XIV. yüzyıl Avrupası’nın akla ve bilimsel bilgiye önem vermesi neticesinde yayılan rasyonel düşüncenin şöhreti zaman içinde Avrupa’da yaşayan Yahudilere kadar ulaşmıştır. Bu durumun meydana getirdiği etki Yahudiler arasında da benzeri bir eğilimi doğurmuştur. Yahudilikte de “Aydınlanma” olarak ifade edilen bu süreç Luther reformuna benzer şekilde bir gelenek eleştirisi üzerinden inşa edilmiştir. Bununla birlikte aydınlanmanın temel hareket noktası Yahudilerin Avrupa’daki aydınlanma sürecine dahil olarak Avrupa’ya entegre olmalarını sağlamak ve böylece mevcut Yahudi statüsünü iyileştirmek gibi temel amaçlar öngörülmüştür. Bu amaca binaen gerek Yahudi inancında gerekse toplumsal uygulamalara yönelik olarak bir dizi reform girişimi gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca sürecin bir bütünlük içinde devam etmesi için de reform konferansları tertip edilmiştir. Reform konferansları ve uygulamaları her ne kadar Avrupa’ya entegrasyonu sağlamak ve Yahudilerin ikinci sınıf muamele görmesine bir son vermek amacı gütse de, geleneksel Yahudi öğretisini kısmen ötekileştirmesi Rabbinik öğretiyi benimseyenler açısından kabul edilemez bir durumdu. Tıpkı Hıristiyan batıdaki aydınlanma örneği gibi Yahudi aydınlanması taraftar bulmanın yanı sıra tepkiyle de karşılaşmıştı. Yine batıdaki aydınlanma örneğinde olduğu gibi geleneksel öğretiyi devam ettirmekle birlikte bazı hususlarda yenileşmeye ihtiyaç olduğunu savunan isimler de söz konusuydu. Bununla birlikte reform sürecinin bir adım ötesine geçip Yahudi kimliğinden vazgeçen isimlerin de var olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Yahudi aydınlanma düşüncesinin homojen bir yönelim olmadığını söylemek isabetli olacaktır.
Henrich Heine (1797-1856), Almanya’nın en önemli lirik şairleri arasında gösterilir. Batıya entegrasyon fikrini hararetle savunan isimlerdendir. Heine, getto hayatından kurtulmasına ve Alman literatürüne önemli katkı yapmasına rağmen aydınlanmış Yahudi ile Hıristiyan bir Alman’ın asla eşit sayılamayacağını fark etmiştir. Bundan ötürü batılılaşma hayalini gerçekleştirebilmek adına büyük bir adım atarak inancından vazgeçmiştir. Heine’nin bu bireysel tercihi gönüllü bir vaftiz furyasına neden olmuş ve yazar Benjamin Blech’e göre XIX. yüzyıl Berlin’inde yaşayan Yahudilerin yarısına yakını vaftiz olmuştur. Şüphesiz ki bu gönüllü vaftiz, Hıristiyanlığın bütünüyle vaftiz olan Yahudiler arasında kabul gördüğü anlamına gelmemektedir. Vaftiz olan Yahudiler bu adımın yaşamlarında bekledikleri iyileştirmeyi sağlayacaklarını düşünmüşlerdi. Ancak gönüllü vaftiz dahi aydınlanmış batı toplumuna dahil olmak hususunda arzu edilen tabloyu ortaya koyamamıştı. Bu nedenle Heine, hem Hıristiyanlar tarafından hem de Yahudiler tarafından nefret edilen biri olarak anılmasından ötürü yaşadığı buhranı, “Vaftiz olduğum için pişmanım” şeklinde izah etmektedir. Açıkçası Heine pek de haksız değildir. “Lorelei” isimli meşhur şiiri Alman klasikleri arasında uzun yıllar anonim olarak yer almıştır. Dolayısıyla Heine penceresinden bakıldığında batı ile entegrasyonun temel şartları arasında Yahudi olarak doğmamak gerekmektedir.
Yahudi kimliğinden vazgeçen yalnızca Heine değildi. Komünizm’in İncil’i olarak tanımlanan Das Capital’in yazarı Karl Marx’ta bu süreçte Yahudilikten vazgeçen ve hatta yazmış olduğu Yahudi Meselesi Üzerine isimli kitabıyla Yahudilik nefretini gözler önüne seren bir düşünür olarak bilinir. Her ne kadar bir cennet tahayyülünü sahip olsa da ona göre bu ütopik mekanda Tanrı’ya yer yoktu ve Tanrı işçiler tarafından kovulacaktı. Dolayısıyla aydınlanma sürecinde Marx etnik aynı zamanda dini aidiyetini terk edip, bir anlamda yeni bir başlangıcı öngörmekteydi.
Aydınlanma sürecinde Heine ve Marx gibi aşırı uçları temsil eden bireysel isimlerin haricinde Reform Yahudiliği olarak bilinen yeni bir akım ortaya çıkmıştır. Hem dini hem de dünyevi pek çok sahada köklü değişiklikleri öneren bu grup içerisinde Abraham Geiger ve Samuel Holdheim gibi önemli isimler bulunmaktadır. Şüphesiz ki aydınlanma sürecinde Yahudilikte reform yapılması düşüncesine katılan ancak reform Yahudiliği içerisinde değerlendirilmeyen isimler de vardır. Bu isimlerin başında Maskilimin öncüsü olarak bilinen Moses Mendelssohn ve Neo-Ortodoks tepkinin öncüsü Samson Raphael Hirch gelmektedir. İkilinin süreç içindeki Yahudi kimliğini muhafaza etmeye dönük çabaları, buna rağmen bazı uygulamalar üzerinde reform yapılması gerektiğine olan inançları, onları Yahudi aydınlanma düşüncesinin vasat ancak çok önemli iki ismi haline getirmiştir.
Moses Mendelssohn
Yahudi aydınlanma hareketinin öncü ismi Mendelssohn Yahudi kimliğini muhafaza ederek Avrupa kültürünün önemli bir siması haline gelen ve literatürde yenilik yapma düzeyine erişen ilk Alman Yahudisidir. Onu reformist düşünceleriyle tanınan Spinoza’dan ayıran özellik aydınlanma yanlısı olmasına rağmen Yahudilikle sürdürdüğü samimi bağdır. Geleneksel ve modern eğitim alan Mendelssohn’un Berlin yılları düşüncesinin oluşmasında önemli bir süreç olarak görülmektedir. Bu süre zarfında Alman literatürüne dahil olmuş ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine yazdığı eserinden ötürü Alman Sokrat olarak anılmıştır. Ortaçağ Felsefesi hakkında derin bilgi birikimine sahip Mendelssohn, özellikle Maimonides, Leibnz ve Wulff gibi yazarların etkisinde kalmıştır. Felsefe ile dini uzlaştırma amacı güden yazar için felsefe; dini hakikatleri temellendirmede kullanılacak bir araç olarak kabul görmüştür. İnsan aklıyla dinin vazettiği hakikatlere ulaşma olarak tanımlanan doğal teoloji fikrine Mendelssohn’un yakınlık hissettiği bilinmektedir.
Alman toplumuna kendisini kabul ettirme arzusunda olan Mendelssohn, kendisini bir Yahudi’den çok bir filozof olarak tanıtmaktadır. Ancak Yahudi kimliğini özellikle Yahudilerle ilişkisinde kullanmayı ihmal etmemiştir. Böylece iki kimlikli bir yaşama sahip olmuştur. Bu onun eserlerine de şüphesiz yansımış ve içte ve dışta farklı üsluplar kullanmıştır. Ancak zamanla iki kimlikli olmanın zorlukları neticesinde bir uzlaşıyı arayacak olan Mendelssohn Yahudi-filozof olarak bir orta yolu keşfedecek ve çalışmalarına bu kimlikle devam edecektir.
Almanya özelinde Yahudilerin yaşadığı toplumdan kopuk bir hayat sürmelerinin terk edilmesi gerektiğine inanan Mendelssohn, entegrasyon için Almanca ve İbranice dillerinin Yahudiler arasındaki kullanımını artırmayı amaçladı. Bu gaye doğrultusunda kutsal Kitap’ın bazı bölümlerini Almanca’ya tercüme ederek Almanca’nın kullanımını yaygınlaştırmak niyetindeydi. Öte yandan Yidişçe’nin terk edilerek yalnızca ibadete hasredilen İbranice’nin de kullanımını artırmaya yönelik girişimleri oldu. Böylece bir yandan Avrupa toplumuna entegre olan öte yandan da öz kimliğini muhafaza eden bir Yahudi kültürü oluşturmayı denedi.
Kutsal Kitap çevirisinde yalnızca Tora’ya ve edebi açıdan önemli bir metin olan Mezmurlar’a yönelmesi bir yandan Yahudi toplumunun sahip olduğu şeriatı öğrenmesine yönelik bir amaç taşımaktayken, öte yandan da İbranicenin zengin edebi bir dil olduğu hakikatini ispat etme gayesi taşımaktaydı. Nitekim Mendelssohn’ın tercümesine ilişkin Luther’in çevirisine kıyasla daha zengin bir dilin kullanıldığı araştırmacılar tarafından dile getirilmektedir. Ayrıca Mendelssohn’a göre Luther’in çevirisi ideolojik bir amaç taşımaktadır. Bu nedenle Kutsal Kitap’ın anlamını birebir aktarmada yetersiz kalmıştır. Yidişçe tercümelerin de kullanışsız olması Mendelssohn’ı böylesi bir faaliyete teşvik eden sebepler arasındadır. Bununla birlikte uyanış hareketlerinin tercümeler üzerinden hızlandığı gerçeğinin de farkındadır. Tabi Tora tercümesi o güne kadar süregelen Talmudik monarşiye son vermek amacı da gütmektedir. Bundan ötürü tercüme çalışmasının Rabbileri endişelendiren bir boyutu bulunmaktaydı.
Modern Yahudi kültürünü oluşturulması ve böylece Avrupa ile entegrasyonun sağlanması hedefi doğrultusunda önemli bir eşik de, Yahudilerin vatandaşlık statüsü elde ederek diğer insanlarla aynı haklardan yararlanmasıydı. Mendelssohn’un kültüre ilişkin yönettiği gizli arabuluculuk, modern Yahudi toplumunun inşası sürecinde açıktan devam etmek zorundaydı. Bu doğrultuda mektuplar ve görüşmeler aracılığıyla sonuç elde etmeye çalışan Mendelssohn, Avrupa tarafından tanınmakla birlikte Yahudilerin de yardımına başvuracağı bir merci haline gelmiştir. Yazar, ısrarla Yahudilerin Avrupa toplumunun bir parçası olduğunu dile getirmiş bu nedenle haklarında iyileştirme talebinde bulunmuştur. Hıristiyanların Yahudiler hakkında önyargılı olduğunu dile getiren Mendelssohn, bu önyargıları kırmak için yazılar kaleme almıştır.
Mendelssohn, din ve devlet arasındaki ilişkiyi de aydınlanma sürecinde yeniden düşünülmesi gereken hususlardan biri olarak görmektedir. O, devlet-din geriliminin esas nedeni olarak her iki otoritenin sınırlarının birbirine müdahale etmesine işaret eder. Bundan ötürü bu sınırlar açıklayıcı bir şekilde tanımlanmak zorundadır. Yazara göre devlet, Hobbs’un ifadesiyle mutlak güç sahibi ve hakim olarak vasıflandırılmakta, bundan ötürü dini kurumların dahi devletin kanunlarına tabi olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu anlamda devlet ve din müesseselerinin ayırımı göze çarpmaktadır. Ancak amaç bakımından Mendelssohn bu ayrılığı kabul etmez ve devletin insanlığın gelecek dünyaya ilişkin saadeti için de uğraşması gerektiğini söyler. Bu yönüyle düşüncelere hükmeden din ile davranışlara hükmeden devlet arasında bir köprü kurmak niyetindeydi. Mendelssohn’a göre devlet ortak iyilik alışkanlığını toplumu bilinçlendirerek kazandırmalıdır. Bunun aracısı ise dindir.
Mendelssohn’un Tanrı’nın varlığı ve ruhun ölümsüzlüğü gibi evrensel akıl ilkelerini içeren doğal din düşüncesi ile Yahudilik uyum içindedir. Ona göre Musa aracılığıyla Yahudiler yasaya muhatap olmuşlar; ancak kurtarıcı hakikatlere ve doktrinel görüşlere benzeri bir yoldan erişmemişlerdir. Yasanın aksine bu hakikatler yalnızca Yahudilere değil, bütün insanlığa doğa ve eşya aracılığıyla verilmiştir. Ona göre Sina’da Yahudilere verilen iman akidesi değil, uymaları gereken yasadır. Haliyle yasa yalnızca Yahudilere özeldir ve tarihseldir. Bir yönüyle plüralist bir yaklaşım sergileyen Mendelssohn’a göre, kurtarıcı hakikatin bilgisine Yahudiler gibi tanrısal yönlendirmeye maruz kalmamış diğer toplumlar da akıl ile bu hakikate erişebilmektedir. Yasa yazılı olarak verilirken inanç ve doktrinler yaşayan manevi otoriteye bırakılmıştır. Böylece doktrinler sözel nakil yoluyla aktarılabilecektir. Mendelssohn, sözel nakil yoluyla aktarım ve dilin sürekli gelişmesi prensibinden hareketle doktrinel esasların kalıplaşmış ifadeler olarak kalamayacağını belirtmektedir.
Samson Raphael Hirch
Mendelssohn örneğini takip eden aydınlanmacılar - ikinci maskilim - ve onları takip eden reform yanlıları Yahudilerin ortaçağ yaşam pratiklerini terk etmelerini ve dini mirası ihmal ederek ilerlemeci batıya entegre olmalarını istediler. Bu reform talepleri “Reform Yahudiliği” olarak bilinen yeni bir isimlendirmeyi gündeme getirdi. Böylece daha önceleri rabbinik geleneğe atıf yapan “Ortodoks Yahudilik” nitelemesi reform karşıtlığı ve gelenek savunuculuğu anlamıyla yeni bir misyon kazanmış oldu. Bu iki ucun arasında ise kısmi yenileşmeyi savunan ancak gelenekle bağın önemine de dikkat çeken yeni bir akım ortaya çıktı. Samson Raphael Hirsch (1808-1888) öncülüğünde başlatılan bir nevi karşı reform girişimi ya da diğer bir ifadeyle ortodoksinin modernizasyonu “Neo-Ortodoksi” olarak adlandırıldı.
Neo-Ortodoks hareket Pozitif-Tarihsel ekol ile Ortodoks Yahudilik arasında bir itidali savundu. Reformistlerin akılcılık ve ilerlemecilik vurgusu ve Pozitif Tarihsel okulun ortak toplum bilinci söylemi yerine değişimi onaylayan bir gelenek düşüncesini öne çıkarmıştı. Hirsch’e göre Yahudilik zaten sürekli değişimden yana bir geleneğe sahip oluştu. Nitekim Hirsch de bu geleneğin bir gereği olarak değişimi savunmaktaydı. Onun bu mutedil yenilikçilik fikri gerek Amerika’da gerekse Avrupa’da etkin olmuş, “Ortodoks Yahudilik” olarak bilinen Moses Sofer öncülüğündeki katı gelenekçi yaklaşım zamanla Hasidi grupları da içine alacak bir şekilde “Ultra-Ortodoks” olarak bilinmeye başlamıştır. Hirsch’in hareketi ise ilerleyen zaman içinde dini düşüncede vasatlığı temsil etmiş ve “ortodoks” ifadesiyle kastedilenin Neo-Ortodoks yenilik düşüncesi olmuştur. Bu hareket günümüzde “Modern Ortodoksluk” olarak bilinmektedir. Özellikle Amerika’daki etkin bir nüfusa sahip olan hareketin kurduğu Yeshiva Üniversitesi, gerek Yahudilerin yaşadığı mekan ve zaman şartlarına ilişkin coğrafi, kültürel, ve sosyal bir birikime sahip, gerekse Tora’nın ortodoks yorumunu muhafaza eden bir anlayışa haiz yeni tip bir haham modeli amaçlamıştır.
Hirsch, Reform Yahudiliği’nin bir rakibi olmasına rağmen, görüşlerinden oldukça etkilendiği Rabbi Isaac Bernays’in seküler müfredatı da içeren Talmudik bir eğitimi desteklemekteydi. Yine aydınlanma sürecinin önemli aktörlerinden Abraham Geiger ile de yakın bir dostluğu bulunmaktaydı. Ancak Geiger’in reform yanlısı tutumu iki düşünürün arasının açılmasına neden olmuştu. O sıralar Yahudi dünyasındaki cevaplanmayı bekleyen en önemli sorulardan biri, batının ekseriyetlerle kültürün ve zenginliğin zirvesine tırmandığı bir zaman diliminde, Tanrı’nın seçilmiş ırkı Yahudilerin neden kendilerini soylu kılacak ve yaşamlarını refah içinde sürmelerini sağlayacak her şeyden mahrum olduklarıydı. Hirsch, bu sorunsala yaşamın asli gayesinin bireysel mutluluk/haz ve mükemmellik olmadığını, asıl gayenin Tanrı’ya hizmet etmek olduğunu ifade ederek cevap verdi. Tanrı’nın iradesine itaat etmek, gerçek mutluluğu bireye getirecekti. Dolayısıyla esas olan yasaya itaatti. Çünkü kutsal topraklar İsrailoğullarına yasaya uysunlar diye verilmişti. Ayrıca İsrail, Tanrı’nın mesiyanik vaadine inanan evrensel bir kardeşlikti. Bu kardeşliği tesis eden de yasanın kendisiydi. Dolayısıyla yasadan uzaklaşmak, ya da yasayı dejenere etmek bu kutsal görevi ihmal etmek demekti. Hirsch, bu nedenle reformistleri Tanrı’nın Yahudilere verdiği görevi askıya almakla itham etmektedir. Görüşlerini Nineteen Letters on Judaism ve Essays on Israel’s “Duties” in the Diaspora isimli eserleri ile Yahudi dünyasına duyurdu. Ayrıca kendi çıkardığı Jeshurun isimli dergi aracılığıyla da bu karşı reform hareketini Yahudilere anlatmayı ummaktaydı.
Hirch, 1848 yılında Avusturya’daki devrim girişimleri esnasında Yahudi emansipasyonu için önemli bir rol üstlendi. Bu gayreti neticesinde Morovia Yahudilerinin Siyasi ve Sivil Hakları Komitesi’ne başkan seçildi. 1851 yılında Adass Yashurun öncülüğünde reform karşıtı bir grubun Frankfurt’ta düzenlediği Ortodoks Kongresi’ne davet edildi. Bu kongre daha sonraları Hirsch’in görüşlerini benimsedi ve zamanla hem Almanya’da hem de Almanya dışında “Neo-Ortodoks Kongre” ismini aldı.
Hirsch, getto sınırları içerisinde yalnızca Talmudik eğitime dayalı tek yönlü bir gelişimin yeterli olmayacağını düşünmekteydi. Bu nedenle Yahudi toplumunu bir nevi “açık toplum” haline getirmek gerekirdi. Yahudi zihinleri bilgeliğin ikili kaynağına açmak da denebilecek bir girişimde bulundu. Tora ile modern kültürün birleşmesini öngören ve “Tora im Derekh eretz” (Tora ile modern/seküler kültürün sentezi) şeklinde ifade edilen bu girişimi Neo-Ortodoks Yahudiliğin temel tezini teşkil etmekteydi. Hirsch’in bu ifadesi nevzuhur bir tavır olmaktan ziyade onun Mişnaik temeli bulunan geleneksel bir yorumu zamana uyarlamasından başka bir şey değildi. Buna göre Yahudilere Tora haricinde seküler bir meslekle de ilgilenmeleri salık verilmekteydi. Buradan hareketle Hirsch bu formülasyonun pek çok yönden faydalı olacağına inanmaktaydı. Öncelikle seküler bir meşgale, bireyin yaşamını garanti altına alan bir işlev görmekteydi. İkinci olarak seküler araştırmalar Yahudi öğretilerini anlamaya yardımcı olabilirdi. Üçüncüsü, Hirsch bu formülasyonun Yahudi kimliğini ve kültürünü diğer halklara anlatmada önemli bir rol üstleneceğini düşünmekteydi. Bu yönüyle Hirsch’in misyolojik bir çaba ortaya koyduğunu söylemek mümkündür. Son olarak, seküler araştırmalar neticesinde elde edilen bilgeliğin Tora araştırmalarında kullanılabileceğini öngörmektedir.
Bu ikili bilgi kaynaklarından tabi ki öncelik hakkı Tora’ya aittir. Bununla birlikte Doğu Avrupa Yahudilerinin aksine üniversite eğitimini destekliyordu. Almanca vaazlarla modernleştirilen sinagog ayinleri sayesinde, Yahudilerin ibadetlerini bilinçli bir şekilde yapmalarına olanak sağlayacağını düşünmekteydi. Talmudik ve seküler eğitimin biraradalığından oluşan bu yeni müfredatı uygulamak gayesiyle ilk, orta ve lise seviyesinde okullar açtı. Hirsch’in eğitim müfredatı, o dönemde var olan ortodoks karşıtı reformist eğitimden; Talmudik eğitimin verildiği orta düzeyli heder isimli eğitim kurumlarından ve Talmud araştırmalarının yapıldığı yeshiva isimli enstitü programlarından ayrılmaktaydı. Ona göre bu girişimin neticesinde dini vecibelerini ihmal etmeyen, itaatkar ve aydınlanmış bir “Yahudi adamı” kimliği ortaya çıkacaktı. Hirsch böylece geleneksel Yahudi öğretileri ve pratikleri ile modern kültürel kimlik arasında bir köprü kurmak suretiyle kısmi bir eğitim reformu gerçekleştiriyordu. Bu yönüyle Hirsch’in Neo-ortodoks yaklaşımı için tarihsel süreç içerisinde tevarüs eden mirası yenilikçi bir karakterle gelecek nesle aktarma amacı gütmekteydi. Böylece modern süreç içerisinde zamanın kodlarıyla yorumlanmasına rağmen Yahudiliğin sabit özü ve Yahudi kimliği inkıtaya sürgit bir yapı olma özelliğini koruyacaktı.
Hirsch’in yaşadığı dönemdeki en önemli sorunlardan birisi de Almanya’da filizlenen liberal-reformcu grupların varlığıydı. Liberal-reformcu Yahudiler dini ve seküler hayata ilişkin radikal reform taraftarlarıydı. Aynı zamanda Talmudik gelenek var olduğu müddetçe seküler kültüre entegre olunamayacağını düşünmektelerdi. Bu nedenle Hirsch, Talmudik geleneği ve seküler kültürün birleşmesinin imkan dahilinde olduğunu göstermek adına Religion Allied with Progress isimli eserini neşretti. Bu eserde Yahudiliğin yüzeysel bir reforma ihtiyaç duyduğunu kabul etmekle birlikte liberallerin talepleri doğrultusunda bu reformun Yahudiliğin temel öğretileri ve şeriatın icrasını kapsayacak bir şekilde uygulanmasının imkansız olduğunu dile getirdi. Ona göre Yahudiliğin Yahudiler eliyle reforme edilmesine ihtiyacı yoktu. Asıl ihtiyaç, Yahudilerin Yahudilik aracılığıyla bir yenilenme gerçekleştirmeleriydi. Bu da Hıristiyan batıdaki karşılığıyla bir “ilerleme” değil, Yahudilik eliyle bir yükselme, bir yücelik bulma ameliyesiydi. Ayrıca bu reformun gayesi de daha rahat bir hayat sürmek adına mevcut şartlara angaje olmak değil, tamamen Yahudiliğin ezeli ideallerini gerçekleştirme arzusuydu.
Hirsch yüzeysel reform hareketini sinagogtan başlattı. Kendisi Hıristiyan rahiplerin cübbelerine benzer özel bir cübbe giydi. Uzman bir müzik eğitimcisi eşliğinde sinagoglarda koro halinde ilahiler söylenmesi bu reformlardan yalnızca biriydi. Yom Kippur’da okunan Kol Nedrei isimli duayı yanlış anlaşılmaları önlemek amacıyla kaldırdı. Ayda iki kereye mahsus olmak üzere sinagoglarda Almanca vaazlar verilmesine de müsaade etti. Ancak ona göre ibadetin yegane dili İbranice olmak zorundaydı. Bu onu diğer reform yanlılarından ayıran bir özellikti. Bu değişikliklerle bir taraftan kısmi bir reform girişimini öncelerken öte yandan da geleneksel sinagog kültürüne sahip çıkarak liberaller tarafından sinagogu ilga etme çabalarına bir karşılık vermekteydi. Hirsch’e göre liberal reformcuların istekleri Yahudi cemaatini bölecek bir boyuttaydı ve bu nedenle kabul edilemezdi. Oysa kendi yaptığı yüzeysel değişiklikler dinin aslı ile ilgili değil, modern kültür ile Tora arasındaki çatışmayı önlemek amacına matuftu.
Bu arada Avrupa’nın pek çok bölgesinde sivil örgütlenme hakkı tanıyan genelgeler yayınlanmaya başlandı. Bunlardan birisi de Prusya’da yayınlanan İtizal Kanunu’ydu. Buna göre Yahudiler kendi kimliklerini muhafaza edebilecekleri örgütlenmeler içerisine gidebilecekler ve kendi dinlerini yaşama imkanı için talepte bulunabileceklerdi. Bunun neticesinde Avrupa’da Hirsch’in kendi örgütlenmesi dışında pek çok Ortodoks kongre oluşturuldu. Bu kongreler daha sonra birleşerek kaşrut kurallarının geçerli olduğu, Yahudi geleneğine uygun dini eğitim kurumları açma yetkisine sahip oldular. Hirsch de 1885 yılında “The Free Society fort the Advancement of the Interest of Orthodox Judaism” isimli bir örgütlenme oluşturdu.
Hirsch, gerçek Yahudiliğin tanrısallığın özü hakkında bilgi veren bir din olduğunu savunan bir düşünürdür. Ona göre bu bilgi insanoğluna iki yolla aktarılmıştır. Birincisi vahiy yoluyla ki, bu Tora aracılığıyla gerçekleşmiştir. İkincisi de Tora vahyi ile çelişmeyen doğa yasaları ile sunulmuştur. Hirch’e göre Tora ise tamamen yasa eksenli bir bildirim olup, dolayısıyla mitsvaların önemini öğretici bir yapıya sahiptir. Mitzvalar bu yönüyle Yahudi kimliğini oluşturan en önemli etkenler arasında sayılmaktadır. Ayrıca bu yasalar zamana bağımlı olan insan için olsa dahi, bireylerin ya da toplumların iradelerine göre şekillenemezler. Çünkü mitsvalar yani tanrısal emir ve yasaklar Tanrı tarafından verilmiştir. Doalıyısyla tanrısallıkları muhafaza edilmelidir. Hirsch’in bu yaklaşımını çağdaş Yahudilik araştırmalarına ilişkin düşüncelerinde de görmek mümkündür. Ona göre bu araştırmaların tek kriteri olmalıdır; o da Yahudi hayatını muhafaza etmek ve güçlendirmektir.
Bilindiği gibi Reform sürecinde Tora’ya ilişkin üç ayrı algının var olagelmiştir. Bunlardan ilki, reformistlerin Tora tanımıdır ki, Tora Tanrısal bir vahiy değil, Yahudi zekasının ve hafızasının bir ürünü olarak müterakki bir mahiyettedir. Buna karşın Hirsch’in öncülüğündeki ortodoks görüş ise Tora’yı tamamen Tanrısal kelam olarak değerlendirmektedir. Bu iki kanaat arasında muhafazakar bir görüş daha ortaya çıkmıştır ki, o da yazılı Tora’nın vahyedilmekle birlikte Yahudilerin ortak hafızasının tarihsel süreç içindeki yansımaları ile desteklenmiş olduğunu öne sürmektedir.
Hirsch, Tanrısal emirlerin yorumlanmasında Halahik geleneği tamamıyla reddeden liberal-reformcular ile katı bir gelenekçi tutumla Halaha’ya bağlı olan Ultra-Ortodoks Yahudiler arasında vasat bir tavır ortaya koymaktadır. Ona göre Yahudi hukuku geleneğin göz ardı edildiği bir yöntem ve yalnızca akli gerekçeler eşliğinde çağın gereklerine uygun bir zeminin ürünü değildir. Bununla birlikte hukukun yorumlanmasında aklın önemine de dikkat çekmektedir. Çünkü hem bireysel emirler hem de bütün bir Halahik sitem insanoğlunun yaşam standartlarını iyileştirmek için gelmiştir. Dolayısıyla hukuk akli ve dini temeller üzerine inşa edilmelidir. Bu bağlamda Hirsch Halaha temelli ve altı boyutu bulunan bütüncül bir eğitim süreci olarak görmektedir.
-Torot (Öğrenim): Dini yaşamın teorik zemini olan Yahudi inanç ilkelerinin öğretilmesi
-Misphatim (Yasa): Ahlakın ve İnsanlararası ilişkilerin temel ilkeleri
-Hukhim (Talimatlar): Ekolojik talimatlar (Doğa ve Hayvanlara karşı davranışlarla ilgili)
-Mitzvot (Emirler): Dini yaşamın insancıl etkinliği (Bütün insanoğlunu sevme görevi)
-Edot (Şahitlik): İsrail’in kutsal tarihi hafızasını oluşturan emirler
-Avadot (İbadetler): Tanrıya sadakati sunma gayesiyle yapılan kurban ve dua ibadetleri
Hirsch bu çok boyutlu Halahik sitemi spekülatif etimoloji ya da felsefi etimoloji yöntemlerini kullanarak rasyonel bir şekilde yorumlanması gerektiği kanısındadır. Tabi ki burada Halahik sitem, özünde Yahudi lisanı bulunan sembolik bir sistemin bileşenleri olarak görülmektedir.
Mendelssohn’ın Kitabı Mukaddes tercümesi denemesinden sonra kutsal kitap pek çok kez Almancaya tercüme edildi. XIX. yüzyıl itibariyle Siddur kitapları da tercüme edilmeye başlamıştı. Özellikle reform yanlıları tarafından sürdürülen bu tercüme hareketliliğinin amacı Yahudiliği Alman kültürüne yani batı kültürüne entegre etmek ve dinde reform gerçekleştirmekti. Bu aynı zamanda kutsal dil İbranice’nin önemini kaybetmesine de neden olacaktı. Aynı yüzyıl içerisinde Hirsch de, hem Kitabı Mukaddesi hem de Siddur’u Almanca’ya tercüme edenler arasındaydı. Tercümelerle birlikte şerh faaliyetine de girişen Hirsch’in gayesi Kitabı Mukaddesin ve sinagogda okunan duaların anlaşılmasını sağlamaktı. Liberal tercümelerin ana gayesi sinagog ibadetlerinde reformist bir tavır ortaya koymak iken, Hirsch, İbranice ibadete vurgu yapmakta ve tercümelerini geleneksel birikimi muhafaza ederek gerçekleştirmekteydi.
Hirsch’in eserlerine göre Tanrı, İsrail’i bir dini topluluk olarak değil, bir insan olarak var kılmıştır. Bu ifadesiyle Hirsch, İsrailoğullarının topyekün bir bedeni temsil ettiğini söylemektedir. Dolayısıyla Zion sevgisi Hirsch’in düşüncelerinde kolayca seçilebilecek niteliktedir. Ancak Hirsch’in Zion fikri, Siyonizm’in öncü düşünürleri gibi Yahudi olmayanları reddetmez. Ona göre Yahudiler ve gentilenin birlikteliği esastır. Çünkü Yahudilerin görevi insanlığa kutsallığın yegane kaynağının tanrı olduğu hakikatini anlatmaktır.
Sonuç
Moses Mendelssohn’ın Haskala hareketiyle başlayan sürecin mevcut Ortodoks düşünceden kopmalarla birlikte daha katı bir Ortodoks tavrın da doğması gibi sonuçları olmuştur. Mendelssohn’ın ortaçağ Yahudiliği ile Reform Yahudiliği arasında, Alman toplumu ile Yahudi toplumu arasında, felsefe ile din arasında, seküler eğitim ile Talmudik eğitim arasında bir köprü vazifesi gördüğü muhakkaktır. Buna rağmen reformasyon sürecinde reform girişimleri adına çok önemli katkılar yaptığını söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Daha doğru bir ifadeyle Mendelssohn’ın Yahudi toplumunu reform fikrine alıştırdığını söylemek daha doğru olacaktır. Onun bu girişiminin sonraki reform uygulamalarını kolaylaştırdığı söylenebilir. Öte yandan Mendelssohn’ın Yahudi kimliğine vurgu yapan yönü, onu Reform Yahudiliğinin savunucularından ayırmaktadır. Ayrıca gelenekle kurduğu bağ da Yahudiler arasında önemli bir figür olmasının nedenlerindendir.
Mendelssohn’ın Yahudi kimliğine vurgu yapan yönünü paylaşan Hirsch de bazı reform uygulamalarını savunmasından ötürü Mendelssohn’a yakınlaşmıştır. Her iki yazarın da orta yol bir reform savunmaları onların ortak yönüdür denilebilir. Ancak bu süreçte Hirsch’in Yahudilik ile Yahudi toplumu arasında yaptığı ayrım ve reform uygulamalarının din üzerinde değil dindarlar üzerinde etkin olması gerektiğine olan inancı, onu diğer reformistlerden ayırmaktadır. Hirsch, Reform ve Ortodoks düşüncenin aşırıya yönelen uçlarının ortasında bir yer edinirken, sarkacın iki tarafında salınan Yahudiler için de bir çıkış kapısı olmuştur. Böylece hem aydınlanmış hem de Yahudi kimliğini muhafaza eden bir “Yahudi adam” modeli ortaya koymuştur.
Kaynakça
Dan Cohn Sherbok, Modern Judaism, MacMillan, Londra:1996
Howard M. Sachar, The Course of Modern Jewish History, Weidenfeld and Nicholson, Londra: 1958,
Jacob Neusner, Judaism in Modern Times: An Introduction and Reader, Blackwell, Cambridge:1995
Miri Freud Kandel, “Modernist Movements”, Modern Judaism, ed. N. De Lange, M. F. Kandel, Oxford University Press, New York: 2005
Rabi Benjamin Blech, Geçmişten Günümüze Yahudi Tarihi, Gözlem, İstanbul: 2004
Reuven Firestone, Yahudiliği Anlamak: İbrahim’in Çocukları, Gözlem, İstanbul: 2004
Salime Leyka Gürkan, Yahudilik, İsam, İstanbul: 2012
Schumel Feiner, Moses Mendelssohn: A Sage of Modernity, Yale University Press, Trans. By. Anthony Berris, Berlin, 2010
Seda Özmen, Yahudi Aydınlanma Hareketi Haskala ve Moses Mendelssohn, Ayışığı, İstanbul, 2014
Simha Katz, Yehoyada Amir, “Hirsch, Raphael (Ben) Samuel”, Encyclopedia of Judaica, ed. Fred Skolnik, Vol. 9, Macmillan, Detroit: 2007
The Jews in the Modern World, ed. By. H. Rubenstein, D.C. Sherbook et al., Oxford University Press, New York: 2002
Bilal Patacı
http://www.milelvenihal.org/yayin.aspx?ID=17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder