“Sonra Allah gökten bir hayat suyu [ Sperm ] indirir ve bu sayede ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi kabirlerinden çıkarlar. İnsan bedeni bütünüyle çürüyüp yok olur, ancak acbü’z-zeneb müstesnâ, insanlar bundan yaratılır.”
Acbü'z-zeneb ile ilgili hadisleri tahlil ettiğimiz zaman, haşr (ikinci yaratılış) ile insanın ana rahmindeki oluşumu arasındaki münasebeti tesbit edebiliriz. Günümüzde tıp ilminin vardığı sonuç şudur: "Sperm ana rahmine düştüğü zaman (ilk oluşum esnasında) ana rahmiyle, insan embriyosu arasında birleştirici bir sap bulunur. Başlangıçta cenin bu sap üzerinde büyür. İşte bu sap, insan embriyosunun kuyruk sokumuna tekabül eden bölgesidir." Hadis-i şeriflerde acbü'z-zeneb diye ifade edilen kemiğin, yeniden dirilişin çekirdeğini teşkil edeceğini düşünmek mümkündür. Resûl-i Ekrem (sav)'in "hardal tanesine benzettiği ve insan bedeninin çekirdeği" (2) olarak vasıflandırdığı acbü'z-zeneb, insanoğlunun kendine mahsus özelliklerini içinde toplamaktadır. Her insanın parmak izi birbirinden farklı olduğu gibi, acbü'z-zeneb kemiği de farklıdır. Buna genetik şifre isminin verilip verilmeyeceği meselesinde tevakkuf etmekte fayda vardır. Meselenin özü budur.
İnsanın en değer verdiği ve üstünde titrediği ve onu zâyi etmekten korktuğu en kıymettâr varlığı ruhudur ve onun misafir olarak içinde bulunduğu emânet olan bedeni ve âzâlarıdır.
Cenâb-ı Hak, canlı ve şuûrlu bir kanun özelliğinde yarattığı ruha ebediyet vasfı vermiştir. Ruh ölümsüzdür. Ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyet ve devâmına zarar vermez. Ölümle beden elbisesinden soyunan ruhlar, berzâh âleminin muhtelif tabakalarında hayâtiyetlerini devam ettirirler.
Kurutulmuş özlü çamurdan bedenine şekil verilen ve sonra ruh üflenilen ilk insan Hazret-i Âdem (as) annesiz ve babasız yaratılmıştır. Kur’ân’da misâli, Hazret-i Âdem’in (a.s.) yaratılışına benzetilen Hz. İsa (a.s.) ise, babasız olarak halk edilmiştir. Bunların dışında kalan insanlar, sebepler dâiresinde anne ve babanın izdivacından tevellüd eder. Dişi hücrenin spermle döllenmesi insan bedeninin ilk nüvesini teşkil eder. Hücrelerin çoğalarak önce kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan da et, kemik ve insan şekline dönüşmesi bir tertiple cereyan eder.
İnsanın ana rahminde bu yaratılış silsilesi muhtelif sûrelerde nazara verilir ve ikinci dirilişin de bunun gibi ve bundan daha kolay olduğu dile getirilir.
İkinci dirilişi tasvir eden hadis-i şeriflerde, kuyruk sokumundaki acbü’z-zeneb denilen bir çekirdek üzerinde, insan bedeni tekrar yaratılacağı haber verilir. Zâten acb, bir şeyin en sonu ve zeneb de kuyruk anlamındadır. Lügatlerde acbü’z-zeneb, kuyruk sokumu olarak tarif edilmektedir. Omurga kemiğinin en sonu kuyruk sokumudur. İşte, kuyruk sokumunda insanın tohumu hükmündeki hücreler üzerinde insan bedeni haşirde yeniden diriltilecektir.
“Sonra Allah gökten bir hayat suyu [Sperm ] indirir ve bu sayede ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi kabirlerinden çıkarlar. İnsan bedeni bütünüyle çürüyüp yok olur, ancak acbü’z-zeneb müstesnâ, insanlar bundan yaratılır.”
“Toprak, insanoğlunun acb dışındaki bütün cesedini yiyip tüketir. İnsan acbden yaratılmıştır, tekrar ondan meydana getirilecektir.”
Bu ve emsâli hadisler, insan bedenini teşkil eden asıl zerrelerin hem ilk yaratılışın, hem de ikinci dirilişin menşei olduğunu ifade eder.
“Her şey helâk olucudur. Yalnız Allah’a bakan yüzü müstesnâ.” âyetinin beyân ettiği hakikate binâen acbü’z-zeneb ister çürüsün, isterse çürümesin netice değişmez. Çünkü, Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. O ilmin haricinde hiçbir şey yoktur ki, mutlak yokluk diye bir şey olsun. Haricî vücudunu kaybeden eşya, vücud-u ilmîye gider. İlmî vücudu bulunan varlıklar, adem-i hâricî olarak tanımlanır.
Hem acbü’z-zeneb, sadece incir çekirdeği gibi müstakil bir tohum olarak algılanmamalı. Belki, ikinci dirilişte bedeni teşkil edecek olan asıl zerrelerin tamamıdır. Bu mânâyı Bediüzzaman Hazretleri şöyle îzah eder:
“Birbiriyle ülfet peydâ eden ve her birisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letâfet eden bedenin zerrâtı, ölüm ile dağıldıktan sonra, haşirde Hâlıkın izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrât-ı asliye ve esâsiye içtimâa dâvet edildikleri zaman, pek kolay içtimâ ederler ve beden-i insâniyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahâza, Kudret-i Ezeliyeye nispeten, en büyük en küçük gibidir, hiçbir şey o kudrete ağır gelmez."
"Arkadaş! Zâhire nazaran haşirde eczâ-i asliye ile eczâ-i zâide birlikte iâde edilir. Evet, cünüp iken tırnakların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan her bir cüz’ün bir yere gömülmesinin sünnet olduğu ona işarettir. Fakat, tahkîke göre nebâtâtın tohumları gibi ‘acbü’z-zeneb’ tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insânî neşv ü nema ile teşekkül eder.” (İ. İ’caz s. 59)
“Hem, bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil; nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hâdiste acbü’z-zeneb tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş’e (diriliş) için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim, beden-i insânîyi onların üstünde bina eder.” (Sözler, s. 484)
“Hepinizin yaratılması, bir nefsin yaratılması gibidir.”
“Haşrin vukûu göz açıp kapamak gibidir, hattâ ondan daha yakındır.” ferman eden Cenâb-ı Hak, insan bedenini acbü’z-zeneb üzerine inşâ edecek ve ruh beden müşterekliğinde dâimî bir hayatı ihsan edecektir.
(1) Sahih-i Buhârî- İst: 1401 K Tefsirû Sûre, 39/3, 78/1; Ayrıca Sahih-i Müslim- K. Fiten: 141-143; Sünen-İ Nesâi- K. Cenâiz, 117; Sünen-i İbn Mâce- K. Zühd, 32; İmam-ı Mâlik- El Muvatta- K. Cenâiz, 49
(2) İmam Ahmed b. Hanbel- El Müsned- İst: 1401 C: 3 Sh: 28
İnsanın en değer verdiği ve üstünde titrediği ve onu zâyi etmekten korktuğu en kıymettâr varlığı ruhudur ve onun misafir olarak içinde bulunduğu emânet olan bedeni ve âzâlarıdır.
Cenâb-ı Hak, canlı ve şuûrlu bir kanun özelliğinde yarattığı ruha ebediyet vasfı vermiştir. Ruh ölümsüzdür. Ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyet ve devâmına zarar vermez. Ölümle beden elbisesinden soyunan ruhlar, berzâh âleminin muhtelif tabakalarında hayâtiyetlerini devam ettirirler.
Kurutulmuş özlü çamurdan bedenine şekil verilen ve sonra ruh üflenilen ilk insan Hazret-i Âdem (as) annesiz ve babasız yaratılmıştır. Kur’ân’da misâli, Hazret-i Âdem’in (a.s.) yaratılışına benzetilen Hz. İsa (a.s.) ise, babasız olarak halk edilmiştir. Bunların dışında kalan insanlar, sebepler dâiresinde anne ve babanın izdivacından tevellüd eder. Dişi hücrenin spermle döllenmesi insan bedeninin ilk nüvesini teşkil eder. Hücrelerin çoğalarak önce kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan da et, kemik ve insan şekline dönüşmesi bir tertiple cereyan eder.
İnsanın ana rahminde bu yaratılış silsilesi muhtelif sûrelerde nazara verilir ve ikinci dirilişin de bunun gibi ve bundan daha kolay olduğu dile getirilir.
İkinci dirilişi tasvir eden hadis-i şeriflerde, kuyruk sokumundaki acbü’z-zeneb denilen bir çekirdek üzerinde, insan bedeni tekrar yaratılacağı haber verilir. Zâten acb, bir şeyin en sonu ve zeneb de kuyruk anlamındadır. Lügatlerde acbü’z-zeneb, kuyruk sokumu olarak tarif edilmektedir. Omurga kemiğinin en sonu kuyruk sokumudur. İşte, kuyruk sokumunda insanın tohumu hükmündeki hücreler üzerinde insan bedeni haşirde yeniden diriltilecektir.
“Sonra Allah gökten bir hayat suyu [Sperm ] indirir ve bu sayede ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi kabirlerinden çıkarlar. İnsan bedeni bütünüyle çürüyüp yok olur, ancak acbü’z-zeneb müstesnâ, insanlar bundan yaratılır.”
“Toprak, insanoğlunun acb dışındaki bütün cesedini yiyip tüketir. İnsan acbden yaratılmıştır, tekrar ondan meydana getirilecektir.”
Bu ve emsâli hadisler, insan bedenini teşkil eden asıl zerrelerin hem ilk yaratılışın, hem de ikinci dirilişin menşei olduğunu ifade eder.
“Her şey helâk olucudur. Yalnız Allah’a bakan yüzü müstesnâ.” âyetinin beyân ettiği hakikate binâen acbü’z-zeneb ister çürüsün, isterse çürümesin netice değişmez. Çünkü, Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. O ilmin haricinde hiçbir şey yoktur ki, mutlak yokluk diye bir şey olsun. Haricî vücudunu kaybeden eşya, vücud-u ilmîye gider. İlmî vücudu bulunan varlıklar, adem-i hâricî olarak tanımlanır.
Hem acbü’z-zeneb, sadece incir çekirdeği gibi müstakil bir tohum olarak algılanmamalı. Belki, ikinci dirilişte bedeni teşkil edecek olan asıl zerrelerin tamamıdır. Bu mânâyı Bediüzzaman Hazretleri şöyle îzah eder:
“Birbiriyle ülfet peydâ eden ve her birisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letâfet eden bedenin zerrâtı, ölüm ile dağıldıktan sonra, haşirde Hâlıkın izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrât-ı asliye ve esâsiye içtimâa dâvet edildikleri zaman, pek kolay içtimâ ederler ve beden-i insâniyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahâza, Kudret-i Ezeliyeye nispeten, en büyük en küçük gibidir, hiçbir şey o kudrete ağır gelmez."
"Arkadaş! Zâhire nazaran haşirde eczâ-i asliye ile eczâ-i zâide birlikte iâde edilir. Evet, cünüp iken tırnakların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan her bir cüz’ün bir yere gömülmesinin sünnet olduğu ona işarettir. Fakat, tahkîke göre nebâtâtın tohumları gibi ‘acbü’z-zeneb’ tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insânî neşv ü nema ile teşekkül eder.” (İ. İ’caz s. 59)
“Hem, bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil; nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hâdiste acbü’z-zeneb tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş’e (diriliş) için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim, beden-i insânîyi onların üstünde bina eder.” (Sözler, s. 484)
“Hepinizin yaratılması, bir nefsin yaratılması gibidir.”
“Haşrin vukûu göz açıp kapamak gibidir, hattâ ondan daha yakındır.” ferman eden Cenâb-ı Hak, insan bedenini acbü’z-zeneb üzerine inşâ edecek ve ruh beden müşterekliğinde dâimî bir hayatı ihsan edecektir.
(1) Sahih-i Buhârî- İst: 1401 K Tefsirû Sûre, 39/3, 78/1; Ayrıca Sahih-i Müslim- K. Fiten: 141-143; Sünen-İ Nesâi- K. Cenâiz, 117; Sünen-i İbn Mâce- K. Zühd, 32; İmam-ı Mâlik- El Muvatta- K. Cenâiz, 49
(2) İmam Ahmed b. Hanbel- El Müsned- İst: 1401 C: 3 Sh: 28
Acbü’z Zeneb
Hz. Ebu Hureyre “iki nefh (sura üfleme) arasında 40 var” deyince, ona bunun gün, ay yahut yıl mı olduğunu sordular. O bu sorulara karşı hep: “Bunu kesin olarak söyleyemem” diye cevap verdikten sonra şunu ilave etti : “Sonra Allah gökten bir su/yağmur indirir ve insanlar -bitkilerin bittiği gibi- biterler. İnsanın her tarafı çürür, sadece “acbu’z-zeneb” (Kuyruk sokumu) çürümez. Kıyamet günü halk/yaratma işi bundan inşa edilir.” (Buhari, Tefsiru sureti 78/1; Müslim, Fiten, 141/2955)
- Nevevi, bazı kaynaklarda Ebu Hureyre’den başkasından yapılan bazı rivayetlerde “40 yıl” ifadesine yer verildiğini belirmiştir. (Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, 18/92) Ancak kaynağın adını vermemiştir.
- İbn Hacer, “40” yerine “40 sene” diyen rivayetlere yer vermiş ve hepsinin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (bk. Fethu’l-Bari, 8/552)
- Buna göre önce şu tespiti yapalım ki, “iki üfürüş arasındaki sürenin 40 gün, 40 ay veya 40 sene” olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. Bu çok az bir zaman dilimine işaret olmak üzere "kırk an" da olabilir.
- İster gün, ister ay, ister yıl olsun, bizim için -sorudan anladığımız kadarıyla- 40 sayısının hikmeti önemlidir. Bu konuda şu noktalara işaret etmekte fayda vardır:
a) 40 sayısı, 70 sayısı gibi Araplarda çokluğu ifade eder. Buna göre, iki üfürüş arasında belli bir süre vardır.
b) Bir hadis-i şerifte, anne rahmindeki ceninin gelişmesiyle ilgili safhalardan söz edilmiş ve bu safhaların her birisi “40 günlük” bir süre olarak ifade edilmiştir. (bk. Müslim, Kader,1, h. no 2643)
- İnsanların, kabrin rahminde yeniden diriltilip bir doğumla öte dünyaya ayak basmasının 40 (gün, ay veya sene olarak) ifade edilen bir süreç geçirmesi, anne rahmindeki ilk yaratılış safhaları olan 40 günlük süreçlere uygundur.
- İlgili hadiste: “Allah gökten bir su/yağmur indirir ve insanlar -bitkilerin bittiği gibi- biterler”manasına gelen ifadesi, yaptığımız benzetmeyi desteklemektedir.
Yani, ilk yaratılışta anne rahmine bir babadan “meni” adında bir yağmur söz konusu olduğu gibi, ikinci yaratılışta da “bulutlardan yağmur suyu toprak rahmine düşer ve o rahimdeki insan yine 40 günlük (veya aylı-senelik) bir süreçte tekemmül edip var olacaktır. Bu tasvir, ilahî sünnet olarak son derece hikmetli görünmektedir.
İkinci dirilişte ilahi kudret esas olmakla beraber, yine de hikmetin de devrede olması “sünnetullah” bakımından anlaşılır bir hakikattir.
‘İnsanın ilk yaratılışında ve öldükten sonraki dirilişinde bedenin özünü oluşturduğu kabul edilen madde’.
“Her şeyin son kısmı, kuyruk sokumu” anlamına gelen acb ile “kuyruk” anlamına gelen, aynı zamanda “bir şeyin sonu ve ucu” demek olan zeneb ke¬limelerinden oluşan acbü’z-zenebin sözlük anlamı “kuyruk sokumu” demektir. Öldükten sonraki dirilişin tasvir edildiği hadislerde yer alan acbü’z-zeneb, bazan sadece tekrar dirilişin esasını teşkil eden madde anlamında geçer. “Sonra Allah gökten bir (hayat) suyu indirir ve bu sayede ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi (kabirlerinden) çıkarlar. İnsan cesedi bütünüyle çürüyüp yok olur, ancak acbü’z-zeneb müstesna, insanlar bundan yaratılır” (Buharı, “Tefsir”, 39/3, 78/1; Müslim, “Fiten”, 141; İbn Mâce, “Zühd”, 32). Bazı hadislerde ise hem ilk yaratılışın, hem de ikinci yaratılışın maddî özü olduğu belirtilir: “Toprak insanoğlunun acb dışındaki bütün cesedini yiyip tüketir. İnsan acbden yaratılmıştır; tekrar ondan meydana getirilecektir” [el-Muuatta*, “Cenâ 3iz”, 48; Müsned, II, 322, 428; Müslim, “Fiten”, 142; Ebü Dâvûd, “Sünnet”, 24).
Hz. Peygamber’in hardal tanesine benzettiği ve bir anlamda insan bedeninin çekirdeği olarak kabul ettiği (bk. Müsned, III, 28) acbü’z-zeneb, hadis şâ-rihleri tarafından “omurga kemiğinin son parçasını teşkil eden kuyruk sokumu” olarak açıklanmıştır. Fakat insan cesedinin hiçbir zaman çürümeyecek bir parçasının bulunabileceği konusunda bazı yorumcular farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Birçok din bilgini, hadislerde anlatıldığı üzere acbü’z-zene-bi, varlığını kıyamete kadar koruyacak olan ve insan bedeninin bütün özelliklerini taşıyan bir maddî öz olarak kabul ederken Müzenî, Tîbî, Müzhirî ve diğer bazı âlimler Allah’tan başka her şeyin fâni olduğunu belirten âyeti (el-Kasas 28/88) delil göstererek acbü’z-zenebin, insan cesedinin en son çürüyen parçası olduğu ve toprakta uzun müddet çü¬rümeden kalacağından dolayı hadiste “yok olmaz” diye vasıflandınldığı gö¬rüşünü benimsemişlerdir (bk. Zemahserî, el-Fâ’ik, “cacb” md.; İbnü’1-Esîr, en-Nihâye, “cacb” md.; Nevevî, Şerhu Müslim, X, 422; İbn Hacer, XVIII, 174; Aynî, XV, 412). Son devir âlimlerinden M. Re-şîd Rızâ da birinci görüşün itikadî sahada delil kabul edilebilecek bir temele dayanmadığını öne sürerek ikinci görüşü tercih etmiştir (bk. Tefsîrü’l-menâr, VIII, 470).
Acbü’z-zenebin çürüyüp yok olacağını kabul edenlerin, doğruluğunda şüphe bulunmayan ilgili hadislerin zahirî mânasını kabul etmemek için geçerli bir delil gösteremedikleri dikkate alınırsa, çoğunluğun benimsediği birinci görüşün daha isabetli olduğu ortaya çıkar. Esasen konuyla ilgili hadislerde anlatılmak istenen husus, toprağa karışan insan cesedinin tekrar yaratılmasına esas teşkil edecek maddî bir unsurun toprakta veya cesedin çürüyüp yok olduğu herhangi bir mekânda varlığını koruya-bilmesidir. Acbü’z-zenebin gözle görü¬lebilen küçük bir kemik parçası olarak anlaşılması uygun olmayabilir. Nitekim insanın tekrar yaratılışına esas teşkil edecek maddeden baseden hadislerde acbü’z-zeneb yerine acmü’z-zeneb (kuyruk sokumu civarında nokta gibi pek küçük bir şey, nüve) ifadesinin yer aldığı da nakledilmektedir (bk. Zemahşerî, el-Fâ’ik, ;’cacb” md.; Kurtubî, XV, 58). Buna göre insanın acmü’z-zenebden, yani kendisinin fizyolojik özelliklerini taşıyan ve duyularla idrak edilemeyen noktaya benzer çok küçük bir parçadan yaratılacağı anlaşılmaktadır. “Hani rabbin insanların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp onları kendilerine şahit tutmuştu” (el-A’râf 7/172) âyetindeki “çıkarılan zürriyetler”e, “gözle görülemeyecek zerreler” mânasının verilmesi (bk. M. Re-şîd Rızâ, VIII, 473), bu açıklamayı teyit etmektedir.
Biyolojinin çağımızda gelişen genetik kısmına ait verileri, adı ister âcbü’z-zeneb olsun ister acmü’z-zeneb olsun, insanın maddî varlığının kaynağını teşkil eden unsurların (moleküllerin) toprakta veya başka bir mekânda varlığını devam ettirdiğini bildiren haberleri doğrular mahiyettedir. Zaten acbü’z-zeneble ilgili hadislerin tasvir ettiği ikinci yaratılış, hem oluşum hem de mekân bakımından insanın ana rahmindeki oluşumuna fazlasıyla benzemektedir. Embriyolojinin verilerine göre sperm ana rahmine düştüğü zaman, orada çekirdeğin toprakta çimlenişi gibi çimlenir ve biter. Bu bitme esnasında ana rahmi ile insan embriyonu arasında birleştirici bir sap bulunur. Bu sap insan embriyo¬nunun kuyruk sokumuna tekabül eden bölgesi ile irtibatlıdır. Başlangıçta insan bu sap üzerinde büyür. Ana rahmindeki döllenme anı yumurtanın öldüğü andır. İnsanın ölümü de bulunduğu toprağın döllenmesi şeklinde düşünülebilir. Bu, Allah Teâlâ’nın ölüden diri, diriden ölü çıkarmak (bk. el-En’âm 6/95) şeklindeki kudret tecellîsine de uygundur. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’deki fena ve helak kavramlarını “mutlak yok oluş” (adem) anlamında değil, canlının ölümünden önceki formunun bozularak çeşitli varlık şekillerine dönüşmesi, bunun yanında ölümden önceki varlığına ait bazı özellikleri de koruması şeklinde anlamak İslâmî akîdeye ters düşmez. Dolayısıyla hadislerde acbü’z-zeneb veya acmü’z-zeneb diye ifade edilen şeyin ölümsüzlüğünü ve yeniden dirilişin nüvesini teşkil edeceğini düşünmek, Allah’tan başka her şeyin fâni olacağı inancıyla çelişmez.
Günümüz tıp bilimlerinde acbü’z-zeneble ilgili bilgi bulunmamakla birlikte, kuyruk sokumu bölgesinde bitkilerin tohumuna benzeyen, noktacık halinde bir teşekkülün veya hücrenin bulunabileceğini söylemek mümkündür. İnsanın ikinci defa yaratılışı, Hz. Îsâ’nın ana rahminde muhtemelen tek hücre ile oluşması gibi, bir tek hücrenin hücre kültüründe çoğalması yoluyla olabilir ve hücre genlerindeki genetik şifre bu yaratılış olayını düzenleyebilir.
BİBLİYOGRAFYA:
el-Muuatta’, “Cenâiz”, 48; Müsned, II, 322, 428; III, 28; Buhârî, “Tefsir”, 39/3, 78/ 1; Müslim, “Fiten”, 141, 142; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 24; İbn Mâce, “Zühd”, 32; Zemah¬şerî, el-Fâ’ik, “cacb” md.; İbnü’1-Esîr, en-lil-hâye, “cacb” md.; Kurtubî, el-Câmi;c li-ahkami’l-Kur’ân (nşr. Ebû tshâk tbrâhim). Ka¬hire 1XV, 58; Nevevî, Şerhu Müslim (İrşâdü’s-sârîiçinde), Bulak 1304-1306-Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), X, 422; Lisânü’l-’Arab, “cacb”, “cacm” md.; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî (nşr. Tâhâ Abdurraûf Sa’d v.dğr.), Kahire 1398/1978, XVIII, 174; Aynî. ‘Umdetü’l-kârî, Kahire 1392/1972, XV, 412-413; Sehârenfûrî, Bezlü’l-mechûd, Kahire 1393/1973-Beyrut,’ts. (Dârü’1-Kütübi’l-il-miyye), XVIII, 277; M. Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, Beyrut 1353-54, VIII, 470-471, 473; F. Beck, Embryology and Genetics, Oxford 1973, s. 125, 131, 134/141, 143.
"Acbüzzeneb" nerededir?
Kainatta gelmiş geçmiş tüm insanlar tekrar o kemiklerden diriltilecek (bir nevi çip)
kuyruk sokumu kemiği
1- Omurganın bitiminde, beş kuyruk omurunun kaynaşmasından oluşan, üçgen biçiminde kemik.
2- Genel olarak birkaç omurun birleşmesi ile meydana gelen ve kalça kemerini taşıyan omurganın son parçası. Sakrum kemiği.
3- Hayvan türlerine göre sayıları üç ila beş arasında değişen kuyruk sokumu omurlarının birleşmesiyle oluşan kemik, kutsal kemik, sakrum, os sakrum, koksigis, sağrı kemiği.
Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “İki sur arasında kırk yıllık zaman vardır! Sonra Allah semadan su indirecek ve insanlar yerden sebze gibi capcanlı dirilecekler. İnsanda bir öz hariç hepsi çürümüştür. Bu çürümeyen öz, acbüzzenebdir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan meydana gelecektir.”1 Bir diğer hadislerinde Peygamber Efendimiz (asm): “Bütün Âdemoğullarını toprak yiyecektir, acbüzzeneb müstesnâ. Her Âdemoğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır” buyurmuştur.2
“Acbüzzeneb” kelimesi Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiği, kıyamet esnasındaki dirilişin keyfiyetini anlatan bir kavram olarak dilimize girmiştir. Kuyruk sokumu kemiği olarak anlam verilmiş ve böyle de tercüme edilmiştir. Arapça’da “acb”, kuyruk kemiği; koyun kuyruğunun içindeki kemik; her şeyin gerisi; kuyruk sokumu anlamlarındadır. “Zeneb” ise bir şeyin sonu, ucu ve kuyruğu anlamındadır. Acbüzzeneb kelimesi, dil bilimcilerin yorumuyla “kuyruk sokumunda bir kemik” olarak hadis-i şeriften iktibasen mahşer ve diriliş literatürümüze geçmiştir.
Âyetlerin ve hadislerin müteşabihat dediğimiz müşkülatlı kısımları vardır. Doğru yorumlanmaya ve dikkatli tefsir edilmeye ihtiyaç gösterir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; bazen vahiy gelirdi, Peygamber Efendimiz (asm) herkesin anlayacağı tasvir, temsil ve teşbihlerle vahyi ifade eder, gelen vahyi herkesin anlayacağı temsillerle zihne yaklaştırır, gayet derin hakikatleri bilinen teşbih ve temsillerle ifade buyururdu.3 Burada vahiy, insan aklına tenezzül buyurup, beşerin derecesine sözüyle nüzûl ederek, beşerin anlayacağı bir üslûp kullanır. İşte böyle yüksek amaçlar gözetilerek, bilinen temsillerle söylenen derin hakikatleri anlamak için, doğru tabir ve dikkatli tefsire ihtiyaç vardır.4 “Meselâ,” diyor Bediüzzaman; “Bir vakit huzur-u Nebevi’de gayet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ‘Yetmiş senedir yuvarlanıp bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.’ Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: ‘Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.’ Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet beliğ temsilinin hakikatini ilân etti.”5
İşte “acbüzzeneb” kavramı da, doğru yorumlamaya ihtiyaç gösteren müteşabihattandır. Acbüzzeneb kelimesine, bildiğimiz kuyruk sokumu kemiği mânâsının kısır döngüsünden çıkarak, en azından günümüz ilminin ulaştığı derinliklerin daha ötesinde mânâlar yüklememizin, daha sağlıklı bir sonuca katkı sağlayacağı açıktır. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin acbüzzeneb kelimesini izah sadedinde sarf buyurduğu kavramlar oldukça ilginçtir. Bediüzzaman “acbüzzeneb” tâbirini, “eczâ-i esasiye ve zerrât-ı asliye”6 kelimeleriyle, “insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde küçücük bir cüz’”7 veya “insanın tohumu hükmünde olan zerreler”8 tanımlamalarıyla açıklar. Ki bu esas ecza ve insanın tohumu ve çekirdeği hükmündeki asıl zerreler, ikinci yaratılış için kâfi bir esastır, yeterli bir temeldir. Ve Sâni’-i Hakîm, insan bedenini onların üstünde bina eder.9
Bu hakikatler penceresiyle baktığımızda, ölen insanın eti ve kemiği çürümüş bile olsa, binlerce yıl geçtiği halde çürümeyen bir özünün ve esas zerrelerinin bulunduğunu bu gün modern bilim artık keşfetmiş bulunmaktadır. Bu gün anlaşılmıştır ki, insan vücudunun harika bir bilgi bankası vardır ve bu bilgi bankasına bu gün itibariyle DNA denmektedir. DNA’da şifrelenen bilgiler insanın saç şekli ve göz renginden boyunun uzunluğuna kadar insanın bütün fiziksel özelliklerini ihtivâ etmektedir. İnsanın her bir hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA’da, insan vücudunu baştanbaşa kontrol eden, bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. Düşünün ki, insan vücudunda en az 100 trilyon hücre… ve her bir hücrenin çekirdeğinde, milimetrenin milyarda biri büyüklüğünde, atomların yan yana dizilmesiyle yaratılmış, insan bedeniyle ilgili bütün ansiklopedik bilgileri ezbere bilen ve insan bedeni çürüyüp gitse bile yapısı bozulmayan ve çürümeyen bir DNA zinciri!... Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, insanın “ecza-i esasiyesi ve zerrat-ı asliyesi”10…
İşte Peygamber Efendimizin (asm) mübarek dilindeki acbüzzeneb, bu gün adına DNA zinciri denen, Bediüzzaman’ın “zerrat-ı asliye” olarak tanımladığı, bozulmaktan korunmuş, insan bedeninin sonunu ve son ucunu teşkil eden o “mikro zincir” olsa gerektir. İnsan bedeni bu mikro zincir üzerine binâ edilecektir. Nitekim Bediüzzaman, bu ikinci yaratılışı şöyle ifade etmektedir: “Haşir ve neşr-i ekberde beşerin her bir ferdi; aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iâde edilecektir.”11
Dipnotlar:
1- Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesâî, Cenaiz 117, (4, 111.
2- İbni Mace, Zühd, 32.
3- Lem’alar, s. 94.
4- Mektubat (yeni), s. 161; Sözler (yeni), s. 561.
5- Lem’alar, s. 94.
6- Sözler (yeni), s. 854.
7- Sözler (yeni), s. 1000.
8- İşârâtü’l-İ’câz, s. 60.
9- Sözler (yeni), s. 854.
10- Sözler (yeni), s. 854.
11- Lem’alar, s. 119.
“Acbüzzeneb” kelimesi Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiği, kıyamet esnasındaki dirilişin keyfiyetini anlatan bir kavram olarak dilimize girmiştir. Kuyruk sokumu kemiği olarak anlam verilmiş ve böyle de tercüme edilmiştir. Arapça’da “acb”, kuyruk kemiği; koyun kuyruğunun içindeki kemik; her şeyin gerisi; kuyruk sokumu anlamlarındadır. “Zeneb” ise bir şeyin sonu, ucu ve kuyruğu anlamındadır. Acbüzzeneb kelimesi, dil bilimcilerin yorumuyla “kuyruk sokumunda bir kemik” olarak hadis-i şeriften iktibasen mahşer ve diriliş literatürümüze geçmiştir.
Âyetlerin ve hadislerin müteşabihat dediğimiz müşkülatlı kısımları vardır. Doğru yorumlanmaya ve dikkatli tefsir edilmeye ihtiyaç gösterir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; bazen vahiy gelirdi, Peygamber Efendimiz (asm) herkesin anlayacağı tasvir, temsil ve teşbihlerle vahyi ifade eder, gelen vahyi herkesin anlayacağı temsillerle zihne yaklaştırır, gayet derin hakikatleri bilinen teşbih ve temsillerle ifade buyururdu.3 Burada vahiy, insan aklına tenezzül buyurup, beşerin derecesine sözüyle nüzûl ederek, beşerin anlayacağı bir üslûp kullanır. İşte böyle yüksek amaçlar gözetilerek, bilinen temsillerle söylenen derin hakikatleri anlamak için, doğru tabir ve dikkatli tefsire ihtiyaç vardır.4 “Meselâ,” diyor Bediüzzaman; “Bir vakit huzur-u Nebevi’de gayet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ‘Yetmiş senedir yuvarlanıp bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.’ Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: ‘Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.’ Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet beliğ temsilinin hakikatini ilân etti.”5
İşte “acbüzzeneb” kavramı da, doğru yorumlamaya ihtiyaç gösteren müteşabihattandır. Acbüzzeneb kelimesine, bildiğimiz kuyruk sokumu kemiği mânâsının kısır döngüsünden çıkarak, en azından günümüz ilminin ulaştığı derinliklerin daha ötesinde mânâlar yüklememizin, daha sağlıklı bir sonuca katkı sağlayacağı açıktır. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin acbüzzeneb kelimesini izah sadedinde sarf buyurduğu kavramlar oldukça ilginçtir. Bediüzzaman “acbüzzeneb” tâbirini, “eczâ-i esasiye ve zerrât-ı asliye”6 kelimeleriyle, “insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde küçücük bir cüz’”7 veya “insanın tohumu hükmünde olan zerreler”8 tanımlamalarıyla açıklar. Ki bu esas ecza ve insanın tohumu ve çekirdeği hükmündeki asıl zerreler, ikinci yaratılış için kâfi bir esastır, yeterli bir temeldir. Ve Sâni’-i Hakîm, insan bedenini onların üstünde bina eder.9
Bu hakikatler penceresiyle baktığımızda, ölen insanın eti ve kemiği çürümüş bile olsa, binlerce yıl geçtiği halde çürümeyen bir özünün ve esas zerrelerinin bulunduğunu bu gün modern bilim artık keşfetmiş bulunmaktadır. Bu gün anlaşılmıştır ki, insan vücudunun harika bir bilgi bankası vardır ve bu bilgi bankasına bu gün itibariyle DNA denmektedir. DNA’da şifrelenen bilgiler insanın saç şekli ve göz renginden boyunun uzunluğuna kadar insanın bütün fiziksel özelliklerini ihtivâ etmektedir. İnsanın her bir hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA’da, insan vücudunu baştanbaşa kontrol eden, bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. Düşünün ki, insan vücudunda en az 100 trilyon hücre… ve her bir hücrenin çekirdeğinde, milimetrenin milyarda biri büyüklüğünde, atomların yan yana dizilmesiyle yaratılmış, insan bedeniyle ilgili bütün ansiklopedik bilgileri ezbere bilen ve insan bedeni çürüyüp gitse bile yapısı bozulmayan ve çürümeyen bir DNA zinciri!... Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, insanın “ecza-i esasiyesi ve zerrat-ı asliyesi”10…
İşte Peygamber Efendimizin (asm) mübarek dilindeki acbüzzeneb, bu gün adına DNA zinciri denen, Bediüzzaman’ın “zerrat-ı asliye” olarak tanımladığı, bozulmaktan korunmuş, insan bedeninin sonunu ve son ucunu teşkil eden o “mikro zincir” olsa gerektir. İnsan bedeni bu mikro zincir üzerine binâ edilecektir. Nitekim Bediüzzaman, bu ikinci yaratılışı şöyle ifade etmektedir: “Haşir ve neşr-i ekberde beşerin her bir ferdi; aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iâde edilecektir.”11
Dipnotlar:
1- Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesâî, Cenaiz 117, (4, 111.
2- İbni Mace, Zühd, 32.
3- Lem’alar, s. 94.
4- Mektubat (yeni), s. 161; Sözler (yeni), s. 561.
5- Lem’alar, s. 94.
6- Sözler (yeni), s. 854.
7- Sözler (yeni), s. 1000.
8- İşârâtü’l-İ’câz, s. 60.
9- Sözler (yeni), s. 854.
10- Sözler (yeni), s. 854.
11- Lem’alar, s. 119.
Birden fazla Hadis-i Şerif'te geçen acbüzzeneb'e dair rivayet edilen ve sahihi (doğru) olduğu ifade edilen hadislerden birisi:
“Bütün Âdem oğullarını toprak yiyecektir, 'acbüzzeneb' müstesna. Her Âdemoğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır.” (İbnu Mace, Zühd, 32)
Görüldüğü üzere İslam Peygamberi (SAV), değişik vesilelerde acbüzzeneb'den açık bir biçimde bahsetmiş görünmekte.
Bu günkü anatomi ve fizyoloji bilgilerimi ışığında, insan vücudunda her hal ve şartta varlığını koruyabilecek böyle maddi bir bileşenin olmadığını biliyoruz. Özellikle acbüzzeneb'in kelime anlamlarından yola çıkılarak incelenen kuyruk sokumu kemiğinde (coccyx) böyle bir yapı olmadığı bilinmekte. Sadece toprak altında doğal çürüme süreçlerine dayanıklı bir yapı aramak ise, termonükleer patlamalar başta olmak üzere bir çok doğal olmayan yollarla ölen insanların varlığı düşünüldüğünde konunun mantığına da aykırı hale gelmekte. Dolayısıyla "acbüzzeneb"i insanın vücudunda maddesel olarak var olan (kemik veya DNA gibi) bir bileşenden ziyade, insanın "yaşamsal geçmişini de içeren" bir çeşit kod olarak anlamak mümkün olabilir. Bu kodun madde yahut enerji anlamında bir karşılığı da olabilir (değişik dalga kalıpları, bir çeşit enerji alanı vs. şeklinde) fakat bu günkü bilgilerimize göre vücudumuzda bu işi görebilecek kemik yahut başka bir doku yapısında özel bir parça mevcut değildir.
Acb ve zeneb sözcüklerini beraber değerlendirerek "insanın yok olmasından sonra geriye kalan son öz" olarak da anlamak mümkündür diye düşünüyorum...
"Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir" (Carl Sagan)
The Coccyx Bone
The Coccyx Bone
Coccyx
is a curved, semi flexible lower end of the backbone
(vertebral column) in humans, representing a vestigial tail. It is
composed of three to five successively smaller caudal (coccygeal)
vertebrae. The first is a relatively well-defined vertebra and
connects with the sacrum; the last is represented by a small
nodule of bone. The spinal cord ends above the coccyx. In early
adulthood the coccygeal vertebrae fuse with each other; in later
life the coccyx may fuse with the sacrum. Coccyx, the last bone
in the vertebral column was mentioned in many Hadiths that this
bone is the origin of humans and the seed from which they
will be resurrected on the Day of Judgment and that this part
doesn’t decay in the earth.Stages of foetus formation:
When the sperm fecundate the ovule, foetus formation starts. The fecundated ovule or the zygote divides into 2 cells, and each cell divides into another 2 cells. Cells division and growth continue until the formation of the embryonic disk that contains 2 layers:
• External “Epiblast”: contains the cytotrophoblasts that fix the embryo in the uterus wall and enable its nutrition from the blood and the secretions of the glands of the uterus wall.
• Internal “Hypoblast”: From which the foetus is formed with the Will of Allah The Almighty. On the day15 the primitive streak appears in the dorsal aspect of the embryo with a pointed end called the primitive node.
The side on which the primitive streak appears is known as the back of the embryonic disc. From the primitive streak and node all the foetus tissues and organs are formed as follows:
• The Ectoderm: gives the skin and the central nervous system
• The Mesoderm: gives the digestive tract smooth muscles, the skeletal muscles, the circulation system, the heart, the bones the sexual and urinary systems (except the bladder), the subcutaneous tissues, the lymphatic system, the spleen and the cortex.
• The Endoderm: the linings of the digestive tract and the respiratory system, the organs related to the digestive tract (ex: liver and pancreas), the bladder, the thyroid gland, the hearing canal.
After that, the primitive streak and node become emaciated and reside in the sacral zone, in the last vertebrae, so that the coccyx is formed.
Foetus malformation is a proof that the coccyx contains the mother cells for all the human tissues:
After the creation and formation of the foetus from the primitive streak and the primitive node, those reside in the last vertebrae of the sacrum (the coccyx) and retain their characteristics. If those are motivated somehow, they start to grow similarly to the foetus growth and so give a tumour (Teratoma) that resembles a defective foetus with some organs fully formed (hands or feet with nails). Therefore the sacrum indeed contains the mother cells and what the prophet (PBUH) said about the Resurrection of humans from their coccyx on the Day of Judgment has been proved.
The conclusion: the coccyx contains the primitive streak and primitive node and those are able to grow giving the three layers that form the foetus: ectoderm, mesoderm and endoderm and so can give all the organs as the surgeon when opening the tumour previously mentioned found fully formed organs inside it like teeth, hair…
Humans can be then recreated from their coccyx that contains the primitive streak and node of the overall potential.
And so the coccyx can not get decayed:
Researchers found that foetus cells’ formation and organisation are exerted by the primitive streak and node and before their formation no cells’ differentiation could have taken place. One of the most famous researchers who proved this was the German scientist Hans Spemann.
After his experiments on the primitive streak and node he found that those organise the creation of the foetus and so he called them “The primary organiser”. He cut this part from one foetus and implanted it in another one in the primary embryonic stage (third and fourth week). This lead to the formation of a secondary foetus in the guest body due to the influence and organisation exerted by the surrounding guest’s cells on the implant.
The German scientist started his experiments on the amphibians by implanting the primary organiser in a second foetus, which led to the growth of a secondary embryo. The implantation of the cut primary organiser was in another foetus of the same age under the Epiblast layer and lead to the apparition of a secondary embryonic anlage.
In 1931, when Spemann crushed the primary organiser and implanted it again, the crushing did not affect the experiment as again, a secondary embryonic anlage grew.
In 1933, Spemann and other scientists conducted the same experiment but the primary organiser was boiled this time. A secondary embryonic anlage grew in spite of the boiling showing that the cells were not affected. In 1935, Spemann was awarded the Nobel Prize for his discovery of the Primary Organiser.
Narrated By Al-Amash: Abu Huraira said, "Allah's Apostle said, 'Between the two sounds of the trumpet, there will be forty." Somebody asked Abu Huraira, "Forty days?" But he refused to reply. Then he asked, "Forty months?" He refused to reply. Then he asked, "Forty years?" Again, he refused to reply. Abu Huraira added. "Then (after this period) Allah will send water from the sky and then the dead bodies will grow like vegetation grows, There is nothing of the human body that does not decay except one Bone; that is the little Bone at the end of the coccyx of which the human body will be recreated on the Day of Resurrection." (Shahi Bukhari)
“The whole body of the son of Adam will be eaten by dust except `ajb adh-dhanab (coccyx) for he was created from it and his body will be reconstructed starting with it.” In his Sahih, Imam Muslim reported on the authority of Abu Hurayrah that the Prophet (peace be upon him) said: “The whole body of the son of Adam will be eaten by dust except `ajb adh-dhanab (coccyx) for he was created from it and his body will be reconstructed starting with it.”
The Scientific Facts:
According to embryology, the coccyx (tailbone) is a small bone associated with the last bone of the spine and usually consists of four fused vertebrae and is considered to be the base of the primitive streak that precedes the formation of the whole fetus, especially the nervous system. After primitive streak disappears, only a small bone known as the coccyx remains.
The formation of the primitive streak: On the fourteenth day, the endoderm (innermost layers of the embryo) and the ectoderm (outermost layers of the embryo) grow until they become pear shaped. The front part will be wider than the back. At the back part, the ectoderm will actively formulate the primitive streak which appears for the first time on the fifteenth day after conception.
Rapid growth and cell division in the primitive streak begins and cells start to move rightwards and leftwards between the endoderm and the ectoderm forming a third layer called the mesoderm.
After the appearance of the primitive streak, the formation of the nervous system and the notochord begins and the bodily organs of the fetus start to take shape. If the primitive streak does not take place, bodily organs will not start their formation.
Due to its importance, Warnock British Commission (a commission specialized in human conception and embryos) has pointed out that the existence of the primitive streak is the point at which doctors and researchers have stopped conducting experiments on early fetuses produced by in vitro fertilization.
At its first appearance and due to its extensive activity, the primitive streak is followed by the following:
1- At the point when the neural tube closes, the otic placode and the lens placode starts to appear. The human brain starts to take shape at the upper two thirds of the neural tube while the spinal cord is created at the lower third which is below the fourth-fifth somite, as the fist four somites are part of the base of the skull.
2- The mesoderm - which starts to take shape - grows extensively around the fetus cord creating somites which later turn into muscles and the backbone. Later, the early ends of the upper and lower limbs - which formulate the skeleton and the muscles, as well as the urinary and procreative system - will stem from these somites. In this mesoderm, the peritoneum, pleura, and tumor membranes in addition to blood vessels, the heart, and the digestive system muscles, take form.
In this way, the formation of the primitive streak is an important indicator that the bodily organs and tissue of the fetus are being created. In fact, the stage known as organogensis does not start except after the formation of the thickening of cell layers, the neural groove, and the somites. It extends from the beginning of the fourth week to the end of the eighth week. At the end of this period, the fetus is equipped with all basic systems and only tiny details and growth will follow.
What happens to the primitive streak? Having fulfilled the purpose of its existence at the fourth week, the primitive streak starts to shrink and its remains stay in the sacrococcygeal region. These very tiny remains of the primitive streak stay there forever.
Facets of Scientific Inimitability:
The hadiths dealing with the issue of the coccyx or the primitive streak are among the miracles of the Prophet (peace be upon him). Modern embryology has proven that man is created from this primitive streak which helps cells to grow and become full organs. It has its own effect on the formation of the nervous system (the neural groove, the neural tube, and then the whole nervous system) as well as all other organs. After fulfilling its task, the primitive streak vanishes and only a small part of it remains in the sacrococcygeal region. This remaining part (the coccyx) will be used when man’s body is reconstructed and recreated on the Day of Judgment as told by the truthful Prophet (peace be upon him).
Übey b. Halef bir grup müşrike, “Muhammed Allah’ın ölüleri dirilteceğini söylüyor. Bu konuyu onunla tartışacağım.” der ve çürümüş bir kemik alarak Resulullah’ın yanına varır. Elindeki kemiği ufalar ve dökülen tozları göstererek, alaycı bir tavırla, “Bunları tekrar kim diriltecek?” diye sorar; öldükten sonra yeniden dirilmeyi akıldan uzak görüp inkâr eder. Bunun üzerine şu ayet-i kerimeler nazil olur:
“İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? Şimdi o açıktan açığa bize düşman kesiliyor.”
“Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve ‘Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?’ diyor."
“De ki, kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.” (Yasin, 36/77-79)
Son ayette “halk” kelimesi geçer. Bu kelime hem “mahluk” manasına, hem de “yaratma” manasına gelir. Birincisine göre mana “O, bütün mahlukatını bilir.” şeklinde olur.
İkincisine göre ise, “O her türlü yaratmayı bilir.” manasını ifade eder. Bu ikinci mana, konuya daha uygun düşmektedir. Yani, Allah bütün bir âlemi yoktan yaratmayı bildiği gibi, Hz. Adem (as)’i topraktan yaratmayı, Hz. İsa (as)’ı annesiz yaratmayı, sizi anne-baba ikilisini sebep ederek yaratmayı da bilir. Keza, ölümünüzden sonra sizi yeniden yaratmayı da bilir. Böylece, Hz. Adem (as)'in annesiz ve babasız yaratılması hadisesi, haşirde bütün insanlar için ve bir anda tahakkuk edecektir. Bu ise, daha önce bir örneği sergilenmiş bir yaratma çeşididir.
لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Gudde-i Sanevberî (Pineal Gland veya Kozalaksı Bez)
Zihin-beden sorunu, zihnin mekânla olan ilişkisini inceler. Eflatun (Platon) zihnin mekânının öte dünya olduğunu (ideler âlemi) ancak bu dünyayla temasının beyin üzerinden gerçekleştiğini düşünmüştür. Aristo ise anatomik olarak giren çıkan damarların çokluğu ve tüm vücutla sıkı bağlantısı üzerinden zihnin kalpte olduğu görüşünü savunmuştur... Büyük hekim Galen ise zihnin mekânının beyin olduğu hükmüne pek çok hayvan vücudunu inceleyerek varmıştır. Descartes, zihnin mekânını beyindeki Epifiz bezine yerleştirmiştir. Ona göre beynin geri kalan kısmı yalnızca kaba hesaplamalar yapar ve bu anlamda mekanik bir organdır. Oysa epifiz bezi, öte dünyayla ilişkisi üzerinden zihni dünyamıza taşır.
Not: Descartes’tan yüz elli yıl sonra zihnin dünyamızdaki yeri konusundaki yaklaşımların süzülmüş ve uç bir temsilcisi olan “Frenoloji” ortaya çıkmıştır. Frenoloji, aklın her işlevi için kafamızda birer merkez bulunduğu, bu merkezlerin hareket alanı üzerinden aklımızın şekillendiği varsayımına dayanır. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran bu akım üzerinden kafatasındaki çıkıntılar ve girintiler, hatta başımızdaki çeşitli noktalara yapılan baskılarla zihni biçimlendirme ve kavrama çabaları, bunlarla bağlantılı kafamızda karakterimizi, kişiliğimizi oluşturan öğelerin dağılım haritaları aklı anlama çabasının merkezine oturmuştu. Frenoloji on dokuzuncu yüzyılda yaşadığı canlılığı süreç içinde yitirip bilimselliği sorgulanmaya başladıktan sonra köşesine çekilmiş olsa da günümüzde felsefi izlerini sürdürmektedir. Beyin görüntüleme teknikleri üzerinden beyindeki “merkezlerin” zihinsel işlevlerle ilişkileri haritalanmaya devam ediliyor.1
Evet; epifiz bezi özellikle de son otuz yıldır üzerinde çok yoğun olarak çalışılan bir iç salgı bezidir. Ancak, daha evvel de söylendiği üzere, epifiz bezi üzerinde düşünmek kadim kültürlerden bugüne hep olagelmiştir. Meselâ; Rene Descartes, epifiz bezini, “vücut ile ruh arasındaki bağlantı noktası” olarak değerlendirmiştir. Descartes’a göre, “İnsanda ruh ve beden birbirine bir noktada dokunur; kafadaki epifiz bezinde.”2 Evrimciler’e göre ise epifiz bezi, “sürüngen atalarımızdan kalan, körelmiş bir organdır.” Yeni Çağ (New Age) akımları da epifiz bezine kayıtsız kalmamış ve onu bir “önsezi organı” olarak değerlendirmişlerdir.
Epifiz bezi, Hint mistisizmindeki Kundalini Yoga siteminin 6. Çakra veya Şakrası (Ajna) ile yakından ilişkili gözükmektedir. 5000 yıllık tarihi geçmişi olduğuna inanılan Kundalini Yoga, insan bedeninin kuyruk sokumu (Muladhara veya 1. Çakra) üzerine bina edilmiştir. Kuyruk sokumunun gizemli bir enerji kaynağı ihtiva ettiği düşünülmektedir. Kundalini “dişil” bir sözcük olup, “spiral halde yanıp kıvrılarak yükselen enerji” mânâsını mündemiçtir. Omurga hattı üzerinde 6. Çakra olarak bilinen Ajna, “Üçüncü Göz” olarak da vasıflandırılmaktadır. Bunun önemli bir “enerji yoğunlaşması”, “içe bakış” ve “dışavurum” merkezi olduğu düşünülmekte ve aynı zamanda, bilinçlilik yolundaki farkındalığın merkezi kabul edilmektedir; bir anlamda “bilince açılan kapı” olarak görülmektedir. Bilinen fizikî dünya ile bilinemeyen fizik ötesi, yani zihin ve akılla erişilemeyecek olan o çok farklı diğer dünyalar (ve/veya boyutlar) arasındaki “kapısız kapı” olarak değerlendirilmiştir. Bu farkındalık artışıyla birliğe odaklanmanın mümkün hâle geldiği düşünülmektedir. “Üçüncü Göz”ün açılmasıyla duyular ötesi algılar meydana çıkar ve sezgisel biliş gelişir; idrak genişlemesine yol bulunur. 6. Çakra (Ajna), Kundalini Yoga’da yeterince olgunlaşıp ehlileştiği Çakradır. Bu nedenle ona “İçsel Guru” veya “Yönetim Merkezi” de denilmektedir. Hint mistisizmindeki Kundalini Yoga sisteminde 1. Çakra “Kök Çakra” (Muladhara) olarak bilinir ve o, varoluşun bilgisine erişmenin yollarından birisi olarak kabul edilir.3
Sanskritçe’de Kundalini kelimesi “gizemli” veya “sır” anlamlarına gelmektedir. İnsan vücudunda bulunan gizemli evrim enerjisi aynı zamanda “yaradılış sırrı”dır; insan organizmasında uyuyan, hareketsiz(!) potansiyel bir güç halindedir.4 Kuyruk sokumu bölgesinin üzerine bina edilen Kundalini Yoga’daki Kundalini kelimesinin “gizemli” veya “sır” mânâsı aslında kuyruk sokumu bölgesinin üzerine bina edildiği Acb’üz-zeneb veya Us’us kemiğinin de bir “sır” olmasından kaynaklanmaktadır, denilebilir. Yaradılış sırrı!
Yukarıda 1. Çakra ile kuyruk sokumu kemiği arasındaki yakın ilişkiye çok kısa da olsa değindik. Burada Kundalini kelimesindeki “kun” kelimesi ile “kuyruk sokumu bölgesi; arka, mak’ad, kıç” mânâsına “kûn” ve yine Allah’ın “Ol!” emri mânâsına “kün” kelimesi arasındaki gerek fonetik ve gerekse anlam birlikteliği dikkat çekicidir.
İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimize göre, “Allah, bir kelime olan “kün” emri ile ve her tür cismanîlikten münezzeh bir surette bütün mahlûkatı yoktan varlığa çıkarmıştır.”5
Kûn: Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak’ad, kıç…
Arapça’da Kef, Vav ve Nun ile yazılan Kûn kelimesi ile, Kef ve Nun ile yazılan Kün kelimesi arasında anlamlı bir ilişkiden söz edilebilir. Nitekim İBDA Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nden iktibasla, ebced değeri 70 olan Kün kelimesinde Vav harfinin gizlenmiş olduğuna işaret eder.
Ebced değeri 70 olan Kün kelimesi lügatte, “Ol” mânâsında emirdir. Allah (C: C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.
Vav harfinin açığa çıktığı Kûn kelimesinin ebced değerinin 76 olduğu, bunun da lûgatte, “kuyruk sokumu bölgesi”, yani “arka, mak’ad, kıç” mânâlarına geldiği düşünülecek olursa, burada anlamlı bir ilişkinin varlığı çok barizdir.
Vav harfinin ebced değeri 6’dır… Tedaisi, kâinatın 6 günde yaratılmış olması… Tedaisi, Tilki Günlüğü’nün 6 cilt olması… Tedaisi, 6. Çakra veya Nefsin bulunduğu noktanın epifiz bezini işaret etmesi ve bunun da dimağ üzerinden sanevberî veya çam kozalağına hamledilmesi ve insanın, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmeye memur kılınması… Tedaisi, “Birr- Tilki eniği. Gönül. Kalb. Takva. Hayır ve hasenat manzumesi… Bir sayı sıfatı. “Bir Allah’ın mekridir, hud’asıdır; Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin buyurduğu üzere, Mutlak Tevhid mümkün değildir. Bu çerçevede kul, Bir’e âit mânâsında, Birî’dir, izafîdir; onu Bâkî kılan, Allah’ın varlığı ve vaadidir…”6
Vav harfinin tilki, hile ve kurnazlık, dolayısıyla da “mekr-i ilâhî” çerçevesinde oyun ve oyunbazlıkla ilintili olması ayrıca dikkate değer. Oyunun oynamak, oynamanın ise yapmakla ilişkisi bir yana, “yapabilmek için bilmek gerek” hakikatinin hemen yanıbaşında, “bildiren olmasaydı hiçbir şey bilinemeyecekti” ölçüsünün de anlaşılması gerektiği çok tabii olarak gözükür. “Bilmek, görmektir” ve Allah’a, “Allah’ı görür gibi ibadet etmek” gerektiği dikkate alındığında, mevzu daha da güzelleşmektedir. Ve; “İnsan’nın hakikati, Allah’ın yanında nazar eden gözbebeği gibidir; bu yüzden ona, İnsan ve Halife dendi. Her insan Halife değildir…”7 “Mutasavvıflar… Mutasavvıf: Tasavvufla uğraşan: 616… Rü’yet: Göz ile veya kalb gözü ile görmek: 616… Sofî, görmek için göze ihtiyaç duymayan, kalb gözü ile gören…”8
Halife ve insan o dur ki, “Allah’ın tutan eli, gören gözü, işiten kulağı”dır. Tabiî ki de, kalb gözü açık olana, diğer bir ifadeyle de “ölmeden önce ölen”e veya “olmak yolunda olan”a! “Dünya hâkimiyeti kimin tasarrufunda olmalı?” sorusunun cevabı, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından “ruh kutbu” mânâsı kimde suret bulduysa onda olmalı! İnsanlık için bu bir gerekliliktir. Hatta zorunluluk! Bu tespit, bu makalenin ana temasına işaret etmektedir. Yazının muhtevasında görmek ve göstermek istediğimiz tam da budur.
Ebced değeri 76 olan Kûn ile ebced değeri 70 olan Kün kelimeleri arasında anlamlı bir ilişkiden söz etmek mümkün olduğu gibi, ebced değeri 70 olan Kün kelimesi ile ebced değeri 70 olan Ayn harfi arasında da anlamlı bir ilişkiden pekâlâ söz edilebilir.
“Ayn- Göz. Bir harf; Allah’ın Bâtın ismi, Tabiat mertebesi, Kamer menzillerinden “Itk-ı Süreyya- Süreyya gerdanlığı”na işaret eder: 130: Nigin- Hatem. Yüzük. Mühür… Çeşman- Gözler: 394: Mehdi Mirzabeyoğlu…”9
Ayn harfinin ebced değeri 70’dır… Ayn: (130): (C. A’yan-A’yun- Uyûn) Göz… Pınar, kaynak. Çeşme… Tıpkısı, tâ kendisi… Zât… Eşyanın hakikati… Kavmin şereflisi… Diz… Altın… Nazar değme… Casus… Her şeyin en iyisi… Muayene etmek.
Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri buyuruyorlar: “Göz, ruhun dilidir.”10
Uyûn… Tedaisi, oyun! Oyun, oynamaktır. Oynamak ise, yapmaktır… Yapmanın “dişi” olduğu malum… “Yapabilmek için bilmek gerekir”… Bilmek, görmektir!.. Görebilmek için “göz”e, dolayısıyla da “bilgi”ye, yani “kalb”e sahib olmak gerekir… “Üçüncü göz” veya “Kalb gözü”!
Kuyruk sokumu ve epifiz bezi… Epifiz bezi, göz şeklindedir ve kuyruk sokumunun “göz” mânâsıyla ilişkisi ayrıca dikkate değer. Bu arada, göz şeklinde olan Epifiz bezinin Arapçadaki “ayn” harfini andırır bir şekilde olması da ayrıca güzel!
Küna: (71): f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer… Tedaisi, bilgi, kültür, irfan, idrak, kalb gözü, feraset, basiret, anlayış, “dünya görüşü”…
Künam: (111): f. Kuş yuvası…. Hayvan ini… İnsanın rahat edip dinleneceği yer… Tedaisi, beden, mecazen kafestir. Beden, insan ruhuna ev, sığınılacak yer, yani yurt veya mekân-vatandır.
Künh: (75): Bir şeyin aslı, cevheri, miktarı. Dip. Kök. Özü, nihayeti, vechi… Vakit, zaman.
Zeneb: (752): Kuyruk.
Zenb: (752): Suç, günah, kabahat… Tedaisi, hatası sebebiyle dünyaya sürgün edilen insan!
Acbüzzeneb: Ölümden sonra dirilişin tohumu sayılan madde.
Acb’üz-zeneb: Kuyruk sokumunda bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.11
Dipnotlar:
1-http://bilimvemarksizm.net/wp-content/uploads/2016/05/2012_Marksizm_Bilime_Yabanci_mi.pdf#page=201.
2-https://www.linkedin.com/pulse/beyindeki-derin-limbik-sistemin-dls-ruhsal-zeka-nedir-karaarslan
3-http://www.derki.com/sifacilik/ajna-cakra-ucuncu-goz/.
4-https://tr.wikipedia.org/wiki/Kundalini
5-http://www.barandergisi.net/dil-ve-dunya-gorusu-makale,1648.html
6-Salih Mirabeyoğlu, “Ölüm Odası”, Baran Dergisi, 13-19 Ekim 2016, sh. 18.
7-Salih Mirzabeyoğlu, a.g.d., sh. 18.
8-Büşra Gün, “Çile Şiiri ve Üstad’ın Seyri Sülüûku”, Aylık Dergisi, sayı: 148, İstanbul, Ocak 2017, sh. 42
9-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası, Baran, sayı: 526, 9-15 Şubat 2017, sh. 16.
10-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası, Baran, 20-26 Ekim 2016, sh. 16.
11-http://www.luggat.com/392/acb
Baran Dergisi 528. Sayı
Derleme
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder