23 Temmuz 2015 Perşembe


Ridjalal-ghayb "Ricalu'l gayb"
RİCÂLÜ’l-GAYB
(رجال الغيب)
Âlemde tasarruf sahibi gizli ve âşikâr velîler topluluğu.

GAVS, Tasavvufta, kâinatın manevi tasarrufunu elinde bulunduran, velîler cemaatinin başı. Buna Kutub ve kutbu'l-aktâb (kutublar kutbu) da denir. Manevî makamı esas alındığında daha çok kutup ya da kutbu'l-aktâb denildiği halde, özellikle kendisinden yardım istenilmesi durumunda ' yardım eden ' anlamında gavs ya da gavsu'l-âzam (en büyük gavs) olarak anılır. Ancak gavs ve kutub kelimeleri mücerret olarak kullanıldığında gavsu'l-âzam ve kutbu'l-aktâb anlaşılır. Gavslık makamına ibâdet ve riyâzetin çokluğu ile ulaşılmaz; doğrudan doğruya Allah'ın ihsanı ve ikramı neticesinde ulaşılır. Ferdiyet ise, kutbiyet ve gavsiyetin üstünde bir makam olarak ele alınır.

Onların üstünde sırasıyla, hilafet ve imamet vardır. Başka bir sınıflandırmaya göre, ricâlu'l-gayb ( gayb işlerinden sorumlu kişiler) toplam dört bin velîden oluşur.

Bunlar halktan gizlidirler (mektûm). Bunlar içinde ahyâr (hayırlılar) adı verilen üçy üz velî, ilk üst grubu oluşturur. Ahyâr, işlerin yapılmasına, ya da yapılmamasına karar veren ehl-i hal ve'l-akd velîlerdir. Bunların üstünde kırk velîden oluşan ve abdâl, büdelâ denilen velîler; bunların üstünde de ebrâr (iyiler) denilen yedi velî yer alır. Örgütün en üst mertebelerini de dört velîden oluşan evtâd (direkler): üç velîden oluşan nükebâ (denetçiler) ve gavs (ya da gavsu'l-âzam) işgal ederler. Ricâlu'l-gayb, yardımlaşarak maneviyat alemini idare ederler.


Sûfîler, ricâlü’l-gayb denen bir grup velîden bahsetmişlerdir. Bu yazımızda konuyla ilgili tanım, târif ve görüşlerle, bu görüşlere dayanak yapılan âyet ve hadîslerden bir kaç örnek vereceğiz. “Ricâlü’l-gayb”, lügat mânâsı olarak, bilinmeyen, görülmeyen kişiler demek olup tasavvufî ıstılahta bu isim, insanlar arasındaki gizli velîlere, sâlih cinlere, bilgi ve rızıklarını gâibden elde eden bir grup insana verilir.1 “Ricâlü’l-gayb”ı altı kısma ayıran Tehânevî, ilhâm meleklerini de bunlara dâhil etmiştir.2 Bir diğer yaklaşıma göre bu şahıslara “ricâlü’l-gayb” denmesinin sebebi, çoğu insanlar tarafından hâllerinin ve görevlerinin bilinmemesidir.3 Genel anlayışa göre insanlar içindeki ricâlü’l-gaybın bedenleri değil, mânevî hâlleri gizlidir.4 Ebû Abdurruhman-ı Sülemî’ye göre, yüce Allah, bazı seçkin dostlarının sırlı hâllerinin herkes tarafından bilinmesini istememiş, onları zâhiren halkın içinde bulundurmuş fakat bâtınlarını gizlemiştir. Kutup (gavs), bu velîlerin hallerini kontrol etmektedir.5
Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakîkat ve sırlara vâkıf oldukları için “ricâlü’l-gayb”6 adı verilen bu seçkin velîlerin arasında sûfîlere göre mânevî bir disiplin ve hiyerarşi vardır. Ancak her mertebedeki ricâlü’l-gaybın adları ve hiyerarşideki yerleri çeşitli kaynaklarda farklı şekilde sayılmıştır. Bu konuda velîlerden Ebu Bekir Kettânî (322/933) der ki: “Nükebâ üçyüz, nücebâ yetmiş, budelâ kırk, ahyâr yedi, umed dört kişi ve gavs bir kişidir. Nükebâ Mağrib’de, nücebâ Mısır’da, abdâl Şam’da, ahyâr yeryüzünde dolaşmakta, umed yerin (kuzey, güney, doğu, batı) dört yanında, gavs ise Mekke’dedir.7 Halkın ihtiyacı ortaya çıktığında önce nükebâ, sonra nücebâ, sonra abdâl, sonra ahyâr, sonra umed Allâh’a niyazda bulunur. Daha sonra duâlarına icâbet edilir. Aksi halde gavs, Allâh’a niyazda bulunur ve duâsına icâbet edilinceye kadar istemeye devâm eder.”8
Kettânî velîleri aşağıdan yukarıya doğru “nükebâ”, “nücebâ”, “abdâl”, “ahyâr”, “umed” (veya umud) ve “gavs” şeklinde sıralarken, Muhyiddin İbn Arabî evliyâyı başlıca altı tabakada inceler ve onları üstten alta doğru şöyle sıralar: Kutub, imamlar, evtâd, ebdâl, nükebâ ve nücebâ’dır.9
İbn Arabî, kutbu, “Tüm hâl ve makamları kendisinde asâleten veya niyâbeten toplayan ricâl” şeklinde tanıtır.10
Asâleten, gerçekte tek kutbun Resûlullâh’ın (sav) rûhu olduğunu, Hz. Peygamber’in (sav) insanlığın doğuşundan kıyâmete kadar bütün nebî, resûl ve kutubların yardımcısı olacağını belirten İbn Arabî,11 bu konuda şu açıklamayı yapar: “Bil ki, Allâh’ın kendileriyle âlemi muhafaza ettiği evtâd dört olup beşincileri yoktur. Evtâd abdal’dan, imamân evtâd’dan daha özel bir yetki ve yere sâhiptir. Kutb ise velîlerin içinde en husûsî bir yere ve yetkiye sahiptir. Abdal lâfzı (bâzen) hepsini ifâde için kullanılır. Kötü sıfatlarını iyi sıfatlarla değiştirenlere “abdal” denir. Bâzılarına göre bu vasıfta kırk kişi vardır. Bâzısına göre sayıları yedidir. Yedi olduğunu söyleyenler, abdal’ın evtâd’dan ayrı yedi şahıs olduğunu söylerken, bâzıları evtâd’ı bu sayıya dâhil etmiştir. Bu durumda yedi şahsın dördü evtâd, ikisi imâmân, biri de ‘kutub’dur. (Diğer bir yaklaşımla), onlara “abdal” denmesi, içlerinden birisi vefât ettiğinde, yerine bir başkasının geçmesi sebebiyledir. Böylece yedilerden biri eksildiğinde kırklardan biriyle, kırklar üçyüzlerden, üçyüzler de sâlihlerden biriyle tamamlanır. Onlara “abdal” denilmesinin bir başka sebebi de sâdece kendilerinin vâkıf olduğu bir ilim ve güçle istedikleri yerde kendi bedellerini bırakabilmeleridir. Bu işi kendi ilmi ve mânevî gücüyle yapamayana “abdal” denmez. Bu hâl, bazen kerâmet olarak ümmetin sâlihlerinde veya ‘efrad’da da görülebilir.”12
Bâzılarına göre sûfîler içinde “kutb” lâkabıyla ilk defa anılan Ebü’l-Vefâ Irakî’dir (v. 495/1102).13 Aliyyü’l-Kârî, Veyse’l-Karânî’nin kendi zamânında abdalin kutbu olduğu kanaatindedir.14 İbn Âbidin, Resûlullâh’tan (sav) sonra ilk kutbun Hz. Fâtıma’nın olduğunu söyleyenlerin bulunduğunu, bâzılarına göre Sahabeden sonra kutupluk makâmına ilk olarak Ömer b. Abdülaziz’in çıktığını nakleder.15 Muhyiddn İbn Arabî, bu ümmet gibi önceki ümmetlerin içinde de kutup zâtların bulunduğunu söyler ve onların isimlerini sayar.16 Ricâlü’l-gaybın zirve noktasında kutup bulunur. Kutba, vahidü’z-zamân (zamanın tekten velîsi), gavs ve halîfe de denir.17
Gavs, kendi zamânındaki velîlerin efendisi ve reisidir.18 O, kutbiyyet mertebesine sâhip olup tektendir; sâdece mahbuplar (Allah tarafından özel olarak seçilip sevilenler) arasından çıkar.19 O, en büyük kutub, aziz, seyyid ve kerim bir insan olup insanlar gizli mühim işlerin çözümünde ve sıkıntı anlarında duâ için ona muhtaçtır; o, duâsı makbûl biridir; hadiste belirtildiği20 gibi, Allah’tan bir şey istediğinde isteği kabûl edilen nazlı kullardandır. Her zamanda Allah Teâlâ’nın özel nazar mahallidir. Böylece o, Allah’tan aldığı ilâhî feyzi kullara ulaştırmada bir vâsıtadır; ilâhî takdir ve murâda uygun olarak insanlara mânevî feyzi dağıtır.21 En güzel ahlâka sâhiptir. Bütün âleme rahmet olup mânen hayat verir. Hz. İsrâfil’in (as) kalbi (hâli ve meşrebi) üzeredir.22 Allah Teâlâ gavsın hallerini halktan gizlemiştir.23 Gavs, bütün âleme yardım eden ve herkesin kendisine uygun şekilde ondan yardım gördüğü kimsedir.24 İmam Şa’rânî, kutba “gavs” denmesini, onun ümmetin derdiyle dertlenmesine ve zorluk içindekilere yardım etmesine bağlar.25
Bâzıları kutbü’l-evliyânın yani gavsın her zaman Ehl-i Beyt’ten biri olduğunu söylemiştir26 fakat Ebü’l-Abbas-ı Mürsî onun diğer kesimlerden de olabileceğini belirtir.27
Hâkim Tirmizî, insanlara rehber ve rahmet olan bu velîleri şöyle tanıtır: “Ehlullâhın bir kısmı, en yüksek velâyet derecesine sâhip olur. Bu kimse, Allah Teâlâ’nın kendisini velâyeti için (seçip) kullandığı bir kuldur. O, Allah Teâlâ’nın kabzasında (özel himâyesinde) hareket eder. O’nunla konuşur, O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla anlar (akleder). Allah, onun yeryüzünde şânını (ve irşâdını) yaymış, kendisini halkın, velîler sancağının sâhibi, yer ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhanı, Allâh’ın has dostu, nazargâh-ı ilâhî, rabbânî sırların mâdeni, yeryüzünde Zât-ı Bâri’nin (adâlet) kamçısı yapmıştır. Allah Teâlâ, onun vâsıtasıyla kullarını terbiye eder. Onun nazarıyla ölü kalbleri diriltir. Halkı kendi yoluna çevirir. Onunla hukûk-i ilâhiyeyi ayakta tutar. O, hidâyet anahtarı, yeryüzünün sürûru, ehlullâhın emîni ve imamıdır. Resûlullâh’ın (sav) huzûrunda Rabbini senâ ile meşgul olur. Resûlullâh (sav), onunla bu hususta övünür. Allah Teâlâ, bu makamda onun ismini yüceltir. Resûlullâh (sav), onunla sevinip gözü aydınlık olur. Allah Teâlâ, onun kâlbini dünyevî dert ve meşgalelerden uzak tutar. Kendisine yüksek hikmetini bahşeder. Onu tevhidine (sırf kendisine) sevkeder. Nefsini görmekten ve hevânın gölgesinden yolunu uzak kılar (temizler). Diğer ehlullâhın defterlerine (isim ve hâllerinin yazıldığı sahifelere) bunu emin kılar. Kendisine onların makamlarını tanıtır ve derecelerine muttalî kılar. Bu hâliyle o, nücebânın efendisi, hükemânın sâlihi, dertlerin şifâsı, (mânevî) tabiplerin imamı olur. Sözü, kalpleri (Allâh’a) bağlar. Görülmesi, nefsin hastalıklarına şifâ verir. Teveccüh edip yönelmesi, hevâî arzuları (kalpten) yok eder. Yakınlığı, kötü huyları temizler. O, bahar gibi nûr saçar. Yaz gibi (mânevî) meyveleri toplanır. Kendisine sığınılan bir sığınaktır. Bir şeyler bulunması ümîd edilen mâden kaynağıdır. Hak ile bâtılın arasını ayırt eder. O, sıddîktır; Hak adamıdır, dosttur, âriftir. İlhâma mazhardır. Yeryüzünde Allâh’ın biricik dostudur.”28
RİCALÜ’L-GAYBIN KUR’ÂN VE SÜNNETTEKİ DELİLLERİ
Sufilere göre bazı âyetlerde âleme rahmet yapılan ve halleri gizli olan velîlere işaret edilmekte, abdal hadislerinde de onların vasıfları anlatılmaktadır. Bu konuya işâret eden âyetlerden birkaçı şunlardır:
“Yemin olsun, derinliklere dalıp şiddetle çıkaranlara, kolayca çekenlere, (ilâhî emre imtisâl için) yüzüp gidenlere, (hak yolunda) koşup yarışanlara ve işleri tedbir edenlere” Nâziât, 79/1-5) âyetinin tefsirinde, Kâd-ı Beydâvî, Allâh’ın verdiği işleri tedbir edenlerin melekler olabileceği gibi, bedenden ayrılan fazilet sahibi ruhların ve seyru sülûkla kemâle erip diğer insanları kemâle erdirecek ehliyete ulaşan kâmil nefislerin yani sâfi ruhların da olabileceğini, onların elde ettikleri mânevî temizlik ve kemâlâtla meleklere karıştıklarını, onlar gibi âlemde bazı önemli işleri gördüklerini, insanları irşat ve terbiye ettiklerini belirtir.”29
Ahmed İbn Acibe, âyetin tasavvufî işâretlerinde, bu âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın birliğinin tecelli ettiği mânâ denizlerine dalarak mâsivâyı görmekten kurtulan, dünya bağlarından ve hevâya tâbi olmaktan sıyrılan, fikirleriyle melekût âleminin nurlarına ve Ceberût âleminin sırlarına dalan, kudsî huzura ulaşmak için yarışan ve Cenâb-ı Hakk’ın verdiği yetki ile kâinâtın birtakım işlerini yürüten ruhlara yemin edildiğini, bunun kutupluk makâmı olduğunu belirtir; Cenâb-ı Hakk’ın izniyle insanların mânevî rızıklarını, gıdalarını ve rütbelerini taksim etme işini yürüten ve kendilerine yemin edilen nefislerin kutupların ve gavsların nefisleri olabileceğini söyler.30
Ebû Abdurrahman Sülemî, “Arzı döşedik ve oraya sâbit dağlar (revâsî) yerleştirdik,” (Kâf 50/7) âyetine bâzı sûfilerin, “Arzdan maksat mahlûkat, dağlardan maksat da velîlerdir. Allah, velîlerle yaratıklarını tutar, onların bereketiyle belâyı defeder” şeklinde mânâ verdiğini belirten Sülemî, velîlerin üstünde “evtâd”, “evtâd”ın üstünde de “revâsî”nin bulunduğunu, bir felâket zamanında kulların (duâ) merciinin “evtâd”, “evtâd”ın da “revâsî” olduğunu söylemiş ve “revâsî”yi, Allah dostlarının havassı kabul etmiştir.31
“O, yeryüzüne (üst kısmında) sâbit dağlar yerleştirdi,” (Fussilet 41/10) âyetinde de bütün evliyâların kıvâmı olan “kutb”a işâret olduğunu belirten Sülemî, bu arada hadîslerde zikredilen “kırklar”, “yediler” ve “üçler” diye anılan velîlerden bahseder ve bunların kıyâmete kadar ümmet içinde bulunacağını söyler.32 Bu konuda tasavvufî tefsirlerde örnekler çoktur.
KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
Resûlullâh (sav) Efendimiz, ricalü’l-gaybı oluşturan abdallar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Abdâllar Şam’da33 bulunurlar. Onlar, kırk kişidirler. Onlardan biri ölürse Allah, onun yerine bir başkasını getirir. Onların (duâları) sebebiyle yağmura kavuşulur ve düşmana karşı ilâhî yardıma ulaşılır. Onların (duâları) sebebi ile belde ehlinden azab kaldırılır.”34
“Yeryüzü, Hz. İbrâhim gibi (kâlb, hâl ve sîrete sâhip) kırk kişiden hâlî kalmayacaktır. Yeryüzünde yaşayanlar, onların duâları sebebiyle yağmura ve ilâhî yardıma erişirler. Onlardan her ne zaman biri ölürse Allah, bir başkasını onun yerine geçirir.”35
“Abdâllar kırk erkek ve kırk kadındır. Erkeklerden her ne zaman biri ölürse Allah, bir başkasını onun yerine geçirir. Kadınlardan her ne zaman biri ölürse Allah, bir başkasını onun yerine geçirir.”36
“Nûh’dan (as) sonra yeryüzü, yedi kişiden hâlî olmaz. Allah, onların vesilesiyle yeryüzünden (belâları) defeder.”37
Ricalü’l-Gayb’a delil olacak diğer bir hadîste şöyle buyrulur:
“Sizden birinin hayvanı çölde kaçtığı zaman, sâhibi, “Ey Allâh’ın kulları, şu hayvanı tutun, ey Allâh’ın kulları, şu hayvanı tutun” desin. Şüphesiz yüce Allâh’ın (muhtaçlara yardım için görevli) hazır kulları vardır, onu tutarlar.”38 İbn Allan es-Sıddîkî, el-Ezkar şerhinde, hadîste kendisine seslenilenlerin melekler yâhut Müslüman cinler veya abdâl denilen ricâlü’l-gayb olduğunu nakleder.39
Ebu Davud Sünen’in Kitabü’l-Mehdî bölümünde ricâlü’l-gaybı oluşturan abdallarla ilgili bir rivâyete yer vermektedir,40 Tirmizî rivâyetinde ise nücebâdan bahsedilmektedir. Allah Resûlü (sav), “Her peygambere yedi nücebâ verildi; bana ise on dört nücebâ verildi” buyurmuş; hadîsi nakleden Ali’ye, onların kimler olduğu sorulunca, “Ben, Hasan, Hüseyin, Cafer, Hamza, Ebu Bekir, Ömer, Mus’ab b. Umeyr, Bilâl, Selman, Miktad, Huzeyfe, Ammar ve Abdullah b. Mesut’tur” demiştir.41
Allah Resûlü (sav) sahih senetle gelen bir hadîsinde ümmeti içinde kıyâmete kadar hakkı ayakta tutan seçkin bir grubun bulunacağını şöyle haber vermiştir:
“Ümmetimden bir topluluk kıyâmete kadar Allâh’ın emrini ayakta tutmaya devâm ederler. Onları terk edenler ve kendilerine karşı çıkanlar onlara bir zarar veremez. Bu durum, Allâh’ın kıyâmet emri gelinceye kadar devâm eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler.”42
İmam Nevevî (677/1278), hadîste bahsedilen grubu belli bir tâifeye hasretmenin doğru olmadığını, İslâm ümmeti içinde fakih, muhaddis, müfessir, mücâhit, zâhit, âbid, hayrı emredip kötülükten nehyeden her gurubun bu emâneti kıyâmete kadar taşıyacağını, bütün bunların bir arada bulunmasının şart olmadığını, her birinin değişik bir bölgede bulunabileceğini, hepsinin yok olmasıyla kıyâmetin kopacağını belirtir.43
Sahabeden Ebü’d-Derdâ (ra) konuyla ilgili der ki: “Allâh’ın öyle kulları vardır ki, kendi zamanlarında arzın (mânevî) direkleri olan peygamberlere halef olmuşlardır. Peygamberlik kesilince Allah, onların yerine ümmet-i Muhammed’den abdâl denilen bir grubu koydu. Onlar, çokça namaz kılarak, çokça oruç tutarak ve çokça tesbih çekerek insanları geçmediler. Fakat onları öne geçiren husus, güzel ahlâk, verâda sıdk, güzel niyet, bütün müslümanlar için sâhip oldukları gönül selâmeti ve Allah için nasihat gibi güzel ahlâktır.”44
Abdurrahman Câmî, bu ümmetin Hz. Peygamber’e (sav) vâris olan kâmil kutuplarının onun gibi ümmet içinde tasarrufta bulunduklarını, onun bütün hâl ve ahlâkına vâris olup dereceleri nispetinde diğer insanlara feyiz verdiklerini, onları irşâd ettiklerini ve kemâle erdirdiklerini belirtir.45
Ricâlü’l-gayb, ricâlullâhtır. Ricâlullah, evliyâullâhtır. Evliyâullâh, cündullâhtır. Cündullâh, Allâh’ın orduları demektir. O’nun ordularının sayısını ve görevlerini en iyi O bilir.
KONUYLA İLGİLİ ESERLER
Abdal, kutub ve ricâlü’l-gayb konusunda müstakil çalışmalar yapılmıştır. Bunların içinde Süyûtî’nin (911/1505) el-Haberü’d-Dâl’ı, İbn Âbidin’in (1252/1836) İcâbetü’l-Gavs’ı, Sehavî’nin (902/1497) Nazmü’l-Leâl fi’l-Kelâm ale’l-Abdâl’ı, Nuh b. Mustafa er-Rûmî el-Hanefî’nin el-Kavlü’d-Dâl alâ Hayâti’l-Hadıri ve Vücüdi’l-Abdal’ı,46 İbn Arabî’nin Menzilü’l-Kutb, Risâle fi Marifeti’l-Aktab, Risâletü’l-Gavsiyye, Hilyetü’l-Abdâl isimli eserleri ilk akla gelenlerdir.47 Hâkim Tirmîzî’nin (285/898) Hatmü’l-Evliyâ’sı48 ile İbn Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiye’si ve Gümüşhânevî’nin Câmiü’l-Usûl fi’l-Evliyâ’sı bu konuya geniş yer veren kaynaklardandır.49 Şarânî, el-Yevâkıt’ta50, İbn Hacer-i Heytemî (974/1566), Fetâva’l-Hadîsiyye’de51, Muhammed Parsa (822/1419) Faslü’l-Hitap’ta52, Ahmed İbn Acibe (1224/1809) Menâzilü’s-Sâirin ve’l-Vâsılîn’de53, gavs, kutup ve abdal için açtıkları özel bölümlerde konuyla ilgili geniş bilgiler vermişlerdir. Ayrıca İmam Rabbâni Mektubat’ta, gavs, kutub ve kutbu’l-irşâd hakkında güzel bilgiler vermektedir. Sehavî, el-Mekâsidü’l-Hasene’de, Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ’da, Münâvî, Feyzü’l-Kadir’de, Yâfiî Neşrü’l-Mehâsini’l-Ğâliye’de, Zerkânî, Şerhü’l-Mevâhib’l-Ledünniyye’de, Aliyyü’l-Kârî el-Esrârü’l-Merfûa’da, Zebîdî İhyâ Şerhi İthâfü’Sâde’de, Zeynî Dehlân Siracü’t-Tâlibin’de, Kettânî Nazmü’l-Mütenâsire fi’l-Hadîsi’l-Mütevâtire’de abdal hadislerini değerlendirmişler, onların bâzısının sahih, bâzısının hasen, çoğunun da zayıf yollarla geldiğini belirtmişler; konuyla ilgili pek çok rivâyetin bulunduğunu ve bunların birbirini desteklediğini dile getirmişler, abdalın varlığını kabul etmişler ve konuyla ilgili bilgi vermişlerdir.
Ricâlü’l-gayb ve abdalla ilgili gelen hadîsler, haberler ve âlimlerin açıklamaları, kâinatta bazı seçkin kulların melekler gibi birtakım mânevî işlerde görev yaptıklarını, insanlara rehber ve rahmet olduklarını ortaya koymaktadır. Bu âlî zâtların kimler olduğu isimleriyle ve cisimleriyle bilinmese de bu vasıfta velîlerin bulunduğunu kabûl etmek dînî bir vecîbedir. Onları inkâr ilme değil, acelecilik, inat, haset, mâneviyattan gaflet veya taassuba dayanmaktadır. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
Son söz yüce Rabbimizin:
“Her bilenin üzerinde daha iyi bilen biri vardır.” (Yusuf 12/76).
“De ki: Ey mülkün sâhibi olan Allâh’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çekip alırsın. Bütün hayır senin elindedir. Sen her şeye gücü yetensin.” (Âl-i İmrân 3/26)
“Göklerin ve yerlerin orduları Allâh’ındır.” (Fetih 48/7)
“Rabbinin ordularını ancak O bilir.” (Müddessir 74/31).
“Allah dilediğini kendisi için seçer.” (Şura 42/13).
“Allâh’ın seçtiği kullarına selâm olsun.” (Neml 27/59).
Dipnotlar
1 İbn Arabî, Futûhât, 2/2. 2 Tehânevî, Keşşâfu Istılahâtı’l-Funûn, 2/846-47. 3 Heytemî, el-Fetâve’l-Hadîsiyye, s. 592. 4 Uludağ, Süleyman, Ricâlü’l-Gayb (DİA: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedesi), 35/81. 5 Sülemî, Meseletü Derecâtü’s-Sâdıkıne fi’t-Tasavvuf (Mecmûatu Âsâri Ebû Abdurrahman es-Sülemî içinde), 3/86-87. (Tahran 1388). 6 Uludağ, Ricâlü’l-Gayb, DİA, 35/81. 7 İmam Şa’rânî, gavs olan kutbun bedeniyle belirli bir mekânda bulunmasının şart olmadığını, onun, yüce Allâh’ın dilediği yerde bulunduğunu, hâli gizli olduğu için zâhiren farklı işlerle meşgul olduğunu belirtir. bk Şa’rânî, el-Yevâkıt ve’l-Cevahir, s. 328. Şâ’rânî’nin şeyhi Aliyyü’l-Havvas da, gavsın kâlbiyle devamlı yüce Allâh’ın huzuruna bağlı olduğunu, bedeniyle ise Allâh’ın dilediği yerde bulunduğunu, sürekli Mekke’de veya başka bir yerde bulunmadığını belirtir. bk. İbn Âbidin, Muhammed Emin, İcabetü’l-Gavs bi Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve’n-Nücebâ ve’l-Abdâl ve’l-Evtâd ve’l-Gavs (tahk. Said Abdülfettah), s. 61-62, (Kahire 2006, 1. Baskı). 8 Hatîb, Târihu Bağdad, 3/75-76. Kettânî, burada şöyle demektedir: Ayrıca bk. İbn Manzûr, Muhtasaru Tarihi Medineti Dimaşk, 1/116; Şa’rânî, Abdülvehhab b. Ahmed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ (tahk. Süleyman es-Sâlih), s. 165 (Beyrut 2005, 1. Baskı). 9 İbn Arabî, a.g.e., 2/41. Ayrıca bk. Keklik, Muhyiddîn b. Arabî, el-Futûhât, s. 440. 10 İbn Arabî, a.g.e., 2/5, 6. 11 İbn Arabî, a.g.e., 1/151; Krş. İbn Âbidin, İcâbetü’l-Gavs, (Mecmûatu Resâil-i İbni Âbidin içerisinde) 2/265; Tehânevî, a.g.e., 1/66. 12 İbn Arabî, a.g.e., 1/160. 13 Bk. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, s. 253 14 bk. İbn Abidin, Muhammed Emin, İcabetü’l-Gavs bi Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve’n-Nücebâ ve’l-Abdâl ve’l-Evtâd ve’l-Gavs (tahk. Said Abdülfettah), s. 33 (Kahire 2006, 1. Baskı). Ayrıca bk. Resâilü İbn Âbidin, 2/265. 15 Bk. İbn Abidin, a.g.e, s. 33-34; Resâilü İbn Âbidin, 2/265. 16 Bk. İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye., 1/151-153, 157, 2/555, 574. 17 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 5/202 (Beyrut 2006). 18 İbn Âbidîn, İcâbetü’l-Gavs (Resâilu İbn Âbidin içinde), 2/265; Heytemî, el-Fetevâl-Hadisiyye, s. 592. 19 Kayserî, Davud b. Mahmud, et-Tevhid ve’n-Nübüvve ve’l-velaye (Resâilü Kayserî içinde), s. 27 (Tahran 1381). 20 Hadisin meali şöyledir: “İnsanların tanımadığı ve pek değer vermediği pejmürde kılıklı öyle kimseler vardır ki, eğer Allah’tan bir şey istese Allah onun istediğini muhakkak yerine getirir.” bk. Buhârî, Sulh, 8; Cihad, 12; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 225; Ebû Davud, Diyât, 28; Tirmizî, Menakıb, 54. 21 Gavsın bu halini Aliyyü’l-Kârî, Şeyh Zekeriyya el-Ensârî’den nakletmiştir. Bk. Aliyyül’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih Şerhu Mişkâti’l-Mesâbih (tahk. Şeyh Cemal Aytânî), 10/95 (Beyrut 2001, 1. Baskı). Aliyyü’l-Kârî, burada abdallarla ilgili geniş nakillerde bulunur. 22 Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl fi’l-Evliya, s. 14-15 (Beyrut 2002); Yâfiî, Ebu Muhammed Abdullah b. Es’ad el-Yemenî Ravdü’r-Reyâhîn fi Hakâyâti’s-Sâlihîn (Tahk. Adnan Abdürabbihi-Muhamedd Edib el-Câdir), s. 39-40 (Dımeşk 1998, 2. Baskı). 23 Yâfiî, Ebu Muhammed Abdullah b. Es’ad el-Yemenî, Neşrü’l-Mehâsini’l-Ğâliye fî Fadli’l-Meşâyihi’s-Sûfiyye Âshâbi’l-Makâmâti’l-Âliye (Talik: Halil İmran el-Mensûr), s. 372 (Beyrut 2000, 1. Baskı). 24 İbn Acibe, Menâzilü’s-Sâirîn ve’l-Vâsılın (el-Cevâhirü’l-Acibe içinde), s. 266. 25 Şa’rânî, Abdülvehhab el-Envârü’l-Kudsiyye fi Beyâni Kevâidi’s-Sufiyye (takh. Heyet), s. 497 (Beyrut 1999, 1. Baskı) 26 Heytemî, Ahmed İbn Hacer, es-Sevâikü’l-Muhrika, s. 223 (Beyrut 1993, 3. Baskı); Sayyâdî, Kalâidü’z-Zeberced Şerhu Hikemi Mevlânâ er-Rifâî Ahmed (tahk Ahmed Ferid el-Mezîdî), s. 152. Ayrıca bk. el-Mezîdî, Cem’u’l-Makâl, s. 360 (Kahire 2006, 1. Baskı). 27 İskenderî, İbn Ataullah Tacudiddin Ahmed b. Muhammed, Letâifü’l-Minen, s. 72 (Beyrut 200, 2. Baskı), Süyûtî, Te’yidü’l-Hakikati’l-Aliyye, s. 93 (Haleb 2002); İbn Acibe, a.g.e, s. 267; 28 Hâkim et-Tirmîzî, Nevâdiru’l-Usûl, 1/339. 29 Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl, 2/564-565. Benzer açıklamalar için bk. Alûsî, Rûhü’l-Me’ânî, 30/24; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 8/511 (Sadeleştirme: Azim Dağıtım). Razî, Tefsir-i Kebir, Nâizat 1-5. ayetlerin tefsiri. 30 İbn Acibe, el-Bahrü’l-Medid fi Tefsiri’l-Kur’âni’l-Mecid, 8/227-228 (Beyrut 2002, 1. Baskı). 31 Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, s. 199. 32 bk. Ateş, a.g.e., s. 200 (Sülemî, Hakâiku’t-Tefsir, nr. 77, varak 67a’dan naklen). 33 Aliyyü’l-Kârî, Şam’dan kastın, belirli bir şehir değil, Şam bölgesi ve onun geriye doğru çevresi olduğunu belirtir. bk. Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, 10/93 (Beyrut 2001, 1. Baskı). 34 Ahmed, Müsned, 1/112; Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbih, nr. 6277; Heysemî, ez-Zevâid, 10/62; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 10/32; Süyûtî, el-Haberü’d-Dâl, s. 16, el-Hâvî li’l-Fetevâ, 2/418 Sehâvî, Mekâsıd, 9; Aclûnî, a.g.e., 1/2; İbn Manzûr, Muhtasaru Târihi Dimeşk, 1/113. 35 Sülemî, Tabakâtü’s-Sufiyye, s. 2; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Vasît, 5/65 (nr. 4113); Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 1/765; Heysemî, a.g.e., 10/63. 36 Deylemî, a.g.e., 1/154-155; Süyûtî, el-Câmiü’s-Sağîr, 1/471 (nr. 3036); el-Hâvî, 2/424; el-Haberü’d-Dâl, s. 33; Aclûnî, a.g.e., 1/25. 37 Süyûtî, el-Haberü’d-Dâl, s. 37; el-Hâvî, 2/424. 38 Hadis için bk. İbnü’s-Sinnî, Ameli’l-Yevmi ve’l-Leyle, nr. 508; Taberânî, el-Kebir, nr. 10518; Ebû Ya’lâ, Müsned, nr. 5269; Heysemî, ez-Zevâid, 10/132; Nevevî, el-Ezkâr, nr 542. 39 Bk. İbn Allan, Muhammed Ali b. Muhammed, el-Fütûhâtü’r-Rabbâniyye ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye (tahk. Abdülmün’ım Halil İbrahim), 5/101 (Beyrut 2004, 1. Baskı). 40 Ebû Davud, Kitabü’l-Mehdi, 8 (nr. 4286). Hadis için ayrıca bk. Ahmed, Müsned, 6/316; Hakim, Müstedrek, 4/431; İbn Hıbban, Sahih, nr. 6757; Beğavî, Mesâbihü’s-Sünne, nr. 4214; Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbih, nr. 5456. 41 Tirmizî, Menâkıb, 30 (nr. 3810); Mübârekpûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 10/198. Ayrıca bk. Ahmed, Müsned, 1/88. Bu hadiste, bahsi geçen zâtlar nükebâ, vüzerâ ve nücebâ olarak tanıtılmış, bu on dört kişinin yedisi Kureyş’ten, yedisi muhacirlerden olduğu belirtilmiştir. 42 Buhârî, İ’tisâm, 10; Müslim, İmâret, 53; Tirmizî Fiten, 27, İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, Müsned, 5/ 34, 269, 278. 43 bk. Nevevî, Müslim Şerhi, 13/67, İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 15/229. 44 Gazâlî, a.g.e, 3/438. Rivayet için ayrıca bk. Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, 1/165. Süyûtî, el-Haberü’d-Dâl (el-Hâvî içinde), 2/465. 45 Câmî, Abdurrahman, Nakdü’n-Nusûs fi şerhi Nakşi’l-Fusûs, s. 294-297 (Tahran. 1389 h.); Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1/107 vd. (İstanbul 1987). 46 Nuh b. Mustafa’nın el-Kavlü’d-Dâl isimli eseri, Ramazan Muhammed b. Ali es-Saftâvî’nin tahkîki ile basılmıştır. (Beyrut 2013, 1. Baskı). 47 Konuyla ilgili diğer çalışmalar için bk. Süleyman Uludağ, Ricalü’l-Gayb, DİA, 35/82. Nakşî pirlerinden Yakub-i Çerhî’nin de (851/1447) konuyla ilgili Risâle-i Abdâliyye isimli Farsça bir eseri mevcuttur. Bk. Tosun, Nejdet, Bahâeddin Nakşbend-Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, s. 151 (İstanbul 2002, 1. Baskı). Çerhî, rical-i gaybı, Uzletîler ve İşretîler diye iki gruba ayırır, şeyhi olan Bahâeddin Nakşbend’in kendi zamânında İşretîlerin önderi olan Kutbu’l-İrşâd olduğunu söyler. bk. Tosun, a.g.e, s. 153. 48 Hakim Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl adlı eserinde “Abdal’ın Adedi ve Sıfatları” başlığı ile 51. bölümü bu konuya tahsis etmiştir. bk. a.g.e, 1/165-168. Onun Kitâbu Sîreti’l-Evliyâ isimli eseri de konuya geniş yer vermektedir. 49 İbn Arabi’nin Menzilü’l-Kutb ve Hilyetü’l-Ebdal adlı risaleleri için bk. Resâilu İbn Arabî, s. 323-335; 507-513 (Beyrut 1997, 1. Baskı). Diğer eserlerin tam isimleri “Kaynakça” bölümünde verilmiştir. 50 Şa’rânî, el-Yevâkıt ve’l-Cevahir, s. 324-334. 51 Heytemî, Fetâva’l-Hadisiyye, s. 592-600. 52 Parsa, Faslü’l-Hitap/Tevhide Giriş (trc. Ali Hüsrevoğlu), s. 568-595 (İstanbul 1988 53 İbn Acibe, Menâzilü’s-Sâirîn ve’l-Vâsılîn (el-Cevâhirü’l-Acibe min Te’lifi Seyyidî Ahmed İbn Acibe içinde, . tahk. Abdüsselam İmrânî el-Hâlidî), s. 265-270. İbn Acibe, burada velâyetin kıyâmete kadar devâm edeceğini, velâyet dâiresinin evliyâ, nücebâ, nükabâ, evtâd, büdelâ, aktab ve gavstan oluştuğunu, gavsın tek kişi olduğunu belirtir; kutup ve gavs hakkında geniş bilgi verir ve bu arada şeyh Ebü’l-Hasen-i Şâzelî’nin kutbun alâmetleri içinde saydığı 15 alâmeti açıklar.


Gavs :
Kutub derecesine eren en büyük velîye kendisinden manevî yardım istendiği (istigâse) için gavs da denilir. Gavs-ı A'zam tabiri de kutb-i ekberi karşılar.

Tasavvuftaki klasik Mitolojik hikayelerden biriyle daha karşı karşıyayız! Yüce Allah'ı rububiyyet ve uluhiyyetten soyutlanın ve felsefede "Akl-ı evvel", Hristiyanlıkta "Kelime" ve tasavvufta "Kutup" olarak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirilen bir uydurma!..

[​IMG] [​IMG]

Gavs sıfatının lugati Farsça , Fars'ın da (İran) Şia, "Tasavvuf"un da Şia'dan beslenerek ortaya çıktığı gibi, Hallac-ı Mansur, Celaleddin-i Rumi (Mevlana), İbn Arabi vs pek çok tasavvuf ehlince büyük sanılan önderleri İran'da bulundukları, eğitim aldıkları siyerleri incelendiğinde görülecektir.


Kutub inancına ilk defa Muhammed b. Ali el-Kettânî'de (ö. 322/934) rastlanır. Kettânî, ricâlu'l-gaybdan bahsederken kutub anlamında kullanılan gavsın bir tane olduğunu söyler. (Şa'rânî, et-Tabakât, 1, 95)
Kettani'den sonra kutubdan daha açık ve geniş olarak Hucvîri bahsetmiştir.
Hucviri'ye göre kutub zahir ve bâtın, maddî ve manevî bütün varlıkların eksenidir, yani her şey onun üzerinde ve çevresinde döner, ona dayanır. Onun her şeye feyiz veren bir özelliği vardır. Allah âlemi ve âlemdeki düzeni onun aracılığı ile devam ettirir. (Keşfu'l-mahcub, s. 249, 329,346)

Bazı mutasavvıflar gavslık (gavsiyet, kutbiyet) makamını ikiye ayırırlar.
Birinci makam: İrşâd,
ikinci makam: Vucud makamını oluşturur.

İrşâd makamı, nübüvvetin bâtınını; vucud makamı da son nebi Muhammed (s.a.v.)'in bâtınını temsil eder. İrşâd makamı birden çok gavs tarafından temsil edilebilir, dolayısıyla aynı anda birçok gavs bulunabilir. Fakat vucud makamı ancak tek gavs tarafından işgal edilebilir; bu nedenle her yüzyılda ancak bir vucud gavsi vardır. Bu tarifte vucud gavsı, gavsu'l-âzam demektir. Gavsu'l-âzam'a ayrıca Abdullah, Abdu'l-Câmi adları da verilir.

el-Kaşanî şöyle diyor:
"Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nisbetle kutuptur ki, ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şehadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nisbetle kutuptur ki, onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar. Bu da şehadet aleminde birbirini takip eden kutupların kutbudur. Ondan önce ne bir kutup olur ne de yerine başkası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım' ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur.

(el-Kaşânî, Keşfu'l-Vucuhi'l-Ğur, 2/103, 1320 h. Divan şerhi hamisinde. Meşhur tasavvuf kitaplarının hepsinde bu konu değiişik boyutlarıyla işlenmekledir. "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi tasavvufçular kutup anlayışları ve Hakikat-ı Muhaımmediyye inançlarına dayanak yapmak için uydurmuşlardır. Bu rivayet hadis değil, uydurma bir sözdür. (Keşfu'l Hafa 2/164, Leyla mad.)

Gavs'ın ya da gavsu'l-âzam'ın başkanlık ettiği veliler örgütüne ricâlu'l-gayb (gayb adamları, gayb erenleri) denir. Bunlar, Kur'an'ın, "Yeri döşedik ve oraya sabit dağlar (revâsi) yerleştirdik" (Kaf, 7) ayetinde andığı "dağlar" mesâbesindedir.
Ricâlullah, merdân-ı huda, merdân-ı gayb, hukûmet-i sufiye gibi adlarla da anılan ricâlu'l-gayb örgütünde gavs'ın altında İmaman (iki İmam) bulunur.
Sağdaki imama, İmam-ı yemîn, soldaki imama; İmam-ı yesâr denir. İmam-ı yemîn, gavs'ın hükümlerinin, imamı yesâr gavs'ın hakîkatinin mazharıdır. Gavs öldüğü zaman yerine İmam-ı yesâr geçer.
3'ler de denilen gavs ile imaman'ın altında yeryüzünün dört yönünü yöneten evtâd-ı erbaa (dört direk) bulunur. Daha aşağıda ise nuceba (necibler, 8 ya da 40 veli) ve nükebâ (nakibler, denetçiler, on ya da üçyüz veli) yeralır.

Başka bir tasnife göre, ricâlu'l-gayb toplam 4000 veliden oluşur. Bunlar halktan gizlidirler (mektûm). Bunlar içinde ahyâr (hayırlılar) adı verilen 300 veli, ilk üst grubu oluşturur. Ahyâr, işlerin yapılmasına ya da yapılmamasına karar veren ehl-i hal ve'l-akd veliler, komutan velilerdir.
Bunların üstünde 40 velîden oluşan ve abdâl, budelâ denilen velîler; bunların üstünde de ebrâr (iyiler) denilen 7 velî yer alır. Örgütün en üst mertebelerini de 4 velîden oluşan evtâd (direkler); 3 velîden oluşan nukebâ (denetçiler) ve gavs (ya da gavsu'l-âzam) işgal ederler.

Ricâlu'l-gayb, yardımlaşarak kâinatı idare ederler.

Kutub konusu en geniş ve kapsamlı bir şekilde Muhyiddin İbnu'l-Arabî ve izleyiçileri tarafından işlenmiştir.
İbnu'l-Arabî el-Futuhatu'1-Mekkiyye'ye kutub meselesine geniş yer ayırdığı gibi ayrıca Menzilu'1-kutb, Risale fî marifeti'l-aktâb ve er-Risaletu'1-ğavsiyye adıyla eserler de yazmıştır.
Ona göre her eksen, çevresinde dönen şeylerin kutbudur. Bu anlamda kabile şefi ve aşiret reisi kabilesinin ve aşiretinin kutbudur. Çünkü yönettiği toplum ona dayanır, onun etrafında döner. Tasavvuftaki kutub da böyledir.
İbnu'l-Arabî bir işin erbabı ve ustası olan, herhangi bir nitelik veya yetenek kendisinde en mükemmel şekilde tecelli eden kişilere de kutub nazarıyla bakar. Meselâ bir çağda en mükemmel mütevekkil kim ise o çağda tevekkül ehlinin kutbu odur. Buna göre kutub bir tür prototiptir, belli bir zümrenin veya mesleğin ideal temsilcisi ve piridir.

İbnu'l-Arabî ayrıca tasavvuf! makamların sahibi olan kutublardan bahseder. Ona göre her çağda tevekkül, muhabbet, marifet gibi makam ve hallerin her biri için mutlaka bir kutub vardır. Rasûl-u Ekrem'in manevî bir özelliğine en yüksek derecede vâris olan bir velîye Muhammedi kutub dendiği gibi yine Peygamber vasıtasıyla önceki peygamberlerden birinin özelliğini güçlü bir şekilde temsil eden velîye de meselâ İbrahimi kutub, Musevi kutub gibi adlar verilir.

Kutbu'l-aktâb çeşitli işlevleri itibariyle kutb-i âlem, kutb-i cihan, kutb-i ekber, kutb-i irşâd, halife, kutb-i zaman, kutb-i vakt, vâhid-i zaman, sâhib-i vakt, hicâb-ı a'lâ. mir'ât-ı Hak, kutb-i medar ve gavs adını alır. Mâna alemindeki adı Abdullah olan kutbu'l-aktâbın biri solunda, diğeri sağında olmak üzere iki imam vardır. Soldakinin mâna alemindeki adı Abdulmelik olup melekût âlemini, sağdakinin mâna alemindeki adı Abdurrab olup mülk âlemini yönetir. Kutub vefat edince yerine derecesi daha yüksek olan halifesi Abdulmelik geçer ve Abdullah adını alır.

[​IMG]

Bütün kutublar kutbu'l-aktâbın emri altındadır. On iki kutubdan yedisine iklim kutubları, beşine velayet kutubları denir. İklim kutublannın her biri bir İklimi kontrol eder. Diğer velîler velayet kutublarından feyiz alır.
İbnu'l-Arabî ayrıca, velayet yolunda ilerleyen bir sûfînin ulaştığı çeşitli kutbiyet mertebelerinden söz eder. Ona göre kutbu'l-aktâb için de kendine has dereceler vardır.
Kutbu'l-aktâb yükselince ferdâniyyet mertebesine ulaşır. Bu mertebede bulunan kutbun irade ettiği her şeyi Hak da irade eder. Bu derecedeki kutub bir velîyi veya kutbu azletme, yerine başkasını tayin etme yetkisine sahip olur. Alâuddevle-i Simnânî'ye göre irşad kutbu güneş veliliğine sahip olup bütün âlemi aydınlatır. Abdal kutbu ise ay veliliğine sahiptir; yedi iklimde sözü geçer Ferdâniyyet mertebesindeki kutbü'l-aktâb yükselince vahdet kutbu mertebesine ulaşır. Bu mertebe maşuk olma makamıdır. Bâyezîd-i Bistâmî, Şiblî ve Abdulkâdir-i Geylânî'nin bu dereceye ulaştığına inanılır.
Ferdâniyyet mertebesinde mekân söz konusu olmaz. Kutubları halk göremez, fakat derecesi yüksek olan kutublar alt makamlardaki kutubları bilirler.

Sûfîlerin kutub inancı ve kutba yükledikleri işlevler bazı âlimlerin eleştirilerine yol açmıştır.

Kur'an'da, hadiste, selefte ve ilk sûfîlerde kutub inancının bulunmadığını söyleyen Takıyyuddin İbn Teymiyye'ye göre; her şeyden önce bazı velîlere kutub ve gavs denilmesi yanlış bir adlandırmadır. Ona göre bu inanç, Şiîler'in masum imam veya astronomi âlimlerinin kutub fikrinden kaynaklanmış olup temelinde Allah'ı hükümdara benzetme fikri yatmaktadır. Allah'a ait bazı sıfatların kutba atfedilmesi, gavstan imdat istenmesi anlayışı da İslâm'ın tevhid anlayışıyla bağdaşmaz.

(Mecmu'u fetâuâ, II, 363, 376,433,440)
İbn Haldun da kutub fikrinin İsmâiliyye inançlarıyla benzerliğine dikkat çekmiştir.

[​IMG]
Said Nursi; Abdulkadir Geylânî’nin aşağıdaki beyiti kendisi için 8 asır önce yazdığını iddia etmektedir :

Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.
Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada
Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.
Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.
Müridim ister doğuda olsun ister batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada”

(Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119)
Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar.
(İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.)

İsbat için, cifir ilmi denen hayali, yahudi tılsımlarına dayanır ve şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:
"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."

Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:
“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın dediği gibi hep koruma altında olmuştur.
Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim.
Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir".

(Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120)
Bu sapkın inancın İslama aykırılığı Kur’an’da da sabittir:
Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz..“ (Neml 62)

Güç yetirilemeyen konularda Allah’tan başkasından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınız ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur
.” (isrâ 56- 57)

Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğunuzu bilir. Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey yaratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler.” (Nahl 19- 21)


Kutub Yaverleri

1- İmâmân (İki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekut, diğeri mülk alemi ile görevlidir.

2- Evtadı Erbaa (dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zamanın kutbu ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'1-Aktab'tan bir feyizdir. Bunlar ölecek olursa, bütün alem bozulur.

3- Ebdal (bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir hakikattir. Sayılan kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi İrak'tadır. (Diğerleri herhalde kayıplara karışmış)

4- Nuceba' (Soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısırdır. İşleri yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.

5- Nukeba' (Başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz olduğu söylenir. Görevleri, yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır. (Ebdal ile ilgili hadis sahih değildir. M. Nasıruddin el-Elbani, Silsiletu'l-Ehadisi'z-Zaifla, C.2 hadis no:936; Zaifu'l-Camii's-Sagir ve Zıyadetuhu el-Fethu'l-Kebir, s, 355, hadis nu.2269)

Tasavvufçularm hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi bunlardır. İnsanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında tasarruf yetkileri olduğunu telkin etmek için uydurdukları masal ülkesi budur.
Yaşayanların iman ve nzıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için tasavvufçularm Allah'ın egemenliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların ruhları, nzıkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah'a, peygamberlere ve meleklerine ne kalmış olur? Başka bir ifade ile, Allah'a, peygamberlere ve meleklere ne ihtiyaç kalır. (Cevahiru'l-Maani,1/93) Allah, zalimlerin uydurduklarından munezzehtir. Yerlerin ve göklerin mülkü ve hakimiyeti O'nundur.

Bu masalı bir de Molla Cami'den dinleyelim.
Bilindiği gibi Molla Cami, nerede bir batını varsa, hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'1-Uns Min Hadarati'l-Kuds kitabına almıştır.
Günümüz harfleriyle de Türkçe tercümesi olduğu için bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun meşhurlarından biri olarak bu masalı bir de ondan dinleyelim:

"Şeyh Muhyiddin Arabi'den şöyle nakledilmiştir:
Hakikatta Muhammed'in kutubları iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi'setinden önce olanlardır. Bunlar sayıları üçyüz onüç tane ofan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar oniki kutubdur. Yani oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bîr peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir tarafta, yedi bölgedeki ebdal gibi, insanfardan bir topluluğun işi bir kutba havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da iklimin kutbudur. Bunlar dört evtad gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi muhafaza ediyor. Halkı mü'min veya kafir her memlekelin bir kutbu olduğu gibi, Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder. Yine makam sahiplerinden her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur. Onlara Kutbu'i-Arifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'1-Mutevekkifin, Kutbu'z-Zahidin, Kutbu'l-Abidin denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutup bu ümmetin işierini üzerine almışlardır. (Tasavvufçıılar, her tasavvufçunun azmettiği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi olacağını iddia ederler. Bu konuda daha fazla bilgi için Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakil ve'l-Cevahir, 2/79-83; ibn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 2/7, 8, 52, 208. Ayrıca bu sapık inançların eleştirisi, kaynakları ve sonuçları hakkında bilgi için Muhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l Halk, 89-96; Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247.)

Nitekim alemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir. İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır. Bunlar bir topluluktur ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlardandır. Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı.
(Sıfatlan sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla donatılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutupların da sıfatları sayılmaktadır.)

[​IMG]

On iki kutup şunlardır:
1- Hz. Nuh'un izinde olanlar.
2- Hz. ibrahim'in izinde olanlar.
3- Hz. Musa'nın izinde olanlar.
4- Hz. İsa'nın izinde olanlar.
5-Hz. Davud'un izinde olanlar.
6- Hz. Süleyman'ın izinde olanlar.
7- Hz. Eyyub'un izinde olanlar.
8- Hz. İlyas'ın izinde olanlar.
9- Hz. Lutun izinde olanlar.
10- Hz. Hud'un izinde olanlar.
11- Hz. Salih'in izinde olanlar.
12- Hz. Şuayb'ın izinde olanlar.

(Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf alanları, yetkileri anlatılmaktadır).
Futuhat-ı Mekkiyye'de ayrıca Recebiler denilen ehlullah'tan bir zumre anlatılır. Bunlar kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler onlar üzerine çökmüş gibi bir kenar çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne ayak üzerinde durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok tecelliler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir, (ibn Arabi'nin onlardan birini gördüğünü, bu Receb'in rafızileri simalarından tanıdığını kaydeder).

İmamân; iki şahıstır. Biri Gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları alemi melekutadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Hazarları alemi melekedir. Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu imam Abdurrab'dan raha faziletlidir. Evtad: Alemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abduimürid'dir. Biri de güneydedir ve adı Abdulkadir'dir.

(Nefehatu'l-Uns min Hadarati'l-Kııds, 49-55. Bedir Yayınevi, İstanbul 1971, Sadeleştirilip özetlenmiştir)
(Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba, rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır).

Üçler, yediler, kırklar gibi halk arasıda yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor. Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında Örülen masallar ve uydurulan hikayeler de bu inançlara dayanmaktadır. Çünkü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba, rukeba, evtad, ebdal, aktab, gavs, gavsı a'zam gibi batini şii memleketin kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf şii-batıniliğin aldatıcı maskesinden ibaret değil midir?

Kutup, gavs, ebdal, evtad, gibi tasavvufi çevrelerin dilinde dolaşan bu isimlerin dinden hiçbir delili yoktur. Bunlarla ilgili söylenen şeylerin tümü uydurmadır.
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle demektedir:
"Fasıkların ve halktan birçokların dilinde dolaşan Mekke'deki gavs, dört evtad, yedi kutup, kırk ebdal, üç nuceba isimleri ne Allah'ın kitabı Kur'an'da mevcuttur, ne de sahih, hatta ebdal lafzının hamledileceği zayıf bir senedle Rasulullah'dan rivayet edilmiştir.

(ibn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava 11/433, Hz. Ali'ye nisbet edilen ve senetli sahih olmayan bir rivayete göre Şam'da kırk ebdal varmış, onlardan biri Ölünce yerine yenisi geçermiş.
Halbuki rivayet sahih değildir. Mecmuu'l Fetava -11/434. Bu sınıflarla ilgili söylenenlerin sahih olmadığını aynı şekilde Zehebi de belirtmektedir. Mizanu'l-İtidal ,1/ 187)

"Bu kişilerin Rasulullah'dan sonra olduğu iddia edilirse, iddia sahiblerine şunu sormak gerekir; Bunlar ne zaman var oldular?
Onların ilki kimdir?
Kur'an'dan veya altı hadis kitabından hangi delile dayanmaktadırlar?
İlk üç nesilde bu sınıflar iddia edilen sayılarda hangi mutevatir icma ile sabit olmuştur ki bunların varlığına inanalım?
Bilindiği gibi akaid konuları ancak kitap, sünnet ve ümmetin icmaı ile sabit olur. İddia sahiblerine "Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin" diyoruz. Bu seri dört çeşit delille isbat etmezlerse, şubhesiz yalancıdırlar ve yalanlarına da inanmıyoruz.

"Kim yer yüzündekilerin sıkıntılarının giderilmesi ve üzerlerine rahmetin inmesi için ihtiyaçlarını önce üçyüz'e, onlar da yetmiş'e, onlar da kırk'a. onlar da yedi'ye, onlar da dörde, onlar da ğavs'a bildirdiklerini iddia ederse, yalancıdır, dalalettedir, müşriktir.

(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437)
"Bu mertebeleri iddia edenler bazı yönlerden Rafızileri taklit etmektedirler. Hatta bu sayılar ve bu sıralama bazı yönlerden İsmailiyye ve Nusayriyye'nin Sabık, Tali, Natık, Esas, Cesed gibi Allah'ın bildirmediği tasniflerine benzemektedir.
(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437 - 438)
[​IMG]
[​IMG]
[​IMG]
Rakipsiz En Büyük Kutuptur İbn Arabi

Aktab, evtad ve ebdal için İbn Arabi, bu nitelikleri saydıktan sonra haliyle kendini bu unvanlardan biriyle niteleyecektir. Ne var ki aşağı bir unvanı yahut küçük bir mertebeyi kendine yakıştıracağını sanmayınız.
Onun için kendisinden büyük bir kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak kendini ilan etmekte ve şöyle demektedir:

"Bu asırda ubudiyet makamında benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu bilmiyorum. Çünkü Rasulullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe ulaştım. Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi. Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın vergisidir.

(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437 - 438)
Görüyorsunuz, ibn Arabi, kendini hiçbir zirvenin boy ölçüşemeyeceği bir zirveyde koşuyor ve herhangi bir kimse kendisinden bu tercihin ve seçimin delil ve belgesini sormaması için bunun kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.
Bu şekilde İbn Arabi, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendini kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgim olarak empoze ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izleyen bütün tasavvuf şeyhleri de bu yalanım onaylıyor, kendisine şeyh-i ekber ve hatemu'l-evliya diye niteliyorlar.

Felsefeyi, eski dinleri ve her döneminde cahiliyye hurafelerini ezberleyip bir sentezini yapan İbn Arabi, bu sapık inançlarım bütün dinler ve inançlar sentezi halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir ustalıkla ayet ve hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu batıl inanç, cahil müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini yapmaktadır.


[​IMG]
3'ler, 7'ler, 40'lar...

Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır.
Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'ın sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır.
Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okuma yazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hayat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan murdar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bildikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler.

(eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)
7119

"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mülazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûlâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.

Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.

Bunlardan başka 7'ler ve 40'lar tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vucud bulur.

Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'da bulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın musavidir.
Bunlardan başka 100'ler, 300'ler, 700'ler ve 1000'ler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.

Ayrıca 3000'ler, 7000'lerLER, 10000'LER de vardır.
Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez. Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.

(Mehmed Nuri Şesııddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 47-48, Salah Bilici Kitabevi, istanbul 1976.
Tasavvuf ülkesinin bu esrarengiz kurmaylarının rütbeleri, özellikleri ve sayıları hakkında hakkında ayrıca Ahmed Ziyaııddin Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul). 41-51, tercüme, Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İst. 1977, Hace Muhamed Parsa-, Tevhide Giriş, (Faslıı'l- Hitab li Vasli'l-Ahbab tercümesi], 409-417, 568-594. Tercüme: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul, No. 45. İmam Rabbani, Mektııbat, 251; 256, 260, 285, 2İS? nolu mektuplar. Ter. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1968.)

[​IMG]
Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb)

İslam inancında ricalu'1-gayb inancı olmadığı halde tasavvufçular Batınıyye-İsmailiyye fırkasından ve başka batıl dinlerden bu inancı almış ve İslam inancı gibi benimseyerek hayatın ve kainatın tasarruf yetkisini ricalu'l gayb dedikleri kişilerin eline vermişlerdir.

Şimdi tasavvuf hocalığı yapan bir kişiden bu masalı dinleyelim:
"Abdal, Allah'ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal 40'ı Şam'da; 30'u diğer memleketlerde olmak üzere 70 kişidir.

(Şam'daki bu 40 kişi herhalde İslam şeriatına ve müslümanlara düşmanlığı, onları toplu halde öldürmesiyie meşhur oları diktatör Hafız Esad'ın emrinde çalışmakla veya ona yardım elmektedirler. Hafız Esad'ın yaptıklarını görüp müslümanların yardımına koşmuyorlarsa; bu kişiler Şamda ne halt ediyorlar!!
Şam'ın kuzeyinde bulunduğu söylenen Kasyun dağında yüzyirmi üç bin peygamberin bulunduğu, o dağın evliya ve enbiya yatağı olduğu, onun için ışık olmadığı halde geceleyin nur yalımlar halinde parladığı iftirasını da isterseniz Bel'am Muhammed Nazım Kıbrısî (Şeyh Nazım)'ın sohbetlerinden okuyunuz: Tasavvufi Sohbetler, 59)

Diğer bir rivayete göre Abdal, Gavs, İmaman ve evtad olmak üzere 7 kişiden ibarettir. İç alemleri Hakka yöneliktir. Vaaz ve nasihatlarıyla insanları ıslaha çalışırlar. Kutb, değirmen taşının miline benzer. Değirmen taşı, milinin çevresinde döndüğü gibi, alem de onun etrafında döner. Her işin, her ülkenin, her yerin bir kutbu" vardır. Asıl kutub, kutbu'l-aktab'dır. Kendisinden yardım dileyene manen yardım elini uzattığı için "Gavs" ismi ile de anılmıştır. Bu zat, Muhammedi hakikatin varisidir.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye imaman ismi verilmiştir. Bunlardan birine, sağ yanındaki imam (imamı yemin), diğerine sol yanındaki (imamı yesar) derler...
Bunlardan başka yeryüzünün dört yönünü idare eden ve "Dört direk" (Evtad-1 Erbaa) denen erler vardır. Doğuda olana Abdulhay, batıdakine Abdulalim, kuzeydekine Abdulmurid, güneydekine Abduikadir denilmiştir. Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Maddelerini manaya, nefislerini ruha, mevhum varlıklarını gerçek varlığa tebdil ettiklerinden abdal diye anılmışlardır. (Ayrıca Nuceba ve nukebayı anlatır).

Kutup ölünce her dereceye aşağı derecelerdeki biri yükseltilmek ve sonra, velilerden eksilenin yerine de alttan birini seçip yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır.

(Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatilar, 48-49 Marifet Yayınları , İstanbul 1981)

Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (295/888) tarafından nakledilen hadîs-i serîf :
“Bu ümmetim içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed (a.s.) tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.”

(İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs Ammâ İstehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, II. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1351 H., c. I, s. 24; Ayrıca krs.: Ahmed b. Hanbel, Musned, c. I, s. 112; c. V, s. 322; c. VI, s. 316)

Hatta abdal hadislerini Musned’inde nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığını söylemektedir.
Ehli Tasavvufa göre Ricâlu’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin İslâm inancıyla bağdaştırılamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir anlayışın daha çok hristiyanların ve aşırı Şiî fırkalarının inanış biçimlerini yansıttığını belirtmektedir.

(Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkîk: Muhammed Resîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mucelled hâlinde) Nesreden: Mektebetu Vehbe, Kahire, 1992, c. I, ss. 88-92.
İbn Teymiyye, sûfîlerin “ricâlu’l-gayb” dedikleri kisilerin cinlerden ibâret oldugunu söylemektedir. Bk.: Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâili’l-Kubrâ, Beyrut, 1979, c. I, s. 72)


İbn Haldun ise, kutub ve ebdâl telakkîsinin (Tasavvufta ebdâl telakkîsi, çesitli müelliflerce az çok farklı sekillerde açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve zamanla aynı mânâda deger kazanan ricâlU’l-gayb anlayısıyla bütünlesmistir) ilk defa Irak sûfîlerinde görüldüğünü ve bu sebeple ricâlu’l-gayb ile ilgili diğer kavramların ortaya çıkışında Şia’nın ve Râfizîliğin etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir. (İbn Haldun’un bu konudaki görüsleri için bk.: İbn Haldun, Sifâu’s-Sâil -Tasavvufun Mâhiyeti-, Terc.: Süleyman Uludag, II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1984, ss. 263-265 (“Mukaddime’de Tasavvuf İlmi” bölümü)

Nitekim İranlı yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde heterodoks (Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî din anlayısına, yâni
ortodoksluga (sünnîlik) zıt ve aykırı olan bir tür din anlayısını ifâde eden bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle ilgili bir degerlendirme için bk.: Ahmet Yasar Ocak, Babaîler İsyânı Alevîligin Tarihsel Altyapısı [Babaîler İsyânı], II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1996, ss. 77-78) dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı. (Ocak, Babaîler İsyânı, s. 67)

Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'm sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batm dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan mur dar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bji dikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler. (eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)

"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mulazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûtâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.
Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan başka "7 'ler" ve "40 'lar" tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vücud bulur.
Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın müsavidir.
Bunlardan başka yüzler , 300'ler, 700'ler ve 1000'ler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.
Ayrıca 3000'ler, 7000'ler, 10000'ler de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez.

(Geniş bilgi için Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sııl'i fi Dav'il Kilab ve's-Sunne, 229, 241, 247. Kutup inanımın bizzati Rafizilerin inancı olduğuna dair bakınız. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Muesseselu'l-A'lemi, Hevrul. İbn Haldun, muteahbtr mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid elmetle beraber selellerini savunmakla, gıayb alemini ve geleceği bilme, şatahat ve makamları' gibi durumlarını onaylamakla, fakihlerin ve başka alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Hatta sibirbaz ve cincilerin yaptıklarına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmaktadır, lîk/. Mukaddime, 467-475. Muesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şüphe yok ki, iki konularda İbn (İ. Haldun'un söylediklerine katılmamak mümkün değildir)
Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.

224

Tasavvufun bid'atlarından olan ricalu'1-gayb ve tasavvufun divanı inancını çağdaş tasavvufçulardan dinlemeye devam edelim:
"Her hafta divanı salihin, tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulullah teşrif ederse reis odur. Teşrif etmezlerse, varis-i rasul riyaset eder. Ve ahval-i aleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır. (Ali Erol, Hatıratım, 53)
"Divanı salihinde Rasulullah bulunursa, Arapça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice. (Ali Erol, Hatıratım, 61)
Muhyiddin İbn Arabi kendisini hatemu'l-Evliya ilan ettiği gibi, Ali Erol da şeyhini zamanın kutbu olarak ilan etmektedir.
Şöyle diyor:
"Varisi Muhammedi ve sahibi zamanın sonuncusu sadat-ı kiramdan olup bu devlet Türkiye'ye ihsan olunmuştur. İmam Rabbani, Hindistan'da; Şahı Nakşibend ve Mevlana Selahaddin Siracuddin İbn Mevlevi, Buhara'da, son sahibi zaman ise Türkiye'de zuhur etmiştir... Irk ve milliyet gözetmeden Hindistan ve Buhara'dan emaneti kübra, ilahi irade icabı, Türkiye'ye intikal etmiştir. (Ali Erol, Hatıratım, 33)
Ahmet Hulusi de klasik tasavvuf kitaplarında anlatıldığı şekliyle tasavvufun divanını ve ricali gayb masalını savunmakta, bunların alemin idaresi ve alem hakkında alman kararlarda söz sahibi olduklarını söylemektedir. Onları karar organı ve icra organı olarak iki smıfa ayırır ve meydana gelen olayların onların onayından geçtiğini belirtir. Divanın işleyiş tarzını da ayrıntılı olarak anlatır.

(Ahmerl Hulusi, Din-Bilim Işığında İnsan ve Fiilleri, 359-361 Ferşat Yayınları, İkinci baskı, İstanbul, irs.)
Bu misalleri başka çağdaş yazarların kitaplarından daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak tarikat çevrelerinde ve özellikle tasavvufçular arasında görülen Gavs, Kutup, Baz (Doğan), hatemul evliya gibi isimlerle istigasede bulunma, üçler, yediler, kırklar, aktab ve ebdal gibi isimler bu inancın halk arasında bile ne kadar yaygın olduğunu göstermeye yeterlidir.
Tarikatçıların şeyhlerine bu isimlerden biriyle seslenmeleri yahut onu bu isimle anmaları çok yaygındır. Bütün bunlar yeni tasavvufçuların eskilerin yolunda olduklarını göstermektedir.

Yine Şia'nın yerli cürufu olan "Alevi - Bektaşilerde şöyle bir inanç vardır:

[​IMG]

"Hz. Muhammed , birgün ashâb-ı suffa'nın kapısına varmış. onları ziyaret etmek için kapıyı çalmış. İçerden "kimsin" demişler, hazreti Muhammed, "peygamberim" buyurmuş. İçerden, "var, peygamberliğini ümmetine yap; bizim, peygambere ihtiyâcımız yok" denmiş.
Hazreti peygamber geri dönüp giderken, tanrı’dan tekrar kapıya varması emrini almış. Gene dönüp kapıyı çalmış. “kimsin” denince “rasûlüm” buyurmuş. Bu sefer de, “buraya rasûl sığmaz” denmiş ve gene kapı açılmamış.
Hazreti peygamber, dönüp giderken tanrı, tekrar dönmesini buyurmuş. Bu sefer “kimsin” sorusuna, “seyyidul – kavm, hâdimul – fukarâyım”, yani, toplumun ulusu, yoksulların hizmetçisiyim demiş. Bunun üzerine kapıyı açmışlar.
Hazreti peygamber, içeriye girince bakmış ki otuzdokuz kişi var. Siz kimsiniz diye sormuş. “Kırklarız; hepimizin gönlü birdir, birimiz neyse hepiniz odur” demişler.
Hazreti peygamber bu sözün ısbâtı gerek buyurmuş. Hazreti Ali de içlerindeymiş; fakat hazreti peygamber tanıyamamış. Kırklar, birimizden kan akarsa, kırkımızdan da akar demişler ve hazreti Ali, kolundaki damarı, neşterle yarmış. ondan kan akmaya başlayınca, otuzsekizinin kolundan da kan akmaya başlamış.
Aynı zamanda tavandan da kan damlamaya koyulmuş. Hazreti peygamber, bunu sorunca, birimiz, dışarıda; bize yiyecek toplamaya çıktı; bu kan, onun kolundan damlıyor demişler. Hazreti Ali’nin kolunu bağlamışlar; öbürlerinden akan kan da durmuş, derken Selmân gelmiş, bir tâne üzüm getirmiş, bu bir tânecik üzümü kırklara paylaştırmasını dileyerek hazreti Muhammed’in önüne koymuş.
Hazreti Muhammed, nasıl pay edeceğini düşünürken Cebrâil, cennetten tabak getirmiş ve ezmesini söylemiş.
Muhammed (s.a.v.) üzümü ezmiş, suyla karıştırmış. Kırklar’ın hepsi birer yudum içmiş; hazreti Muhammed de içmiş. Hepsi mest olup semâ’a kalkmış. Hazreti Peygamber, semâ ederken başında sarığı çözülüp yere düşmüş. Kırklar, bu sarığı kırk parçaya bölüp bellerine bağlamışlar, tennûre, yâni libâsı edinmişler."
(Abdulbâki Gölpınarlı, Yunus Emre, Divan ve risaletü'n-nushiyye, der yayınları, istanbul, 2003)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder