|
KUR’AN’DAKİ CENNET TASVİRLERİNİN YEREL ve TARİHSEL BAĞLAMI
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Bilindiği gibi, Kur’an’ın neliği sorunu İslâm ilim ve kültür tarihinde öteden beri ciddi tartışmalara konu olmuş ve bu tartışmalar daha ziyade Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı (Halku’l-kur’ân) problemi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu kadîm problem, her ne kadar açıkça zikredilmese bile Kur’an ve tarihsellik merkezli aktüel tartışmalar çerçevesinde farklı bir boyut ve form kazanmak suretiyle günümüze kadar gelmiştir. Ancak gerek Halku’l-kur’ân gerekse tarihsellikle ilgili tartışmalarda ortaya çıkan bütün görüş ayrılıklarına rağmen Kur’an’ın, kelâm-ı ilâhî ama aynı zamanda bir nass-ı lügavî olduğu hususunda ittifak edilmiştir. Ne var ki söz konusu ittifaka rağmen Müslümanların kâhir ekseriyeti, Kur’an’ın dilsel bir metin oluşunu bütün bir tarih boyunca arka planda tutmuş; daha doğrusu, onun dilsel formunu, “Kur’an Arapça değil Rabçadır” şeklinde formüle edilen bir ön kabulle aşkın ve ilâhî boyuta irca etmiştir. Her ne kadar İslâm ilim geleneğinde Kur’an’daki lafızların ezelî olmadığını savunan anlayış ağır basmış olsa da, ilâhî hitabın dilini rabçalaştıran egemen tasavvur, sıradan insanların zihinlerine bu hitâbı somutlaştıran her lafzın evrensel ve ideal bir mefhumun taşıyıcısı olduğu ve her harfinin altında sayısız mana bulunduğu vehmini kazımıştır. Oysa Kur’an, mümkün tarih içerisinde vahyedilen ve gerek ilk gerekse müstakbel muhataplarına beşerî bir dilin sınırlı imkânları çerçevesinde seslenen bir hitaptır. Bu noktada, her bir Kur’an pasajının tikel bir olay ya da problem üzerine nâzil olduğu iddia edilemese bile, tümünün tarihsel bir bağlam, verili bir ortam içerisinde indiği de inkâr edilemez bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Kur’an’ın bu şekilde inmesi, onun bir “ölü belge” olduğu anlamına gelmez ya da bir başka deyişle, Kur’an’ın tarihsel bir hitap olması, onun evrensel ölçekli ilke ve mesajlar içerdiği gerçeğini inkâr etmeyi gerektirmez.
Kur’an Dilinin Yapısal Karakterine Dair Bazı Mülahazalar
Kur’an, “Biz her elçiyi, mutlaka kendi toplumunun diliyle gönderdik ki (vahyedilen mesajı) kendilerine beyan etsin”[i] şeklinde bir bildirimde bulunmaktadır. “Bütün ilâhî kaynaklı metinler insanlar tarafından anlaşılması için vahyedildiğine göre, bu metinlerden her birinin, -mesajı ulaştırmakla görevli peygamber hangi kavimdense hitap da öncelikle onlara olacağı için-, o kavmin diliyle indirilmiş olması zorunludur; Kur’an dahi, evrensel bir mesajı ve hedefi olmasına rağmen bu genel hükmün dışında değildir.”[ii] Elçinin, kendisine tevdî edilen mesajı tebyin vazifesini yapabilmesi için, mensubu bulunduğu toplumun diliyle gönderilmesinden daha doğal bir şey olmayacağına göre, ilk bakışta malumu ilam gibi gözüken bu bildirimde daha başka bir hususa dikkat çekilmek isteniyor olsa gerektir. Zira ayetin bildiriminde tebyin görevinin yerine getirilebilmesi, doğrudan elçinin gönderildiği toplumun diliyle irtibatlandırılmaktadır. Tabiatıyla bu da bizi dil-lisan olgusunun neliğini, toplum ve kültürle olan ilişkisini sorgulamaya sevk etmektedir: Gerçekten dil nedir? O, salt bir söz dizgesi, bir göstergeler manzumesi ve yalnızca bir yansıtma aracı mıdır? Yoksa bütün bunlardan çok daha fazla bir şey midir?
Esasen dil, salt edilgen bir araç olmadığı gibi, salt bir yansıtıcı da değildir. Aksine o, etkin bir biçimlendirme ve yaratım aracıdır. Dış dünyayı yansıttığı kadar, ona ait anlıksal imgelerin, tasarımların da kaynağıdır. Bir başka deyişle, dış dünyayı, toplumsal, ruhsal, fiziksel gerçekliği her dil kendine özgü biçimde yoğurur ve yorumlar, kavramlaştırır, yapılaştırır; bir dünya görüşü, dünyaya yönelik bir bakış açısı ortaya koyar; nesnel gerçekliğin öznel algılanış ve anlatılışını sağlayan bir çerçeve, bir tür düşünsel form sunar. Bu açıdan bakıldığında, dilin hem yansıtıcı, hem de yaratıcı bir fonksiyon icra ettiği söylenebilir.[iii]
Kısacası insan bir anlamda dil; dil de birçok yönden toplum demektir. Zira dil toplumsal yaşamla karışır, kaynaşır, birçok bakımdan onun yazgısını paylaşır. Dil, kelimenin tam anlamıyla bir toplumsal olgudur. O, toplumun gereksinim ve etkinlikleriyle çok yakından ilgili, değişik yetilerin kullanılmasını gerektiren kendine özgü bir kurum niteliği taşır. Dahası, toplumu olanaklı kılan dil, dili olanaklı kılan da toplumdur. Dildeki anlamlı birimler ve göstergeler, temel özelliklerinin birçoğunu toplumsallıklarından alırlar ve işlevlerini toplum içinde yerine getirirler. Dil, yaşama yön veren tüm güçlerin etkisi altındadır. Gerçekten de her dil, belli bir toplum içinde, kendine özgü bir kültür ve uygarlık çerçevesinde biçimlenir, işlevini böyle bir çerçeve içinde yerine getirir. Bu nedenle, her dilin belli bir toplumu yansıttığı söylenebilir.[iv] Bir başka deyişle, bir toplumun pek çok özellikleri, yaşayışı, gelenekleri, dünya görüşü, yaşam felsefesi, inançları, bilim, teknik ve sanata katkıları o toplumun diline yansır.[v]
Bu açıdan bakıldığında, tarihin belli bir döneminde inen ve yine ilk olarak belli bir ilk muhatap kitlesine hitap eden Arapça Kur’an’ın daha iyi anlaşılabilmesi için, genelde o döneme özgü sosyo-kültürel yapının, özelde de vahyin inişine tanıklık eden Arapların pratik yaşam tecrübelerinin ve kendilerine özgü düşünce tarzlarının bilinmesi son derece önemlidir.[vi] Çünkü Kur’an, bütün yönleriyle yedinci yüzyılın Arabistan coğrafyasındaki bir kabileye, yani Kureyş’e ait kültürü yansıtan bir dili kullanmakta ve gerek şehâdet gerekse gayb âlemine dair anlatmak istediklerinin tümünü bu dilin sınırlı imkânları ile ifadelendirmeye çalışmaktadır. İfade tarzında ise, yerine göre muhkem yerine göre de müteşâbih bir dil kullanmaktadır. Kur’an, muhkem dili kullanımında, ifadelendirmeye çalıştığı alanı olduğu gibi ya da tecrübe edildiği şekliyle anlatmayı amaçlamaktadır. Müteşabih dili kullanımında ise, nesnesini doğrudan değil, başka bir şeye benzeterek anlatmayı hedeflemektedir.[vii]
Esasen, insan-gayb ilişkisi bağlamında düşünüldüğünde, sonlu bir alandan örnekler sunmak ya da benzetmeler yapmak suretiyle sonsuzun anlatılmaya çalışılması, zorunlu bir keyfiyettir. Çünkü insanın aşkın boyutu ya da sonsuzluk alanını kavraması mümkün değildir. İşte bu imkânsızlıktan da söz konusu alanın ona bildiği şeylere benzetmeler ve örneklemeler yapılarak anlatılması zorunluluğu doğmaktadır. Nitekim Kur’an da -bu zorunlu keyfiyetten ötürü- bizim açımızdan gayb kategorisinde yer alan gerçekleri, algı alanımıza giren nesnelerle somutlaştırmak suretiyle anlatmaya çalışmaktadır. Ünlü müfessir Zemahşerî (ö. 538/1143) Kur’an’ın bu anlatım tarzını, “Muttakîlere söz verilen cennetin misali...” cümlesiyle başlayan 13. Ra‘d suresi 35. ayetin tefsiri münasebetiyle, temsîlen limâ ğâbe ‘annâ bimâ nuşâhid, yani algılarımıza kapalı olan şeylerle tecrübe ettiklerimiz arasında benzerlik kurmak / nesneler dünyasından örnekler sunmak suretiyle anlatmak şeklinde formüle etmiştir.[viii]
Gaybî alana ait gerçeklikleri, nesneler dünyasına ait örneklemelerle somutlaştırmayı, dolayısıyla tarihselleştirmeyi hedefleyen bu anlatım tarzında, ilk hitap çevresi sakinlerinin lügatçesini kullanmaktan, kıssalardan hukûkî düzenlemelere, bireysel ve toplumsal yaşamla ilgili tavsiye ve emirlerden eskatolojiye kadar ilâhî hitaba konu olan her şeyin o toplumun özellerinden ya da onların tecrübe dünyasına ait nesnelerden seçilmesinden daha doğal bir şey olmasa gerektir.
İşte bu doğallığın gereği olarak, Kur’an’ın cennet betimlemelerine ilişkin dil kurgusunu da büyük ölçüde ilk hitap çevresine özgü kültürel ve coğrafi yapıya özgü unsurlar domine etmiştir. O kadar ki, özellikle Rahmân ve Vâkı’a gibi, Mekke döneminde nâzil olan bazı surelerde yer alan detaylı cennet betimlemelerinde bütünüyle tarihsel ve yerel unsurlar kullanılmış; cennetin tezyin ve tefrişinde de öncelikle nüzul döneminde yaşayan bedevî ve şehirli Arapların beğeni, istek ve arzuları öncelenmiştir. Derveze, bu öncelemenin gerekçesini, “Kur’an’da, cennet ile ilgili ayetlerde anlatılan nimetler, lüks vasıtalar ve kişisel zevkleri anlatan pek çok niteleme, muhatap alınan kimseler yani Hz. Peygamber’in çevresindekiler tarafından biliniyor olmayı gerektirmektedir.”[ix] şeklinde izah etmiştir.
Kur’an’ın “Cennet” Betimlemeleri
Arap dilinde, bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe anlamına gelen cenne(t) kelimesi,[x] Kur’an’da tekil, ikil ve çoğul formunda 147 yerde geçmektedir. Yirmi beş yerde dünyadaki bağ bahçe, altı yerde Âdem ile Havvâ’nın iskan edildiği mekan, bir yerde Hz. Peygamber’in, yanında Cebrâil’i gördüğü sidretu’l-muntehâ’nıncivarında bulunan me’vâ cenneti (53. Necm 13-15), diğer yerlerde ise âhiret cenneti anlamında kullanılmıştır. Diğer taraftan cennet, İslâmî literatürde cennetu’l-huld, cennetu’l-me’vâ, cennetu’n-naîm, adn, firdevs, husnâ, dâru’s-selâm, dâru’l-mukâme, dâru’l-âhire, âkibetu’d-dâr gibi faklı isim ve nitelemelerle de ifade edilmiştir.[xi]
Yukarıda da kısaca işaret edildiği gibi, Kur’an’ın cennet betimlemelerine ait dil kurgusunda, tamamen yerel ve tarihsel malzemeler kullanılmış ve bu kullanımda da ilk muhatabı cezbedecek objeler ön plana çıkarılmıştır. Hemen hepsi maddî bir niteliğe sahip olan bu objeler arasında en dikkat çekici olanları, huriler başta olmak üzere suyu bol yeşil mekânlar, köşkler, içlerinden nehirler akan has bahçeler, bol yiyecek ve içeceklerdir. Kanaatimizce, cennetteki bu maddî nimetlerin seçiminde ilk hitap çevresi sakinlerinin zevk, istek ve beğenilerinin belirleyici rol oynadığı, dolayısıyla yerel-tarihsel bir karaktere sahip oldukları hususu, hiçbir yorum götürmeyecek derecede açıktır. Bununla birlikte, Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerinde her çağa hitap eder nitelikte tasvirler de mevcuttur. İşte bu çalışmada, Kur’an’ın cennet ve cennet nimetleriyle ilgili betimlemelerinden hangilerinin yerel ve ait oldukları tarihsel bağlamın dışına taşınamaz nitelikte, hangilerinin başka zamanlara aktarılabilir mahiyette oldukları belirlenmeye çalışılacaktır.
Tarihsel ve Yerel Betimlemeler
Hûriler ve cennette cinsel yaşam
Hiç şüphesiz, Kur’an’ın cennet betimlemeleri arasında en fazla dikkat
çeken motiflerden biri hûrilerdir. Kur’an’ın hûrilere atfettiği
nitelikler, onların öncelikle cennetteki erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını
karşılamak maksadıyla yaratıldığını ihsas ettirmektedir. Sözlükte, iri
gözlerinin beyazı saf siyahı koyu gümüş berraklığında beyaz tenli kız”
anlamına gelen huri[xii] kelimesi Kur’an’da dört ayette geçmekte,
bunların üçünde “iri kara gözlüler” anlamındaki îyn kelimesiyle birlikte
zikredilmektedir.[xiii] Diğer ayette ise, “çadırlarda iskân edilmiş”
mânâsındaki maksûrâtkelimesiyle beraber anılmaktadır.[xiv] Ayrıca ‘hûriler’ 78. Nebe’ suresi 33. ayette kevâib etrâb(göğüsleri yeni oluşmuş yaşıt kızlar); 56. Vâkı’a suresi 37. ayette ise, urub etrâb(eşlerine düşkün iffetli yaşıt kızlar) şeklinde tasvir edilmektedir.Kur’an’da hûrilerin tasvirleriyle ilgili başka tasvir ve nitelemeler de mevcuttur. Bir ayette huriler, yüksek değerinden ötürü saklanan ve bir anlamda kıskanılan inciye benzetilirken,[xv] başka bir ayette gün yüzü görmemiş ve el değmemiş taze yumurtaya,[xvi] bir telakkiye göre sedefinden çıkarılmamış beyaz inciye,[xvii] 55. Rahmân suresinde ise yakut ve mercana benzetilmiştir.[xviii] Yine Kur’an’da hûrilerin bâkire[xix] ve aynı yaşta oldukları[xx] ve cennetteki eşlerinden önce kendilerine ne bir insanın ve ne de bir cinnin dokunduğu ifade edilmiştir.[xxi]
Kur’an’daki bu nitelemelerden de açıkça anlaşılacağı üzere, cennetteki hûri portresi, erkeklerin zevklerini okşayan bir cinsel obje olarak resmedilmiş; keza, hûrilere atfedilen fiziksel özellikler de nüzul dönemi erkeklerinin beğendiği kadın tiplemesine uygun şekilde betimlenmiştir. Bu tespit, ilk bakışta indirgemeci bir yaklaşım olarak görülebilir. Ancak İbn Manzûr’un (ö. 711/1311) Lisânu’l-‘arab’dakaydettiği, “Araplar, şehirli kadınları, beyaz tenli olmalarından ve temizlikleriyle (bedevî) Araplardaki pejmurdelikten uzak ve bakımlı bir görünümle arz-ı endam etmelerinden dolayı havâriyyâtdiye isimlendirirlerdi”[xxii] şeklindeki ifadeden de açıkça anlaşılacağı gibi, Kur’an’da bembeyaz tenli, sedefinden çıkarılmamış beyaz inci gibi tasvirler, herhalde tarih-üstü kadın güzelliğini değil, o toplumun güzel kadın anlayışını yansıtıyor olsa gerektir. Nitekim cahiliye dönemi Arap şairlerinden İmriu’l-Kays’ın muallakasında yer alan, “üç direkli çadırlardaki mahfe yumurtaları (muhafaza altında bulunan kadınlar), kimsenin eli değmemiş olan sulardaki sedeflerin içlerindeki inciler” şeklindeki kadın tasvirleri de bizim bu tezimizi desteklemektedir.[xxiii]
İslam’a karşı önyargılı bazı çevrelerinKur’an’a ve İslâmî değerlere hücum ederken sık sık başvurmuş oldukları, cennetteki cinsel hayatla ilgili betimlemelerde güzellik, çekicilik vb. faktörler kadınlara nisbet edildiği halde, bu tür betimlemelerin sağladığı özendirici sonuç ve avantajların tümüyle erkekler için söz konusu edildiği ve kadının âdeta erkeğin zevklerini tatmin eden bir cinsel meta olarak gösterildiği şeklindeki eleştirinin de yine Kur’an hitabının tarihselliği bağlamında cevaplanması gerektiği kanaatindeyiz. Zira söz konusu eleştiriye cevap sadedinde geliştirilen, “gerçekten dünya hayatında kadın psikolojisi üzerinde sürdürülen çalışmalar, yapılan anket ve araştırmalardan onun monogam olduğu, gönül ve hayal âleminde sadece bir erkeğe yer verdiği anlaşılmıştır”[xxiv] şeklindeki bir argümanın ikna edici olmadığı açıktır. Bu itibarla, Kur’an’ın resmettiği hûri imajının her döneme hitap eden evrensel bir imaj olduğunu kabul eden geleneksel telakkinin bu soruya tatminkâr bir cevap vermesi oldukça zor gözükmektedir.
Kadının bio-psişik açıdan her dönemde erkekten daha cazip bir varlık olarak algılanmasının antropolojik bir gerçeklik olduğunu kabul etmekle birlikte -ki günümüzde mağaza açılışından araba lastiği reklamına kadar kadının cinselliğinin semerelendirilmesi de bu durumun somut bir kanıtı sayılabilir-, Kur’an’ın bu konuyla ilgili detaylı tasvir ve nitelemeleri, gerçekte yerel ve tarihsel nitelikli olup ilk muhatap kitlesinin istek ve eğilimlerini yansıtan bir mahiyete sahiptir. Bu gerçeği, zihinlerde somutlaştırmak için, kadının İslam öncesi Arap toplumundaki algılanış biçimini ortaya koyan tarihsel verilere kısa da olsa bir atf-ı nazar etmenin son derece faydalı olacağını düşünüyoruz.
İslam’a davet sürecini önceleyen dönemde, hatta bu sürecin ilk etabında, ilâhî hitaba muhatap olan insanların gündelik yaşamlarında kullandıkları en önemli zevk araçlarından biri de kadın idi. Bu dönemde kadın, cinsel bir tatmin aracı olmanın ötesinde çok fazla bir şey ifade etmiyordu. Dahası, kadın, alınıp satılan bir eşya muamelesi gören ve toplumsal statüsü köleden farklı olmayan bir varlıktı. Buhârî’nin (ö. 256/870) Urve b. ez-Zübeyr kanalıyla Hz. Aişe’den naklettiği rivayetten aktaracağımız şu pasajın kadının o dönemdeki durumu hakkında önemli ipuçları vereceği kanaatindeyiz:
Cahiliyedeki bir diğer nikâh şekli de şöyle idi: Erkek, temizlik
döneminde iken karısına ‘Soylu birine git ve ondan seninle cinsel
ilişkiye girmesini iste’ der ve karısının cinsel ilişkiye girmesini
istediği erkekten hamile kaldığı kesinleşinceye kadar ondan uzak
dururdu. Karısının hamileliği açıkça belli olduktan sonra kocası dilerse
onunla ilişkide bulunurdu. Erkek, ‘istibdâ’ (nikâhu’l-istibdâ) denilen bu teklifi, doğacak çocuğunun asil bir kan taşımasına yönelik arzusundan dolayı yapardı.[xxv]
Diğer taraftan fuhuş cahiliye döneminin en güçlü sektörlerinden birini
oluşturuyordu. Öyle ki, pek çok yerleşim merkezinde ve ticaret
kervanlarının uğrak yerlerinde mâhurdenilen işret ve zina
âlemlerinin yapıldığı yerler vardı. Buralarda cariyeler içki sunar, raks
eder ve gayr-i meşru ilişkide bulunurlardı. Fahişelik yapan cariyeler
öksürerek ilişki teklifinde bulundukları için kendilerine kahbe
dedenirdi. Bu cariyelerin arasında sahipleri tarafından para kazanmak
amacıyla zorla bu işe itilenler de mevcuttu.[xxvi] Yine bu dönemde bazı
fahişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların kapılarına
bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri davet
ederlerdi.[xxvii] Cahiliye dönemi erkekleri ise, çoğunlukla zinayı ayıp
saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Şair İmriu’l-Kays bu olguyu bir
şiirinde şöyle dile getirmiştir:
Ben, senin gibi nice kız, gebe ve emzikli kadınlara (ki gebe ve
emzikliler bu hallerinde erkek istemezlerken) geceleri gitmiş ve onları
güzelliğimle) bir yaşına basmış, nazar boncuklu, emzikli çocuklarından
alıkoymuşumdur.
Ki o emzikli kadın, çocuğu ağladıkça vücudunun yarısıyla ona dönüp meme
veriyor ve altımdaki yarısı benden ayrılmıyordu.[xxviii]
Bütün bu veriler çerçevesinde, Kur’an’ın, cennetteki hurî temasını
özellikle güzellik, çekicilik ve cinsellik gibi tamamen erkeklerin
zevklerini okşayacak şekilde işlemesinin neden ve niçinlerini öncelikle
vahiy tarihini çevreleyen sosyo-kültürel yapının bünyesinde aramak
gerektiği kanısındayız. Cahiliye döneminde, anılan özellikleri haiz bir
toplumsal yapı içerisinde hayatlarını sürdüren Arapların, yaşam
pratiklerinde çok önemli bir yer tutan fuhuş ve sair gayr-i meşru nikâh
uygulamaları şeklinde tezahür eden alışkanlıklarını bir anda terk
etmelerinin zor olduğunu söylemeye gerek yoktur. Bu bağlamda, İslam’ın
gelişinden sonra dahi mut’a nikâhına belli bir süre izin verilmesinin
de[xxix] yine bu alışkanlıklarından bir anda vazgeçememe olgusuna
dayandığını söylemek mümkündür.Kadının bir meta gibi alınıp satıldığı, tabir caizse kapanın elinde kaldığı, fuhşun ve sair gayr-i ahlâkî davranışların hâkim olduğu bir toplumsal yapı içerisinde yaşayan insanları, Allah korkusu üzerine ikame edilmiş erdemli bir yaşam sürmeye davet etmenin, hiç şüphesiz meşru bir karşılığı olması gerekiyordu. Zira başta tapındıkları putlar olmak üzere pratik yaşamlarını büyük ölçüde maddî ve algılanabilir objeler üzerine inşa eden bir toplumsal bilincin egemen olduğu bir düzlemde, insanlara soyut manevî değerleri kabul ettirmenin zor, hatta imkânsız olduğu aşikardır. İşte bunun içindir ki Allah, kendi davetine olumlu yanıt verecek olan bu insanların dünyevî yaşamlarında çok önemli bir yer tutan kadın ve cinsellik olgusunu, inanmalarını istediği âhiret hayatının en cazip nimetlerinden biri olarak takdim etmiştir. Müteşabih alana ait ebedî mutluluk yaşantısına özendirmenin muhkem dilin verileriyle formüle edildiği bu takdimde, muhatabın hayatında çok önemli bir yer tutan kadın teması yine onları cezbedecek bir kadın portresi çizilmek suretiyle işlenmiştir. Zira bu gün açısından bakıldığında, çadırlarda iskân edilmiş hûri imajının(hûrun maksûrâtün fi’l-hıyâm),[xxx] en azından bizim toplumumuzun fantastik muhayyilesine tamamen yabancı olduğu aşikârdır. Bu bağlamda, çadırdaki hûrî tasvirini, “Bunu günümüzde sarayda, köşkte ya da lüks bir otelin kral dairesinde iskân edilmiş kadın olarak anlamak mümkündür” şeklinde bir sözde yorum yordamıyla anlamlandırmaya çalışmanın anlamsızlığı herhalde izahtan varestedir. Oysa Arabın çöl hayatında çadırın ne kadar önemli bir işgal ettiği hatırlandığı takdirde, bu tasvirin gerçekte kimlerin zevkine hitap ettiği kendiliğinden anlaşılacaktır.[xxxi]
Kur’an’ın tamamen yerel ve tarihsel şartlarla, daha doğrusu nüzul dönemindeki kültürel yapıya özgü kadın ve cinsellik telakkisiyle örtüşür şekilde sunduğu cezbedici cinsel özellikleri ön plandaki bu yerel hûri tiplemesi, doğal olarak ilk dönem Arap müslümanların muhayyilesinde cennetin çok zengin cinsel hazların yaşanacağı bir mekân olarak algılanmasına yol açmıştır. O kadar ki, hadis adı altında nakledilen bazı rivayetlerde konu büsbütün vulgarize edilmiştir.
Nüzul dönemi insanlarının beğeni ve isteklerinin, daha doğrusu, cennet hayatına yönelik fantezilerinin tam bir listesini oluşturan bu rivayetlerin bazılarında “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz cennette cinsel ilişkide bulunacak mıyız?” şeklindeki bir soruya cevap sadedinde Hz. Peygamber’e oldukça ilginç sözler nisbet edilmiştir. Sözgelimi, bir hadiste cennette bir erkeğe günde yüz bakire ile cinsel ilişkide bulunma gücü verileceği ve çok kısa bir sürede yüz bakire ile birlikte olacağı;[xxxii] bir başka hadiste bu bakirelerin kızlıklarının zorlanarak bozulacağı (dahmen dahmen);[xxxiii] ancak, bozulduktan sonra tekrar eski haline döneceği belirtilmiştir.[xxxiv]
Cennet, adeta cinsel hazların doyasıya giderildiği bir yer gibi telakki edilince, doğal olarak, “O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler”[xxxv] mealindeki ayette geçen “safa sürme” tabiri de “kızların bekâretini bozma safası” şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorumu yapanlar arasında İbn Mes’ûd, İbn Abbas,[xxxvi] İkrime, Evzaî,[xxxvii] Mucâhid, Katâde, Dahhâk, Saîd b. el-Müseyyeb,[xxxviii] Hasen el-Basrî, A‘meş ve Süleymân et-Teymî[xxxix] gibi büyük âlimlerin bulunması, ilk dönem müslümanlarının cenneti nasıl algıladıklarına ilişkin yeterli bir fikir vermektedir.
Kurtubî’nin (ö. 671/1273) yukarıdaki ayetin tefsirinde İbn Abbas’tan nakletmiş olduğu şu rivayet de oldukça ilginçtir: “Cennetteki bir erkek, huriyle yetmiş yıl sarmaş dolaş bir halde yatar; ancak ne o huriden ne de huri ondan bıkar. Erkek her ilişkiye girişinde onu bakire olarak bulur. Yine ona her yaklaşmasında cinsel isteği kabarır ve onunla yetmiş erkeğin cinsel gücüne sahip olarak ilişkiye girer; fakat aralarında inzal/boşalma vâkî olmaz.”[xl]
Ebû Nu’aym’ın (ö. 430/1038) Sıfatu’l-cenne’si, Beyhakî’nin (ö. 458/1066) el-ba‘s ve’n-nüşûr’u, Kurtubî’nin et-Tezkira’sı ve İbn Kayyım’ın (ö. 751/1350) Hâdi’l-ervâh’ı gibi, ahiretle ilgili konuları işleyen klasik kaynaklarda yer alan şu rivayetler ise, ilginç olmanın çok daha ötesinde bir karaktere sahiptirler:
Ebû Ümâme’den nakledildiğine göre “Allah, cennete soktuğu her erkeği
yetmiş iki kadınla evlendirecektir. Bunlardan ikisi huri, yetmişi de
cehennemlik erkeklerden miras kalan kadınlardır. Bu kadınların her biri
arzulu bir dişillik organına, erkek de sürekli ereksiyon halinde bulunan
bir erillik organına sahip olacaktır.” (leyse minhunne imra’etun illâ ve lehû kubulun şehiyyun ve lehû zekerun lâ yensenî).[xli]
Yine Ebû Ümâme’den nakledilen bir rivayette şöyle kaydedilmiştir: Hz.
Peygamber’e “Cennettekiler cinsel ilişkide bulunacaklar mı?” diye
soruldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Evet, Beni hak üzere gönderen
Allah’a yemin ederim ki hem de zorlaya zorlaya” dedi ve eliyle de
gösterdi... (iy ve’llezî beasenî bi’l-hakki dihâmen dihâmen ve eşâre bi-yedih).[xlii]
Ebû Hureyre’den nakledilen bir rivayette ise şu ifadelere yer
verilmiştir: “Cennetteki erkekler eşleriyle cinsel ilişkiye girecekler
mi? sorusuna Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Evet! Hem de bıkıp
usanmak bilmeyen bir erillik organı, yıpranmayan bir dişillik organı ve
hiç kesintiye uğramayan bir cinsel istekle... (neam bi-zekerin lâ yemell ve fercin lâ yahfâ ve şehvetin lâ tenkatı‘)”[xliii]
Kuşkusuz, bütün bu rivayetlerin uydurma veya en azından zayıf
oldukları ileri sürülebilir; ancak, bunların sahih olup olmadığı bizi
çok fazla ilgilendirmemektedir. Zira bu rivayetler tümüyle uydurma bile
olsa, sonuçta her biri, klasik dönem Arap muhayyilesindeki cennetin bir
fotoğrafını vermektedir ki, bizce asıl önemli olan da budur.Cennetteki bitkiler ve yiyecekler
Cennetteki ağaçlar ve cennetliklerin beslenme rejiminde önemli bir yer tuttuğu anlaşılan meyveler de hemen bütünüyle mahallî nitelikli olup evrensel bir mahiyete sahip değildir. Sözgelimi, 56. Vâkı’a suresi 28. ayette yer alan ve meallerde “düzgün-dikensiz kiraz ağacı” şeklinde çevrilen sidr, Arabistan kirazı da denilen meşhur nabk ağacının[xliv] diğer ismidir. Daha doğrusu bu, nüzul dönemi Araplarının zevkini okşayan bir vaha ağacıdır. Süleym b. Âmir’den nakledilen bir rivayette anılan ayetin tefsirine ilişkin şu ifadelere yer verilmiştir:
Hz. Peygamber’in ashabı şöyle derdi: Doğrusu Allah, bizi bedeviler ve onların istekleriyle (mesâil)
faydalandırıyor-nimetlendiriyor. Birgün bir bedevî Hz. Peygamber’e
şöyle bir soru yöneltti: ‘Ey Allah’ın rasûlü! Allah cennette insanı
rahatsız eden bir ağaçtan söz ediyor. Böyle bir şey nasıl olur?’
Rasulullah, ‘nedir o?’ diye sorunca bedevi, ‘kiraz ağacıdır’ dedi. Çünkü
kirazın rahatsız edici dikenleri vardır. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle
buyurdu: Ayette ‘dikensiz kiraz’ (sidr mahdûd) denmiyor mu? Allah onun dikenini gidermiş ve her bir dikenin yerine bir meyve ikame etmiştir.[xlv]
Dahhâk ve Katâde’den nakledilen bir rivayette ise şu ifadelere yer
verilmiştir: Müslümanlar Vecc’e (Taif’te verimli bir vadinin adı)
baktıklarında bu vadideki sidr ağacı çok hoşlarına gitti ve iç
çekerek, ‘keşke bizim de böyle bir ağacımız olsa’, dediler. İşte bu söz
üzerine [ilgili] ayet indi.[xlvi] Başka bir rivayette ise, ayette sidr
kelimesinin geçmesi üzerine Taiflilerin, “Bu bizim sidr ağacı”
dedikleri kaydedilmiştir.[xlvii] Belki de bu konuyla ilgili nakledilen
tarihsel verilerin en ilginç olanı, câhiliye dönemi şairlerinden Ümeyye
b. Ebi’s-Salt’ın cenneti tasvir eden şu mısralarıdır: “Cennetlerdeki
bahçeler gölgeliktir. Bu cennetlerde göğsü yeni oluşmuş kızlar vardır;
oralardaki sidr ağaçları dikensizdir.”[xlviii]Klasik tefsirlerdeki bilgilerden anlaşıldığına göre, aynı surenin (Vâkı’a) 56/29. ayetinde geçen talhin mendûd (meyveleri salkım saçak muz ağacı) ifadesindeki talh ağacı da yine nüzul dönemindeki Arapların beğenileri göz önüne alınarak cennet ağaçları arasına dâhil edilmiştir. Nitekim tefsirlerde “Talhağacının cennet ağaçları arasında zikredilmesinin anlamı nedir?” şeklinde bir soru sorulmuş ve bu soruya, “Bu ağacın çiçeği ve güzel bir kokusu vardır” diye cevap verilmiştir. Yine bu soruya cevap sadedinde Mücâhid’in, “Müslümanlar Vecc vadisinin talh ve sedir ağaçlarının gölgesinden hoşlanıyorlardı” dediği nakledilmiştir.[xlix]Bir başka rivayette ise Mücâhid’in şöyle söylediği kaydedilmiştir:
Allah talhin mendûd tabiriyle Kureyşliler’e bir hatırlatmada
bulunuyor. Zira onlar, Taif bölgesindeki Vecc vadisinde bulunan dikenli
meşe ağaçları veya hurma türünden ağaçlar ile dikensiz kirazları çok
seviyorlardı.[l]
Bu bağlamda müfessir Kurtubî de ‘sidr’ ve ‘talh’ ağacının isminin
özellikle anılmasının nedenini, “Kureyş talh ve sidr ağacının gerek
gölgesini ve gerekse yeşilliğini çok seviyorlardı. Bu yüzden ilâhî
hitapta kendilerine beğendikleri şeylerin sözü verilmiştir” şeklinde
izah etmiştir.[li]Kur’an’ın cennet tasvirlerinde sık sık meyvelerden söz edilmekle birlikte, özellikle hurma ve nara atıfta bulunulmuştur.Bazı müfessirler, bu iki meyvenin adının özellikle zikredilmesini, diğer meyvelerden üstün oluşlarına bağlamışlardır.[lii] Bu, tamamıyla ön kabule mebni bir yorumdur. Zira “hangi meyve daha güzeldir” sorusuna verilecek cevabın göreceli olduğunu söylemeye hacet yoktur. Kanaatimizce burada da yerel unsur ön plana çıkarılmıştır. Nitekim bu durum, Kurtubî tarafından şöyle dile getirilmiştir: “Allah bu iki meyveyi özellikle andı; zira o dönemin Arapları nezdinde hurma ve narın ifade ettiği önem, buğdayın bugün bizim için arzettiği öneme eşdeğerdi. Çünkü onların yiyecek maddeleri genellikle hurma, meyveleri de nar idi.”[liii]
Cennetteki nehirler ve içecekler
Kanaatimizce, cennetin yeşil bir bitki örtüsü ve sık ağaçlarla kaplı bir mekân anlamına gelmesi ve bu mekânın otuzu aşkın ayette[liv] “zeminlerinden ırmaklar akan cennetler” şeklinde tasvir edilmesi de büyük ölçüde nüzul ortamındaki iklim ve coğrafî şartlarla ilgilidir. Bu konuyla ilgili değerlendirmemize geçmeden önce Şemsettin Günaltay’ın Arap Yarımadası’nın doğal ortamına ilişkin tasvirlerini aktarmak yerinde olacaktır:
Arabistan Yarımadası’nda devamlı olarak akan nehir ve çay yoktur.
Yağmur mevsimlerinde vadileri dolduran sular, bu mevsim geçer geçmez
kızgın güneşin etkisiyle çekilir ve kurur. Fakat buna karşılık estiği
yönden rüzgârlı havaya kırmızı bir renk veren Sumum Rüzgârı (Bâd-ı
Sumum) hemen her zaman eser. Büyük Asya bozkırının uzantısı mahiyetinde
olan Arabistan çöllerinin tek bitkisi, bozkırda olduğu gibi ottur. Fakat
Arabistan’da ot her tarafta bol miktarda yetişmez. Yetişebilenler de
yaz gelir gelmez, kızgın güneş ve kuru rüzgârlar ile tamamen kurur.
Yarımadadaki bitkisel hayatı mahveden bu kuru rüzgâr, Asya’nın merkez
yaylasından mütemadiyen esen kuru bir hava akımından kaynaklanmaktadır.
Bu akım Asya’nın yüksek bozkırlarından geçerken iyice kuruduğundan bütün
otları emerek kurutmaktadır. Bundan dolayı kuzey Arabistan’da ağaç
hemen hiç yok gibidir. Otlar, bodur bir halde kalan bitkiler, ancak
ilkbahar aylarında görülebilirler. Mayıs sonundan itibaren kuraklık
bütün şiddetiyle baş gösterir. Otlar tamamen kurur, toprak rengini
alır.[lv]
Arap Yarımadası’nın genel iklim yapısına ilişkin bu bilgiler,
altlarından ırmaklar akan sular ifadesinin, cennet sözünün geçtiği hemen
her ayette adeta bir nakarat gibi tekrarlanmasının nedenine dair önemli
ipuçları içermektedir. Kaldı ki, Kur’an’ın inişine tanıklık eden
Arapların yaşadıkları iklim koşullarında en fazla özlem duydukları
şeylerden birinin, yeşilliklerle kaplı mekânlar ve sulak araziler
olduğu; çölde yaşayan bedevîlerin, su bulmak için günlerce yolculuk
yaptıkları da gayet iyi bilinmektedir.Meseleye bu açıdan bakıldığında, cennetle ilgili bu betimlemenin de esas itibariyle tarihsel ve yerel karakterli olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Zira Bangladeş’te sık sık sel felaketine maruz kalan ve artık “su” kelimesini duymaktan nefret eder hale gelen yahut Venezuela’daki Canaima bölgesi gibi, bakır renginde akan ırmaklar, şelâleler ve daha pek çok olağanüstü doğal güzelliklerle meşbu bir mekânda yaşayan insanların zihinlerinde “zeminlerinden ırmaklar akan cennetler” ifadesinin çok cazip bir yönü olmasa gerektir. Buna mukabil, son derece sıcak çöl ortamında yaşayan bir insan için, çeşitli cennet modelleri arasında, içinden ırmaklar akan ve yemyeşil bitki örtüsüne sahip olan bir cennetin tercihe şayan olduğunda kuşku yoktur. Nitekim tefsirlerde yer alan bazı bilgiler de bunu teyit eder niteliktedir. Mesela Kurtubî şöyle demektedir:
Araplar sıcak çöl ikliminde yaşayan bir toplum oldukları için,
ülkelerinde nehirler hemen hemen yok gibidir. Suya ancak (kuyuya
salınan) kovalarla ulaşma imkânları vardır. İşte bu yüzden, dünyadaki
durumlarının aksine cennette kendilerine son derece bol su sözü verilmiş
ve yine onlara ağaçlar, gölgeler, sular ve nehirler gibi, dünyadaki
bildik mesire yerlerine özgü motiflerin tasviri yapılmıştır. Keza, fâkiheten kesîrâ (bol meyveler) ifadesiyle de, memleketlerindeki meyve kıtlığının aksine “cennette çok meyveler var” denilmek istenmiştir.[lvi]
Bu noktada, Râzî’nin, mâ-i meskûb(yüksekten akan sular-şelâleler) ifadesine yönelik izahı da anılmaya değer niteliktedir: Mâ-i meskûb,
‘çok (su)’ anlamındadır. Çünkü su, Araplar nezdinde çok değerli bir şey
olup gereksiz yere sarfedilmez. Aksine muhafaza edilir ve içilir.
Binaenaleyh, onlar nimetlerden söz ederlerken, suyun bol oluşunu da
zikrederler ve bu bolluğu suyun yukarıdan aşağıya dökülmesi ile dile
getirirler.[lvii] Diğer taraftan, 30. Rûm suresi 15. ayette cennetin ravzaolarak
nitelenmesiyle ilgili olarak Kurtubî tefsirinde şu ifadelere yer
verilmiştir: “Ravza yani yeşil mekân... Bu kelime özellikle zikredildi;
çünkü Araplar için yeşillik bir mekândan daha güzel bir şey
yoktur.”[lviii] Yine Ebû Ubeyde de, “Araplar nezdinde otlu yeşil
mekândan daha güzel, kokusu daha hoş hiçbir şey yoktur”[lix] demek
suretiyle aynı noktaya vurgu yapmıştır.Kur’an’ın cennet betimlemelerinde önemli bir yer tutan bir başka unsur da içkidir. Esasen bu da nüzul ortamındaki verili durumla çok yakından irtibatlıdır. Zira İslam öncesi Arap toplumunda, özellikle zevk ve eğlenceye düşkünlükten ötürü yaygın bir içki tüketim ve ticaretinin olduğu; içkinin kadın gibi diğer birkaç unsurla birlikte Arap şiir ve edebiyatının ana temalarından birini oluşturduğu bilinmektedir. Nitekim Karadâvî, “Cahiliye döneminde Araplar bağımlılık derecesinde içkiye düşkün idiler. Bu düşkünlük onların dillerine de yansıdı ve içkiyi yüz civarında ayrı isimle isimlendirdiler; şiirlerinde içkinin türlerini, kadehlerini ve işret âlemlerini tasvir ettiler”[lx] şeklindeki ifadesiyle bu tarihsel gerçeğe atıfta bulunmaktadır.
Kur’an’ın cennetteki içeceklere atfetmiş olduğu temiz, baş ağrıtmayan ve akla halel getirmeyen gibi vasıflar, bilahare yasaklanacak olan alkollü içkinin mü’minin pratik yaşantısında yer almaması gereken bir şey olduğuna dair ilk göndermelerdir. Bu pedagojik unsur bir tarafa, Kur’an’ın mü’minlere cennette içki sözü vermesi, hatta içkinin tadını güzelleştirecek birtakım katkı maddelerinden ve kokteyllerden bahsetmesi, kesinlikle yerel özellikli olup burada da yine o dönem Arabının zevkine ve damak tadına hitap edilmiştir. Bunun en somut örneği, “Onlara cennette bir kâseden içirilir ki bu şarabın karışımında zencefîl vardır”[lxi] mealindeki ayette geçen ‘zencebîl’ (zencefil) kelimesidir. Klasik tefsirlerde zencefilin içkiye katılan bir madde olduğu belritilmiştir. Mesela Râzî bu konuda şöyle demiştir: “Araplar, içecekleri şeylere zencefil katmayı severlerdi. Çünkü bu madde, içeceğe bir tür acılık verirdi. Hâl böyle olunca Allah da cennet içeceğini bu şekilde niteledi.”[lxii] Bu bağlamda Kurtubî’nin et-Tezkira’dakişu ifadesi de oldukça manidardır: “Araplar içkiye karıştırılan zencefili severlerdi. Allah da onların bildikleri ve beğendikleri bir şeyle kendilerine hitap ederek adeta şöyle demek istedi: Eğer iman ederseniz dünyada sevdiğiniz bu şeyin aynısı size ahirette de verilecektir.”[lxiii] Kurtubî, tefsirinde de şunları söylemiştir: “Araplar, güzel kokusundan ötürü zencefil katılmış içki içmeyi severlerdi. Çünkü bu madde, dilde acımsı bir tat bırakır, yemeğin hazmını kolaylaştırırdı. Bu yüzden cennet nimetleri onlara, en güzel nimet olarak telakki ettikleri şeylerle özendirildi.[lxiv]
Cennette müzik ve eğlence
Kur’an’da yer almamakla birlikte, bazı hadis rivayetlerinde ve tefsirlerde cennet hayatına özgü etkinliklerden birinin müzik ve eğlence olduğu belirtilmiştir. İlgili rivayetlerdeki kayıtlara göre, bazı insanların daha dünyada iken özleminden hasta olup öldükleri hûriler,[lxv] cennette erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamanın yanında koro halinde şarkılar söylemek suretiyle eşlerini eğlendireceklerdir. Bazı müfessirler, “iman edip güzel davranışlarda bulunanlar cennette lezzet ve sevince mazhar kılınacaktır”[lxvi] mealindeki ayette geçen “sevince mazhar kılınma” ifadesini cennet ehlinin şarkılar dinlemesi şeklinde yorumlamış; bazı hadisçiler ise cennet hûrilerinin koro halinde şarkı söyleyeceklerine dair hadisler nakletmişlerdir.[lxvii] Kaynaklarda az çok değişiklik arz etmekle birlikte hûrilerin söyledikleri şarkının güftesi şu sözlerden oluşmaktadır: “Biz sonsuza kadar yaşayan ve yıpranmayan körpeler, küsmek bilmez sevgilileriz. Biz ve eşlerimiz çok mutluyuz.”[lxviii]
Tarihsel veriler, eğlence ve içkili işret âlemlerinin, cahiliye dönemi Arabının vazgeçilmezleri arasında yer aldığını göstermektedir. Bu konuyla ilgili olarak Hadis’te Folklor ve Eğlence adlı çalışmada şu bilgiler aktarılmıştır: “Cahiliye dönemi eğlencelerinde mûsikînin, şarkı söyleyen kaynelerin önemli bir yeri vardır... Araplar genel olarak müzik dinlerlerdi. Şarkıcılar genellikle cariyelerden oluşurdu... Cahiliye döneminde en önemli eğlendirici olarak görülen kaynelere büyük değer atfedilmiş, sefahate düşen insanlar içki meclislerinde onlara para saçmayı bir gurur vesilesi saymışlardır.”[lxix]
Böylesi bir kültürel çevrede doğup büyümüş insanlara cennetteki hûrilerin konser vereceklerini, bu suretle eşlerini eğlendireceklerini söylemekten daha doğal bir şey olmasa gerektir. İşte bundandır ki, Tirmizî’nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber’in şöyle dediği bildirilmiştir: “Cennette bir huri korosu vardır. Bu koro yüksek sesle [şarkı] söyler. İnsanlar onların söyledikleri kadar güzel bir şarkı dinlememişlerdir. Onlar, “Biz ebedî tazeleriz...” sözleriyle başlayan şarkılar söyleyeceklerdir.[lxx]
Muhtelif varyantlarıyla nakledilen bu rivayetteki hûrilerin müzik dinletisine 56. Vâkı’a suresindeki, “Onların çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır; mâîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle. Bu şaraptan ne başları ağrır ve ne de akılları gider. (Onlara) beğendikleri meyveler; canlarının çektiği kuş etleri; saklı inciler gibi, iri gözlü hûriler[lxxi] şeklindeki tasvirleri eklediğimizde, ortaya çıkan kompozisyonun Arapların öteden beri aşina oldukları eğlence formunu yansıttığı hemen fark edilecektir.
Cennetteki takılar ve giysiler
Kur’an’ın beyanına göre cennetlikler, Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurulacak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın dibâdan yeşil elbiseler giyeceklerdir.[lxxii] 22. Hacc suresi 23. ayette, “Muhakkak ki Allah, iman edip iyi işler yapanları, zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder. Bunlar o cennetlerde altın bilezikler ve inciler takınırlar. Orada giyecekleri ise ipektir” denilmiştir. Yine 35. Fâtır suresi 33 ayette, “(Onların mükâfatı), içine girecekleri Adn cennetleridir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir” denilmiş; 76. İnsan suresi 21 ayette ise, “Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır” mealinde bir ifadeye yer verilmiştir.[lxxiii]
Bu ayetlerde mü’minlerin cennette altın, gümüş ve ince bilezikler takıp ipek elbiseler giyeceklerinin bildirilmesi, kesinlikle nüzul ortamındaki zenginlik ve saltanat telakkisiyle ilgilidir. Müfessir İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) bu konuyla ilgili olarak, “Krallar dünyada kollarına bilezikler/künyeler; başlarına taçlar taktıkları için, Allah da bunları cennet ehline verdi.”[lxxiv] şeklinde bir tespitte bulunmuştur. Diğer taraftan, Mevdûdî’nin, “Bu çeşit mücevherâtı kadınlar takınır. Burada erkekler için de aynı şeyin söylenmesi ne anlama gelir?” sorusunu, “Eskiden krallar ve reisler ellerine, boyunlarına ve taçlarına çeşitli mücevherler takarlardı”[lxxv] şeklinde cevaplaması da yine bu tarihsel olgunun bir ifadesidir.
İbnü’l-Cevzî ve Mevdûdî’nin bu tesbitlerinden hareketle, söz konusu takılar ve giysilerin, o dönemde zenginlik, şatafat ve saltanatı simgeleyen ve fakir insanların hayallerini süsleyen maddî değerleri temsil ettiğini rahatlıkla söylemek mümkündür. Bugün açısından bakıldığında ise Müslüman toplumlarda -en azından günümüz Türk toplumunda- erkeklerin, sıra dışı eğilimleri olan bazı gençler dışında kollarına bilezik, başlarına taç takma gibi bir zevk, adet ve alışkanlıklarının bulunmadığı aşikârdır. Ancak bazı müfessirler, bu tasvirlerin tarihsel yönünü göz ardı ettikleri için konuyu izah etmekte güçlük çekmişlerdir. Sözgelimi, M. Hamdi Yazır, “Erkekler hakkında bu tarz süslenme nasıl memduh olabilir?” şeklinde son derece anlamlı bir soru sormuş; ancak bu soruyu cevaplarken geleneksel anlayışı esas aldığı için, ister istemez “Bilezikler, cennet ehlinin bu dünyada elleriyle yapıp ettikleri salih amellerin timsali olan mükâfattır” tarzında birtakım gnostik mülahazalarda bulunmak zorunda kalmıştır.[lxxvi]
Kur’an’daki bütün bu yerel ve tarihsel karakterli cennet tasvirlerinin yanı sıra sıhhati tartışmalı bazı hadislerde yine nüzul dönemindeki Arapların fantezilerini dile getiren daha başka cennet nimetlerinden de bahsedilmiştir. Sözgelimi, cennette, kırmızı yakuttan yaratılmış, kanatları olan ve idrar yapıp sağa sola pislemeyen atlar,[lxxvii] develer,[lxxviii] Horasan devesi büyüklüğünde kuşlar,[lxxix] hatta koyunlar ve keçiler vardır.[lxxx] Yine misk tepeleri üzerinde bulunan, meltem rüzgârlarıyla etrafa güzel kokuların yayıldığı ve cennet ehlinin güzelliklerine güzellik katarak geri döndükleri Cuma çarşıları mevcuttur.[lxxxi] Ayrıca orada ekime elverişli araziler de bulunmaktadır.[lxxxii]
Cennette at, deve vb. hayvanların bulunduğunu ve orada ziraat yapılacağını bildiren rivayetlerin, genellikle bedevîlerin, “cennette şu da var mı?” şeklindeki sorularına cevap sadedinde serdedilmiş olması, hadislerdeki ayrıntılı tasvirlerin de tamamen yerel nitelikli olduklarını işaretlemektedir.
Kur’an’ın Her Döneme Hitap Eden Cennet Tasvirleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’an’da, yerel ve tarihsel karakterli cennet tasvirlerinin yanında her çağa hitap eden betimlemeler de mevcuttur. Nitekim bir ayette cennet, “Allah mü’min erkeklerle mü’min kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, zeminlerinden ırmaklar akan cennetler, adn bahçelerinde güzel meskenler vaad etti. Allah rızası ise hepsinden daha üstündür. İşte en büyük saadet de budur”[lxxxiii] şeklinde anlatılmıştır. Buna göre, en büyük mutluluk Allah’n rızasıdır. Hiç şüphe yok ki Yûnus da, “Cennet cennet dedükleri bir ev ile birkaç hûri - İsteyene virgil anı bana seni gerek seni” sözüyle bu gerçeğe vurgu yapmıştır. Ne var ki, Kur’an’daki her ifade birimine tarih-üstü içerikler yükleyen geleneksel anlayış bu sözün delaletine tahammül edememiştir. Mesela Osmanlı Şeyhülislamı Ebüssuûd Efendi, “Cennet hakkında dedikleri kelime-i şenîa küfr-i sarihtir; katilleri mübahtır”[lxxxiv] şeklindeki fetvasıyla Yûnus’un bu beytini okuyanları kâfir addederek kanlarının helal olduğunu ilan etmiştir.
Bu kısa mülahazadan sonra tekrar asıl konumuza dönecek olursak, cennet, 43. Zuhruf suresi 71. ayette de, “Gönüllerin özleyeceği, gözlerin hoşlanacağı her şey orada mevcuttur...”[lxxxv] şeklinde tarif edilmiştir. İbnü’l-Cevzî’nin ifadesiyle[lxxxvi] Allah cennetteki nimetleri bu iki vasıf altında hülasa etmiştir: Birincisi, canların çektiği; ikincisi de gözün görmekten hoşlandığı her şey... Bu nitelemenin bir başka varyantı, 41. Fussilet suresi 30-2. ayetlerde meleklerin dilinden şöyle aktarılmıştır: “Biz dünya hayatında da âhiret hayatında da sizin dostlarınızız. Canlarınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır. Bütün bunlar, bağışlayıcı ve esirgeyici Allah’ın bir ikramıdır.” 32. Secde suresinde ise, “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını bilemezler”[lxxxvii] şeklinde bir bildirimde bulunulmuştur. Kutsî hadis olarak değerlendirilen bir rivayette de şöyle denilmiştir: “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insan zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.”[lxxxviii]
Bütün bu Kur’ânî ve nebevî beyanlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Cennet, aklın kuşatması mümkün olmayan bir sonsuz mutluluk yurdudur. Tabir caizse cennet mü’minlerin nirvanasıdır. Bu nirvana ise son kertede Allah’ın rızasıdır. İşte cennetin tarih-üstü olan ve her çağa hitap eden yönü de budur. Ancak bundan, gnostik öğretilerdeki, insan nefsinin şu an içinde bulunduğu süflî âlemden aslî mekânı olan ulvî âleme yükselişinde ifadesini bulan salt soyut manevî hazlardan ibaret bir yaşantı formunu sembolize eden bir cennetten söz ettiğimiz şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Bilakis, Kur’an’ın betimlemelerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, cennette cismânî hazlardan ve maddî nimetlerden istifadeye mebni bir yaşamın olacağı aşikâr gözükmektedir. Mamafih, bu hazlar ve nimetler, Kur’an’ın örnekledikleriyle sınırlı değildir. Zira başından beri tekrar tekrar vurgulandığı üzere, Kur’an’ın özellikle Mekkî surelerde betimlediği cennet, tamamen nüzul sürecindeki ilk muhatapların zevklerine göre tezyin edilmiştir. Buna karşın, cenneti, arzulanan her şeye sahip olunan bir yer şeklinde betimleyen ayetler çerçevesinde düşündüğümüzde, bunun, zirvesinde Allah’ın rıza ve hoşnutluğunun yer aldığı sonsuz nimetlere mahal teşkil eden bir ebedî mutluluk yurdu olduğunu rahatlıkla söylememiz mümkündür.
Mamafih, müslümanların zihinlerindeki egemen tasavvurun, Kur’an’daki her lafzın her çağa hitap ettiği şeklindeki bir ön kabul üzerine bina edilmiş olmasından dolayı, söz konusu tikel cennet tasvirlerinin aslında yerel ve tarihsel tasvirler olduğunu söylemenin, geleneksel anlayış nezdinde hiçbir şekilde hüsn-i kabul görmeyeceği aşikârdır. Bizce bu durum, hem hesabı verilmemiş bir evrensellik söyleminin, hem de anakronik bir Kur’an tasavvurun mukadder sonucudur.
Söz konusu tasavvurun modern dönemdeki en çarpıcı örneklerinden biri, Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda geleneksel anlayışlardan oldukça farklı bir bakış açısı geliştiren M. Esed’in cennet yorumlarında kendisini göstermektedir. Nüzul döneminin dilsel ve kültürel kodlarının bilinmesini, Kur’an’ın sağlıklı şekilde anlaşılması bağlamında olmazsa olmaz bir şart olarak gören Esed, geleneksel evrensellik telakkisinin bir tezahürü olarak, Kur’an’daki tikel cennet betimlemelerinin doğrudan doğruya nüzul dönemine özgü Arap aklına ve zevkine hitap ettiğini maalesef atlamıştır. Bu çerçevede, cennetin güzelliklerinin sembolik ve mecâzî anlamlar ifade ettiğini belirten Esed,[lxxxix] bu konuda zaman zaman, cennetteki bir pınarın özel ismi olan selsebîl[xc] kelimesini ikiye bölerek “yolu sor/ara”, yani “yararlı işler yapmak suretiyle cennete giden yolu ara”[xci] tarzında, İsmâilîler’in bâtınî te’villerini anımsatan son derece zorlama yorumlar üretmiştir.
Değerlendirme ve Sonuç
Kur’an’da tasvir edilen cennet nimetlerinin sembolik anlamlar taşıdığını, dolayısıyla Allah’ın vahyin ilk muhataplarını -hâşâ- kandırdığını varsayan bu yorum anlayışının arka planında, söz konusu evrensellik telakkisinin yanı sıra özellikle müsteşriklerin Kur’an’daki cennet tasvirlerine yönelik birtakım eleştirilerde bulunmuş olmalarından kaynaklanan bir savunma refleksinden veya ilgili tasvirlerde cennet nimetlerinin nüzul dönemindeki Arapların zevk ve beğenilerini yansıtan objelerden seçilmesi ve bu objelerin sıradanlaştırılarak yorumlanmasından, bilhassa cinselliğe ilişkin bölümlere rivayetler aracılığıyla birtakım çirkin motifler eklenmesinden neşet eden bir rahatsızlık ya da tatminsizlik duygusunun varlığından söz etmek mümkündür.[xcii] Ancak sebep her ne olursa olsun, Esed’in bu sembolik cennet yorumunda çok önemli bir gerçek göz ardı edilmiştir. Bu önemli gerçek şudur: Kur’an’ın ilk defa miladî yedinci yüzyılın Arabistan Yarımadası’nda yaşayan bir Arap kabilesine (Kureyş) Arapça olarak hitap etmiş ve bu hitaba form kazandıran kelimelerin hemen hepsini bu kabilenin lügatçesinden seçmiştir.
[i]14. İbrâhîm, 4.
[ii]Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk,
İstanbul 1996, II. 499 (3. not). Kur’an’ın sıklıkla kendisinin Arapça
bir hitap olduğuna ve apaçık bir Arapça ile vahyedildiğine atıfta
bulunması da bunun en açık göstergesidir. Bkz. 12. Yûsuf, 2; 13. Ra‘d,
37; 16. Nahl, 103; 20. Tâhâ, 113; 26. Şuarâ, 195; 39. Zümer, 28; 41.
Fussilet, 3; 42. Şûrâ, 7; 43. Zuhruf, 3; 46. Ahkâf, 12.
[iii]Berke Vardar, Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, İstanbul 1998, s. 16-7.
[iv]Vardar, Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, s. 15-16.
[v]Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil: Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara 1998, s. 13.
[vi]Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s. 47.
[vii]Mehmet Paçacı, “Kur’an’da Dil ve Varlık Alanları”, II. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ankara 1996, s. 123-4.
[viii]Zemahşerî, el-Keşşâf, II. 362.
[ix]Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, I. 71.
[x]İbn Manzûr, Lisânu’l-‘arab, I. 508.
[xi]Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, İstanbul 1993, VII. 376-7.
[xii]Ebû Ubeyde’ye göre hûri, gözünün beyazı bembeyaz, siyahı da simsiyah olan (kadın) demektir. Bkz. Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl, IV. 155. Mucâhid ise ‘hûriler’ kelimesinin “bembeyaz tenli kadınlar” anlamına geldiğini söylemiştir. Bkz. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, VII. 351.
[xiii]44.Duhân, 55; 52.Tûr, 20; 56.Vâkı’a, 22.
[xiv]55. Rahmân, 72.
[xv]56.Vâkı’a, 23.
[xvi]37.Sâffât, 49.
[xvii]Şevkânî, Fethu’l-kadîr, IV. 394.
[xviii]55.Rahmân, 58.
[xix]56.Vâkı’a, 36.
[xx]38.Sâd, 52; 56.Vâkı’a, 37; 78.Nebe’, 33.
[xxi]55.Rahmân, 56, 74. Hurilerin hadis rivayetlerindeki tasvirleri için bkz. Ebu’l-Fidâ İsmâil İbn Kesîr, Sıfatu’l-cenne, nşr. Yûsuf Ali el-Bedîvî, Dımaşk-Beyrut 1989, s. 102-111.
[xxii]İbn Manzûr, Lisânu’l-‘arab, II. 1043.
[xxiii]İmriu’l-Kays, Yedi Askı, çev. Şerafettin Yaltkaya, İstanbul 1985, s. 22-23.
[xxiv]Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII. 383.
[xxv]Buhârî, “Nikâh” 36.
[xxvi]Nebi Bozkurt, “Fuhuş”, DİA, İstanbul 1996, XIII. 212.
[xxvii]Bkz. Buhârî, “Nikâh” 36.
[xxviii]İmriu’l-Kays, Yedi Askı, s. 21.
[xxix]Bu konudaki rivayetler için bkz. Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed ez-Zebîdî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, terc. ve şerh. Kâmil Miras, Ankara 1991, X. 92-93; 291-292. Ayrıca bkz. Kurtubî, el-Câmi‘, V. 86 (4. Nisâ 24. ayetin tefsiri).
[xxx]55.Rahmân, 72.
[xxxi]Bu konuda geniş bilgi için bkz. Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, XXIX. 135; Ebû İshâk İbrâhim b. Seriyy ez-Zeccâc, Meâni’l-kur’ân ve i‘râbuh, nşr. Abdülcelîl Abduh Şiblî, Beyrut 1988, V. 104; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXVII. 123.
[xxxii]Ebû Nuaym el-İsbahânî, Sıfatu’l-cenne, nşr. Ali Rıza b. Abdillah, Beyrut 1988, III. 215; Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb İbn Kayyım el-Cevziyye, Hâdi’l-ervâh ilâ bilâdi’l-efrâh, Kahire 1971, s. 188; Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, et-Tezkira fî ahvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âhira, Beyrut 1985, s. 561; İbn Kesîr, Sıfatu’l-cenne, s. 115.
[xxxiii]İbn Kayyım, Hâdî’l-ervâh, s. 193.
[xxxiv]Bu konuyla ilgili daha başka rivayetler için bkz. İbn Kayyım,Hâdî’l-ervâh, s. 193-5.
[xxxv]36.Yâsîn, 55.
[xxxvi]Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII. 18.
[xxxvii]İbn Kayyım, Hâdî’l-ervâh, s. 194-195.
[xxxviii]İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, VII. 27.
[xxxix]İbn Kesîr, Tefsîr, III. 575.
[xl]Bkz. Ebû Bekr Ahmed b. Abdillâh Beyhakî, Kitâbu’l-ba‘s ve’n-nüşûr, nşr. Muhammed es-Saîd b. Bisyûnî, Beyrut 1988, s. 206; Kurtubî, el-Câmi‘, XV. 31; a. mlf., et-Tezkira, s. 583.
[xli]Kurtubî, et-Tezkira, s. 562; İbn Kayyım, Hâdi’l-ervâh, s. 188.Bu hadisin değişik bir versiyonu için ayrıca bkz. Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, s. 212.
[xlii]Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, s. 211.
[xliii]Bkz. Beyhakî, Kitâbu’l-ba‘s, s. 205;Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, s. 208; Kurtubî, et-Tezkira,
s. 562.Bu rivayetlerin yanı sıra Buhâri, Müslim ve diğer bazı
muhaddislerin naklettikleri bir başka hadiste de, giydikleri kat kat
elbiselere rağmen cennetteki hûrilerin bacak güzelliklerinin bütün
cazibesiyle dışarıdan görüneceği ifade edilmiştir. Bkz. İbn Hanbel, II.
230, 247, 316, 420, 422; Buhâri, “Bed’ü’l-Halk” 8; Müslim, “Cennet” 14,
17. Bu bağlamda İbn Mes‘ûd, cennet kadınının, yetmiş kat elbise giymiş
olsa bile bacağının beyazlığının ve güzel yapısının bu elbiselerin
altından gözükeceğini söylemiş; Amr b. Meymûn ise, “Kırmızı şarabın
bardakta görünüşü gibi, cennet kadınının bacağındaki ilik, yetmiş kat
elbisenin altından görünecektir” demiştir. Kurtubî, el-Câmi‘, XVII. 118. Başka rivayetler için ayrıca bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, XXVII. 152-3.
[xliv]Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 54.
[xlv]Kurtubî, el-Câmi‘, VII. 134; İbn Kayyım, Hâdi’l-ervâh, s. 135; İbn Kesîr, Tefsîr, IV. 288.
[xlvi]Kurtubî, el-Câmi‘, XVII. 134; İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, VIII, 139.
[xlvii]Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Bahru’l-‘ulûm, III. 393. Bu
tefsirin Alâeddîn Ali b. Yahyâ es-Semerkandî’ye (ö. 860/1456) ait
olduğu da belirtilmektedir. Bu konuda ileri sürülen argümanlar için bkz.
İshak Yazıcı, “Bahrü’l-Ulûm”, DİA, İstanbul 1991, IV. 517.
[xlviii]Kurtubî, el-Câmi‘, XVII. 134.
[xlix]Taberî, Câmiu’l-beyân, XXVII. 181; Beğavî, Meâlimu’t-tenzîl, IV. 282; İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, VIII. 140.
[l]İbn Kesîr, Tefsîr, IV. 288.
[li]Kurtubî, et-Tezkira, s. 591.
[lii]Örnek olarak bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 50; Hâzin, Lubâbü’t-te’vîl, IV. 315.
[liii]Kurtubî, el-Câmi‘, XVII. 121.
[liv]Bkz. 2.Bakara, 25; 3.Âl-i İmrân, 15, 136, 195, 198; 4.Nisâ, 13,
57, 122; 5.Mâide, 12, 85, 119; 9.Tevbe, 72, 89, 100; 10.Yûnus, 9;
14.İbrâhîm, 23; 16.Nahl, 31; 18.Kehf, 31; 20.Tâhâ, 76; 22.Hacc, 14, 23;
25.Furkân, 10; 47.Muhammed, 12; 48.Feth, 5, 17; 57.Hadîd, 12;
58.Mücâdile, 22; 61.Saf, 12; 64.Tegâbün, 9; 65.Talak, 11; 66.Tahrim, 8;
85.Burûç, 11; 98.Beyyine, 8.
[lv]Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Sadeleştirenler: M. Mahfuz Söylemez -Mustafa Hizmetli, Ankara 1997, s. 26-27.
[lvi]Kurtubî, el-Câmi‘, XVII. 136.
[lvii]Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, XXIX. 164.
[lviii]Kurtubî, el-Câmi‘, XIV. 11.
[lix]İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, VI. 292.
[lx]Yûsuf el-Karadâvî, el-Helâl ve’l-Harâm fi’l-islâm, Beyrut 1994, s. 69-70.
[lxi]76. İnsân, 17.
[lxii]Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, XXX. 250.
[lxiii]Kurtubî, et-Tezkira, s. 587.
[lxiv]Kurtubî, el-Câmi‘, XIX. 92.
[lxv]İbn Kayyım, Hâdi’l-ervâh, s. 191-192.
[lxvi]30. Rûm, 15.
[lxvii]Tirmizî, “Sıfatü’l-Cenne” 24.
[lxviii]İbn Hanbel, I. 156.
[lxix]Nebi Bozkurt, Hadis’te Folklor ve Eğlence, İstanbul 1997, s. 39-42.
[lxx]Tirmizî, “Cennet” 24. Bu konuyla ilgili başka rivayetler de
mevcuttur: “Cennetteki her erkek, dört bin bakire, sekiz bin dul ve yüz
huri ile evlenir. Bunlar her yedi günde bir araya gelirler ve
insanoğlunun bir benzerini duymadığı güzellikte bir sesle “Biz eskimeyen
ebedî tazeleriz... diye şarkılar söylerler.” Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, s. 280; İbn Kayyim, Hâdi’l-ervâh,
s. 204. “Hûriler eşlerini cennetin kapısında karşılayıp ‘ne zamandır
gözlerimiz yollarda kaldı derler’ ve muhteşem sesleriyle ‘Biz
hoşnutlarız; hiç kızmayız...’ diye şarkı söylerler.” İbn Kayyım, Hâdi’l-ervâh, s. 205; İbn Kesîr, Sıfatu’l-cenne, s. 112-113.
[lxxi]56. Vâkı’a, 17-23.
[lxxii]18.Kehf, 21.
[lxxiii]Cennetteki takı ve süslerin hadislerdeki ayrıntılı tasvirleri için bkz. İbn Kesîr, Sıfatu’l-cenne, s. 94-99.
[lxxiv]İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, V. 137. Kurtubî bu görüşü 22. Hacc 23. ayetin tefsirinde tekrarlamaktadır. Kurtubî, el-Câmi‘, XII. 20.
[lxxv]Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, VI. 518-9.
[lxxvi]Yazır, Hak Dini, VIII. 5509.
[lxxvii]Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, III. 272-277; İbn Kayyım, Hâdi’l-ervâh, s. 207-209; Kurtubî, et-Tezkira, s. 564-565.
[lxxviii]Bir rivayette, Allah yolunda dişi devesini vakfeden kişiye
kıyamette yedi yüz deve verileceği kaydedilmiştir. Bkz. Müslim, “İmâre”
33; Kurtubî, et-Tezkira, s. 564-565.
[lxxix]Kurtubî, et-Tezkira, s. 564.
[lxxx]Kurtubî, et-Tezkira,s. 566.
[lxxxi]Müslim, “Cennet” 13. Cennetteki Cuma çarşısı için ayrıca bkz. Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, III, 262; İbn Kayyim, Hâdi’l-ervâh, s. 213.
[lxxxii]Buhârî, “Tevhid” 38; Kurtubî, et-Tezkira, s. 533; İbn Kayyım, Hâdi’l-ervâh, s. 144-145.
[lxxxiii]9. Tevbe, 72.
[lxxxiv]Bkz. Ertuğrul Düzdağ, Ebu’s-Suûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 87.
[lxxxv]43. Zuhruf, 71.
[lxxxvi]İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, VII. 328.
[lxxxvii]32. Secde, 17.
[lxxxviii]Buhârî, “Tefsir” 32/1; Müslim, “Cennet” 2-5. Bu Hadisin değişik varyantları için ayrıca bkz. Ebû Nuaym, Sıfatu’l-cenne, I. 152-159.
[lxxxix]Örnek olarak bkz. Esed, Kur’an Mesajı, II. 520 (34.
not), 913 (20. ve 21. Not), III. 931 (46. not), 1100, (22., 24., 26.,
27, 29. notlar), 1104-1105 (6., 8., 15. notlar), 1264, (3. not).
[xc]76. İnsan, 18.
[xci]Esed, Kur’an Mesajı, III. 1218 (17. not).
[xcii]Bu türden bir tatminsizlik geçmişte sûfîler tarafından da
dolaylı şekilde dile getirilmiştir. Bu bağlamda, cenneti avâmın ve
havâsın cenneti olmak üzere iki kısma ayıran Gazâlî şunları söylemiştir:
(...) Arif, kendisine ma‘rifet cennetinin sekiz kapısı aralanınca orada
kalır ve asla ahmakların cennetine dönüp bakmaz. Gerçekte, cennet
ehlinin çoğu ahmaktır. İlliyyûn ise, hadiste de zikredildiği gibi, akıl
sahibi kimselere mahsustur. (...) Senin bildiğin cennet, cisimlerden
yaratılmıştır. Bu yüzden, ne kadar geniş olursa olsun mutlaka bir sonu
vardır. Zira mümkün [varlıklar] içerisinde hiçbir sonsuz varlık yoktur
ve olması da muhaldir. Sen daha üstün olanı verip daha aşağı olanı
almaktan sakın. Aksi takdirde, her ne kadar cennet ehlinden olsan da
ahmaklar grubuna dâhil olursun. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Cennet ehlinin çoğu ahmaktır. İlliyyûn ise, akıl sahiplerine aittir.”
Bkz. Ebû Hâmid Muhammed el-Gazâlî, Cevâhiru’l-kur’ân, Beyrut 1981, s. 43-44, 49.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder