ZÜLKARNEYN'İN YECÜC MECUC MÜCADELESİ GENEL
The map is taken from a ms from Ibn Said: Kitab al-bad’ wa-al-ta’rikh (1570) Ibn Said al Maghribi (1250) Kitab Djoughrafiya fi l’ aqalim al Sab (Book of maps of the seven climes) born in Spain
--------------------------
Kitab Djoughrafiya fi l’ aqalim al Sab
NOT : Mavi işaretlkediğim yerler Yecüc ve Mecüc Diyarı
NOT : Mavi işaretlkediğim yerler Yecüc ve Mecüc Diyarı
2.8 Zülkarneyn’in Ye’cûc ve Me’cûc ile Mücadelesi
”قالوا يا ذا القرنين إن يأجوج ومأجوج مفسدين في الأرض فهل نجعل لك خرجاعلى أن تجعل بيننا
وبينهم سدا “
“Dediler
ki: Ey Zülkarneyn; Ye’cûc ve Me’cûc doğrusu bu ülkede bozgunculuk
yapıyorlar. Bizim ve onlar arasında bir sed yapman için sana vergi
verelim mi?”2.8.1 Terminolojik Olarak Ye’cûc ve Me’cûcYe’cûc ve Me’cûc bir görüşü göre, acemi isimdirler, diğer bir görüşe göre ise müştak yani türetilmiştir.[1] Âsım, bunları hemzeli olarak “Ye’cûc ve Me’cûc”يَاْجُوجُ وَ مَا ْجُوجَُ) ) şeklinde okumuş, diğer kıraat imamları ise hemzesiz olarak “Yâcuc ve Mâcuc” يَاجُوجُ وَ مَاجُوجُ) ( şeklinde okumuşlardır. Bir başka rivâyette bu iki kelimeyi “Âcüc ve Mâcüc” ( آجُوجُ وَ مَاجُوجُ) şeklinde okuyanlar da olmuştur.[2] Ebu’l-Hasan el-Ahfeş hemzeli ve hemzesiz okunmasının caiz olduğunu söylemiştir.[3]
[1] er-Râzî, C.21, s.170, el-Kurtubi, C.11, s.56.
[2] er-Râzî, C.21, s.170; el-Beğavî, C.3, s.180.
[3] el-Kurtubi, C.11, s.56.
2.8.1.1 Ye’cûc ve Me’cûc Kelimesinin Arapça Olduğunu Savunanlar2.8.1.1.1 Kök harfleri “اجج”
2. Ye’cûc “çok tuzlu oldu’ mânâsındaki “تاجج الملح ” ifadesinden alınmıştır.
3. Kuteybe şöyle der: “Bu kelime, erkek deve kuşunun, koşmasındaki sesi duyulduğunda kullanılan “اَجَّ الظليم” deyiminden alınmıştır.”
4. Dil bilimcisi Halil’in kanaatine göre ise “اََج ”, mercimek gibi bir tahıldır. “مَج” kelimeside, tükrüğün tükürülmesidir. O iki kelimenin, bundan alınmış olması muhtemeldir.[2] et-Taberî, hemzenin zait olmadığı kanaatindedir. Çünkü bu Arapların lisanlarında böyle bilinmektedir.[3]
2.8.1.1.2 Kök harfleri “ يجج و مجج”
2.8.1.2 Ye’cûc ve Me’cûc kelimesi Arapça değildirYe’cûc ve Me’cûc kelimelerinin aslının başka dillerden Arapçaya girdiğini iddia edenler, bu kelimelerin aslını bir çok dillere dayandırmışlardır. İbrânice’den Arapçaya girdiğini iddia edenlere göre kelimenin aslı Ahd-i Atik’te geçtiği üzere “Gog ve Magog”tur. Magog kelimesi aynı zamanda yaşadıkları ülkenin adı olarak da kullanılmıştır.[5]
Musa Carullah Bigiyef(v.1369/1949), “Gog” kelimesinin Türkçe “Gök” kelimesinden türemiş olabileceğini iddia etmiştir. Ahd-i Atik’te “yâ” harfi olmaksızın “Gog” şeklinde gelmesini, ve Sâmi lügatlarından başka yerlerde geçmemesini, bu kelimenin İbrânice’den alınmadığına delil saymıştır.[6]
el-Kâsımî ise tefsirinde, Kâf dağı diye bilinen, Kafkas dağlarının arkasında, Dağıstan bölgesinde bulunan bir dağda “Âkûk ve Mâkûk” adlı bir toplumun yaşadığını ve Arapların bunları, kendi dillerinde “Ye’cûc ve Me’cûc” şeklinde ifade ettiklerini iddia etmiştir.[7]
Âzat, Moğolların, Ye’cûc ve Me’cûc olduklarından yola çıkarak, M.Ö. 600 yıllarında bu kavme “Mongol” ismi verildiğini, bugünkü Moğolistan civarında yaşadıklarını, bu kelimenin aslının “Mongog” veya “Monçuk” olduğunu ve bu kelimenin “Me’cûc” kelimesine yakın olduğunu iddia etmiştir.[8]
İslâmi kaynaklardan bir kısmında Ye’cûc ve Me’cûc ile ilgili ilginç tariflemeler vârit olmuştur. Onlardan bir kısmının sedir ağacı gibi uzun, bir kısmının eni ve boyunun eşit olduğu ve bir kısmının ise çok büyük kulakları olduğu ifade edilmiştir. Yine artışlarını ifade için, bir kişinin, kendi neslinden bin çocuk görmedikçe ölmeyeceği, hatta insanların onda dokuzunun Ye’cûc ve Me’cûc sulbünden olduğu ileri sürüldüğü gibi, bir kısmının insana bir kısmının hayvana benzediği, hayvanlar gibi ot yedikleri ve yine vahşi hayvanlar gibi buldukları şeyleri parçaladıkları, yılan akrep vb. haşeratları yedikleri gibi çeşitli görüşler günümüze kadar ulaşmıştır.[1] Hatta, onların insan eti yedikleri söylenmiştir. Birbirine tezat rivâyetler de çoktur. Örneğin, bazı kimseler, bunları bedenleri küçük, boyları bir karış kadar kısa insanlar olarak tavsif ederken; bazıları da uzun boylu iri cüsseli olarak tavsif etmiş ve kuşların pençesi gibi, pençeleri bulunduğunu, yırtıcı hayvanların azı dişi gibi dişleri olduğunu söylemişlerdir.[2] Bütün bu rivâyetlerin, yeri geldikçe metin ve senet kritiklerini yapmaya çalışcağız.[3]
2.8.1.1 Ye’cûc ve Me’cûc Kelimesinin Arapça Olduğunu Savunanlar2.8.1.1.1 Kök harfleri “اجج”
“اجج” kökünden gelmiştir. Abdurrahmân b. Hürmüz el-A`râc ve İmam Âsım
bu kelimenin kök harflerinin hemzeli olduğunu iddia etmişlerdir.[1]
Hemzenin asli harflerden olduğunu kabul edenlere göre hemzesiz okuyuş
olan “Yâcûc ve Mâcûc” يَاجُوجُ وَ مَاجُوجُ) ), hemzenin elife çevrilmesi
suretiyle elde edilmiştir. Hemzenin kök harflerinden olması durumunda
bu kelime çeşitli anlamlara gelmektedir:
1. Kısâî, “Ye’cûc”un ateşin tutuşması ve cayır cayır yanması mânâsına olan “ تَََاَجَّجَ
انَّارُ” deyiminden alındığını, çok hızlı hareket ettikleri için
“Ye’cûc” adını aldıklarını; “Me’cûc”ün de, denizin dalgası mânâsında
olan “موج البحر ” tabirinden geldiğini söylemiştir.2. Ye’cûc “çok tuzlu oldu’ mânâsındaki “تاجج الملح ” ifadesinden alınmıştır.
3. Kuteybe şöyle der: “Bu kelime, erkek deve kuşunun, koşmasındaki sesi duyulduğunda kullanılan “اَجَّ الظليم” deyiminden alınmıştır.”
4. Dil bilimcisi Halil’in kanaatine göre ise “اََج ”, mercimek gibi bir tahıldır. “مَج” kelimeside, tükrüğün tükürülmesidir. O iki kelimenin, bundan alınmış olması muhtemeldir.[2] et-Taberî, hemzenin zait olmadığı kanaatindedir. Çünkü bu Arapların lisanlarında böyle bilinmektedir.[3]
2.8.1.1.2 Kök harfleri “ يجج و مجج”
“
يجج و مجج” kökünden gelmiştir. et-Taberî ve onun gibi düşünen
müfessirlere göre bu kelimeler “Yâcûc ve Mâcûc” şeklinde hemzesiz olup
kök harfleri “ يجج و مجج” dir. Her iki kelimede bulunan elif ise
zaittir.[4]
Arapçada
“ماجوج” su gibi sıvı şeyleri, ağızdan dışarı püskürtme, sözü, ağızdan
anlaşılmayacak şekilde hızla söyleme, serpilme büyüme, anlamlarına
gelir.2.8.1.2 Ye’cûc ve Me’cûc kelimesi Arapça değildirYe’cûc ve Me’cûc kelimelerinin aslının başka dillerden Arapçaya girdiğini iddia edenler, bu kelimelerin aslını bir çok dillere dayandırmışlardır. İbrânice’den Arapçaya girdiğini iddia edenlere göre kelimenin aslı Ahd-i Atik’te geçtiği üzere “Gog ve Magog”tur. Magog kelimesi aynı zamanda yaşadıkları ülkenin adı olarak da kullanılmıştır.[5]
Musa Carullah Bigiyef(v.1369/1949), “Gog” kelimesinin Türkçe “Gök” kelimesinden türemiş olabileceğini iddia etmiştir. Ahd-i Atik’te “yâ” harfi olmaksızın “Gog” şeklinde gelmesini, ve Sâmi lügatlarından başka yerlerde geçmemesini, bu kelimenin İbrânice’den alınmadığına delil saymıştır.[6]
el-Kâsımî ise tefsirinde, Kâf dağı diye bilinen, Kafkas dağlarının arkasında, Dağıstan bölgesinde bulunan bir dağda “Âkûk ve Mâkûk” adlı bir toplumun yaşadığını ve Arapların bunları, kendi dillerinde “Ye’cûc ve Me’cûc” şeklinde ifade ettiklerini iddia etmiştir.[7]
Âzat, Moğolların, Ye’cûc ve Me’cûc olduklarından yola çıkarak, M.Ö. 600 yıllarında bu kavme “Mongol” ismi verildiğini, bugünkü Moğolistan civarında yaşadıklarını, bu kelimenin aslının “Mongog” veya “Monçuk” olduğunu ve bu kelimenin “Me’cûc” kelimesine yakın olduğunu iddia etmiştir.[8]
[1] er-Râzî, C.21, s.171; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî , C.16, s.16.
[2] el-Beydâvî, C.3, s.522; el-Kurtubî, C.11, s.55-56; Ebu’s-Suûd, C.5, s.244.
[3] Bkz. er-Râzî, C.21, s.170; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.16; İbn el-Manzûr, Lisânü’l-Arab, “e.c.c”
maddesi. Beyrut, 1970. Şâtıbî, bu kelimelerin, “hızlı hareket etme,
dalgalanma ve ateşin yakıp yok etmesi” gibi mânâlara gelmesi sebebiyle
bu kelimelerin Arapça kökenli olmasının daha doğru olacağını
söylemiştir. Bkz. Şâtıbî, Sirâcü’l-Kârî, Beyrut ts. s.282.
[4] er-Râzî, C.21, s.170; et-Taberî, a.g.e., C.16, s.16.
[5] Bkz. Tekvin 10/2; Hazakial 38/1-3, 39/1-2; Tesnsiye 28/49-57; Yeremya 5/15-18.
[6] Musa Carullah Bigiyef, Kur’anı Kerim Ayetlerine Göre Yecuc ve Mecuc; Harut ve Marut, Hzr.Ömer Faruk Kutay, İstanbul 1950, s.10.
[7] el-Kâsımî, C.11, s.4102.
[8] Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân, Segâfetü’l-Hind, C.1, sayı:3, s.26.
İSLAMİ KAYNAKLARA GÖRE YECÜC MECÜC GENEL
2.8.2 İslâmi Kaynaklara Göre Ye’cûc ve Me’cûcİslâmi kaynaklardan bir kısmında Ye’cûc ve Me’cûc ile ilgili ilginç tariflemeler vârit olmuştur. Onlardan bir kısmının sedir ağacı gibi uzun, bir kısmının eni ve boyunun eşit olduğu ve bir kısmının ise çok büyük kulakları olduğu ifade edilmiştir. Yine artışlarını ifade için, bir kişinin, kendi neslinden bin çocuk görmedikçe ölmeyeceği, hatta insanların onda dokuzunun Ye’cûc ve Me’cûc sulbünden olduğu ileri sürüldüğü gibi, bir kısmının insana bir kısmının hayvana benzediği, hayvanlar gibi ot yedikleri ve yine vahşi hayvanlar gibi buldukları şeyleri parçaladıkları, yılan akrep vb. haşeratları yedikleri gibi çeşitli görüşler günümüze kadar ulaşmıştır.[1] Hatta, onların insan eti yedikleri söylenmiştir. Birbirine tezat rivâyetler de çoktur. Örneğin, bazı kimseler, bunları bedenleri küçük, boyları bir karış kadar kısa insanlar olarak tavsif ederken; bazıları da uzun boylu iri cüsseli olarak tavsif etmiş ve kuşların pençesi gibi, pençeleri bulunduğunu, yırtıcı hayvanların azı dişi gibi dişleri olduğunu söylemişlerdir.[2] Bütün bu rivâyetlerin, yeri geldikçe metin ve senet kritiklerini yapmaya çalışcağız.[3]
[1] et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.16-17-21,22,88, C.17, s.89; ez-Zemahşerî, C.2, s.58; er-Râzî, C.21, s.170; Ebû Hayyân el-Endülûsî, C.6, s.163.
[2] er-Râzî, C.21, s.170; el-Beğavî, C.3, s.180.
وقال علي رضي الله تعالى عنه وصنف منهم في طول شبر لهم مخالب وأنياب السباع وتداعى الحمام وتسافد البهائم وعواء الذئاب
وشعور
تقيهم الحر والبرد وآذان عظام إحداها وبرة يشتون فيها والأخرى جلدة يصيفون
فيها يحفرون السد حتى كادوا ينقبونه فيعيده الله كما كان فيقولون ننقبه
غدا إن شاء الله تعالى فينقبونه ويخرجون ويتحصن الناس بالحصون فيرمون إلى
السماء فيرد السهم عليهم ملطخا بالدم ثم يهلكهم الله تعالى بالنغف في
رقابهم ذكره الغزنوي
el-Kurtubî, C.11, s.56-57.
قيل يا رسول الله صفهم لنا قال هم ثلاثة أصناف صنف منهم أمثال الأرز شجرة بالشام طول الشجرة عشرون ومائة ذراع وصنف
عرضه
وطوله سواء نحوا من الذراع وصنف يفترش أذنه ويلتحف بالأخرى لا يمرون بفيل
ولا وحش ولا خنزير إلا أكلوه ويأكلون من مات منهم مقدمتهم بالشام وساقتهم
بخرتسان يشربون أنهار الشرق وبحيرة طبرية فيمنعهم الله من مكة والمدينة
وبيت المقد
el-Kurtubî, C.1I, s.57.
وقال
وهب بن منبه رآهم ذو القرنين وطول الواحد منهم مثل نصف الرجل المربوع منا
لهم مخاليب في مواضع الأظفار وأضراس وأنياب كالسباع وأحناك كأحناك الابل
وهم هلب عليهم من الشعر ما يواريهم ولكل واحد منهم أذنان عظيمتان يلتحف
أحدهما ويفترش الأخرى وكل واحد منهم قد عرف أجله لا يموت حتى يخرج له من
صلبه ألف رجل إن كان ذكرا ومن رحمها ألف أنثى إن كانت أنثى
el-Kurtubî, C.1I, s.57.
[3] Bkz. el-Kurtubî, C.11, s.56-57.
Şakîk Huzeyfe’den rivâyet etmiştir ki, (Huzeyfe): “Rasulullah (SAV)’e Ye’cûc ve Me’cûc’ü sordum. O da: ‘Ye’cûc bir ümmettir ve Me’cûc bir ümmettir. Her ümmet, dört yüz bin ümmettir. Onlardan bir adam soyundan her biri silah taşıyan bin oğlan çocuğunu görmedikçe ölmez. Bunlar Adem (AS)’ın çocuklarından olup, dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar.’ dedi. Dedim ki: ‘Yâ Rasullallah, onları bize vasfetsen? Dedi ki: ‘onlar üç sınıftır. Birincisi, sedir ağacı emsalidirler. ‘Yâ Rasûlallah Sedir ağacı nedir?’ dedi ki: ‘Şam’da bir ağaçtır ki boyu 120 zirağdır.(Bir zirağ yaklaşık 70 cm.dir.) Onlardan diğer bir kısmı en ve boyu 120 ziradır, Onların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Onlardan bir sınıf da (üçüncü sınıf ise) kulağının birini altına serip yatar, diğerini ise üzerine alır, sarılıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili domuzu, köpeği bile yerler. Hatta kendilerinden öleni dahi yerler. Başta gidenleri Şam’da iken ayakları (diğer ucu) Horasan’a kadar gelir. Doğu nehirlerinin hepsini içer, kuruturlar. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunluğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, orta boylu olan adamın yarısı kadar olan adamlar da buldu. Onların ellerinde pençeler vardı, dişleri vahşi hayvanın dişleri gibidir. Kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardır ve hayvanlar gibi çiftleşirler.” Bkz. el-Beğavî, C.3, s.182.
el-Kelbî, fesattan kasıt için demiştir ki: “Onlar bahar günlerinde çıkarlar, yeşil ne bulurlarsa yerler, kuru ne bulurlarsa taşırlar, onların arazilerine girer, ağır işkence yaparlar ve öldürürlerdi.”[1]
Beydâvî de tefsirinde, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Yâfes’in soyundan gelen iki kabile olduğunu, Türk arazilerine zarar vermek için bahar mevsiminde yeşillikleri hayvanlarına yedirmek suretiyle yeşillik bırakmadıklarını, sonbaharda ise halkın malını yağmaladıklarını söyler.[2] Ferezdak onların ifsadının zulüm, hile, adam öldürme vb. mâlum ifsatlar olduğunu söylemiştir.[3]
Müfessirler, onların yeryüzünde nasıl fesat çıkardıkları hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların insanları öldürdüğü , insan eti yedikleri ve bahar günlerinde çıkıp insanların yeşilliklerini, ekin ve sebzelerini bitirdikleri söylenmiştir.[4]
Özetle onların ifsatları ile ilgili dört görüş vardır: Birincisi; Vehb b. Münebbih’ten gelen kavle göre onlar Lût kavminin yaptığı çirkin işi yapıyorlardı. İkincisi; Sa`îd b. Abdulazîz’in kavlidir ki, onlar insan eti yiyorlardı. Üçüncüsü; İbn es-Sâib’in görüşüdür ki, bahar günlerinde şikayet eden kavmin arazilerine gidip onlara zarar veriyor, yeşillik bırakmayıp yiyorlar, kuru nebatatı taşıyıp götürüyorlardı. Dördüncüsü ise; Mukâtil’in sözüdür ki, insanları katlediyorlardı.[5] Bazıları ise, ifsat edici olduklarını ancak şimdiye kadar her hangi bir cismani zarar vermediklerini söylemişlerdir.[6]
İki sed arasında, birbirine hasım olan iki topluluktan azgın olanı Kur’ân’ın ifadesi ile ‘Ye’cûc ve Me’cûc’dür. Bu iki ismin iki insana mı[1] yoksa iki kabileye mi tekabül ettiği tartışılmıştır. Bu konuda hadîs rivâyetlerini ve tefsirlerde geçen mevcut kavillleri şöyle sıralayabiliriz:[2]
Nevevî, Müslim(v.261/875) şerhinde, bazılarından nakleder ki: “Ye’cûc ve Me’cûc Adem’den çıkıp toprağa karışan meniden yaratılmıştır.”[3]
İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyette, “Ye’cûc bir adamdır ve Me’cûc de bir adamdır. Yâfes b. Nuh’un iki oğludurlar. Ye’cûc ve Me’cûc on cüzdür. Ademoğlunun tamamı bir cüzdür. Ye’cûc ve Me’cûc bir karış, iki karış ve üç karış boyundadırlar.”[4]
Kur’ân-ı Kerim’de Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin haberleri tesniye sigasıyla “ مفسدان ” olarak değil de cemi sigasıyla “مفسدون ” olarak gelmiştir. Bundan Ye’cûc ve Me’cûc’ün bir kabile değil bir çok kabilelerden meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Buhâri’de de bu kanaati destekleyen şöyle bir rivâyet geçmektedir:
“Allah Teâlâ: ‘Ey Adem!’ diye nida etti. Hz. Âdem de: ‘Buyur! emrin başımla gözüm üstüne’ dedi. Allah Teâlâ ona: ‘ateşin çıktığı gibi çık!’ buyurdu. O: ‘ateşin yayılışı nasıldır?’ diye sorunca, Allah Teâlâ: ‘Her yüz kişiden doksandokuzu cehenneme birisi cennete gidecektir. O gün çocuklar yaşlanacak, her hamile hamlini vaz edecektir. Ve onlara denilecektir ki: ‘Sizden iki ümmet vardır. Neye dokunurlarsa Allah onları çoğaltmıştır.’ Bu Ye’cûc ve Me’cûc’dür.” buyurdu.[5]
İbn Abbâs, Ye’cûc ve Me’cûc’un, Nuh’un oğlu Yâfes’in soyundan geldiklerini ve ademoğlunun onda dokuzunu teşkil ettiklerini söylemiştir.[6] es-Se`âlebî de şöyle demiştir: “Elbette Adem’in çocukları çoktur. Ye’cûc ve Me’cûc ademoğlundandır. Soylarından bin çocuk gelmeden ölmezler.”[7]
İmâm Ahmed’in Muhammed b. Bişr kanalıyla... İbn Harmele’den, onun da teyzesinden rivâyetinde o şöyle anlatmıştır: “Allah Rasûlü (SAS) bir akrebin soktuğu parmağını sıkarak, bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:
‘Siz diyorsunuz ki, ‘düşman yok’, Halbuki siz, Ye’cûc ve Me’cûc gelinceye kadar, düşmanla savaşmaya devam edeceksiniz. Onlar (Ye’cûc ve Me’cûc) geniş yüzlü, küçük gözlü, kızıl saçlı olup her bir dereden ve tepeden boşanacaklardır. Onların yüzleri, sanki deri kaplı kalkanlar gibidir.”[8]
Rasûlullâh (SAS) Nuh’un Sam adlı oğlundan Arap, Fars ve Rumların; Yafes adlı oğlundan ise, Ye’cûc ve Me’cûc ile, Türklerin türediğini bildirmiştir.[9] İmâm Ahmed b. Hanbel’in “Müsned’inde nakledilir ki: “Semûre, Rasûlullâh (SAS)’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: ‘Nûh’un (AS) çocukları üç tanedir. Sâm Arapların atası; Hâm, Sudanlıların atası ve. Yâfes ise Türklerin atasıdır.”[10] Müfessirler Ye’cûc ve Me’cûc’ün hangi kavimden olduğu hususunda farklı görüşler söylemişlerdir. Bu cümleden olarak onların Türklerden olduğu ileri sürüldüğü gibi; Ye’cûc’ün Türklerden, Me’cûc’ün Ceyl ve Deylam kabilelerinden oldukları da söylenmiştir.[11]
Vehb b. Münebbih, Nuh’un oğullarından Sam’ın; Arab, Fars ve Rumların, Ham’ın; Sudanlıların, Yâfes’in ise Türklerle Ye’cûc ve Me’cûc’ün ataları olduğunu, Ye’cûc ve Me’cûc’ün de Türklerin amca oğlu olduğunu söylemiştir.[12]
ed-Dahhâk, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerden bir nesil olduğunu söylemiştir. es-Süddî ise bu görüşün aksine Türklerin Ye’cûc ve Me’cûc’den bir grup olduğunu ve seddin dışında kaldıkları için bu adı aldıklarını söylemiştir.”[13]
Bu görüşü destekleyen bir başka rivâyete göre, Ye’cûc ve Me’cûc’den, 22 kabile meydana gelmiştir. Zülkarneyn seddi yaparken bunlardan 21 kabile içerde kalmış, fakat bir kabile ise savaşmak üzere dışarı çıkmıştır. Onlara, seddin dışında kaldığından, “Türk” ismi verilmiştir.[14] Onlara Türk isminin verilmesi, seddin arkasına terk edilmiş olmalarından dolayıdır.[15]
Vehb b. Münebbih “Kitâbü’t-Tîcân fî Mulûki Himyer” adlı eserinde, Zülkarneyn’in Ye’cûc ve Me’cûc beldesine gittiğini, onlarla savaştığını, onları Ermenistan’da bıraktığı için, kendilerine Türk ismi verildiğini yazmıştır.[16]
Yahyâ b. Sellâm, tefsîrinde, ‘onlar arzı dolaşır ve ifsat ederler’ dedikten sonra, onların Ademoğlu olduğunu söylemiştir. Yûnus b. İshâk da babasından yaptığı rivâyette; Türklerin, Ye’cûc ve Me’cûc neslinden olduğunu söylemiştir.[17]
Ebû Nûmân, Cerîr b. Hâzım’dan, o da Hasan el-Basrî’den, o da Ebû Amr b. Tağlîb’den, Rasûlullah’ın şöyle dediğini rivâyet etti:
“…Kıyâmetin kopmasının alametlerinden biri sizin kıldan ayakkabı (çarık) giyen bir topluluk ile savaşmanızdır. Kıyâmetin kopmasının alâmetlerinden bir diğeri de sizin geniş, yuvarlak yüzlü, yüzleri örs üzerinde dövülmüş, kılıflı kalkan gibi olan bir kavimle savaşmanızdır.”[18]
Yine Sa`îd b. Muhammed, Ya`kub’dan, o da babasından, babası da Sâlih’ten, o da el-A`rec’ten, o da Ebû Hureyre’den rivâyet etti ki, Rasûllullah (SAV) şöyle buyurmuştur:
“Gözleri küçük, yüzleri kırmızı, burunları basık, yüzleri de örs üzerinde dövülmüş, kılıflı kalkanlar gibi olan Türklerle savaşmadıkça kıyâmet kopmayacaktır ve sizler kıldan ayyakkabı giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” Nuaym b. Hammâd(v.228/843) bu hadîsi naklederken bu iki kavimden yüzleri kalkan gibi olanların Türkler, kıldan ayakkabı giyenlerin ise Kürtler olduğunu kaydeder.[19]
Bu metinlere baktığımızda hepsinin aynı hadîs olduğu görülmekte olup, muhaddisler bu hadîsi “Kıyamet ve Peygamberlik Alametleri” ile ilgili bölümlerde zikretmişlerdir. Görüldüğü gibi bu metnin birkaç hadîs olduğu söylenemez. Hz. Peygamber bu sözü bir kez söylemiş bunu dinleyen iki sahâbe ve onlardan işiten tâbiûn ve devamındaki iki nesil hadîsi birbirine yakın ibarelerle nakletmişlerdir. Buhârî bu üç yolla kendisine gelen rivâyetleri aynen kaydetmiş, senedindeki ittisal ve râvîlerin sika oluşlarından dolayı hadîsi sahih kabul etmiştir.[20]
Aynı hadîs, Tirmizî(v.320/932), Nesâî, İbn Mâce(v.273/887), Abdurrezzâk ve Ahmet b. Hanbel tarafından da aynı tarzda kaydedilmiştir. Bu hadîsteki “Türk” tabiri ister olsun, ister olmasın genellikle, Hz. Peygamber’in özelliklerini sıraladığı kavim, Orta Asya veya Uzak doğu insan tipini hatırlatmaktadır. Muhaddislerin de genellikle bu kavmin ‘Türkler’ olduğunu belirtmeleri ayrı bir önem arz eder.[21]
Peygamber’in ashabından birinin dediğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Habeşliler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyin. Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayın.”[22] Hadîs alimlerinden el-Aclûnî de Keşfü’l-Hafâ adlı eserinde bu hadîsin hasen derecesinde olduğunu ve mevzuiyyeti (uydurmalığı) konusunda ciddi bir delilin olmadığını söyler. Demek ki buna göre hadîs en azından “hasen” derecesindedir.
Böylelikle sahih sayılabilecek, Türkler hakkında varit olan üç hadîsin varlığını görüyoruz. (Birincisi, kıyamet alameti olarak Türklerle savaşılacağı, ikincisi, Türkler saldırmadıkça, Türklerle savaşılmaması ve üçüncüsü Türklerden bir cengaverin İstanbul’u fethedeceği hadisleridir.) Bunların dışında Türklerle ilgili olduğu söylenen hadîsler genellikle uydurma olup hiç birisi meşhur olmadığı gibi titiz hadîs mecmualarında da yer almamıştır. Bu gibi sözler genellikle edebiyat ve ahlakîyat kitaplarında şair ve vaizlerin eserlerinde geçmektedir. Bu sözlere baktığımızda hadîs metodolojisi açısından ele alınacak hiçbir yönleri yoktur.[23] Şüphesiz ki kıssacıların Ye’cûc ve Me’cûc’un vasıfları konusunda uydurdukları anormal tiplemeler, sahih değildir. Bunlar hurâfe kabilinden ve isrâilî beyanlardır.[24]
Zülkarneyn ile ilgili âyetlerin nüzul sebepleri arasında soruyu soranların Yahudiler olabileceğini görmüştük. Soruyu soranların Yahudi olması Zülkarneyn’i ve onun Ye’cûc ve Me’cûc’le olan mücadelesinin Yahudilerce bilinmesini gerektirir.
Ye’cûc ve Me’cûc kelimeleri, Kur’ân’da olduğu gibi kutsal kitaplarda da geçmektedir. Tahrif olunan bu kitaplarda verilen mâlûmatın, Kur’ân’da geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ü izah edici olup olmadığı tartışılmıştır. Bu tartışmaları bir yana bırakarak Kitâb-ı Mukaddes’e baktığımızda, Nuh’un soyu Yâfes hakkında şunları görüyoruz:
“Yâfes’in oğulları: Gomer, ve Me’cûc, ve Maday, ve Yavan ve Tubal, ve Meşek, ve Tiras...”[1]
Bir kısım hadîslere paralellik gösteren Ye’cûc ve Me’cûc’ün azgınlıkları Tesniye Kitabında şöyle ifade edilmiştir:
“Rab uzaktan, dünyanın ucundan bir milleti, dilini anlamayacağın bir milleti kartal uçar gibi senin üzerine getirecek; kocamış olanın şahsına itibar etmeyen, ve çocuklara acımayan, sert yüzlü bir millet, ve o seni helak edinceye kadar, hayvanlarının semeresini, ve toprağının semeresini yiyecek; ve seni bitirinceye kadar sana buğday, yeni şarap ve yağ, hayvanlarının yavrularını, ve koyunlarının yavrularını bırakmayacaktır. Ve bütün memleketinde güvenmiş olduğun yüksek ve dayanıklı duvarların düşünceye kadar seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler ve Allah’ın Rabbin sana verdiği memleketinde, seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler.”[2]
“Ademoğlu, Magog diyarından olan, Roşun, Meşekin ve Tubal’ın beyi Gog’a yönel ve ona karşı peygamberlik et ve de: Yehova şöyle diyor: “Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım.”[3]
Ye’cûc ve Me’cûc’un Araplara saldıracağı gibi gaybî bilgi içeren hadîsin benzerini Tevrat’ta da görmekteyiz. İsrâil oğullarının dini tutumlarında gevşeklik olduğunda Rabbin bir cezası olarak Ye’cûc ve Me’cûc’un onlara saldıracağı ifade edilmiştir:
“Bundan dolayı, Ademoğlu peygamberlik et ve Gog’a de: ‘Rab Yahova şöyle diyor’: ‘Kavmim İsrâil emniyette oturunca, sen o gün öğrenmeyeceksin. Ve sen ve seninle beraber bir çok kavimler, hepsi atlara binmiş, büyük bir cumhur ve kuvvetli bir ordu olarak, şimalin sonlarından, kendi yerinden geleceksin, ve diyarı örtmek için bir bulut gibi kavmim İsrâil’e karşı çıkacaksın, son günlerde vaki olacak ki, milletlerin gözü önünde sende takdis olunacağım zaman, ey Gog, onlar beni tanısınlar diye, seni kendi diyarıma karşı getireceğim.”[4]
“Ve Gog İsrâil diyarına karşı geldiği zaman, Rab Yehova’nın sözü, o günde vaki olacak ki, ateş püsküreceğim. Ve sen Ademoğlu, Gog’a karşı peygamberlik et, ve de: ‘Rab Yehova şöyle diyor’: ‘Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım; Ve seni geri çevireceğim, ve seni ileri götüreceğim, ve şimalin sonlarından seni çıkaracağım; ve seni İsrail dağları üzerine getireceğim; ve sol elinden yayını ve sağ elinden oklarını vurup düşüreceğim. Sen, bütün ordularınla ve yanında olan kavimlerle, İsrâil dağları üzerinde düşeceksin; yesinler diye her çeşit yırtıcı kuşa, ve kırın canavarına seni vereceğim. Açık kırda düşeceksin; çünkü ben söyledim, Rab Yehovanın sözü. Ve Magog üzerine, ve adalarda emniyette oturanlar üzerine ateş göndereceğim; ve bilecekler ki; ben Rabbim.”[5]
“Ve o gün vaki olacak ki, İsrâil’de, denizin şarkında Geçiciler deresinde (Abarim deresinde) Gog’a kabir yeri vereceğim; ve oradan geçenleri o durduracak; ve orada Gog’u ve bütün cumhurunu gömecekler; ve oraya Hamon-Gog (Gog cumhuru) deresi denilecek. Ve memleketi temizlesinler diye İsrail evleri yedi ay onları gömmekte devam edecekler. Ve onları memleketin bütün kavmi gömecek, ve onlara izzet bulduğum günde nam olacak, Rab Yehova’nın sözü. Ve devam üzere memleket içinden geçecek adamlar, ve o geçenlerle beraber memleketi temizlemek için yerin üzerinde kalanları gömecek adamlar ayıracaklar;onlar yedi ayın sonunu da araştıracaklar. Ve memleket içinden geçecek olanlar geçecekler;ve biri insan kemiği görünce gömecek olanlar onu Hamon-gog deresine gömünceye kadar yanına bir nişan koyacak. Ve Hamona da bir şehrin adı olacak. Memleketi temizleyecekler.”[6]
“Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir; ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ü, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; Onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar, ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar; ve gökten ateş inip onları yedi.”[7]
“İşte, ey İsrail evi, uzaktan evinize bir millet getireceğim, Rab diyor; o zorlu bir millet, eski bir millettir, bir millet ki, sen onun dilini bilmez, ve ne dediklerini anlamazsın. Onların ok kılıfı açık bir kabirdir, hepsi yiğitlerdir. Oğullarının ve kızlarının yiyecekleri harman mahsulünü, ve ekmeğini onlar yiyecekler; asmalarını ve incir ağaçlarını yiyecekler; güvenmekte olduğun duvarlı şehirlerini kılıçla vurup yıkacaklar. Fakat o günlerde bile sizi bütün bütün bitirmeyeceğim, Rab diyor.”[8]
Konuyu özetleyecek olursak, Cûc, Me’cûc’un bulunduğu yer ismidir. Bâbil esaretinin ardından, Allah kıyamete yakın, doğudan Cûc tarafından Me’cûc ve bir çok topluluğu Filistin’e gönderecektir. Bu Allah’ın gazabını gösteren büyük bir istiladır ki böylece, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve felaket olacaktır. Dağları yaracaklar, kaleleri ve surları yıkacaklardır. Sonra, en nihayetinde Filistin toprağında ölecekler, çölün yırtıcı hayvanlarına ve yırtıcı kuşlara yem olacaklardır.
Görüldüğü üzere Tevrat ve İncillerde Ye’cûc ve Me’cûc hakkındaki fikirler, Yahudilerin Allah’a isyanları durumunda, ceza olarak uzak şimalden müfsit bir kavmin saldırılarına muhatap olacakları yönündedir.
Öte yandan Türk olan Kimmerlerle Sakalar Kafkaslar-Fırat yolunu takip ederek gelmişler ve MÖ 8. yüzyılda Orta Doğu bölgesine yerleşmişlerdir. Asur kaynaklarına göre Sakalar, Kimmerler'i kovalıyarak Kafkaslar'a geldiklerinde, Saka Kağanı Gok'un Parat ve Marat adında iki oğlu vardır ve MÖ 662 yılında Asur ülkesine saldırdıklarında yenilerek esir düşmüşlerdir. Parat'ın oğlu Madıva bunun üzerine tüm Anadolu, Suriye ve Filistin'i ele geçirmiştir şeklinde anlatılır.
M.S. 628 de yazılmış olan Süryanice İskender romanında, Gok isminin yanında geçen Mağok ismi de Türk kavimlerinin başbuğlarının adları ile anılır. (Mağok adını Türklerin atası Nuh'un torunundan almıştır). Urfa Psikoposu Âfram, sözünü ettiğimiz eserde şöyle yazmıştır: "Onlar Gok ve Mağok atlılarıdır. Küheylanlarının üstünde fırtına gibi uçarlar. Karşılarında durabilecek hiç kimse yoktur."
Goğarlar'ın, Gok'un soyundan Moğarlar'ın da Mağor'un soyundan geldiği sanılmaktadır. Moğ ülkesi, Van ve Hakkari çevresidir. Her ikisi de Saka boyudur. Buradan çıkan sonuca göre Türkler, Anadolu'ya Malazgirt Savaşı'yla ve Selçuklular döneminde değil de ondan çok daha önceleri Sakalarla gelmişlerdir.
وقال
علي عن النبي صلى الله عليه وسلم يأجوج أمة لها أربعمائة أمير وكذا مأجوج
لا يموت أحدهم حتى ينظر إلى ألف فارس من ولده قلت وقد جاء مرفوعا من حديث
أبي هريرة خرجه ابن ماجة في السنن قا قال رسول الله صلى الله عليه وسلم
إن يأجوج ومأجوج يحفران كل يوم حتى إذا كادوا يرون شعاع الشمس قال الذي
عليهم ارجعوا فستحفرونه غدا فيعيده الله أشد ما كان حتى إذا بلغت مدتهم
وأراد الله تعالى أن يبعثهم على الناس حفروا حتى إذا كادوا يرون شعاع الشمس
قال ارجعوا فستحفرونه غدا إن شاء الله تعالى فاستثنوا فيعودون اليه وهو
كهيئته حين تركوه فيحفرونه ويخرجون على الناس فينشفون الماء ويتحصن الناس
منهم في حصونهم فيرمون بسهامهم إلى السماء فيرجع عليها الدم الذي أحفظ
فيقولون قهرنا أهل الأرض وعلونا أهل السماء فيبعث الله تعالى عليهم نغفا في
أقفائهم فيقتلهم بها قال رسول الله صلى الله عليه وسلم والذي نفسي بيده إن
دواب الأرض لتسمن وتشكر شكرا من لحومهم قال الجوهريشكرت الناقة تشكر شكرا
فهي شكرة وأشكر الضرع امتلأ لبنا
Ye’cûc ve Me’cûc’ü tasvir eden hadîslerin bir çoğunun sıhhati yoktur. Muk. edz. es-Se`âlebî, Tefsîru’s-Se`âlebî, C.2, s.395.Şakîk Huzeyfe’den rivâyet etmiştir ki, (Huzeyfe): “Rasulullah (SAV)’e Ye’cûc ve Me’cûc’ü sordum. O da: ‘Ye’cûc bir ümmettir ve Me’cûc bir ümmettir. Her ümmet, dört yüz bin ümmettir. Onlardan bir adam soyundan her biri silah taşıyan bin oğlan çocuğunu görmedikçe ölmez. Bunlar Adem (AS)’ın çocuklarından olup, dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar.’ dedi. Dedim ki: ‘Yâ Rasullallah, onları bize vasfetsen? Dedi ki: ‘onlar üç sınıftır. Birincisi, sedir ağacı emsalidirler. ‘Yâ Rasûlallah Sedir ağacı nedir?’ dedi ki: ‘Şam’da bir ağaçtır ki boyu 120 zirağdır.(Bir zirağ yaklaşık 70 cm.dir.) Onlardan diğer bir kısmı en ve boyu 120 ziradır, Onların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Onlardan bir sınıf da (üçüncü sınıf ise) kulağının birini altına serip yatar, diğerini ise üzerine alır, sarılıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili domuzu, köpeği bile yerler. Hatta kendilerinden öleni dahi yerler. Başta gidenleri Şam’da iken ayakları (diğer ucu) Horasan’a kadar gelir. Doğu nehirlerinin hepsini içer, kuruturlar. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunluğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, orta boylu olan adamın yarısı kadar olan adamlar da buldu. Onların ellerinde pençeler vardı, dişleri vahşi hayvanın dişleri gibidir. Kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardır ve hayvanlar gibi çiftleşirler.” Bkz. el-Beğavî, C.3, s.182.
İSLAMİ KAYNAKLARA GÖRE YECÜC MECÜC'ÜN AZGINLIĞI
2.8.2.1 Ye’cûc ve Me’cûc’ün Azgınlığıel-Kelbî, fesattan kasıt için demiştir ki: “Onlar bahar günlerinde çıkarlar, yeşil ne bulurlarsa yerler, kuru ne bulurlarsa taşırlar, onların arazilerine girer, ağır işkence yaparlar ve öldürürlerdi.”[1]
Beydâvî de tefsirinde, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Yâfes’in soyundan gelen iki kabile olduğunu, Türk arazilerine zarar vermek için bahar mevsiminde yeşillikleri hayvanlarına yedirmek suretiyle yeşillik bırakmadıklarını, sonbaharda ise halkın malını yağmaladıklarını söyler.[2] Ferezdak onların ifsadının zulüm, hile, adam öldürme vb. mâlum ifsatlar olduğunu söylemiştir.[3]
Müfessirler, onların yeryüzünde nasıl fesat çıkardıkları hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların insanları öldürdüğü , insan eti yedikleri ve bahar günlerinde çıkıp insanların yeşilliklerini, ekin ve sebzelerini bitirdikleri söylenmiştir.[4]
Özetle onların ifsatları ile ilgili dört görüş vardır: Birincisi; Vehb b. Münebbih’ten gelen kavle göre onlar Lût kavminin yaptığı çirkin işi yapıyorlardı. İkincisi; Sa`îd b. Abdulazîz’in kavlidir ki, onlar insan eti yiyorlardı. Üçüncüsü; İbn es-Sâib’in görüşüdür ki, bahar günlerinde şikayet eden kavmin arazilerine gidip onlara zarar veriyor, yeşillik bırakmayıp yiyorlar, kuru nebatatı taşıyıp götürüyorlardı. Dördüncüsü ise; Mukâtil’in sözüdür ki, insanları katlediyorlardı.[5] Bazıları ise, ifsat edici olduklarını ancak şimdiye kadar her hangi bir cismani zarar vermediklerini söylemişlerdir.[6]
[1] el-Beğavî, C.3, s.181-182; eş-Şevkânî, C.3, s.312; İbn Atiye el-Endulusî, C.10, s.449.
وأخرج
ابن المنذر عن كعب قال عرض أسكفة يأجوج ومأجوج التي تفتح لهم أربعة
وعشرون ذراعا تحفيها حوافر خيلهم والعليا اثنا عشر ذراعا تحفيها أسنة رماح
es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.461.
[2] Beydâvî, C.3, s.523; Mehmet Vehbi Efendi, C.7, s.3171.
[3] el-Kurtubi, C.11, s.56; el-Kâsımî, C.11, s.4102.
[4]
er-Râzî, C.21, s.170; el-Beydâvî, C.3, s.523; el-Kurtubî, , C.11, s.56.
Ahmed b. Velîd er-Ramlî, İbrâhim b. Eyyûb el-Hûzânî’den o da el-Velîd
b. Müslim’den o da Sa`id b. Abdulazîz’den rivâyet etmiştir ki:
ifsatları, adam yemeleridir. Bkz. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17; Ebu’s-Suûd, C.5, s.245.
وأخرج
ابن المنذر وابن أبي حاتم عن حبيب الأرجاني في قوله إن يأجوج ومأجوج
مفسدون في الأرض قال كان فسادهم أنهم كانوا يأكلون الناس es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.461.
[5] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.191.
[6] et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17.
فالخبر
الذي ذكرناه عن وهب بن منبه في قصة يأجوج ومأجوج يدل على أن الذين قالوا
لذي القرنين إن يأجوج ومأجوج مفسدون في الأرض إنما أعلموه خوفهم ما يحدث
منهم من الإفساد في الأرض لا أنهم شكوا منهم فسادا كان منهم فيهم أو في
غيرهم والأخبار عن رسول الله أنهم سيكون منهم الإفساد في الأرض ولا دلالة
فيها أنهم قد كان منهم قبل إحداث ذي القرنين السد الذي أحدثه بينهم وبين من
دونهم من الناس في الناس غيرهم
إفسادا et-Taberî, a.g.e., C.16, s.22.
İSLAMİ KAYNAKLARA GÖRE YECÜC MECÜC'ÜN SOYU
2.8.2.2 Ye’cûc ve Me’cûc’un Soyuİki sed arasında, birbirine hasım olan iki topluluktan azgın olanı Kur’ân’ın ifadesi ile ‘Ye’cûc ve Me’cûc’dür. Bu iki ismin iki insana mı[1] yoksa iki kabileye mi tekabül ettiği tartışılmıştır. Bu konuda hadîs rivâyetlerini ve tefsirlerde geçen mevcut kavillleri şöyle sıralayabiliriz:[2]
Nevevî, Müslim(v.261/875) şerhinde, bazılarından nakleder ki: “Ye’cûc ve Me’cûc Adem’den çıkıp toprağa karışan meniden yaratılmıştır.”[3]
İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyette, “Ye’cûc bir adamdır ve Me’cûc de bir adamdır. Yâfes b. Nuh’un iki oğludurlar. Ye’cûc ve Me’cûc on cüzdür. Ademoğlunun tamamı bir cüzdür. Ye’cûc ve Me’cûc bir karış, iki karış ve üç karış boyundadırlar.”[4]
Kur’ân-ı Kerim’de Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin haberleri tesniye sigasıyla “ مفسدان ” olarak değil de cemi sigasıyla “مفسدون ” olarak gelmiştir. Bundan Ye’cûc ve Me’cûc’ün bir kabile değil bir çok kabilelerden meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Buhâri’de de bu kanaati destekleyen şöyle bir rivâyet geçmektedir:
“Allah Teâlâ: ‘Ey Adem!’ diye nida etti. Hz. Âdem de: ‘Buyur! emrin başımla gözüm üstüne’ dedi. Allah Teâlâ ona: ‘ateşin çıktığı gibi çık!’ buyurdu. O: ‘ateşin yayılışı nasıldır?’ diye sorunca, Allah Teâlâ: ‘Her yüz kişiden doksandokuzu cehenneme birisi cennete gidecektir. O gün çocuklar yaşlanacak, her hamile hamlini vaz edecektir. Ve onlara denilecektir ki: ‘Sizden iki ümmet vardır. Neye dokunurlarsa Allah onları çoğaltmıştır.’ Bu Ye’cûc ve Me’cûc’dür.” buyurdu.[5]
İbn Abbâs, Ye’cûc ve Me’cûc’un, Nuh’un oğlu Yâfes’in soyundan geldiklerini ve ademoğlunun onda dokuzunu teşkil ettiklerini söylemiştir.[6] es-Se`âlebî de şöyle demiştir: “Elbette Adem’in çocukları çoktur. Ye’cûc ve Me’cûc ademoğlundandır. Soylarından bin çocuk gelmeden ölmezler.”[7]
İmâm Ahmed’in Muhammed b. Bişr kanalıyla... İbn Harmele’den, onun da teyzesinden rivâyetinde o şöyle anlatmıştır: “Allah Rasûlü (SAS) bir akrebin soktuğu parmağını sıkarak, bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:
‘Siz diyorsunuz ki, ‘düşman yok’, Halbuki siz, Ye’cûc ve Me’cûc gelinceye kadar, düşmanla savaşmaya devam edeceksiniz. Onlar (Ye’cûc ve Me’cûc) geniş yüzlü, küçük gözlü, kızıl saçlı olup her bir dereden ve tepeden boşanacaklardır. Onların yüzleri, sanki deri kaplı kalkanlar gibidir.”[8]
Rasûlullâh (SAS) Nuh’un Sam adlı oğlundan Arap, Fars ve Rumların; Yafes adlı oğlundan ise, Ye’cûc ve Me’cûc ile, Türklerin türediğini bildirmiştir.[9] İmâm Ahmed b. Hanbel’in “Müsned’inde nakledilir ki: “Semûre, Rasûlullâh (SAS)’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: ‘Nûh’un (AS) çocukları üç tanedir. Sâm Arapların atası; Hâm, Sudanlıların atası ve. Yâfes ise Türklerin atasıdır.”[10] Müfessirler Ye’cûc ve Me’cûc’ün hangi kavimden olduğu hususunda farklı görüşler söylemişlerdir. Bu cümleden olarak onların Türklerden olduğu ileri sürüldüğü gibi; Ye’cûc’ün Türklerden, Me’cûc’ün Ceyl ve Deylam kabilelerinden oldukları da söylenmiştir.[11]
Vehb b. Münebbih, Nuh’un oğullarından Sam’ın; Arab, Fars ve Rumların, Ham’ın; Sudanlıların, Yâfes’in ise Türklerle Ye’cûc ve Me’cûc’ün ataları olduğunu, Ye’cûc ve Me’cûc’ün de Türklerin amca oğlu olduğunu söylemiştir.[12]
ed-Dahhâk, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerden bir nesil olduğunu söylemiştir. es-Süddî ise bu görüşün aksine Türklerin Ye’cûc ve Me’cûc’den bir grup olduğunu ve seddin dışında kaldıkları için bu adı aldıklarını söylemiştir.”[13]
Bu görüşü destekleyen bir başka rivâyete göre, Ye’cûc ve Me’cûc’den, 22 kabile meydana gelmiştir. Zülkarneyn seddi yaparken bunlardan 21 kabile içerde kalmış, fakat bir kabile ise savaşmak üzere dışarı çıkmıştır. Onlara, seddin dışında kaldığından, “Türk” ismi verilmiştir.[14] Onlara Türk isminin verilmesi, seddin arkasına terk edilmiş olmalarından dolayıdır.[15]
Vehb b. Münebbih “Kitâbü’t-Tîcân fî Mulûki Himyer” adlı eserinde, Zülkarneyn’in Ye’cûc ve Me’cûc beldesine gittiğini, onlarla savaştığını, onları Ermenistan’da bıraktığı için, kendilerine Türk ismi verildiğini yazmıştır.[16]
Yahyâ b. Sellâm, tefsîrinde, ‘onlar arzı dolaşır ve ifsat ederler’ dedikten sonra, onların Ademoğlu olduğunu söylemiştir. Yûnus b. İshâk da babasından yaptığı rivâyette; Türklerin, Ye’cûc ve Me’cûc neslinden olduğunu söylemiştir.[17]
Ebû Nûmân, Cerîr b. Hâzım’dan, o da Hasan el-Basrî’den, o da Ebû Amr b. Tağlîb’den, Rasûlullah’ın şöyle dediğini rivâyet etti:
“…Kıyâmetin kopmasının alametlerinden biri sizin kıldan ayakkabı (çarık) giyen bir topluluk ile savaşmanızdır. Kıyâmetin kopmasının alâmetlerinden bir diğeri de sizin geniş, yuvarlak yüzlü, yüzleri örs üzerinde dövülmüş, kılıflı kalkan gibi olan bir kavimle savaşmanızdır.”[18]
Yine Sa`îd b. Muhammed, Ya`kub’dan, o da babasından, babası da Sâlih’ten, o da el-A`rec’ten, o da Ebû Hureyre’den rivâyet etti ki, Rasûllullah (SAV) şöyle buyurmuştur:
“Gözleri küçük, yüzleri kırmızı, burunları basık, yüzleri de örs üzerinde dövülmüş, kılıflı kalkanlar gibi olan Türklerle savaşmadıkça kıyâmet kopmayacaktır ve sizler kıldan ayyakkabı giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” Nuaym b. Hammâd(v.228/843) bu hadîsi naklederken bu iki kavimden yüzleri kalkan gibi olanların Türkler, kıldan ayakkabı giyenlerin ise Kürtler olduğunu kaydeder.[19]
Bu metinlere baktığımızda hepsinin aynı hadîs olduğu görülmekte olup, muhaddisler bu hadîsi “Kıyamet ve Peygamberlik Alametleri” ile ilgili bölümlerde zikretmişlerdir. Görüldüğü gibi bu metnin birkaç hadîs olduğu söylenemez. Hz. Peygamber bu sözü bir kez söylemiş bunu dinleyen iki sahâbe ve onlardan işiten tâbiûn ve devamındaki iki nesil hadîsi birbirine yakın ibarelerle nakletmişlerdir. Buhârî bu üç yolla kendisine gelen rivâyetleri aynen kaydetmiş, senedindeki ittisal ve râvîlerin sika oluşlarından dolayı hadîsi sahih kabul etmiştir.[20]
Aynı hadîs, Tirmizî(v.320/932), Nesâî, İbn Mâce(v.273/887), Abdurrezzâk ve Ahmet b. Hanbel tarafından da aynı tarzda kaydedilmiştir. Bu hadîsteki “Türk” tabiri ister olsun, ister olmasın genellikle, Hz. Peygamber’in özelliklerini sıraladığı kavim, Orta Asya veya Uzak doğu insan tipini hatırlatmaktadır. Muhaddislerin de genellikle bu kavmin ‘Türkler’ olduğunu belirtmeleri ayrı bir önem arz eder.[21]
Peygamber’in ashabından birinin dediğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Habeşliler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyin. Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayın.”[22] Hadîs alimlerinden el-Aclûnî de Keşfü’l-Hafâ adlı eserinde bu hadîsin hasen derecesinde olduğunu ve mevzuiyyeti (uydurmalığı) konusunda ciddi bir delilin olmadığını söyler. Demek ki buna göre hadîs en azından “hasen” derecesindedir.
Böylelikle sahih sayılabilecek, Türkler hakkında varit olan üç hadîsin varlığını görüyoruz. (Birincisi, kıyamet alameti olarak Türklerle savaşılacağı, ikincisi, Türkler saldırmadıkça, Türklerle savaşılmaması ve üçüncüsü Türklerden bir cengaverin İstanbul’u fethedeceği hadisleridir.) Bunların dışında Türklerle ilgili olduğu söylenen hadîsler genellikle uydurma olup hiç birisi meşhur olmadığı gibi titiz hadîs mecmualarında da yer almamıştır. Bu gibi sözler genellikle edebiyat ve ahlakîyat kitaplarında şair ve vaizlerin eserlerinde geçmektedir. Bu sözlere baktığımızda hadîs metodolojisi açısından ele alınacak hiçbir yönleri yoktur.[23] Şüphesiz ki kıssacıların Ye’cûc ve Me’cûc’un vasıfları konusunda uydurdukları anormal tiplemeler, sahih değildir. Bunlar hurâfe kabilinden ve isrâilî beyanlardır.[24]
[1]
Suyûtî’de ifade edildiğine göre İbn Ebî Âliye bu iki ismin yani Ye’cûc
ve Me’cûc’ün iki insana nispet edildiğini söylemiştir. Ancak bu görüş
müfessirlerce itibar edilmemiştir. Bkz. es-Suyûtî, a.g.e., C.5, s.455.
وأخرج ابن أبي حاتم عن أبي العالية أن يأجوج ومأجوج يزيدون على الإنس الضعفين وإن الجن يزيدون على الإنس الضعفين وإن
يأجوج ومأجوج رجلان اسمها يأجوج ومأجوج
es-Suyûtî, a.g.e., C.5, s.455.
[2] er-Râzî, C.21, s.170.
[3]
Emiroğlu, C.7, s.350. Ka`b demiştir ki: “Onlar Ademoğlunun alışılmamış
çocuklarındandır. Adem bir gün ihtilam oldu, menisi toprağa karıştı da
Allah bu sudan Ye’cûc ve Me’cûc’ü yarattı. Onlar baba cihetinden bize
bağlantılıdırlar.” Bkz. el-Beğavî, C.3, s.181; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.102-103.
Bu rivâyette, soyu Adem’e dayandırılmakta, bir sonraki rivâyette ise soyu Nuh’un oğullarından Yâfes’e dayandırılmaktadır. Hadîsler birbirine zıt düşmüştür. Bu rivâyetin senedi, Kâ`b’a dayandırılmaktadır ki, Kâ`b, isrâilî rivâyetlerin İslâm’a girmesinde en büyük rolü oynamıştır. el-Kurtubî Mukâtil ve diğerlerinin sözü olan soyun Yâfes’e dayandırılması tercih edilmiş ve peygamberlerin “ihtilam olamayacağı” söylenmiştir.
Bu rivâyette, soyu Adem’e dayandırılmakta, bir sonraki rivâyette ise soyu Nuh’un oğullarından Yâfes’e dayandırılmaktadır. Hadîsler birbirine zıt düşmüştür. Bu rivâyetin senedi, Kâ`b’a dayandırılmaktadır ki, Kâ`b, isrâilî rivâyetlerin İslâm’a girmesinde en büyük rolü oynamıştır. el-Kurtubî Mukâtil ve diğerlerinin sözü olan soyun Yâfes’e dayandırılması tercih edilmiş ve peygamberlerin “ihtilam olamayacağı” söylenmiştir.
وقال
كعب الأحبار احتلم آدم عليه السلام فاختلط ماؤه بالتراب فأسف فخلقوا من
ذلك الماء فهم متصلون بنا من جهة الأب لا من جهة الأم وهذا فيه نظر لأن
الأنبياء صلوات الله عليهم لا يحتلمون وإنما هم من ولد يافث وكذلك قال
مقاتل وغيره
Bkz. el-Kurtubî , C.11, s.56.
[4] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.190.
[5] Buhârî, Menâkıb 95; Muvatta, Kelam 22; İbn Hanbel 6/428.
[6]
Râğıb el-Isfahânî ve İbn el-Manzûr gibi meşhur dilcilere göre kelime
Arapça kökenlidir, Müfessirlerin çoğunluğuna göre ise bu isim yabancı
kökenlidir. Bkz. Ş. Ahmed el-Hâim el-Mısrî, C.1, s.324; el-Kurtubî,
C.11, s.56.
[7] es-Se`âlebî, el-Cevâhir, C. 2, s.396.
وروى أبو سعيد الخدري عن النبي صلى الله عليه وسلم أنه قال لا يموت رجل منهم حتى يولد لصلبه ألف رجل يعني يأجوج ومأجوج
وقال
أبو سعيد هم خمس وعشرون قبيلة من وراء يأجوج ومأجوج لا يموت الرجل من
هؤلاء ومن يأجوج ومأجوج حتى يخرج من صلبه ألف رجل ذكره القشيري وقال عبد
الله بن مسعود سألت النبي صلى الله عليه وسلم عن يأجوج ومأجوج فقال عليه
الصلاة والسلام يأجوج ومأجوج أمتان كل أمة أربعمائة ألف أمة كل أمة
لايعلم عددها إلا الله لا يموت الرجل منهم حتى يولد له ألف ذكر من صلبه
كلهم قد حمل السلاح
Bkz. el-Kurtubî, C.11, s.57;
en-Nesâî, Amr b. Evs’den o da babasından merfûan zikretmişlerdir ki:
“Onlardan bir adam soyundan bin kişi gelmeden ölmez.” Bkz. eş-Şevkânî,
C.3, s.314. Evs’den gelen bir diğer rivâyette ise: “…Ye’cûc ve Me’cûc’un
sahip oldukları bir çok kadınları vardır, diledikleri kadar cinsi
münasebette bulunurlar. Bir çok ağaçları vardır, diledikleri kadar aşı
yaparlar. Onların erkekleri; soyundan bin kişi hatta daha fazla
bırakmadan ölmezler.” denmiştir. Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.106.
[8]
Hadîsi, İbn Ebî Hâtim de, Muhammed b. Amr kanalıyla Hâlid b. Abdullah
b. Harmele el-Müdlicî’den, o ise teyzesinden, o da Hz. Peygamber
(SAV)’den benzerini rivâyet etmiştir. Bkz. İbn Kesîr, a.g.e., C.3, s.103
[9]
el-Kurtubi, C.11, s.56; el-Beğavî, C.3, s.180. Ebû Hureyre’den gelen
bir rivâyette “Nuh’un (AS) ‘Sam, Ham ve Yâfes’ adlı çocukları dünyaya
geldi. Sam’ın evlatları, Araplar, Farslar ve Rumlardır. Ham’ın evlatları
Kıptîler, Berberîler ve Sudanlılardır. Yâfes’in çocukları ise Ye’cûc,
Me’cûc, Türk ve Sakalibe boylarıdır” denilmiştir. Bkz. el-Âlûsî, C.16,
s.39.
[10] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.104.
[11] er-Râzî,C.21, s.170; el-Beydâvî, C.3, s.522; Ebu’s-Suûd, C.5, s.244.
[12] İsmail Cerrahoğlu, “Ye’cûc-Me’cûc ve Türkler”, AÜİF Dergisi, s.112.(Tarihi’r-Rusul ve’l-Müluk,
Brill 1879-1881, I/211’ den alıntılamıştır.) “Ebû Hureyre’dan rivâyet
edilmiştir ki; Nebî (SAV) şöyle buyurdu: “Nuh’un oğulları, Sâm, Hâm ve
Yâfes’tir. Sâm’ın çocukları, Araplar, Farslılar ve Rumlar’dır ki, en
hayırlılarıdır. Yâfes’in çocukları, Ye’cûc, Me’cûc, Türk ve
Sakâlibîlerdir ki bunlarda hiçbir hayır yoktur. Ham’ın çocukları ise
Kıptîler ve Sudanlılardır.”
ولد
لنوح سام وحام ويافث فولد سام للعرب وفارس والروم والخير فيهم وولد يافث
يأجوج ومأجوج والترك والصقاليبة ولا خير فيهم وولد حام القبط والبربر
والسودان
Bkz. el-Kurtubî, C.11, s.56.
[13] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.190.
[14] el-Âlûsî, C.16, s.38.
[15] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.104.
[16] İsmail Cerrahoğlu, “Ye’cûc-Me’cûc ve Türkler”, AÜİF Dergisi, C.20, Ankara, 1975, s.112. (Vehb b. Münebbih, Kitâbü’t-Tîcân, 28 b yazma, British Museum or. 2901’den alıntılamıştır.)
[17] Bkz. Cerrahoğlu, “Ye’cûc-Me’cûc ve Türkler”, AÜİF Degisi, C.20, s.113. (Tefsîr-u Yahyâ b. Sellâm, Tunus, 36 b-37 a; 20 b, 37 a’dan alıntılamıştır.)
[18] Buhârî, Cihad 95; Menâkıb 25.
[19] Nuaym b. Hammâd, el-Mervezî (v.244); Kitâbu’l-Fiten, Beyrut, 1993, s.415-416.
[20] Ahmet Ağırakça, XII, Türk Tarih Kongresi (12-16 Eylül 1994), C.2,.Ankara, 1999, s.528-531.
[21] Ağırakça, a.g.m. s.531-532.
[22] Ebû Dâvud, Melâhim 8
[23] Ağırakça, Türk Tarih Kongresi, (12-16 Eylül 1994), s.535.
[24] Şihâbüddîn Ahmed en-Nevîrî, C.14, (dipnot yazısı.), s.306
EHL-İ KİTABA GÖRE YECÜC MECÜC
2.8.3 Muharref Kitaplara Göre Ye’cûc ve Me’cûcZülkarneyn ile ilgili âyetlerin nüzul sebepleri arasında soruyu soranların Yahudiler olabileceğini görmüştük. Soruyu soranların Yahudi olması Zülkarneyn’i ve onun Ye’cûc ve Me’cûc’le olan mücadelesinin Yahudilerce bilinmesini gerektirir.
Ye’cûc ve Me’cûc kelimeleri, Kur’ân’da olduğu gibi kutsal kitaplarda da geçmektedir. Tahrif olunan bu kitaplarda verilen mâlûmatın, Kur’ân’da geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ü izah edici olup olmadığı tartışılmıştır. Bu tartışmaları bir yana bırakarak Kitâb-ı Mukaddes’e baktığımızda, Nuh’un soyu Yâfes hakkında şunları görüyoruz:
“Yâfes’in oğulları: Gomer, ve Me’cûc, ve Maday, ve Yavan ve Tubal, ve Meşek, ve Tiras...”[1]
Bir kısım hadîslere paralellik gösteren Ye’cûc ve Me’cûc’ün azgınlıkları Tesniye Kitabında şöyle ifade edilmiştir:
“Rab uzaktan, dünyanın ucundan bir milleti, dilini anlamayacağın bir milleti kartal uçar gibi senin üzerine getirecek; kocamış olanın şahsına itibar etmeyen, ve çocuklara acımayan, sert yüzlü bir millet, ve o seni helak edinceye kadar, hayvanlarının semeresini, ve toprağının semeresini yiyecek; ve seni bitirinceye kadar sana buğday, yeni şarap ve yağ, hayvanlarının yavrularını, ve koyunlarının yavrularını bırakmayacaktır. Ve bütün memleketinde güvenmiş olduğun yüksek ve dayanıklı duvarların düşünceye kadar seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler ve Allah’ın Rabbin sana verdiği memleketinde, seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler.”[2]
“Ademoğlu, Magog diyarından olan, Roşun, Meşekin ve Tubal’ın beyi Gog’a yönel ve ona karşı peygamberlik et ve de: Yehova şöyle diyor: “Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım.”[3]
Ye’cûc ve Me’cûc’un Araplara saldıracağı gibi gaybî bilgi içeren hadîsin benzerini Tevrat’ta da görmekteyiz. İsrâil oğullarının dini tutumlarında gevşeklik olduğunda Rabbin bir cezası olarak Ye’cûc ve Me’cûc’un onlara saldıracağı ifade edilmiştir:
“Bundan dolayı, Ademoğlu peygamberlik et ve Gog’a de: ‘Rab Yahova şöyle diyor’: ‘Kavmim İsrâil emniyette oturunca, sen o gün öğrenmeyeceksin. Ve sen ve seninle beraber bir çok kavimler, hepsi atlara binmiş, büyük bir cumhur ve kuvvetli bir ordu olarak, şimalin sonlarından, kendi yerinden geleceksin, ve diyarı örtmek için bir bulut gibi kavmim İsrâil’e karşı çıkacaksın, son günlerde vaki olacak ki, milletlerin gözü önünde sende takdis olunacağım zaman, ey Gog, onlar beni tanısınlar diye, seni kendi diyarıma karşı getireceğim.”[4]
“Ve Gog İsrâil diyarına karşı geldiği zaman, Rab Yehova’nın sözü, o günde vaki olacak ki, ateş püsküreceğim. Ve sen Ademoğlu, Gog’a karşı peygamberlik et, ve de: ‘Rab Yehova şöyle diyor’: ‘Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım; Ve seni geri çevireceğim, ve seni ileri götüreceğim, ve şimalin sonlarından seni çıkaracağım; ve seni İsrail dağları üzerine getireceğim; ve sol elinden yayını ve sağ elinden oklarını vurup düşüreceğim. Sen, bütün ordularınla ve yanında olan kavimlerle, İsrâil dağları üzerinde düşeceksin; yesinler diye her çeşit yırtıcı kuşa, ve kırın canavarına seni vereceğim. Açık kırda düşeceksin; çünkü ben söyledim, Rab Yehovanın sözü. Ve Magog üzerine, ve adalarda emniyette oturanlar üzerine ateş göndereceğim; ve bilecekler ki; ben Rabbim.”[5]
“Ve o gün vaki olacak ki, İsrâil’de, denizin şarkında Geçiciler deresinde (Abarim deresinde) Gog’a kabir yeri vereceğim; ve oradan geçenleri o durduracak; ve orada Gog’u ve bütün cumhurunu gömecekler; ve oraya Hamon-Gog (Gog cumhuru) deresi denilecek. Ve memleketi temizlesinler diye İsrail evleri yedi ay onları gömmekte devam edecekler. Ve onları memleketin bütün kavmi gömecek, ve onlara izzet bulduğum günde nam olacak, Rab Yehova’nın sözü. Ve devam üzere memleket içinden geçecek adamlar, ve o geçenlerle beraber memleketi temizlemek için yerin üzerinde kalanları gömecek adamlar ayıracaklar;onlar yedi ayın sonunu da araştıracaklar. Ve memleket içinden geçecek olanlar geçecekler;ve biri insan kemiği görünce gömecek olanlar onu Hamon-gog deresine gömünceye kadar yanına bir nişan koyacak. Ve Hamona da bir şehrin adı olacak. Memleketi temizleyecekler.”[6]
“Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir; ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ü, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; Onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar, ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar; ve gökten ateş inip onları yedi.”[7]
“İşte, ey İsrail evi, uzaktan evinize bir millet getireceğim, Rab diyor; o zorlu bir millet, eski bir millettir, bir millet ki, sen onun dilini bilmez, ve ne dediklerini anlamazsın. Onların ok kılıfı açık bir kabirdir, hepsi yiğitlerdir. Oğullarının ve kızlarının yiyecekleri harman mahsulünü, ve ekmeğini onlar yiyecekler; asmalarını ve incir ağaçlarını yiyecekler; güvenmekte olduğun duvarlı şehirlerini kılıçla vurup yıkacaklar. Fakat o günlerde bile sizi bütün bütün bitirmeyeceğim, Rab diyor.”[8]
Konuyu özetleyecek olursak, Cûc, Me’cûc’un bulunduğu yer ismidir. Bâbil esaretinin ardından, Allah kıyamete yakın, doğudan Cûc tarafından Me’cûc ve bir çok topluluğu Filistin’e gönderecektir. Bu Allah’ın gazabını gösteren büyük bir istiladır ki böylece, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve felaket olacaktır. Dağları yaracaklar, kaleleri ve surları yıkacaklardır. Sonra, en nihayetinde Filistin toprağında ölecekler, çölün yırtıcı hayvanlarına ve yırtıcı kuşlara yem olacaklardır.
Görüldüğü üzere Tevrat ve İncillerde Ye’cûc ve Me’cûc hakkındaki fikirler, Yahudilerin Allah’a isyanları durumunda, ceza olarak uzak şimalden müfsit bir kavmin saldırılarına muhatap olacakları yönündedir.
[1] Tekvin 10/2.
Hadîslerde de soy Yâfes’e dayandırılmaktadır. Bu hadîsleri kritik ettiğimizde, bir çok sahabenin de aynı kanaatte olduğunu görüyoruz. Ancak akla şu soru geliyor. Acaba bu kanaatin oluşmasında Tevrat etkili olmuş mudur?
Hadîslerde de soy Yâfes’e dayandırılmaktadır. Bu hadîsleri kritik ettiğimizde, bir çok sahabenin de aynı kanaatte olduğunu görüyoruz. Ancak akla şu soru geliyor. Acaba bu kanaatin oluşmasında Tevrat etkili olmuş mudur?
[2] Tesniye 28/49-51.
[3] Hezekiel 38/2-3.
[4] Hezekiel 38/14-16.
[5] Hezekiel 39/1-6.
Bu âyet’e göre İsrâiloğlu dağlarında başarı kazanan Ye’cûc ve Me’cûc kalabalığı hezimete uğrayacak. Mevcut hadîslerde de bütün mahlukatın yiyip semiz hale geleceği rivâyetlerine paralellik göstermektedir. Krş. s.181, 183,185.
Bu âyet’e göre İsrâiloğlu dağlarında başarı kazanan Ye’cûc ve Me’cûc kalabalığı hezimete uğrayacak. Mevcut hadîslerde de bütün mahlukatın yiyip semiz hale geleceği rivâyetlerine paralellik göstermektedir. Krş. s.181, 183,185.
[6] Hezekiel 39/ 11-12.
Hamon-gog’ nehrinden bahsedilmekte ve buranın Hamon isminde bir şehir olarak kalacağı ifade edilmektedir.
Hamon-gog’ nehrinden bahsedilmekte ve buranın Hamon isminde bir şehir olarak kalacağı ifade edilmektedir.
[7] Yuhannâ’nın Vahyi 20/7-8.
[8] Yeremya 5/15
Hunor ve Magor
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Hunor ve Magor;
Ural/Altay ve Macar mitolojilerinde söylencesel hakanlar. İki
kardeştirler. Hunların ve Macarların atası olarak kabul edilirler.
Hunor, Hun kolunu, Magor ise Macar kolunu temsil eder. Macarlara
günümüzde Avrupa'da verilen iki isim (Magyar ve Hungar) yine buradan
kaynaklanır. Kimi görüşlere göre aslında kökeni çok daha eskilere kadar
uzanmaktadır ve İskit (Saka) kökenli söylencelerin gelişmesiyle
oluşmuştur. Hunor, kardeşi Magor ile birlikte kutlu bir geyiğin peşinde
denizi geçerek Macaristan topraklarına ulaşır. Hunor'un soyundan Attila
Han’ın geldiği söylenir. Magor'un soyundan ise Almos gelir. Başka bazı
Orta Asya efsanelerinde Sakaların kurucusu olan iki kardeştirler.
Macar destanlarında Hunor ve Magor'dan bahsedilir. Bundan hareketle Moğların, bir Türk boyu olan Macarlar'ın ataları olduğu sanılmakla birlikte bu durumda da Macarlar'ın ilk yurdunun da Güney Anadolu olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Moğol adının da Mağor'dan geldiği düşünülmektedir.
Gok-Magok ifadesi Tevrat'ta ve İncil'de geçmekle birlikte Yahudiler, Hıristiyanlar, Araplar bu iki tabirden Türkler'i çıkarırlar. Yorumlarda "kafkasya'da yaşıyan insanların, İskitler'in kastedildiği" söylenir. Ancak bu iki kardeşin dini kitaplarda bahsedilen Yecüc ve Mecüc olmadığı sanılmaktadır.Macar destanlarında Hunor ve Magor'dan bahsedilir. Bundan hareketle Moğların, bir Türk boyu olan Macarlar'ın ataları olduğu sanılmakla birlikte bu durumda da Macarlar'ın ilk yurdunun da Güney Anadolu olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Moğol adının da Mağor'dan geldiği düşünülmektedir.
Gok ve Magok (Yecüc ve Mecüc) benzerliği
Öte yandan Türk olan Kimmerlerle Sakalar Kafkaslar-Fırat yolunu takip ederek gelmişler ve MÖ 8. yüzyılda Orta Doğu bölgesine yerleşmişlerdir. Asur kaynaklarına göre Sakalar, Kimmerler'i kovalıyarak Kafkaslar'a geldiklerinde, Saka Kağanı Gok'un Parat ve Marat adında iki oğlu vardır ve MÖ 662 yılında Asur ülkesine saldırdıklarında yenilerek esir düşmüşlerdir. Parat'ın oğlu Madıva bunun üzerine tüm Anadolu, Suriye ve Filistin'i ele geçirmiştir şeklinde anlatılır.
M.S. 628 de yazılmış olan Süryanice İskender romanında, Gok isminin yanında geçen Mağok ismi de Türk kavimlerinin başbuğlarının adları ile anılır. (Mağok adını Türklerin atası Nuh'un torunundan almıştır). Urfa Psikoposu Âfram, sözünü ettiğimiz eserde şöyle yazmıştır: "Onlar Gok ve Mağok atlılarıdır. Küheylanlarının üstünde fırtına gibi uçarlar. Karşılarında durabilecek hiç kimse yoktur."
Goğarlar'ın, Gok'un soyundan Moğarlar'ın da Mağor'un soyundan geldiği sanılmaktadır. Moğ ülkesi, Van ve Hakkari çevresidir. Her ikisi de Saka boyudur. Buradan çıkan sonuca göre Türkler, Anadolu'ya Malazgirt Savaşı'yla ve Selçuklular döneminde değil de ondan çok daha önceleri Sakalarla gelmişlerdir.
Kaynakça
- Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt, Türkiye, 2011, (OTRS: CC BY-SA 3.0)
- Yavuz, Edip; Tarih Boyunca Türk Kavimleri, sf.169
- Times Dünya Tarihi sf. 55
- Öztuna, Yılmaz; Devletler ve Hanedanlar, Kültür Bakanlığı, Ankara,1990
“Sakalar, Asur kitabelerinde ismi “Gog” diye yazılan liderlerinin öncülüğünde M.Ö.665 yılında Kımmerleri sürerek, Kuzey Azarbaycan’a geçmişlerdi. Gence ilinin batısında “Gogaren” denen yere ve Gence’in doğusunda “Sakasen” denen yere yerleşmişlerdi” diyor. (Heredot, 1973, 46)
Eskiden Yunan yazılan sonrada (V.yüzyılda yerli Kartuli /Gürcü diline çevrilen) adlı en eski destani tarihe göre , Kimmerlerin gelişi, Hazarların seferi (çünkü, Kımır/Kumar da denilen Kimmerler, Bizans belgelerind Khazarların ataları olarak gösterilir), Sakaların hakim oluşu da , Türklerin İranlılardan bu ülkeyi kurtarıp, yerleşerek orduyu oluşturma ve hudutları korumaları diye anlatılıyor.
Onlardan sonra (MÖ.587'de) II.Babil Kralının Kudüs'ü alıp yıkarken sürgün ettiği Yahudilerden bir kolun yolda kaçarak sığıntı olarak gelip Tiflis kuzeyine iskan edildiği; Makedonyalı İskender, ordusuyla geldiği sırada ; Çoruk ile Kür ırmakaları ve kolları üzerindeki kaleleri, Bun-Türk (otokton/yerleşik Türk) ve Kıpçak denilen yaman savaşçıların erlikle korudukları, yine bu Gürcistan tarihinde anlatılıyor. Yine bu kaynak, Türklerin Sarkınet (Sarı-kın-et=Sarıklar yurdu) adlı müstahkem kaleli şehirlerinin, İskender'e on iki ay karşı koyup savaştığını anlatıyor.
Bu destani Gürcü kaynağı haberinin doğruluğunu benimseyen Hocamız A.Zeki Velidi Togan, Romalı Plinius'un (MS.23-79 arasında yaşamış) verdiği şu sağlam bilgileri delil olarak göstermektedir.
A) (Dağıstan güneyinde, şimdiki Demirkapı-Derbent kapısı için) "Buna, Kumanya kapısı diyorlar".
B) Kafkas dağlarına yakın bir yerde, birlikte yaşayan Kamaklar ve Oranlardan bahseder. Bu üç urug adı, bilindiği gibi Kıpçakların ikinci (Kuman) ve büyük kollarının adlarıdır. Biz de bunlara şu delilleri ekleyelim :
Aynı Plinius (Tabii Tarih) Hopa'nın batı yanında akan Absar (Oğuz boyu Avşar) Çayı'ndan bahseder. MS.131'de Appanos'a apsar deniyor ve Rize'nin dört mil doğusundaki büyük çayın Askur adı ile , Ahıska yakınındaki ünlü kale Askur'et (Askur yurdu) ve bugünkü azgur ile Bitlis'teki Azgur, Kaşgarlı Mahmut'ta Yazgır denilen Oğuz boyunun değişik söylenen (y protezi almış biçimi) Ptolemus (MS.150'de yazılan) Coğrafya'da Kalarzen denilen yer, 330 agathangelos'ta Kalarç ve Gürcü kaynaklarında K(a)larç-et (Kalarç yurdu) olarak geçen ve Ardanuç, Artvin, Şavşat ve Borkça kesimini içine alan bölgenin adıdır.
Buradan Karadeniz'e esen sert ve kuru yele öteden beri denilen Kalaç/Kalaş da buraya nispetle adlanmış olup, hepsi Kaşgarlı Mahmut'un 24 Oğuz Boyunun ikiz boyu olarak andığı Kalaç (Khalaç) uruğunun (arslan/aslan, kurşak/kuşak, varşak/vaşak adlarındaki gibi) eski biçimiyle anılışını gösterir.
Amasyalı Strabon'da Yukarı Kür ve Çoruk boyları, Sakaların hakim bir uruğunun adı ile Gogar'en (Gogar yurdu) diye anılır. Gürcü kaynağında ise buralar Gugaret ve ermenice kroniklerde Gugar'k (Gugarlar) diye kavmi adla anılan bir eyalet gösterilir. Sonraki Çıldır Atabekleri ülkesi ile buranın doğusundaki Borçalı ve Khıram çayları bölgesini de içine alan bu Gogaren/Gugareet Eyaleti, küçük Arşaklılar çağında (52-428) Kuzey Uçbeyliği/Bideaşkhlığı sayılıyor ve dokuz snacağı içine alıyordu.
Bunlardan, tirel (Tiryalet), Şor, Çor, Taşır, Kangar (sonraki Kenger) , Çavak (Çin -Çavatların adı bundan geliyor) ve Kalarç gibi yedisinin adı birer Türk urug ve boyundan kalmadır.
Bu eyaletin ocaklı il beyleri ise, Çenasdan (Türkistan)'dan gelme Orbelyanlar hanedanı idi. Gugaret/Gugark Bideaşkhı olan ve MS.200 yılında Yunanca yazılı bir tasviri ele geçen Asparuk, 479 yılında Tuna-Bulgar Türk devletini kuracak olan hükümdarın adaşı idi. Sakalar ile gelen Çor/Çol (sonraki İslam Arap kaynaklarında ç yerine s yazılamasıyla Sol) uruğunun bir kolu Dağıstan Derbendi'ne Çor Kapısı ve kalabalık bir kolu da Gugaret'in batısından geçen ırmağa Çoruk (Çorlar) adını verdirmişti. Selçuklu fetihlerinden önce 1046'da Gence'de yazılan Farsça Kaabusnamed'de Kür solunda ve Alazan batısındaki koca bölge halkı Kıpçakların Sıkhnakh boyunun adıyla Sıkhnakhlı diye anılıyordu.
MS.Kafkaslar kuzeyinden gelip yerleşen Borçalı ve Kazak adlı ikiz boya mensup Karakalpaklar ile Khazar Kağanlığı ve Sabirlerin yerleşmelerini ; Kars güneyindeki Aras boyuna Kalıs- Van (sonra Kağızman) adını verdirten ve adaşı Galiçya'da yaşayan Türk uruğu ile, Çoruk solundaki yaylaklarda hala hatırası Balkar/Barkal diye yaşayan Dağıstan'dan gelme Bulgar kolundan Balkarlar ile Karsakların (Çıldır gölü kuzeyinde göl ve kasaba ile bizzat Kars'ın adı) MÖ.II.yüzyılda gelen bu boylardan kalmıştır.
Daha öteki Türklerin Kür ve Çoruk boylarınaki canlı hatıralarına bu kadarcıkla dokunarak yetinelim. Birde VI.yüzyılda bir On-Ogur kolunun, Faş/riyon boylarına yerleşerek Kutayıs bölgesine Onogur adını verdirmiş olduklarını unutmayalım.
Prof.Dr.M.Fahrettin KIRZIOĞLU
Ye’cûc-Me’cûc
Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53
Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55
Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57
Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60
Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc
ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.
Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63
İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66
Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70
Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-
maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.
Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71
Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).
Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).
71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.
Mustafa Öztürk
1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:
Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-
rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).
Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:
1981).
Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).
Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).
----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:
2005).
Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-
tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.
----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).
Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:
2002).
2007).
Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:
#GogMagog
Zulkarneyn'in İranlı Kuruş olduğu sonucuna varıştır. Farsça adının Kuruş olup Yahudilerin ona Horiş, Arapların da Kuruş[305] veya Keyhusrev, Yunanlıların ise Sairis dediklerini söyler.
Kuruş, Persler'in ilk döneminde iran'da kraldı. Bu da Büyük iskender'in Persler'e saldırıp kralı Dara (Daryüs)ü öldürmesinden önceki dönemdir.
Küruş'un kral olmasından önce Iran güneyde Faris (Pers), kuzeyde de Midya/Medler olmak üzere İki ülkeye ayrılmıştı. Kuruş 559 yılında kral oldu ve Faris ile Midya "ilkelerini bir devlet olarak birleştirdi. Emirler yönetiminden )şnut oldular ve halk da ona bağlılık gösterdi.
Kuruş, İran halkından bir ordu hazırladı, başka ülkelerle savaşıp fethetti ve kendine bağladı.Fetihleri adalet, insaf ve mazlumları kurtarmak içindi. Meşhur üç tane savaş yaptı.[306]
“Sakalar, Asur kitabelerinde ismi “Gog” diye yazılan liderlerinin öncülüğünde M.Ö.665 yılında Kımmerleri sürerek, Kuzey Azarbaycan’a geçmişlerdi. Gence ilinin batısında “Gogaren” denen yere ve Gence’in doğusunda “Sakasen” denen yere yerleşmişlerdi” diyor. (Heredot, 1973, 46)
Eskiden Yunan yazılan sonrada (V.yüzyılda yerli Kartuli /Gürcü diline çevrilen) adlı en eski destani tarihe göre , Kimmerlerin gelişi, Hazarların seferi (çünkü, Kımır/Kumar da denilen Kimmerler, Bizans belgelerind Khazarların ataları olarak gösterilir), Sakaların hakim oluşu da , Türklerin İranlılardan bu ülkeyi kurtarıp, yerleşerek orduyu oluşturma ve hudutları korumaları diye anlatılıyor.
Onlardan sonra (MÖ.587'de) II.Babil Kralının Kudüs'ü alıp yıkarken sürgün ettiği Yahudilerden bir kolun yolda kaçarak sığıntı olarak gelip Tiflis kuzeyine iskan edildiği; Makedonyalı İskender, ordusuyla geldiği sırada ; Çoruk ile Kür ırmakaları ve kolları üzerindeki kaleleri, Bun-Türk (otokton/yerleşik Türk) ve Kıpçak denilen yaman savaşçıların erlikle korudukları, yine bu Gürcistan tarihinde anlatılıyor. Yine bu kaynak, Türklerin Sarkınet (Sarı-kın-et=Sarıklar yurdu) adlı müstahkem kaleli şehirlerinin, İskender'e on iki ay karşı koyup savaştığını anlatıyor.
Bu destani Gürcü kaynağı haberinin doğruluğunu benimseyen Hocamız A.Zeki Velidi Togan, Romalı Plinius'un (MS.23-79 arasında yaşamış) verdiği şu sağlam bilgileri delil olarak göstermektedir.
A) (Dağıstan güneyinde, şimdiki Demirkapı-Derbent kapısı için) "Buna, Kumanya kapısı diyorlar".
B) Kafkas dağlarına yakın bir yerde, birlikte yaşayan Kamaklar ve Oranlardan bahseder. Bu üç urug adı, bilindiği gibi Kıpçakların ikinci (Kuman) ve büyük kollarının adlarıdır. Biz de bunlara şu delilleri ekleyelim :
Aynı Plinius (Tabii Tarih) Hopa'nın batı yanında akan Absar (Oğuz boyu Avşar) Çayı'ndan bahseder. MS.131'de Appanos'a apsar deniyor ve Rize'nin dört mil doğusundaki büyük çayın Askur adı ile , Ahıska yakınındaki ünlü kale Askur'et (Askur yurdu) ve bugünkü azgur ile Bitlis'teki Azgur, Kaşgarlı Mahmut'ta Yazgır denilen Oğuz boyunun değişik söylenen (y protezi almış biçimi) Ptolemus (MS.150'de yazılan) Coğrafya'da Kalarzen denilen yer, 330 agathangelos'ta Kalarç ve Gürcü kaynaklarında K(a)larç-et (Kalarç yurdu) olarak geçen ve Ardanuç, Artvin, Şavşat ve Borkça kesimini içine alan bölgenin adıdır.
Buradan Karadeniz'e esen sert ve kuru yele öteden beri denilen Kalaç/Kalaş da buraya nispetle adlanmış olup, hepsi Kaşgarlı Mahmut'un 24 Oğuz Boyunun ikiz boyu olarak andığı Kalaç (Khalaç) uruğunun (arslan/aslan, kurşak/kuşak, varşak/vaşak adlarındaki gibi) eski biçimiyle anılışını gösterir.
Amasyalı Strabon'da Yukarı Kür ve Çoruk boyları, Sakaların hakim bir uruğunun adı ile Gogar'en (Gogar yurdu) diye anılır. Gürcü kaynağında ise buralar Gugaret ve ermenice kroniklerde Gugar'k (Gugarlar) diye kavmi adla anılan bir eyalet gösterilir. Sonraki Çıldır Atabekleri ülkesi ile buranın doğusundaki Borçalı ve Khıram çayları bölgesini de içine alan bu Gogaren/Gugareet Eyaleti, küçük Arşaklılar çağında (52-428) Kuzey Uçbeyliği/Bideaşkhlığı sayılıyor ve dokuz snacağı içine alıyordu.
Bunlardan, tirel (Tiryalet), Şor, Çor, Taşır, Kangar (sonraki Kenger) , Çavak (Çin -Çavatların adı bundan geliyor) ve Kalarç gibi yedisinin adı birer Türk urug ve boyundan kalmadır.
Bu eyaletin ocaklı il beyleri ise, Çenasdan (Türkistan)'dan gelme Orbelyanlar hanedanı idi. Gugaret/Gugark Bideaşkhı olan ve MS.200 yılında Yunanca yazılı bir tasviri ele geçen Asparuk, 479 yılında Tuna-Bulgar Türk devletini kuracak olan hükümdarın adaşı idi. Sakalar ile gelen Çor/Çol (sonraki İslam Arap kaynaklarında ç yerine s yazılamasıyla Sol) uruğunun bir kolu Dağıstan Derbendi'ne Çor Kapısı ve kalabalık bir kolu da Gugaret'in batısından geçen ırmağa Çoruk (Çorlar) adını verdirmişti. Selçuklu fetihlerinden önce 1046'da Gence'de yazılan Farsça Kaabusnamed'de Kür solunda ve Alazan batısındaki koca bölge halkı Kıpçakların Sıkhnakh boyunun adıyla Sıkhnakhlı diye anılıyordu.
MS.Kafkaslar kuzeyinden gelip yerleşen Borçalı ve Kazak adlı ikiz boya mensup Karakalpaklar ile Khazar Kağanlığı ve Sabirlerin yerleşmelerini ; Kars güneyindeki Aras boyuna Kalıs- Van (sonra Kağızman) adını verdirten ve adaşı Galiçya'da yaşayan Türk uruğu ile, Çoruk solundaki yaylaklarda hala hatırası Balkar/Barkal diye yaşayan Dağıstan'dan gelme Bulgar kolundan Balkarlar ile Karsakların (Çıldır gölü kuzeyinde göl ve kasaba ile bizzat Kars'ın adı) MÖ.II.yüzyılda gelen bu boylardan kalmıştır.
Daha öteki Türklerin Kür ve Çoruk boylarınaki canlı hatıralarına bu kadarcıkla dokunarak yetinelim. Birde VI.yüzyılda bir On-Ogur kolunun, Faş/riyon boylarına yerleşerek Kutayıs bölgesine Onogur adını verdirmiş olduklarını unutmayalım.
Prof.Dr.M.Fahrettin KIRZIOĞLU
Ye’cûc-Me’cûc
Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53
Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55
Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57
Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60
Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc
ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.
Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63
İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66
Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70
Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-
maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.
Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71
Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).
Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).
71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.
Mustafa Öztürk
1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:
Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-
rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).
Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:
1981).
Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).
Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).
----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:
2005).
Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-
tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.
----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).
Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:
2002).
2007).
Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:
#GogMagog
a- Kûruş'un Batı Seferi:
Yunanlıların İran'a komşu Lidya adında bir devletleri vardı. Anadolunun kuzeyinde, Karadeniz ile Ege denizi arasında kurulmuştu. Yunanlı Lidya ile İranlı Midya arasında savaşlar sürüp gidiyordu. Kuruş zamanında üdya'nm başında kral Krezus bulunuyordu.
Kuruş, kral olunca, Krezus ona savaş açtı ve önce saldırdı.Kuruş'in ona karşı savaşmaktan başka alternatifi yoktu.İran halkından bir ordu alarak batıda Lidya üzerine yürüdü ve başkentine doğru ilerledi. İki taraf arasında Petriya ve Sardiz adında amansız iki savaş oldu.Lidya devleti yıkıldı, başkenti Sardiz işgal edildi ve kralı Krezus esir alınarak iran'a götürüldü. Böylece Lidya devleti de İran imparatorluğuna katıldı.
Kuruş, yenik düşen Yunanlılara adalet, insaf ve merhametle davranmış, hatta bunda aşırı gitmiştir. Kralları Krezus için bir yığın odun hazırlanmasını isteyerek içine oturtmalarını ve üzerine ateş yakmalarını söylemiştir. Onlar da söylediğini yapmışlar. Ama Krezus'un korkup ükmediğini görünce, söylediklerini geri almış ve kendisini bağışlamıştır. Krezus ömrünün kalan günlerini onun yanında saygın ve onurlu olarak yaşamıştır.
Kur'anın işaret ettiği ilk yolculuk budur.Kûruş bu seferde Lidyanın başkenti olan Sardiz'i fethetmeye giderken güneşin battığı yere kadar varmıştır. Sardiz Ege denizi sahilinde şimdiki İzmir şehrinin yakınlarında bulunuyordu
Ege sahilleri körfezleri çok girintili çıkıntılı bir yerdir.Dr.Abdulalim Hızır "Mefahimu Coğrafiyye fi'l-Kasasi'l-Kur'ani:Kıssatu zilkarneyn" kitabında bu bölgenin coğrafi yapısını anlatmış ve güneşin oradan sanki kara balçıklı bir pınarın gözünde batıyor gibi göründüğünü belirterek şöyle der:
"Kuruş, Ege sahillerine geldiğinde sahilin çok girintili çıkıntılı ve körfezlerinin çok olduğunu görmüştür. Bunlardan büyük ve küçük Menderes ile Gediz körfezleri sayılabilir.izmir körfesi yüz yirmi kilometre kadar içeriye uzanır.Etrafı dağlarla çevrilidir.Alüvyon ve volkanik topraklar taşıyan Gediz nehrinin bulanık suları Anadolunun yüksek yerlerinden batıya doğru akarak buraya dökülür. Gediz nehrinin çok girintili çıkıntılı ve körfezli Ege sahillerine varıp denize dökülünceye kadar akış hızı gittikçe artar ve yüksekliği bin ile ikibin metre arasında değişen dağlar arasındaki vadide akarak İzmir körfezine dökülür.
Kuruş, izmir yakınlarında antik Sardiez şehri yakınlarında durduğu zaman, batış sırasında tam bir göze benzeyen ve ufkun kızıllığı ile Gediz nehrinin getirdiği kızıl alüvyonların birbirine karıştığı haliçte batan güneşin yuvarlağını seyretmiştir. Büyük ihtimalle Kur'anın sözünü ettiği kara balçıklı göz burasıdır.[307]
b- Kûruş'un Doğu Seferi:
Iranın doğusunda göçebe dağınık kabileler yaşıyordu. 'aman zaman Iranın sınırlarını geçiyor ve bozguncululaklar yapıyordu. Kuruş batıda Yunanlıları yendikten sonra bu kabileleri cezalandırmak için doğuya bir sefer düzenledi. Sind nehrine varıncaya kadar doğuya doğru ilerleyip ülkeleri birer birer fethetti. İsfahan, Cüzcan,Horasan bölgelerini geçti. Kuıı. Kavha, Karun, Curcan ve Zende nehirlerini geçti. Belucistan,Mekran ve Belh bölgelerine kadar gitti. Bu bölgelerde olan kabileler göçebe olup evlerde ve şehirlerde oturmazlardı,Bu yüzden güneş doğup sıcaklığı yükseldiğinde onları sıcaklığından koruyacak evleri yoktu.[308]
c- Kûruş'un Kuzey Seferi ve Yecuc İle Mecuc Şeddi:
Batı ve doğu cephelerini sağlama alıp güneyde de Babil bölgesini fethettikten sonra Kûruş ülkenin kuzey cephesini de sağlama almak için kuzeye yöneldi. Ülkesinin kuzeyinde Gürcistan,Azerbaycan ve Ermenistan vardı. Bunlar Kafkas dağlarının güneyine düşmektedir. Kuzey cephesinin sınırları onların arkasında yaşayan, medeniyetten uzak ve düzensiz kabilelerin önünde doğal bir engel sayılırdı.
Bu doğal engel doğuda Kazvin-Hazar-denizinden başlar. Derbend şehri buradadır. Ortada kafkas dağları ve batıda Karadeniz olup kıyısında Sohum/Soşi şehri bulunur. Dağların ve denizin oluşturduğu bu doğal engeli geçmek için Kafkas dağlarının ortasında bulunan daracık Daryal boğazı dışında bir geçit yoktur.
Kafkas dağlarının güneyinde Kuşa kabileleri otururken, bu dağların kuzeyinde uygarlaşmamış Moğol kabileleri otururdu.Bunlar Masacit veya Kur'anın deyimiyle Yecuc ve Mecuc kabileleridir. Yeuc ve Mecuc kabileleri yağmacılık ve bozgunculuk yapmak için Kafkas dağlarındaki Daryal geçidinden güneye çıkarlardı. Kûruş.Kur'amn bir türlü söz anlamadıklarını söylediği Kuşa kabilelerine geldiği zaman, kendisine Yecuc ve Mecuc kabilelerinin hücumlarından yakındılar.
Kûruş,Yecuc ve Mecu'un o bölgelere ulaşmasını engellemek istedi. Bölgede dokuz yıl kaldı.Yecuc ve Mecuc'un geçtiği Daryal geçidini Kur'anın sözünü ettiği bir sedle kapattı.[309]
Zulkarneyn Şeddi, Daryal Geçidinde Yapılan Seddir:
Zulkarneyn olan Kûruş'un yaptırdığı set, Kafkas dağlarının ortasındaki Daryal geçidi üzedinde yapılan settir. Bu setle ilgili olarak Kasımı tefsirinde şöyle der:
"Tercih edilen görüşe göre bu sed,şu anda Rusya'ya bağlı olan Dağıstan'da, Derbend ve Hozar şehirleri arasındadır. Eskiden beri iki şehir arasında meşhur bir geçit vardır.Eski ve yeni birçok millet onu sed adıyla anar. Şeddin içinde Demirkapı adını verdikleri bir yer vardır. O da Arapların Kaf dağı dedikleri Kafkas dağlarından iki dağ arasında bulunan eski bir şeddin kalıntısıdır. Başka milletler gibi şeddin orada bulunduğunu ve yeryüzü hakkındaki bilgileri sebebiyle oranın yer yüzünün sınırı olduğunu, Yecuc ve Mecuc kabilelerinin o dağların arkasında bulunduğunu söylerlerdi."[310]
Dr.Abdulhalim Hızır, üzerinde şeddin yapıldığı kafkas dağlarının yapısını anlatarak şöyle der:
"Kafkas dağlan sıralar oluşturur, çok yüksektir, aşılması zordur,bir boğaz dışında geçit vermez.O da ortadaki Daryal geçididir. Terk/Türk nehrinin kollarından biri bu boğazda akmaktadır.Dağlar doğuda Hazar denizinin dalgalarına ve batıda Karadenizin sularına değecek kadar uzanırlar.Sıra dağların uzunluğu 1200 km. kadardır. Bütün Avrupanın en yüksek dağlarıdır.Daryal boğazı dışında aşılmaları mümkün değildir."[311]
O Bölgede Madenlerin Çokluğu:
Kur'an, yapılan şeddin kızgın demir kütlelerinden ve üzerine eritilip dökülen bakırdan yapıldığını anlatır.Demir kütleleri ve bakır iki dağın zirvesine kadar yükselmiştir. Acaba Kuruş bu kadar demir ve bakın nereden bulmuştur? Dr.Abdulalim Hızır o bölge için şunları söylemektedir:
"Demir madenleri: Azerbaycan topraklarında çok miktarda demir madeni yatakları vardır.Bunun en açık delili de, Azerbaycanın başkenti olan. Baku'da şu anda bulunan demir ve çelik sanayiidir. Bugün bölge bu madenler yönünden zengin ise, geçmişte elbette daha zengin olmuştur.
Ermeistan da madenler yönünden zengindir.Özellikle demir, bakır, kurşun,cıva, altın, kükürt,şap taşı gibi madenler çoktur.Ermeni tarihçi Leontius dağlarda kazılmış olan bazı yerlerin, eskilerin yer yüzüne yakın olan madenleri çıkarıp işledikleri ve elde etmek için toprağı kazdıklarını gösterir, der. Jeolojik yapı, Babert Erğana bölgelerinin zengin demir yataklarına sahip olduğunu gösterir. Gürcistan'ın da bol miktarda demir madenlerine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Türkiyenin Ermenistan sınırına yakın bölgesinde yirmi beş milyon ton rezerve sahip olduğu tahmin edilen meşhur demir/bakır bölgesi bulunmaktadır.
Demiri eritmek için gerekli olan odun ve kömüre gelince; Ermenistan'nın Kılakent bölgesinde büyük miktarlarda rezervler vardır. Karadeniz sahillerinde Zonguldak kömür madenleri gerçekten zengin yataklardır.
Kereste konusunda ise Ibn Havkal, Erdebiİ bölgesinin bağ bahçeleri, ormanları ve meyveleri çok olan bir ölge olduğunu söyler.
Bölgede bakır yataklarının bol miktarda bulunduğu bilimsel ve tarihsel olarak sabittir. Modern jeoloji araştırmaları Zencan, Anarak, İsfahan'ın kuzeyi ve Azerbaycan'ın güneyinde çok miktarda bulunduğunu göstermektedir. Ermenistan'da eskiden beri bilinen büyük bakır yatakları, öncekilerin bu madenleri çıkardığının delilidir.
Taşıma ve çekme işlerinde kullanılan hayvanlar bakımından da bölge zengin olup mera ve çayırlarla doludur.Çünkü batıda Akdeniz iklimi ile doğuda Çin iklimi arasında yer almaktadır.O bölgede deve bilinmektedir. Üstelik develer iki hörgüçlü türdendir.Ayrıca ulaşımda eşek gibi kullanılan katıra benzer bir hayvan vardır. Dağlık yerlerde rahatlıkla dolaşıp yük taşıyabilir. Aynı şekilde yük taşıma ve çekmeye elverişle güzel cins atlar da asırlardır o bölgede bilinmektedir.
işçi ve mühendislerin yiyecek ve içeceklerine gelince; Modern coğrafyanın belirttiğine göre, bölge ilk asırlardan beri tahılı tanımış ve yetiştirmiştir. Eski kalıntılarda tahıllara rasianmış, tanelerle dolu çömlekler ve sürahiler bulunmuştur. Ermenistan, Abbasi devletinin en verimli bölgelerinden sayılırdı. Bölge, besin maddesi olarak içeride tüketilen ve ihraç edilen balıklarıyla da meşhurdur.
Bölgenin vadileri meyveli ağaçlardan ormanlarla doludur.Dağıstan ilk çağlardan beri meşhur bir tarım ülkesidir.Ermenistanın iklimi de öteden beri tarım için çok uygundur."[312]
Bütün bunlar şeddin yapıldığı bölgenin sed yapmaya elverili olduğunu, şeddi yapacak insanlara yiyecek, içecek,
ulaşım ve taşıma araçlarını sağlamaya, şeddin yapımında kullanılacak demir, bakır, kömür, odun gibi malzemeye de yeterince sahip bulunduğunu gösterir.
Anlaşıldığı kadarıyla da Daryal geçidi dar olup iki dağ arasında bulunduğundan ve iki tarafında dağlar dik yükseldiğinden sed yapmaya elverişli bir yerdir. Onun için eski alimlerden çok kişi Zulkarneyn'in şeddi Kafkas dağlarında Daryal geçidi üzerinde yaptığını tercih etmişlerdir.[313]
Kûruş'un Anıt Heykeli:
Ebu'I-Kelam Azad ve onunla beraber Abdulalim Abdurrahman Hızır, Kur'anda belirtilen Zulkarneyn'in iranlı Kuruş ve anılan şeddin de Daryal geçidi üzerinde bina ettiği set olduğunu tercih ederler. Araştıran ve tahkik eden bu iki alim, Kûruş'un niteliklerinin Kur'an'da belirtilen Zulkarneyn'in niteliklerine uyduğunu, hatta bu niteliklerin Kûruş'de bulunduğunu söylerler. Ebu'I-Kelam Azad bu konuda şu delilleri gösterir:
Kûruş'e Zulkarneyn adı verilmiştir. Çünkü Midya ve Faris (Med ve Pers) ülkelerini birleştirerek bir ülke yapmıştır. Bu ülkelerden her biri boynuza benzetilmiş, ikisini bir araya getirince kendisine iki ülke sahibi anlamında zulkarneyn" adı verilmiştir. Ebu'l-Kelam'ın bu konuda gösterdiği en önemli delil ise, arkeologların bulduğu Kûruş'un bir heykelidir. Şöyle diyor:
"Bu önemli arkeolojik keşif, Kûruş'un kendi taş heykelidir. İran'ın eski başkenti Istahr'dan yaklaşık elli kilometre uzaklıkta Mirğab nehrinin kıyısında bir yerde dikili olarak bulunmuştur. D aha önce de James Morier bu heykelin varlığını duyurmuş, yıllar sonra Sir Robert K.Porter gelmiş, heykelin bulunduğu alanda detaylı bir araştırma yapmış ve heykelin kara kalemle çizdiği bir resmini İran ve Gürcista'a yaptığı bir seyahatini anlattığı kitabında yayınlamıştır. Papaz Forster 1851 yılında heykelden sözetmiş ve onu Tevrat metinlerinin söylediklerine delil göstermiştir. Heykel'in daha önce yayınlanan resminden güzel bir resmini de yayınlamıştır. O zamana kadar çivi yazısı henüz tam okunabilmiş değildi. Ancak sözkonusu heykeli'in Sairis'e, yani Kûruş'e ait olduğu kesinleşmişti. Daha sonra yapılan araştırmalar bu kararı şüpheye yer bırakmayacak şekilde desteklemiştir.
Sonra meşhur Fransız yazar Deu Lofoy Irandaki eski eserlerle ilgili kitabını yazınca, heykel'in üç boyutlu bir resmini yayınlamış, böylece heykel tam bir görünüm kazanmıştır.
Ebu'l-Kelam Azad heykel'in niteliklerini belirterek şöyle der: İnsan boyunda bir heykeldir.Heykelde Kuruş, karga kanatları gibi iki kanatlı olarak görünmektedir. Başında koç boynuzlan gibi iki boynuzu vardır[314] . Uzattığı sağ eliyle ön tarafı gösteriyor. Üzerinde Babil ve Iran kralları üzerinde gördüğümüz elbiseler vardır. Bu heykel Zulkarneyn imajının Kuruş için çizildiğini kanıtlamaktadır. Onun için heykelde kralın başında iki boynuzun olduğunu görüyoruz.
Heykel ne zaman yapılmış? Onu kim yapmıştır? Heykel ya Kûruş'in sağlığında kendi emriyle yapılmış veya kendisinden sonra gelen ve kesin olarak belirtilmesi zor olan biri tarafından yaptırılmıştır.
İran ve Elamlılar'ın başkenti şimdi Ahvaz olarak bilinen ve Iranın güneyine düşen Sus şehri idi. Midya'nın başkenti de Arapların Hemezan dedikleri Hiğ Metana kenti idi.
Kuruş heykelinin Ardeşir zamanında yapıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü heykel, yıkıntılarından sadece heykelin kaidesinin kaldığı Istahr şehrinin bir kasabasında bulunmaktadır."[315]
Kuruş ve İmparatorluğunun Sonu:
Kuruş M.Ö.559 yılında kral olmuş ve doğu, batı ve kuzey fetihlerini yapmıştır.. Otuz yıl kadar Iran, Suriye, Mısır, Irak,Anadolu ve İranın doğsuna hükmetmiştir. O devirde başka bir hükümdarın hükmetmediği şekilde hükümdarlık yapmıştır.Günümüz coğrafyasında hükmettiği ülkeler Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Türkiye, Irak, Iran, Ermenisten, Gürcistan, Azerbaycan, Kuzey Pakistan, Afganistan ve Türkistan'dır. M.Ö.529 yılında ölmüştür.
Kuruş'un Ölümünden sonra oğlu Kamboşiya veya Arapların adlandırmasıyla Kambiz hükümdar olmuştur. M.0.525 yılında Mısır üzerine yürümüş ve fethetmiştir.Ancak ona karşı ülkesinde bir isyan başlamış ve ülkesi Midya halkı Ğomata liderliğinde kendisine başkaldırmıştır. isyanı bastırmak için Kambiz Mısırdan ülkesine dönerken yolda Şam'da ölmüştür.
Kûruş'un başka çocukları olmadığından İran halkı amcasının oğlu Darayuş veya Daryus'u krai yapmışlar.Daryus'un ölümünden sonra da Ardeşir hükümdar olmuştur. Makedonyalı iskender işte bu Ardeşir'e saldırarak ' öldürmüş ve Kûruş'in kurduğu imparatorluğun işini böylece bitirmiştir.[316]
Kûruş'in ve Zulkarneyn'in Ahlakı:
Kuranı Kerim, Kûruş'in ahlakına işaret eder. Ebu'l-Kelam Azad bu niteliklerin Kûruş'e ve yönetimine uyduğunu belirterek şöyle der:
Zulkameyn insanlar arasında adaletli olmuştur.Onun için Allah onlar hakkında dilediğini yapmakta serbest bırakarak hâkem yapmıştır. "İster azap edersin, istersen onlara iyilikle muamele edersin"
Kuruş, fethedilen ülkelere adalet, iyilik ve rahmetle muamele etmiştir.Mesela Yunanlı Lidya ülkesini fethetmesi, kralı Krezus'e güzellikle davranıp bağışlaması,rahmet ve hoşgörü ile bakması bunun örneğidir. Kûruş'in dost ve düşmanı tarihçiler adaletini ve düşmanı olan Yunanlılara rahmet ve iyilikle muamelesini takdirle belirtmişlerdir.
Yunanlı tarihçi Heredot şöyle der:" Kuruş son derece mert, cesur,hoşgörülü ve cömert biri idi. Başka krallar gibi mal toplama heveslisi değildi. Aksine cömertlik ve başkalarına vermeye özen gösterirdi. Mazlumlara adaletle davranır ve insanlara yararlı olan her şeyi severdi."
Yunanlı tarihçi Zinefon/Xenophon da şöyle der:" Akıllı ve merhametli bir kraldı. Krallığın seçkinliği yanında bilginlerin erdemlerine de sahipti.Himmeti büyüklüğünden fazla ve cömertliği azametinden büyüktü. İnsanlığa hizmet etmek pensibi idi. Mazlumlara adaletle davranmak ahlakıydı. Büyüklenme ve kendini beğenmenin yerine, hoşgörü ve alçak gönüllülük sahibi idi."[317]
Kûruş'un adalet ve hoşgörüsü rakibi ve düşmanı olan Yunanlı Heredot ve Zinefon gibi tarihçiler tarafından bile itiraf ve kabul edilmiştir.Şairin "Kumaların bile itiraf ettiği iyilik! Şüphesiz iyilik düşmanın itiraf ettiğidir" dediği gibi, hasımların itiraf etmesi Kûruş'in iyiliğini gösterir.[318]
Kuruş, Allaha İnanıyordu:
Kur'an, Zulkarneyn'in Allaha inandığı, onu andığı,nimetlerine şükrettiği ve iyiliğini itiraf ettiğini açıklamaktadır. Ebu'l-Kelam Azad, Kûruş'in inancı üzerinde durmuş ve Allanın birliğine inanan,ona kulluk yapıp dinini kendisine halis kılan bir kişi olduğunu belirtmektedir.
Kuruş, Zerdüşt dinine bağlı idi.Zerduşt'un dini de tevhid dini idi. Ülkenin eski dini olan Mecusilik dinini bırakmıştı.Kuruş öldükten sonra mecusiler Zerdüşt dinine karşı devrim yapmışlar ve Darayuş bu tevhid dinine son vermiştir.
Zerdüşt dininde olanlar Kuruş zamanında Allanın birliğine inanırlardı. Ama ondan sonra mecusilik halkın arasında yayılmış, Zerdüşt dini ile bütünleşerek tevhid, şirk ve küfürle karışmıştır, bu dinin mensuplarına da artık mecusiler denilmiştir. Müslümanlar, Zerduştilerin-yeni mecusilerin- semavi bir din ve kitap ehli olduklarını unatmamışlar, Rasulullah "Onlara kitap ehli muamelesi yapınız" buyurmuştur. Yani kitap ehli yahudi ve hiristiyanlara muamele yaptığınız gibi onlara da öyle muamele yapınız.Onun için müsfümanlar onlardan cizye almışlardır.
Bu demektir ki İslam, Zerduşluğun Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi semavi kaynaklı olduğunu itiraf etmekte, ancak bozulup değiştirildiği, şirk ve küfürle karıştığı için onu kabul etmemektedir.
Ebul-Kelam Azad, Zerdüşt'ün Irana gönderilmiş bir peygamber olduğunu ve Kûruş'in de bu peygaberin dinine bağlı bulunduğunu, ancak daha sonra bu dinin iranlılar tarafından değiştirilip bozulduğunu söylemektedir.[319]
Yecûc ve Mecûc:
Zulkarneyn'in iranlı Kuruş olduğu ve Kur'anda belirtilen Yecuc ve Mecuc şeddinin de Hazar denizi ile Karadeniz
arasında Kafkas dağlarındaki Daryal geçidi üzerinde yapıldığını kararlaştırdıktan sonra şimdi de Yecuc ve Mecuc, onların yeri, çıkışları ve Kûruş'in onlara karşı yaptığı şeddin sonunun ne olduğu konulan üzerinde duracağız.[320]
Kuranda Yecûc ve Mecûc:
Kur'anı Kerimde Yecuc ve Mecuc'dan iki defa söz edilmektedir. Birincisi, üzerinde durduğumuz Kehf suresinin "Ey Zulkameyn, şüphesiz Yecuc ve Mecuc yer yüzünde bozgunculuk yapıyorlar, dediler"[321] ayetidir.
Diğeri de Enbiya süresindeki "Yecuc ve Mecuc açılıp her tepeden boşandıkları ve verilen gerçek sözün vakti yaklaştığı zaman inkar edenlerin gözleri belerir ve "Eyvah! Bundan önce gaflet içinde idik, hayır zalimdik,derler"[322] ayetleridir.
Kehf süresindeki ayetler geçmişte Yecuc ve Mecuc'dan, yeryüzünde bozgunculak yaptıklarından sözetmekte, onlara karşı Zulkarneyn'in şeddi yapmasını, onun zamanında veya daha sonra şeddi aşamadıklarını veya delemediklerini bildirmektedir.
Enbiya süresindeki ayetler ise, gelecekte Yecuc ve Mecuc'tan, kıyamete yakın çıkmalarından söz eder. Ayetler bunu "Iza" kelimesiyle belirtmektedir. Bu kelime gelecek zaman zarfıdır. Yecuc ve Mecuc için yolun açılacağını bildirmektedir.
Onların önünde yolun açılmasını bazıları şeddi yıkmaları ve içinden geçip çıkmaları anlamında maddi bir açılma olarak anlamış, bunu da ancak kiyamete yakın bir zamanda yapabileceklerini ve şeddin şu ana kadar mevcut olduğunu söylemiştir.
Ancak biz açılmanın manevi olduğunu, yerlerinden çıkmaları için Allahın izin vermesi, yerleri ve ülkeleri istila etmeleri anlamında olduğunu düşünüyoruz. Bu çıkış da kıyamet saatine yakın olacak büyük çıkışlarıdır.Allah en iyi bilendir.
Ayet, çıkışlarının ne kadar büyük olduğuna, sayılarının çokluğuna ve her yeri çekirge sürüleri gibi istila edeceklerine işaret ederek "Her tepeden boşanırlar" der.
Sahih hadisler oların çokluğuna,çetin olduklarına, her yeri amansızca yıkıp yakmalarına ve salacakları dehşete işaret eder.
Ayet, bu büyük, amansız, çetin, yakıp yıkan çıkışın kıyamet saatinin öncesine raslayan son çıkış olduğuna işaret eder. "Gerçek sözün vakti yaklaştığı zaman" Bu söz, kiyametin kopması sözüdür. Yani onların çıkmasıyla kiyamet saati yaklaşmış olacak ve sahih hadislerin belirttiği gibi çıkmalarından az bir süre sonra kiyamet kopacaktır.[323]
Yecuc ve Mecuc Kelimeleri Arapça Mıdır?
Dilbilginleri Yecuc ve Mecuc kelimelerinin Arapça olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri bu isimlerin türemiş, yani Arapça isimler olduğunu söylemiştir.İbn Manzur Lisanu'1-Arab sözlüğünde bu görüşte olanların söylediklerini aktararak şöyle der:
"Arap dilinde bunlara benzer türemişler vardır.Ateşin alevlenmesi anlamında "Ecceti'n-Naru", çok tuzlu ve acı su anlamında "Maun Ucac" gibi. Yecuc ve Mecuc da Yeful vezninde ateşin alevlenmesi anlamındaki kelimeden türemiş gibidir.İkisinin Fâûle vezninde olması da caizdir.
İki isim türemiş olsaydı, yapıları bu olurdu.Arapça olmayan kelimeler ise Arapçadan türetilmezler."[324]
,Rağıb Isfahani de Ecce kökünde şöyle der:"Milhun Ucac, çok tuzlu ve sıcak tuz demektir.Ateşin alevlenmesi,ateş alevlendi, gün ısındı, kelimeleri de bu sıcaklığı belirtir. Yecuc ve Mecuc da bu köktendir. Çok hareketli olduklarından alevli ateşe ve dalgalı suya benzetilmişlerdir."[325]
Başka dilciler ise iki ismin Arapça olmadığı, yabancı kelimeler olduğu, özel isim ve yabancı kelime oldukları için belirsiz olduklarında sonlanna kesra ve tenvin gelemediğini söylerler.
Doğru olan görüş budur. Çünkü Yecuc ve Mecuc kabileleri Araplardan ve Arapçanın dil kuralları ve özelliklerinin belirlenmesinden önce mecvut olmuştur. Arapçadan önce yaşamış milletlerin dillerinden gelen iblis, Adem, Havva, Musa, Harun,Tevrat, incil, Yecuc ve Mecuc gibi kelimeleri Arapçadan saymaya kalkışmak doğru değildir.
Ebu'l-Kelam Azad her iki kelimenin de Arapça olmadığına işaret ederek şöyle der:
"Yecuc ve Mecuc kelimeleri sanki Arapça imiş gibi görünüyor. Halbuki kaynak olarak Arapça olmayabilirler. Çünkü Arapça kalıba uymuş yabancı iki kelimedir.
Yunanca Gag ve Magag olarak söylenirler.Tevratın yetmişinci tercümesinde de bu şekilde geçmektedir.Diğer Avrupa dillerinde de aynı şekil ile yayılmıştır."[326]
Moğolistan, Yecuc ve Mecuc'un Yurdudur:
Bilginler, Yecuc ve Mecuc'un anayurdu ve ilk defa hangi bölgede yaşadıkları konusunda ihtilaf etmişlerdir. Araştırmacı alimler bunun Monğolistan (Moğolistan), Yecuc ve Mecuc'un da göçebe Monğol (Moğol) kabileleri olduğunu söylerlar.
Çin kaynaklan Monğol kelimesinin aslının Mongok veya Moncok olduğunu söyler. Her iki durumda da kelime Ibranice'deki Magog ve Yunanca'daki Magag telafuuzuna yakındır. Çin tarihi bu bölgede Yuvaşi adında başka bir kabileden de söz eder. Anlaşıldığına göre bu kelime İbranice'de Yecuc şeklini alıncaya kadar milletlerin telaffuzunda bugüne kadar değişitirilerek gelmiştir."[327]
Öyleyse,tercih edilen görüşe göre Yecuc ve Mecuc'un anayurdu Moğolistandır. Hatta Monğolya ve Moğol adı, Yecuc kelimesine bağlı ve onunla ilişkilidir.Nitekim Yecuc ve Mecuc bazan Moğol adıyla, bazan da Tatarlar adıyla bilinmiştir.[328]
Yecuc ve Mecuc'un Çıkışı İle İlgili Yedi Devir:
Yecuc ve Mecuc'un Moğolistan, Rusya ve Çin'in işgali altındaki Türkistan'da bulundukları görüşünü tercih ettik. Acaba bunlar daha Önce çıktılar mı, yoksa kiyamet saati öncesine kadar çıkmayacaklar mı? Kimi alimlere göre yalnız bir defa çıkacaklardır. O da kiyamet saatinin öncesinde olacak çıkıştır.
Ama araştırmacı ailmler bunların defalarca çıktıklarını ve hadislerin belirttiğine göre en son çıkışlarının da her yeri yakıp yıkacakları kıyamet saati öncesindeki olacağını söylerler. Bunların çıkışları için yedi devir olduğuna işaret etmişlerdir. Bu devirleri Ebu 'l-Kelam Azad şöyle sıralamkadır:
1- Tarih öncesi devir. Yani yaklaşık beşbin yıl önce olan çıkış.O devirde Gobi çölünden geçerek Çin topraklarına saldırır ve medeniyetini tehdit ederlerdi.
2- Tarihin başlangıcında, yani M.Ö.1500 ile 1000 yılları arasındaki- devirde Moğollar dalgalar halinde Çin vadilerine, Orta Asya yükseklikleri, Türkistan ve Moğolistan'a girmek için kuzey doğudan akın edenlerdi.Orada yerleşir ve tarımla uğraşırlardı.
3- Üçüncü devir, yaklaşık milattan önce bin yılları başlarında başlar. Bu devirde sözkonusu kabileler Hazar denizi, Karadeniz, Doğu Kafkasya,Volga, Dinyeper ve Dinyester nehirleri bölgesine saldırmışlardır.
Yunanlıların Si Tehin adını verdikleri bunlardan bazı kabileler Kafkas dağlarındaki Daryal Geçidinden geçerek yaklaşık M.Ö.700 yıllarında Babil medeniyetine saldırmıştır. Asur medeniyetinin yıkılmasında Moğolların bu saldırılarının direkt etkisi olmuştur.Yunanlı tarihçi Heredot buna işaret eder.
4- Yaklaşık M.Ö. 500 yıllarında Moğol kabileleri Daryai geçidinden geçerek Asyanın batı bölgelerine saldırmışlardır. İranlı Kuruş olan zulkarneyn o geçit üzerinde bir set yapmış, böylece Yecuc ve Mecuc'un hücumlarını önlemiş, bir süre için bu bölgelerin halkı hücumlardan kurtulmuştur.
5- Yaklaşık M.Ö.300 yıllarında Yecuc ve Mecuc kabileleri doğuya yönelmiş ve Çin imparatorluğuna saldırmışlardır. Çin tarihçileri bu kabilelere Hiyunğ Hu adını vermişlerdir. Bu devirde Çin imparatoru Şin Huvanğ Ti hücumlarını önlemek için meşhur Çin Seddi'ni yapmıştır. Şeddin yapımı M.Ö.264 yılında başlamış ve on yıl içinde bitmiştir. Böylece Çin'e saldırılarını Önlemeyi başarmıştır.
Çin şeddinin Zulkarneyn'in yaptığı set olduğu insanlar arasında yaygındır. Oysa bu yanlıştır.Çünkü Zulkarneyn'in şeddi sözkonusu kabilelerin dördüncü saldırısını önlemek için Daryal geçidi üzerinde yapılmıştır. Uzun Çin şeddi ise, bu kabilelerin beşinci saldırısını önlemek için Çinliler tarafından yapılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Yecuc ve Mecuc kabilelerinin saldırılarını önlemek için Zulkarneyn'in yaptığı şeddi Çin imparatoru örnek almış ve uzun Çin Seddi'ni yapmıştır.
6- Miladi dördüncü asırda meydana gelmişür.Bu devirde komutanları Atilla'nın liderliğinde Avrupaya yönelmişler ve Roma imparatorluğunu yenmişler, başkenti Roma'ya girmiş ve yerle bir etmişlerdir.Bu şekilde 476 yılında asırlar süren Roma medeniyetinin de işini bitirmişlerdir.
7- Hicri yedinci/miladi onikinci asırda Cengizhan
liderliğinde batıda islam alemine saldırmışlar ve müslümanları yenilgiye uğratarak her tarafı yerle bir etmişlerdir. Cezgiz Han'ın torunu Hulagu, hilafetin merkezi Bağdad'a girmiş ve h.656/M.1258 yılında yerle bir etmiştir.
Ebu'l-Kelam Azad'ın kitabında belirttiği ve Dr.Abdulalim Hızır'ın ondan aldığı Yecuc ve Mecuc'un yedi devri yahut çıkışı özetle bunlardır.[329]
Cengiz Han ve Hulagu Yecuc ve Mecuc'tandır:
Tarihçi ve tefsircilerden bir grup, Moğolların veya Tatarların Yecuc ve Mecuc'tan olduğunu ve çıkışlarından birini temsil ettiklerini söylemişlerdir. Cezgin Han ve Hulagu'nun liderliğinde çıkışları da yedinci devir olduğunu belirtmişlerdir.
, Bu görüş mümkün olabilir, tuhaf veya kabul edilemez bir görüş de olmayabilir. Moğol veya Tatarların yahut Yecuc ve Mecuc'un çıkışı çok büyük ve amansız olmuş, islam alemini istila etmeleri ve yaptıkları yıkım korkunç bir felaket olmuştur.[330]
Tarihçi İbnu'1-Esir ve Moğol saldırıları:
Tarihçi İbnu'I-Esir, Moğolların ilk saldırıları ve islam aleminin doğu bölgelerini istila etmeleri döneminde yaşamış, el-Kamil fi't-Tarih kitabında zarar ve yıkımlarından birçok şeyler kaydetmiş, hepsini hüzün, gözyaşı ve ızdırap dolu duygular, tepkiler ve sızlanmalarla, islam aleminin geleceği konusunda yaşadığı matem duygularıyla dile getirmiştir.
Ancak lbnu'1-Esir, Hulagu Bağdad'a girmeden önce hicri 630 yılında vefat etmiştir. Şair ruhlu ve edebiyatçı olan Ibnu'1-Esir, Hulagu'nun Bağdad'a girmesini ve şehri yerle bir etmesini görseydi acaba bu felaketi nasıl tasvir edecekti! el-Kamil fi't-Tarih kitabı, Cengiz Han hücumunun başlangıcını ve özellikle bu hücumun ilk on yılını anlatan temel bir kaynak sayılır.
Ibnu'l-Esir'in güzel yanı, sadece rivayet eden bir tarihçi olmamasıdır. Aksine meydana gelenlerden etkilenen, olaylar karşısında duygulanan ve üzüntüden neredeyse kahrolan bir tarihçidir. Duygulan,hisleri ve reaksiyonları
tarihinde yansımıştır.Kitabını okuyan bir insan karşısında üzüntü, keder, acı ve ızdıraptan mum gibi eriyen bir yazar görür gibidir.
İbnu'1-Esir,kaydedip yazdıklarından dersler, ibretler ve anlamlar çıkarmaya çalışır.Toplumda rabbani sosyal yasaların olduğunu ve tarihte olayların bu sosyal yasaların bir yansıması yahut tercümesi olarak ortaya çıktığını okuyucularına verir.
lbnu'1-Esir, o dönemle ilgili haberlerini ve bilgilerini bizzat olayları yaşayan, onlardan etkilenen ve ruhlarında duyan insanlardan almıştır. Onun kaynaklan canlı olup savaş meydanından ve bizzat yaşayanlardan oluşmaktadır. Ravileri, tıpkı günümüz savaş muhabirleri ve gazetecileri gibi kişilerdir. İbnu'l-Esir'den ve kitabındaki metodundan bu kadar sözetme ile yetiniyoruz.[331]
Cengiz Han'ın Çıkışı ve İslam Alemine Saldırması:
Yecuc ve Mecuc'un çıkışı hicri yedinci asırda 616 yılında başladı. Bunlar Moğolistan'da ve bizzat Tamğaç[332] dağlarında yaşarlardı. Özbek Han adında bir kralları vardı.
Özbek Han'ın Timuçin adında meşhur ve genç bir komutanı vardı. Jurnalciler bunu Han'a jurnal etmişler, o da onu uzak bir bölgeye sürgüne göndermiş.Timuçin Özbek Han'a karşı isyan etmiş ve kendisiyle savaşmak için büyük bir ordu hazırlamış, savaşta Özbek Han'ı yenmiş ve öldürmüş,kendisi onun yerine hükümdar olmuş, adını da Timuçin'den Cengizhan'a çevirmiştir.
Cengiz Han h.599 yılında hükümdar olmuş ve bölgenin tümünü kendisine bağlamıştır.Sonra islam alemine doğru
batıya yürümüştür.
Doğuda müslümanların hükümdarı Harzemşah'la h,616 yılında savaşa girmiş, Harzemşah'ı yenmiş ve yenilen hükümdar h.617 yılında ölmüştür.Ondan sonra Cengiz Han islam ülkelerini birer birer işgal ederek hicri 624 yılında ölünceye kadar islam aleminin doğu bölgelerini birer birer işgal etmiş ve yakıp yıkmıştır.[333]
Cengiz Han'ın ölümünden sonra müslümanlarla Moğollar arasında savaşlar devam etmiş, onun yerine geçen torunu Hulagu zamanında da müslümanlara saldırıları sürmüştür. Hulagu Moğollar -Yecuc ve Mecuc-dan ikiyüz bin kişilik bir ordu hazırlamıştır.Bağdad'ta müslümanların ordusu ise obin kişiden az olmuştur.[334]
[279] Muhammed Yusut Hayr, Age.9
[280] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/227-228.
[281] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/229-230.
[282] Fethul-Bari,6/382
[283] Fethur[-Bari,6/382
[284] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/230-231.
[285] Buhari,Enbiya,7.Yecuc ve mecuc bölümü,hadis no,3346. Müslim,Fiten ve Eşratu's-Saa,1, Fiten, Yecuc ve Mecuc şeddinin açılması bölümü, hadis no.2880
[286] Buhari, hadis no,3347,Müslim,hadis no,2881
[287] Buhari,Mukaddime,bab,7,Yecuc ve Mecuc olayı. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/231-232.
[288] Müslim bi Şerht'n-Nevevi.17/2
[289] İbn Hacer,Fethu'l-Bari,13/107
[290] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/232-234.
[291] Hadis kitaplarında Deccal ve onun gibi alâmet türünden sayılan şeylerle ilgili rivayetler çoktur. Sıhhatine inanmadığımız ve çocukları avutmak için anlatılan masallara benzeyen iki sayfadan fazla uzun olan bu rivayeti buraya almadık Merak edenler Müslim. Rten, 20,hadis no,2137 nolu hadisine bakabilirler. Ayrıca Buhari'de de buna benzer rivayetler vardır.Buraya almadığımız rivayet için de bakınız. Buhari,Enbiya,7, hadis no,3348. (çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/234.
[292] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/234-235.
[293] Seyid Kutup, Fi Zilali'l-Kur'an,4/2289-2290 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/235-238.
[294] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/238.
[295] Bakınız,Zulkarneyn el-Kaidu'l-Fatih ve'l-Hakimu's-Salih, 248
[296] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/238-239.
[297] Age.84-90
[298] Age.148-162 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/239-240.
[299] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/240-241.
[300] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/241.
[301] Bu savunma "Ölümsüz Müdafaa" adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Ebu'l-Kelam Âzâd, İngilizerin Hin
Zülkarneyn Kıssası
Mustafa Öztürk∗
Öz
Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf suresi 18/83-98. ayetlere konu olan Zülkarneyn kıssası, anlaşıl- ması ve yorumlanması hususunda birtakım belirsizliklerin ortaya çıktığı ve hakkında birbirinden tamamen farklı rivâyetlerin aktarıldığı bir kıssadır. Bu makalede Zülkarneyn kıssasındaki müphemlikler açıklığa kavuşturulmaya çalışılmış, bunun yanında klasik ve modern dönemlere ait tefsir kitaplarındaki çeşitli görüşler tenkide tabi tutularak sonuçta mevcut görüşlerden hangisinin daha isabetli olduğu hususunda delilli bir fikir ortaya ko- nulmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Zülkarneyn, Yecüc ve mecûc (Gog ve Magog), Büyük Kyros, Makedon-
yalı İskender
Abstract
The Story of Zulqarnain
The Story of Zulqarnain which takes place in 83-98th verses of sûra al-Kahf in The Holy Qur’an is a story that a number of uncertainities emerge and some completely different narrations are conveyed in its understanding and interpreting. In this article the resear- cher tried to resolve the ambiguities as well as criticised the approaches in classical and contemporary Qur’anic interpretation books. Eventually the researcher tried to put forth an evidence-based idea about the most precise approach.
Key Words: Zulqarnain, Gog and Magog, The Grand Kyros, Alexander of Macedonia
Atıf: Mustafa Öztürk, “Zülkarneyn Kıssası”, KTÜİFD, c. 1, sy. 2, Güz/2014, s. ?? - ??
∗ Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı, ozturkm@
cu.edu.tr
Mustafa Öztürk
Giriş
Kur’an’daki kıssalar arasında tarihî çerçeveye oturtulması en zor olanlarından biri, Kehf suresi 18/83-98. ayetlerde geçen Zülkarneyn kıs- sasıdır. Muhtemelen bu sebeple Zülkarneyn kıssasının temsilî olduğu yö- nünde yorumlar yapılmıştır. Kur’an’ın tarihte karşılığı bulunmayan tem- silî kıssa veya kıssalar içerip içermediği meselesi bir yana, Zülkarneyn kıssasının özellikle zaman ve mekân gibi unsurlar açısından son derece müphem ifadeler içermesi Zülkarneyn’in tarihi kimliğini belirleme zorlu- ğunun yanında kıssanın fantezi diye nitelendirilebilecek türden yorumla- ra konu olması gibi ciddi bir probleme de zemin oluşturmuştur.
Klasik tefsir literatürü Zülkarneyn kıssasının izahına dair çok zen- gin bir bilgi malzemesini muhtevidir. Bu malzeme sıhhat ve mevsukiyet açısından tartışılır olmakla birlikte, en azından geleneksel tefsir anlayışı çerçevesinde ilmî bir ciddiyete işaret eder niteliktedir. Buna mukabil son dönemde müstakil kitap olarak yayımlanan Zülkarneyn: Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, İşte Zülkarneyn İşte Kıyamet, Zamanın Sahibi Zülkarneyn, Koç Çağının Efendisi Marduk ya da Zülkarneyn gibi çalış- malar tefsir ilmi açısından hemen hiçbir değer taşımadığı gibi bir Kur’an kıssasının yorum adı altında düpedüz tahrife maruz bırakılması ve aynı zamanda hemen her türlü fikrî fantezinin tefsirden sayılması anlayışının giderek daha fazla taraftar bulmasına katkı sunması dışında hiçbir işleve de sahip değildir.
Zülkarneyn kıssasının tarihî bir çerçeveye oturtulmasının imkânını arayıp bulma noktasından hareketle bu çalışmada kıssadaki müphemlik- ler imkân elverdiği ölçüde tavzih edilecek, bunun yanında klasik ve mo- dern dönemlere ait tefsir kitaplarındaki çeşitli görüşler tenkit süzgecin- den geçirilecek ve sonuçta mevcut görüşlerden hangisinin daha isabetli olduğu hususunda müdellel bir fikir serdedilecektir. Diğer taraftan, sözü fazla uzatmamak için kıssayla ilgili görüşlere kaynaklık eden rivayetler mümkün mertebe özetlenerek nakledilecek, ayrıca çok zayıf ve tutarsız olduğu kolayca anlaşılan görüşlere kısa atıflarda bulunmakla yetinilecek, buna mukabil az çok delilli ve mesnetli görüşlere daha fazla yer verile- cektir.
Zülkarneyn Kıssasını Muhtevi Ayetlerin Meali
Başta da ifade edildiği gibi, Zülkarneyn kıssası Kehf 18/83-98. ayet-
Zülkarneyn Kıssası
lerde geçmektedir. Kıssayı muhtevi ayetler mealen şöyledir: “Ey Peygam- ber! Sana Zülkarneyn hakkında soruyorlar. De ki onlara: “Size ondan biraz bahsedeyim.” Gerçekten biz Zülkarneyn’e yeryüzünde güç ve iktidar ver- dik; muhtaç olduğu her şeye ulaşmanın bilgi ve imkânını lütfettik.
Zülkarneyn, sahip olduğu bilgi ve imkânla bir yola koyuldu. Nihayet güneşin battığı yere ulaştı. Orada gördü ki güneş kara balçıklı bir suya ba- tar hâldeydi. Zülkarneyn orada [müşrik] bir halkla karşılaştı. Bunun üze- rine biz şöyle buyurduk: “Ey Zülkarneyn! İstersen onları cezalandırırsın, istersen onlara iyi davranırsın.”
Zülkarneyn o halka şöyle dedi: “Kim şirk inancında direnirse biz onu cezalandıracağız. Vakti gelince o kişi rabbinin huzuruna çıkarıla- cak ve rabbi onu çok daha şiddetli bir şekilde cezalandıracak. İman edip imanlarına yaraşır güzellikte işler yapan kimselere gelince, böyleleri ise çok güzel bir mükâfata nail olacak. Üstelik biz onlara [mükellefiyetler hu- susunda] her türlü kolaylığı göstereceğiz.”
Zülkarneyn bir süre sonra yine bir yola koyuldu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştı. Orada gördü ki güneş bir halkın -ki biz o halk için kendilerini güneşten koruyacak hiçbir engel meydana getirmemiştik- üzerine doğuyor haldeydi. Evet, işte Zülkarneyn böyle geniş bir imkân ve iktidar sahibi idi. Şüphesiz biz onun sahip olduğu her şeyi ve neler yapıp ettiğini bütün ayrıntısıyla biliyorduk.
Zülkarneyn zaman sonra başka bir yola daha koyuldu. Nihayet iki dağ arasında bir bölgeye vardığında, bu bölgenin öte tarafında neredey- se hiç söz dinlemez, laf anlamaz, hak tanımaz bir halkla karşılaştı. Beri taraftaki diğer halkın temsilcileri, “Ey Zülkarneyn!” dediler, “ Bu Ye’cüc ve Me’cüc memlekette bozgunculuk yapıyor. Ne istersen versek de sen bi- zimle onlar arasına bir sed inşa etsen!”
Zülkarneyn de onlara, “Rabbimin bana lütfettiği geniş imkân, güç ve iktidarın yanında, sizin vereceğiniz şeyin/ücretin esamisi okunmaz. Siz bana beden gücüyle yardım edin, ben de onlarla sizin aranıza istediğiniz gibi sağlam bir sed yapayım” diye karşılık verdi. Zülkarneyn, “Bana demir kütleler getirin.” dedi.
Nihayet iki dağın arası demir kütlelerle doldu. Zülkarneyn ateş ya- kıp “Körükleyin!” dedi. Demirler eriyip akkor haline gelince, “Bana erimiş bakır getirin, üzerine dökeyim.” dedi. İşte bundan sonra Ye’cüc ve Me’cüc
Mustafa Öztürk
o seddi ne aşabildi ne de onda bir gedik açabildi. Zülkarneyn seddi ta- mamlayınca şöyle dedi: “İşte bu rabbimin bir lütfudur. Bu seddi ancak rabbimin vaat ettiği kıyametin kopması yok edebilir. Rabbimin vaadi ise mutlaka gerçekleşir.”
Zülkarneyn Kıssasının Nüzul Sebebi
Tefsir ve siyer kaynaklarında Zülkarneyn kıssasının nüzul sebebiyle ilgili çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Ancak bu rivayetler Zülkarneyn kıs- sasına da atıfla genel olarak Kehf suresinin sebeb-i nüzulü bağlamında zikredilmiş, yine aynı rivayetlere Ashâb-ı Kehf kıssası ve Ruh ayeti (İsrâ
17/85) münasebetiyle de yer verilmiştir. İbn Abbas’tan nakledilen bir ri- vayete göre Kureyşli müşrikler Hz. Peygamber’in nübüvvet iddiasıyla il- gili bilgi almak üzere kıssacılığıyla tanınan Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt’ı Medine’deki Yahudi âlimlerine göndermişler, bu âlimler de Hz. Peygamber’e Ashâb-ı Kehf, yeryüzünün doğu ve batısına giden kişi ve ruh hakkında soru sormalarını, bu sorulara cevap verdiği takdirde ona inanıp tabi olmalarını söylemişlerdir. Hz. Peygamber bu sorulara yönelik cevabı bir gün sonra vereceğini söylemiş, fakat bunu söylerken “inşaallah” deme- yi unutmuştur. Bu hadisenin ardından vahiy kesilmiş, Hz. Peygamber’in beklediği vahiy gelmeyince müşrikler ileri geri konuşmaya başlamıştır. Derken, onbeş gün kadar sonra, “Allah izin verirse demedikçe hiçbir şey için şu işi yarın yapacağım deme” mealindeki 23-24. ayetleri de muhtevi olan Kehf suresi nazil olmuştur.1
İbn Ebî Hâtim (ö. 327/938) Zülkaneryn kıssasıyla ilgili olarak Süd- dî’den daha farklı bir rivayet nakletmiştir. Bu rivayete göre Yahudiler, “Ey Muhammed! Hep İbrahim, Musa ve İsa’dan söz ediyorsun, ama sen bu peygamberleri bizden öğrendin. Peki, şimdi de Allah’ın Tevrat’ta sa- dece bir yerde zikrettiği bir nebiden söz et, bakalım” dediler. Rasûlullah “O nebi kimdir?” diye sorunca, “Zülkarneyn” diye karşılık verdiler. Rasû- lullah, “Zülkarneyn hakkında bilgim yok” deyince, Yahudiler kendilerince Rasûlullah’ı alt ettiklerini düşünerek sevinç içinde meclisten ayrılmaya kalktılar, fakat dışarı çıkmadan Cebrail “ve-yes’elûneke an zilkarneyn”
1 Ebû Abdillah Muhammed İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, nşr. Muhammed Hamidullah, Fas/Mağrib 1976, s. 182-183; Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut 1999, IV. 174, 271; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1983, III. 71-72, 100; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, Beyrut 1987, V. 82; Ebû Abdil- lah el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1988, X. 225-226.
Zülkarneyn Kıssası
diye başlayan ayetleri indirdi.2
Yine İbn Ebî Hâtim’in naklettiği başka bir rivayete göre Ehl-i Ki- tap mensupları (Yahudiler) Rasûlullah’ın yanına gelip, “Ey Ebü’l-Kâsım! Yeryüzünde uzun boylu seyahatler yapan kişi hakkında neler söylersin?” dediler. Rasûlullah, “Benim o kişi hakkında bilgim yok” diye karşılık ver- di. Tam o esnada Yahudiler tavandan bir çatırtı sesi işittiler ki bu sıra- da Rasûlullah’a vahyin ağırlığı çöktü. Derken, Rasûlullah kendine geldi “ve-yes’elûneke an zilkarneyn” diye başlayan ayetleri okumaya başladı ve sedle ilgili ayetleri okumak üzereyken, Yahudiler, “Evet, Muhammed Zül- karneyn’in haberini anlattı. Ey Ebü’l-Kâsım! Bu kadar kâfi” dediler.3
İbn Ebî Hâtim’in naklettiği rivayetler Zülknarneyn kıssasının ger- çek sebeb-i nüzulü olmaktan çok, Kur’an’ın nüzul döneminden sonraki çağlarda bilhassa müslümanlar ile Ehl-i kitap arasında yaşanan polemik- ler ve buna bağlı olarak erken dönemlerden itibaren İslam geleneğinde “beşâirü’n-nübüvve” (â’lâmü’n-nübüvve/delâilü’n-nübüvve) diye kav- ramlaştırılan Hz. Peygamber’i yüceltme gayretlerinin bir yansıması gibi görünmektedir. Çünkü Kehf suresinin Mekke döneminde indiği bilinmek- tedir. Bu dönemde Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında böyle sıkı diya- loglar ve münazaralar yaşanması vakıaya mutabık görünmemektedir.
Bize göre Zülkaneryn kıssasıyla ilgili sebeb-i nüzul rivayetleri ara- sında en tutarlı olanı İbn Abbas rivayetidir. Nitekim bu rivayet başta İbn İshak’ın (ö. 151/768) Sîre’si olmak üzere erken dönem siyer ve tefsir kay- naklarının hemen tamamında nakledilmiştir. Buna mukabil Elmalılı Ham- di Yazır (ö. 1942) birtakım gerekçelerle İbn Abbas rivayetinin ihticaca müsait olmadığını söylemiştir. Bu gerekçelerden biri, rivayetin senedinde meçhul bir ravinin yer alması, diğer bir gerekçe Hz. Peygamber’e soru- lan üç sorunun aynı anda değil, farklı zamanlarda sorulma ihtimalinin bulunmasıdır. Üçüncü bir gerekçe, söz konusu sorulardan üçüncüsünün daha önce nazil olan İsrâ suresinin “Ruh ayeti” diye bilinen seksenbeşinci ayetinde açıklanmış olması, ayrıca İbn Abbas rivayetinin Ruh ayeti müna- sebetiyle Buhârî (ö. 256/870) ve Müslim’in (ö. 261/875) İbn Mes’ûd’dan naklettikleri hadisle bağdaşmamasıdır. Elmalılı’nın bir diğer önemli ge- rekçesi de Ashâb-ı Kehf kıssasının Yahudi değil, Hıristiyan geleneğine ait olması, dolayısıyla Hz. İsa’yı reddeden Yahudi âlimlerin Ashâb-ı Kehf ’e ait
2 Ebû Muhammed İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Riyad 2003, VII. 2381.
3 İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VII. 2382.
Mustafa Öztürk
bir keramet kıssasını kabul edip bu kıssaya dair soru sormalarının akla yatkın olmamasıdır.4
Öncelikle belirtmek gerekir ki Ashâb-ı Kehf kıssası Yahudi gele- neğine aittir. Daha açıkçası, Ashâb-ı Kehf M.S. 249-251 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nu yöneten Trajan Decius (Dakyanus) döneminde yaşadıkları ileri sürülen ve yaygın olarak “Efes’in yedi uyurları” diye bili- nen kimseler değil, büyük bir ihtimalle Essenîler cemaatine mensup kim- selerdir. İbn Kesîr’in (ö. 774/1373) ifadesiyle, “Ashâb-ı Kehf ’in Meryem oğlu İsa’nın tebliğ ettiği inanç sistemine bağlı olduğundan söz edilmiştir. Allahu a‘lem, onların Hıristiyanlık öncesi dönemde yaşamış oldukları çok sarihtir. Çünkü eğer onlar Hıristiyanlığa mensup olsalardı, dinî kültür yö- nünden kendilerini Hıristiyanlardan alabildiğine uzak tutan Yahudi din adamları böyle bir kıssayı kendi gelenekleri içinde muhafaza etmezler- di. Ayrıca İbn Abbas’tan nakledilen rivayette de belirtildiği gibi, Kureyşli müşrikler Hz. Peygamber’i sınamaya ilişkin birtakım bilgiler almak üzere Medine’deki Yahudi din bilginlerine adam göndermişler; o bilginler de müşriklere Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve Ruh hakkında soru sormalarını salık vermişlerdir. İşte bu hadise Ashâb-ı Kehf kıssasının Yahudilere ait kitaplarda bulunduğunu, dolayısıyla Hıristiyanlık öncesi döneme ait ol- duğunu göstermektedir.”5
4 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1979, V. 3219-3220.
5 Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1983, III. 74. Essenîler M.Ö. 2. ve M.S. 1. yüzyıllar arasında yaşamış ve münzevi bir hayat tarzını benimsemiş olan bir Yahudi cemaatidir. Bu cemaat mensuplarının Filistin topraklarının çeşitli yerleri- ne dağılmış olmakla beraber özellikle Kudüs’ün 30 km. doğusunda, Ölü Deniz’in (Lut Gölü) kuzeybatı yakasında gruplar halinde yaşadıkları tahmin edilmektedir. Essenî kelimesinin kökeni ve ne manaya geldiği ihtilaflıdır. Gerek Ölü Deniz Yazmaları’ndaki gerekse Yahudi tarihçi Flavius Josephus’un Yahudilerin Savaşı adlı eserindeki bilgile- re göre Essenîler katı sayılabilecek kuralları ve kendine özgü hiyerarşisi bulunan bir cemaat ya da tarikat hüviyetindeydi. Bu cemaate intisap, talibin ahlakî ve manevî seci- yelerinin test edildiği üç yıllık bir sürenin sonunda gerçekleşmekteydi. Talib cemaatin önemli ritüellerinden biri olan toplu yemeğe katılmadan önce üyelerin huzurunda bağlılık yemini edip dindarlığını koruyacağına, adaletten ayrılmayacağına, kimseye zulmetmeyeceğine, her zaman hak ve hakikatin peşinde koşacağına, nefsini her türlü günahtan arındırmaya çalışacağına dair ant içerdi. Essenîler el sanatları ve çiftçilikle uğraşırdı. Yiyecekler ve giyecekler cemaatin ortak kullanımına sunulurdu. Bu yüzden, kendi aralarında ticaret yapmazlardı. Sahip olunan servetin tamamı ortak kabul edi- lirdi. Böylece fertler arasındaki zenginlik-fakirlik farklılaşmasının önü alınmış olur- du. Kanaatkâr olmaya dikkat edilirdi. Keza Tevrat’ın hükümlerine bağlılık son derece önem arzederdi. Cemaat üyeleri kurban kesmez, et yemezlerdi. Yiyecek konusunda haram-helal ayırımına da son itina gösterirlerdi. Geniş bilgi için bkz. Robert Chaney,
Zülkarneyn Kıssası
Diğer taraftan, İsrâ suresinin nüzul sıralamasında elli altıncı, Kehf suresinin altmış sekizinci sırada yer aldığı yönündeki bilgiler kesin ve tartışılmaz nitelikte değildir. Ayrıca İsrâ suresinin nüzul zamanı Mekke döneminin daha erken bir safhasıyla tarihlendirilse bile bu durum sure- nin tüm ayetlerinin bir defada indiği hükmüne varmayı gerektirmez. Bu sebeple, İbn Âşûr’un (ö. 1973) da dikkat çektiği gibi, İsrâ suresinin nüzulü Kehf suresinin nazil olduğu zamana kadar devam etmiştir. Bunun böyle olması pekâlâ mümkün ve muhtemeldir.6
Zülkarneyn Kelimesinin Muhtemel Manaları
Kıssada üç kez geçen zülkarneyn kelimesi sözlükte “sahip, malik” anlamına gelen zû ile “boynuz, kâkül, şakak, küçük tepe, aynı dönemde ya- şayan nesil, akran, yetmiş-seksen yıllık zaman dilimi” gibi farklı manalar taşıyan karn kelimesinin7 tesniye kalıbından müteşekkil bir terkip olup, bu terkibin delaleti karn kelimesine takdir edilen manaya göre değişir.8
Kıssada üç kere geçen Zülkarneyn kelimesinin özel bir isim mi yoksa la- kap mı olduğu açık değilse de hâkim görüş bunun lakap olduğu yönünde- dir. Gerek Arap dilinde lakap ve sıfata delalet eden “zülcenâheyn”, “zülye- deyn” gibi çeşitli kelimelerin bulunması, gerekse Kur’an’da Hz. Yûnus’tan “zennûn/zünnûn” (Enbiyâ 21/87) diye söz edilmesi, Zülkarneyn’in özel isimden ziyade lakap olduğunu düşündürmektedir; fakat bunun ne ma- naya geldiği açık değildir.
İslâmî literatürde yer alan ve önemli bir kısmı Ehl-i Kitap kaynak- larına dayandığı anlaşılan farklı izahlara göre Kehf suresi 18/83-98. ayet- lere konu olan kişi, doğuya ve batıya seferler düzenleyip büyük fetihler yapan bir cihangir olduğu, insanları tevhide davet ettiği için inkârcılar tarafından başının iki tarafına vurularak öldürüldüğü, başında boynuza benzer iki çıkıntı olduğu, tacının üstünde bakırdan iki boynuz bulunduğu,
Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev. Duygun Aras, İstanbul 1996; İsmail Taşpınar, “Hz. İsa Döneminde Münzevi Bir Cemaat: Esseniler”, Köprü Üç Aylık Fikir Dergisi, sayı: 93 (2006), John Marco Allegro, The People of the Dead Sea Scrolls, New York 1958; Robert Feather, The Copper Scroll Decoded, London 2000; Eduard Lohse, Umwelt des Neuen Testaments, [Grundrisse Zum Neuen Testament, Ergänzun- gsreihe1 içinde], Götttingen 1989, s. 59-61.
6 Muhammed Tâhir b. Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus 1997, XV. 244.
7 Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzîbü’l-Luğa, Beyrut 2001, III. 2947-
2951.
8 Hasen el-Mustafavî, et-Tahkîk fî Kelimâti’l-Kur’ân, Beyrut 2009, IX. 274-278.
Mustafa Öztürk
saçları iki örgülü olduğu, emrine ışık ve karanlık musahhar kılındığı, rü- yasında kendisini gökyüzüne tırmanmış ve güneşin iki kenarından tutun- muş halde gördüğü, hem ana hem baba tarafından asil bir soya mensup olduğu, İran ve Yunan asıllı iki soydan geldiği, hayatı boyunca iki nesil ge- lip geçtiği, büyük cesareti ve savaşta düşmanlarını koç gibi vurup devirdi- ği, kendisine zâhir ve bâtın ilmi verildiği için Zülkarneyn diye anılmıştır.9
Bazı müfessirler karn kelimesinin Arapçada kâkül/zülüf anlamın- daki kullanımının yaygın olduğuna atıfla söz konusu lakabın “iki örgülü” manasına geldiğini savunmuş olsa da10 Kehf suresi 85-86 ve 89-90. ayet- lerde Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametinde iki seferine işaret edilme- si, mezkûr izahlardan ilkinin daha isabetli olduğunu düşündürmektedir. Buna göre Zülkarneyn kelimesinin cihangir veya cihan hükümdarı gibi bir mana ifade ettiği söylenebilir.
Bu izah, “Zülkarneyn Bizans ve İran’ı ele geçirmesinden dolayı bu lakapla anılmıştır” şeklindeki Ehl-i Kitap kaynaklı görüşün11 yanı sıra Zül- karneyn lakabının kinaye yoluyla güç ve iktidarı simgelediği, bu sembolik anlamın nüzul dönemindeki Yahudilerce bilindiği yönündeki tespitlerle de desteklenebilir.12 Nitekim Tanah’ın Daniel kitabında koç ve iki boynuz imgesiyle ilgili bir rü’yetten/vizyondan söz edilmekte ve iki uzun boynuz- lu koçun Med ve Pers krallarını simgelediği belirtilmektedir.13
Kıssanın Genel Anlam Çerçevesi
Zülkarneyn’in büyük güç ve imkân sahibi kılınması kıssada sebeb kelimesiyle (Kehf 18/84) ifade edilmiştir. Müfessirler bu kelimeyi genel- likle amaç ve arzuya ulaştıran ilim diye açıklamışlardır. Ancak bazı tefsir- lerde bu kelimenin bir şeye nail olmayı sağlayan her türlü imkândan isti- are olarak kullanıldığı da belirtilmiştir.14 Buna göre Zülkarneyn’e verildiği belirtilen sebebin geniş manada akıl, ilim, irade, kuvvet, kudret, imkân
9 Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, Beyrut 2004, IV. 146; Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr (Mefâtî- hu’l-Ğayb), Beyrut 2004, XXI. 140.
10 İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI. 19.
11 Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII. 271.
12 Cemâleddîn el-Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, Kahire 2003, VII. 76.
13 Daniel: 8/3, 20.
14 Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI. 141; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 33.
Zülkarneyn Kıssası
gibi amaca ulaşmayı mümkün kılan her şeyi kapsadığını söylemek müm-
kündür.15
Zülkarneyn’in ilk iki seferinden söz eden ayetlerde “mağribe’ş-şems” (Kehf 18/86) ve “matlia’ş-şems” (Kehf 18/90) tabirleri kullanılmıştır. Bu iki tabir lafzî olarak, güneşin doğduğu ve battığı yer anlamına gelir; hâl- buki gerçekte güneşin doğup battığı bir yer mevcut değildir. Bu itibarla, söz konusu tabirler, Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametindeki seferleri sırasında ulaşabildiği en son noktalara işaret etmektedir. Tefsir kaynak- larında bu iki noktanın Batı’da Ege denizi sahilleri veya Atlas okyanusu, doğuda Hint okyanusu veya Asya’nın doğusu olduğu yolunda muhtelif izahlar mevcuttur; fakat bu izahların çoğu zan ve tahmine dayanmaktadır.
Esasen Zülkarneyn’in ilk iki seferiyle ilgili Kur’an ifadelerinden çok kesin bir coğrafi tespitte bulunmak pek mümkün değildir. Bununla birlik- te onun Batı seferinde güneşi kara bir balçıkta batar halde gördüğünü ve orada bir halkla karşılaştığını bildiren Kur’an ifadesinin kozmografik bir gerçekliğin tarifinden öte, büyük ihtimalle sisli-puslu bir ufukta batan gü- neşin çıplak gözle algılanış keyfiyetiyle ilgili bir tasvir olduğunu söylemek mümkündür. Zira güneşin gerçekte kara bir balçığa batması söz konusu değildir.16
Kıssada Zülkarneyn’in doğu seferinde karşılaştığı halktan, “Ken- dilerini güneşten koruyacak bir siper/gölgelik meydana getirmemiştik” (Kehf 18/90) şeklinde söz edilmesi ise bu halkın ilkel şartlarda bir hayat sürdüğü ihtimalinden çok, yaşadıkları coğrafyanın zengin bitki örtüsü bu- lunmayan bir yer, sözgelimi bir bozkır olma ihtimaline işaret etmektedir. Diğer taraftan, kıssada Zülkarneyn’in hükümdarlık vasıflarından ziyade iman, ihsan, adalet, insaf ve şükür sahibi bir kul olarak tasvir edilmesi ve ona atfedilen sözlerde iman, salih amel, ilâhî lütuf ve rahmet gibi kav- ramlara yer verilmesi, Kur’an’daki dilin tevhid merkezli bir din dili olma- sı, kıssanın da bu dilin kalıplarına uygun biçimde aktarılmasıyla ilgili bir hususiyettir.
Din dilinin muktezasınca Zülkarneyn’in Kur’an’da tıpkı peygamber- ler veya din büyüklerine özgü bir dil ve üslupla konuşur biçimde tanı- tılması, bazı İslam âlimlerini onun peygamber olduğunu söylemeye sevk
15 Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emsel fî Tefsîri Kitâbillâhi’l-Münzel, Beyrut 2007, VII.
588.
16 Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI. 142.
Mustafa Öztürk
etmiştir. Buna mukabil bazı âlimler Zülkarneyn’in salih bir kul olduğunu söylemiştir. Bu iki görüşün dışında, Hz. Ömer’e atfedilen ve İbn Kesîr ta- rafından son derece garip olarak nitelendirilen bir telakkiye göre Zülkar- neyn bir melektir.17 Bîrûnî’nin (ö. 453/1061) tuhaf olarak nitelendirdiği diğer bir telakkiye göre ise Zülkarneyn cin taifesindendir.18
Zülkarneyn’in peygamber olduğu fikrini benimseyen âlimler Kehf suresi 18/84. ayetteki “ve-âteynâhu min külli şey’in sebeben” (Biz ona muhtaç olduğu her şeyi elde etme imkânı verdik) ifadesindeki genel mananın kapsamına nübüvvetin de girmesi gerektiği şeklinde bir istid- lalde bulunmuşlarsa da bu istidlal itiraza konu olmuştur.19 Sonuç olarak, Kur’an’daki ifadeler ışığında Zülkarneyn’in peygamber değil ilim, hikmet ve adalet sahibi bir hükümdar olduğunu söylemek daha isabetlidir. Nite- kim âlimlerin çoğunluğunca sahih kabul edilen görüş de bu yöndedir.20
Zülkarneyn’in Tarihî Kimliği
Tefsir ve tarih kaynaklarında Zülkarneyn’in özel ismi, nesebi, ne zaman ve ne kadar yaşadığı gibi konularda çok farklı bilgiler verilmiştir. Mesela, ömür süresiyle ilgili olarak iki veya üç bin yıl gibi abartılı rakam- ların yanında sadece 30 küsur sene yaşadığından da söz edilmiştir.21 Ayrı- ca bazı rivayetlerde Zülkarneyn insanüstü özelliklere sahip olan, emrine bulutlar amade kılınan, bir melek tarafından göğe yükseltilen ve hatta atı- nı Süreyya yıldızına bağlayan mitolojik bir kahraman gibi tasvir edilmiş; ancak bu tür tasvirler İbn Kesîr gibi bazı müfessirlerce eleştirilmiştir.22
Zülkarneyn’in hangi çağda yaşadığı konusunda ise Hz. İsa ile Hz. Peygam-
ber arasındaki fetret döneminde yaşadığı, Hz. İbrahim’le çağdaş olduğu ve onun irşadıyla İslam’a girip Kabe’yi tavaf ettiği veyahut Hz. Musa ve Hızır’la aynı çağda yaşadığı, Hızır’ın teyzesinin oğlu olduğu, âb-ı hayatı
17 Ebü’l-Hasen Ali b. Hüseyin el-Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, nşr. C. Pellat, Beyrut 1966, II. 8; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, nşr. A. Abdülmuhsin et-Türkî, Cîze
1997, II. 537.
18 Ebü’r-Reyhân Muhammed el-Bîrûnî, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sachau, Leipzig 1923, s. 40.
19 Ebû Hafs İbn Âdil, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, Beyrut 1998, XII. 556.
20 Ebü’l-Hasen Ali b. Muhammed el-Hâzin, Lübâbü’t-Te’vîl, Beyrut trs., III. 209.
21 Ebü’l-Kâsım Ali b. Hasen İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, Beyrut 1995, XVII. 361; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 550.
22 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III. 101.
Zülkarneyn Kıssası
aramak üzere karanlıklar ülkesine yolculuk yaptığı ve bu yolculukta Hı- zır’ın da rehber olarak hazır bulunduğu tarzında ilginç görüşler ileri sü- rülmüştür.23
İzzet Derveze’ye (ö. 1984) göre rivayet kaynaklı bu görüşlerde ha-
kikat ile hayal iç içe geçmiş, tarihî olaylarla efsaneler mezcedilmiştir.24
Derveze’nin bu değerlendirmesi isabetli görünmektedir. Çünkü bilhassa tarih kaynaklarındaki rivayetlere bakıldığında kimi zaman Zülkarneyn ile Hızır arasında ilişki kurulduğu, fakat bu iki isimle ilgili bilgilerin birbirine karıştırıldığı,25 kimi zaman da Zülkarneyn’le özdeşleştirilen İskender’le ilgili olarak en az iki farklı şahıstan söz edildiği görülür. Ayrıca gerek Zül- karneyn’in Sümer, Babil, Akkad veya Mısır asıllı bir kişi olduğuna dair görüşlerin muhtevasına, gerekse bazı rivayetlerde Zülkarneyn’le birlikte anılan Hızır ve âb-ı hayât motifine26 Gılgamış destanı ile İskender efsane- sinde de rastlanabilir.27 Hatta İslâmî edebiyatta Makedonya kralı Büyük İskender’e ruhani bir kişilik atfedildiğine ve bu kişiliğin efsanevî biçimde Zülkarneyn’le özdeşleştirildiğine şahit olunabilir. Bilhassa İskendernâme adı verilen edebî türde İskender neredeyse tamamen Zülkarneyn kimliği- ne büründürülmüştür. Bu durum, İskender’in geniş coğrafyaya yayılmış birçok devleti on iki yıl gibi kısa bir zaman içinde ortadan kaldırarak çok büyük bir imparatorluk kurmasının ancak manevî bir güç ve ilâhî bir des- tekle mümkün olabileceği düşüncesiyle izah edilmiştir.28
Bir yoruma göre Zülkarneyn kıssası tarihî değil, temsilî olup esas itibariyle insanın bu dünyaya yönelik tüm uğraş ve didinmelerinin geçici olduğunu unutmadığımız, zamana ve zevahire ilişkin tüm sınırların öte- sinde olan Allah’a karşı nihai sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuz sürece dünyevî hayat ve iktidarın manevi ve ruhani selametle çatışmak
23 Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, el-Bed’ ve’t-Târîh, Bağdat trs., III.
80; Ebû İshâk es-Sa’lebî, Arâisü’l-Mecâlis, Beyrut 2004, s. 323-325; Ebü’l-Fazl
Şihâbüddîn İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut trs., I.
117-118; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 547-551.
24 Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, Kahire 2008, V. 94.
25 Ebû Ca’fer et-Taberî, Târîhu’r-Rusül ve’l-Mülûk, Beyrut trs., I. 365, 571-578.
26 İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, XVII. 345-348.
27 Bkz. İlyas Çelebi, “Hızır”, DİA, İstanbul 1998, XVII. 407-408.
28 Mahmut Kaya-İsmail Ünver, “İskender”, DİA, İstanbul 2000, XXII. 555-559.
Mustafa Öztürk
zorunda olmadığı gerçeğini ifade etmektedir.29 Bilim-kurgusal nitelikli di- ğer bir yoruma göre Zülkarneyn kıssası aslında uzayla ilgili olup kıssada uzayın derinliklerinde yaşanmış ilginç bir serüvenden söz edilmektedir.30
İçtimaî tefsir çizgisini takip eden bazı müfessirlere göre ise Zülkarneyn kıssası tarihî gerçekliğe sahip olmakla birlikte, esas itibariyle sünnetullah çerçevesinde insan, tarih ve toplumla ilgili önemli dersler ve ibretlere işa- ret etmektedir.31
Zülkarneyn kıssasının temsilî olduğu veya birçok önemli hikmet ve ibret dersini muhtevi bulunduğu tarzındaki modern yorumlara mukabil klasik dönemlerdeki izahların hemen hepsinde kıssanın tarihî çerçeve- sini tespit üzerinde durulmuş, fakat bilhassa Zülkarneyn’in tarihî şahsi- yeti konusunda çok farklı görüşler savunulmuştur. Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767), Mes’ûdî (ö. 345/956), İbn Sina (ö. 428/1037), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Sıddîk Hasan Han (ö. 1307/1890) ve Cemâleddîn el-Kâsımî (ö. 1866/1914) gibi birçok âlim Zülkarneyn’in milattan önce
323’te vefat eden ve Aristo’nun talebesi olarak bilinen Makedonya kra- lı Büyük İskender olduğuna işaret etmiştir.32 Ancak Fahreddîn er-Râzî, Kur’an’da sözü edilen Zülkarneyn’in mümin, Büyük İskender’in müşrik olması hasebiyle bu görüşün ciddi ölçüde problemli olduğuna da dikkat çekmiştir.33 Cemâleddin el-Kâsımî ise İskender’in müşrik olduğunu ispat- layacak bilgi bulunmadığını söyleyerek Zülkarneyn’in Makedonya kralı İskender olduğunda ısrar etmiştir.34 Batılı müellifler de genellikle bu gö- rüşü benimsemiştir.
Buna mukabil başta İbn Teymiyye (ö. 728/1328) olmak üzere İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) ve İbn Kesîr gibi Selefî âlimler kesin olarak müşrik gördükleri Büyük İskender’i Kur’an’daki Zülkarneyn’le aynı
29 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul 2009, s.
708, 735.
30 İskender Türe, Zülkarneyn: Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, İstanbul 2000, s. 199-267.
31 Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 72-74.
32 Ebü’l-Hasen Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil, nşr. Şehhâte, Beyrut 2002, II. 600-
603; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II. 8-9; Sıddîk Hasan Han, Fethü’l-Beyân, Beyrut 1992, VIII. 101-110.
33 Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI. 139-140.
34 Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 74-75.
Zülkarneyn Kıssası
kişi kabul etmenin büyük bir hata olduğunu belirtmişlerdir.35 Bu arada İbn Kesîr tarihte iki farklı İskender bulunduğunu, Kur’an’da Zülkarneyn diye anılan kişinin Hz. İsa’ya yakın bir dönemde yaşayan ikinci İskender değil, Hz. İbrahim’le aynı çağda yaşayıp onun irşadıyla müslüman olan, aynı zamanda Hızır’la da ilişkisi bulunan ilk İskender olduğunu söylemiş ve bu iki İskender arasında iki bin küsur yıllık bir zaman mesafesinin bu- lunduğuna dikkat çekmiştir.36 Buna mukabil çağdaş Şiî müfessir Tabata- bâî (ö. 1981) İbn Kesîr’in bu izahını delilsiz/mesnetsiz olarak değerlen- dirmiştir.37
İslamî kaynaklarda Zülkarneyn’in Yemen’de hüküm sürmüş olan Sa’b b. el-Hemmâl el-Himyerî veya Ebû Kerib Şemmer Yuriş b. İfrîkiş el-Himyerî adlı bir kral olduğu da ileri sürülmüştür. Bîrûnî’ye göre doğ- ruluk ihtimali en kuvvetli görüş budur. Yemen’deki kralların “zûnüvâs”, “zûruayn”, “zûyezen”, “zûceden” gibi sıfatlarla anıldığı ve bu tür sıfatların sadece Yemen’deki Himyer kralları için kullanıldığı deliline dayanan38 ve Asmaî (ö. 216/831), İbn Hişâm (ö. 218/833), Neşvân el-Himyerî (ö.
573/1178) gibi müelliflerce de tercihe şayan bulunan bu görüş, Yemen bölgesinde Kur’an’ın Zülkarneyn tasvirine uygun düşen bir kralın hüküm sürdüğünü belgeleyen bir tarihî delil bulunmadığı gerekçesiyle tenkit edilmiştir.39
Kaynaklarda asıl adının Abdullah b. Dahhâk, Mus’ab b. Abdillah, Sa’b b. Zilmerâid, Merzübân b. Merzübe olduğu şeklinde görüşlere de rastla- nan Zülkarneyn’in tarihî şahsiyetiyle ilgili olarak son dönemde daha farklı görüşler de ileri sürülmüş ve bu çerçevede, milattan önce 2200’lü yıllar- da yaşayan Akad kralı Naram-Sin, İran millî destan kahramanı Feridun, Oğuz Kağan, İran’daki Pers imparatorluklarından Akamenid hanedanının kurucusu olan ve milattan önce 559-530 yılları arasında hükümdarlık ya- pan Büyük Kyros (II. Kyros/Koreş) ve yine milattan önce 522-486 yılları arasında hüküm süren Büyük Darius (I. Darius) gibi çeşitli isimlerden söz edilmiştir. Şiblî Nu’mânî (ö. 1914), Mevlânâ Muhammed Ali (ö. 1951) ve
35 Ebü’l-Abbâs Takiyyüddîn Ahmed İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, Beyrut 2000, IV.
83-84, IX. 81; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 542.
36 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III. 100; a. mlf., el-Bidâye ve’n-Nihâye, II. 542.
37 Muhammed Hüseyin et-Tabatabâî, el-Mizân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut 2997, XIII. 380.
38 Bîrûnî, el-Âsâru’l-Bâkiye, s. 40-41.
39 Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn”, Sekâfetü’l-Hind, cilt: 1, sayı: 1, s. 54; Taba-
tabâî, el-Mîzân, XIII. 368, 380.
Mustafa Öztürk
Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952) gibi müellifler Zülkaneryn’in Büyük Dairus olduğunu savunurken,40 özellikle Ebü’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958) Büyük Ky- ros (Koreş) isminde ısrar etmiştir.
Son dönemde Mevdûdî, İzzet Derveze, Tabatabâî ve Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî gibi birçok Sünnî ve Şiî müfessir tarafından da tercih edilen bu son görüşün en önemli delillerinden biri, Zülkarneyn kıssasının nüzul se- bebiyle ilgili rivayetlere konu olan soruların Yahudiler marifetiyle sorul- ması, dolayısıyla kıssanın kahramanının bu Yahudilerce bilinen ve önem- senen bir kişilik olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Zülkarneyn’in Büyük Kyros olma ihtimali güç kazanır. Çünkü bu hükümdar Yahudi tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Genellikle monoteist ya da Zerdüştî olduğu kabul edilen ve aynı zamanda ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edi- len “Kiros Silindiri”in sahibi olarak bilinen Büyük Kyros41 milattan önce
539’da Babil krallığını mağlup ederek Yahudilerin buradaki esaretine son
vermiş, daha sonra yayımladığı bir fermanla onların Kudüs’e dönmeleri-
ne ve dinî inançlarını özgürce yaşamalarına müsaade etmiştir.42
Başka bir ifadeyle, Kyros Babil’i ele geçirdikten sonra herkesin barış içinde yaşayacağını ilan etmiş, Babillilerin zalimane tutumlarının aksine siyasi özgürlük ve dinî hoşgörü siyaseti sayesinde herkesin hoşnutluğunu kazanmıştır. Babil krallarının olumsuz imajına mukabil Kyros ele geçirdi- ği yerlerde bütün dinlerin koruyucusu olduğunu ileri sürmüş, Babilliler de dâhil bütün milletlerin dinî inançlarına, tanrılarına ve geleneklerine
40 Maulana Muhammad Ali, The Holy Qur’an with English Translation and Commentary, Ohio 2002, s. 605-610; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II. 490-493.
41 Büyük Kyros M.Ö. 570 yılında I. Kyros’un torunu, I. Kambis’in (Cambyses) oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklarda Yahudi asıllı Ester ile Pers kralı Ahaşveroş’un oğlu olduğundan da söz edilen Kyros M.Ö. 559-529 yıllarına rastlayan otuz yıllık ik- tidar döneminde antik dünyanın en geniş ve en güçlü imparatorluklarından birisini kurmuştur. Henüz yirmi bir yaşındayken, M.Ö. 550/549 yılında ordusuyla Susar’dan çıkıp Medya krallığına savaş açmış ve Medya kralı Astyages’in ordusunu yenerek baş- kent Hagmatana’yı ele geçirmiştir. Böylece İran ve Kızılırmak’a kadar uzanan doğu Anadolu bölgesi Pers hâkimiyetine girmiştir. M.Ö. 546 yılında ise Lidya’nın başkenti Sardes’i ele geçirerek bu krallığı sonlandırmıştır. Kyros M.Ö. 539 yılında da Babil kral- lığına son vermiştir. İlerleyen yıllarda Orta Asya’ya yönelen Kyros bu coğrafyada geniş bir alanı topraklarına katmış ve M.Ö. 529’da Doğu Pers kabilelerinden birisiyle girdiği savaşta öldürülmüştür. Geniş bilgi için bkz. Ali Osman Kurt, “Yahudi Kaynaklarında Kral Tipolojileri: Nebukadnezzar ve Koreş Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: X, sayı: 2 (2006), s. 426-429.
42 II. Tarihler: 36/22-23; Ezra: 1/1-4; 6/3-5.
Zülkarneyn Kıssası
saygı göstermiş, halka iyilikle muamele etmiştir. Sürgünde olanların ana- yurtlarına dönmelerine müsaade etmesinin yanında onlara kendilerini yönetme hakkı da vermiştir.43
Kyros’un Babil’i ele geçirmesine en çok Yahudiler sevinmiştir. Çün- kü Persler döneminde Yahudiler için çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. Her şeyden önce Babil sürgünündeki Yahudiler anayurtlarına dönmüş, bu arada mabet yeniden inşa edilmiş, sürgünden dönen iki Yahudi lider (Ezra ve Nehemya) Yahudilik’te Tevrat’ın tespiti, şeriatın yeniden tesisi, Pazartesi ve Perşembe günlerinin topluca Tevrat okuma günleri olarak ilan edilmesi, sürgün döneminde Kudüs’te kalan bir grup Yahudinin Ke- nanlılar, Mısırlılar ve Moablılar gibi yabancı toplumlara mensup kadın- larla yapmış oldukları evliliklerin feshi ve başlıca görevi Tanah’ın tam metninin tespit edilmesi olan Knesset Ha-Gadol’un (Büyük Meclis) tesis edilmesi gibi çok önemli reformlar yapmışlardır.44
İşte bütün bunlara imkân sağlayan Büyük Kyros Yahudi halk inan- cında kurtarıcı mesih olarak görülmüş, ayrıca Tanah’ta Rab Yahve’nin ço- banı ve mesihi gibi yüceltici sıfatlarla zikredilmiş,45 bilhassa İşaya kitabı- nın 45/1-6. pasajında yer alan, “Rab meshettiği kişiye, sağ elinden tuttuğu Koreş’e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek, kralları silahsız- landıracak, bir daha kapanmayacak kapılar açacak. Ona şöyle diyor: Se- nin önünsıra gidip dağları düzleyecek, tunç kapıları kırıp demir sürgüleri parçalayacağım. Seni adınla çağıranın ben Rab, İsrail’in tanrısı olduğumu anlayasın diye karanlıkta kalmış hazineleri, gizli yerlerde saklı zengin- likleri sana vereceğim. Sen beni tanımadığın halde kulum Yakup soyu ve seçtiğim İsrail uğruna seni adınla çağırıp onurlu bir unvan vereceğim. Rab benim, başkası yok. Beni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım. Öyle ki doğudan batıya dek benden başkası olmadığını herkes bilsin.” şeklindeki ifadelerin de gösterdiği gibi birçok ilâhî vaade mazhar olan bir şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Tanah’ın Ezra kitabının şiirsel yorumu mahiye- tindeki Ezrâname’de ise Kyros’un doğumu Tanrı’nın bir hediyesi olarak zikredilmiş, ayrıca İsrail peygamberleri ve kralları ile hemen hemen aynı konumda bulunduğu ve gerek adaleti gerek kahramanlığı sebebiyle diğer
43 Kaveh Farrokh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, Oxford 2007, s. 44.
44 Nehemya: 8/1-3, 10/28-31; Ezra: 9/1-15; 10/1-11. Ayrıca bkz. Baki Adam, Yahudi
Kaynaklarına Göre Tevrat, İstanbul 2001, s. 114-116.
45 İşaya: 44/28; 45/1.
Mustafa Öztürk
bütün krallar arasında eşsiz olduğu belirtilmiştir.46
Ebü’l-Kelam Âzad’a göre Zülkarneyn’in Büyük Kyros olduğunu gös- teren bir diğer delil, Daniel’in rü’yetindeki iki uzun boynuzlu koç imge- sinin Med ve Pers krallıklarını birleştiren kişi olarak yorumlanması ve tarihte bu iki krallığı birleştiren kişinin de Büyük Kyros olmasıdır. Ayrıca arkeolojik kazılarda İstahr şehrinde bulunan ve Büyük Kyros’a ait olan heykelin baş kısmında iki boynuz kabartması yer almaktadır. Öte yandan Büyük Kyros’un doğuya ve batıya seferler düzenlediği, Batı seferinde Lid- yalıları mağlup edip Ege denizine kadar geldiği, Doğu seferinde ülkesinin sınırlarını güneydoğu ve orta Asya’ya kadar genişlettiği, kuzeyde ise İskit- ler/Sakalar üzerine seferler düzenlediği bilinmektedir.47 Bütün bunların yanında Kafkasya bölgesinde Viladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan yol üzerin- deki Daryal Geçidi eski Ermeni kitabelerinde “Kyros/Koreş geçidi” adıyla anılmaktadır.48
Klasik tefsirlerde Zülkarneyn’in üçüncü seferi ve iki dağ arasına inşa ettiği sed hakkında da farklı izahlara yer verilmiştir. Bu seferin han- gi coğrafyaya düzenlendiği hususunda genellikle kuzeye işaret edilmiş ve bu çerçevede Ermenistan, Azerbaycan veya genel olarak Kafkasya bölgesi gibi yerler zikredilmiştir. Bu arada Zülkarneyn seddinin Çin seddi veya Yemendeki Me’rib seddi olduğuna dair görüşler de ileri sürülmüş, fakat bu görüşler gerek coğrafi açıdan gerek seddin özellikleri bakımından Kur’an’daki tasvire uymadığı gerekçesiyle kabul görmemiştir.49
Son döneme ait tefsirlerde bu konuyla ilgili olarak daha ziyade Kafkasya bölgesindeki Derbend ve Daryal geçitleri üzerinde durulmuş- tur. Dağıstan’da Hazar denizinin kuzeybatı sahilinde bulunan ve Arapça kaynaklarda “Bâbü’l-ebvâb”, Türklerin lisanında “Demirkapı” diye anılan Derbend şehrindeki seddin deniz sahilinden dağlara doğru uzanması, ay- rıca demirden değil, taştan yapılmış olması Kur’an’da sözü edilen sedle aynı olma ihtimalini zayıflatmıştır. Ebü’l-Kelâm Âzad’a göre Zülkarnyen
46 Ammon Netzer, “Ezrâ-Nâma”, Encyclopaedia Iranica, New York 1999, IX. 131IX. 131; a. mlf., “Some Notes on the Characterization of Cyrus the Great in Jewish and Ju- deo-Persian Writings”, Acta Irancia, cilt: 2, Leiden 1974, s. 35-52.
47 Ebü’l-Kelâm Âzad, “Şahsiyyetü Zilkarneyn”, cilt: 1, sayı: 1, s. 60-62, 71; cilt: 1, sayı: 3, s.
26-27.
48 Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emsel, VII. 589.
49 Bkz. Tabatabâî, el-Mîzân, XIII. 377; Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emsel, VII. 588.
Zülkarneyn Kıssası
seddi Derbend’de değil, Kafkasya’yı iki ana parçaya ayıran Daryal geçi- dindedir. Derbend ve Daryal geçitlerinin aynı bölgede ve birbirine yakın yerlerde bulunması sebebiyle bu ikisi birbirine karıştırılmıştır. Daryal Ge- çidi, Kur’an’daki tasvirlere uygun biçimde Hazar denizi ile Karadeniz ara- sındaki sıradağların doğal duvar oluşturduğu bir bölgede yer almakta ve bu geçitte iki yüksek dağın arasına demirden inşa edilmiş bir sed bulun- maktadır. Bu sed, daha önce de zikredildiği gibi eski Ermeni kitabelerinde “Kyros/Koreş geçidi” diye anılmaktadır.50
Ye’cûc-Me’cûc
Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53
Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu
50 Ebü’l-Kelâm Âzad, Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn, Lahor 1958, s. 114-118.
51 Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul 1986, s. 10; Ebü’l-Fazl Cemâleddîn İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Kahire 2003, I.
83.
52 Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl, Riyad
1977, III. 614; Beyrut 1977, II. 498; Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlikî, el-Muarreb, Dımeşk 1990, s. 647-648; Ebü’s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd el-Âlûsî, Rû- hu’l-Meânî, Beyrut 2005, XV. 360. Ayrıca bkz. Murtaza ez-Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, Küveyt
1969, V. 398-400; Arthur Jeffery, The Foreign Vocabulary of The Qur’an, Baroda 1938, s. 288-289.
53 Bkz. Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXII. 145; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 38.
Mustafa Öztürk
söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55
Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57
Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60
Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc
54 Tekvin: 10/2; Hezekiel: 38/1-3; 39/1-2.
55 Tesniye: 28/49-57; Yeremya: 5/15-18.
56 Musa Cârullah, Kur’ân-ı Kerîm Âyet-i Kerîmelerinin Mûciz İfadelerine Göre Ye’cûc, Berlin 1933, s. 11-12.
57 Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn”, s. 26-27.
58 Buhârî, “Enbiyâ” 7, “Menâkıb” 25, “Fiten” 4; Müslim, “Fiten” 1.
59 İbn Mâce, “Fiten” 3; İbn Hanbel, el-Müsned, III. 77.
60 Müslim, “Fiten” 110; Tirmizî, “Fiten” 33, 59; İbn Hanbel, el-Müsned, IV. 181.
Zülkarneyn Kıssası
ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.
Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63
İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
61 Yuhanna’nın Vahyi: 20/7-8.
62 Mustafa Bıyık, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramları Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1), s. 53-79.
63 Moşe Farsi, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, İstanbul 2002, I. 58.
64 Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, IV. 152-158; Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî, et-Tefsî- ru’l-Vasît, Beyrut 1994, III. 166-167; Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd el-Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, Beyrut 1995, III. 180-181; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 39.
65 Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII. 281-282; Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, III. 180-181; Kurtubî, el-Câmi’, XI. 38-39.
Mustafa Öztürk
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66
Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70
Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-
66 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III. 104; Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut 2005, VII. 221.
67 İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI. 33; Ebü’l-A’la Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, çev. Ko-
misyon, İstanbul 1986, III. 175.
68 Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, IV. 151; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI. 31.
69 İsmail Cerrahoğlu, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, cilt: XX (1975), s. 118-125.
70 İlyas Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İstanbul 2000, s. 128-132.
Zülkarneyn Kıssası
maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.
Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71
Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).
Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).
71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.
Mustafa Öztürk
1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:
Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-
rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).
Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:
1981).
Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).
Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).
----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:
2005).
Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-
tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.
----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).
Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:
2002).
2007).
Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:
Zülkarneyn Kıssası
Feather, Robert, The Copper Scroll Decoded, Thorsons, London 2000; Edu- ard Lohse, Umwelt des Neuen Testaments, [Grundrisse Zum Neuen Testament, Er- gänzungsreihe I içinde], (Götttingen: 1989).
Hâzin, Ebü’l-Hasen Alâüddîn Ali b. Muhammed, Lübâbü’t-Te’vîl fî Meâ-
ni’t-Tenzîl, Beyrut trs.
İbn Âdil, Ebû Hafs Ömer b. Ali, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, (Beyrut: 1998). İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. el-Hasen, Târîhu Medîneti Dımeşk, (Beyrut:
1995).
İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus trs.
İbn Ebî Hâtim, Abdurrahman b. Muhammed, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (Ri-
yad: 2003).
İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali, el-İsâbe fî Tem-
yiîzi’s-Sahâbe, Beyrut trs.
----------, Fethü’l-Bârî, (Riyad: 2000).
İbn Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed, el-Müsned, (İstanbul:
1982).
İbn İshâk, Ebû Abdillah Muhammed, Sîretü İbn İshâk, nşr. Muhammed Ha-
midullah, (Fas/Mağrib: 1976).
İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (Beyrut:
1983).
2003).
----------, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Cîze: 1997).
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd, es-Sünen, (İstanbul: 1982). İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed, Lisânü’l-Arab, (Kahire:
İbn Teymiyye, Ebü’l-Abbâs Takiyyüddîn Ahmed b. Abdilhalîm, Mec-
mûu’l-Fetâvâ, (Beyrut: 2000).
İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahman b. Ali, Zâdü’l-Mesîr, (Beyrut: 1983).
Jeffery, Arthur, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, (Baroda: 1938). Kannevcî, Sıddîk Hasan Han, Fethü’l-Beyân fî Makâsıdi’l-Kur’ân, (Beyrut:
1992).
Kâsımî, Cemâleddîn, Mehâsinü’t-Te’vîl (Tefsîru’l-Kâsımî), (Kahire: 2003).
Mustafa Öztürk
Kaya, Mahmut - Ünver, İsmail, “İskender”, DİA, (İstanbul: 2000).
Kurt, Ali Osman, “Yahudi Kaynaklarında Kral Tipolojileri: Nebukadnezzar ve Koreş Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: X, sayı: 2 (2006).
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, (Beyrut: 1988).
Makdisî, Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir, el-Bed ve’t-Târîh, Bağdat trs. Mes’ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. Hüseyin, Mürûcü’z-Zeheb, nşr. C. Pellat, (Bey-
rut: 1966).
Mevdudi, Ebü’l-A’la, Tefhimü’l-Kur’an, çev. Komisyon, (İstanbul: 1986). Muhammad Ali, Maulana, The Holy Qur’an with English Translation and
Commentary, (Ohio: 2002).
Mukâtil, Ebü’l-Hasen Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil, nşr. Mahmûd
Şehhâte, (Beyrut: 2002).
Musa Carullah, Kur’an-ı Kerim Ayeti Kerimelerinin Muciz İfadelerine göre
Ye’cûc, (Berlin: 1933).
Mustafavî, Allâme Hasan, et-Tahkîk fî Kelimâti’l-Kur’ân, (Beyrut: 2009). Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. Haccâc, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:
1981).
Netzer, Ammon, “Ezrâ-Nâma”, Encyclopaedia Iranica, IX. 131, (New York
1999):
Netzer, Ammon, “Some Notes on the Characterization of Cyrus the Great in
Jewish and Judeo-Persian Writings”, Acta Irancia, cilt: 2, (Leiden: 1974).
Rağıb el-İsfahânî, Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed, el-Müfredât fî Garî-
bi’l-Kur’ân, (İstanbul: 1986).
Sa’lebî, Ebû İshak Ahmed b. Muhammed, Arâisü’l-Mecâlis, (Beyrut: 2004).
----------, el-Keşf ve’l-Beyân, (Beyrut: 2004).
Şîrâzî, Nâsır Mekârim, el-Emsel fî Tefsîri Kitâbillâhi’l-Münzel, (Beyrut:
2007).
Tabatabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, (Beyrut: 1997). Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-
Kur’ân, (Beyrut: 1999).
Zülkarneyn Kıssası
trs.
Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’r-Rusül ve’l-Mülûk, Beyrut
Taşpınar, İsmail, “Hz. İsa Döneminde Münzevi Bir Cemaat: Esseniler”, Köp-
rü Üç Aylık Fikir Dergisi, sayı: 93 (2006).
Tirmizî, Ebû İsa Muhamed b. İsa, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul: 1981).
Türe, İskender, Zülkarneyn Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, (İs-
tanbul: 2000).
Vâhidî, Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed, et-Tefsîru’l-Vasît, (Beyrut: 1994).
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (İstanbul: 1979). Zebîdî, Ebü’l-Feyz Muhammed el-Murtazâ, Tâcu’l-Arûs, (Kuveyt: 1969). Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf, (Beyrut: 1977).
İslam'daki Yecüc ve Mecüc, Hindu geleneğinde "Koka ve Vikoka" olarak geçer ve "Kalki-Avatara" adında bir Mesih tarafından yok edilir.
Gezgin bir arkadaşım Sibirya- Sakha gezisinde eski bir şaman ona bir efsane anlatmış Ye ve Me adında iki eski kavim hakkında. İki farklı ırktan olan bu kavimler yan yana ve zamanın sonuna kadar beraberce yaşayacaklarmış, Ye'ler kızıl saçlı Me'ler ise Türklerin ataları imiş. Farklı dilleri konuşurlarmış, isimlerinin anlamı ise her iki dilde de "Ben" demekmiş.
Araştırmalarıma göre bunlar YeMaek kabileleri, erken dönem Saka ve Asena boyları bronz devri Kore-Mançurya.
Sizin yazınızda kızıl saçlı oldukları olduklarını okuyunca çok şaşırdım. Bu bilgiyi eski zaman kitaplarından okumuş olması gerekir bu islam aliminin. Kur'an indirildiğinde YeMaekler çoktan yok olmuş daha doğrusu kalanları Mançuryadan çoktan göç etmiş, başka isimlerde devletler kurmuşlardı. Kimekler, Hunlar ve akabinde GökTürkler, Japonyadaki Yamato hanedanlığı gibi .
Yejuj ve Mejuj'un kızıl saçlı olduğu bilgisi beni çok şaşırttı. Onların asıl adı Ye ve Me dir. Kızıl saçlı olan Ye'lerdir. Me'ler Türk olanları. Fakat sonraki bin yıllarda ve yüzyıllarda asyalı Türkleri oluşturmuşlardır."cuc" kelimesi Türkçe Arapça'daki juj" kelimesinin söylenişidir. Asıl manası ülke-memleket anlamındaki guk (juk) kelimesinden gelmekte (Çin-Mançurya dili). Bunlar YeMaek'lerdir. Günümüze kadar ki gelen yerel adları Yejuk ve Maejuk. Mançurya'da yaşayan Saka kavimi mensubu kavimlerdir. Onların devamı Gojeseonlar (Asena).
YanıtlaSilİslam'daki Yecüc ve Mecüc, Hindu geleneğinde "Koka ve Vikoka" olarak geçer ve "Kalki-Avatara" adında bir Mesih tarafından yok edilir.
SilHint mitolojisini bilmiyorum. Gezgin bir arkadaşım Sibirya- Sakha gezisinde eski bir şaman ona bir efsane anlatmış Ye ve Me adında iki eski kavim hakkında. İki farklı ırktan olan bu kavimler yan yana ve zamanın sonuna kadar beraberce yaşayacaklarmış, Ye'ler kızıl saçlı Me'ler ise Türklerin ataları imiş. Farklı dilleri konuşurlarmış, isimlerinin anlamı ise her iki dilde de "Ben" demekmiş.
SilAraştırmalarıma göre bunlar YeMaek kabileleri, erken dönem Saka ve Asena boyları bronz devri Kore-Mançurya.
Sizin yazınızda kızıl saçlı oldukları olduklarını okuyunca çok şaşırdım. Bu bilgiyi eski zaman kitaplarından okumuş olması gerekir bu islam aliminin. Kur'an indirildiğinde YeMaekler çoktan yok olmuş daha doğrusu kalanları Mançuryadan çoktan göç etmiş, başka isimlerde devletler kurmuşlardı. Kimekler, Hunlar ve akabinde GökTürkler, Japonyadaki Yamato hanedanlığı gibi
Şuraya da bakın:
YanıtlaSilhttps://ateizmdenkurtul.wordpress.com/2018/01/07/zulkarneyn_gunesin_suda-_batmasi/
Beyler dünyadaki kayıp haritalara bakın as Antarktika da kimler yaşıyor ve kar dağını bulun
YanıtlaSil