyant: “Başlangıçta yalnız su genişliği vardı. APSU (tatlı su) ile TİYAMAT (deniz, tuzlu su) beraber evreni ve tanrıları yarattılar. Sonra APSU tanrıların karşısına çıkmayı kastetti. Her şeyden haberi olan EN-Kİ onu yok etti. Öfkelenen TİYAMAT, tanrıların karşısında mücadele etmeyi kendi üstlendi. Tanrıların hiçbirisinin onun karşısında duracak gücü yoktu. Nihayet, EN-Kİ’nin oğlu MARDUK (Mar-Ud) TİYAMAT’ın karşısına mücadele etmek için kendisini teklif etti. Bunun için o, tanrılara birkaç şart önerdi.Meşveret için toplanan tanrılar MARDUK’un teklifini onayladılar ve ona yasal güç verdiler. Ağır savaşlar sonucu MARDUK TİYAMAT’ı yendi ve onun yarı gövdesinden göğü yarattı, sonra ayı ve yıldızları donattı. TİYAMAT’a güvenen bir tanrının kanından ise insanı yarattı. Sonra tanrılar meclisi onun bu başarısı onuruna ona şükranlarını sunarak onun için muhteşem bir tapınak inşa ettiler ve şenlik, toy tuttular.”
3. Varyant: Bu destanın yine bir varyantını Kramer, Sümer yazıtlarından sonuç çıkararak şöyle izah ediyor: Göğü ve yeri yaratan “Nammu” adlı bir hanım tanrıça olmuştur. Dünya bir biteviye dağ, bu dağın eteği yer ve zirvesi gök imiş. Gök tanrısı AN ve yer tanrısı KI olup onların ikisinden de hava tanrısı EN-LİL türemiştir. Başka bir rivayete göre, dünya bir ulu ağaç, onun başı gök ve tanrıların durağı, aşağı yer ve yaratıkların yaratıldığı mekân sayılır. Sümerlerin kutsal kenti “Nippur” En-Lil’in yurdu sayılmıştır. Kentin tapınağının sekisine ise “dur-an-kı” yani yer ile göğün arasındaki durak denilmiştir.”
4. Varyant: İnsanın yaratılışı: “Sümerin son dönemindeki ERİDU kenti ile ilgili mitin, insanın yaratılışına ait olduğu açıkça görülüyor. Bu mitin merkezine EN-Kİ’den yakın duran yoktu. O, akıl ve gaybın tanrısı derecesinde alkışlanmış (öğülmüş), ERİDU ve diğer Sümer kentlerin yöneticisi olan ME’leri idare etmiştir.
Yer tanrısı anlamında olan EN-Kİ yer altının iyesi (sahibi) makamında da görülmektedir. O, Babil’in tanrısı YAHVE gibi, yer yüzünü insanlaştırmak, insanları yeryüzüne yerleştirmek konusunda verdiği karardan sonuna kadar vazgeçmez. Sümerlerin verdiği bilgilere göre, EN-Kİ ağır ve derin uyuyor. Tanrılar ise onun ettiği kutsal ve ağır teklifin yükünün altında bağırıp çağırıyorlardı. Sonra annesi NAMMU ondan yol göstermesini istemek için yanına gider. EN-Kİ, sadece kendisinin annesi olmayıp belki gök ile yeri de doğuran ana tanrıça, NAMMU’ya, APSU’nun üstünde kil topraktan (balçıktan) bir diri varlık yapmasını önerdi ve tanrıların bu işte ona yardımcı olacaklarını söyledi.
Böylece insan, Sümer mitine göre Mezopotamya’nın yumuşak balçığından tanrıların yaptığı bir varlık olarak yaratılır. Tanrıça NAMMU onu bir top balçıktan yapar, sekiz tane tanrıça ise bu yaratma işinde ona yardımcı oluyorlar. Onların en güçlüsü olan ana tanrıça NİNMAH ise kendisinin hesaba katılmadığını zannederek, kendisine fazla güvenir, gurur hastalığına düşer ve kendisinin yaratma kabiliyetini ispatlamaya kalkar. Elbet, bu kötü düşünmeden vücuda gelen gazap (öfke) onu kör eder. (Öfke yüzünden iyiyi kötüyü teşhis edemez.) Yerin iyesi (sahıbı) EN-Kİ kendisinin yarattıklarını yok etmeden, sadece onlara kusur bulmakla yetinmeye razı olur. Öylece, NİNMAH balçığın kalanından yedi tane gövdesi özürlü, cins bakımından normal olmayan, hasta varlık yarattı. Onlar insan dünyasının güzelliğini bozmalıydı. Burada cennetten kovulmanın sebebi, insanın yaptığı hata olmayıp, tanrıçanın yaptığı kabalık olmuştur.
Bu hadiseyi tasvir eden metnin Landsberger tarafından yapılmış tercümesi şöyledir:
“Yukarıda gök adı olmadık çağda
Etekde yer adı olmadık çağda
Her şeyden ilk var olan ABSU (şekilsiz)
(Ve şekilsiz) şekil mayası TİAMAT, onlar her şeyi
doğurmuşlardı.
Onların suyu birbirine katıldı …
Tanrılardan hâlâ hiçbirinin türemediği çağda
Kimsenin ad ile çağırılmadığı, geleceklerin
Kesinleşmediği çağda,
O çağda tanrılar türetildi,
İlk LAHMU ve LAHAMU dünyaya indi.”
Bu metinle ilgili ünlü Türkolog Wilhelm Radlof’un (1837-1918) Türk halkları arasında topladığı materyallerden çok eski dönemlere ait destanlardan, Yaratılış Destanı şöyledir:
“Su, uçsuz bucaksız su!… Yalnız su yaratılmıştı. Zaman ve yer daha yaratılmamıştı. Sudan başka henüz hiçbir varlık yoktu. Evren, uçsuz bucaksız sularla kaplıydı. Yer gök yaratılmadan önce her şeyin su olduğu bu yokluk içinde bir Tanrı Kara Han vardı, bir de su”.
Tanrı Kara Han, beyaz bir iri kaz olmuş, bu uçsuz bucaksız suyun üstünde uçuyordu. Tüm varlıkların başlangıcı Tanrıların en büyüğü, insanoğlunun ilk atası Tanrı Kara Han, bu sonsuz boşlukta, can sıkıntısıyla uçarken, sulardan Ak Ana göründü. Tanrı Kara Han’a: “yarat” dedi.
Tanrı Kara Han, yalnızlığını gidersin, kendisiyle sularda yüzsün, boşlukta kendisiyle uçsun diye, kendine benzer “Kişi”yi yarattı. Tanrı da yaratma isteğini uyandıran bir kadındı, Ak Ana’ydı. Yaratanla yaratılan, biri ak biri kara, birlikte uçuyor, birlikte yüzüyorlardı. Kişi, Tanrı’dan daha yükseklerde uçmak istiyordu. Tanrı, Kişi’nin içinden geçenleri biliyor, kızıyordu buna. Kişi’nin uçma yeteneğini aldı. Sularda boğulmak üzereyken yalvardı Kişi: “Tanrım, bana üstünde durabileceğim bir yer yarat!” Tanrı Kara Han, “Yüksel!” diye buyurdu; Kişi’yi suların derinliklerinden yükselterek, bir yıldızın üstünde oturtarak boğulmaktan kurtardı. Tanrı Kara Han, uçmak kudretini kaybeden Kişi’nin yaşaması için yer yüzünü yaratmaya karar verdi. Suların ortasında sivri bir kaya yarattı.
Kişi, bu sivri kaya üstünde otururken sıkılıyor, derin sulara bakarken gözleri kararıyor, sulara düşüp boğulmaktan korkuyor ürperiyordu. Tekrar Tanrı Kara Han’a yalvardı.: “Üzerinde rahat yaşayabileceğim daha geniş bir toprak yarat!”
Tanrı, o zaman yeryüzünü yaratmaya karar verdi. “Suyun dibine dal, toprak çıkar” dedi. Kişi daldı; suların derinliğinden bir avuç toprak çıkardı. Tanrı Kara Han: “Saç toprağı suya!” dedi. Kişi, çıkardığı toprağı suyun yüzüne serpti. Tanrı: “Büyü!” dedi toprağa. Karalar, dümdüz, inişsiz, yokuşsuz ovalar büyüdükçe büyüdü. Kişi, kendisi için gizli bir dünya yapmak üzere bir parça toprağı ağzında saklıyordu. Tanrı Kara Han, bunu gördü: “Tükür!” diye emretmeseydi, Kişi boğulacaktı.
Kişi’nin ağzından saçılan topraklar yeryüzünü çukurlarla, bataklıklarla, dereler, tepeler, dağlar, inişler, yokuşlarla sardı. Tanrı Kara Han, dünyayı böyle bırakamazdı; bitkilerle hayvanları da yarattı. Neler yapmaları, neler yapmamaları gerektiğini bildirdi. Kişi’ye ağzındaki toprak yüzünden kızmıştı; onu o “ışık evreni”nden kovdu: “Senin adın bundan sonra erlik (şeytan) olsun!” dedi. Kişi’yi yer altındaki karanlıklara sürdü; sonra bağışladı. Erlik yalnız mı kalsındı. Tanrı Kara Han, dokuz dallı bir ağacın her dalından dokuz cins insan yarattı. Erlik’e dedi ki: “Ben insanlara buyruğumu bildirdim. Neleri yapmaları, neleri yapmamaları gerektiğini biliyorlar. Git onları kendine çağır. Benim buyruklarımı dinleyenler benden, senin buyruklarını dinleyenler senden olsun!.”
Şeytan, insanları kendisine çekmesini, kötülüklere sürüklemesini, Tanrı Kara Han aleyhine kışkırtmasını biliyor, onları Tanrı buyruğundan çıkarıyordu. Tanrı Kara Han buna kızdı, Erlik’i tekrar toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü; kendisi de göğün on yedinci katındaki nur âlemine çekildi. Yarattıklarını başıboş bırakmamak, onları doğru yola döndürmek, insanları Erlik’ten kurtarmak için bir meleğini gönderiyordu.
Tanrı Kara Han’ın oturduğu nurlu âlemi gören Erlik, birçok yakarışlarla gökle yer arasında Tanrı katına benzer bir dünya yaratmayı başardı. Bu dünyanın kötülüklere saptığını gören Tanrı Kara Han, Erlik’in dünyasını yıkmak için “Mandişire”yi yeyüzüne musallat etti. Mandişire, korkunç gök gürültüleri, depremlerle kudretli mızrağıyla dünyayı darmadağın etti bıraktı. Tanrı Kara Han, Erlik’i dünyanın en alt katında, ışıktan, güneşten, ay ve yıldızlardan yoksun bıraktı.”
Bu konu ile ilgili pekçok mitoloji kitabında ve edebiyat tarihlerinde farklı örnekler de bulunabilir.
İnsanın Tufan’dan sonra yaratılması konusunda eski şamanlığı muhafaza etmekte olan Altaylılar arasındaki bir mitte de şöyle denilmektedir: “Tufan’dan sonra ÜLKEN insanı yeniden yaratmaya karar verdi. Bir kırmızı fincanın içine bir gök renkli gül koydu. Kardeşi ERLİK bu gülün bir parçasını çaldı ve ondan bir insan yarattı. ÜLKEN bu işten incindi ve ona şöyle dedi: “Senin yarattıkların kara kayış kuşaklı ve kara olsunlar.” Sonra tekrar “benim yarattıklarım Doğu’ya senin yarattıkları Batıya gitsin.” dedi. ERLİK’in yarattığı insanlar deriden bir büyük davul yaptılar ve yeryüzünde ilk olarak şaman törenini kurdular.”
İşte dünyanın yaratılışı konusundaki mitlerde Türkistan’daki atalarımızın ve Mezopotamya’da Sümerlerin arasındaki varyantlarını gördük. Bunları karşılaştırdığımızda aralarında çok ilginç benzerlikler görüyoruz. Örneğin, onların ikisinde de başta dünyada sudan başka bir şey yok. Başka şeylerin hepsi sudan yaratılıyor. Tanrılar ile dev ya da şeytanların (iyi ile kötünün) aralarında devamlı bir mücadele sürüyor. Ve nihayet tanrıların galibiyeti ile sonuçlanıyor. İki varyantta da yaratılanların tanrıların cennetinden kovulmasının sebebi benzerdir. Yani, onların gururundan, tanrılar ile yarışmak istemelerinden kendilerine özel dünya yaratmak için yaptığı girişimlerden dolayıdır. İki varyantta da Tanrılar henüz insanlardan çok farklılaşmamış, insana benzer ancak insanüstü güçlerdir.
Günümüzde tarihçiler için genellikle dinlerin, bu cümleden olarak, kutsal kitapların, Kitab-ı Mukaddes’in tahminen 3500 yıl önce yazılmaya başlanması, Hristiyan dininin de kökünün Doğuda olması kabul görünmektedir. Bu konuda NewYork uluslar arası Kitab-ı Mukaddes’i Öğretme Cemiyeti tarafından yayımlanmış “Good News to Make You Happy” adlı kitapta şu bilgiler var: “Kitab-ı Mukaddes’in çoğunlukla neşir merkezi Batı ise de gerçekte o bir Doğu kitabıdır. Onun yazılmasında payı olan insanların hepsi doğuda olmuşlar ve Orta-Doğu’da yaşamışlardır. Ondaki olayların hepsi Doğuda gerçekleşmiş, doğu gelenek ve göreneklerini yansıtmaktadır. Örneğin, Kitab-ı Mukaddes insanın yaratıcısını kendi sürüsünü yürekten sevip koruyan ve besleyen Doğu çobanı gibi gösteriyor:
“Fakat kapıdan giren koyunların çobanıdır. Kapıcı ona açar ve koyunlar onun sesini işitirler; o da kendi koyunlarını adları ile çağırır ve onları çıkarır. Bütün kendininkileri dışarı çıkarınca onların önünde yürür; ve koyunlar ardınca giderler; zira sesini tanırlar. Ve yabancıların ardınca gitmezler, fakat ondan kaçarlar; çünkü yabancıların sesini tanımazlar.” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna 10, 2-5) “Baba beni tanıdığı gibi ben de Babayı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanırlar; ve koyunlar uğruna canımı veririm (Yuhanna 10: 15).
Nuh Tufanı
Şimdiki dinlerin hemen hepsinin kutsal kitaplarında bulunan Nuh Tufanı Destanı ile ilgili kısımlara dikkat edersek, temel düzeni bir olup çeşitli varyantlarda beyan edildiğini görürüz. Bizim bildiğimize göre bu destanın ortaya çıkışı konusunda iki görüş vardır. Birincisi, onun ortaya çıkışı 4. jeolojik zamanın sonlarındaki dünyanın hemen hemen hepsini su bastığı, buzulların eriyip, devamlı yağışların olduğu, ırmakların coştuğu döneme aittir. İkinci görüş, bu destanın Sümerler zamanında ortaya çıktığını savunmakta’dır. Aslında Avrupalıların ilgisini Mezopotamya’ya çeken şey de onların yüzyıllardır Kitab-ı Mukaddes’ten öğrendikleri bu destanın Sümerlerin çivi yazılı metinlerde bulunması idi. Bu konuda İranlı tarihçi Ravendi şöyle yazar: “M.Ö. 2300 yıllarında bu yurdun (Sümer Yurdunun) şairleri ve bilim adamları kendi tarihlerini yazmayı düşünürler. Şairler, yaratılış, ilk cennet ve bunun gibi de hakanların birinin azgınlığı sebebiyle korkunç tufanın bu cenneti gark etmesi konusunda destanlar türetmişlerdir. Bu destanı Babilliler ve İbraniler alırlar, onlar vasıtasıyla Hıristiyanların dinî inançlarının bir parçası hâline dönüşür.”
Yukarıdaki fikirlerin ikisinin de doğru olması muhtemeldir. Yani bu destanların çok eski dönemlerde ortaya çıkıp daha gelişmiş hâlde yazıya geçmiş olması mümkündür. Çünkü onların hepsinin genel teması insanların belli bir azgınlığından dolayı tanrıların gazabına maruz kalmasından ibarettir. Biz böyle bir benzerliği yukarıda Yaratılış Destanı’nda da görmüştük. Bu konuda Uhlig şunları yazar: “Sümerlerin çivi yazılarında da Kitab-ı Mukaddes’in eski metinlerinde de Nuh Tufanı’nı görürüz. Onların ikisi de büyük bir viran kalma durumunu ve onun kasıtlı olarak yapıldığını açıkça ortaya koymaktadırlar.”
Türkmenlerde de bazen ay ve güneş tutulması, deprem gibi büyük doğal olaylar olmasının nedenini kendilerinin bir azgınlığı sonucu tanrı tarafından bir uyarı olarak düşünüyorlar ve yakalarına tükürerek “tu tu” diyerek tövbe ediyorlardı. Nuh Tufanı’nın Türk halkları arasındaki bir varyantının teması şöyle: “Yakın gelecekte kopacak tufanı herkesten önce bir gök tüylü teke haber verdi. Gök tüylü teke yedi gece, yedi gündüz dünyanın dört bucağını dolaştı ve yüksek sesle duyurdu (car çekti), bundan sonra yedi gün deprem oldu ve yedi gün dağlar ateş püskürdü, yedi gün yağmur, dolu ve kar yağdı, yedi gün tufan koptu ondan sonra korkunç soğuklar başladı. Yedi kardeş vardı, Tufanın kopacağı onlara haber verilmişti. Onların en büyüğünün adı ERLİK, bir diğerinin adı da ÜLKEN idi. Onlar yedi kardeş olarak bir gemi yaptılar ve her tür hayvandan bir çift gemiye aldılar. Tufan bittikten sonra bir horozu bıraktılar, soğuğa dayanamayıp hemen öldü. Sonra bir kazı suya bıraktılar kaz dolaşıp gemiye geri dönmedi. Üçüncü kez kargayı bıraktılar o da geri gelmedi. Bir leş bularak onunla ilgilenmişti. Yedi kardeş yere, kıyıya yetiştiklerini anlayarak gemiden indiler.”
Bu destanın Altaylardan öğrendiğimiz bir varyantı da şöyle: “ÜLKEN dünya üzerindeki NOMA adında bir adama tufan olacağını söyleyerek gemi yapmasını bildirmiştir. NOMA’nın Balıksa, Sarvul, Soozunuul adında üç oğlu vardı. Bunlarla bir dağın tepesinde gemi yaptılar. İçerisine insan ve yaratıklardan birer çift aldılar.”
Bu destanın Sümerlerdeki varyantının teması şöyle:
Tanrılar bir tufan göndererek insanı yeryüzünden yok etmek için anlaşıyorlar. İnsanı cehennemin o tarafındaki topraktan yaratan EN-Kİ, onu bu tehlikeden kurtarmak istiyor. EN-Kİ Sippar kentinin takva hakanı ZİU-SUDRA’nın yanına vararak onu tanrıların bu düşüncesinden haberdar ediyor. ZİU-SUDRA (Nuh) bir gemi yaparak her cinsten yaratıktan birer çift gemisine bindiriyor …..
Korkunç tufan kopuyor ve gemi altı gece, altı gündüz büyük dalgalarla boğuşarak yedinci gün güneş tanrısı UTU yer ve göğü ışıklandırıyor, tufan sona eriyor, ZİU-SUDRA, UTU’nun önünde diz çöküp bir öküz kurban kesiyor ve bir de koyun keserek ziyafet veriyor…..
ZİU-SUDRA varıp EN-LİL ve ANÛ’nun önünde diz çöküyor. O insanı ve diğer yaratılanları tehlikeden kurtardığı için ebedî yaşayışa eriyor. Bu geminin akibeti yazılı levhaların bozulması dolayısıyla belli değildir. Ancak, metnin diğer bir bölümünde ZİU-SUDRA ve diğer canlı hayvanların kurtulmasının ardından tanrıların buyruğu ile DİLMUN topraklarında yerleşiyorlar ve böylelikle yeni yaşam Dilmun’da başlıyor. Bu destan sonraları Akkad, Babil ve Asurların mitlerinde mükemmelleşiyor.”
Bu destan Sümerlerde Gılgamış Destanı ile karışıyor (ne demek istendiği anlaşılmıyor). Onun diğer bir varyantında ZİU-SUDRA bu haberi işittikten hemen sonra onu Gılgamış’a duyuruyor.
Destanın yukarıdaki Sümer ve Türkî varyantlarının ana teması bir olmakla beraber, buna ek olarak, destanın asıl kahramanı olan Nuh’un adı ve lâkabı iki varyantta da benzerdir. Yani, Sümer varyantında Nuh’un Ziu-sudra Türkî varyantında Noma’nın oğlunun adı Soozunul isimleri benzerlik göstermektedir. Bunun gibi de Nuh ile Noma sözcükleri hem yansıma bakımından yakın, hem de yukarıda tarih bölümünde söz edildiği gibi, NU sözcüğünün Sümer dilinde de Türk dilinde de insan anlamında kullanılması anlamlıdır.
Bu destanın Mezopotamya varyantına bakalım. Ancak bu metinlerin Sümerlerden sonraki dönemlerde geliştirilmiş metinlerden çevrilmiş olması muhtemeldir. Çünkü metinde bazı Sümer isimleri yerine sonraki Samîlerin değiştirdiği isimler yer almıştır.
Ey kamıştan çit, ey kamıştan ev, ey duvar
Ey kamıştan ev, dinle: Ey duvar, anla:
Ey Şuruppak’ın adamı, Ubar Tudun’un oğlu
Evi yık, bir gemi yap.
Serveti terket, hayatı kazan.
Mülkten nefret et, hayatı kurtar.
Bütün hayvan tohumlarını gemiye getir.
Yapacağın geminin
Bütün büyüklükleri ölçülü olacaktır.
Uzunluğu ve genişliği aynı olacaktır.
Sonra onu sulara indir.
Anladım ve efendim, Ea’ya dedim:
Evet efendim, emrettiklerini
Hürmetle karşıladım. Onları yapacağım.
Fakat şehre, halka ve ihtiyarlara ne diyeceğim?
Ea ağzını açtı ve konuştu
Ve kullarına, bana dedi:
Sen ey insan, onlara şöyle diyeceksin:
Tanrı Enlil bana karşı fena fikir besliyor.
Bu yüzden artık şehrinizde oturmam
Ve bundan sonra yüzümü artık Enlil toprağına
Çevirmeyeceğim
Tanrım Ea ile yaşamak üzere suların içine ineceğim.
Fakat, o sizin üzerinize servet yağdıracaktır
Bir sürü kuş, bir yığın balık
….. Bol bir ürün,
Lütûfları
….(Başınıza inecek) dolu yağacaktır.
(Şafak sökünce)…..
…..(Tablette birkaç satır kırılmış ve okunamamıştır).
Güneş batmadan (?) geminin yapılması bitmişti.
….Müşküldü.
Gemiyi yapanlar gemiyi… yukarı ve aşağı
götürdüler.
İki sülüsanı idi (üçte iki)
Benim olan bütün şeyleri ona (gemiye) yüklettim.
Benim olan bütün hayvan tohumlarını ona yüklettim.
Bütün ailemi ve akrabamı gemi içine aldım.
Ova sürülerini, kır hayvanlarını, bütün sanat adamlarını içeriye
aldım. Tanrı Şamaş, bana bir zaman kararlaştırmıştı (diyerek):
…Gönderen, akşam üstü bir dolu yağdıracak.
O zaman gemiye gir ve kapını kapat.
Gösterilen zaman yaklaştı.
…. Gönderin, akşam üstü dolu yağdırdı.
Yaklaşan boranın manzarasını seyrettim.
Buna bakarak dehşetli bir korkuya kapıldım.
Gemiye girdim ve kapımı kapadım.
Geminin dönencisi, gemici Puzur, Enlil’e (…)
Büyük evi (gemiyi) bütün içindekilerle ona emanet etti.
Sabahın ilk ışığında.
Göklerden kara bir bulut çıktı.
Onun içerisinde Tanrı Adat görülüyordu.
Nabu ve Sarruh (Marduk) önden gidiyorlardı
Nidâ edici olarak tepe ve ovalar üzerinde
yürüyorlardı.
İrragal (Nergal) geminin kazığını kırdı.
En-Urta (İnurta), ilerdeki kasırgayı indirdi.
Annuanaki’ler ışıklarını parlattılar.
Parıltılarıyla yeri aydınlattılar.
Adat’ın kasırgası gökleri süpürdü.
Her ışık parıltısı karanlığa döndü.
….Yer sanki….bitmişti.
Bütün gün (Sağanaklar indi)…
Süratle yükseldi….Su, dağlara yetişti.
(Sum) Halka bir savaşçı gibi hücum etti.
Kardeş kardeşi görmüyordu.
İnsan göklerde tanınmıyordu.
Tanrılar kasırgadan ürkmüşlerdi.
Onlar Anû’nun göğüne çekildiler.
Tanrılar köpek gibi duvara büzülmüşlerdi.
Tanrıça İştar doğuran bir kadın gibi bağırıyordu.
Tanrıların sonuncusu tatlı bir sesle şöyle feryat ve figan ediyordu:
O gün çamura döneydi
Zira ben, tanrılar heyetine fenalık teklif ettim
Tanrılar heyetine ben nasıl fenalık ettim?
Halkımın yok edilmesi için ben nasıl savaş teklif ettim?
Halkımı ben mi yarattım?
Ki onları ufak balıklar gibi denize atabileydim.
Tanrılar yere kapandılar ve oturup ağladılar.
Ağızları sımsıkı kapanmıştı.
Sekiz gün ve gece.
Fırtına bütün şiddetiyle devam etti ve kasırga
memleketi bitirdi.
Yedinci gün kasırga, bora ve yağış durdu.
Ki bir ordu gibi mücadele etmişti.
Deniz sakinleşti, yırtıcı rüzgâr dindi, kasırga kesildi.
Gündüz olunca dışarıya baktım, sesler kesilmişti.
Ve insanlık çamura dönmüştü.
Bütün yer dümdüz olmuştu.
Pencereyi açtım ve ışık yüzüme çarptı.
Yere kapandım, oturdum ve haykırdım.
Gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya akıyordu.
Dünyanın dört tarafına baktım. Etrafı kaplayan suların sınırlarına baktım.
Oniki ada tepeleri görünüyordu.
Gemi Nisir (….) dağının üzerine oturdu.
Nisir dağı gemiyi tuttu ve kımıldatmadı.
Birinci günde, ikinci günde, Nisir dağı gemiyi tuttu.
kımıldatmadı.
Üçüncü gün, dördüncü günde Nisir dağı gemiyi tuttu ve
kımıldatmadı.
Beşinci günde, altıncı günde Nisir dağı gemiyi tuttu ve
kımıldatmadı.
Yedinci güne gelince,
Bir güvercin çıkardım ve salıverdim.
Güvercin uçtu ve (sonra) geri geldi.
Üzerine konacak yer bulamadığından geri geldi.
Bir kırlangıç çıkardım ve salıverdim
Kırlangıç uçtu ve (sonra) geri geldi.
Üzerine konacak yer bulamadığından geri geldi.
Karga uçtu, alçalan suları gördü.
Yedi sulardan geçti (?) yükseldi (?) geri gelmedi.
O zaman her şeyi çıkardım. Her tarafa yaydım ve bir
kurban kestim.
Dağın tepesinde bir adak sundum… yakut mücevherleri asla unutmadığım gibi,
Bu günleri daima düşünecek, ve onları asla unutmayacağım.
Tanrılar Adat’a gelsin.
Fakat Adat’a, Enlil gelmesin.
Çünkü düşünmedi ve kasırgayı çıkardı.
Ve halkımı yok etmek için, onun üzerine salıverdi.
Enlil yaklaşınca
Gemiyi gördü, o zaman Enlil suratını astı.
Tanrılara, İgigi’ye karşı öfkelendi (ve dedi)
Hayatını kurtarabilen birisi mi var?
O, sağ kalmayacaktır.Umumî harabiyette hiçbir insan sağ kalmayacaktır.
O zaman En-Urta ağzını açtı ve konuştu.
Ve savaşçı Enlil’e dedi:
Ey tanrılar prensi, ey savaşçı!
Sen nasıl hiç düşünmeden bir kasırga çıkarabildin,
Günahkâr olanın günahı kendi başına insin.
Tembihe aykırı hareket edenin kabahati kendi başına insin.
Fakat merhamet edin ve (her şey) yok olmasın.
Tahammüllü olun (ve insan lekelenmesin)…
Bana gelinci, ben büyük tanrıların sırrını beyan
etmedim.
Atra-Hasis’e … bir rüya gösterdim o tanrının
sırrını bu suretle duydu.
Şimdi onun hakkında artık bir karar verin.
Bunun üzerine tanrı Enlil bir gemiye girdi.
Elimden tuttu ve beni önüne getirdi.
Karımı da önüne getirdi ve yanımda diz çöktürdü.
Alınlarımıza dokundu, aramızda durdu, bizi kutladı
(ve dedi):
Uta-napiştim bundan evvel sırf bir insan gibi,
Fakat şimdi, Uta, napiştim ve karısı bizle, tanrılar gibi
olsunlar.
Uta-napiştim uzakta nehirlerin ağzında kalacaktır.
Ve onları uzak bir yere götürdüler ve nehirlerin
ağzında oturttular.”
Destanın başka bir varyantının Amerika Kızılderilileri arasında olduğunu XVII. Yüzyılda oraya giden İspanyol seyyahlar tespit etmişlerdir. Ancak onların varyantında insanlar bu tufandan yaptıkları yüksek bir kulenin üzerine çıkarak kurtulmuşlardır.
Sümerlerin dinî inançları konusunda Eski Sovyetler Birliğinde Diakonof ve Kuvalof yönetiminde yapılan çalışmada şöyle yazılıyor: “Sümer mitlerinde ve dinî inançlarında en temel sorun ölüm ve yaşamdır. Niçin insanlar fâni olarak, tanrılar ebedî olarak yaşıyorlar? Onların dinî destanlarının birinde insanın fâni olmasının sebebi ADA-PA (Sümer dilindeki ada, Türk dilindeki ata bir anlamdadır. B.G.) adındaki ilk insanın yaptığı hatadan diye düşündürülüyor. O, tanrı EA’nın sevdiği oğlu imiş. EA’nın aklı çok olduğu hâlde onu ebedî yaşayıştan mahrum etmişler. Bir gün ADA-PA için ebedî yaşayış kazanmaya fırsat doğmuştur. Ancak bu işten vazgeçmiştir. ADA-PA’yı güney yelinin kanatlarını kırdığı için ANUM’un yanına çağırmışlar. EA ona orada ölüm yemeğini ve suyunun sunulacağını, ondan tatmaması gerektiğini duyuruyor. ADA-PA’nın kusuru incelenirken diğer tanrılar onu aklamaya başlıyorlar. ANUM da yumuşayarak ona acıyor. Dua dirilik yemeğinin ve suyunun sunulmasını emrediyor. Ancak o (ADA-PA) buna rağmen yiyip içmekten sakınıyor. ANUM merakla neden yemediğini soruyor. ADA-PA cevabında “benim babam EA bana bir şey yiyip içmememi söyledi.” Bu cevaptan sonra Anûm “onu tekrar yere atın!” diye buyruk verdi.”
Biz eski insan uygarlığının önemli bölümünü oluşturan dinî inançların hem Türkistan’daki hem de Mezopotamya’daki Sümerler ve eski atalarımız arasındaki görünüşlerini gözden geçirdik. Onların ikisinde de çeşitli yaşam şartlarını hem de tarihî dönemleri anlatan inançları görüyoruz. Ancak onların arasında genelde iki tip dinî inanç açıkça farkedilmektedir. Onların birincisi ekonomide avcılığın ve hayvancılığın temel rol oynadığı döneme ait olan “Animizm” dir. Bu inancı savunanlar bütün yeryüzünü göze görünmeyen iyelerle, cinler ve devlerle dolu görüyor ve halk arasında cadıcılık (sihirbazlık) gelenekleri ve görenekleri temel rol oynuyordu. İkinci inanç ise, hayvancılıktan tarımcılığa ve yerleşik yaşama geçilerek, ilk köylerin ve kentlerin meydana gelmesi dönemine ait olan “Naturizm” dir. Bu dinî inanç sisteminde belli bir düzen hakimdir. Ekonomik ve toplumsal ilişkilerde şahlar, hakimler ve çeşitli bölge ve kentlerin arasında oluşan düzenler, tanrıların arasına da yansımıştır. Bunun gibi de tarımda temel rol oynayan “gök” ve doğanın diğer güçlerine hem de “öküz”e tapınmak ortaya çıkıyor. Bilim adamları bu süreci şöyle açıklıyorlar: “İşte boyların birleşmesiyle büyük kabilelerin kurulduğu ve bir kabilenin diğerine baş eğdirmesiyle egemen bir “sülâle”nin belirdiği sıralarda, aile atalarına tapınma niteliğindeki animizmin natürizme dönüştüğü görülmektedir. Gerçekten ilkel tarımın natürizmin kaynağı olduğu açıktır. Geniş ölçüde doğal güçlerin etkisine bağlı olan tarımcılığın insanları güneş, yer, su vb. doğa nesnelerine ve olaylarına üstün güçler yüklemeye, doğanın en önemli ve belirgin yönlerini tanrılaştırmaya ve bu güçler ile egemen varlıklar arasında bir aynileştirmeye sürüklendiği anlaşılmaktadır.”
Yukarıda görüldüğü gibi Sümerlerin dinî inançlarında Şamanlığın izi açıkça görülüyorsa da, ancak hakim olan temel inanç ikinci tipte olmuştur. Bu inanç sisteminde en üst yeri gök tanrısı ANU alırken, hemen ardından yer tanrısı EN-Kİ ile yel tanrısı EN-LİL ve ondan sonra ise ikinci sınıf tanrı ve tanrıçalar sistemi görülmektedir. Bizim eski atalarımızın arasında da böyle dinî inançların var olduğunu biz yukarıda açıklamıştık.
Bizim düşüncemize göre, gök tanrının özel yeri olan çok tanrılı dinî inancın ilk meydana geldiği Türkmenistan (Genel Türkistan) olmalıdır. Bu inancın yüze çıkması ise “Änev” /Anû uygarlığının meydana geldiği dönem olmalıdır. Sümerler de bu dinî inacın mayasını bu yurttan götürmüş olmalıdır. Onların gök tanrısının adı ANU sözcüğü ise, yukarıda da açıkladığımız gibi Türkmence ÄNEV sözcüğü ile aynı olması açıkça görülmektedir. Burada altının çizilmesi gereken bir önemli mesele de Sümerlerin kendi gök tanrılarına dingir (tanrı), yel, yer ve diğer tanrılarına ise “EN” (iye, sahip, pir) takma ad koymalarıdır.
Arkeologların günümüze kadar Türkmen topraklarından ortaya çıkardığı çeşitli tanrıçalarının hem de kutsal öküzlerin çok sayıdaki heykelleri de bu fikre temel oluşturmaktadır. Çünkü onların hepsi Mezopotamya’da tekrar oluyor. Eski Türkmenistan ile eski Mezopotamya arasındaki birbirine denk gelen yer-yurt ve insan adlarını da buna eklemek mümkündür.
Bu fikri daha güçlü destekleyen başka bir delil de Amerika’nın ünlü bilim adamı Durant’ın dünyanın en eski uygarlık beşiklerinin başında Änev (Anau) ün gelmesi hem de uygarlığın çeşitli görünüşleri yönünden “tek tanrıcılık” inancının ilk kez Türkistan’da (Orta Asya’da) ortaya çıktığı konusundaki bilimsel açıklamalardır.”[79] Çalışmanın “Sonuç” bölümünde Durant’ın bu konudaki görüşüne tekrar yer verilecektir.
BAYRAMLAR
İnsan toplumlarında bayramlar başta din ile ilgili olarak meydana çıkmıştır. Sümerlerin dinî inançları gibi onların bayramları ile Türk mitolojisindeki bayramlar arasında da benzerlikler vardır. Hem Sümerlerde hem de Türk mitolojisinde bayramların en önemlisi bahar bayramıdır. Kışın ağır ve şiddetli günlerinin bitmesi ve ardından hayata tam coşku, sevinç ve heyecan veren bahar mevsiminin başlaması, tüm hayatının doğa şartlarına bağlı olan eski insanlarda ne derece sevinç, coşku ve hareket yaratmış olduğu bellidir. Aslında bahar bayramının felsefesinin özü “yeniden doğuş”’tur. Güngör bu konuda şöyle der: “Tarihin eski ve en medeni milleti olan Sümerler kozmolojik bir strüktüre sahip olan yeni yıl bayramını kutluyor, bunu A-ki-til diye adlandırıyorlardı. Burada kullanılan Til sözcüğü yaşamak, yeniden doğmak anlamına geliyordu. Bu bayram Sümer-Akad sentezi içinde de yer aldı ve Akadlar ona Akitu adını verdiler.”
Biz çalışmamızın dil bölümünde “til” sözcüğünün Türk dilendeki “diri” sözcüğü ve “ki” sözcüğü ise Türk dilindeki “kır” kelimesi ile aynı kökten olduğu düşüncemizi izah edeceğiz. Şimdi ise bu bayramın çeşitli varyantları ve onların arasındaki anlamlı benzerlikler üzerinde duralım:
Sümerlerde Bahar Bayramı (yeniden doğuş)
“Mezopotamya’nın büyük kentlerinde hemen hemen her gün tanrılara kurban sunma töreni yapılıyordu. Et, tarım ürünleri, su, şarap vb. ziyafeti veriliyordu. Çeşitli kokular kullanılıyordu. Bu törenler sadece ruhanîler tarafından yönetiliyordu, ancak gündelik törenlere sade insanlar ya katılamıyor, ya da çok az katılabiliyordu. Ancak bunun aksine her yılda ya da belli aylarda kutlanan bayramlara tüm sade insanlar da büyük coşku ile katılarak dinî törenlerini de yapıyorlardı. Bu bayramların en önemlisi ise ilkbaharın başında kutlanan bahar bayramı idi. Şenlikler gün boyunca devam ediyordu. Onun en önemli ve ilginç fırsatları kutsal düğün idi Bu düğün Kitab-ı Mukaddes’te TAMMUZ diye adı geçen Uruk kentinin hakanlarından olan Domuzi’nin rolünü oynayan hakan ile İN-ANNA’nın rolunü yerine getiren yüce ruhanî kadının beraberce ortaya çıkmasıyla sahneleştiriyor. Gerçekte bu düğün töreninde yani DOMUZİ ile Uruk kentinin koruyucu tanrıçası İN-ANNA’nın kutsal düğünlerinin yıllık tekrarında iki temenni vardı. Birincisi, yurtta bolluk ve bereketin temin olmasından, ikincisi ise kentin hakanına tanrıçanın kocası makamında uzun ömür verilmesinden emin olmaktı.”
Ünlü Türk Sümerolog’u Muazzez İlmiye Çığ’ın çok değerli eserlerinde bu konuda etraflı bilgiler bulunmaktadır. Bu eserlerden alınan, Ludingirra adlı bir Sümer şair ve öğretmeninin bu konuda yazdığı öyküsünün parçalarına göz atalım:
“Çocukluğuma ait ilk anımsadığım olay, korkunç bir kalabalık ile Tapınağa koştuğumuz. Herkes büyük bir sevinç içinde Tanrıçamız ile Tanrımız evlenecek diye birbirini kutluyordu. Bunun ne demek olduğunu bir türlü anlayamıyordum… Neler göreceğimi merakla bekliyordum. Nihayet büyük bir alana geldik. Karşıda, göğe kavuşacakmış gibi yükselen “zigguratı”(basamaklı kule) ile yeni yapılmış gibi pırıl pırıl parlayan E-KUR Tapınağı göründü.
Yaptığım araştırmaya göre bu bayramın başlangıcı, biz Sümerlere dayanıyormuş. Öyküsü şöyle:
Sevgili Tanrıçamız Inanna bilbad (venüs) yıldızından gelmiş veya onunla bir ilişkisi varmış. Biz o yıldızı çok çok sıcak olarak biliyoruz.. İnancımıza, yıldızın Tanrıçamıza büyük bir ateşlilik ve cinsel güç veriyormuş. Bu yüzden ona “Aşk Tanrıçası” adı verilmiş.
Tanrıçamız günlerden bir gün yeraltı kraliçesi olan kız kardeşi Ereşkigal’ı görmek için yeraltına gitmeye kalkar. Galiba asıl amacı yeraltı kraliçeliğini de ele geçirmekti. O, yeraltına gidenin bir daha çıkmayacağını biliyor, ama kendisi bir Tanrıça, kardeşi de oranın kraliçesi olduğuna göre çıkabileceğini umut ediyor. Fakat yine de veziri Tanrıça Ninşubur’a, “Eğer üç gün içinde yeraltından çıkmazsam, Tanrılarımızın toplantısına git ve beni kurtarmaları için rica et!” diyor…
Kardeşi onu görünce büyük bir kızgınlıkla, “Niçin geldin buraya? Bilmiyor musun buraya gelen bir daha çıkamaz” diye acı bir bakışla bakar bakmaz Tanrıçamız, çiviye asılı ceset gibi kaskatı oluveriyor. Aradan üç gün üç gece geçiyor; veziri bekleyedursun, ne gelen var ne giden! O hemen Tanrılar Meclisine koşar, Tanrılara birer birer yalvarır; hiçbiri aldırış etmez. Hatta babamız Enlil, onun büyükbabası olduğu halde “Gitmese idi, ne işi vardı orada?” der, yardım etmeye hiç yanaşmaz. İyi ki, bizim bilgelik Tanrımız Enki var. O hemen Kurgarra ve Kalaturra adlı iki cini yaratır, ellerine yaşam suyunu, yaşam yiyeceğini vererek yeraltına gönderir. Onlar Tanrıçanın üzerine ellerindekini serper serpmez, Tanrıça dirilir ve hemen yeraltından çıkmak için davranır. “Dur hele, buradan böyle kolay çıkılmaz, yerine birini bırakman gerek” der oradakiler. Hemen kimi bırakacak Tanrıça! “Ancak yeryüzüne gidince birini gönderebilirim” der. Tanrıça, yanında korkunç görünüşlü yeraltı cinleriyle yeryüzüne çıkar ve yerine gönderecek birini aramak için kent kent dolaşmaya başlar. Her gittiği kentte Tanrıları, Tanrıçalarının yok oluşuna üzülmüş, çuval giysiler içinde bulur ve hiç birini vermeye kıymaz.
En sonunda kocası Dumuzi’nin oturduğu Kullab kentine gelir. Bir de ne görün, kocası en güzel ve görkemli elbiselerini giymiş, başına tacını koymuş, tahtına kurulmuş oturuyor; umurunda değil karısının yok oluşu! Tanrıçamız, onu öyle görünce o kadar kızar ve sinirlenir ki, hırsından “Alın bunu, benim yerime yeraltına götürün” der. Onlar da Dumuzi’yi yaka paça sürükleyerek yeraltına götürürler…
Buna çok üzülen (Dumuzi’nin) kız kardeşi Tanrıçamız Geştinanna, Tanrılar meclisine başvurarak “Ne olur kardeşimin yerine beni göndersin yeraltına” diye yakarmış. Fakat Tanrıçamız Inanna, kocasının yaptığı saygısızlığın ve acımasızlığın cezasız kalmasına gönlü razı olmadığından hemen ona karşı çıkmış. Onun üzerine Geştinanna, “Öyle ise yılın yarısını ben yeraltında geçireyim, diger yarısını da kardeşim geçirsin” demiş. Çok kızgın olmasına karşın kocasının bütün bir yıl boyunca yeraltında kalmasını istemeyen Tanrıçamız bu öneriyi uygun görüp Tanrılar Meclisine kabul ettirmiş. O olaydan sonra Tanrımız Dumuzi, kış aylarını yeraltında geçirdikten sonra, yaz başlangıcında yeryüzüne çıkıp sevgili karısı ile birleşiyor. Biz, bu birleşmenin yeryüzüne bolluk ve bereket getireceğine inanıyoruz. Bunun için Tanrımız yerine kralımız, Tanrıçamız yerine bir baş rahibe yılda bir kere beraber olurlar. Onların beraber oldukları bu günlerde, şarkıcılar, ozanlar heyecan verici ateşli aşk şarkıları söyler ve çalarlar…”
Oğuzhan Günü
Gülkaian “Oğuz günü” hakkında Cami-i Tevârih adlı esere dayanarak şunları yazıyor: Türkler Yafes İbn-i Nuh’un kökündendir, onlar doğu kısmına geldiler. Bu göçme dolayısı ile Yafes’in adı “Abulce” yahut Abulbeceye olarak değiştirildi. Inanc kentine yakın olduğu “Ortak” ve “Kurtak” yerlerini yayla olarak seçti ve kışlak için “Yursak”, “Gagian”, “Karakum”, “Talas” ve “Karaseyren”i beğendi. Abulbece handan, “Dip Bakuy” adlı bir oğlan oldu… Dip Bakuy dört oğula sahip oldu. Karahan’dan bir oğlan oldu ve adını Oğuzhan tayin ettiler. Oğuz’un doğumu ile çiçekler ve ağaçlar ve yeryüzü yeni hayata başladı. Oğuz bir kaç yıl sonra aynı zamanda kendi rakipleri ve düşmanlarına üstün gelerek Talas şehrinden Buhara’ya kadar feth etti. O günden dolayı “Büyük düğün” yahut “Büyük şenlik” yaygın olarak, Oğuz günü veya yeni gün olarak tanımlandı.”
Hunlarda Bahar Bayramı
Bu Sümerli bayramına benzer bahar bayramının Hunlarda da var olduğu konusunda şu bilgiler vardır: Çin kaynakları Hun kültüründen söz ederken, her yılın başında yapılan dinsel törenlere değinmektedir. Bu törene Hunların 24 boyunun başbuğu katılmakta ve yılın beşinci ayında da Lung-Çeng şehrinde toplanılarak atalara, Gök tanrıya, yer-su ruhlarına kurban sunulmaktadır. Hakan her sabah çadırından çıkarak güneşe ve geceleri aya tapmaktadır.”
Ayzıt Bayramı
Ayzıt bayramı Altayların güzellik tanrısı AYZIT’a atfedilmiş bir bayram olarak ilkbaharın başında ormanlarda kutlanırmış. Bayram törenleri Akşamanlar tarafından yönetilirdi. “Şamanlara ak ve kara lâkapları onların giyindiği elbisenin rengine göre verilmiştir. Bayram günlerinde evler temizlenir, süslenir, en iyi yemekler pişirilir, en güzel elbiseler giyilirmiş. Şaman dokuz kız ve dokuz delikanlı seçerek sağ ve sol yanına alır, sonra onları AYZIT’ın sarayına götürür ve orada şenliklere başlanır. AYZİT şöyle betimlenir: Başında ak başlık, omzunda ak atkı, ayaklarında ise kara çizmesi vardır, bu giysileriyle ormanda ağaçlar arasında yaşar ya da kayalara arkasını vererek uyur.”[85]
Göktürklerde Bahar Bayramı
Türk dünyasının en ünlü destanlarından sayılan Ergenekon destanına göre Göktürkler düşmanları tarafından müthiş katliama uğradıktan sonra, çok az sayıdaki kalanları bir yere toplayarak şöyle karar vermişlerdir: “Yurdumuza varalım desek, dört taraftaki eller hep bize düşman. En iyisi dağlar arasında kimsenin yolu düşmeyecek bir yer arayıp bulmalı” deyip sürülerini dağa sürdüler, gittiler. İyice gezip dolaşarak gördüler ki, orasının geldikleri yoldan başka, hiç yolu yok. O yol da öyle bir yol ki, at veya deve bin güçlükle yürüyebilirdi; bir yanlış bassalar parça parça olurlardı. İçerisindeki genişliğin ise hiç sonu yoktu. Orada akarsular, pınarlar, türlü otlar, türlü türlü avlar vardı. Orasını görünce Tanrıya şükürler ettiler; hayvanlarının kışın etini yediler, yazın sütünü içtiler, derilerini giydiler, o yere Ergenekon adını verdiler. İki Türk prensinin zamanla oğulları çoğaldı. Kayı Han’ın çok çocuğu oldu. Dokuz Oğuz Han’ın daha az çocuğu doğdu. Kayı Han’ın çocuklarına “Kıyat” dediler, Dokuz Han’ın çocuklarına da iki ad koydular; Bir kısmına “Tokuzlar” diğer bir kısmına da “Türülken” dediler. Bu iki hanın oğulları uzun zaman Ergenekon’da kaldılar; enine boyuna uzayıp yayıldılar. Her boy başka başka oymaklarla genişledi.
Ergenekon’da dört yüzyıldan çok oturduktan sonra hayvanları, nüfusları o kadar çoğaldı ki, artık sığışamaz oldular. Çare bulmak için kurultay toplandı. Dediler ki: “Atalarımızdan işittik, Ergenekon’un dışında geniş yerler, güzel yurtlar varmış… Bizim yurdumuz eskiden oralarda imiş, düşmanların başkanlığı altında başka eller, bizim soyumuzu zaptetmişler. Tanrıya şükür biz şimdi o hâlde değiliz ki düşmandan korkup da dağda kapanıp oturalım. Dağın arasından yol arayıp bulalım, göçüp çıkalım, bize dost olanlarla görüşelim, düşman olanlarla savaşalım.”
Herkes bu düşünceyi doğru gördü; çıkacak yol aradılarsa da bulamadılar. O zaman biri şöyle dedi : “Burada bir demir madeni var, yalınkata benziyor. Onun demirini eritirsek yol açılırdı. Oraya varıp baktılar ve bu fikri de makûl gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun ve bir kat kömür koydular; dağın üstünü, arka ve beri yanını böylece doldurduktan sonra, yetmiş deriden körük yapıp yetmiş yerde kurdular, körüklediler. Tanrının kudretiyle, ateş kızdıktan sonra, demir dağ eriyip akıverdi, yüklü deve çıkacak kadar bir yol açıldı, o ayı, günü ve saati belleyerek dışarı çıktılar. O günden beri Göktürklerde âdet olmuştur, o günü bayram sayarlar; bir parça demiri ateşe koyup kızıl hâle getirirler, sonra Han bunu demir kıskaçla tutarak örse koyar ve çekiçle döver. Beyler de bu günü, hapisten çıkıp ata yurduna dönülen günü olduğu için kutsal bilirler.
Ergenekon’dan çıkınca, Göktürklerin ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün ellere elçi gönderip Ergenekon’dan çıktığını bildirdi. Tüm iller, Göktürklerin Ergenekon’dan çıkışını öğrenince baş eğdiler. Büyük Türk Kağanı Börteçine’yi ululadılar. Düşmanlarsa karşı çıktı, vuruştular. Göktürkler üstün geldi. Düşman büyüklerini kılıçtan geçirdiler, küçüklerini de kul ettiler. Böylece dört yüz elli yıl geçtikten sonra öçlerini aldılar; ata yurduna yerleştiler. Eskisi gibi dünyanın en büyük ulusu oldular.”
Bilim adamlarının açıklamasına göre Göktürklerin sert dağlardan çıktıkları zaman, her yer, çöller yem yeşil ve her yan gül-çiçeğe bürünmüş, tam kainat sevinç ve coşku içinde imiş. Gerçekte bu Göktürklerin yeniden doğuşunu simgelemektedir. Veliyev’in açıklamasına göre Ergenekon’dan çıkılan gün 9 Mart olmalıdır.
Uygur Bahar Bayramı, İlk Yaz, Buku Kağan, Köken ve Yeniden Doğuş
Bu bayram hakkında Aktok-Kaşgarlı şunları kaydetmektedir: “
… Uygur boylarının ;Yaradılış ve yeniden doğuş efsanesi;
Buku Kağan Efsanesi; Türk Mitolojisinin en önemlilerinden biridir…Çin kaynakları uzun uzun bu efsaneyi anlatır:
Orada bir ağaç var, doğadan iki akar su akıyor, Tola ve Selingan iki nehrin arasında bulunan kuru ve ulu bir ağacın üzerinde hamileliğe benzeyen ur gibi bir şişkinlik belirir. Gökten sık sık bir ışık inmektedir. 9 ay 9 gün sonra ağacın üstündeki şişlik yarılır ve beş çocuk belirir. Bu beş küçük çocuk Uygur Türklerinin doğuşunu fakat aynı zamanda Uygurların yeni nesillerle doğa gibi yeniden oluşumunu temsil eder…
Takeo, Buku Kağan mitinin oluşumunu erken Orta Çağ Uygur takvimlerine dayanarak aşağı yukarı 28 Şubat-21Mart olarak verir… Buku Kagan mitinin iki anlamı vardır: Birincisi Uygur Türklerinin kökeni, ikincisi “Yeniden Doğuş”, Bahar Bayramı, yenilenme… Uygur Türk toplumu Budizm, Maniheizm, Nasturi Hristiyanlığı, Islam gibi çeşitli inançları kabul etti. Ancak bütün bu dinlerin temelinde ulusal inançları olan “Gök Tanrıcılığın” akisleri açık olarak izlenebilir. Ağacı dölleyen Gök Tanrı’nın ışığıdır… Bu mitin “Bukhan” adı ile Moğolca varyantında “Bir Tanrıça Bukhan’la evlendi, erkek çocuğu oldu. Onu bir ağaç kovuğunda sakladı. Bukhan çocuğu oradan çıkardı”
Türkmen Mitolojisinde Yeniden Doğuş “Akpamık Masalı”
Akpamık masalı Türkmenlerin, kökü çok eskiye, Türkmen tarihinin başlangıç çağlarına dayanan çok yönlü ve anlamlı masallardan birisidir: Çok eski çağlarda bir ailenin tek kız çocuğu olan “Akpamık” kendisinin erkek kardeşinin olmamasından dolayı büyük üzüntü ve hüzün içersinde yaşar. Oysa onun 7 erkek kardeşi büyük dağların yamaçlarında avcılıkla yaşar ve kendilerinin kız kardeşlerinin olmamasından çok kızgın oldukları için evlerine uğramazlar imiş. Akpamığın anne ve babası ise Akpamığın, kardeşlerini aramak için dağlara gidip kendisini tehlikeye salmasından korkarak bu meseleyi saklarlar, ona duyurmazlar. Günün birinde Akpamık 7 kardeşinin mevcut olup, onların dağlarda yaşamak’ta olduklarını komşularının birisinden duyar ve hemen yola çıkar. Nihayet O, 7 kardeşini bulur, büyük sevinç ve mutluluk’la onların yanında beraberce yaşamaya başlar…
Günün birinde Akpamığın kardeşleri “Devlerin” arasında müthiş bir savaş başlar. İlk defa onlar bir Kara Deve üstün gelerek onu öldürürler, nihayet, çok sayıda Devler birden saldırır ve bu 7 kardeşi öldürerek etlerini yer ve kemiklerini ise atıp giderler. Bir yerlerde gizlenerek bu tehlikeden kendisini kurtarabilen Akpamık, büyük ve ağır üzüntü ile karşı karşıya gelir, ancak çökmeden bayılmadan, kardeşlerini yeniden diriltmenin çaresini aramak ve bulmak için büyük yolculuğa çıkmaya karar verir…
Uzak yolları geçer, sert dağları, ırak memleketleri aşar ve nihayet çok yaşlı ve bilge hanıma durumunu anlatınca O, Akmamığa şöyle der: Karşıdaki tepenin ardında “Akmaya” (Türkmenlerde bir deve çeşidi) adında bir deve vardır, eğer o devenin sütünden götürüp kardeşlerinin kemiklerinin üstüne serpersen hemen dirilirler. Ancak bu deve insana karşı çok serttir ve kimsenin yanına yaklaştırmaz. Tepenin yanındaki otlakta devenin yavrusu otlar, belki ona yalvarırsan sana yardımcı olabilir.
Akpamık gül çiçege bürünmüş yem yeşil otlakta otlamakta olan yavrunun yanına yavaşca yaklaşır, derdini anlatarak yardımcı olması için ona yalvarıp yakarır. Yavru ona yardımcı olmaya razı olur. Nihayet Akpamık Akmaya’nın sütünden alıp götürür. Sütü kardeşlerinin kemiğinin üstüne serper ve kardeşleri hemen dirilir. Onlar kendilerinin ağır bir uykuya daldıklarını zan ederler. Akmamık’ın olanları onlara anlatmasının ardından, heyecan ve sevinç her yere ve herkese hakim olur. Onlar kız kardeşlerine, gösterdiği bu büyük başarı ve fedakarlıktan dolayı şükranlar sunar, mutlulukla yeni yaşamlarına başlar, düğünler yapar ve evlenirler…”
Görüldüğü gibi esas felsefesi yeniden doğuş, hayatın yenilenmesi ve devamı anlamına gelen bahar bayramının, Sümerler ile Türklerin, özellikle Türkmen mitolojisi arasında çok anlamlı benzerlikler ve hatta denklikler bulunmaktadır. Örneğin, Akpamık efsanesinde de tıpkı Sümerlerdeki gibi yeniden diriliş doğanın yemyeşil ve gül çiçeklere büründüğü ve hayvanların bol süt verdiği bahar mevsiminde gerçekleşir. Bu masalda Akpamığın en küçük kardeşinin adının Bayram olması da çok anlamlıdır. Aşağıda göreceğimiz gibi, bu metinlere ait Sümer sözcüklerinin izi de çeşitli Türk dillerinde bulunmaktadır.
Sümer Dinî Adlarının Türk Dilindeki İzleri
DİNGİR: Sümerologların açıklamasına göre bu sözcük günümüzdeki Türk lehçelerindeki Tanrı, Tañgrı, Tengri sözcükleriyle aynıdır. Bu sözcüğün Sümer yazı dilindeki belgisi bir (*) yıldız işaretidir. Bu işaret Sümer dilinde iki türlü telâffuz edilmiştir. Birisi DİNGİR, diğeri ise AN yani “gök” (Türkmence Asman) “yukarı” ve “uzak” demektir.[89]
Daha önceki satırlarda tanrı ve göğün Sümerlerde olduğu gibi eski Türklerde de aynı anlamda olduğu belirtilmişti. Radloff’un açıklamasına göre Orhun yazıtlarında da Tengri hem Tanrı hem de gök anlamına gelmektedir.[90]
AN: Bu sözcük yukarıda da belirtildiği gibi “gök”, “uzak”, “yukarı” anlamındadır. Onun çeşitli şekilleri Sümer ve Türk dillerinden başka İndo-German dil grubundan sayılan Farsça’da da kullanılmaktadır. Ancak aşağıdaki delillere göre bu sözcüğün aslı Farsça olmayıp Türk-Sümer diline ait olduğunu gösteren deliller vardır:
1. Sümer dili Fars ve diğer Aryan dillerinden daha eski bir dil olup, üstelik bu dilin gramer bakımından İndo-German bükünlü (flektiv) dillere ait olmayıp Türk dilin de içinde bulunduğu bitişimli (agglutinativ) dillere dahildir. Burada yukarıda da izah edildiği gibi çivi yazısı vesilesiyle çok sayıda Sümer sözcüğünün Samî ve İndo-German dillerine girmiş olmasını da göz önünde bulundurmak gerekir.
2. Birkaç dilde birlikte kullanılmakta olan bir sözcüğün hangi dile ait olduğunu belirtmek için o sözcüğün bu dillerden hangisinin gramerine uygun olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin, NUR sözcüğü günümüzdeki Türk, Fars ve Arap dillerinde geniş çapta kullanılmaktadır. Ancak onun Arap dilinin gramerine uygunlukta envar / tenvir / münevver / şekillerde kullanıldığına bakarak bu kelimenin Arapça olduğu kabul edilmektedir. Buna göre eğer biz AN sözcüğünün Sümerce, eski Türkçe, Farsça dillerinden hangisine ait olduğunu aynı esaslara göre araştırırsak onun bir Türk-Sümer kelimesi olduğu açıkça ortaya çıkacaktır.
AN-A ANA ONA BE ANCA
AN-DA/Anna ANDA ONDA/Onna DER ANCA
AN-TA ANTA ONDAN(andan) EZ ANCA
Görüldüğü gibi AN sözcüğünün ismin çeşitli hâllerindeki durumu Sümer ve Türk dillerinde hemen hemen aynı olduğu hâlde Farsçada durum çok farklıdır. Yani, Türk ve Sümer dillerinde bu hâller sadece ekle izah edilirken, Farsça’da edatlara ihtiyaç duymaktadır.
3. Ortak sözcüklerin hangi dile ait olduğunu belirtmenin bir diğer yolu bu sözcüğün bu dillerde çeşitli kullanılma şekillerinin var olma durumudur. Bu çalışmanın diğer bölümleri de dikkate alınırsa AN sözcüğünden türemiş ANU (Anev), ANNA gibi çok sayıda isimlerin hem Türkmen hem de Sümer dillerinde mevcut olduğu görülecektir. Türkmen dilinde eski Türkçe’de olduğu gibi AN-DA kullanımını yaygın olarak gösteren pek çok edebî metin de mevcuttur. Örneğin, Mahdumgulu’nun şu dizelerinde olduğu gibi:
Ya Hızır-İlyas ile Şah Süleyman andadur
Ya Selim Şah Mekke Hani İbni Sultan andadur
Bayezit Sultan Uveys Harakanî Migan andadur
Dayanur Musa asası Marı gördüm şondadur.
Anda sözcüğü “yukarı, yüksek, uzak, cennet, ahiret” anlamlarını taşımaktadır.
ANU : Sümerlerin en büyük tanrısı olan gök tanrının ve en büyük tapınaklarının ismidir. Bu adın Anû sözcüğü ile bir olduğundan şüphelenmeye gerek yoktur. Sümerce’de ENU (gök) ve ENNU (koruyucu) anlamlarının olması dikkate değerdir.
Bu sözcüklerin AN’dan türediği açıkça bellidir. Türkmence’de INDEW (INNEW) sözcüğünün de korumak kelimesine yakın bir anlamı vardır.
İN-ANNA: Bazen büyük tanrı ANU’nun kızı, bazen de onun hanımı konumu görünmektedir. Burada dikkati çekici ve önemli olan mesele ANNA kelimesine başka bir sözcük eklenerek hem Sümerlerde, hem de günümüzdeki Türkmenlerde geniş ölçüde insan adı olarak bulunmasıdır. Örneğin, ANNA-TU (büyük tanrının hanımı olan tanrıça) ve KULİ-ANNA (Dumuzi’nin lâkabı). Bu Sümerli adları ANNATUVAK, ANNAKULİ (Annaguli) ANNABERDİ, ANNABİBİ vb. Türkmen adları ile hemen hemen aynıdır. “Uruk kentindeki büyük bir tapınagın adı da E-Anna(Haus des Anu) yanı Annanın evi´dir.”
KULİ-ANNA: sözcüğünün anlamına gelince ANNA tanrının adı ve KULİ sözcüğünün birinci hecesi olan KU oturmak, konmak ve Lİ ise ile, beraber anlamındadır. Sonuçta KULİ sözcüğü beraber oturmak, yakın dost gibi manalarını veriyor.
Böylece Türkmen adı olan Annakulı / Annagulı sözcüğünden tanrının yakını, dostu anlamını çıkarabilmek mümkündür. Burada Cuma günü için ANNA GÜNÜ’nün kullanılması da düşündürücüdür. Bu kullanımın tanrı günü anlamına geldiğini sadece Sümer dilinin yardımıyla anlayabiliyoruz.
EN-LİL: Yukarıda görüldüğü gibi “yel” ve “hava” tanrısı, yel piri demektir. Bu sözcükteki LİL Türk dilindeki “yel” sözüyle bir anlamdadır. EN sözcüğü ise büyük tanrıların adı ile gelmektedir. Bu sözcük Delitzsch’in açıklamasına göre yüksek, iye, pir, ağa anlamlarına gelmektedir, ENU ve ENNA şekillerinde yazılarak gök, koruyucu, saklayan, ruhani gibi anlamlara gelmektedir.Buradaki dikkatimizi Türkmencedeki İNNE-MEK ve ya “inde-mek” (himaye etmek, sahip çıkmak, örneğin zayıf ve hasta bir çocuğun bakımı ile ilgili olarak “bunu kim inneyecek?” denmektedir) sözcügüne yöneltmek mümkündür.
EN-Kİ: Yer tanrısı. Bu sözcüğün ikinci hecesi olan Kİ Sümercede GİR şeklinde de görülmektedir. Bu sözcük yer, belli bir yer, yurt anlamındadır. Türkçedeki KIR / GIR / YER / KIYI sözcükleri de aynı kökten olabilir diye düşünülmektedir.
URAS: Yerin ana tanrıçası; diğer adları Kİ ve EN-Kİ’dir.
Bu sözcüğün Türkmen adı “Oraz” ile bir kökten olması mümkündür. Tanrı ve din ile bağlı olan ORAZ Türkmen adı olarak çok çeşitli ekler ile oldukça kullanılmaktadır. Örneğin, Orazkuli, Orazverdi, Orazgül vb.
ADA-PA: İlk adam, Adem Baba/Adam Ata Sümer dilinde ADA günümüz Türk lehçelerindeki ATA sözü ile aynıdır.
ARUNAS: Tanrılaşan denizin adı.
Bu sözcük günümüz Türkmencesindeki ARNA (Irmak) sözcüğüne hem yansıma hem anlam bakımından çok yakındır.
DOMUZİ: Sümerlerde üretim ve bereket tanrısı, aynı zamanda Haziran ve Temmuz aylarının adı. Türkmencede TOMUS, yaz mevsimi için kullanılmaktadır.
BARAK: Hızlı giden ve cennet hayvanı olan köpeğin adı. “Şamanlar da Barak adlı köpeğe binerek göğe çıkmışlardır. Kırgızlar’da cins köpeğe Barak denilmiştir. Oğuz destanında İt-Barak kavminden bahsediliyor. Onların totemleri de kuştan türemiş bir köpektir”.
Bu Sümer sözcüğünün kökünün Türkmen dilindeki bar (var, varmak) ile bir olması mümkündür. Türkmencedeki baragan (hızlı giden, ulaşan, varan) sözcüğü de BARAK sözcüğü ile yansıma ve anlam bakımından benzerdir.
E-GAL: Mabet veya saray anlamına gelen bu kelime Tevrat’da HEGAL olmuştur .
Kelimenin birinci hecesindeki E Türk dilindeki Ev ile aynı anlamda olup ikinci hece GAL ise ulu ve büyüktür. E-GAL ise ulu.
Türk Yaradılış Destanı
(Yeryüzünün Yaratılması)
Her şeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı.
Tanrı bir şey düşünmüyordu. Kişi, yel çıkarıp suyu dalgalandırdı; Tanrı’nın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı’dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. “Bana yardım et!” diye bağırıp Tanrı’dan yardım istedi.
Tanrı “Yukarı çık!” dedi, o da sudan çıkıverdi. Sonra Tanrı, “Sağlam bir taş olsun!” dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Tanrı ile Kişi, taşın üzerine oturdular. Tanrı, Kişi’ye “Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!” diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı’nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Tanrı’ya götürdü.
Tanrı, Kişi’nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken “Yer olsun !” diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Tanrı, yine Kişi’ye “Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar!” diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu, bir avucundakini Tanrı’dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Tanrı’dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Tanrı’ya uzattı. Tanrı, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. O’nun suya serptiği toprak gibi, Kişi’nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı’yı buluyordu. O’ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı’ya yalvarmağa başladı: “Tanrı! Gerçek Tanrı! Bana yardım et”.
Tanrı, Kişi’ye “Ağzındaki toprağı ne için sakladın” dedi. Kişi, “Kendime yer yaratmak için saklamıştım” diye yanıt verdi. Tanrı da, “Öyleyse at ağzından ve kurtul” dedi. Kişi’nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Tanrı, “Artık sen günahlı oldun” dedi, “Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır. Bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun”.
Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Tanrı, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. “Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun!” dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Tanrı, “Dokuz dalın her birinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz ulus olsun!” dedi.
Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Tanrı’ya gürültünün nedenini sordu. Tanrı, “Ben bir kağanım, sen de kendince bir kağansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim ulusumdur!” dedi. Erlik, Tanrı’dan bu ulusu kendisine vermesini istedi. Tanrı, “Olmaz!” diye karşıladı; “Sen git kendi işine bak!”.
Erlik’in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Tanrı bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşünedursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı.
Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: “Tanrı bize şu yandaki dört dalın yemişini yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı’nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş dalın yemişi de bizim aşımız oldu”
Bu yanıt, Erlik’i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Törüngey denilen erkeğe yaklaştı. Ona “Tanrı size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz” dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi.
Doğanay’ın karısı Eje, yanlarına geldi. Erlik, Törüngey ile Eje’ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Törüngey, Tanrı’nın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Eje dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Törüngey ile Eje’nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, her biri bir ağacın ardına saklandılar.
Derken Tanrı geldi. Bütün ulus, kaçışıp bir köşeye gizlendi. Tanrı, “Törüngey! Törüngey! Eje! Eje! Neredesiniz” diye haykırdı. Törüngey ile Eje “Ağaçların arkasındayız” dediler, “Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz”. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Tanrı, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde her birine ayrı cezalar verdi. “Şimdi sen de Körmös’ten (Şeytan’dan) bir parça oldun” diyerek yılana verdi ilk cezayı. “İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler!” dedi.
Eje’ye döndü, “Sen, Körmös’ün sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın”.
Törüngey’e de şöyle diyerek cezasını verdi: “Körmös’ün aşını yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik’in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek.”
Tanrı, Erlik’e de kızdı. “Benim adamlarımı niçin aldattın ?” diye sordu öfkeyle. Erlik “Ben istedim, sen vermedin” dedi, “Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp dövüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım”.
Tanrı da, “Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum” diyerek Erlik’i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden şöyle dedi: “Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok. Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size May-Tere’yi göndereceğim”.
May-Tere, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da May-Tere yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti.
Erlik, May-Tere’ye yalvardı: “Ey Gök Oğul, bana yardım et. Tanrı’dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana”. May-Tere, Erlik’in dileğini Tanrı’ya iletti. Tanrı aldırış etmedi. May-Tere, altmış yıl yalvardı. Sonunda Tanrı, Erlik’e haber gönderdi: “Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin!”
Erlik, söz verdi. Tanrı’nın katına çıktı. Baş eğdi. “Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım” diye yalvardı. Tanrı, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular.
Tanrı’nın en sevgili kullarından olan Mangdaşire, bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: “Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik’in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor.” Mangdaşire, bu üzüntü içinde Erlik’e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Mangdaşire’yi kaçırdı.
Mangdaşire, Tanrı’nın katına çıktı. Tanrı, “Nereden geliyorsun?” dedi. Mangdaşire, “Erlik’in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde bin bir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik’in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik’le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı” diye yanıt verdi.
Tanrı, üzülmemesini söyledi. “Erlik’e benden başka kimsenin gücü yetmez” dedi, “Erlik’in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik’in gücünden üstün olacak”. Mangdaşire’nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.
Gün geldi, Mangdaşire güçleneceğini anladı. O gün Tanrı, Mangdaşire’yi yanına çağırdı. “Var git. Güçlendin artık. Erlik’in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin” dedi, “Sana, kendi gücümden güç verdim”. Mangdaşire şaşırdı: “Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik’i nasıl yok edebilirim?”. Tanrı, Mangdaşire’ye bir kargı verdi. Mangdaşire, kargıyı alıp Erlik’in göklerine gitti. Erlik’i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik’in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı’nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik’in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.
Erlik, varıp Tanrı’dan kendine yeni bir yer istedi. “Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı” dedi. Tanrı, Erlik’i yerin altındaki karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. “Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim” dedi.
Bunun üzerine Erlik, “Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim” dedi. Tanrı, “Yo, onları sana vermeyeceğim” dedi, “İstiyorsan kendin yarat”.
Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Bir vurdu, kurbağa çıktı. Bir vurdu, yılan çıktı. Bir vurdu, ayı çıktı. Bir vurdu, domuz çıktı. Bir vurdu, Albıs (kötü ruh) çıktı. Bir vurdu, Şulmus (kötü ruh) çıktı. Sonunda Tanrı, Erlik’in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Tanrı, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmez, tüyü yelek olmaz Kurday denilen kuştur. Tanrı, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.
Bu olanlardan sonra Tanrı, insanlara “Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim” dedi.
Yardımcı ruhlarına döndü: “Şal-Yime; sen, rakı içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri de alma. Benim için, bir de kağanları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.
İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Körmösler size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Benim adımı söylerseniz korumam altında olacaksınız. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal-Yime kalacaklar; size yardımcı olacaklar.
Yapkara! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin canlarını çalmak isterse, Mangdaşire’ye söyle; o güçlüdür.
Şal-Yime! Sen de iyi dinle. Albıs, Şulbus yeraltındaki karanlıklar ülkesinden çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen May-Tere’ye bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları kovar.
Podo-Sünku, Ay’ı ve Güneş’i bekleyecek. Mangdaşire, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. May-Tere, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak.
Mangdaşire, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret”.
Sonra, Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire, Tanrı’nın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Mangdaşire kendi kendine mırıldandı: “Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek”. Bir yel geldi, Mangdaşire’yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Yapkara insanlara “Mangdaşire’yi Tanrı yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Tanrı’nın yargısı budur” dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder