Zekâ (Arapça: ذكاء) ya da ruh biliminde anlak , zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanabilme, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneğidir. Başka bir deyişle anlak, zihnin birçok yeteneğinin uyumlu çalışması sonucu ortaya çıkan bir yetenekler birleşimidir. En geniş anlamıyla, genel zihin gücü olarak da tanımlanabilir. Zihnin algılama, bellek, düşünme, uslamlama, öğrenme gibi birçok işlevini içerir. Sözcük çok geniş anlamda kullanılsa da psikologlar tarafından yaratıcılık, kişilik, bilgi ve akıl gibi değişik kategorilere ayrılmıştır.
Zekâ sözcüğü Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Arapçada ذكاء, "parıltı", "zihin parıltısı" gibi anlamlara gelmekte; "ateşin harlanması" gibi bir anlamda da kullanılmaktadır.
Anlak ise öz Türkçe bir sözcük olup, anlamak (anla-) eylem kökünden türemiştir ve basit anlamıyla, anlama, algılama yeteneği demektir.
2) Zeki insanların duyguları çok yoğundur. Mantıksal gelişim aynı zamanda duygusal gelişimi de etkiliyecektir. Bu duruma göre çocuk kalmayı başarmış insanlar daha zekidir gibi bir sonuca ulaşabiliriz, çünkü çocuklar duygularını çok yoğun yaşarlar.
3) Özelliklerinden bir tanesi çok büyük fiziksel enerjiye sahip olmalarıdır. Bu doğuştan gelen bir enerji modellemesi olmayıp, tamamen kendini adapte ettiği konuyu tamamlamak için saatlerce çalışması gerektiği bilincine sahip olmasıdır. Bunun sonucu olarakta irade ve kalp koordineli bir şekilde enerjiyi temin için çalışırlar.
4) Üstün zekalı insanların diğer bir özelliği ise hem zeki görünüşlü olmaları ve hem de doğal görünmeleridir. Hem zekalarını belli ederler ve hem de çocukça bir yapıyla hareket ederler. Bu nedenden dolayı da sorgulanırlar; bu kişi gerçekten zeki mi?
5) Zeki kişiler hem disiplinle ve hem de oyun oynar tarzda işlerine eğilirler. Yaptıkları işi büyük bir ciddiyetle yaparlar, ancak oyun havası da vererek yaptıkları işten büyük bir zevk alırlar.
6) Zeki kimseler hem gerçek dünya ile bağlarını koparmazlar ve hem de hayal dünyası içinde yaşarlar. Ürettikleri şeyler gerçek dünyada kullanılacaktır, ancak olmayan şeyleri üretmek zorundadırlar. Normal insanlara göre üstün zekalı insanların düşünceleri fantastiktir, ancak bilimsel çalışmalar fantastik hayaller sonucu ortaya çıkmaktadır.
7) Üstün zekalı insanlar son derece inatçı yapılı kimselerdir. Başarısızlıkta asla yılmazlar ve asla pes etmezler. Düşünsenize, Edison ampulü bulmadan önce binlerce sefer deneme yapmıştır ve asla pes etmemiştir Sonunda da başarıya ulaşmıştır.
8) Üstün zekalı insanlar lider ruhlu insanlardır. Genellikle her konuda söyleyecekleri şeyler olduğu için her türlü insana hitap edebilirler. Sevecen ve babacan bir tavırları vardır. Genellikle öğrenciliklerinden itibaren lider ruhlu özellikleri belirginleşir.
Akıl nedir, zeka nedir? Aralarında ne gibi farklılıklar söz
konusudur? Varlık sebepleri nelerdir? Zeki ve akıllı nitelemeleri ile
neyi kastederiz? Her zeki insanın her hareketi akıllıca olur mu? Akıllı
olmak için zeka, zeki olmak için akıl aynı değerde birer ön şart mıdır?
Zeka ve diğer fakülteler
Akıl
kelimesi gibi Arapça asıllı olan zeki kelimesi; parlak ateş, parlaklık
ve keskinlik anlamlarına gelmektedir (Felsefenin ilkeleri, Nihat Keklik;
Doğuş Yay., İstanbul 1982).
İnsanın kendisini ve
kendisini çevreleyen evreni beş duyusuyla algılayıp anlamlandırması
zeka ile olur. Yeni durum ve olaylara intikal etme, anlama, öğrenme,
analiz ve sentez etme yeteneği, beş duyunun ve sezginin belli bir
verimlilikle kullanılması, dikkatin ve düşüncenin yoğunlaştırılması,
ayrıntılara dikkat edilmesi zekanın varlığıyla olur.
İnsan
zekası, insan ruhunun çatısı altında şuur, akıl, vicdan, sezgi, his ve
hafıza gibi fakültelerin tek tek herbiriyle birlikte çalışmaktadır
(Şuur, temelini insan zekasının oluşturduğu, sadece insana özgü bir
uyanıklık ve algılama hali olarak tarif edilebilir.). Bu et-tırnak
birlikteliğinden dolayı, indirgeyici veya soyutlayıcı yaklaşımlarla
insan zekasını analiz etmek mümkün değil. İnsan zekasının, insanın
mahiyetindeki diğer manevi fakültelere doğrudan bağlı olması, bizi, zeka
kavramının tek bir tarifi olamayacağı sonucuna götürüyor ve insan
zekası, hayvan zekası, -gerekiyorsa- yapay zeka gibi farklı zeka
tarifleri yapmamızı gerekli kılıyor. Ayrıca insanda (belki bazı
hayvanlarda da) zeka ile yetenek arasında kuvvetli bir ilgi söz konusu
olduğundan, farklı zeka tiplerinden de sözedilebilir (Sosyal zeka, müzik
zekası, matematik zekası gibi.).
Diğer yandan,
her ruh ve zeka sahibi varlık aynı zamanda şuur ve akıl sahibi
olmayabilir. Hayvanlar, kendi aralarında farklı olmak üzere, belli bir
zeka düzeyine sahip, fakat akıldan yoksundur; dolayısıyla zekaları insan
zekasından tabii ki farklıdır.
Peki hayvanlar
öğreniyor mu? Yoksa bu, hafıza dediğimiz üniteye mekanik bir kayıttan mı
ibaret? Öğrenme denecekse eğer, bu durum, hayvan daha önce
karşılaştığına benzer bir koku, tat, eşya veya hareketle yeniden
karşılaştığında refleksif bir tepki şeklinde kendini ortaya koyuyor,
akli bir muhakeme ile değil. Dolayısıyla, hayvanın hafızası da insanın
hafızasından farklıdır. İnsan hafızası ise, onun ruhundaki diğer
fakültelerle girift bağlara sahiptir. Bilgiler hafızaya, zeka, his,
sezgi, akli muhakeme ve niyet kanalıyla geliyor. Bizim için önemli
olmadığına inandığımız bilgiler hafızaya girmiyor. Çünkü özel bir dikkat
sarf etmiyoruz onlar için. Mesela bir arkadaşımızın yanında ilk defa
karşılaştığımız bir kişi eğer bizim için herhangi bir anlam taşımıyorsa,
bize ismen tanıştırılsa da genellikle adını hemen unutuyoruz. Fakat
çeşitli sebeplerden dolayı adını öğrenmek istiyorsak, bu. hafizamıza
özenle kaydoluyor. Sonuçta insanın, yapı ve işleyiş bakımından kendine
özgü bir zeka ünitesine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Ruh halinin zekanın kullanımına etkisi
Zeka
ile düşünme yeteneği, düşünme ile de kişinin ruh yapısı (veya benliği)
arasında kuvvetli bir münasebet söz konusudur. Çok zeki olduğu halde,
çocukluktan itibaren aldığı terbiyenin ruh yapısı üzerindeki olumsuz
etkileri sebebiyle sosyalleşememiş, tutuk ve ürkek kalmış, kendine
güvensiz bir ruh halinde yaşayan kişilerin rahat ve takıntısız düşünce
geliştiremedikleri, dolayısıyla zekalarının gereğini yerine
getiremedikleri görülmüştür. Bu konuda Einstein’ın çocukluk dönemi tipik
bir örnek teşkil eder: Okulda kendisine “utangaç Jean” manasına gelen
“Biedermier” lakabını takmışlardı. Sorulan herhangi bir soruya karşılık
olarak yanlış birşey söylememek için, ancak uzun bir düşünme süresinden
sonra cevap veriyordu. Hatta bir ara aile içinde, zekasının geriliğinden
korkulmuştu. Okuldaki durumu, annesinde, bir yakınına yazdığı mektupta
şunları belirtme ihtiyacı ne yapacağımızı bilmiyorum, gerçekten pek
birşey öğrenemiyor” Bu durum, Einstein’ın ilk ve orta öğrenimini, baskı
atmosferinin hakim olduğu katolik bir eğitim müessesesinde yapmasından
kaynaklanıyordu (1880’li yılların Almanyası’nda sadece dini okullar
vardı). Einstein, hatıralarında, okuldaki eğitmenlerin tavrından ‘çavuş
baskısı” olarak bahsedecek, hocaların ise “teğmenler” gibi davrandığını
belirtecektir.
Bu misâlde de görüldüğü gibi bir
kimse, şahsiyetinin zedelendiği veya sağlıklı gelişme imkanı bulamadığı
böyle bir durumda, çok zeki dahi olsa, bu problemin üstesinden
gelemeyebilir.Burada, insanın ideal sahibi olması onun şahsiyetini
geliştirecek, kendisine güvenini artıracak, sonuçta kendisini daha hür
hissetmesini ve daha rahat ifade etmesini sağlayacaktır.
Yukarıdaki
durumun tersi de görülebilir. Kendine aşırı güvenen ve dağınık düşünen,
kuvvetli analizler yapabildiği halde, bunlara sentez düşüncesiyle
yaklaşma arzusu veya sabrı gösteremeven kişiler de vardır. Bunlar
hayatlarında genellikle bir sonuca gitmeyi düşünmezler. Tenkit ağırlıklı
konuşurlar. Bunda, dikkatlerinin yüksek oluşunun, doğuştan getirdikleri
huy ve mizaçlarının,aldıklan terbiyenin rolü vardır. Diğer yandan, zeki
olduğu halde sürekli tutarsızlıklar sergileyen, hareketleri akıllıca
olmayan insanlar da vardır ki, bu, onların benliklerindeki itminan
zayıflığına bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir.
Yüksek zekanın karşılaştığı problemler
Bazı
insanlar; süratli düşünme, bilgiyi süratle değerlendirip belli bir yere
oturtma, ondan yeni fikirler geliştirme, süratli analiz ve sentez
yapabilme kabiliyetine sahiptirler. İntikal ve vukuf kabiliyeti yüksek,
süratli karar verebilen, dikkat ve merakları sürekli uyanık kalan zeki
talebelerin, okullarda normal süratte uygulanan eğitim/öğretime ayak
uyduramamaları, bu hız farkının onların canını sıkmasından dolayıdır. Bu
kişiler süratle akan düşüncelerini aynı süratle yazıya geçiremedikleri
için, genellikle konuşmayı tercih ederler. Çünkü düşünme mekanizması
kalemi tutan elden daha süratli işler. Yazma işi hız kesicidir;
dolayısıyla teklemeler, atlamalar,unutmalar ve sonradan hatırlamalar
olabilir, bu da, iletilen bilgi dizisinde hatalı ardalanmalara, yer
değişikliklerine yolaçar ve maksat istenen şekilde ifade edilemeyebilir.
Dikkat ve ilgileri sürekli meşgul olan, zamanı lüzumsuz kullanmaktan
sıkılan bu kişilerin yazıları çok düzgün olmayabilir.Bununla ilgili bir
misal, Bediüzzaman’ın, düzgün yazamadığı için, kendisini yarım ümmi
olarak tarif etmesidir. Onun bu özelliği, ilham yoluyla kalbine geldiği
için dilinden süratle dökülen eserlerini talebelerine yazdırmasını
gerektirmiştir (İlhamın, belli bir konuda diğer insanlardan daha fazla
kafa yoranlara nasip olduğu da bir başka gerçektir). Bu yaratılıştaki
kişiler, çok yönlü zihınlerinden gelip geçen parlak hakikat ifadelerini
küçük notlar halinde yazmayı da tercih edebilirler. Onun ‘Sünûhat’ adlı
eseri bunun güzel bir misalidir.
Bazılarında ise
intikâl süratli değildir. Analiz-sentez kabiliyeti aynı derinlikte olsa
da, bunlar mizaçlanndan dolayı, yeni şartlara daha ihtiyatlı yaklaşma,
temkinli karar verme istidadındadırlar. Bilgiyi yazıyla aktarmak
bunların yapılarına daha uygun olabilir. Bu noktada sabır mühim bir
unsurdur. Sabırlı oldukları takdirde, birinci gruptakiler güzel yazılar
da çıkartabilirler. Okuyucu bu yazıları, onları dinliyormuşçasına okur.
Zekâ / Akıl
Arapça
sözlüklerde çeşitli manaları olan akıl kelimesi bir bakıma, bağlamak
demektir. Burada, bağlamaktan maksat, birbirine uygun iki nesne veya iki
kavram arasında bağlantı kurmaktır. Mesela, kalem ve yazmak kelimeleri
arasında, uygun bir bağlantı (ilişki) vardır: Bu suretle, “kalem
yazıyor” önermesi, akla uygundur (age).
Zeka ile
aklın mathiyet ve fonksiyonları farklıdır. Akıl, hikmet içindir.
Akletmek, muhakeme etmek, hüküm çıkarmak içindir. Kabul eden veya
etmeyen, yani karar, tercih veren ve seçim yapan akıldır. Çünkü akıl,
irade sahibidir aynı zamanda. Zeka ise irade sahibi değildir ve sadece
aklın faaliyeti için gerekli verilen toplar. Beş duyu kanalıyla, ayrıca
sezgiler ve hisler yoluyla insan şuuruna akan bilgileri algılar ve aklın
önüne koyar. Bunların iradi, sübjektif değerlendirmesini akıl yapar.
Böylece insan nihai karar ve tercihini, akli fonksiyonlarıyla belirler.
Bu aynı zamanda insanın iradesini ortaya koymasıdır. Akıllı olmak için
zeka tabii bir ön şart iken, zeki olmak için akıl sahibi olmak gibi bir
ön şart söz konusu değildir. Böyle bir mukayese zaten doğru değildir,
çünkü akıl, insanın zihin ve düşünme faaliyetinde sonraki aşamayı
oluşturmaktadır.
Zeka, aklın kullanılması için
verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve faydalı kullanılması da
aklın işlerliğiyle mümkündür. Aksi takdirde orta yerde sadece kurnazlık
kalır. Çok zeki, daha doğrusu çok kurnaz bir hırsızdan sözedilebilir,
fakat ona asla akıllı denemez. Çünkü o ileriyi düşünememiş ve kendisini
çıkmaz bir yola sokmuştur. Gayrimeşru kazanç, hayatı boyunca vicdanını
rahatsız edecektir.
Bir otomobile göre mukayese
edecek olursak, zeka motora. akıl ise direksiyona benzetilebilir. Motor
çok iyi çalışabilir, ama direksiyon iyi kullanılmıyorsa motorun verimi
bir fayda sağlamaz. Araç her an kaza yapabilir. Sonuçta, akli muhakeme
için bir ön faaliyet olan düşünme eylemi, zekanın varlığını
gerektirmektedir. Fakat, her düşünen aklını kullanıyor demek değildir.
İnsan, akıl ve düşünme
İnsan
aklı, kainatta en önemli bir meyve olarak kabul edersek, aklın
kendisini yaratan Yaratıcı’yı tanıması nihai varlık sebebi olabilir;
aklın diğer bütün faaliyetleri de bu sonucu vermesi açısından önemli ve
anlamlıdır. Akıl, kainatı tarayacak, insan denilen müstesna varlığı
tanıyacak ve bütün bunlar onu Yaratıcı’sına götürecektir. Çok zeki
olduğu halde bu sonuca ulaşamayan, yani aklını kullanamayan veya
kendisine doğuştan bir potansiyel olarak verilmiş olan aklını kuvveden
fıile çıkaranıayan insanlar (bilim adamlan, düşünürler) gelip geçmiştir.
Burada bir bakıma felsefe-hikmet ayırımını da görebiliriz: Sürekli
analitik kalmaya mahkum bir çeşit zeka oyunu olan felsefe ile akli
muhakemenin ulaştığı hikmet arasındaki ayırım. Bediüzzaman Kur’an’ın
mahiyetinden bahsederken buna dikkat çeker: “Mesela Kur’an güneş için
der: ‘Döner bir siracdır, bir lambadır.’ Zira Güneşten, Güneş için,
mahiyeti için bahsetmiyor, belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizamın
merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise, Sâni’in ayine-i marifeti
olduğundan bahsediyor. Evet der: ‘Güneş döner.’ Bu ‘döner’ tabiriyle;
kış, yaz, gece, gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti
ihtar ile, azamet-i Sânii ifham eder... Şimdi bak: Şu sersem ve geveze
felsefe ne der? Bak diyor ki: ‘Güneş, bir kitle-i azime-i mâyia-i
nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu
kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir’ İşte insan zekasının bugün geldiği
seviye, varlık alemini bilimsel gözlem ve deneylerin sonuçlanyla çok
detaylı olarak tanıtıp şerhedebiliyor. Fakat bir adım daha atarak bu
varlık mucizesinin arkasındaki ilim ve kudreti görebilmek, ancak aklın
faaliyet alanına giren, aklın kullanılmasıyla mümkün bir husus oluyor
(Kader açısından da bir nasip meselesi.). Yani, tek başına zeka yeterli
olmuyor. Kur’an’ın,“Göklerin ve Yer’in yaratılmasında, gece ile gündüzün
birbiri peşisıra gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde
taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile,
ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı
yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amâde bekleyen
bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın
varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır.” (2/164);
“Allah, dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır
ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”
(2/269); “İşte Allah ölüleri böyle diriltir, size alametlerini gösterir,
ta ki, akledesiniz.” (2/73) gibi ayetleri zekanın faaliyet alanını
aşan, ancak aklın nasibi olan ve insanı hikmete götüren bu idraki, bu
akletmeyi, bu muhakemeyi ortaya koymaktadır. Bu yüzden Kur’an “akıl
sahipleri” diyor, “zeka sahipleri” demiyor. Çünkü zeka, akıl için sadece
bir ön şart. Zeka yoksa akıl zaten yok. Nihai hedef akıl. Kur’an aklı
muhatap alıyor. Çünkü idrak ve muhakeme, nihai karar ve tercih akıl ile
olacak. Bu yüzden denebilir ki, Kur’ani manada tefekkür, zekanın
hakikati arayışıdır, kendini en doğru şekilde, en doğru yerde
kullanmasıdır ve akletme denilen olayın ta kendisidir. Böyle bir akıl,
zekanın faaliyetiyle toplanan bilgilerin arkasındaki hikmeti görmekte,
yani sadece kuru bilgi aşamasında kalmamaktadır; bir üst fakülte olarak
fonksiyon görmektedir. Zeka gerçeği ve görünür realiteyi, akıl ise
hakikati algılamak üzere yaratılmıştır. Yani sahaları farklıdır.
Böylece, ancak niyeti hakikati arayıp bulmak olan kişiler bunu
başarabilir, hakikate uygun kararlar alabilirler.
Gerçek
yalandan, iyi kötüden, doğru yanlıştan akl-ı selimle ayırt edilebilir,
zeka ile değil. Zeka realiteyi tespit eder, akıl kişinin niyetine göre
bu tespiti yorumlar ve kendince bir yere oturtur. Akıl, hislerin önünde
tutulabilirse sağlıklı muhakeme yapabilir. Bunu başaran insanlar için
hakikat tektir, değişmez. Aksi durumda insan sayısınca doğru ortaya
çıkar. Bu yüzden “aklın yolu birdir” denilmiştir. Aklın kullanılamaması,
nefsin ve hislerin onun önüne perde olmasından dolayıdır genellikle.
Bu, peşin hükümlülük, şartlanmışlık ve nefsani, hissi tepki şeklinde
tezahür eder. Hisler ise kalp ile alakalıdır. Kur’an, “Kalpleri vardır,
hissetmezler.” derken, sıhhat ve selametini yitirmiş bir kalbi nazara
verir.Burada bir diğer önemli husus, kalbin de bir şuur melekesiyle
donatılmış olabileceğidir.
Sonuçta zeka, aklın
kullanılması için bir kapasitedir. Sonrası kişinin niyetine kalmıştır ve
ona göre şekillenir.Bediüzzaman, hayatta dört önemli hakikate
ulaştığını söyler; bunlardan biri de niyettin Niyet aslında kalbin
meylidir ve akli muhakemenin yönünü ve sonucunu belirler.Yani, eğer
kişinin niyeti hakikati aramak değilse, “kalp gözünün körelmesi”
ifadesiyie anlatılmak istenen, akli muhakemenin dumura uğraması hali söz
konusu demektir. Böyle bir durumda, kişinin çok zeki olmasının, hakikat
adına ona kazandıracağı hiçbir şey yoktur.
Yazar : Ömer Said GÖNÜLLÜ (Yrd. Doç. Dr. )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder