24 Temmuz 2015 Cuma

Resulullah Efendimiz a.s.v'in Bizans İmparatoru Heraklius’a Mektup


Resulullah Efendimiz Peygamber Hz. Muhammed a.s.v'in Bizans İmparatoru Heraklius’a Mektup
Peygamber Efendimiz (s.a)’in, İran’la savaşında Bizans’a karış yakınlık duyduğunu, önce mağlub olan Bizans’ın on yıldan az bir zamanda galip geleceğini Kur’an âyetleriyle haber verdiğin bilmekteyiz. Resûlullah, Bizans’ın Ninova zaferinden sonra, Dihyet’ul-Kelbî’yi İmparator Heraklius’a elçi gönderdi. Dihye (r.a)’ın Kudüs’de bulunan Heraklius’a teslim ettiği mektubun metni aşağıdadır:


“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!


Allah’ın kulu-kölesi ve elçisi Muhammed’den Rûm’ların Başbuğu Heraklius’a:


Allah’ın selâmı, hidâyet yoluna girmiş bulunan kimse üzerine olsun! Buna göre ben seni tam bir İslâm dâveti ile (İslâma) çağırıyorum. İslâma gir, sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Ve Allah sana iki defa sevap verecektir, şayet bundan kaçınacak olursan, köylülerin (yani tebeanın) günahları da senin üzerinde toplanacaktır. Ve “(Siz) ey (Mukaddes) Kitap sâhipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek kelimede, (yani) Allah’tan başka bir tanrıya topmamak, O’na hiç bir şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiç bir kimseyi âmir ve efendi yapmamak (hususunda) birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp (bundan) kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: “ – Siz şâhit olun ki kesinlikle bizler, (Allah’a) itaat edip teslim olan müslümanlarız.”
Hiç beklemediği davet karşısında şaşkına dönen İmparator, Peygamber Efendimiz (s.a) hakkında bilgi edinmek üzere o sırada Bizans topraklarında bulunan, henüz müslüman olmamış Mekke’li tüccarları huzurunda topladı. Bunlar arasında bulunan ve söz alıp İmparatorun sorularını cevaplandıran Ebû Süfyân, Bizanslılar’ın İslâm karşısında şimdiden bellik bir korku ve endişe taşıdıkalrını hayretle gördü. O sırada Bizans İmparatorluğunda halk kitleleri hem siyasî, hem de dinî alanda huzursuzluk içindeydiler. Bu şartlarda Heraklius,
“ – Benim tebeam, Hıristiyanlığı terketmeye son derece karşıdır, düşmandır. Aksi halde derhal İslâmı kabul ederdim.” cevabını vermiştir.


Resûlullah’ın bu mektubu 13. asırda, Heraklius soyundan geldiğini söyleyen Kastilya Kralı VII. Alphonse’un sarayında ortaya çıkmış, Napolyon’un İspanya’yı işgâlinde Fransa’ya götürülmüştür. Yakın yıllarda Ürdün’den İsviçre’ye gidip yerleşen son sahibiden, Abû Dabî hükümeti yüklü tazminatla ele geçirmiş, Ürdün Kralı Hüseyin duruma müdahale ederek bu kıymetli vesikanın Ürdün’e dönmesini sağlamıştır. Halife Hz. Ebubekir, Bizans İmparatoru Heraklius'u İslâm'a dâvet etmek için, Ubade b. Sâmit ve Hişam b. As'ı Bizans'a elçi olarak göndermişti. Ubade b. Sâmit anlatıyor: "Kılıçlarımız boynumuzda olduğu halde şehre girdik. İmparatorun sarayına geldik ve sarayın kapısında indik. İmparator Heraklius sarayının penceresinden bize bakıyordu. Biz 'La ilahe illallahu vallahu ekber' deyince Allah biliyor ki, saray sanki şiddetli rüzgâra maruz kalmış bir hurma dalı gibi sallanmaya başladı. Bunun üzerine bize haber göndererek içeri dâvet etti. "Dininizin îcâb ettirdiği şeyleri, yüksek sesle yerine getirerek bizi rahatsız etmeye hakkınız yok" dedi ve bize yanına girmemiz için izin verdi. İçeri girdik. Kırmızı ve görkemli bir taht üzerine oturdu. Sırtında da kırmızı bir pelerini vardı. Yanında Rumlardan râhipler ve harp uzmanları toplanmışlardı. Perdeler, şamdanlar, halılar, mobilyalar vs. odasındaki her şey kırmızıydı. Mütebessim bir ifâdeyle bize baktı ve:
-Bize aranızdaki usule göre selam verseydiniz ne olurdu, dedi. Yanında duran ve çok güzel konuşan adamına:
-Bizim selamımız size uygun değil, dedik.
-Nedir sizin aranızdaki selam? deyince:
-'Esselamu aleyke' diye cevap verdik.
-Peki, siz kralınıza nasıl selam veriyorsunuz?
-Aynı şekilde, diye cevap verdik
-Sizin sözlerinizin en büyüğü hangisidir? diye sordu.
-La ilahe illallahu vallahu ekber, dedik. Allah biliyor biz bunu söylerken saray o kadar sallandı ki kral düşmemesi için başındaki tâcı tuttu. Ve korkuyla başını kaldırıp tavana baktı:
-Söylediklerinizden sarayım sallandı. Bu sözü evlerinizde söylediğinizde evleriniz de sallanıyor mu? diye sordu.
-Hayır, bunu ilk defa burada görüyoruz, dedik.
-Keşke bunları söyleyince her şey başınıza yıkılsaydı da sizden kurtulsaydık. Şüphe yok ki, toprağımın yarısı elimden çıkacak, dedi.
Sonra bize birçok soru sordu. Namaz ve orucu, ibâdeti, Peygamber Efendimiz'i sordu. Tüm sorularını cevapladıktan sonra, bize güzel bir oda ile bol yemek hazırlanmasını emretti. Üç gece orada kaldık."
İRİ GÖZLÜ, YAPILI BİR ADAM...
Nihâyet bir akşam hizmetçilerinden birini göndererek bizi çağırttı. Yanına gittiğimizde önceki sorduklarını tekrar sordu. Biz de aynı şekilde cevaplandırdık. Sonra kutsal emânetler sandığının getirilmesini emretti. Dört köşeli, altın yaldızlı büyük bir sanduka getirdiler. Sandukanın içinde küçük bölümler vardı. Her bölümün de kilidi ve kapağı. O bölmelerden birini açarak, siyah renkli ipekli bir bohça çıkardı. Bohçayı açınca içinden siyah renkli ipek bir bez çıktı. Bezin üzerine çizilmiş oldukça yakışıklı bir adam resmi vardı. İri gözlü, kolları ve baldırları kalın, iri yapılı ve uzun boylu bir adam resmiydi bu. Gür sakallı ve Allah'ın yarattıklarının en güzeli denecek kadar güzel yüzlü, saçlarında iki örgü bulunan bu zatın resmini bize göstererek,
-'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.
-'Hayır!' dedik.
-'Bu insanlığın atası Hz Âdem'dir,' dedi. İnsanların en gür saçlısıydı. Sonra başka bir bölüm açtı. Oradan da siyah ipekli bir bez çıkardı. Üstünde beyaz bir resim vardı. Resimdeki adamın saçı koyu burçak renginde kıvırcık saçlı, gözleri iri, başı büyükçe ve sakalı oldukça güzeldi. Bize:
-'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.
-'Hayır!' dedik.
-'Bu Hz. Nuh'tur,' dedi.
Sonra başka bir gözden, siyah bir ipekli bez parçasında, başka bir resim daha çıkardı. O da beyaz tenli; gözleri güzel, alnı geniş, yüzü uzunca, sakalı beyaz ve mütebessim bir adam resmiydi.
-'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.
-'Hayır!' dedik.
-'Bu Hz. İbrahim'dir,' dedi.
Başka bir bölüm daha açtı. Oradan da beyaz ipek bez üzerinde bir resim çıkardı. Allah'a yemin olsun ki, tıpkı Resulü Ekrem (a.s) idi. Bize
-'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.
-'Evet! Vallahi bu Hz. Muhammed'dir' dedik.
Ayağa kalktı, salonda düşünceli düşünceli birkaç adım attıktan sonra tekrar gelip tahtına oturdu ve tekrar sordu:
-Gerçekten O mu?
-'Evet, ta kendisi', dedik. Resme biraz daha dikkatlice baktıktan sonra;
-'Aslında bu resim en son bölümde bulunuyordu. Fakat sizin ne yapacağınızı merak ettiğimden onu başa aldım' dedi. Bir başka bölümü daha açtı. Oradan da siyah ipekli bir bez çıkardı. Onda da kıvırcık saçlı; esmer, gözleri çukur, keskin ve sert bakışlı, çatık kaşlı, asık suratlı, dişlerini sıkmış, oldukça öfkeli bir adam resmi çıktı.
-'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.
-'Hayır!' dedik.
-'Bu Hz Musa'dır,' dedi.
HZ. ADEM'E LEVHA OLARAK VERİLDİ Mİ?
M. Yusuf Kandehlevî, eserinde Bizans İmparatoru'nun gelen elçilere aynı şekilde Hz Harun, Hz Lut, Hz İshak, Hz Yakub, Hz İsmail, Hz Yusuf, Hz Davut, Hz Süleyman'a ait olduğunu iddia ettiği resimleri de gösterdiğini, yine elçilerin dilinden aktarıyor. Aktarılan bilgilere göre elçilere en son gösterilen resim Hz.İsa'ya ait olan resimdi. "İnanıyoruz ki bunlar asıllarının aynısıdır. Çünkü bizim Peygamberimiz resimdekine o kadar çok benziyor ki, diğerlerinin de benzediği aşikâr." diyen elçiler Bizans İmparatoru'na "Bu resimleri nereden buldunuz?" diye sorduklarında şu cevabı almışlar: "Hz Âdem, soyundan gelecek peygamberleri kendisine göstermesi için Rabbine niyazda bulunmuş. Allah'ta O'na peygamberlerin resimlerini levhalar halinde indirmiş. Bu resimler Hz Âdem'in doğudaki mahzeninde saklı iken, Hz. Zülkarneyn orayı ele geçirdiğinde resimleri alarak Hz. Danyal'a vermiş. Hz. Danyal da levhalardaki bu resimleri ipek bezlere aynen çizmiş, onlar da hanedanımız vesilesi ile bana kadar ulaştı. Allah'a yemin ederim ki, saltanatımı terk edip sizin en sıradanınıza, ölünceye kadar kölelik yapmaya razıyım". Elçiler sonra da kendilerine büyük ikramlarda bulunulup hürmet ve sevgiyle uğurladıklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyorlar: "Biz Halife Ebubekir'in yanına döndüğümüzde olanları anlattık. Halîfe Ebubekir gözleri dolu dolu "Doğrudur. Bir düşkün bile, Allah, hakkında hayır dilerse ona hayır verir. Allah'ın Resulü bize, Hıristiyan ve Yahudilerin kitaplarında kendisinin vasıflarının bulunduğunu söylemedi mi?" buyurdu".
HZ. İSA'NIN RESİMLERİ GERÇEK OLABİLİR Mİ?
Bu iki sahâbenin anlattıklarından çıkardığım bir diğer sonuç da şu: Mâlum Bizans imparatorları Hıristiyan. Kiliseleri Hz. İsa'nın resimleriyle dolu. İmparator Heraklius da Hıristiyandı. Ve bu resimleri sahabelere gösteren de O. Peki o halde Hz. İsa'nın gerçek resmi imparatorda ise kiliselerdeki Hz. İsa resimlerine bakıp, "Bunlar gerçeğe uygun değil, işte bende gerçeği var, bunu çizin" demez miydi? Sahabelere bile gösterdiyse bu resimleri, kendi din adamlarına ya da ressamlarına neden göstermesin. O halde geriye tek ihtimal kaldı: Şu anki Hz. İsa resimleri gerçeğine uygun. İşin hakîkatı ancak bu peygamber resimlerinin varlığı ispatlanır ve ortaya çıkarsa anlaşılabilir.
HAÇLILAR YAĞMALAMIŞ OLABİLİR ?
Halîfe Ebûbekir'in bu iki elçisinin sözleri burada sona eriyor. Bundan sonra sözü biz alıyor ve diyoruz ki: Acâba bu resimler şu an nerede? Eğer Fâtih'in İstanbul'u fethine kadar saklayabildilerse 53 günlük muhasara ve savaş esnasında kaybolmuş olabilir. Ya bir yere gömdüler ya bir mahzene sakladılar ya da Haliç'in dibine diğer hazinelerle birlikte batırdılar. İstanbul'dan kaçırmış olamazlar. Zîrâ kaçırmış olsalardı bunca senedir mutlaka bir yerde ortaya çıkardı. İhtimal ki o resimler İstanbul'da bir yerlerde saklı kaldı. 1000 yıllık Bizans saltanatında 57 yıllık bir kopuk dönem var; Latin işgâli. Lâtin işgâlinde İstanbul'un yağmalandığını biliyoruz. İşte bu dönemde de o resimler Bizanslılar tarafından Lâtinlerin eline geçmesin diye saklanmış olabilir ya da Latinler tarafından yok edilmiş olabilir. Zirâ kiliselerdeki ikonları tahrip ettiklerine göre bu resimler ellerine geçmiş olsa onları da imhâ ederlerdi. Bizim kanaatimize göre bu resimler İstanbul'da bir yerlerde gizli.
Yılan şiiri
Sadrazam Nevşehirli Dâmat İbrâhim Paşa, Sultan 3. Ahmet için Kuruçeşme sırtlarında Kasr-ı Dilşîn'i yaptırmıştı. Bu kasrı çok beğenen Sultan 3. Ahmet, bir gün bu kasrın bahçesinde dolaşırken, bir ağacın tepesine doğru tırmanan bir yılan gördü. Ağacın dallarından birinde de, içinde minik minik yavruların bulunduğu bir kuş yuvası vardı. Pâdişah kılıcını çekerek bir darbeyle yılanın başını uçurdu. Sonra ilham gelmiş olmalı ki bunu bir beyitle şöyle ifâde etti:
Tırmanup çıktı dıraht-ı ömrüne mânî ecel
Lâkin bir türlü mısrâyı beyte tamamlayamadı. Derhal Şâir Nedim'i çağırtıp bu mısrâyı beyte tamamlamasını istedi. Şâir Nedim ânında 2. mısrâyı yazarak pâdişâha uzattı. Böylece 1. mısrâ Sultan 3. Ahmet'e, 2. mısrâ da Şâir Nedim'e âit olan ve Kasr-ı Dilşîn'in lâle bahçesinde yazılan bir Lâle devri şiiri kaldı bize yâdigâr:
Tırmanup çıktı dıraht-ı ömrüne mânî ecel
Âşiyân-ı tende yatur bülbül-i cân bîhaber
Herakleios veya Heraklius Yunanca:(Ηράκλειος, Hērakleios) Latince: Flavius Heraclius) (d. yak.575- ö. 11 Şubat 641) Doğu Roma İmparatoru : (5 Ekim, 610 - 11 Şubat,641)

İmparatorluktan önceki yaşamı

Ailesi Ermeni asıllıydı. İmparator Mavrikios döneminde, 590 yılında Sasani tahtına geçen asi general Behram Çubin ile savaşan Roma ordusunda kilit rol üstlenen Yaşlı Herakleiosun oğlu olduğu sanılmaktadır. Savaştan sonra Mavrikios Yaşlı Herakleiosu Kartaca'da Afrika ekşarjlığına atadı. Bu nedenle Herakleios'un doğum yeri kesin olarak bilinememekteyse de Roma Afrikasında büyümüş olduğu sanılmaktadır. Bir rivayete göre bir delikanlıyken aslanlarla gladyatör dövüşleri yapmıştı.
608'de Yaşlı Herakleios 6 yıl önce Mavrikios'u devirip imparator olmuş olan Phokas'a karşı ayaklandı. Asiler her iki Herakleios'u da konsül giysileri ile gösteren paralar bastılar. Yalnız o an için imparatorluk iddiasında bulunmuş olup olmadıkları kesin değildir. 609'da Yaşlı Herakleiosun yeğeni Niketas Mısır'a karadan gidip o eyaleti zapetti. Niketas, Phokas'ın gönderdiği ve tüm Bizans doğu orduları ile Mısır'a gelen general Bonosus'u yenip eyaleti elinde tutmayı başardı. Bu arada Herakleios ordusuyla da bir deniz filosuna binip Sicilya ve Kıbrıs'ı fethettikten sonra İstanbul'a doğru yola çıktı. İstanbul'a yakında kendisini karşılamaya gelen kentin önde gelen soylularıyla ittifak kurup imparatorluk ilanı için taç giyme törenleri için planlar hazırlandı. Kente vardığında Phokas'ın damadı Priscusun komuta ettiği imparatorluk muhafızları Excubitorlar da kendisinin yanına geçti. Ciddi bir direnmeyle karşılaşmaksızın şehre giren Herakleios, Phokas'ı kendi elleriyle öldürdü.

Sasanilerle savaş

Herakleios tahta çıktığında imparatorluk güç bir durumdaydı. Phokas'ın,isyanı başlattığı Tuna boyundan orduyu çekmesi ülkeyi Avar işgaline açık hale getirmişti. İran'da Behram Çubin'den tahtını Mavrikios sayesinde geri alan Hüsrev II, onun öldürülmesini Roma ile savaş nedeni saydı. Kendi sarayında Mavrikios'un oğlu Theodosius olduğunu iddia ettiği bir adam vardı ve onun Roma İmparatoru olarak kabul edilmesini istiyordu. Sasaniler zaten Phokas'ın imparatorluğu sırasında Mezopotamya'yı almışlar ve Herakleios'un isyanı sırasında da Suriye'ye girmişlerdi. Herakleios barış önerisinde bulundu ama Hüsrev onu Mavrikios'un tahtına haksız yere geçmiş biri saydığından buna yanaşmadı. Herakleios'un ilk askeri harekatları felaketle bitince Sasaniler hızla Batıya ilerledi. 613'te Şam'ı ve 614'te Yahudilerin işbirliğiyle Kudüs'ü ardından Mısır'ı ele geçirdiler. Kudüs'teki Kutsal Kabir Kilisesini yıktılar ve Hiristiyanlar için çok önemli olan Kutsal Haç'ı götürdüler.
İstanbul Boğazı kıyısına kadar ilerleyip Kadikoy'u (Kalkhedon'u) aldılar. Avarlarla da ittifak kurdular. Durum öyle umutsuzdu ki İmparator başkenti İstabul'dan Kartaca'ya taşımayı bile düşündü, ama patrik tarafından caydırıldı. Doğuda kaldı ve Doğu Roma ordusunu yeniden düzenlemeye girişti.
İmparatorluğun eski asker ve sivil idareyi ayıran yörel idaresini değiştirerek (sadece Ravenna ve Kartaca (Afrika'da) uygulanan ekşarjlık sistemine benzeyen yörel sistemi) Thema yörel idare sistemi adıyla kabul etti. Thema sistemi hem askerî hem sivil güçleri olan bir vali ile idare edilen, Osmanlılardaki timar sistemine benzeyen, toprağın gelirinin askerlere bırakıldığı bir kolordu çıkartan bir geniş bir yörel çevreydi.
Ordusunu bu biçimde düzenledikten sonra Herakleios 621'de ordusunun başına geçip sefere çıktı. I. Theodosius'dan sonra hiçbir imparator ordunun başında sefere çıkmamıştı. Anadolu'ya geçti ve Sasani ülkesine doğru ilerleemeye başladı. Yıllar süren bu sefer sırasında İstanbul'u 626'da Avarlar kuşattılar. O esnada Sasaniler de İstanbul Boğazına kadar ilerlediler ama karşıya geçip Avarlara yardım etme girişimleri Roma donanmasının başarısı sayesinde sonuçsuz kaldı. O sırada Avarlar Dalmaçya'ya saldıran Hırvatlarla savaşmak üzere geri çekildiler.
Bu arada Herakleios da Sasanilerin düşmanları Kafkasya'yı işgal eden Batı Göktürk Kağanı Tong Yabgu ile bağlaşıklık kurdu. Sasani kralının başkomutanı Şahrbaraz'a kral Hüsrev'in ağzından kendisinin öldürülmesi buyruğu veren mektuplar yazıp bunların komutanın eline geçmesini sağlayarak Şahrbaraz'ın tarafsızlığını sağladılar.
Kendisini terk eden Hazarların desteğinden mahrum kalan (Doğu) Romalılar tek başlarına Rahzadh komutasındaki İranlıları 627'de Ninova Savaşında yendiler. Herakleios savaş meydanında şahsen Rahzadh ile teketek düelloya tutuştu, onu yenip öldürdü. Hüsrev yine de barışı reddediyordu. Bu nedenle (Doğu) Romalılar ilerlemeye devam etti. Başkent Tizpon (Ktesiphon)'a yaklaştıkları sırada Sasani soyluları Hüsrev'i öldürdüler. Yerine geçen oğlu II. Kavad barış isteğinde bulundu. Her iki imparatorluk arasında Fırat sınır olmak üzere barış yapıldı.
Muzaffer Herakleios, kendisine İranlıların Krallar Kralı ünvanını aldı ama 629 yılında Yunancada basitçe monark anlamına gelen Basileus unvanını benimsedi. Bundan sonra 8 asır boyunca imparatorlar Basileus ünvanını taşıyacaklardı. İmparatorluğun resmi dilini de Latince'den Yunanca'ya çevirdi. İmparatorluk resmen Roma adını taşımayı sürdürdü; ancak artık Rum biçiminde de söylenen bu ad her şeyden önce Yunan anlamına gelecekti.
630'da Herakleios, İran'dan geri alınan Kudüs'e de hac ziyaretinde bulundu. Ama bu yolculuktan kısa süre sonra hastalandı ve bir daha hiç ordusunun başında sefere çıkamadı.
Bu yıllarda İslam Peygamberi Muhammed, Arabistan'ın birliğini sağlamayı başarmıştı. Müslümanlarlar, 634'te Filistin ve Suriye'ye saldırdıklarında İmparator savaşa gidemeyecek kadar hastaydı. 636'da Yermuk Savaşında kalabalık Roma ordusu bozguna uğradı ve üç yıl içinde Suriye ve Filistin bu kez Araplara kaptırıldı. Herakleios öldüğünde Mısır'ın da büyük kısmı elden çıkmıştı.

Ailesi

5 Ekim 610'da ikinci kez ve Hagia Stephanos Kilisesinde taç giyen Herakleios, metresi Fabia ile evlendi ve ona Eudokia adını verdi. İmparatora Epiphania adlı bir kız ve 641'de babasının ölümünden sonra 4 ay için tahta çıkan Konstantin adlı bir erkek evlat doğurduktan sonra 612 yılında öldü. İmparator ertesi yıl kardeşinin kızı Martina ile evlendi. Ancak bu dayı-yeğen evliliği hem halk hem Hiristiyan kilisesi tarafından hoş karşılanmadı. Bu evlilikten doğan çocukların sayısı ve sırası bilinmiyor, ancak en az 10 çocukları olduğu ve bunlardan en az ikisinin engelli oldukları biliniyor. Bu durum yakın akraba evliliğine Tanrı'nın gazabı olarak görülmüştü. Yine de Martina, Herakleios'un iki oğlunun (Fabia'dan doğan III. Konstantin ve kendi oğlu Heraklonas) yönetimi zamanında askeri ve siyasal entrikaların merkezinde yer aldı. Martina'nın kötü ününe rağmen imparator onu seferlere yanında götürürdü. Herakleios ve büyük oğlu III. Konstantin öldükten sonra Heraklonas imparator oldu; Ama Valentinus adlı bir general ana-oğulu eski imparatoru öldürtmekle suçlayarak ayaklandı. Savaşı kazanan asiler Heraklonas'ın burnunu, Martina'nın dilini kestiler ve onları Rodos'a sürdüler.

Müslümanların Tekbir Getirmeleriyle Rum Kralı Herakl'ın Sarayının Sarsılması

Hayâtû's Sahâbe
Yazar : Muhammed Yusuf Kandehlevi

Tarih : 6/2/2011
Ben ve başka bir kişi Rum kralı Herakl'e gönderildik. Onu İslâm'a davet edecektik. Yola çıktık ve Şam'a vardık. O zaman Herakl adına Şam'ı, Ğassan oğulları idare ediyordu. Cebele b. Eyhem el-Ğassani'nin konağına inerek görüşmek için izin istedik. Cebele yanımıza bir elçi gönderdi. "Biz elçi ile konuşmayız. Ancak krala gönderildik. Eğer izin verirse kendisiyle görüşürüz. Aksi takdirde elçi ile konuşamayız"dedik. Elçi ona gitti, bu haberi iletince bize içeri girmek için izin verdi. "Konuşunuz"dedi. Hişam b. As konuştu, onu İslâm dinine davet etti. Sırtında siyah elbiseler vardır. Hişam bu elbiselerin ne olduğunu sordu. Ben bu elbiseleri sizi Şam'dan çıkarıncaya kadar çıkarmamak üzere yemin ederek giydim"dedi. Ben "Allah'a yemin ederim ki, senin konağını bile elinden alacağız. Hatta Allah izin verirse büyük kralın mülkünü de elinden alacağız. Peygamberimiz bunu bize haber verdi"dedim. O "Siz bu mülkü alacak kimseler değilsiniz. Onlar gündüzü oruç, geceyi ibadetle geçiren bir topluluktur. Sizin orucunuz nasıldır?"diye sordu. Biz ona orucumuzdan haber verince yüzü simsiyah kesilerek "Gidiniz!"dedi ve bizimle beraber bir elçiyi de krala gönderdi. Biz çıktık kralın bulunduğu şehre yaklaştığımızda bizimle beraber bulunan elçi "Sizin bu hayvanlarınız kralın şehrine giremez. İsterseniz size buradan atlar, katırlar temin edelim"dedi. Biz de "Allah'a yemin ederiz ki, biz ancak bu hayvanların sırtında oraya gireriz"dedik. Bu haberi krala gönderdiler. Kral aynı bineklerimizin sırtında şehre girmemize izin verdi. Kılıçlarımız boynumuzda olduğu halde şehre girdik, onun konağına geldik. Konağın tam kapısında indik. O bize bakıyordu. Biz "Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber"demeye başladık. Allah bilir ki, konak sanki şiddetli bir rüzgara maruz kalmış bir hurma dalı gibi sallandı. Bunun üzerine bize haber göndererek "Dininizin gereklerini yüksek sesle yerine getirerek bizi rahatsız etmeye hakkınız yoktur"dedi ve bize yanına girmek için izin verdi. İçeri girdik, baktık ki bir yatak üzerinde oturuyor. Yanında Rumlardan harb uzmanları vardı. Odasındaki her şey kırmızıydı. Biz ona yaklaştığımızda gülerek "Bize aranızdaki usûle göre selâm verseydiniz ne olurdu?"dedi. Yanında duran ve çok güzel Arapça konuşan adamına "Bizim selâmımız size uygun değildir. Sizin selâmınız da bize uygun değildir"dedik. "Peki, sizin aranızdaki selâm nedir?"dedi. "Selâmımız esselâmü aleyke'dir"diye cevap verdik. "Peki, siz kralınıza nasıl selâm veriyorsunuz?"dedi. "Aynı şekilde"dedik. "Sizin sözlerinizin en büyüğü hangisidir?"dedi. "Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber'dir"dedik. Biz bunu söylerken -Allah biliyor- saray o kadar sallandı ki kral başını kaldırıp tavana baktı ve "Söylediklerinizden sarayım sallandı, bu sözü evlerinizde söylediğinizde evleriniz de sallanır mı?"dedi. "Hayır, biz bunu ilk defa burada gördük"dedik. "Keşke bunları söyleyince her şey başınıza yıkılsaydı da sizden kurtulsaydık. Hiç şüphe yok ki, toprağımın yarısı elimden çıkacak"dedi. Sonra bize bir çok soru sordu. Biz de cevap verdik. Sonunda "Namaz ve orucunuz nasıldır?"dedi. Ona da cevap verdikten sonra "Kalkın"dedi ve bize güzel bir oda ile bol yemek hazırlanmasını emretti. İlk gece orada kaldıktan sonra bir adam göndererek bizi çağırttı. Yanına vardığımızda önceki sorduklarını tekrar sordu. Biz de aynı şekilde cevaplandırdık. Sonra emretti, dört köşeli, altın yaldızlı büyük bir kutu getirdiler. Kutunun içinde küçük gözler vardı. Her gözün kilidi ve kapısı bulunuyordu. O gözlerden birini açarak, siyah renkli, ipekli bir bohça çıkardı. Bohçayı açınca içinden kırmızı bir resim çıktı. Gözleri büyük, kalçaları kalın, boynu hiç görmediğim kadar uzun bir adam resmiydi. Gür sakallı ve Allah'ın yarattıklarının en güzeli denecek kadar güzel, saçında iki örgü bulunan bu adamın resmini bize göstererek "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Adem'dir"dedi. İnsanların en sık saçlısıydı. Sonra başka bir gözü açtı, oradan da siyah renkli bir ipekli çıkardı. Üstünde beyaz bir resim vardı. Saçı koyu burçak renginde, gözleri kırmızı, başı büyükçe ve sakalı güzeldi. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Nuh'dur"dedi. Sonra başka bir gözden, siyah bir ipekli parçasının içinden, başka bir resim daha çıkardı. O da beyaz renkli, gözleri güzel, alnı geniş, yüzü uzunca, sakalı beyaz ve gülümseyen bir adamın resmiydi. "Bu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. İbrahim'dir"dedi. Başka bir gözü daha açtı. Oradan da beyaz bir resim çıkardı. Allah'a yemin ederim ki, aynen Hz. Peygamber'e benziyordu. Bize "Peki, bunu tanıyor musunuz?"dedi. Ağlayarak "Evet, bu Allah'ın peygamber'i Hz. Muhammed'dir"dedik. Yanılmıyorsam ayağa kalkıp oturdu ve "Evet, vallahi odur"dedi. "Sen onu görmüş gibi tanıyorsun"dedik. Biraz baktıktan sonra "Aslında bu resim en son gözde bulunuyordu. Fakat sizi denemek için sırasını bozdum. Ne diyeceğinizi merak ettim"dedi. Bir başka gözü daha açtı ve içinden siyah bir ipekli daha çıkardı. Ondan da, kıvırcık saçlı, esmer, gözleri çukur, keskin bakışlı, asık suratlı dişleri sık ve üstüste gelmiş, öfkeli gibi dudakları kalkık bir adam resmi çıktı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Musa'dır"dedi. Bunun yanında bir resim daha vardı. Saçı yağlı, alnı geniş, gözlerinde hafif şaşılık bulunan bir adamın resmiydi. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu İmran oğlu Harun'dur"dedi. Başka bir gözü daha açtı. Beyaz renkli bir ipekli çıkardı. Bunun içinden de, esmer, uzuna yakın orta boylu ve dargınmış gibi duran bir adam resmi çıktı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Lût'tur"dedi. Bir gözü daha açarak beyaz bir ipekli çıkardı. Bundan da, beyaz renkli, gül yanaklı, burnunun ortası yüksek ve güzel yüzlü bir adam resmi çıktı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. İshak'tır"dedi. Bir gözü daha açarak yine beyaz bir ipekli çıkardı. Ondan da Hz. İshak'a benzer bir resim çıktı. Ancak bunun dudağında siyah bir ben vardı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Yakub'dur"dedi. Bir göz daha açtı, beyaz bir ipekli daha çıkardı. Onun içinden de beyaz, güzel gözlü, burnunun ortası yüksek, biçimi güzel, yüzü nurlu, yüzünde huşû ve Allah korkusu görülen, rengi hafif kırmızı bir adam resmi çıktı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu peygamberlerinizin atası Hz. İsmail'dir"dedi. Bir göz daha açtı. Oradan da beyaz bir ipekli çıkardı. İçinden Hz. Adem'e benzeyen bir resim vardı. Resimdeki adamın yüzü güneş gibi parlıyordu. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Yusuf'tur"dedi. Bir başka göz daha açtı, oradan da yine beyaz bir ipekli çıkardı. İçinden de, kırmızı yüzlü, ince bacaklı, gözleri küçük, karnı büyük, orta boylu ve boynunda kılıç asılı bir adam resmi çıkardı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Davud'dur"dedi. Başka bir gözden yine beyaz bir ipekli çıkardı, onda da, kolları kalın, bacakları uzun ve ata binmiş bir adam resmi vardı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman'dır"dedi. Bir başka göz daha açarak siyah bir ipekli çıkardı. Ondan da, geniş, beyaz, simsiyah sakallı, gür saçlı, güzel gözlü, nur yüzlü bir adam resmi çıktı. Bize "Bunu tanıyor musunuz?"dedi. "Hayır"dedik. "Bu Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa'dır"dedi. Biz "Bu resimleri nereden buldunuz'? Bunlar asıllarının aynısıdır. Çünkü biz peygamberimizi gördük. Onun resmi aynen kendi gibidir"dedik. O da, bize "Hz. Adem, soyundan gelecek bütün peygamberleri kendisine göstermesi için rabbine niyazda bulunmuş. Allah'da ona bütün peygamberlerin resmini indirmişti. Bu resimler, Hz. Adem'in batı tarafındaki hazinesindeyken, Zülkarneyn orayı ele geçirdiğinde resimleri alarak Danyal'a vermişti"dedi. Sonra da Allah'a yemin ederim ki, saltanatımı terkedip sizin en kötünüze, ölünceye kadar kölelik yapmaya razıyım"dedi. Sonra bize büyük ikramlarda bulunup hürmet ve sevgiyle bizi uğurladı. Biz, Ebubekir'in yanına döndüğümüzde, olanları anlattık. Ebubekir ağlayarak "Doğrudur. Bir düşkün bile Allah hakkında hayır dilerse ona hayır verir. Allah'ın rasûlü bize, hristiyan ve yahudilerin kitablarında kendisinin vasıflarının bulunduğunu bize söylemedi mi?"dedi (1).[1] Tefsir-i İbn Kesir, II/251; Kenz, V/322, Bidaye, VI/64; Heysemî, VIII/234; Ebu Nuaym, Delâil, s.9 (Hakim, Hişam b. As el-Emevî'den).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder