“Başlangıçta dünyadaki bütün
insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya
göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya
yerleştiler. Birbirlerine, «Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim» dediler.
Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar.Sonra,
«Kendimize bir kent kuralım» dediler, «Göklere erişecek bir kule dikip
ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.» «Tek bir halk olup aynı dili
konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini
gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar» dedi, «Gelin, aşağı inip
dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.» Böylece RAB
onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente
Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış
ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.” Tekvin 11: 1-9
Bulunan en eski sümer
yazıtlarından, bütün güncel dini oluşumların metinlerine kadar neredeyse
birebir yer alan Babil Kulesi efsanesini Transhümanizmle ilgili bir
yazının girişinde görmek sizi şaşırtabilir ama tarih; geçmişi şu anı ve
geleceği aynı anda yaşıyor, o nedenle tarihi yorumlamak düz bir zaman
çizelgesinde geriye gitmek kadar basit olmayabilir.
Bu yazımızda, insanlığın ürete geldiği en
yüksek ideale sahip fikri, transhümanizmi artı ve eksileriyle ele
alacağız. Nitekim transhümanizmin sembolü h+ yani human plus – insan
artı anlamına geliyor. Sadece sembolden de anlaşılabileceği gibi
hümanizm düşüncesinini bir sonraki versiyonu, versiyon 2.0’ı olma
iddiasında. Sadece bir düşünce topluluğu olarak faaliyet gösterdiğini
bildiğimiz (ya da öyle sandığımız) bu felsefi görüş son yıllarda giderek
bilimsel alanda ve popüler kültürde yer bulmaya başladı. Peki nedir
transhümanizm? Öncelikle hümanizmin ne demek olduğunu anlamakta fayda
var. Hümanist düşünce yine adı üstünde insanı temel alan seküler bir
yaklaşımdır. Burada seküler denmesinin sebebi anlamın içinde yatar. Dini
görüşler tanrıyı merkeze alarak onun emir ve yasaklarına göre hareket
etmeyi, etik değerleri onun gönderdiği talimatlara göre oluşturmayı
temel alır. Buna karşın hümanizm insanın gereksinimlerini ve toplum
içindeki bireyi temel alan, sosyal bilimler temelli bir yaklaşımdır.
Mesela etik değerleri insan psikolojisini baz alarak yorumlar. Her şey
insanın hakettiği hayatı yaşaması içindir. Transhümanistlerse insanca
yaşamak yetmez derler. İnsan doğası gereği evrim basamaklarında taşı
yontmaktan atomu parçalamaya kadar yükselmiştir ve bu noktadan sonra
durmak anlamsızdır. Dahası, evrimin kontrol edilebilir olduğunu öne
sürerler ve en büyük mottosu da zaten insan kendi evrimine müdahale
etmelidir olmuştur. Bunu da hümanizmin aksine sadece sosyal bilimler
değil disiplinler arası bir çalışmayla gerçekleştirmeyi hedeflerler.
Okuyucuyu sıkmamak için transhümanizmin
tarihine girmiyorum, ilgilenenler araştırabilir. Pek çok kaynak mevcut
internette. Transhümanizmin hedeflediği nihai amacı tartışmaya açmak
istiyorum. Bu idea, disiplinler arası çalışır demiştik. İlk etapta
genetik mühendisliği transhümanizmin tetikleyicisi olarak görülüyor.
İnsan genom haritası projesi kapsamında insan gen haritasının neredeyse
tamamı çıkartıldı. Bugün yapay organ yapılabiliyor ve sorunsuz vücutta
çalışabiliyor. Bir sonraki aşamayı tahmin etmek güç değil. Komple bir
insan bedeni üretilebilir ve eğer bilincin bedenden bedene aktarımı
sağlanabilirse insan ölümsüzlüğe erişebilir. Peki neden ölümsüz bir
süper insan yaratmak ister bu görüş?
Bu sorunun cevabı için düz bir zaman
çizgisinde ilerlemediği anlaşılan insanlık tarihine geri döneceğiz.
Transhümanizmin geçmişi bilinen en eski yazılı eser olan gılgamış
destanına dayanır. Gılgamış tanrılar gibi ölümsüz ve üstün olmak ister.
Bu nedenle bir yolculuğa çıkar ve başından maceralar geçer. Gılgamış
ölümsüzlük otunu bulur ama su içmek için durduğunda bir yılan bu otu
ondan alarak yer. O nedenle yılan hem tıbbın sembolü olmuştur hem de
yılanın uzun süre yaşaması bu mite yorulur. Gılgamışın tanrısı Enlil,
Gılgamışa insanın ancak büyük bir eser bırakarak ölümsüzlüğe
erişebileceğini öğütler. Ölümsüzlük ve üst insan olma ideası kendisini
babil kulesi efsanesinde gösterir. Yine sümer yazıtlarında da yer alan
babil kulesi efsanesi ilginçtir ki nuh tufanı hikayesiyle birlikte bütün
dini metinlerde birebir yer alır. Her medeniyet bu hikayeyi kendisine
uyarlamıştır. Babil kulesinin yapılış amacı daha ileri bir teknik
kullanarak daha yüksek bir bina inşa etmektir ve böylece tanrıya daha
yakın olmak, dahası tanrının yerine geçmektir. O nedenle aynı Enlil’in
Gılgamış’ı engellemesi gibi bu mitolojik hikayede de tanrı insanları
engellemiş ve tek bir yerde toplanıp büyük bir medeniyet kurup tanrının
katına erişmeye cüret edemesinler diye dünyanın dört bir tarafına
dağıtıp farklı farklı lisanlara bölmüştür. Günümüze dönelim… Bugün
ingilizce dünya dili olmuş durumda. İnsanlık tekrar tek bir dile gelmeye
ya da “getirilmeye” çalışılıyor gibi. Peki ne için? Babil kulesinin
inşası için mi? :)
Transhümanizmin ilk amacı ölümsüzlük
demiştik. Çünkü insan türünü geliştirmek için daha fazla şey yapmak
gerek ve bunun için zaman gerek. Ama gelin görün ki bırakın ölümsüzlüğü,
insan ömrünü uzatmanın bile uzun vadede hatta çok da uzun olmayan bir
vadede büyük tehlikeleri söz konusu. Dan Brown’un Cehennem romanını
okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Cehennem romanında
transhümanist bir genetik mühendisi dahi, insanlığın daha üst seviyelre
ulaşabileceğini, bunun için gerekli teknolojinin şu an var olduğunu ama
tek sorunun nüfus artışı olduğunu iddia eder. Nitekim de bu iddia gerçek
verilerle desteklenir. Üstel çoğalma denilen bir matematiksel formül
ile açıklanan nüfustaki dramatik artış kaynakları tehtid ediyor. Hiç
sapmayan bu nüfus artış eğrisine göre 2050 yılında yani sadece 36 yıl
sonra 12 milyarın da üzerinde olacak. Bir de insan ömrünü uzatacak
genetik müdahalelerin yapılırsa bu kaosa sürükleyecek bir artış
olacaktır. Bu sorunu çözmek için romandaki dahi genetikçinin bulduğu
çözüm önerisinin ne olduğunu okumayanlar için söylemiyorum ama pek çok
komplo teorisine yol açacak cinsten bir çözüm önerisi. O nedenle
içerdiği gerçek verilere ve hatta gerçek kişi ve kurumlara dayanan
bilgilerinden ötürü Dan Brown’un Cehennem romanını sadece bir roman
olarak göremiyorum…
Transhümanizmin önündeki tek engel
gerçekten de şimdilik nüfus artışı gibi görünüyor ama transhümanizmin
nihai hedefi sadece ölümsüzlük değil. Bir sonraki hedefi insan bilincini
makinelere aktarmak. Robotik uzuvlar sayesinde bu kısmen yapılabiliyor.
Sinir uçlarının kablolara bağlanmasıyla kolsuz bacaksız insanların
robotik kolları iradeleriyle hareket ettirebilmesi ya da kafaya takılan
eletrotlar vasıtasıyla sadece düşünerek kendinden bağımsız bir objeyi
hareket ettirebilmek bunun en güncel örnekleri… Bilincin tamamen bir
makineye ya da bilgisayara aktarılabilmesi nüfus artışı sorununu
çözebilecek etken olarak görülüyor. Çünkü insan bedeninin insanın gerçek
kapasitesini sergilemesine izin vermediği düşünülüyor. Transhümanizmin
popüler kültürde giderek daha fazla yer aldığındna bahsetmiştik. “Varoluşçu Filmler Listesi”
blog gönderimde de yer verdiğim “The Signal” adlı 2014 yapımı film buna
güzel bir örnek. Orada insan bedenine üst teknoloji ayaklar takılıyor
ve özürlü, yürüyemeyen bir insan çok yüksek hızlarda koşabiliyor. Ama
bunun için bir irade sergilemesi, kendisine yabancı bu ayaklara kendi
bilinciyle hükmedebilmesi için istekli olması gerekiyor ve bu tema
oldukça sert bir şekilde vurgulanıyor filmde. Transhümanizme açık bir
gönderme yaparak irade çağrısında bulunuyor… İnsan bedeninin insanın
gerçek kapasitesini yansıtamadığına kişisel olarak ben de inanıyorum.
Düşünme eyleminin kuantum durumlu bir eylem olduğu, zihnin bir kuantum
işlemci kapasitesinde olduğunun tartışıldığı günümüzde insan bedeni
zihnin hızına erişmekte yetersiz kalıyor. Bu konuda 2014 yapımı bir
başka film ise “Automata” adlı bilim kurgu filmidir. Bu filmde de
insanlık kendi kendine mahvettiği çevrenin koşullarına ayak
uyduramayarak güçsüzleşiyor ve “bilinç” insan eliyle üretilen yapay
zekalı robotlar sayesinde bir sonraki nesillere aktarılıyor. Bu da
canlılık nedir sorusunu akıllara düşüryor. Filmde insanın maddeye olan
ihtiyacı, acizliği göze sokuluyor. Transhumanizm, bu sorunu çözmek için
bir alt kültür olan Cyberpunk akımından ilham alarak zihnin makinelere,
bilgisayarlara aktarımını ön görüyor. Bu konuyu da yine 2014 yapımı
Transcendence filmi çarpıcı bir şekilde işliyor. Anlaşılan
transhümanistler 2014 yılını propaganda yılı olarak seçmişler.
Transcendence üstünlük demek ve hem etimolojik olarak hem de anlam
olarak transhümanizm kelimesine yaptığı gönderme elbette dikkat çekiyor.
Bu filmin ülkemizde “Evrim” adıyla vizyona girmesi de bir başka
ilginçlik. Nihayetinde transhümanizmin dayandığı ana düşünce evrim
düşüncesi. İnsan evrimi nihayetinde daha üstün bir insana doğru
gidecektir ve bu evrimin gidişatına müdahale etmek evrimin bizzat
sonucudur. İnsan kendi genlerine müdahale edebilecek kadar evrimleştiyse
demek ki everim ya da doğa ya da canlılık, bu bayrak yarışını kim
üstlenmişse bunu istiyor ya da bunu hedefliyor demektir. Bu, kısacası
doğal işleyen mutasyona yapay olarak müdahale etmek demektir. Bunun
risklerine değineceğiz… Transcendence filminde bir bilim adamı (Johnny
Depp) ölmeden hemen önce zihnini bilgisayara aktarıyor ve bilinci
bilgisayarda varlığını sürdürmeye devam ediyor. Kendini giderek
geliştirerek tüm dünya internet ağına erişmeyi başarıyor ve bir bedeni
bile olmamasına rağmen büyük paralar elde edip büyük bir üs bile
kurabiliyor. Nihayetinde bir başka insanın bedenine bile girebiliyor ve
burada insan bedeni de bir robot bedeni gibidir göndermesi yapılıyor.
Değiştirilebilir, hackelenebilir.
Popüler kültür üzerinden transhümanizmi
anlatmaya devam. Çünkü bu yapımlarda işlenen konular birebir
transhümanizmin hedeflerine işaret ediyor. O nedenle bunlar üzerinden
daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Devam etmeden önce şunu da
belirteyim, son zamanlarda izlediğiniz pek çok dizi ve filmde geçen
teknolojiler bilim kurgu fantezisi değil, çoğu şu an var olan
teknolojiler, bunu aklınızdan çıkarmayın… Fringe dizisi aslında tamamen
transhümanizmi anlatan ya da tartışan bire dizidir. Bu dizi neyi
anlatıyor diye soran olursa rahatlıkla transhümanizmi diyebilirsiniz.
Hem de her bölümüyle… Kahramanlarımız durmadan insan yeteneklerini
arttırmaya çalışan suçlularla mücadele ediyordu ve 4. sezonun sonunda
gördük ki onca genetik mühendislik ve insan yetilerini manupile eden
teknolojik cihazların amacı bir üst insan yaratma fikriymiş. Son sezonda
ise gelecekten gelen üst insan versiyonlarımızla aramızda geçen
mücadele anlatılıyordu. Anlaşılan üst insan ya da transhuman olma
yolunda ilerlerken bir noktada yanlış yapmış ve çuvallamıştık… Bir başka
gönderme de dizideki baba ve oğul karakteri üzerinden yapıldı dizi
boyunca. Dünya dizi tarihinin en çok beğenilen bölümlerinden biri olan
Fringe 2. sezon 18. bölümde işlenen (sadece bu bölümü izleyebilirsiniz
diziyi hiç izlememiş bile olsanız) ana kahraman Walter’in kendi
geleceğinden kendisine beyaz lale göndermesi ve dizinin final
bölümündeki babadan oğla miras kalan beyaz lale, transhümanist
manifestoyu açığa vuruyor. Dizide durmadan geçen “Babandan daha iyi bir
insan ol!” cümlesi de bunu anlatır. Yani bir önceki nesilden daha iyi ol
sürekli geliş ve gelecekle ödüllendiril…
Daha çok dizi film olsa da şimdilik
yeter, artık transhümanizmin eleştirildiği yönlere bakalım. İlkinden
yukarıda bahsetmiştik. İnsan ömrünün uzaması demek zaten inanılmaz büyük
bir hızla artmakta olan nüfus artışını daha da arttıracak ve dünya
üzerindeki sınırlı kaynaklar artık tüm insanlığa yeterli gelmeyecek.
İkinci ve asıl önemli tehlike sınıf ayrılığıdır. Nüfus artışı gibi
halihazırda sınıflaşma da dünyada yaygın ve kaynaklara erişim konusunda
eşitlik yok. Transhümanist teknolojinin getirdiği üstün kaynaklara
erişmek sadece zengin insanların tekelinde olacak ve bu da üst insan alt
insan ayrımı yaratacak. Bu konuyu tartışan en güzel bilim kurgu filmi
de kuşkusuz 1997 yapımı “Gattaca” filmidir. Bu filmde üstün insanlar
seçilerek üst mertebelere yerleştirilirken genetik olarak zayıf
bulunanlar köle olarak kullanılıyor. Kişisel olarak benim de
transhümanizm görüşünün en sert eleştirdiğim yönü budur ve sırf bu
sebepten uygulanabilir olmadığı kanaatindeyim. Mutlak bir sınıf ayrılığı
doğuracağı kaçınılmazdır. Şu an bile proletarya ve burjuva sınıf
ayrılıkları neredeyse keskindir. Transhümanizmin son tehlikesi de ise
yukarıda bahsettiğimiz evrime müdahale konusudur. Doğal seçilime ve
doğal mutasyona müdahale demek bir kaos yaratmak demek olabilir. Çünkü
şu an genetiği değiştirilen bir organizmanın gelecekte nasıl bir
handikapa düşeceğini kestirmek güç. Kelebek etkisi işler ve ufacık bir
değişiklik büyük yıkımlara sebep olabilir çok uzun vadelerde. Doğa kendi
dengesini bulur ama insanın bu dengeyi bulabileceği şüphelidir.
Her şeye rağmen transhümanizm, bir
düşünce olarak insan olma bilincini üst seviyelere taşıyabilir. Bu
hayatta varoluş sebebimizi bize sorgulatarak bir farkındalık
yaratabilir. Her şeyden önce sormamız gereken soru şu olacaktır… İnsan
tüm bunlara değer bir varlık mıdır? Etrafımıza, haberlere baktığımzıda
durum hiç de iç açıcı değil. Yine de geçirdiğimiz süreç ve geldiğimiz
nokta göz önüne alınırsa umut var:
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder