ZÜLKARNEYN'İN BATIYA SEFERİ (KARA BALÇIK)
"حتي اذا بلغ مغرب الشمس وجدها تغرب في عين حمئة و وجد عندها قوما قلنا يا ذالقرنين اما ان تعذب و اما ان تتخذ فيهم حسنا"
“...Sonunda güneşin battığı yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta buldu, yanında da bir kavim gördü...”
Grameri: “حتي” başlangıç harfidir. “في عين ” car ve mecrûr “ تغرب ” fiilinin meful bih gayri sarihidir. “و ” atf vavıdır. “ عندها ” zarfı “ وجد ” fiilinin mansup zarfıdır.[1]
Kıraati: Bu terkibin iki türlü okuyuşu vardır. İlkine göre “حمئة” güneşi orada kara “çamurlu” bir göze pınara batar buldu demektir. İkinci okunuşa göre güneşi ( حامية ) “kızgın” bir kaynağa batar buldu demektir.[2] İbn Âsım, Âmir,Hamzâ ve el-Kısâî, bu kelimeyi “حامية أى حارة” yani “sıcak” şeklinde okumuşlar, diğerleri ise “حمئة” yani “ كثيرة الحمأة ” “kara balçık” şeklinde okumuşlardır.[3] Ebû Ubeyd, sahabeden büyük çoğunluğunun okuyuşu olduğunu iddia ederek “حامية” şeklindeki okuyuşu tercih etmiştir.[4]
Ebû Davud et-Tayâlîsi...Ubey b. Kâb’dan nakleder ki: Hz. Peygamber kendisine bu ayeti hâmie “حمئة” şeklinde okumuştur.[5] Ali b. Ebî Talhâ, Abdullah b. Abbâs’tan nakleder ki, o bu ayeti “حامية” hemze hafifletilerek yaya dönüştürülüp “hâmiye” şeklinde okumuştur ve sıcak bir suda diye mânâ vermiştir.[6]
Ayette geçen ve kara su anlamına gelen “حمئة ” kelimesi, iki kıraatan birine göre çamurdan alınmıştır. Nitekim aynı kelimeyi Allah teâlâ Hicr suresinde şöyle ifade etmektedir. “And olsun ki, Biz insanı balçıktan, işlenebilen kara bir topraktan yarattık. Aynı âyetin devamında şöyle buyurur: “Ben balçıktan işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım”[7]
[1] Mahmûd Hâfî, s.244.
[2] Bkz. Emiroğlu, s.346; el-Kâsımî, C.11, s.4111; İbn Hazm el-Fasl fi’l-Milel ve’l Ehvâi ve’n-Nihâl, C.1, Bağdat: Mektebetü’l-Müsennâ, 1903, s.120; Ebu’s-Suûd, C.5, s.242.
Abdullah b. Mes`ûd ve İbn ez-Zübeyr “حامية ” şeklinde okumuşlardır. İbn Abbâs, “حمئة” şeklinde okumuştur. Ebû Ca`fer, İbrâhim b. Muhammed b. Arfe’den o da Muhammed b. Abdulmelik’ten o da Yezîd b. Hârûn’dan o da Amr b. Meymûn’dan o da Ebû Hadır’dan rivâyet etmiştir: “İbn Abbâs: ‘Ben Muâviye’nin yanında bulunduğum bir sırada, (Muâviye âyeti) “فى عين حامية ” şeklinde okuyunca: ‘ onu “حمئة”şeklinde oku’ dedim. O da: ‘Abdullah b. Amr’a dönüp onu sen nasıl okuyorsun? dedi. O da ‘Ey Emîra’l-mü’minîn senin okuduğun gibi’ dedi. Ben de dedim ki, ‘Ey Emîra’l-mü’minîn, bu âyet benim evimde nazil oldu.’ Bunun üzerine Muâviye Ka`b’a haber saldı. Ona ‘Güneşi Tevrat’ta nerede batıyor buluyorsun’ dedi. (Kâ`b) : ‘Arapça’yı siz benden daha iyi bilirsiniz. Ben bunu Tevrat’ta suya ve çamura batıyor buluyorum.’ dedi ve batı cihetine işaret etti. Bunun üzerine ben de İbn Abbâs’a (İbn Abbas’tan rivâyet yapan Ebû Hadr): ‘keşke senin yanında olsaydım da seni destekleseydim!’ dedim.” Ebû Ca`fer en-Nehhâs, C.4, s.287; es-Semîn, C.6, s.541
[3] eş-Şevkânî, C.3, s.308; el-Kurtubî, C.11, s.49.
[4] es-Semîn, C.6, s.541
[5] Konu ile ilgili rivâyetler şöyledir:
وأخرج الترمذي وابن جرير وابن مردويه عن أبي كعب رضي الله عنه أن النبي صلى الله عليه وسلم قرأ في عين حمئة
وأخرج الحاكم والطبراني وابن مردويه عن ابن عباس رضي الله عنهما أن النبي صلى الله عليه وسلم كان يقرأ في عين حمئة
وأخرج الحافظ عبد الغني بن سعيد رضي الله عنه في إيضاح الأشكال من طريق مصداع بن يحيى عن ابن عباس رضي الله عنهما
قال أقرأنيه أبي بن كعب رضي الله عنه كما أقرأه رسول الله صلى الله عليه وسلم تغرب في عين حمئة مخففة
وأخرج ابن جرير من طريق الأعوج قال كان ابن عباس رضي الله عنهما يقرؤها في عين حمئة ثم قرأها ذات حمئة
Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s. 451-452.
[6] Konu ile ilgili rivâyetler şöyledir:
وأخرج ابن أبي شيبة وابن المنذر وابن مردويه والحاكم وصححه عن أبي ذر قال كنت ردف رسول الله صلى الله عليه وسلم وهو على
حمار فرأى الشمس حين غربت فقال أتدري أين تغرب قلت الله ورسوله أعلم قال فإنها تغرب في عين حامية غير مهموزة
وأخرج سعيد بن منصور عن طلحة بن عبيد الله أنه كان يقرأ في عين حامية
وأخرج ابن أبي حاتم من طريق علي عن ابن عباس في عين حامية يقول حارة وأخرج سعيد بن منصور عن طلحة بن عبيد الله أنه كان يقرأ في عين حامية
وأخرج ابن أبي حاتم من طريق علي عن ابن عباس في عين حامية يقول حارة
Bkz. es-Suyûtî, a.g.e, C.5, s.450,451, 452.
[7] K. (15) Hicr 28.
“حامية”, İbn Mes`ûd[1], Talha ve İbn Âmir’in kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi, “حمئة ” şeklinde okumuşlardır. Bu da İbn Abbâs’ın kıraatidir. Rivâyete göre bir gün, İbn Abbâs Muâviye’nin yanında bulunuyordu. Muâviye, bu kelimeyi elif ile çekerek “حامية” şeklinde okuyunca, o : ‘hayır “حمئة” şeklinde olacak’ dedi. Bunun üzerine Muaviye, Abdullah b. Ömer’e ‘Sen nasıl okuyorsun?’ dedi. O, ‘Emirul’l-Mü’minî’nin gibi(yani senin gibi)’ cevabını verdi. Sonra Muâviye, Kâbü’l-Ahbar’a dönüp: ‘(Tevrat’ta) Güneşin nasıl battığını buluyorsun’ dedi. O: ‘Bir su ve çamur içine bunu Tevrat’ta da böyle bulmaktayız.’ dedi. “ حمئة ” içinde su bulunan şey demektir. Nitekim Arapçada " حماة سوداء” ‘siyah balçık’ denilir. Ancak “ حمئة ” (balçık) ile “ حامية” (sıcak) arasında bir zıtlık yoktur. O gözenin bu iki özelliği de taşıyan bir göze olması da mümkündür.[2] Hasan el-Basri de böyle der. İbn Cerîr et-Taberî der ki. “Doğru olan bu iki kıraatin de meşhur oluşudur. Okuyucu hangi kıraate göre okursa doğruyu tutturmuş olur. Her ikisinin anlamı arasında bir çelişki yoktur.[3]
Aynı rivâyetin daha ayrıntılı şekli, İbn Ebî Hâtim’den gelmiştir: İbn Ebî Hâtim der ki, Bize Haccac b. Hamza, Amr b. Meymûn[4]’dan nakletti ki, ona Osmân b. Hâzır nakletmiş, Abdullah b. Abbâs’a, Muâviye b. Ebî Süfyân’ın Kehf sûresindeki bu âyeti, “حاميه” şeklinde okuduğu söylenince; şöyle demiş: Ben Muâviye’ye sen bunu ancak “حمئة ” şeklinde okuyabilirsin” dedim. Muâviye, Abdullah b. Amr’a onu nasıl okuduğunu sordu. Abdullah: ‘Senin okuduğun gibi’ dedi. İbn Abbâs dedi ki: “Ben Muâviye’ye elinde indirilmiş olan Kur’ân vardır’ dedim. Bunun üzerine Kâb el-Ahbâr’a haber yollayıp dedi ki: “Tevrat’ta güneşin nereye battığını görüyorsun?’ Kâb ona dedi ki: Arapça bilenlere sor. Çünkü onlar bunu benden daha iyi bilirler. Ben, Tevrat’ta güneşin su ve çamur içerisine battığını görüyorum dedi ve eliyle batıyı gösterdi. Osmân b. Hâzır dedi ki. ‘Ben, sizin yanınızda bulunmuş olsaydım, kara bir suda gözün bakışının nasıl arttığı konusunda birkaç söz söylerdim. İbn Abbâs dedi ki: ‘Neymiş öyleyse o? Ben dedim ki: Tübba’ın sözünden Zülkarneyn’in zikredildiği bölümden aktarılan bir şiirdir. Orada Zülkarneyn’in bilgiyi ahlak edindiği ve ona uyduğu konusunda haberler vardır. Orada Tübba şöyle diyor.
“Doğulara, batılara gitti, arayarak doğru yolu gösteren bir hakimin emrine giden yolları,
Güneşin batışını gördü grup vakti, pis kokulu balçık gibi katı ve çamurlu suda. [5]
)قد كان ذو القرنين قبلي مسلما ملكا تدين له الملوك و تسجد بلغ المغارب والمشارق يبتغي اسباب امر من حكم مرشد فرأي مغيب الشمس عند غروبها في عين ذي خلب و تأط حرمد الخلب :الطين و التأط: الحمأة والحرمد : الاسود )[6]
İbn Abbâs dedi ki: ‘الخلب’ kelimesi ne demektir? Ben: ‘onların dilinde ‘çamur’ demektir’ dedim. ‘و التأط’ kelimesi ne demektir?’ deyince, ‘pis kokudur’ dedim. ‘الحرمدe’ kelimesi ne demektir?’ deyince, ‘kara’ dedim. Bunun üzerine İbni Abbâs bir adam veya bir çocuğu çağırdı ve ‘şu adamın dediğini yaz’ dedi.[7]
Said b. Cübeyr der ki, “Biz İbn Abbâs’ın yanında bulunuyorduk. O, kehf suresini okuyordu. Nihayet en sonunda güneşin battığı yere varınca, onu kara bir suda batıyor ayetini okudu. Bunun üzerine Ka`b dedi ki: ‘Kâb’ın nefsi, kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, İbn Abbâs’tan başka kimsenin bu ayeti Tevrat’ta indirilmiş olduğu gibi okuduğunu duymadım. Çünkü biz, Tevrat’ta, güneşin siyah bir kumsalda battığını okuyoruz.” dedi. [8]
“Güneşin battığı yer”, ifadesi zahiri anlamda güneşin ‘içine dalıp battığı bir yerin var olduğu’ anlamına gelmez. Kıssa ve eskilerin haberlerini anlatanların, Zülkarneyn’in yeryüzünde bir müddet gittiğini ve nihayet güneşin battığı mekana vardığı, şeklindeki haberlere gelince, İbn Kesîr, bunların hakikatle ilgisi olmadığını, çoğunluğunun kitap ehlinin hurafeleri, yalancı ve zındıkların uydurmaları olduğunu söylemiştir.[9]
[1] İbn Mes`ûd Abdullah b. Gafil el-Habib, sahabedir. 652 de vefât etmiştir. Halkın tepkisine karşı Mekke’de Kur’ân’ı ilk kez açıktan okuyan sahabedir. Kufe’ye öğretici olarak gönderildi. Bkz. “İbn Mesûd” Büyük Larousse, C. 11, s.5525-6, Milliyet: İst 1986.
[2] er-Râzî, C.21, s.166; Ebu’s-Suûd, C.5, s.242; el-Beğavî, ,C.3, s.179. Aynı mânâyı taşıyan benzer metinler şöyledir:
وأخرج سعيد بن منصور وابن المنذر من طريق عطاء عن ابن عباس رضي الله عنهما قال خالفت عمرو بن العاص عند معاوية في حمئة وحامية قرأتهافي عين حمئة فقال عمروحامية فسألنا كعبا فقال إنها في كتاب الله المنزل تغرب في طينة سوداء
وأخرج عبد الرزاق وسعيد بن منصور وابن جرير وابن أبي حاتم من طريق ابن حاضر عن ابن عباس قال كنا عند معاوية فقرأ تغرب في عين حامية فقلت له ما نقرؤها إلا في عين حمئة فأرسل معاوية إلى كعب فقال أين تجد الشمس في التوراة تغرب قال أما العربية فلا علم لي بها وأما أنا فأجد الشمس في التوراة تغرب في ماء وطين
Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.451.
[3] el-Beydâvî, C.3, s.519; el-Kurtubî, C.11, s.49; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.12.
[4] Amr b. Meymûn, muhaddis tâbiîlerdendir. Muhadramûndandır: (Müslüman olmakla birlikte peygamberi görememiştir.) Abdullah b. Mesut’tan ilim öğrenmiştir. Ebû İshâk ondan kıraat öğrenmiştir. Bütün münekkitler Amr’ın güvenilir bir muhaddis olduğunu kabul etmişlerdir. Rivâyetleri çok değildir. Hicrî 74(m.693)yılında vefât etmiştir. Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Amr b. Meymûn”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.3, s.89.
[5] Bir başka varyantta şöyle geçer: ‘Benden önce Zülkarneyn’de müslümandı. Yeryüzünde (yenilmeyen) yükselen bir kraldı. Hiçbir kimse onun görüşünde yanıldığını söylemedi. Doğulara ve batılara ulaştı. Kerîm ve Seyyit’ten mülk sahibi olmanın yollarını dilerdi. Battığı yerde gözesini gördü güneşin, Sürekli kara çamurlu gözeye dalıyordu.”Bkz. er-Râzî, C.21, s.164; es-Semîn, C.6, s.541.
[6] el-Kurtubî, C.11, s.49.
[7] et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.12.
أخرج عبد الرزاق وسعيد بن منصور وابن جرير وابن المنذر وابن أبي حاتم من طريق عثمان بن أبي حاضر أن ابن عباس رضي الله عنهما ذكر له أن معاوية بن أبي سفيان قرأ الآية في سورة الكهف تغرب في عين حامية قال ابن عباس رضي الله عنهما فقلت لمعاوية رضي الله عنه ما نقرؤها إلا حمئة فسأل أين تجد الشمس تغرب في التوراة فقال له كعب رضي الله عنه سل أهل العربية فإنهم أعلم بها وأما أنا فإني أجد الشمس تغرب في التوراة في ماء وطين وأشار بيده إلى المغرب قال ابن أبي حاضر رضي الله عنه لو أني عندكما أيدتك بكلام وتزداد به بصيرة في حمئة قال ابن عباس وما هو قلت فيما نأثر قول تبع فيما ذكر به ذا القرنين في كلفه بالعلم وإتباعه إياه قد كان ذو القرنين عمرو مسلما ملكا تدين له الملوك وتحسد فأتى المشارق والمغارب يبتغي أسباب ملك من حكيم مرشد فرأى مغيب الشمس عند غروبها في عين ذي خلب وثاط حرمد فقال ابن عباس ما الخلب قلت الطين بكلامهم قال فما الثاط قلت الحمأة قال فما الحرمد قلت الأسود فدعا ابن عباس رضي الله عنهما غلاما فقال له اكتب ما يقول هذا الرجل
es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.450-451.
[8] et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.12.
[9] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.102.
ZÜLKARNEYN'İN BATIYA SEFERİ (KARA BALÇIK)
وجدها تغرب في عين حمئة)) “Onu kara bir suda batıyor gördü.”
Bağdat alimlerinden bazılarının iddiasına göre âyetin metnindeki “في ” kelimesi, “عند” kelimesi mânâsındadır. Yani siyah çamurlu veya sıcak bir gözenin kenarında durup batıyordu.[1]
Ayetlerde Zülkarneyn'in yöneldiği bu batı bölgesini tarif ederken kullanılan bir diğer tanım ise "kara çamurlu göze" ifadesidir. Bu ifadenin Arapçası " عين حمئة"dir. Bu ifadedeki " عين " kelimesi "göz, pınar, çeşme, kaynak" anlamlarına gelmektedir. " حمئة" kelimesi ise "siyah çamur, balçık, bulanık, çamurlu" mânâlarındadır.[2] Bu siyah çamurlu gözeden maksat ya denizin içinde bulunan bir gözedir veya denizin ta kendisi olduğu da söylenmiştir. Denize ‘göze’ demekte her hangi bir beis olmadığını, zira Allah’ın azametine nispetle, denizin bir katre su kaldığını fakat bizim gözümüzde büyük[3] olmasıyla bu kanaat, izah edilmeye çalışılmıştır.
Konu ile ilgili İbn Cerîr et-Taberî der ki: “Bana Muhammed b. Müsennâ...Abdullah’tan naklen dedi ki, ‘Rasûlullah (SAS), battığı zaman güneşe baktı ve dedi ki: ‘Allah’ın kızgın ateşi, eğer Allah’ın emri ile engellenmeseydi, o yeryüzünde bulunan her şeyi yakardı.’[4] Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel, Yezid b. Harun kanalıyla nakletmiştir. Ancak bu hadîsin peygambere dayandırılması konusunda şüphe vardır. Bu söz, Abdullah b. Amr’a ait olabilir. Çünkü bu malumatın kaynağı, Yermuk günü bulmuş olduğu iki yük eşyanın içinden çıkmış (Tevrat bilgileri) olabilir.”[5]
Yine İbn Cüreyc[6]’den gelen diğer rivâyette aynı kanaati destekleyen şu rivâyete rastlıyoruz: “O şehrin 12 bin kapısı vardır. Oradaki halkın gürültüsü olmasaydı çamura gömülmekte olan güneşin sürtünme sesini duyarlardı.”[7]
Bu ve benzeri rivâyetlerden dolayı, bazı kimseler, büyüklüğüne rağmen güneşin kendisi bizzat su gözesine batıyor vehmine kapılmışlardır. Oysa, güneş kat kat dünyadan büyüktür. Bir su gözesinin dünyadan 150 kat büyük olan güneşi içine alması mümkün değildir. Zülkarneyn’in güneşi batarken bu şekilde görmesi, denizcilerin güneşin batışını görmesine benzer. Zülkarneyn de karanın nihayetine, sahile ulaşmış ve oradan baktığında da doğal olarak güneşi su gözesine batar gibi görmüştür. [8]
Gerçi bazıları “âyeti tevile ihtiyaç yoktur. Zira Cenâb-ı Hakkın güneş gibi büyük bir maddeyi bir gözeye sokması hiç de muhal bir hal değildir.” demişlerdir. Müfessir Âlûsî buna itiraz eder ve kendisinin de Allah’ın azametine inandığını, ancak bu görüşün, Tartûşinin ‘Güneşi bir balık yutuyor’ demesi gibi inanılması güç bir iddia olduğunu söylemiştir.[9]
Dikkat edilirse, Kur’ân’ı Kerimde, belirtilen gözeye güneşin ‘fiili olarak’ battığı ifade edilmemiştir. Bilakis, bakış aldanması olarak ifade edilmiş; ‘onu bir gözeye batıyor gördü’ buyurulmuştur. Çünkü gözle bakıldığında güneş yere giriyor gibi gözükmektedir. Doğduğunda da adeta yerden çıkıyor gibidir. Hakikatte güneş kat kat dünyadan büyüktür. Yer onun yörüngesinde dönmektedir. Yeryüzünün bir tarafı güneş ışığına dönük aydınlanırken diğer taraf karanlıktadır. Eğer dünya kendi yörüngesinde dönmese idi gece ve gündüz olmazdı. Güneş bizim gördüğümüz gibi dünyanın etrafında dönmez. İşte âyet bizim güneşin hareketlerine ilişkin bakışımızı yansıtmaktadır.[10]
İbn Kesir’e göre bu, Zülkarneyn’in arka arkaya ülkeler fethederek batıya yürüdüğü en sonunda karanın bitip okyanusun başladığı yere ulaştığı anlamına gelmektedir.[11]
“En sonunda güneşin battığı yere vardığı zaman” Yani Zülkarneyn bir yol tuttu ve nihayet bulunduğu konuma göre, dünyanın batı cephesinde gidilebilecek en son noktaya, dünyanın batı kısmına bir yere varmıştır. Daha doğrusu batı cihetinden, karaların bittiği yere; okyanusun kıyısına varmıştır. O okyanusun içinde çeşitli adalar olması da muhtemeldir.[12] Göze için “kara” denilmesinin sebebi, uzaklıktan dolayı denizin maviliğinin iyice koyu olmasından dolayı da olabilir.[13]
Müfessirlerin genel kanaati, Zülkarneyn’in, güneşi Atlas okyanusunda batıyor olarak gördüğü fikridir.[14] Okyanusun kıyısına varan herkes gözün aldatıcılığı sebebiyle böyle görür. Yani, güneşin suya dalıp kaybolduğunu müşahade eder; güneşi denize giriyormuş gibi görür.[15] Ya da dağın arkasından güneş batarken, uzaktan bakıldığında sanki güneş dağa giriyormuş gibi hissedilir. Bu kişinin bulunduğu yere ve bakış açısına bağlıdır. Kısacası, deniz ufkunda kara bulutlar arasında batan güneş, Zülkarneyn’e, kara balçıklı bir su kaynağına gömülür gibi görünmüştür.[16]
İbn Hazm’ın(v.456/1064) Kuteybî’den naklettiği görüşte su gözesi, güneşin battığı yer değil, Zülkarneyn’in bulunduğu yerdir. Burası okyanustur ki Allah’ın azameti karşısında su gözesi olarak ifade edilmiştir. Zülkarneyn okyanus’a gelmiş, orayı geçemeyince okyanusun kenarında durup güneşin battığını görmüştür. Gördüğü toplum da güneşin yanında değil, okyanusun kıyısındadır.[17]
Açıktır ki, güneş bir gözede batmaz; hattâ, güneş batmaz, fakat her iki yarımküredeki insanlar, onu batıyor gördükleri için, bugün de güneşin battığından söz ederiz ve bütün dünya dillerinde bu, böyle ifade edilir. Söz konusu âyet-i kerîme de, daha sonra ortaya çıkarılacak pek çok gerçeğe parmak basmanın yanı sıra, insanların duyularıyla elde ettiklerini de nazara almaktadır. Bu âyetten, her şeyden önce, Zülkarneyn’in batıya sefer yaptığını ve etrafı, en azından batı ucu suyla çevrili bir kara parçasına ulaştığını anlıyoruz. Bu yüzdendir ki, pek çok müfessir, buradaki gözeden kastın Atlas Okyanusu olduğu neticesine varmıştır. Zülkarneyn’in, batıda fethettiği bu kara parçasının sahillerine kadar gitmeyip, ulaştığı yerden bakıldığında, karayı batı tarafından çevreleyen suyun bir göze gibi göründüğü noktaya kadar ilerlediğini açıkça ifade etmektedir. Aynı âyetten, Zülkarneyn batı seferindeki uç noktaya vardığında mevsimin yaz ve havaların çok sıcak olduğu, dolayısıyla buharlaşma sebebiyle suyun uzaktan çamurlu gibi göründüğü sonucu çıkarılabilir. "Kızgın, çamurlu bir göze" ifadesinden, bir krater veya volkanik gölün kastedildiği, Zülkarneyn’in böyle bir gölün bulunduğu noktaya kadar ilerlediği mânâsı da düşünülmüştür. Âyet, bir başka önemli ve ince noktaya daha temas eder. "Göze" olarak tercüme edilen "ayn" kelimesi, göz mânâsına da gelir ve "göğün gözü" olması hasebiyle güneşe de işaret eder. Kur’ân, semavî olup, bakışının da semavî olması ve dünyayı semâdan gözleyen daha başka sayısız gözlerin bulunması hasebiyle, ne kadar büyük olursa olsun, bir okyanus, semadan belli bir noktadan bakıldığında ancak bir göze, bir pınar kadar görünür. Âyette işarî bir başka mânâ vardır ki, Allah’a inananlar, bir gün dünyanın en azından büyük bir bölümünde hâkim olacaklar ve göklere çıkarak, dünyayı yukarılardan seyredeceklerdir.[18]
[1] el-Âlûsî, C.16, s.32.
[2] el-Beğavî, C.3, s.179; Âlûsî, C.16, s.31.
[3] el-Âlûsî, C.16, s.32.
[4] el-Kurtubî, C.11, s.49; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.12.
أخرج أبو يعلى وابن المنذر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ في العظمة وابن مردويه عن ابن جريج في قوله
نظر النبي صلي الله عليه و سلم الي الشمس حين غربت فقال: "نار الله الحامية لو لا ما يزعها من امر الله لاحرقت ما غلي الارض
وأخرج سعيد بن منصور عن أبي العالية قال بلغني أن الشمس تغرب في عين تقذفها العين إلى المشرق
وأخرج أحمد وابن أبي شيبة وابن منيع وابو يعلى وابن جرير وابن مردويه عن عبد الله بن عمرو قال نظر رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى الشمس حين غابت فقال نار الله الحامية لو ما يزعها من أمر الله لأحرقت ما على الأرض
es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s. 452.
[5] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.102.
[6] İbn Cüreyc’in asıl adı Ebu’l-Velîd Abdülmelik b. Abdülazîz b. Cüreyc el-Kureşî’dir. Tefsir, hadîs ve fıkıh alanında âlimdir. Sika ve güvenilir olarak kabul edilmiştir. İbn Ebû Hâtim, şeyh adı söylemeksizin yaptığı rivâyetlerin sağlam olmadığını söylemiştir. 1000 kadar merfû hadîsi bulunmaktadır. Bkz. İsmail Cerrahoğlu, “İbn Cüreyc”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.19, s. 404-405.
[7] el-Beğavî, C.3, s.179; el-Hazîn, C.3, s.210.
قال ابن جريج مدينة لها اثنا عشر ألف باب لولا ضجيج أهلها لسمعت وجبة الشمس حين تجب
[8] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.186.
[9] el-Âlûsî, C.16, s.32-33.
[10] Mustafa Muhammed et-Tayr, “Zülkarneyn ve Fütûhâtihi fi’l-Meşârigı ve’l-Meğârib”, Mecelletü’l-Ezher, C.51, sayı 7, Kahire 1979.s.1619-1620. Benzeri görüş için Bkz. Mehmet Vehbi Efendi, C.8, s.3167.
[11] Ebu’l-Âlâ Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, (Kur’an’ın Anlam ve Tefsiri), Trc. Muhammed Kayânî ve Diğerleri, 2.B, İnsan Yayınları: İstanbul 1991.C.3, s.195.
[12] Ebu’s-Suûd, , C.5, s.242.
[13] Mustafa Muhammed et-Tayr, “Zülkarneyn ve Fütûhâtihi fi’l-Meşârigı ve’l-Meğârib”, Mecelletü’l-Ezher, C.51, sayı 7, s.1619,
وأخرج سعيد بن منصور وابن المنذر وابن أبي حاتم من طريق سعيد بن جبير عن ابن عباس رضي الله عنهما أنه كان يقرأ في عين حمئة قال كعب رضي الله عنه ما سمعت أحدا يقرؤها كما هي في كتاب الله غير ابن عباس فإنا نجدها في التوراة تغرب في حمئة سوداء
Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s. 452.
[14] el-Merâğî, C.16, s.16.
[15] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.102.
[16] Ateş, C.5, s.320.
[17] el-Kurtubî, C.11, s.50.
[18] http://www sizinti.com.tr/konular 99Eylül/güneş html. ‘Kur’ân’ın Yaratılış Gerçeklerine Yaklaşım Üslûbu’ ( 07.06.2003.)
ZÜLKARNEYN'İN BATIYA SEFERİ 4 DEĞERLENDİRME
Değerlendirme
حمئة : Siyah çamur anlamına gelen, “حمئ”den elifsiz olarak hemze ile okunur.[1] حامية : Bu kelimenin “الحمأة” kelimesinden hemze hafifletilerek yaya dönüştürülmüştür. İki vasfında kastedilmesinde hiç bir tezat yoktur.[2] İki kıraat farkı birleştirilebilir ve “sıcak ve balçıklı” denilebilir.
Büyük bir paragraf halinde, ihtiva ettiği bazı mânâlarına değindiğimiz Kur’ânî ifade, sadece beş kelimeden oluşmaktadır. Kur’ân’ın bütün ifadeleri, bazen açık, bazen kapalı, bazen de ima ve işaret yoluyla, bazen ayrıntılı bazen özet olarak pek çok anlamı ve gerçeği birden ihtiva eder. Her dönemde her seviyeden her insan, bu ifadelerden kendini tatmin edecek hisseyi alır.[3]
Zülkarneyn'in ilk olarak, batıya doğru gittiği anlaşılmaktadır. Güneşin battığı yer olarak tarif edilen bu bölge, dünyada bulunulan konuma göre değişiklik arz eder. Eğer Avrupa kıtası esas olarak alınırsa bu bölge, Avrupa kıtasının en uç noktasını oluşturan İspanya ve Cebelitarik Boğazı civarı olabilir. Afrika kıtası esas olarak alınırsa bu kez de bu kıtanın en batıdaki noktaları olan Moritanya ve Senegal gibi bölgelere işaret ettiği düşünülebilir. Harita ölçü alınıp dünyanın en batısı düşünüldüğünde ise Afrika kıtasına işaret ediyor olması muhtemeldir.[4]
Gözün bakışına göre gözün doğu tarafında gördüğü en son nokta güneşin doğduğu yerdir. Batı için de aynı bakış söz konusudur. Yoksa dünya yuvarlaktır belirli bir doğusu yoktur, göz onu düz görür. Hakikatte bir yer için “doğu” olan bir başka yer için “batı”dır.[5]
“Bilim, ne yazık ki, materyalist ve ideolojik saplantıları adına, kendi kendisini sınırlamakta ve insanları bazen asırlarca yanlışlarla meşgul ettikten sonra, tek tek doğrulara varabilmektedir. Oysa bilim, önce iman edip, sonra Allah adına ve imanî sorumluluğun çizdiği çerçevede yaratılış gerçeklerine yaklaşsa, ne insanların başına faydadan çok zarar getirecek, ne sürekli yanlışlardan yola çıkma zorunda kalmayacak, ne de insanları, mânâsız bilim-din çatışmalarıyla meşgul etmeyecektir. Fakat bugün bilimi kullananlar, onu maddî menfaatleri ve siyasî hakimiyetleri adına en büyük silah olarak telâkkî ettikleri ve bu sebeple de onu materyalist ideolojinin kurbanı haline getirdikleri için; bilim, yoluna gözü kapalı ve el yordamıyla devam etmekte ve neticede insanlığın başına, saadetten çok felâket getirmektedir.”[6]
Burada şunu söyleyelim: Âyeti kerime gözle görülenden söz etmektedir. Çünkü güneş deniz tarafında battığı zaman bu şekilde görülür. Yani bu bir görüşün ve bir gözlemin tasvirinden ibarettir. Güneşi Atlas okyanusunda batarken gören bir kimse, bu tasvirin ne kadar hassas olduğunu görür. Tabi bu açıklama, onun okyanusun kıyısına vardığını kabul eden görüşe göre böyle olur ve o vakit “kara çamurlu su” dan söz edilmesi, dolayısyla güneşin batış esnasında denizin siyaha çalan çamurlu pınara benzetilmesi gerçekleşir. Onun, batı tarafında bir zamanlar bulunan oldukça geniş bataklık bir araziye ulaşmış olması da ihtimal dahilindedir. Diğer taraftan batıda bulunan volkanik bir bölgeye varmış olması ve kendisi orada iken lavlarını fışkırtmaya devam ettiği bir zaman dilimi de olmuş olabilir. Ancak bütün bunlardan her hangi birisini ileriye sürmek oldukça zordur.[7] Bu âyet, güneşin battığını değil, seyredenin öyle gördüğünü ifade etmektedir. Yani âyet, “güneş batıyordu” değil, “onu batar gördü” şeklinde gelmekte ve Zülkarneyn’in zannını ortaya koymaktadır.[8]
[1] Muhammed b. el-Müsennâ, İbn Ebî Âdî’den o da Dâvud’tan o da İkrime’den o da İbn Abbâs’tan rivâyet etmiştir ki: “ طين اسود” ‘kara çamur’ demektir.” demiştir. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.11. İbn el-Müsennâ, Abdü’l-Âlâ’dan o da Dâvud’tan o da İkrime’den o da İbn Abbâs’tan rivâyet etmiştir ki İbn Abbâs onu “çamurlu göze” şeklinde okumuştur. et-Taberî, a.g.e., C.16, s.11; Ebu’s-Suûd, C.5, s.242.
[2] el-Beydâvî, C.3, s.520; Ahmed b. Muhammed el-Hâim el-Mısrî, et-Tıbyân fî Tefsîri Ğarîbi’l-Kur’ân, Thk. Fethi Enver Dâbûlî, Kahire: Dâru’s-Sahâbe li’t-Türâs, s.279.
[3] http://www sizinti.com.tr/konular 99Eylül/güneş html. ‘Kur’ân’ın Yaratılış Gerçeklerine Yaklaşım Üslubu’ ( 07.06.2003.
[4] Emiroğlu, C.7, s.349; Saîd Havvâ, C.6, s.3224.
[5] Bkz. M. Muhammed et-Tayr, “Zülkarneyn Yeftehu’l-Meşriga ve Yebnî Sedde Ye’cûc ve Me’cûc, Mecelletü’l-Ezher, C.57, sayı 9 , Kahire, 1979, s.2041.
Bazıları bu konuda şöyle der. Batı yönünde, hiçbir imar eserinin bulunmadığı son noktaya varınca, güneşi de karanlık bir ünitede batar halde buldu. Bu gemi yolculuğu yapan kimsenin, güneşi denizde batar görmesi gibidir. Kıyıyı göremeyince, gerçekten de güneş, deniz ötesinde kaybolur gibidir. Yoksa, bilinmelidir ki yer yuvarlaktır. Gök de yerin etrafını kuşatmıştır. Güneş de yeryüzünden kat kat daha büyüktür. Bu kadar büyük bir şeyin, yeryüzündeki gözelerden birine girmesi nasıl düşünülebilir ki?..” Bkz. İsmail Hakkı Bursevî , C.5, s.292.
[6] http://www sizinti.com.tr/konular 99Eylül/güneş html. ‘Kur’ân’ın Yaratılış Gerçeklerine Yaklaşım Üslubu’ ( 07.06.2003.
[7] Saîd Havvâ, C.6, s.3224. Ayrıca bkz. Mehmet Vehbi Efendi, C.7, s.3165.
[8] el-Beydâvî, C.3, s.520.
ZÜLKARNEYN BATIDA KİMLERLE KARŞILAŞTI
2.7.1.2 Batıda Karşılaştığı Kavim ve Tarihteki Varlığı
ووجد عندها قوما قلنا يا ذا القرنين إما أن تعذب وإما أن تتخذ فيهم حسنا 87 قال أما من ظلم فسوف نعذبه ثم يرد إلى ربه فيعذبه عذابا نكرا وأما من آمن وعمل صالحا فله جزاء الحسنى وسنقول له من أمرنا يسرا
“...Dedi ki: ‘Ey Zülkarneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya içlerinde güzelliği (geçerli ilke) edinirsin.’ Dedi ki: ‘Kim zulme saparsa biz onu azap edeceğiz, sonra da Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azapla azap edilir. Kim de iman eder salih (iyi) amelde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan da kolay olanını söyleyeceğiz.”
Batıda karşılaşılan bu kavimin “Câbiris” ( جابرس) halkı olduğu söylenmiştir.[1] Onlara “Süryânî’de denilmiştir. Onların Semûd neslinden iman edip de geride kalanlar olduğu ve Cürcisan’da ( جرجيشا) yaşadıkları söylenmiştir.[2]
Ebû Zeyd es-Sühey’den gelen rivâyette: “Bu Semud soyundan gelen bir kavimdir. Câbirsâ denilen büyük bir şehirde otururlardı. Câbirsâ’ya, Süryanicede buna ‘Cercisa’ derler.” demiştir.[3]
Vehb bin Münebbih ise şöyle demiştir: “Zülkarneyn, fakir ve ihtiyar bir Rum kadınının tek çocuğuydu. Asıl ismi İskender’di. Büyüdüğünde, iyi bir kişi oldu ve Allah Teâlâ ona dedi ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ben seni bütün dünya milletlerinin üzerine göndereceğim. Bunlar içerisinde iki ümmet vardır ki, bütün yeryüzü bu ikisinin arasındadır. İki millet de vardır ki aralarında dünya kadar genişlik vardır. Yeryüzünün ortasında bir ümmet vardır ki onlar insanlar, cinler, Ye’cûc ve Me’cûc’tür. Aralarında yeryüzünün kıyıları bulunan o iki ümmetin kim olduğuna gelince; Güneşin batısındaki halk “Nâsik” tir. ( ناسك) Diğeri yani güneşin doğusundakilere ise “Mensek” ( منسك) denir. Aralarında yeryüzünün genişliği kadar mesafe olan iki milletten; yeryüzünün sağ cihetinde(kuzeyde) olanlara “Hâvîl” (هاويل) denir. Diğeri yani yeryüzünün sol bölgesinde (güneyinde olana) ise “et-Tâvîl”( التأويل) denilir. Gideceğin milletlerden kimi de dünyanın ortasında bulunur. Cinler, insanlar, Ye’cûc ve Me’cûc’de dünyanın ortasında oturan milletlerdendir. Zülkarneyn dedi ki: ‘ İlâhî! Senden başka hiçbir kimsenin gücünün yetmeyeceği büyük bir iş, bana yükledin. Bana söyle! ben hangi güçle beni gönderdiğin bu milletlere üstün geleceğim, hangi toplulukla onlardan daha fazla olacağım, hangi hile ile onlara tuzak kuracağım, hangi sabırla metanet göstereceğim, hangi lisanla onlarla konuşacağım? Onların dediklerini nasıl anlayacağım, hangi kulakla onlara kulak vereceğim, hangi gözle onları algılayacağım, hangi delille onlarla muhaseme edeceğim, hangi kalple onları idrak edeceğim, hangi hikmet ile onların işlerini düşüneyim, hangi ölçü ile aralarında adalet dağıtayım, hangi hilm ile onlara sabredeyim, hangi bilgi ile aralarını bulayım, hangi ilimle işlerini yoluna koyayım, hangi elle onlara uzanayım (nüfuz edeyim), hangi ayakla onları ele geçireyim, hangi takatle hasımlık yapayım, hangi ordu ile savaşayım, hangi rıfkımla onlara ülfet edeyim? Bende ise söylediklerimden hiç bir şey yoktur, ki onlarla konuşayım, onlara galebe gelebileyim, onlara karşı koyabileyim!.. Sen merhametli Rabb’sin, hiçbir kimseyi gücünün üzerinde bir şeyle mükellef kılmazsın, gücü oranında onu yükümlü kılarsın. Onlara sıkıntı vermez, işkence etmezsin, Bilakis sen onlara acır, merhamet edersin’ dedi. Allah Teâlâ dedi ki: ‘Seni yükümlü kıldığım şeyle seni muzaffer kılacağım, göğsünü genişleteceğim, her şeyi kuşatacaksın. Fehmini genişleteceğim, her şeyi kavrayacaksın; lisanını genişleteceğim, her şeyle konuşabileceksin; kulağını açacağım, her şeyi duyacaksın; gözünü açacağım, her şeye nüfuz edebileceksin; işlerini düzenleyeceğim, her şeyi sağlam yapacaksın; sana hesap kuvveti vereceğim, hiçbir şeyi eksik bırakmayacaksın; sana hafıza gücü vereceğim, hiçbir şeyi unutmayacaksın; sırtını sağlam kılacağım, hiçbir şey seni yıkamayacak; seni destekleyeceğim, hiçbir şey seni yenemeyecek; kalbini güçlendireceğim, hiçbir şey seni korkutamayacak; nur ve zulmeti emrine vereceğim o ikisi askerlerinden asker olacak, nur önünde, sana yol gösterecek; karanlık seni arkandan koruyacak ve düşmanlarından gizleyecek. Aklını kuvvetlendireceğim, hiçbir şey sana korku veremeyecek; önünü açacağım, her şeyin üzerine hakimiyet kuracaksın; adımlarını kuvvetlendireceğim, her şey karşında yıkılacak; sana heybet vereceğim, hiçbir şey sana yaklaşamayacak!..’ Kendisine böyle denilince kendisine tabi olanlarla beraber yürüdü. İlk önce güneşin doğduğu yerdeki ümmete doğru gitti. Onlara yaklaştığında onları büyük bir topluluk ve Allah’tan gayrı kimsenin hesap edemeyeceği bir kalabalık, Allah’tan gayrı kimsenin gücünün yetmeyeceği güç ve kuvvet, çeşit çeşit diller, değişik heva ve hevesler, kalpleri farklı gruplar olarak buldu. Onları hemen zulmetle sardı. Karanlığın ordusundan üç ordu onları her taraftan kuşattı, tek bir mekana toplayıncaya kadar onları bürüdü. Sonra onlara nur ile geldi. Onları Allah’a imana ve ona kulluğa çağırdı. Onlardan kimisi iman etti kimisi küfretti ve yüz çevirdi. Yüz çevirenlerin üzerine zulmet geldi her taraftan onları kuşattı, onların ağızlarından, burunlarından, gözlerinden, evlerinden girdi. Her yerden bürüdü ve nihayet onlar helak olmaktan korkarak tek bir sesle yalvardılar: ‘Biz iman ettik.’ dediler Bunun üzerine onların üzerindeki azap kaldırıldı onlarda gönüllü olarak Zülkarneyn’in davetine icabet ettiler. Mağrip halkının ordusu büyük topluluklardı. Onları tek bir ordu yaptı. Sonra onlar, Zülkarneynin komutasında yürüdüler. Zulmet onları yönlendiriyor ve arkalarından koruyordu. Nur önlerinde onları komuta ediyor ve yol gösteriyordu. O da arzın sağına doğru yöneldi. Yeryüzünün en sağındaki ülkeye varmayı istiyordu ki onlar ‘Hâvil’dir. Alah onun elini, kalbini, görüşünü, aklını ve nazarını, yetkisini musahhar kıldı. Emrettiği zaman hata yapmaz, bir şey yaptığı zaman onu sapasağlam yapardı. Bu milleti komuta ederek yürüdü. Nâsik Halkı’da onu takip ediyordu, denize veya göle vardıklarında küçük tahtalardan sal gibi gemiler inşa etti. Sonra beraberindeki ordu ve halkla bindi. Nehirleri ve denizleri geçtikten sonra salları tekrar söktü sonra her bir parçayı askerlerine dağıttı; böylece taşıması kolay oldu. Bir süre daha böyle devam etti. Nihayet Hâvîl’e ulaştılar. Nasik’e davrandığı gibi bunlara da aynı muamelede bulundu. Bu bölge ile ilgili vazifesi sona erdiğinde, yüzünü yerin sağ tarafına çevirdi. Güneşin doğduğu yerde Mensek’e ulaştı. Daha önceki iki millete yaptığını burada da yaptı ve yine ordu edindi. Sonra yerin sol kısmına doğru yöneldi. O, Tâvil’e ulaşmayı istiyordu. Bu bölgenin milleti Hâvil’in soyundandı. Bu ikisinin aralarında bütün bir yeryüzü vardı. Daha önceki topluluklara yaptığı gibi davrandı ve yine ordu edindi. Burada da vazifesini ifa ettikten sonra, yeryüzünün ortasındaki cinniler, diğer insanlar, Ye’cûc ve Me’cûc gibi başka milletlere meyletti. Yoluna devam edip giderken doğu cihetinde Türk bölgesine geldi. Salih bir insan topluluğu dedi ki: Ey Zülkarneyn bu iki dağın arasında Allah’ın yarattıklarından bir grup vardır ki, onların büyük çoğunluğu insana benzer onlar hayvan gibidirler. Ot yerler, canlıları ve vahşileri avlarlar tıpkı aslanın avladığı gibi. Yeryüzünün haşaratlarının hepsini, akrepleri ve Allah’ın yarattığı her can sahibi varlığı yerler, haram helal demezler. Bir sene içerisinde alemdeki hiçbir varlık bunlar gibi çoğalmaz. Şüphesiz, onlar bütün yeryüzünü dolduracaklardır. Oraların ahalisini sürecek, oralara sahip olacaklar ve bozgunculuk çıkaracaklardır. Bize komşu olduklarından beri endişe içindeyiz. Vergi karşılığı, bu iki dağın arasına, bizim ile onlar arasında bir sed yaparmısın? Biz de böylece onların şerlerinden kurtulalım!’ Zülkarneyn dedi ki: ‘Rabbimin bana verdiği imkan daha hayırlıdır. Siz bana gücünüzle yardım edin. Sizinle onlar arasına bir sed yapayım. Bana kayalar, demir ve bakır hazırlayın. Ben de gidip bahsettiğiniz kavmi göreyim’ dedi. (Zülkarneyn, bahsedilen Ye’cûc ve Me’cûc) bölgesini keşfedip, konumunu tesbit etti. Onlardan en uzun olanının bir adamın yarısı kadar bir boya sahip olduğunu gördü. Ellerinin tırnak yerlerinde, adeta pençeleri vardı, azı ve köpek dişleri ise yırtıcı hayvanların dişleri gibiydi. Çeneleri ise deve çenesi gibiydi. Yemek yediklerinde, çene hareketinin sesi işitilirdi. Bu, devenin geviş getirmesi veya yaşlı su aygırlarının kemirmesi gibiydi. Onların üzerlerindeki kıllar onlarını üzerini örten saç gibiydi. Onlardan her birinin içi de dışı da, biri az tüylü diğeri çok tüylü iki büyük kulaklıkları vardı. Bu kulaklıkları giydikleri zaman birini altlarına birini üstlerine serer, (yatarlar)dı. Biri kışlık, diğeri yazlık idi. Kadınları da, erkekleri de ömürlerinin ne zaman biteceğini tahmin edebilirlerdi. Çünkü onların kadın ve erkek, her birinin zürriyetlerinden bin çocuk dünyaya gelmedikçe ölmezlerdi. Eğer sayıyı bine tamamlamışlarsa ölümleri yaklaştı demekti. Bahar günlerinde deniz avı yerlerdi...Zülkarneyn bunların vahşi hareketlerini görüp, hayrete düştü. Geri dönerek salih kavmin yanına geldi. İki dağ arasına sed yapmaya karar verdi. Bu seddin temellleri taş, üst kısmı da dağın seviyesine kadar bakır ve demir karışımıydı...” [4]
Ebû Yâlâ el-Mavsili[5] der ki. “Bize İshak b. Ebî İsrâil, Hişâm b. Yusuf’tan nakletti ki, İbn Cüreyc; ‘Orada kavimlerden bir kavme rastladı. Bu, ademoğullarından büyük bir ümmet idi.[6] demiştir. Yine İbn Cüreyc’den gelen diğer rivâyette:” “O şehrin 12 bin kapısı vardır. Oradaki halkın gürültüsü olmasaydı çamura gömülmekte olan güneşin sürtünme sesini duyarlardı.”[7] demiştir.
Klasik dönem tefsirlerinde, beyan olunduğuna göre bunlar üzerlerinde giysileri olmayan vahşi kafir bir kavimdirler. Elbiseleri vahşi hayvanların derileri, yiyecekleri de denizin dışarıya attığı şeylerdir.[8]
İbn Sa`îd “onların aralarında mü’minler ve kafirler vardır.” demiştir. Cumhura göre ise onların hepsi kafirdir. Allah onları öldürmek suretiyle azaba düçar etmek veya iman etmek arasında Zülkarneyn’i muhayyer kılmıştır.[9]
[1] es-Se`âlebî bu ismi “Cabilis” diye yani “l” ile yazmıştır. Bkz. es-Se`âlebî, Tefsîru’s-Se`âlebî, C. 2, s. 394.
[2] el-Kurtubî, C.11, s.51. Daha teferruatlı bilgi için bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.439-440-441; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17-18; es-Se`âlebî, a.g.e., C.2, s.394.
[3] el-Âlûsî, C.16, s.33.
[4] Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.439-441; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.18; el-Beğavî, C.3, s.181; el-Kurtubî, C.11, s.51 vd.
[5] Ebû Ya`lâ el-Mavsılî, Hicrî 210 yılında Musul’da doğmuştur. Hadîs âlimidir. el-Müsned ve biyografik mahiyetteki “el-Mu`cem” önemli eserlerindendir. Hicrî 307 (m. 919) yılında vefât etmiştir. Bkz. Müctebâ Uğur, “el-Mavsîlî” TDV İslâm Ansiklopedisi, C.10, s.258.
[6] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s.102.
[7] el-Beğavî, C.3, s.179.
قال ابن جريج مدينة لها اثنا عشر ألف باب لولا ضجيج أهلها لسمعت وجبة الشمس حين تجب
قال مدينة لها اثنا عشر ألفا باب لولا أصوات أهلها لسمع الناس دوي الشمس حين تجب
وأخرج ابن أبي حاتم عن سعد بن أبي صالح قال كان يقال لولا لغط أهل الرومية سمع الناس وجبة الشمس حين تقع وأخرج ابن
المنذر عن سعيد بن المسيب قال لولا أصوات الصنافر لسمع وجبة الشمس حين تقع عند غروبها
Bkz. es-Suyûtî, a.g.e., C.5, s.452.
[8] Emiroğlu, C.7, s.347; el-Beydâvî, s.520; Mehmet Vehbi Efendi, C.7, s.3165.
[9] el-Âlûsî, C.16, s.34.
Benim bir kitabım var. Adı Ey Ye'cuc, Me'cuc! İnsanoğlu seni çağırıyor. Kitap basılı olarak satılıyor. Ayrıca zulkarneynseddi.wordpress.com blog sayfamda da yayınlanıyor. Blog sayfasında eklemeler yapıldığı için daha çok bilgi bulunuyor. Kitapta öncelikle kıyamet alametlerinden Yecuc ile Mecuc'un dolayısıyla Zülkarneyn seddinin ne olabileceği ayet ve hadislerle yüzde yüz örtüşen bilimsel verilerle anlaşılmaya çalışılıyor. Kitapta ayrıca diğer kıyamet alametleri de aynı yöntemle irdeleniyor. Siz tabi bugüne kadar farklı kaynaklarda iddia edilen verilerle bu makaleyi yazmışsınız. Ben ise dediğim gibi ayetler ve hadislerde bildirilenleri bilimsel verilerle anlamaya çalıştım. Ve aslında bazılarının da iddia ettiği ama geliştiremediği içeriğinde onlarca kanıt bulunan bir açıklama buldum. Mutlaka ki en doğrusunu sadece Allah bilir. İlginizi çekeceğine inandığım için size bu mesajı yazmak istedim. Saygılarımla Güven Polat
YanıtlaSil