ZÜLKARNEYN KISSASI SONUÇ
Zülkarneyn’in
şahsı, Ye’cûc ve Me’cûc’un mahiyeti, seddin yapıldığı yer ve
Zülkarneyn’in seferlerini yaptığı ülkeler konusunda ve “ayn-ı hamie”
hakkında elimize bir çok rivâyetler ulaşmıştır. Görüldüğü üzere bunların
çoğu da sağlam veya doğru bir senede dayanmamaktadır. Bir kısmı daha
çok hayal ürünü iken bir kısmı da birbiriyle çelişki içerisindedir.[1]
Dikkat çekilecek bir diğer nokta ise, bu konuda doğrudan Rasûlullah
(SAV)’den gelen sıhhatli rivâyetlerin bulunmayışıdır. Gelen rivâyetlerin
merfu olarak Rasûlullâh’a (SAV)’e, dayandırılmaya çalışılması da
mesnetsizdir.[2]
Günümüze
değin yapılan ilmi belgelere dayalı tarihi inceleme ve araştırmalar,
Kur’an kıssasında anlatılan Zülkarneyn ile bire bir uyuşmamaktadır. En
doğru olan, Kur’ân’ın durduğu sınırda kalmaktır. Kur’ân’ı
Kerim’de anlatılan ve tarihi olgular olarak karşımızda duran hâdiseleri
belirlemek, zaman ve mekan boyutunu saptamak için kanaatimce İslâmî
veya Kur’an bazlı bir arkeolojik ve medeniyet çalışması araştırılmasının
da yapılması gerekmektedir. Bu açıdan öncelikli olarak, gerçekçi ve
detaylı bir Kur’an atlası yapılmalıdır. Kıssalar, zaman içerisinde
gelişen teknoloji ile bulunacak yeni arkeolojik ve tarihi verilerle daha
iyi anlaşılacaktır.
Ancak
mevcut tarihi verilerle kısmen örtüşen ve kısmen örtüşemeyen bu kıssa
elbette faydadan ari değildir. Daha evvel de bahsi geçtiği gibi Kur’an
kıssalarının gayesi tarihi bilgi vermek değil insanlara yol
göstermektir. Dolayısıyla bu kıssadan alınacak nice ibretler
vardır.Bunlardan bir kısmına değinelim:
1. “Zülkarneyn’in
“vergi kabul etmemiş” olması “birr” diye ifade olunan karşılıksız
iyilikte bulunmayı öğütlemektedir. İhsan da bulunmak en güzel şeydir.
Başkalarının bulunduğu zor durumdan yararlanmamak gerekir. Bu kıssada,
Zülkarneyn istediği kadar vergi alabilirdi ama, ihsanı tercih etmiştir.
Çünkü kıssada, Ye’cûc ve Me’cûc karşısında Zülkarneyn’den medet bekleyen
bu kavim mecburiyet dahilinde , Zülkarneyn ne kadar vergi istese vermek
zorunda idiler.
2. Zülkarneyn,
insanlara hizmet ederken, iyiliğin ölçüsünü de gözetmiştir. İyiliğin
ötesi savurganlık ve kullanılmaktır. Burada Zülkarneyn onların zor
durumundan yararlanarak sömürü yolunu tercih etmemiş olduğu gibi bütün
işi de kendi ordusuna yüklememiştir. Onlardan alet edavat, işçilik
yardımı ve malzeme talep etmek suretiyle kendi işlerinin görülmesinde
onların da katılımını sağlamıştır. Burada bize verilen nasihat,
başkalarının yükünü hafifletirken ölçüyü elde tutmak gerekliliğidir.
3. Alınacak bir diğer ders, yapılan işi sağlam yapmak
ilkesini gözetmektir. Yapabildiğimiz şeyin en güzelini yapmak
gerektiğini ve “kolaycılığa” kaçmamak prensibine yapılan vurguyu
görüyoruz. Bu kıssada, Zülkarneyn demiri ve bakırı kullanarak, yapabileceği
en sağlam engeli yapmış, güçlü bir tedbir almıştır. “Gevşeklik,
acelecilik ve kolaycılığa kaçmamıştır. En önemlisi ise,
“yıkılabilirliği” ile ilgili takdiri Allah’a bırakmıştır. Bize de
verilen mesaj, en iyi ve sağlam tedbiri almak, işin neticesini yani takdiri Allah’a bırakmak ve bu takdire rıza göstermektir.
4. Öğütlenen
bir diğer mesaj her nimetin şükrünün kendi cinsinden yapılmasıdır.
Zülkarneyn başkalarına verilmeyen askeri alandaki dehasını seferleri
ile, mekanik beyninin şükrünü ise demir bir sed yapmak suretiyle eda
etmiştir. Biliyoruz ki insanlar farklı farklı yeteneklere sahip olarak
yaratılmışlardır. Bu verilen yeteneklere rıza göstermek, bu
yeteneklerimizi geliştirmek ve kullanmakla ancak şükrümüzü eda etmiş
oluruz. Ayrıca başarılarımızın arkasında daima kendimizi değil
Rabbimizin imkanını görebilmeliyiz. Süleyman (AS) gibi her nimet
geldiğinde derhal imtihan olduğumuzu düşünmemiz ve başarılarımıza
şükretmemiz gerekmektedir. Zülkarneyn’de bu kıssada demir seddin
yapımını başardıktan sonra “ هذا رحمة من ربي” diyerek şükrünü eda etmiştir.
5. Bu kıssada “ فاذا جاء وعد ربي جعله دكا”
(Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder!) âyeti demirden bir sed
bile olsa her şeyin bir gün mutlaka fena bulacağını bildirmektedir. Bu
sebeple bize verilmek istenen öğüt, “yaptığıyla övünmemek ve elinden
çıkanla da üzülmemek”tir. Bunu peşinen kabullenebilmek insanın gururunu
kırar ve başına gelebilecek imtihanlara karşı da metanetli kılar.
6. Zülkarneyn’in
kıssada geçen idareci yönünü ele aldığımızda, tebasına ve seferler
düzenlediği toplumlara karşı nasıl davranmak gerektiğini Müslüman
idarecilere göstermektedir. Onun hayatı ve felsefesi yönetimde
bulunanlara örnek olarak sunulmuştur. Her kişi teb’ası olan bir
çobandır. O halde, teb’aya karşı merhametli
davranmak, onları iyiye yönlendirerek sorumluluğunun bilincinde olan
erdem sahibi gerçek bir yönetici olma mücadelesini vermek gerekmektedir.
[1] Derveze, C.5, s.104.
[2] Derveze, C.5, s.106.
İKİ SET ARASINDAKİ BÖLGE NERESİDİR
“En
sonunda iki dağın arasına varınca,” Bu kelime; “sedd” veya “südd”
olarak iki surette de okunmuştur. “Sedd”, iki şey arasındaki gediği
sağlamca kapatmak demektir. İki şey arasındaki perdeye sedd denildiği
gibi dağa da sedd denilebilir. Nitekim müfessirler burada iki dağa iki
sed denildiğinde ittifak etmişlerdir.[1]
Gerçi daha evvel de bilirttiğimiz gibi Allah tarafından yapılan engele
“südd,” insanlar tarafından yapılana da “sed” denildiği gibi her ikisi
kelimenin aynı mânâya geldiği de belirtilmiştir.[2]
“İki sedden” maksadın iki dağ olduğu hatta bu dağların, Kur’ân’ın nazil
olduğu dönem muhataplarına malum olduğu da söylenmiştir. Bu dağlara sed
denilmesi, seddin de yeryüzünde bir derinliği kapatmış olması sebebiyle
veya sed ve dağ birbirine anlam bakımından yakın olduklarından dolayı
birbirlerinin yerine kullanıldığı ifade edilmiştir.[3]
Bu
iki dağın hangi dağlar olduğu ve dolayısıyla yapılan seddin hangisi
olduğu noktasında farklı görüşler mevcuttur.Bazıları Ermenistan ile
Azarbeycan arasında yer alan iki dağın arasındaki vadi olduğunu iddia
ederken bazıları da, Kuzey doğu mıntıkası[4] veya Kuzeyin en uzak noktası[5] ya da Türk sınırının başladığı yer[6]
gibi çeşitli alternatifler üretmişlerdir. Bu görüşleri yapılan seddi de
kapsayacak şekilde daha ayrıntılı olarak incelemeye çalışalım:
ez-Zemahşerî,
bu iki dağın kuzeydoğuda Türk topraklarının kesildiği yerde olduğu
söylemiştir. Nesefi de mezkur iki dağın Zülkarneyn’in aralarını
kapattığı dağlar olduğu, söz konusu bu yerin ise, Doğu taraflarında
Türklerin topraklarının bittiği yer”[7] olduğunu teyit etmiştir. Ebu’s-Suûd’un[8]
görüşü de bu yöndedir. Türk toprakları ile “Maveraünnehr” kast edilmiş
ise, Zülkarneyn’in yaptığı sed ile, Çin seddine işaret edilmiş demektir.[9]
Burası, Himalayalar'da bir bölge olabilir. Nitekim Bediüzzaman Said
Nursi de aynı bölgelere işaret etmiş ve Zülkarneyn'in "... Hind ve
Çin'deki halka zulümlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine
yakın, iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve barbar kavimlerin
hücumlarının bir çoğuna[10] çok zaman mani olduğunu..." hatırlatmaktadır.
O
halde, Zülkarneyn’in yaptığı sed olarak düşünülen Çin seddini kim,
nerede ve niçin inşa etmiştir? Haritaya baktığımızda Çin seddinin, Sarı
Deniz kıyısındaki Şanhaikuan’dan Kansu eyâletine kadar, doğu-batı
doğrultusunda 1.900 km. boyunca uzanan dünyanın en uzun duvarı olduğu
görülür. Dönemeçleriyle birlikte 2.400 km. yi bulur. M.Ö. 3. yüzyılda
ülkeyi Hunların[11]
saldırısından korumak amacıyla yapılmıştır. Kuşbakışı görünümü,
toprağın üzerinde kıvrılarak yol alan upuzun bir yılanı andırır. Duvarın
genişliği 3.5 metredir. Yüksekliği ise 4 ile 9 metre arasında
değişir. Duvar taş, toprak ve tuğladan yapılmıştır. Duvarın bazı
bölümleri ise dışarıdan hendeklerle çevrilidir. İnsanoğlunun
gerçekleştirmiş olduğu en büyük yapılardan biridir.[12]
Bu
durumda Zülkarneyn, seddini, Himalaya dağ silsilesin arasında yapmış
demektir. Sed “Çin seddi” kabul edilirse, yardım edilen millet Çinliler, Ye’cûc
ve Me’cûc ise Moğollar ile Tatarlardır. Tarihe göre, Pekin civarında
denizden başlayarak Altay dağlarının altlarına doğru yüzlerce saatlik
mesafede uzayıp giden Çin seddinin M.ö. 3.yüz yılda, 4. Çin sülalesi
devrinde şimalden gelecek olan Moğol ve Tatarların tecavüzlerine karşı
yapılmıştır. Bu sed dünyanın yedi harikasından biri sayılıyorsa da yapılışının üzerinden uzunca bir süre geçmeden yine saldırılarla aşılmış ve geçilmiştir.[13] Kullanılan
malzemeye bakıldığında bu seddin sağlamlığı ve yapılış tarzının,
Kur’ân’da zikrolunan vasıflara uygun olmadığı anlaşılmaktadır.[14]
Ayrıca bu sed ile Kıyamete kadar hapsedilen bir toplumun varlığı söz
konusu olmadığından, bahsi geçen seddin olamayacağı bir başka açıdan
gözler önüne serilmektedir.
Çin
seddini yapan Şhin Huvankti’dir. 264 yılında inşa edilmiştir. Ancak bu
şahıs ile Zülkarneyn birbirlerine mutabık olmadıkları gibi, Çin seddi de
300 kilometre uzunluğu ile, iki dağ arasını tümleyen bir boğaz
değildir. Ayrıca yapımında demir ve bakır kullanılmadığını[15] tekrar belirtmek gerekir.
“İki sed arasına vardığında” cümlesi Ermenistan ve Azerbaycan arasında bulunan iki dağ[16] olarak yorumlanmıştır.[17]
Yine bu mânâya yakın anlamlar içeren görüş mahiyetinde iki dağın
Türkistan’ın Ermenistan’a ve Azerbeycan’a nihayetlendiği yerde olduğu da
söylenmiştir.[18] Bu “iki dağ” Hazar Denizi ile Karadeniz arasında uzanan dağ sıralarının bir bölümünde olup, Bu dağların ötesinde Ye’cûc ve Me’cûc bölgesi vardır.”[19]
Sed hususunda genel olarak verilen diğer bir isim “Demir kapı/Bâbü’l-Hadîd?Derbenttir.” Ancak bilinen bir çok demirkapı vardır. [20] Bu
sebeple alimler Demirkapı’nın yerini tarif ederken esas aldıkları
tarihi verilere göre farklı farklı yer tariflerinde bulunmuşlardır.
Mesela, genel görüş, bu dağların Kafkas Dağları olduğu ve iki sed arasının bu dağlar arasında yer alan Demirkapı olduğu yönündedir. İbn Haldun[21] ile Ebû’l-Fedâi: Nûşirevân’ın burada bir sed yaptığını rivâyet etmişlerdir. Ebû Reyhân’da burasının, Mamure’nin (yerleşim bölgesi) kuzey batı yakınında olması gerektiğini söylemiştir.[22] Yine
iki dağın Semerkant ile Hint bölgesi arasındaki dağlar olduğu, Ye’cûc
ve Me’cûc’un ise Moğol ve Tatarlar olduğu zira onların Tibet ve Çin’e
saldırdıkları iddia edilmiş ve yine sed Demirkapı[23] olarak yorumlanmıştır.
“Tirmiz
şehri yakınlarında Bâbü’l-Hadîd ( Demirkapı) diye bilinen bir sed
keşfedilmiş bulunuyor. Miladi beşinci asrın başlarında Alman bilgin
Scheilt Berger, bunu kitabına
kaydetmiş ve ondan söz etmiştir. Aynı şekilde İspanyol tarihçi Glafigo
1403 yılındaki seyahatinde de bundan söz ederek şöyle demektedir: “Babül
Hadid” şehri Semerkant ile Hint arasındaki yol üzerindedir. Bunun
Zülkarneyn’in yaptığı sed olması ihtimali de düşünülebilir.”[24]
Tevrat
bilgilerini esas alan kanat ise Kuzeyin sonlarında iki yüksek dağ
olduğudur. Yahudi alimlerinden bazıları “Ye’cûc Me’cûc kuzeyin son
noktasındadır’ demişlerdir. Öyle ki orada onlardan başkaları yaşayamaz.
Fakat Yahudi alimleri, onların kuzeydoğuda mı, yoksa kuzeybatıda mı
olduklarını belirtmemişlerdir. [25] Hezekial (AS) kitabında bu dağa “Âhiri’l-Cibriyâ” denmiştir. Bu kelime ise ilk nazarda Sibirya ismini andırır. Bu yerin batı
cihetinin sonunda Ural dağları, doğu tarafında ise Behrenk boğazı
vardır. İki dağ arasının, İstanoy dağları ile Ural dağları demek olan
Sibirya’nın kendisi midir? Yoksa doğuda Behrenk boğazına doğru Kamçatka
dağları mıdır? Bunu tayin etmek zordur. Bunlardan başka doğuda Çin
seddi, batıda Bâbü’l-ebvâb olarak bilindiğine göre bu iki seddin bunlar
olması ihtimali daha yüksektir denilebilir. Buna göre iki sed arasından kasıt Türkistan’ olur.[26]
Bazıları
da bu seddin Mağrib seddi olduğunu söylemişlerdir. Ancak Mağrib seddi
olarak bilinen sedler, sulama gayesine matuf olarak inşa edilen
sedlerdir. Yemen krallarından bazılarının “zü” ile lakaplandırılması,
Zülkarneyn’in Yemenli olacağı fikrini zihne getirmiş, dolayısıyla
oralarda bir sed arama faaliyetine girişilmiştir. Zira günümüze dek
yapılan tarih ve arkeoloji araştırmaları, doğuda ve batıda askeri
faaliyetleri olan ve Kur’ân’da zikredilen türden bir sed inşa etmiş,
iman sahibi ve seferleri ile meşhur olmuş bir komutan maruf değildir.[27] Bu sebeple Ma`rib seddi çok akılcı bir yaklaşım değildir, zira yapımında da demir ve bakır kullanılmamıştır.[28]
Bazıları,
yeryüzünde bilinmeyen yerler olduğunu, bütün kara ve deniz parçalarının
detaylı bir şekilde tetkik edilmediğini yani her yerin görülmediğini,
dolayısıyla, bu seddin şimdiye kadar bilinmeyen bir yerde olabileceğini
söylemişlerdir.[29] el-Kâsımî, zaman içerisinde meydana gelen jeolojik değişimlerle buraların farklı yerlere dönüşmüş olabileceği ihtimalinden de bahsetmiştir.[30]
[1]
Bişr, Yezîd’ten o da, Sa`îd’ten o da, Katâde’den iki sed ile iki dağın
kastedildiğini söylemiştir. Yine, el-Hüseyn, Ebû Muaz’dan o da Ubeyd’ten
o da Dahhâk’tan aynısını rivâyet etmiştir. Ayrıca el-Hasen b. Yahyâ,
Abdurrezzâk’tan, o da Ma`mer’den o da Katâde’den iki dağın
kastedildiğini rivâyet etmiştir. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.16.
[2] Emiroğlu, C.7, s.349; el-Kâsımî, C.11, s.4102. et-Taberî, a.g.e, C.16, s.15.
[3] el-Âlûsî, C.16, s.37.
[4] Birûnî, s.36.
[5] İbn Hazm, el-Fasl, C.1, s.120.
[6] ez-Zemahşerî, C.2, s.498.
[7]
Nesefi, Asıl adı Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmet b. Mahmud’tur. Hanefi
fıkıh ve kelam âlimidir. Yirminin üzerinde eseri vardır. 1310 yılında
vefât etmiştir. Bkz. Bedreddin Çetiner, “Nesefî”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi C.5,s.87-88.
[8]
Ebu’s-Suûd Efendi, Hicrî 896 (m.1490) yılında İstanbul’da doğmuştur.
Fakih ve aynı zamanda müfessirdir. Tefsir ve fıkıh alanındaki eserleri
meşhurdur. Hicrî 951 yılında vefât etmiştir. Bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi II, C.2, s.293 vd.
[9] Emiroğlu, C.7 s. 349, Yazır, c.4, s.3286.
[10] O
dönemlerde Büyük Hun İmparatorluğu mevcuttur. Kısaca tarihine bakacak
olursak, M.Ö. 204 yılında Mete (Bagatır) tarafından kurmuştur. Kuzeyde
Sibirya, Güneyde Tibet, Kişmir, Doğuda Büyük Okyanus, Batıda Hazar
denizine kadar alanda yer almışlardır. M.Ö. 58 yılında da ise ikiye
ayrılmıştır. M.Ö. 1116 yıllarına kadar geriye giden eski Türk
devletlerine vakıf değiliz.
Bkz. http://www.ergenekon.8k.com/tarih.htm
[11]
Çin kaynaklarının İ.Ö. IV. Yüzyıldan başlayarak”Şiongnu” adını
verdikleri Türk boyudur. Ötügen çevresinde bulunan Hunların tarih
sahnesine ne zaman çıktıkları tam olarak bilinmemektedir. Bir kısım
tarihçiler. İ.Ö. XIII yüzyıla kadar götürmüşlerdir. Hunlarla ilgili ilk
tarihsel belge ise M:Ö: 318 tarihli bir anlaşma metnidir. Daha sonra Çin
toprakları üzerinde baskıyı artıran Hunlara karşı Çin imparatoru meşhur
Çin seddini inşa ettirdi. Bkz. “Hunlar”, Büyük Larousse, C.11, s.5422; “Çin Seddi” , Meydan Larousse, C.3, İstanbul : Meydan Yayınevi, 1970, s.273.
[12] “Çin Seddi”,Temel Britannica, C.IV, 6.Baskı, İstanbu,l 1992, s.326-327.
[13] Lev Nikolayeviç Gumilev, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, Çev.. Ahsen Batur, Selenge Yay. İstanbul, 2002 s.45; “Çin Seddi”,Temel Britannica, C.4, 6.Baskı, İstanbul 1992, s.326-327.
[14]
Emiroğlu, C.7, s.352. Me’cûc ile Moğol kelimesi arasında benzerlik
kuran bazı müfessirler vardır. Böyle olsa bile Moğolların Türk olmadığı
malumdur.
[15] Tabatabâî, C.13, s.382.
[16]
el-Kurtubî, C.11, s.55. Atâ’ el-Horâsânî, İbn Abbâs’tan iki sedden
kasıtın Azarbeycan ve Ermenistan dağları olduğunu rivâyet etmiştir. Ebû
Ca`fer en-Nehhâs, C.4, s.293; Bu rivâyetin İbn Abbas’a rivâyetinin doğru
olmadığını hata olduğunu söylemiştir. Fakat bu sözüne delil
göstermemiştir. Bunu söyleyen kişi, Zülkarneyn seddinin bugün
Demirkapı’da meşhur olan sed olduğu düşüncesindedir. Bu durum Ye’cûc ve
Me’cûc’un Türk olmalarını gerektirir ki bu da tarihçilerin görüşüne ters
düşmektedir. Çünkü bu seddi bazı tarihçilere göre Kisrâ Nuşirevân,
bazılarına göre İsfandiyar yapmıştır. Âlûsî, C.16, s.37.
[17]
er-Râzî, C.21, s.169-170; el-Beydâvî, C.3, s.522. (Bu görüşü Atâ
el-Horâsânî, İbn Abbâs’tan rivâyet etmiştir. Bkz. el-Kurtubî, C.11,
s.55; Ebu’s-Suûd, C.5, s.244.
[18] Kadı Beydâvî, C.3, s.522; Mehmet Vehbi Efendi, C.7, s.3170; el-Kurtubî, C.11, s.55; et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.16; el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.189.
[19] Mevdûdî, C.3, s.195.
[20]
Demir kapı, Araplar tarafından “Bâbü’l-hadîd”, farslar tarafından
“derbend” şekillerinde aynı anlamda kullanılmış olup bunların hepsi
siyasi ve tabii sınırlarda bulunan, sınır karakolu gibi kullanılan
hisarları ve geçit bölgelerini ifade etmektedir. Aynı adla bilinen
birkaç demirkapı vardır:
Orhun
abidelerinde adı geçen demir kapı, muhtemelen Orta Asya’da Baysun dağ
silsilesinde, 10-18 m. Genişliğinde ve 3 km. uzunluğunda olan, Buhara ve
Semerkant’dan Belh’e giden ana yol üzerinde yer alan geçittir.
Bir başka demirkapı ise Taşkent bölgesinin (eski adı Şaş veya Çaç) kuzeyindedir.
Bir
başkası ise derbend adıyla tanınan ve Ortaçağ’da Hazar denizinin en
önemli limanı olan şehirdi. Ayrıca Kırım’da Gurzuf yaylasında 1540 m.
Yükseklikteki bir dağın tepesinden geçen yolun en yüksek noktasında
bulunan geçide de demirkapı adı verilmiştir. Bkz. Aliev Saleh
Mehmedoğlu, “Demirkapı” TDV İslâm Ansiklopedisi C.9, s.153-154.
[21] İbn Haldun (808/1332), Tarih ve toplumla ilgili görüşleri sonraki yüz yıllarda daha çok ilgi çeken büyük bir Arap düşünürüdür. Asıl adı Veliyüddin Ebû Zeyd Abdurrahman’dır. İbn Haldun’un ün sağlayan çalışması, Tarih yapıtı “el-İber”e başlangıç olarak kaleme aldığı “Mukaddime (Giriş)” dir. Bu çalışmasında tarihi olaylara, toplum yapılarına bakış açısını anlatmıştır. Bkz. “İbn Haldun”, Temel Britannıca, Hürriyet: İst. 1991; C. 8, s.260-261
[22] Emiroğlu, C.7 s. 349, Yazır, c.4, s.3286,3290.
[23] M. Muhammed et-Tayr, “Zülkarneyn Yeftehu’l-Meşriga ve Yebnî Sedde Ye’cûc ve Me’cûc, Mecelletü’l-Ezher, C.57, sayı 9, Kahire, 1979, s.2045-2046.
[24] Kutub, C.16, s.2292.
[25] el-Âlûsî, s.37.
[26] Emiroğlu, C.7 s. 349, Yazır, c.4, s.3288, 3290.
[27] en-Nedvî, s.26-27.
[28] en-Nedvî, s.27.
[29] el-Âlûsî, C.16, s.37-38; Mehmet vehbi Efendi, C.8, s.3175.
[30] el-Kâsımî, C.11, s.4102-4103
The
map is taken from a ms from Ibn Said: Kitab al-bad’ wa-al-ta’rikh
(1570) Ibn Said al Maghribi (1250) Kitab Djoughrafiya fi l’ aqalim al
Sab (Book of maps of the seven climes) born in Spain
---------------------------------
Kitab Djoughrafiya fi l’ aqalim al Sab
NOT : Mavi işaretlkediğim yerler Yecüc ve Mecüc Diyarı
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Azgınlığı
Öte yandan Türk olan Kimmerlerle Sakalar Kafkaslar-Fırat yolunu takip ederek gelmişler ve MÖ 8. yüzyılda Orta Doğu bölgesine yerleşmişlerdir. Asur kaynaklarına göre Sakalar, Kimmerler'i kovalıyarak Kafkaslar'a geldiklerinde, Saka Kağanı Gok'un Parat ve Marat adında iki oğlu vardır ve MÖ 662 yılında Asur ülkesine saldırdıklarında yenilerek esir düşmüşlerdir. Parat'ın oğlu Madıva bunun üzerine tüm Anadolu, Suriye ve Filistin'i ele geçirmiştir şeklinde anlatılır.
M.S. 628 de yazılmış olan Süryanice İskender romanında, Gok isminin yanında geçen Mağok ismi de Türk kavimlerinin başbuğlarının adları ile anılır. (Mağok adını Türklerin atası Nuh'un torunundan almıştır). Urfa Psikoposu Âfram, sözünü ettiğimiz eserde şöyle yazmıştır: "Onlar Gok ve Mağok atlılarıdır. Küheylanlarının üstünde fırtına gibi uçarlar. Karşılarında durabilecek hiç kimse yoktur."
Goğarlar'ın, Gok'un soyundan Moğarlar'ın da Mağor'un soyundan geldiği sanılmaktadır. Moğ ülkesi, Van ve Hakkari çevresidir. Her ikisi de Saka boyudur. Buradan çıkan sonuca göre Türkler, Anadolu'ya Malazgirt Savaşı'yla ve Selçuklular döneminde değil de ondan çok daha önceleri Sakalarla gelmişlerdir.
et-Taberî, a.g.e., C.16, s.22
Oğuz Kağan’ın[1] yukarıda anlatıldığı üzere bir peygamber hükümdar olarak nitelendirildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki yine aynı Kehf süresindeki bir kıssa olan Zülkarneyn ile özdeşleştirenler de olmuştur. Mesela Ahmet Tacemen’e göre Oğuz’un, öküzden meydana geldiğini anlatan efsane, “iki boynuzlu” demek olan Zülkarneyn’in Oğuz Kaan olması ihtimalini güçlendirmektedir. Ona göre, Zülkarneyn, Oğuz Kağan’ın fethettiği ülkeleri fethetmiş bir fatihtir. Oğuz da, doğuya ve batıya seferler düzenlemiş ve oralarda hükmetmiştir. Oysa Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğu ihtimali son derece zayıf bir ihtimaldir.[2]
17. yüzyılda yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur’ân ve Nefâisü'l- Furkan" isimli Kur’ân tefsirini kaleme alan, Türk ve Oğuz kelimelerini sıkça kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vanî Mehmet Efendi, Arap medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye’cûc ve Me’cûc'ü Türkleştirmelerine mukabil, o da Kur’ân'da bahsi geçen Zülkarneyn'in Oğuz Han olduğunu söylemiş, hatta “bu hususta tereddütü mucip olacak bir nokta yoktur" ifadesiyle kanaatini belirtmiştir. Böylece, Ye’cûc ve Me’cûc'e karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.[3]
“Zülkarneyn” isminin, mevcut peygamberlerden birine verilen bir lakap olma ihtimalinden yola çıkılarak onun Süleyman Peygamber olabileceği tartışılmıştır. Bu görüş sahipleri, Kur’ânı Kur’an’la tefsir etmeye yönelmiş ve Zülkarneyn’e en yakın isim olarak Süleyman Peygamberi düşünmüşlerdir. Zira her iki peygamberde de savaşçılık ruhu, merhamet, adalet, insana minnet etmeme[1], nimeti idrak[2] vasıfları vardır.[3] Ayrıca her ikisine de dünyada kimseye bahşedilmeyen farklı bir nimet ve muhataplarına karşı, geniş insiyatif [4] verilmiştir:
«(Süleyman) ‘Rabbim! Beni affet! Bana hiçkimseye vermediğin bir mülk (ve hükümdarlık) ver!.. Çünkü, sen, çok lutfedensin.’[5]»
Kur’ân’daki birçok ayetten, Yüce Allah’ın, cinleri, şeytanları, kuşları, karıncaları ve rüzgarı, Hz. Süleyman’ın emrine vererek, “herşeyden bir pay verdiği” yani duasını kabul ettiği[6] görülmektedir. Bu görüşe göre Kur’ân’da, kendisine “herşeyden bir nasip verilmiş”, çok güçlü bir peygamber olduğu anlaşılan, Zülkarneyn, Süleyman Peygamberin yalnızca bir lakabından ibaretir.[7] «(Ey Muhammed) Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım. Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona HERŞEYDEN BİR SEBEP (istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını) verdik.[8]»
Gerçekten de her iki peygambere de verilen nimetler ve karakteristik özellikleri zihinlerde benzer bir çağrışım uyandırsa da Süleyman peygamberin fethettiği yerler Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssasına uygun düşmediği gibi Yecüc ve Mecüc’le mücadele etmediği de Tevrat’dan anlaşılmaktadır.[9] Bu sebeple Zülkarneyn’in, Hz. Süleyman olması mümkün görünmemektedir.
NARAMSİN
2.3.12 Naram-Sin
Günümüz araştırmacılarından Sargon Erdem, 4000 yıllık bir çivi yazılı tablet ile 20. y.y.da gün ışığına kavuşturulmuş Naram-Sin’e ait tarihî bilgilerin, Kur’ân’da ki Zülkarneyn kıssası ile örtüştüğünü düşünmüştür. İsrâîl peygamberlerinden farklı olarak Tevrat ve İncil’de yer almayan Zülkarneyn, yalnız Kur’ân’da görülmektedir. Arap ve Süryânî efsanelerinde ise “Zülkarneyn’in Kaf dağı ile konuşması[1]” gibi Kur’ân âyetleriyle her hangi bir benzerliği olmayan masallar mevcuttur.[2] Naram-Sin ise, dünyanın ilk defa, imparatorluğunu en geniş hudutlarına kavuşturan ve “dört iklim hükümranı” unvanını taşıyan kimsedir.[3]
Sargon Erdem’e göre, Adı bilinen en eski Sâmî kavim Akkad’lardır. M.Ö. 3000 yıllarında, kafileler halinde Güney Arabistan’dan Mezapotamya’ya göç etmiş ve orada bulunan Sümerler ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Akkad’ların Sümer çivi yazısı ile yazdıkları Akkadca, bütün Sâmî dillerin anası durumundadır. Kelimelerin hemen hepsini Arapça’da bulmak mümkündür ve gramer kaidelerinin tamamı Arapça’nınkiler gibidir. Meselâ, “karnu”, Arapça “karn” gibi “boynuzlu” mânâsındadır. M.Ö. 2350 yıllarında, Sargon’un oğlu veya torunu olan, Naram-Sin’in önderliğinde Sümer devletini yıkarak Akkad İmparatorluğunu kurmuşlardır. Naram-Sin, Tarihçilere göre M.Ö. 2230-2174 veya 2254-2218 tarihleri arasında hükümranlık yapmıştır. Hükümranlığı süresinde, Mezapotamya, İran’ın batı kısımları(Kuzistan), Arabistan’ın Kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır, filistin, Lübnan, Suriye ve Orta doğuya kadar Güney ve Güney doğu Anadolu bölgeleri ile Kıbrıs ve Bahreyn adalarını fethetmiştir.[4]
Ölümünden sonra yazılan tablette onun boynuzlu olduğuna inanıldığı gözükmektedir. ( ...yeryüzü...Naram-Sin yoluna gitti, Ve memleketin Tanrısı da onunla birlikte gitti…Önü sıra iki ilahi kılavuz gitti, (savaş tanrısı) Zabada’nın arkasında, Anuniti ve Şilaba’nın âlameti sivri bir çift boynuz, çift çift sağda ve solda, boynuz boynuza (yan yana)[5] Bu tablet onun ölümünden sonra çok tanrılı inanışa döndüklerinde yazılmıştır. Naram-Sin adı Akkadca “Habibullah” yani “tanrının sevgilisi” demek olduğundan kısmen Hz. Ali’nin “Zülkarneyn salih bir kul idi, ki o Allah’ı sever, Allah da onu severdi” sözü ile benzeşmektedir.[6]
Sargon Erdem, Batıya seferinin, pek çok müfessirin kabul ettiği Atlas Okyanusu değil Mısır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre sisli denizin uzaktan çamur gölüne benzediği düşünülse bile ‘sıcak ve pis kokulu çamura’ benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü, sıcak ve pis kokulu olmak, gözle görülen değil dokunma ve koku duyularıyla hissedilen özellikler olduğundan, burada ‘ayn hamie’ ile öyle görünen değil öyle olan bir yer kast edilmiş olması lazımdır ki bu yer, toprağı kara, yumuşak, sıcak ve pis kokulu ve takribi 23.000 km2 olan gerçek bir çamur deryası[7] halinde bulunan Nil deltası ve taşkın zamanlarında Nil vadisinin tamamı olması gerektir. Ayrıca Erdem, bazı rivâyetlerde geçen “kapıları çok ve kalabalık bir ülke” ile kasdedilen şehrin Atlas Okyanusunun kıyısında değil, Mısır gibi büyük bir ülkede olacağını düşünmüştür.[8]
Erdem’e göre, Sâmi Mezapotamya dünyasının gidilebilen en son batı ucu Mısır, yâni Nil’in ve deltasının doğu sahilidir. Dolayısıyla daha yakın çağlarda Fas Tunus ve Cezayir’e verilen Mağrib adı, tarihin ilk devirlerinde, batıda gidilebilen en son topraklara, yani Mısır’a verilmiş, ancak çok uzun yıllar sonra Nil’in öbür tarafı da tanındıkça Mağrib adı daha batıya, Atlas okyanusu sahillerine kadar kaymıştır.[9]
Erdem, Zülkarneyn’in doğu tarafında gitiği son ülkenin, dağları ve vadileri bulunmayan, fakat buna mukabil çöller gibi ıssız olmayıp üzerinde insanlar yaşayan düz bir yer olması gerektiğini düşünmüştür: “Bir yere güneşin doğduğu ülke denilmesi için, bu yerin kara parçasından ayrı ve gidilemeyen bir yer olması gerekir ki Bahreyn adası da Sümer-Akkad ülkesinin güneyindedir. Yakın doğu insanları, Arap yarımadasının doğusunda sahilden 24 km. mesafede bulunan, gözle görülen ve yeşilliği dahi farkedilebilen Bahreyn adasından güneşin doğuşuna şahit olunca, gidemedikleri bu yere “güneşin doğduyu yer” adını vermişlerdir. Yaklaşık 50 km. uzunluğu ve 17 km. genişliği olan Bahreyn adası, suya düşmüş yaprak gibidir. En yüksek yeri adanın tam ortasında bulunan sadece 134 m. Yüksekliğindeki Duhan tepesidir.”[10] Bahreyn adasında 150.000 tümülüs denen mezar binası bulunmaktadır. M.Ö. 2800-1800 yılları arasında yapıldıkları tahmin edilen bu mezar evlerdeki iskeletlerin büyük kısmı Bahreynliler’e ait değildir. % 20’si ise hiç mezar olarak kullanılmamıştır. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda, bu insanların pek çoğunun cemiyet içerisinde yaşayamayacak derecede sakat ve hastalıklı olduklarını, ayrıca hemen hepsinin dişlerinin, fazla miktarda ağır tatlı yemeleri sonucunda tamamen çürümüş olduğunu ortaya koymuştur.[11] Arkeologlar, ölülerin cennet adası diye bilinmesinden ötürü adaya dışarıdan getirildiğini düşünmüşlerdir. Erdem’in kanaati, Gazzâlî’nin naklettiği Zülkarneyn kıssasına uygun olarak, bu adanın adeta cüzzamlılar vadisi gibi bir yer olduğu ve cemiyetlerinde tiksinilen, istenmeyen insanların oraya gönderildikleri şeklindedir.[12] Erdem’e göre, Naram-Sin, kimsenin mezarlarda yaşanmaya son verilmiştir.[13] Bu duruma göre, Kur’ân'daki tarife uyan hükümdar ancak Akad kralı Naramsin’dir.
Tarihi verilere baktığımızda, Akad Krallığının toprakları Asur krallığı gibi sınırlıdır. Dolayısıyla Zülkarneyn’in seferlerini gerçekleştirdiği, varılabilecek en son iki uç bölgeyi kapsayan fetihleri Naramsin de bulamamaktayız. Ayrıca Zülkarneyn’in büyük bir mücadele verdiği Ye’cûc ve Me’cûc konusu da bu görüş doğrultusunda açıklığa kavuşturulamamıştır.
[1] Hikaye şöyledir: “Zülkarneyn Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta! Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde bir deprem yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter deyince damarım yatışır... Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Sakin gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer depremi yerdeki buharlardan olur. Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı. O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Artık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz! Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset. Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların nişanesini yazabilsin! Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim dedi. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!” Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi. Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri! Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... Geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... Zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak! O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin! Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... O hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin! Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun mu lütuftur, ihsandır o. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl... Aşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi. Cebrail dedi ki: “Takatin yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!” Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi. İnsanın bedenine ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder! Hasılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır. Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı. O heybet, yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler. Çavuşların seslerinden, çevgenlerinden canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir. Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir. Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı? Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur. Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi! O zırh, o tolga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü. Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi? Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır. Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altına da! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan! Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü. Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!” Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!” Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır! Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma! Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili. Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçim! Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma! İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de! Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen! Şeker kamışına asıla konan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf suretini mânâ bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil! Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da! Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakat azıcık tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya! Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.Fakat onu hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki? Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir! Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil! Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru! Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna. Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen! (Mesnevi’den hikayeler) Bkz. www.berrak.org/hikaye128.htm - 18k ( 11. 02,2004)
[2] Sargon Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113, Mayıs 1986, s.3.
[3] Erdem, “a.g.m.”, s.5
[4] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986), s.6.
[5] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986), s.8.
[6] Erdem, “a.g.m.”, s.9.
[7] Heredot da Mısır için “Menes zamanında Mısır’ın Thebes’ten başka her tarafı bataklıktı.” demekte, taşkınlıkları ve deltanın durumun anlattıktan sonra da, Mısır arazisini kara yumuşak toprak şeklinde vasıflandırmaktadır. Bkz. Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.4.
[8] Erdem, “a.g.m.”, , s.1-2.
[9] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.1-2.
[10] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.3-4.
[11] Erdem, “a.g.m.”, s.5, (Temmuz 1986), s.3-4. (ARAMCO World Magazine, Vol. 35, No:4, July 1984’ten alıntılamıştır.)
[12]Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.4,5,6,7,8,9. Kıssa şöyledir: “Zülkarneyn seyahatlerinden birinde bir memlekete uğradı. Halkın elinde dünya serveti namına hiçbir şey yoktu. Geçimlerini sebze ile temin ediyorlardı. Sebzelerini, canlı malı korur gibi koruyorlardı. Kendilerine mezarlar kazmışlar, her gün mezarlarını temizler ve ibadetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: ‘Ben kimseyi istemiyorum, beni isteyen yanıma gelir!’ dedi. Zülkarneyn bu sözü uygun buldu ve hükümdarın yanına giderek: ‘Ben seni davet ettim niye gelmedin?’ diye sordu. Hükümdar: ‘Sana bir ihtiyacım olsa gelirdim!’ dedi. Bunun üzerine Zülkarneyn: ‘Bu haliniz nedir, sizdeki bu hali kimsede görmedim?’ deyince hükümdar: ‘Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? ‘ diye sordu. Hükümdar: ‘Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de buraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz.’ dedi Zülkarneyn ‘Niçin sebzelerden başka yiyeceğiniz yoktur, hayvan yetiştirseniz, sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?’ dedi. Hükümdar: ‘Önce, midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Sonra bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra, hiç birisinin tadını alamayız.’ dedi. Sonra hükümdar Zülkarneyn’in önüne kuru bir kelle getirdi ve ‘Bu kellenin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bilmiyorum, anlat bakalım kimdir?’ dedi. ‘Bu adam zalim bir kral idi. Allah Teâlâ ona saltanat ve hükümranlık verdi. O da alabildiğine zulmetti. Allah Teâlâ onu öldürdü, taş gibi oldu. Kıyamette amelinin cezasını bulacaktır.’ Sonra bir kelle daha getirdi. Ve: ‘Bu da adil ve dindar bir hükümdarın kellesidir. Bu da öldü. Kıyamet günü amelinin mükafatını görecektir!’ dedi. Sonra Zülkarneyn’in kellesini göstererek: ‘İşte bu kellede bunlardan biridir. Bak bakalım hangi yoldasın?’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn ‘Benimle gelir misin? seni kendime vezir ederim, servetime ortak olursun?’ dedi. Hükümdar: ‘Hayır, ikimiz bir arada olamayız’ dedi. Zülkarneyn bunun sebebini sorunca ‘Çünkü herkes senin düşmanın, benim ise dostumdur.’dedi. Bunun sebebini soran Zülkarneyn’e: ‘Senin varlığından ve servetinden dolayı herkes sana husumet eder, fakat benim yokluk ve fakirliğimden ötürü ise, bana kimse husumet etmez.’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn, bu muhavereden ders alarak hem de hayranlık içinde yanından ayrıldı.” Bkz. Gazâli, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, C.3, s.599 vd. Beyrut, 1989. Erdem, a.g.m. s.8,9,’dan alıntılanmıştır.
İhyaü Ulumiddin’de zikredilen bu hikaye sahih değildir. Belki uydurulmuştur. Çünkü helalinden mal kazanmak emredilmiştir. Güzel emel sahibi olmak ta yerilecek şey değildir. Bitkisel gıdalara gelince Allah sadece bu tür nimetleri emrimize vermemiştir. Bu tür kıssalardaki maksatlar başka anlamlar taşımaktadır. Bu kıssanın zayıf olduğu ortadadır. Bkz. M. Hayr Ramazan Yusuf, Zülkarneyn el-Kâidü’l--Fatih ve’l Hakimü’s-Salih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986, s.32.
[13] Erdem, Zafer, “Zülkarneyn”, sayı 115, Temmuz 1986, s.9.
Bazı yorumcular, Zülkarneyn’in Çin sedddini inşa eden “Şhin Huvankti” olduğunu iddia etmişlerdir. Azgın bir toplumun saldırılarını engellemek için yapılan Zülkarneyn seddinin, Moğol-Çin dünyasını birbirinden ayıran Çin seddi olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Çinlilerin saçlarını örmek suretiyle iki yana salmaları da Zülkarneyn lakabının verilme sebebi olarak yorumlanmıştır. Çin’in çok eski bir medeniyet olması ve idarecilerinin de adil olarak bilinmesi yine Zülkarneyn’in Çin hükümdarlarından biri olduğu iddialarını güçlendirmiştir.[1]
Ne yazık ki, Çin seddinin tamamı bir hükümdar döneminde tamamlanmadığı gibi yapılan bu sed de aşılmış ve geçilmiştir.[2] Yine Ye’cûc ve Me’cûc Çin seddi içerisinde hapis kalan bir millet konumunda değildir. Ayrıca Çin seddi iki dağ arasını düzleyen bir boğaz olmadığı gibi yapımında demir ve bakır da kullanılmamıştır.[3]
2.3.7 Bir Melek
Bu görüşe göre Zülkarneyn meleklerden bir melektir. Bu hususta Hz. Ömer’den rivâyete göre, Ömer (RA) bir gün, adamın birinin bir başkasına; “Ey Zülkarneyn!” diye seslendiğini işitince şöyle demiş: “Allah’ım sen affet. Peygamberlerin adlarını koymakla razı olup yetinmediniz de meleklerin adlarını da takar oldunuz.”[1] Bu duruma göre Zülkarneyn bir melek adı demektir.
İbn İshâk, bu sözü Rasûlullah (SAV) söyleyip söylemediğini bilemediğimizi[2] yani Hz. Ömer (RA)’ın bunu peygamberden mi yoksa bir başkasından mı duyduğunu tesbit edemediğini söylemiştir.[3]
Cübeyr b. Mufeyr’den gelen rivâyette denilmiştir ki: “O, Allah Teâlâ tarafından yeryüzüne gönderilen ve her şeyde kendisine bilgi verilen (her sebebin kendisine verildiği) bir melektir.[4]
Dârakutnî, “Kitâbü’l-Ahbâr” adlı eserinde, Zülkarneyn’in “Rabâkîl” isminde bir melek olduğunu zikretmiştir. Bu melek dünyaya Zülkarneyn olarak (insan görünümünde) inmiştir ve Kıyamet günü yeryüzünü düren ve yıkan melektir.[5]
Bu görüşler tefsir kitaplarında yer almakla birlikte, müfessirlerin şahsi olarak kendilerinin benimsemedikleri bilgi kabilinden malumatlardır.
.
A. Zülkarneyn Kıssasının Nüzul Sebebi
"و يسالونك عن ذي القرنين" “Sana Zülkarneyn’den (bilgi) soruyorlar.”
Bazılarına göre, Mekke döneminde Kureyşli müşrikler, Medine’de yaşayan Yahudilere bir heyet göndererek Allah Rasûlü’nün durumunu öğrenmek istemişlerdi.[1] Yahudiler de kitap ehli idiler ve peygamberler tarihiyle ilgili bilgileri vardı. Oysa Kureyş müşriklerinin bu türden hiçbir bilgi birikimleri yoktu. Heyet, Muhammed (SAS) hakkında bilgi alabilmek için Medine’ye gittiğinde Yahudi din adamlarıyla görüştü. Onlara son Peygamberin özelliklerini ve söylediklerini ileterek şöyle dediler: ‘Sizler Tevrat ehlisiniz. Bizde ortaya çıkan bir adam hakkında bilgi vermeniz için geldik.’ Yahudi din adamları da şöyle dediler: ‘Ona üç mesele sorun; cevaplarını size söyleyeceğimiz bu üç meseleyi bilirse gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer bilemezse yalancının biridir. Ona karşı uygun gördüğünüz şekilde davranabilirsiniz. Öncelikle geçmiş zamanlarda yurtlarından ayrılıp giden gençlerin durumunu sorun Onların durumu ne olmuştur? İlginç sözleri olmuş mudur? İkinci olarak yeryüzünü sürekli dolaşan, doğulara ve batılara giden adamın durumunu sorun. Üçüncü olarak da Ruh’u sorun, -Ruh nedir?- deyin. Eğer bu sorulara doğru cevaplar verirse, kendisi hak peygamberdir ve ona uymanız gerekir. Eğer veremezse yalancıdır, dilediğinizi yapın”[2]
Kureyş heyeti bu bilgiyle Mekke’ye dönmüş ve şehrin ileri gelenleriyle görüştükten sonra söz konusu meseleleri Allah Rasûlü’ne sormuşlardı.[3] Bunlara cevap niteliğinde de Kehf sûresi indirilmiştir.
Bazılarına göre, bu sorular Yahudiler tarafından Medine’de Allah Rasûlü’nü sınamak için sorulmuştu. Ancak bu görüş fazla kabul görmemiştir. Çünkü surenin Mekke’de inişi üzerinde kesinlikle ihtilaf söz konusu değildir.[4] Çünkü Üslup da Medine dönemine ait olmaktan çok Mekke dönemine aittir.[5]
Ukbe b. Âmir’den sıhhati tespit edilememiş olan bir rivâyette o şöyle demiştir: “Ehl-i kitaptan bir grup Yahudi, ellerinde bazı sayfalar olduğu halde geldiler ve bana şöyle dediler: ‘Yanına girmemiz için Rasûlullah’tan izin iste.’ Rasûlullah (SAS)’ın yanına girdim ve kendisiyle görüşmek üzere geldiklerini ve kapıda beklediklerini haber verdim. O, ‘Bilmediğim bir şeyi bana sual ettiklerinde ne cevap vereceğim ?’ buyurdular. Sonra abdest almak için su istediler, abdest alıp evlerinde namaz kıldıkları yere çekilip iki rekat namaz kıldılar. Oradan çıkıp bana doğru geldiklerinde, mübarek yüzlerinde bir tebessüm gözüküyordu. ‘Git, onları ve kapıda ashabımdan kim varsa hepsini içeri al’ buyurdular. Ben onları içeri aldığımda onlara: ‘Dilerseniz bana sorduğunuz şeyin cevabını söyleyeyim, isterseniz başka şeyler sorun, dilediğinizi yapın!’ buyurdular. Ukbe b. Âmir’in bu anlattıklarına göre Zülkarneyn’le ilgili âyeti kerimeler Yahudilerin (veya onların akıl vermeleriyle Kureyş müşriklerinin) ruhu sormalarından önce, bu olay üzerine nazil olmuştur.[6]
Bu hadîs daha teferruatlı bir şekilde et-Taberî’de[7] şöyle geçmektedir. “Ukbe b. Âmir dedi ki. ‘Rasûlullah (SAS)’e hizmet ettiğim bir gün, huzurundan çıktım. Kitap ehlinden bir grup bana rastlayıp: ‘Biz Rasûlullâh’a soru sormak istiyoruz, izin ister misin?’ dediler. Ben de girdim ve Rasûlullah’a durumu haber verdim: Peygamber (SAS): ‘Onların benimle ne işleri var? Ben Allah’ın bildirdiğinden başkasını bilmem’ buyurdular. Sonra benden abdest suyu dökmemi istediler, abdest alıp namaz kıldılar. Namaz kıldığında yüzünde bir sevinç gördüm. Sonra Rasûlullah (SAS): ‘Onları ve Ashabımdan kimi görürsen içeri al!’ buyurdular. Onlar da içeri girdiler, Rasûlullah’ın huzuruna çıktılar, Rasûlullah buyurdu ki: ‘İsterseniz kitabınızda yazılı bulduğunuz şeylerden sorun cevap vereyim! İsterseniz, doğrudan ben bilgi vereyim’ buyurdular. Bunun üzerine onlar da : ‘Sen doğrudan bilgi ver’ dediler: Rasûlullah: ‘O, bir Rum genciydi, Gelip Mısır ve İskenderiye şehirlerini inşa etti. Bina tamamlanınca bir melek onu göğe yükseltti ve ona dedi ki: ‘Ne görüyorsun?’ O da : ‘bir şehir görüyorum’ dedi. Sonra melek onu tekrar yükseltti ve: ‘Ne görüyorsun?’ dedi. O da: ‘Yeryüzünü’ dedi. Melek dedi ki: ‘Bu deniz, dünyayı kaplamıştır, Allah beni sana gönderdi ki, cahile öğretesin, alime sebat ettiresin. Sonra melek onu sete götürdü. O sed orta büyüklükte iki dağdan ibaretti. Onun üzerinde bulunan her şey kaygandı. Sonra onu Ye’cûc ve Me’cûc’ü geçinceye kadar götürdü. Daha sonra yüzleri köpek yüzüne benzeyen kavimle savaşan başka bir grubun yanına götürdü.”[8]
Ancak İbn Kesîr[9], bu rivâyeti münker bulmuştur: “Zülkarneyn, Rum asıllı bir delikanlıdır. İskenderiye’yi o kurmuştu. Bir melek onu göğe yükseltmiş ve sedde kadar götürmüştür. Orada yüzleri köpeğe benzeyen bir kavim görmüştür. Daha uzun uzadıya anlatılan bu rivâyet çirkinliklerle doludur ve bu rivâyetin Rasûllullah’a yükseltilmesi doğru değildir. Daha ziyade İsrâilî bir rivâyettir. Ne gariptir ki, Ebû Zür`a er-Râzî[10], çok değerli bir yere sahip olmasına rağmen, bu rivâyeti bütünüyle “Delâilü’n-Nübüvve” adlı eserinde nakletmiştir. Bu, garip bir nakildir ve nakledilen şeyde münker taraflar da vardır. Bu kötü hususlardan birisi de, Zülkarneyn’in Bizanslı olduğunu söylemesidir.”[11]
Katâde:[12] “Yahudilerin, Zülkarneyn’i sormasından sonra Allah’ın (C.C.) bu âyeti indirdiğini söylemiştir.[13] Şeyh Hıfzurrahmân’a göre, bu rivâyetler kısaltılarak aktarılmıştır.[14] Sorular Yahudilerce seçilmiş olmakla birlikte, Kureyşliler tarafından sorulmuştur.[15]
Bu ve benzeri rivâyetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Rasûlullâh’a üç soru sorulmuştur. Bu sorulara cevaben Kehf sûresi indirilmiştir. Ancak, Ruh ile ilgili âyet, İsrâ suresinde geçmektedir ve Mekkîdir. Eğer olay rivâyette anlatıldığı gibi cereyan etseydi “ruh” meselesinin de aynı surede zikredilmesi gerekirdi. Bu sonuç, söz konusu rivâyetin zayıflığına dikkat çekerken, yöneltilen soruların tek bir anda sorulmadığı kanaatini de desteklemektedir.[16]
Bu âyetin nüzul sebebindeki ihtilafları bir yana bırakırsak, ki nüzul sebebindeki ufak ayrılıkların bilinmesi, kıssanın anlaşılmasına ek bir şey katmamaktadır. Ancak kesin olan bir şey vardır ki Zülkarneyn’in Peygamber’e sorulduğu kesindir.
Burada geniş zaman ve gelecek zaman siygası olan (يسالونك) “ي” eki ile sorunun “sana sordular” değil de “sana soruyorlar” tarzında ifade edilmesi, sadece geçmişteki bir olayın muhatapların gözü önünde hali hazırda cereyan ediyormuş gibi canlandırılması içindir. Bazı müfessirler “geniş zaman siygasının kullanılması, onların bu sorularında ısrar etmeleri sebebiyledir” demişlerdir. Bazı tefsirciler de, bu ifadenin soru sorulmadan önce âyetin nazil olduğunu gösterir demişlerdir.[17]
[1] Bkz. el-Beydâvî, Tefsîrü’l-Beydâvî, c.3, s.519.
[2] İbn-i Hişâm, Sîret-i İbn-i Hişâm, c.2, s.39.
Seyyid Kutub ise bu kavli İbn İshak’tan nakletmiştir ve rivâyetin başında ‘Bana Mısırlı bir ihtiyar anlattı, bundan kırk küsur sene önce gelmişti. Ona İkrime anlatmış ona da İbn Abbâs nakletmiş ve demiş ki: ‘Kureyşliler, Hâris b. Nadr’ı ve Ebû Muayt b. Ukbe’yi Medine’deki Yahudi hahamlarına gönderdiler ve dediler ki: ‘Onlara Hz. Muhammed’in durumunu ve niteliklerini anlatın, söylediklerini bildirin ve nasıl hareket edeceğimizi sorun’....” fazlalığı vardır. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zilâli’l-Kur’ân, c.16, s.2289.
[3] “Bunun üzerine Kureyşliler toplu olarak Hz. Muhammed’in yanına gelerek dediler ki. ‘Ya Muhammed, şu sorduğumuz soruların cevabını bize bildir!’ Sonra da Yahudilerin öğrettiği soruları sordular. Hz. Peygamber şöyle buyurdu; ‘Sorduğunuz soruların cevabını size yarın bildireceğim’ Ama ‘Allah dilerse diye’ ilave etmedi. Kureyşliler bunun üzerine çekilip gittiler. Tam 15 gece Hz. Muhammed vahyin gelmesini bekledi. Ama vahiyden eser yoktu. Cibril (AS) hiç yanına uğramadı. Bunun üzerine müşrikler işi azıtıp söylenmeye başladılar. ‘Muhammed bize yarın dediği halde 15 gündür sesi çıkmıyor’. Bunun üzerine Rasulullah (SAV) çok üzüldü. Hem vahyin gelmemesine hem de müşriklerin ileri geri konuşmalarına canı çok sıkıldı. Bilahare Cibril, Kehf sûresini getirdi. Bu sûrede Hz. Peygamber’e onların durumuna neden üzüldüğünü ifade eden itap ifadeleriyle beraber Ashab-ı kehf ve Zülkarneyn kıssası yer alıyordu. Ayrıca “Sana ruhtan sorarlar” âyeti de bu sırada nazil oldu. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zilâli’l-Kur’ân, c.16, s.2289.
[4] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12.
[5] M. İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, c.5, s.92.
[6] Alûsî, Rûhu’l-Me`ânî, c.16, s.24; Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, et-Taberi(v.310h.), Tefsîru’t-Taberî, c.16, s.7.
[7]İmam et-Taberî’nin adı, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr’dir. Fıkıh, hadîs, tarih,dil, tefsir ve kıraat ilimlerinde otoritedir. “Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk”, “İhtilâfu’l-Fukahâ” ve “Câmiu’l-Beyân” adlı tefsiri meşhurdur. Hicrî 310 (m.923) yılında vefât etmiştir. Bkz.Bedreddin Çetiner, “Taberî”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.6, s.69-70.
[8]Ebû Kerîb, Zeyd b. Hubâb’tan o da İbn Lehî`a’dan o da Abdurrahman b. Ziyâd b. En`am’dan o da Necip’li iki Şeyh’ten onlar da Ukbe b. Âmir’den rivâyet etmiştir. Bkz. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, c.16, s.8.) Benzeri ancak, biraz kısaltılmış aynı rivâyeti Ahkâmu’l-Kur’ân’da da buluyoruz. Bkz. Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.11, s.47. Metin şöyledir:
أخرج ابن عبد الحكم في فتوح مصر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ والبيهقي في الدلائل عن عقبة بن عامر الجهني قال كنت أخدم رسول الله صلى الله عليه وسلم فخرجت ذات يوم فإذا أنا برجال من أهل الكتاب بالباب معهم مصاحف فقالوا من يستأذن لنا على النبي صلى الله عليه وسلم فدخلت على النبي صلى الله عليه وسلم فأخبرته فقال ما لي ولهم سألوني عما لا أدري إنما أنا عبد لا أعلم إلا ما أعلمني ربي عز وجل ثم قال ابغني وضوءا فأتيته بوضوء فتوضأ ثم صلى ركعتين ثم انصرف فقال وأنا أرى السرور والبشر في وجهه أدخل القوم علي ومن كان من أصحابي فأدخله أيضا علي فأذنت لهم فدخلوا فقال إن شئتم أخبرتكم بما جئتم تسألوني عنه من قبل أن تكلموا وإن شئتم فتكلموا قبل أن أقول قالوا بل فأخبرنا قال جئتم تسألوني عن ذي القرنين إن أول أمره أنه كان غلاما من الروم أعطي ملكا فسار حتى أتى ساحل أرض مصر فابتنى مدينة يقال لها اسكندرية فلما فرغ من شأنها بعث الله عز وجل إليه ملكا فعرج به فاستعلى بين السماء ثم قال له انظر ما تحتك فقال أرى مدينتي وأرى مدائن معها ثم عرج به فقال انظر فقال قد اختلطت مع المدائن فلا أعرفها ثم زاد فقال انظر قال أرى مدينتي وحدها ولا أرى غيرها قال له الملك إنها تلك الأرض كلها والذي ترى يحيط بها هو البحر وإنما أراد ربك أن يريك الأرض وقد جعل لك سلطانا فيها فسر فيها فعلم الجاهل وثبت العالم فسار حتى بلغ مغرب الشمس ثم سار حتى بلغ مطلع الشمس ثم أتى السدين وهما جبلان لينان يزلق عنهما كل شيء فبنى السد ثم اجتاز يأجوج ومأجوج فوجد قوما وجوههم وجوه الكلاب يقاتلون يأجوج ومأجوج ثم قطعهم فوجد أمة قصارا يقاتلون القوم الذين وجوههم وجوه الكلاب ووجد أمة من الغرانيق يقاتلون القوم القصار ثم مضى فوجد أمة من الحيات تلتقم الحية منها الصخرة العظيمة ثم مضى إلى البحر الدائر بالأرض فقالوا نشهد أن أمره هكذا كما ذكرت وإنا نجده هكذا في كتابنا
Bkz. Abdurrahmân b. el-Kemâl Celâluddîn es-Suyûti (v.911), ed-Dürrü’l-Mensûr, c.5, s.438, Dârü’l-Fikr: Beyrut 1993.
[9]Abdullah b. Kesîr; hicrî 45 tarihinde doğmuştur. Müfessir, nahivci ve kurradır. Mekke’de hicrî 120 (m.738) de vefât etmiştir. Bkz. Ziriklî, el-Â`lam, c.4, s.255.
[10] Ebû Zür’â er-Râzî; hadîs hâfızı ve münekkididir. Hicrî 194 yılında doğmuştur. Ebû Zür`â kendisi bizzat, 200.000 rivâyeti ihlâs sûresi gibi ezbere bildiğini, 300.000 rivâyeti ise hadîsleri müzakere ederken okuyabileceğini söylemiş, ayrıca asılsız haberleri ve mevzu hadîsleri tanımak maksadıyla ezberinde 10.000 uydurma rivâyet bulunduğunu ifade etmiştir. Müslim, 250 yılında el-Câmi`us-Sahîh’ini tamamladıktan sonra Ebû Zür`â’nın tetkikine sunmuş ve onun uygun görmediği rivâyetleri kitabına almamıştır. Bkz. Yaşar Kandemir, “Ebû Zür`a er-Râzî ”TDV İslâm Ansiklopedisi, c.10, s.273-276.
[11] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.3, s.100.
[12] Katâde b. Diâme, Müfessir Tâbiîdir. Hasan Basrinin yanında 12 yıl kıraat , tefsir ve hadîs dersi almıştır. Evzâî, Ebân b. Yezid, Şu’be b.Haccac gibi bazı alimler kendisinden hadîs rivâyet etmişlerdir. Sika yani güvenilir bir ravidir. Ali b. Medînî, büyük şehirlerdeki isnat zincirlerinin isimleri üzerinde kesiştiği altı kişiden birinin Katâde olduğunu söylemiştir. Bkz. Abdülhamit Birışık, “Katâde b. Diâme “, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.25 , s.22-23.
[13] Vâhidî,Esbâbü’n-Nüzûl, s.210.
[14] İlgili rivâyet, es-Suyûtî de şöyle geçer:
وأخرج ابن أبي حاتم عن عمر مولى غفرة قال دخل بعض أهل الكتاب على رسول الله صلى الله عليه وسلم فسألوه فقالوا يا أبا القاس كيف تقول في رجل كان يسيح في الأرض قال لا علم لي به فبينما هم على ذلك إذ سمعوا نقيضا فب السقف ووجد رسول الله صلى الله عليه وسلم غمة الوحي ثم سري عنه فتلا ويسألونك عن ذي القرنين الآية فلما ذكر السد قالوا أتاك خبره يا أبا القاسم حسبك
Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrül-Mensûr, c.5,s.435.
[15] Hıfzurrahmân, Kasasu’l-Kur’ân, c.3, s.113.
[16] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.14.
[17] Âlûsî, Rûhu’l-Me`ânî, c.16, s23-24.
RİVÂYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Konuyla ilgili ayetlere “ يسالونك ” (sana soruyorlar) diye başlanması, bu ayetlerin inişinin bir arka-plana bağlı olduğunu göstermektedir. Yani bu ayetler Hz. Peygamber’e birileri tarafından sorulan bir sorunun ardından inmiştir. Bu noktada, Zülkarneyn hakkında soru soran birilerinin kim oldukları ve niçin böyle bir soru sordukları son derece önem kazanmaktadır. Bütün rivâyetler, bu soruyu soranların Yahudiler ya da Mekke müşrikleri olduğunu ifade etmektedir. Kehf suresinin Mekke’de indiği hatırlanacak olursa, soruyu soranların müşrikler olduğu ihtimali daha da kuvvetlenmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu sorular her ne kadar müşrikler tarafından sorulmuş olsa bile, soruların kaynağında Medine Yahudileri bulunmaktadır.[1]
Bu ve benzeri rivâyetlerle ilgili olarak Allâme Hıfzurrahmân[2] (v.1962) Kasasu’l-Kur’ân adlı eserinde şunları söylemiştir. “Bu görüş, hadîsçilerden değişik kanallardan aktarılmış ve bu nakiller ‘hasen’ derecesinde görülmüştür. Ancak bunların hiç biri belli bir kaynak belirtmemişlerdir. Bu nedenledir ki rivâyetin mesnediyle ilgili araştırma yapmak hayli güçtür. Bunun tek istisnası, bizzat kıssayı aktaran İbn Abbâs’ın rivâyetidir ki o da İbn Hişâm tarafından nakledilmiştir.[3] Burada da senet kısmına yer verilmemiştir.[4]
et-Taberî’nin(v.310/923) rivâyetinde senet vardır: “Ebû Kureyb[5] bize nakletti ki: Yunus b. Bükeyr [6] bize Muhammed b İshâk’tan nakletti ki: 43 küsur yıl önce gelmiş Mısırlı bir Şeyh bana İkrime vasıtasıyla İbn Abbâs’tan nakletti ki:” İbn İshâk’ın bahsettiği bu şeyh meçhul bir şahsiyettir. Bu da göstermektedir ki Yunus b. Bekr , görüştüğü bu şeyhi hatırlayamamıştır. Râvîsinde meçhul bir şahıs vardır.[7]
Suyûtî, söz konusu rivâyetin İbn el-Münzir, Ebû Nuaym[8] ve Beyhakî[9] tarafından da nakledildiğini belirtmiş, ama alışkanlığı gereği senet zincirine yer vermemiştir.[10] Suyûtî, “ed-Dürrü’l-Mensûr” adlı eserinde, Ebû Nuaym’ın “ed-Delâil” adlı kitabından –matbu nüshasında mevcut olmayan- bu rivâyeti kısmen naklederek şöyle demiştir: “es-Süddî es-Sağîr kanalıyla[11] o da İbn Abbâs’tan nakletti ki...”[12]
Bu senet zincirinde yer alan es-Süddî aşırı Şiilerdendir. el-Kelbî[13] ise, hadîsçiler nezdinde metruk (rivâyeti kabul görmeyen) bir kişidir. Bunu Ebû Hâtim[14] ifade etmiştir. İbn Hibbân ise onu Sebâilikle suçlayarak şöyle demiştir.: “el-Kelbî Ali’nin hayatta olduğuna, dünyaya tekrar gelerek adalet temeline dayalı hilafeti tekrar kuracağına inanırdı. Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’tan nakil yaptığı halde Ebû Salih’ten tek bir rivâyet dinlememiştir. İbn Abbâs’ın oğlu Ebû Sâlih’i de hiç görmemiştir.”[15]
Bütün bu veriler göstermektedir ki, bize ulaşan rivâyetlerin güvenilirliği pek yoktur. Ancak, bir çok kanaldan gelen rivâyetlerin birbirlerini destekler mahiyette olması, ister istemez soruyu soranların Yahudi oldukları kanaatini pekiştirir mahiyettedir.
[1] Ancak gelen bu ve benzeri rivâyetlerin şu noktada zayıflıkları söz konusudur:
1. Bu konudaki rivâyetlerin tamamı ya senet bakımından ya da metin bakımından zayıftrır. (Meselâ Kelbi ve Süddî, metrukturlar, Ebû Sâlih, İbn Abbas’a yetişememiştir yani senet kopuktur, adı bilinmeyen şeyh ise meçhuldür, Beyhakî, İbn Münzir ve Ebû Nuaym’dan gelen rivâyetler ise senetsiz gelmişlerdir.)
2.Sure Mekke’de nazil olmuştur, bu suali Medineli Yahudilerin sorması tuhaftır.
3.Üç sorudan birinin ”ruh” olması, üç sorunun cevabının da aynı surede yer almasını gerektirirdi. Oysa “ruh” ile ilgili âyet İsrâ suresinde yer almaktadır.
4. Sorularından birincisi olan “Ashab-ı Kehf” de Yahudilerin sormalarını gerektirecek bir konumda değildir. Çünkü müfessirler, Ashab-ı Kehf’in İsevî olduğuna müttefiktirler. Yahudilerin Hristiyanlığı din olarak kabul etmediğine göre,Tevrat ve sifirlerinde geçmeyen bu kimseleri sormaları yersizdir.
5. Sorularından ikincisi olan Zülkarneyn de Tevrat’ta geçmemektedir. Tevrat’da geçen yalnızca Danyal’ın rüyasında gördüğü iki boynuzlu koçdan ibarettir.
6. Yahudilerin müşriklere telkin ettiği, eğer üç suali bilirse o rasuldür, o vakit ona müşriklerin uyması gerektiğini değil, “birlikte iman edelim” demelerini gerektirirdi.
7.“Tevratta adı geçmeyen bir nebi istemelerine gelince, Yahudiler, Zülkarneyn’in nebi olduğunu zaten kabul etmemektedirler. Çünkü onlar yalnız Yahudi milletinden nebileri kabul ederler. Danyal’ın rüyası ise, bir nebi değil, Fars kralı olarak yorumlanan iki boynuzlu koçtur. Muk. edz.Süleymân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.11-18.
[2] Allame Hıfzurrahmân; tefsir ve hadîs alanında güçlü çağdaş Hintli bir alimdir. 1962 yılında vefât etmiştir. İki ciltlik Kısasu’l-Kur’ân adlı eseri en meşhur yapıtıdır.
[3] İbn Hişâm, Sîret-i İbn Hişâm, c.3, s.321.
[4] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12. (Hıfzurrahmân, Kasasu’l-Kur’ân, c.3, s.112-113’ten alıntılamıştır.)
[5] Ebû Kureyb; Rişdi b. Kureyb Medineli olup İbni Abasın azatlı kölesidir. Zayıf bir muhaddis olarak kabul edilmiştir. Bkz. Takiyüddin Ahmet b. Ali el- Markizi (v.845h.), Muhtasarül Kâmil fi’d-Duafâi ve İleli’l-Hadîs,s.336.
[6] Yunus b. Bükeyir Ebubekr eş-Şeybani için hadîs münekkitleri siga ve güvenilir olduğu söylenmiştir. Bkz. Takiyüddin Ahmet b. Ali el-Markizi (v.845h.), Muhtasarül Kamil Fi’d-Duafâi ve İleli’l-Hadîs, s.807.
[7] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12-13.
[8] Ebû Nuaym el-Isfahânî; Hicrî 336 yılnda Isfahanda doğmuştur. Hadîs, kelam, tasavvuf alanında alim olup aynı zamanda tarihçidir. 20 küsur eser yazmış ve bu yazmış olduğu eserlerinden bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. 800 kadar âlimin hayatını anlatan “Hilyetü’l-Evliyâ” ve Rasullullah’ın risaletini ispat babında kaleme alınan “Delâilü’n-Nübüvve”, eserlerinin en meşhurlarındandır. Osman Türer, “Ebû Nuaym”, TDV İslâm Ansiklopedisi c.10, s.20-203.
[9] Beyhaki; Ebû Ca`fer el-Beyhakî, Nahivci ve müfessirdir.Hicrî 470 de doğmuştur. Namaz hariçlerinde evden çıkmadığı, öğrencileri ile ilimle iştiğal ettiği söylenir. Hicrî, 544 yılında vefât etmiştir. Bkz. Şemsettin Muhammed Ali, Tabakâtu’l-Müfessirîn, c.1, s.26.
[10] Selmân Âbid en-Nedvî Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.13.
[11] Ebû Sâlih es-Semmân, Hicrî 634 yılında doğmuştur. İbn Abbas, Hz. Âişe, ve Abdullah b. Ömer gibi bir çok sahabîden çok rivâyet etmiştir. Kendisinden 1000 kadar hadîsi Âmeş rivâyet etmiştir. Ahmet b. Hanbel, Ebû Zûr er-Razi ve Yahyâ b. Ma`în gibi otoriteler, onu sika olarak değerlendirmiştir. Hicrî 101 (m. 719) yılında vefât etmiştir. Bkz. Talat Sakallı, “Ebû Sâlih es-Semmân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.10, s. 226.
[12] Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr, c.4, s.210.
[13] el-Kelbî; Asıl adı Ebü’n-Nadr Muhammed b. Sâib b. Bişr el- Kelbî el-Kûfi’dir. Ebû Sâlih Bazen ve Âmir eş-Şa`bi gibi alimlerden hadîs rivâyet eden Kelbî Kûfe’de tefsir ve tarih dersleri vermiştir. Kendisinden oğlu Hîşam, Hammad b. Seleme, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne ve Ebû Bekir b. Ayyaş kendisinden rivâyette bulunanlar arasındadır. Sebeiyye’ye mensup olduğu söylenmiştir. Hadîs otoriteleri onu rivâyetlerinde güvenilir bulmamışlardır. Hicrî 146 (m.763) yılında vefât etmiştir. Bkz. İsmail Cerrahoğlu, “Kelbî, Muhammed b. Sâib”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.25 , s.22-23.
[14] Ebû Hâtim, Muhammed b. İdris er-Râzî, Hicrî 195 yılnıda doğmuştur. Hicrî 277 (m.890) yılında vefât etmiştir. Hadîs hâfızı ve münekkididir. Hadîs ravileri hakkındaki bazı görüşleri Berzâî tarafından onun eserlerinden derlenerek bir araya getirilmiştir. İbrahim Canan, “el-Kelbî”, TDV İslâm Ans, c.10, s.150.
[15] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.13. (İbn Hibbân, Hatime-i Tefsir-i Süfyan es-Sevrî, Thk. İ. Ali Arşi, s.430’dan alıntılamıştır.)
TÜRKLERDEKİ Ye'cuc ile Me'cuc MEĞER Negüz ve Kıyan 'dır !! TEMIR QAPÏΓ, VASKAPU, DÖMÖRKAPU) (Derbent) Negüz ve Kıyan "karanlık memleketi" bulunmuş. Onlar Kafkas'ı Saddayn21 ile, yani Büyük İskender'in Ye'cuc ile Me'cuc'a karşı aralarına engel yaptırmış olduğu iki dağ ile özdeşmişler.
---------------------------------
Kitab Djoughrafiya fi l’ aqalim al Sab
NOT : Mavi işaretlkediğim yerler Yecüc ve Mecüc Diyarı
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Azgınlığı
İSLAMİ KAYNAKLARA GÖRE YECÜC MECÜC'ÜN AZGINLIĞI
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Azgınlığı
el-Kelbî,
fesattan kasıt için demiştir ki: “Onlar bahar günlerinde çıkarlar,
yeşil ne bulurlarsa yerler, kuru ne bulurlarsa taşırlar, onların
arazilerine girer, ağır işkence yaparlar ve öldürürlerdi.”[1]
Beydâvî
de tefsirinde, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Yâfes’in soyundan gelen iki kabile
olduğunu, Türk arazilerine zarar vermek için bahar mevsiminde
yeşillikleri hayvanlarına yedirmek suretiyle yeşillik bırakmadıklarını,
sonbaharda ise halkın malını yağmaladıklarını söyler.[2] Ferezdak onların ifsadının zulüm, hile, adam öldürme vb. mâlum ifsatlar olduğunu söylemiştir.[3]
Müfessirler,
onların yeryüzünde nasıl fesat çıkardıkları hususunda da ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların insanları öldürdüğü , insan eti
yedikleri ve bahar günlerinde çıkıp insanların yeşilliklerini, ekin ve
sebzelerini bitirdikleri söylenmiştir.[4]
Özetle
onların ifsatları ile ilgili dört görüş vardır: Birincisi; Vehb b.
Münebbih’ten gelen kavle göre onlar Lût kavminin yaptığı çirkin işi
yapıyorlardı. İkincisi; Sa`îd b. Abdulazîz’in kavlidir ki, onlar insan
eti yiyorlardı. Üçüncüsü; İbn es-Sâib’in görüşüdür ki, bahar günlerinde
şikayet eden kavmin arazilerine gidip onlara zarar veriyor, yeşillik
bırakmayıp yiyorlar, kuru nebatatı taşıyıp götürüyorlardı. Dördüncüsü
ise; Mukâtil’in sözüdür ki, insanları katlediyorlardı.[5] Bazıları ise, ifsat edici olduklarını ancak şimdiye kadar her hangi bir cismani zarar vermediklerini söylemişlerdir.[6]
İslam'daki Yecüc ve Mecüc, Hindu geleneğinde "Koka ve Vikoka" olarak geçer ve "Kalki-Avatara" adında bir Mesih tarafından yok edilir.
Hunor ve Magor
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Hunor ve Magor;
Ural/Altay ve Macar mitolojilerinde söylencesel hakanlar. İki
kardeştirler. Hunların ve Macarların atası olarak kabul edilirler.
Hunor, Hun kolunu, Magor ise Macar kolunu temsil eder. Macarlara
günümüzde Avrupa'da verilen iki isim (Magyar ve Hungar) yine buradan
kaynaklanır. Kimi görüşlere göre aslında kökeni çok daha eskilere kadar
uzanmaktadır ve İskit (Saka) kökenli söylencelerin gelişmesiyle
oluşmuştur. Hunor, kardeşi Magor ile birlikte kutlu bir geyiğin peşinde
denizi geçerek Macaristan topraklarına ulaşır. Hunor'un soyundan Attila
Han’ın geldiği söylenir. Magor'un soyundan ise Almos gelir. Başka bazı
Orta Asya efsanelerinde Sakaların kurucusu olan iki kardeştirler.
Macar destanlarında Hunor ve Magor'dan bahsedilir. Bundan hareketle Moğların, bir Türk boyu olan Macarlar'ın ataları olduğu sanılmakla birlikte bu durumda da Macarlar'ın ilk yurdunun da Güney Anadolu olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Moğol adının da Mağor'dan geldiği düşünülmektedir.
Gok-Magok ifadesi Tevrat'ta ve İncil'de geçmekle birlikte Yahudiler, Hıristiyanlar, Araplar bu iki tabirden Türkler'i çıkarırlar. Yorumlarda "kafkasya'da yaşıyan insanların, İskitler'in kastedildiği" söylenir. Ancak bu iki kardeşin dini kitaplarda bahsedilen Yecüc ve Mecüc olmadığı sanılmaktadır.Macar destanlarında Hunor ve Magor'dan bahsedilir. Bundan hareketle Moğların, bir Türk boyu olan Macarlar'ın ataları olduğu sanılmakla birlikte bu durumda da Macarlar'ın ilk yurdunun da Güney Anadolu olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Moğol adının da Mağor'dan geldiği düşünülmektedir.
Gok ve Magok (Yecüc ve Mecüc) benzerliği
Öte yandan Türk olan Kimmerlerle Sakalar Kafkaslar-Fırat yolunu takip ederek gelmişler ve MÖ 8. yüzyılda Orta Doğu bölgesine yerleşmişlerdir. Asur kaynaklarına göre Sakalar, Kimmerler'i kovalıyarak Kafkaslar'a geldiklerinde, Saka Kağanı Gok'un Parat ve Marat adında iki oğlu vardır ve MÖ 662 yılında Asur ülkesine saldırdıklarında yenilerek esir düşmüşlerdir. Parat'ın oğlu Madıva bunun üzerine tüm Anadolu, Suriye ve Filistin'i ele geçirmiştir şeklinde anlatılır.
M.S. 628 de yazılmış olan Süryanice İskender romanında, Gok isminin yanında geçen Mağok ismi de Türk kavimlerinin başbuğlarının adları ile anılır. (Mağok adını Türklerin atası Nuh'un torunundan almıştır). Urfa Psikoposu Âfram, sözünü ettiğimiz eserde şöyle yazmıştır: "Onlar Gok ve Mağok atlılarıdır. Küheylanlarının üstünde fırtına gibi uçarlar. Karşılarında durabilecek hiç kimse yoktur."
Goğarlar'ın, Gok'un soyundan Moğarlar'ın da Mağor'un soyundan geldiği sanılmaktadır. Moğ ülkesi, Van ve Hakkari çevresidir. Her ikisi de Saka boyudur. Buradan çıkan sonuca göre Türkler, Anadolu'ya Malazgirt Savaşı'yla ve Selçuklular döneminde değil de ondan çok daha önceleri Sakalarla gelmişlerdir.
Kaynakça
- Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt, Türkiye, 2011, (OTRS: CC BY-SA 3.0)
- Yavuz, Edip; Tarih Boyunca Türk Kavimleri, sf.169
- Times Dünya Tarihi sf. 55
- Öztuna, Yılmaz; Devletler ve Hanedanlar, Kültür Bakanlığı, Ankara,1990
[1] el-Beğavî, C.3, s.181-182; eş-Şevkânî, C.3, s.312; İbn Atiye el-Endulusî, C.10, s.449.
وأخرج ابن المنذر عن كعب قال عرض أسكفة يأجوج ومأجوج التي تفتح لهم أربعة وعشرون ذراعا تحفيها حوافر خيلهم والعليا اثنا عشر ذراعا تحفيها أسنة رماح
es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.461.
[2] Beydâvî, C.3, s.523; Mehmet Vehbi Efendi, C.7, s.3171.
[3] el-Kurtubi, C.11, s.56; el-Kâsımî, C.11, s.4102.
[4]
er-Râzî, C.21, s.170; el-Beydâvî, C.3, s.523; el-Kurtubî, , C.11, s.56.
Ahmed b. Velîd er-Ramlî, İbrâhim b. Eyyûb el-Hûzânî’den o da el-Velîd
b. Müslim’den o da Sa`id b. Abdulazîz’den rivâyet etmiştir ki:
ifsatları, adam yemeleridir. Bkz. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17; Ebu’s-Suûd, C.5, s.245.
وأخرج ابن المنذر وابن أبي حاتم عن حبيب الأرجاني في قوله إن يأجوج ومأجوج مفسدون في الأرض قال كان فسادهم أنهم كانوا يأكلون الناس es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.461.
[5] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.191.
[6] et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17.
فالخبر
الذي ذكرناه عن وهب بن منبه في قصة يأجوج ومأجوج يدل على أن الذين قالوا
لذي القرنين إن يأجوج ومأجوج مفسدون في الأرض إنما أعلموه خوفهم ما يحدث
منهم من الإفساد في الأرض لا أنهم شكوا منهم فسادا كان منهم فيهم أو في
غيرهم والأخبار عن رسول الله أنهم سيكون منهم الإفساد في الأرض ولا دلالة
فيها أنهم قد كان منهم قبل إحداث ذي القرنين السد الذي أحدثه بينهم وبين من
دونهم من الناس في الناس غيرهم إفسادا et-Taberî, a.g.e., C.16, s.22
OĞUZ KAAN - HZ. SÜLEYMAN - ASUR KRALI - NARAMSİN - SHİN HUVANKTİ
2.3.8 Oğuz Kağan
Oğuz Kağan’ın[1] yukarıda anlatıldığı üzere bir peygamber hükümdar olarak nitelendirildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki yine aynı Kehf süresindeki bir kıssa olan Zülkarneyn ile özdeşleştirenler de olmuştur. Mesela Ahmet Tacemen’e göre Oğuz’un, öküzden meydana geldiğini anlatan efsane, “iki boynuzlu” demek olan Zülkarneyn’in Oğuz Kaan olması ihtimalini güçlendirmektedir. Ona göre, Zülkarneyn, Oğuz Kağan’ın fethettiği ülkeleri fethetmiş bir fatihtir. Oğuz da, doğuya ve batıya seferler düzenlemiş ve oralarda hükmetmiştir. Oysa Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğu ihtimali son derece zayıf bir ihtimaldir.[2]
17. yüzyılda yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur’ân ve Nefâisü'l- Furkan" isimli Kur’ân tefsirini kaleme alan, Türk ve Oğuz kelimelerini sıkça kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vanî Mehmet Efendi, Arap medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye’cûc ve Me’cûc'ü Türkleştirmelerine mukabil, o da Kur’ân'da bahsi geçen Zülkarneyn'in Oğuz Han olduğunu söylemiş, hatta “bu hususta tereddütü mucip olacak bir nokta yoktur" ifadesiyle kanaatini belirtmiştir. Böylece, Ye’cûc ve Me’cûc'e karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.[3]
[1]
Oğuz Kağan destanında şöyle bir metin geçmektedir: “Oğuz, yeryüzünde
bütün kağanları hükmü altına almak için sefere çıktı. Kırk günden sonra
buz dağına gelmişlerdi. Oğuz orada çadır kurup geceledi. Tan yeri
ağarırken çadırına bir ışık indi. Işığın içinden gök tüylü, gök yeleli,
kızıl ağızlı bir erkek kurt çıktı. Kurt Oğuza dönerek ‘Ey Oğuz Kağan
sana yol göstereceğim. Ben nereye gidersem, sen de oraya gideceksin’
dedi. ...Oğuz Kağan’ın bir veziri vardı. Adına Uluğ Türk derlerdi. Ak
sakallı çok akıllı, çok bilgili bir koca kişiydi. Bir gece bir rüya
gördü. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanan bir altın yay ve
onun üzerinde kuzeye doğru yönelmiş üç gümüş ok görmüştü. Bunun hayırlı
bir rüya olduğunu ve Oğuz’a büyük bir devlet nasip olacağını düşündü ve
gidip Kağan’a durumu anlattı.’ Ey Kağanım! dedi, Tanrı sana uluğ devlet
bağışlayacak, yürü var git. Senin önünde diz çökmeyecek Kağan, boyun
eğmeyecek ülke yoktur. Oğuz bu öğütleri iyice dinledi. Tanrı’nın
kendisine hep yardımcı olduğunu biliyordu.” Erol Güngör, Tarihte Türkler, 3.Baskı, İstanbul 1992, s.19.
[2] yunus.hacettepe.edu.tr/~b9949906/oguzkagan.htm - 54k ( 23.04.2004)
HZ. SÜLEYMAN
2.3.10 Hz. Süleyman“Zülkarneyn” isminin, mevcut peygamberlerden birine verilen bir lakap olma ihtimalinden yola çıkılarak onun Süleyman Peygamber olabileceği tartışılmıştır. Bu görüş sahipleri, Kur’ânı Kur’an’la tefsir etmeye yönelmiş ve Zülkarneyn’e en yakın isim olarak Süleyman Peygamberi düşünmüşlerdir. Zira her iki peygamberde de savaşçılık ruhu, merhamet, adalet, insana minnet etmeme[1], nimeti idrak[2] vasıfları vardır.[3] Ayrıca her ikisine de dünyada kimseye bahşedilmeyen farklı bir nimet ve muhataplarına karşı, geniş insiyatif [4] verilmiştir:
«(Süleyman) ‘Rabbim! Beni affet! Bana hiçkimseye vermediğin bir mülk (ve hükümdarlık) ver!.. Çünkü, sen, çok lutfedensin.’[5]»
Kur’ân’daki birçok ayetten, Yüce Allah’ın, cinleri, şeytanları, kuşları, karıncaları ve rüzgarı, Hz. Süleyman’ın emrine vererek, “herşeyden bir pay verdiği” yani duasını kabul ettiği[6] görülmektedir. Bu görüşe göre Kur’ân’da, kendisine “herşeyden bir nasip verilmiş”, çok güçlü bir peygamber olduğu anlaşılan, Zülkarneyn, Süleyman Peygamberin yalnızca bir lakabından ibaretir.[7] «(Ey Muhammed) Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım. Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona HERŞEYDEN BİR SEBEP (istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını) verdik.[8]»
Gerçekten de her iki peygambere de verilen nimetler ve karakteristik özellikleri zihinlerde benzer bir çağrışım uyandırsa da Süleyman peygamberin fethettiği yerler Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssasına uygun düşmediği gibi Yecüc ve Mecüc’le mücadele etmediği de Tevrat’dan anlaşılmaktadır.[9] Bu sebeple Zülkarneyn’in, Hz. Süleyman olması mümkün görünmemektedir.
[1] K. (27) en-Neml 35-36. (18) el-Kehf 94-95.
[2] K. (18) el-Kehf 98 ve (27) en-Neml 40.
[3] www.yeniyorumlar.com/turkce/trmenu.htm - 15k ( 23.04.2004.)
[4] K. (18) el-Kehf 86 ve (38) Sâd 39.
[5] K. (38) Sâd 15.
Hz. Süleyman’ın yaptığı bu dua'yı Allah Teâlâ kabul etmiş ve şöyle karşılık vermiştir:
«Süleyman Davut’a mirasçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, ve bize her şeyden bir pay verildi. İşte bu açık bir lütuftur. K. (27) en-Neml 16.
Hz. Süleyman’ın yaptığı bu dua'yı Allah Teâlâ kabul etmiş ve şöyle karşılık vermiştir:
«Süleyman Davut’a mirasçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, ve bize her şeyden bir pay verildi. İşte bu açık bir lütuftur. K. (27) en-Neml 16.
[6] İlgili âyetleri mukayese için bkz. K. (21) el-Enbiya 78-81; (27) en-Neml 15-44; (34) Sebe 10-12; (38) Sâd 30-39.
[7]www.yeniyorumlar.com/turkce/trmenu.htm - 15k ( 23.04.2004.)
[8] K. (18) el-Kehf 83-84.
[9] İlgili Tevrat âyetleri için bkz. s. 77-85.
Bazıları, Zülkarneyn’in, Asur krallarından biri olduğunu iddia etmişlerdir.[1] M.Ö. 7. asırda, Siyenpi kavimleri, Kafkas geçidinden, Ermenistan’a, sonra İran’a hücum etmişler ve sonra muhtemelen Asur memleketine ulaşmışlardır. Asur’un başkenti Ninova idi. Şehri kuşattılar, halkı öldürdüler ve esir ettiler. Bunun üzerine, Asur kralı, (Muhtelmelen Asurbanipal)bu saldırıları engellemek için bir sed yapmıştır. Bu sed ile kastedilen Bâbü’l-Ebvâb olabilir. Daha sonra bu seddin tamir ve onarımını Fars krallarından Kisra Ânuşirvan yapmıştır.[2]
Tarihe baktığımızda Asur Krallığının en geniş sınırları Anadolunun ortasına kadar uzanmaktadır. İç ve Batı Anadolu’yu ele geçirememişlerdir. Oysa âyette, Zülkarneyn’in güneşin doğduğu ve battığı yere gittiği ifade edilmiştir. Bu tâbir, Zülkarneyn’in dünya yüzünde ulaşabildiği en son sınırlara kadar fetihlerde bulunduğu anlamına gelmektedir. Kimmerler, Frigya ve Lidya Krallığı, Asurların bitişiğinde olup bu yerler Asur tarihinin hiçbir döneminde fethedilememiştir.[3]
ASUR KRALI
2.3.9 Asur KralıBazıları, Zülkarneyn’in, Asur krallarından biri olduğunu iddia etmişlerdir.[1] M.Ö. 7. asırda, Siyenpi kavimleri, Kafkas geçidinden, Ermenistan’a, sonra İran’a hücum etmişler ve sonra muhtemelen Asur memleketine ulaşmışlardır. Asur’un başkenti Ninova idi. Şehri kuşattılar, halkı öldürdüler ve esir ettiler. Bunun üzerine, Asur kralı, (Muhtelmelen Asurbanipal)bu saldırıları engellemek için bir sed yapmıştır. Bu sed ile kastedilen Bâbü’l-Ebvâb olabilir. Daha sonra bu seddin tamir ve onarımını Fars krallarından Kisra Ânuşirvan yapmıştır.[2]
Tarihe baktığımızda Asur Krallığının en geniş sınırları Anadolunun ortasına kadar uzanmaktadır. İç ve Batı Anadolu’yu ele geçirememişlerdir. Oysa âyette, Zülkarneyn’in güneşin doğduğu ve battığı yere gittiği ifade edilmiştir. Bu tâbir, Zülkarneyn’in dünya yüzünde ulaşabildiği en son sınırlara kadar fetihlerde bulunduğu anlamına gelmektedir. Kimmerler, Frigya ve Lidya Krallığı, Asurların bitişiğinde olup bu yerler Asur tarihinin hiçbir döneminde fethedilememiştir.[3]
[1]
Asur İmparatorluğu (M.Ö. 1170-612): Mezapotamya’nın kuzeyinde yaşayan
Asurlular, Kral Tukulti-Ninurta(M.Ö. 1235-1198) döneminde, topraklarını
Bâbil’den aldıkları yeni yerlerle genişletmeye başladılar. Tiglat-Pleser
zamanında (M.Ö. 1116-1090) Asur hakimiyeti Suriye’ye ve Anadolu’nun
içlerine kadar yayılmıştır. En büyük Fetihler II. Aşurnazirpal ve III.
Şalmanezer döneminde (M.Ö. 883-824) döneminde gerçekleşti. Asur
İmparatorluğu artık Mezapotamya’nın yanı sıra Suriye, Filistin ve Ermeni
topraklarına hakim olmuştur. Asurlularla Bâbil’liler arasındaki bitmek
bilmez rekabet bu dönemde Asur lehine işlemiştir. Ancak bir süre sonra
Kral Asurbanipal (M.Ö. 668-626) döneminden sonra giderek gerilemeye
başlayan Asur imparatorluğu, Yeni Bâbil İmparatorluğu’nun ortaya çıkışı
ile yıkılmıştır. Bkz. “Bâbil ve Asur Uygarlıkılar”, Temel Britannica, C.2, s.250-253; Doğan-Burda-Rizzoli Atlas Harita Servisi, Tarih Atlası 2004, DBR Dergi Yay. s.5.
[2] Tabatabâî, C.13, s.382.
[3] Bkz. dipnot 336.
NARAMSİN
2.3.12 Naram-Sin
Günümüz araştırmacılarından Sargon Erdem, 4000 yıllık bir çivi yazılı tablet ile 20. y.y.da gün ışığına kavuşturulmuş Naram-Sin’e ait tarihî bilgilerin, Kur’ân’da ki Zülkarneyn kıssası ile örtüştüğünü düşünmüştür. İsrâîl peygamberlerinden farklı olarak Tevrat ve İncil’de yer almayan Zülkarneyn, yalnız Kur’ân’da görülmektedir. Arap ve Süryânî efsanelerinde ise “Zülkarneyn’in Kaf dağı ile konuşması[1]” gibi Kur’ân âyetleriyle her hangi bir benzerliği olmayan masallar mevcuttur.[2] Naram-Sin ise, dünyanın ilk defa, imparatorluğunu en geniş hudutlarına kavuşturan ve “dört iklim hükümranı” unvanını taşıyan kimsedir.[3]
Sargon Erdem’e göre, Adı bilinen en eski Sâmî kavim Akkad’lardır. M.Ö. 3000 yıllarında, kafileler halinde Güney Arabistan’dan Mezapotamya’ya göç etmiş ve orada bulunan Sümerler ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Akkad’ların Sümer çivi yazısı ile yazdıkları Akkadca, bütün Sâmî dillerin anası durumundadır. Kelimelerin hemen hepsini Arapça’da bulmak mümkündür ve gramer kaidelerinin tamamı Arapça’nınkiler gibidir. Meselâ, “karnu”, Arapça “karn” gibi “boynuzlu” mânâsındadır. M.Ö. 2350 yıllarında, Sargon’un oğlu veya torunu olan, Naram-Sin’in önderliğinde Sümer devletini yıkarak Akkad İmparatorluğunu kurmuşlardır. Naram-Sin, Tarihçilere göre M.Ö. 2230-2174 veya 2254-2218 tarihleri arasında hükümranlık yapmıştır. Hükümranlığı süresinde, Mezapotamya, İran’ın batı kısımları(Kuzistan), Arabistan’ın Kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır, filistin, Lübnan, Suriye ve Orta doğuya kadar Güney ve Güney doğu Anadolu bölgeleri ile Kıbrıs ve Bahreyn adalarını fethetmiştir.[4]
Ölümünden sonra yazılan tablette onun boynuzlu olduğuna inanıldığı gözükmektedir. ( ...yeryüzü...Naram-Sin yoluna gitti, Ve memleketin Tanrısı da onunla birlikte gitti…Önü sıra iki ilahi kılavuz gitti, (savaş tanrısı) Zabada’nın arkasında, Anuniti ve Şilaba’nın âlameti sivri bir çift boynuz, çift çift sağda ve solda, boynuz boynuza (yan yana)[5] Bu tablet onun ölümünden sonra çok tanrılı inanışa döndüklerinde yazılmıştır. Naram-Sin adı Akkadca “Habibullah” yani “tanrının sevgilisi” demek olduğundan kısmen Hz. Ali’nin “Zülkarneyn salih bir kul idi, ki o Allah’ı sever, Allah da onu severdi” sözü ile benzeşmektedir.[6]
Sargon Erdem, Batıya seferinin, pek çok müfessirin kabul ettiği Atlas Okyanusu değil Mısır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre sisli denizin uzaktan çamur gölüne benzediği düşünülse bile ‘sıcak ve pis kokulu çamura’ benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü, sıcak ve pis kokulu olmak, gözle görülen değil dokunma ve koku duyularıyla hissedilen özellikler olduğundan, burada ‘ayn hamie’ ile öyle görünen değil öyle olan bir yer kast edilmiş olması lazımdır ki bu yer, toprağı kara, yumuşak, sıcak ve pis kokulu ve takribi 23.000 km2 olan gerçek bir çamur deryası[7] halinde bulunan Nil deltası ve taşkın zamanlarında Nil vadisinin tamamı olması gerektir. Ayrıca Erdem, bazı rivâyetlerde geçen “kapıları çok ve kalabalık bir ülke” ile kasdedilen şehrin Atlas Okyanusunun kıyısında değil, Mısır gibi büyük bir ülkede olacağını düşünmüştür.[8]
Erdem’e göre, Sâmi Mezapotamya dünyasının gidilebilen en son batı ucu Mısır, yâni Nil’in ve deltasının doğu sahilidir. Dolayısıyla daha yakın çağlarda Fas Tunus ve Cezayir’e verilen Mağrib adı, tarihin ilk devirlerinde, batıda gidilebilen en son topraklara, yani Mısır’a verilmiş, ancak çok uzun yıllar sonra Nil’in öbür tarafı da tanındıkça Mağrib adı daha batıya, Atlas okyanusu sahillerine kadar kaymıştır.[9]
Erdem, Zülkarneyn’in doğu tarafında gitiği son ülkenin, dağları ve vadileri bulunmayan, fakat buna mukabil çöller gibi ıssız olmayıp üzerinde insanlar yaşayan düz bir yer olması gerektiğini düşünmüştür: “Bir yere güneşin doğduğu ülke denilmesi için, bu yerin kara parçasından ayrı ve gidilemeyen bir yer olması gerekir ki Bahreyn adası da Sümer-Akkad ülkesinin güneyindedir. Yakın doğu insanları, Arap yarımadasının doğusunda sahilden 24 km. mesafede bulunan, gözle görülen ve yeşilliği dahi farkedilebilen Bahreyn adasından güneşin doğuşuna şahit olunca, gidemedikleri bu yere “güneşin doğduyu yer” adını vermişlerdir. Yaklaşık 50 km. uzunluğu ve 17 km. genişliği olan Bahreyn adası, suya düşmüş yaprak gibidir. En yüksek yeri adanın tam ortasında bulunan sadece 134 m. Yüksekliğindeki Duhan tepesidir.”[10] Bahreyn adasında 150.000 tümülüs denen mezar binası bulunmaktadır. M.Ö. 2800-1800 yılları arasında yapıldıkları tahmin edilen bu mezar evlerdeki iskeletlerin büyük kısmı Bahreynliler’e ait değildir. % 20’si ise hiç mezar olarak kullanılmamıştır. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda, bu insanların pek çoğunun cemiyet içerisinde yaşayamayacak derecede sakat ve hastalıklı olduklarını, ayrıca hemen hepsinin dişlerinin, fazla miktarda ağır tatlı yemeleri sonucunda tamamen çürümüş olduğunu ortaya koymuştur.[11] Arkeologlar, ölülerin cennet adası diye bilinmesinden ötürü adaya dışarıdan getirildiğini düşünmüşlerdir. Erdem’in kanaati, Gazzâlî’nin naklettiği Zülkarneyn kıssasına uygun olarak, bu adanın adeta cüzzamlılar vadisi gibi bir yer olduğu ve cemiyetlerinde tiksinilen, istenmeyen insanların oraya gönderildikleri şeklindedir.[12] Erdem’e göre, Naram-Sin, kimsenin mezarlarda yaşanmaya son verilmiştir.[13] Bu duruma göre, Kur’ân'daki tarife uyan hükümdar ancak Akad kralı Naramsin’dir.
Tarihi verilere baktığımızda, Akad Krallığının toprakları Asur krallığı gibi sınırlıdır. Dolayısıyla Zülkarneyn’in seferlerini gerçekleştirdiği, varılabilecek en son iki uç bölgeyi kapsayan fetihleri Naramsin de bulamamaktayız. Ayrıca Zülkarneyn’in büyük bir mücadele verdiği Ye’cûc ve Me’cûc konusu da bu görüş doğrultusunda açıklığa kavuşturulamamıştır.
[1] Hikaye şöyledir: “Zülkarneyn Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta! Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde bir deprem yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter deyince damarım yatışır... Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Sakin gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer depremi yerdeki buharlardan olur. Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı. O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Artık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz! Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset. Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların nişanesini yazabilsin! Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim dedi. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!” Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi. Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri! Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... Geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... Zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak! O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin! Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... O hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin! Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun mu lütuftur, ihsandır o. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl... Aşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi. Cebrail dedi ki: “Takatin yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!” Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi. İnsanın bedenine ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder! Hasılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır. Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı. O heybet, yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler. Çavuşların seslerinden, çevgenlerinden canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir. Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir. Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı? Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur. Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi! O zırh, o tolga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü. Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi? Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır. Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altına da! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan! Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü. Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!” Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!” Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır! Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma! Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili. Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçim! Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma! İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de! Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen! Şeker kamışına asıla konan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf suretini mânâ bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil! Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da! Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakat azıcık tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya! Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.Fakat onu hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki? Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir! Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil! Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru! Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna. Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen! (Mesnevi’den hikayeler) Bkz. www.berrak.org/hikaye128.htm - 18k ( 11. 02,2004)
[2] Sargon Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113, Mayıs 1986, s.3.
[3] Erdem, “a.g.m.”, s.5
[4] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986), s.6.
[5] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986), s.8.
[6] Erdem, “a.g.m.”, s.9.
[7] Heredot da Mısır için “Menes zamanında Mısır’ın Thebes’ten başka her tarafı bataklıktı.” demekte, taşkınlıkları ve deltanın durumun anlattıktan sonra da, Mısır arazisini kara yumuşak toprak şeklinde vasıflandırmaktadır. Bkz. Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.4.
[8] Erdem, “a.g.m.”, , s.1-2.
[9] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.1-2.
[10] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.3-4.
[11] Erdem, “a.g.m.”, s.5, (Temmuz 1986), s.3-4. (ARAMCO World Magazine, Vol. 35, No:4, July 1984’ten alıntılamıştır.)
[12]Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.4,5,6,7,8,9. Kıssa şöyledir: “Zülkarneyn seyahatlerinden birinde bir memlekete uğradı. Halkın elinde dünya serveti namına hiçbir şey yoktu. Geçimlerini sebze ile temin ediyorlardı. Sebzelerini, canlı malı korur gibi koruyorlardı. Kendilerine mezarlar kazmışlar, her gün mezarlarını temizler ve ibadetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: ‘Ben kimseyi istemiyorum, beni isteyen yanıma gelir!’ dedi. Zülkarneyn bu sözü uygun buldu ve hükümdarın yanına giderek: ‘Ben seni davet ettim niye gelmedin?’ diye sordu. Hükümdar: ‘Sana bir ihtiyacım olsa gelirdim!’ dedi. Bunun üzerine Zülkarneyn: ‘Bu haliniz nedir, sizdeki bu hali kimsede görmedim?’ deyince hükümdar: ‘Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? ‘ diye sordu. Hükümdar: ‘Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de buraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz.’ dedi Zülkarneyn ‘Niçin sebzelerden başka yiyeceğiniz yoktur, hayvan yetiştirseniz, sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?’ dedi. Hükümdar: ‘Önce, midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Sonra bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra, hiç birisinin tadını alamayız.’ dedi. Sonra hükümdar Zülkarneyn’in önüne kuru bir kelle getirdi ve ‘Bu kellenin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bilmiyorum, anlat bakalım kimdir?’ dedi. ‘Bu adam zalim bir kral idi. Allah Teâlâ ona saltanat ve hükümranlık verdi. O da alabildiğine zulmetti. Allah Teâlâ onu öldürdü, taş gibi oldu. Kıyamette amelinin cezasını bulacaktır.’ Sonra bir kelle daha getirdi. Ve: ‘Bu da adil ve dindar bir hükümdarın kellesidir. Bu da öldü. Kıyamet günü amelinin mükafatını görecektir!’ dedi. Sonra Zülkarneyn’in kellesini göstererek: ‘İşte bu kellede bunlardan biridir. Bak bakalım hangi yoldasın?’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn ‘Benimle gelir misin? seni kendime vezir ederim, servetime ortak olursun?’ dedi. Hükümdar: ‘Hayır, ikimiz bir arada olamayız’ dedi. Zülkarneyn bunun sebebini sorunca ‘Çünkü herkes senin düşmanın, benim ise dostumdur.’dedi. Bunun sebebini soran Zülkarneyn’e: ‘Senin varlığından ve servetinden dolayı herkes sana husumet eder, fakat benim yokluk ve fakirliğimden ötürü ise, bana kimse husumet etmez.’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn, bu muhavereden ders alarak hem de hayranlık içinde yanından ayrıldı.” Bkz. Gazâli, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, C.3, s.599 vd. Beyrut, 1989. Erdem, a.g.m. s.8,9,’dan alıntılanmıştır.
İhyaü Ulumiddin’de zikredilen bu hikaye sahih değildir. Belki uydurulmuştur. Çünkü helalinden mal kazanmak emredilmiştir. Güzel emel sahibi olmak ta yerilecek şey değildir. Bitkisel gıdalara gelince Allah sadece bu tür nimetleri emrimize vermemiştir. Bu tür kıssalardaki maksatlar başka anlamlar taşımaktadır. Bu kıssanın zayıf olduğu ortadadır. Bkz. M. Hayr Ramazan Yusuf, Zülkarneyn el-Kâidü’l--Fatih ve’l Hakimü’s-Salih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986, s.32.
[13] Erdem, Zafer, “Zülkarneyn”, sayı 115, Temmuz 1986, s.9.
. SHİN HUVANKTİ
2.3.11 Şhin HuvanktiBazı yorumcular, Zülkarneyn’in Çin sedddini inşa eden “Şhin Huvankti” olduğunu iddia etmişlerdir. Azgın bir toplumun saldırılarını engellemek için yapılan Zülkarneyn seddinin, Moğol-Çin dünyasını birbirinden ayıran Çin seddi olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Çinlilerin saçlarını örmek suretiyle iki yana salmaları da Zülkarneyn lakabının verilme sebebi olarak yorumlanmıştır. Çin’in çok eski bir medeniyet olması ve idarecilerinin de adil olarak bilinmesi yine Zülkarneyn’in Çin hükümdarlarından biri olduğu iddialarını güçlendirmiştir.[1]
Ne yazık ki, Çin seddinin tamamı bir hükümdar döneminde tamamlanmadığı gibi yapılan bu sed de aşılmış ve geçilmiştir.[2] Yine Ye’cûc ve Me’cûc Çin seddi içerisinde hapis kalan bir millet konumunda değildir. Ayrıca Çin seddi iki dağ arasını düzleyen bir boğaz olmadığı gibi yapımında demir ve bakır da kullanılmamıştır.[3]
[1] Muhammed et-Tâhir b. Âşûr, Tefsîru’t-Tahrîri ve’t-Tenvîr, C.16, Tunus ts. s.22vd.
[2] Lev Nikolayeviç Gumilev, Hunlar, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yay. 2002, s.70.
[3] Tabatabâî, C.13, s.382.
2.3.7 Bir Melek
Bu görüşe göre Zülkarneyn meleklerden bir melektir. Bu hususta Hz. Ömer’den rivâyete göre, Ömer (RA) bir gün, adamın birinin bir başkasına; “Ey Zülkarneyn!” diye seslendiğini işitince şöyle demiş: “Allah’ım sen affet. Peygamberlerin adlarını koymakla razı olup yetinmediniz de meleklerin adlarını da takar oldunuz.”[1] Bu duruma göre Zülkarneyn bir melek adı demektir.
İbn İshâk, bu sözü Rasûlullah (SAV) söyleyip söylemediğini bilemediğimizi[2] yani Hz. Ömer (RA)’ın bunu peygamberden mi yoksa bir başkasından mı duyduğunu tesbit edemediğini söylemiştir.[3]
Cübeyr b. Mufeyr’den gelen rivâyette denilmiştir ki: “O, Allah Teâlâ tarafından yeryüzüne gönderilen ve her şeyde kendisine bilgi verilen (her sebebin kendisine verildiği) bir melektir.[4]
Dârakutnî, “Kitâbü’l-Ahbâr” adlı eserinde, Zülkarneyn’in “Rabâkîl” isminde bir melek olduğunu zikretmiştir. Bu melek dünyaya Zülkarneyn olarak (insan görünümünde) inmiştir ve Kıyamet günü yeryüzünü düren ve yıkan melektir.[5]
Bu görüşler tefsir kitaplarında yer almakla birlikte, müfessirlerin şahsi olarak kendilerinin benimsemedikleri bilgi kabilinden malumatlardır.
[1]
er-Râzî, C.21, s.165; el-Kurtubî, C.11, s.46; eş-Şevkânî, C.3, 310. İbn
Abdulhakîm, İbn Münzîr, İbn Ebî Hâtim ve İbn el-Enbûrî, “Kitâbu’l-Ezdâd” adlı eserinde Ömer b. Hattâb’tan rivâyet etmişlerdir. Bkz. Âlûsî, C.16, s.24;. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.436.
وأخرج
ابن عبد الحكم وابن المنذر وابن أبي حاتم وابن الأنباري في كتاب الأضداد
وأبو الشيخ عن عمر أنه سمع رجلا ينادي بمنى يا ذا القرنين فقال له عمر رضي
الله عنه ها أنتم قد سميتم بأسماء الأنبياء فما بالكم وأسماء الملائكة
[2] el-Kurtubî, C.11, s.46.
[3]
Hz. Ömer’in bu görüşü ilginçtir. Zira, Rasûlullah (SAV) doğrudan
peygamber adı olan ‘İbrâhîm’ i kendi oğluna vermiş ve ‘üç erkek çocuğu
olanın da hiç olmazsa birine ‘Muhammed’ adı verilmesini tavsiye
etmiştir. Peygamber adlarının verilmesinin, Hz. Ömer’in hoşuna gitmemesi
kendi tercihi kanaati olabilir. Zülkarneyn ismine gelince, Hz. Ömer’in
onu melek ismi diye tesmiye etmesi, aynı zamanda onun bir meleğin adı da
olabileceğine işarettir. Melek ismi olan Zülkarneyn’in daha sonra bir
peygambere verilmesi o dönemki şeriatlarda caiz olabilir. Zaten
günümüzde de melek isimlerinin insanlara konulması hususunda bağlayıcı
nas kabul edilmemekle birlikte Hz. Ömer’in bu kavlinden dolayı melek
isimlerinin verilmesi hoş görülmemiştir.
[4]Bu, Cübeyr b. Nefîr’den rivâyet edilmiştir. Ayrıca Hz. Ömer’den gelen rivâyeti de delil olarak göstermiştir. Âlûsî, C.16, s.24.
[5] el-Kurtubî, C.11, s.46; eş-Şevkânî, C.3, 310.
وأخرج
ابن عبد الحكم في فتوح مصر وابن المنذر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ في
العظمة عن خالد بن معدان الكلاعي أن رسول الله صلىالله عليه وسلم سئل عن ذي
القرنين فقال ملك مسح الأرض من تحتها بالأسباب
وأخرج
ابن أبي حاتم عن الأحوص بن حكيم عن أبيه أن النبي صلى الله عليه وسلم سئل
عن ذي القرنين فقال هو ملك مسح الأرض بالإحسانوأخرج ابن أبي حاتم عن
جبير بن نفير أن ذا القرنين ملك من الملائكة أهبطه الله إلى الأرض وآتاه من
كل شيء سببا
وأخرج
الشيرازي في الألقاب عن جبير بن نفير أن أحبارا من اليهود قالوا للنبي
صلى الله عليه وسلم حدثنا عن ذي القرنين إن كنت نبيا فقال رسول الله صلى
الله عليه وسلم هو ملك مسح الأرض بالأسباب
es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s,436..
ZÜLKARNEYN KISSASININI NÜZUL SEBEBİ
A. Zülkarneyn Kıssasının Nüzul Sebebi
"و يسالونك عن ذي القرنين" “Sana Zülkarneyn’den (bilgi) soruyorlar.”
Bazılarına göre, Mekke döneminde Kureyşli müşrikler, Medine’de yaşayan Yahudilere bir heyet göndererek Allah Rasûlü’nün durumunu öğrenmek istemişlerdi.[1] Yahudiler de kitap ehli idiler ve peygamberler tarihiyle ilgili bilgileri vardı. Oysa Kureyş müşriklerinin bu türden hiçbir bilgi birikimleri yoktu. Heyet, Muhammed (SAS) hakkında bilgi alabilmek için Medine’ye gittiğinde Yahudi din adamlarıyla görüştü. Onlara son Peygamberin özelliklerini ve söylediklerini ileterek şöyle dediler: ‘Sizler Tevrat ehlisiniz. Bizde ortaya çıkan bir adam hakkında bilgi vermeniz için geldik.’ Yahudi din adamları da şöyle dediler: ‘Ona üç mesele sorun; cevaplarını size söyleyeceğimiz bu üç meseleyi bilirse gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer bilemezse yalancının biridir. Ona karşı uygun gördüğünüz şekilde davranabilirsiniz. Öncelikle geçmiş zamanlarda yurtlarından ayrılıp giden gençlerin durumunu sorun Onların durumu ne olmuştur? İlginç sözleri olmuş mudur? İkinci olarak yeryüzünü sürekli dolaşan, doğulara ve batılara giden adamın durumunu sorun. Üçüncü olarak da Ruh’u sorun, -Ruh nedir?- deyin. Eğer bu sorulara doğru cevaplar verirse, kendisi hak peygamberdir ve ona uymanız gerekir. Eğer veremezse yalancıdır, dilediğinizi yapın”[2]
Kureyş heyeti bu bilgiyle Mekke’ye dönmüş ve şehrin ileri gelenleriyle görüştükten sonra söz konusu meseleleri Allah Rasûlü’ne sormuşlardı.[3] Bunlara cevap niteliğinde de Kehf sûresi indirilmiştir.
Bazılarına göre, bu sorular Yahudiler tarafından Medine’de Allah Rasûlü’nü sınamak için sorulmuştu. Ancak bu görüş fazla kabul görmemiştir. Çünkü surenin Mekke’de inişi üzerinde kesinlikle ihtilaf söz konusu değildir.[4] Çünkü Üslup da Medine dönemine ait olmaktan çok Mekke dönemine aittir.[5]
Ukbe b. Âmir’den sıhhati tespit edilememiş olan bir rivâyette o şöyle demiştir: “Ehl-i kitaptan bir grup Yahudi, ellerinde bazı sayfalar olduğu halde geldiler ve bana şöyle dediler: ‘Yanına girmemiz için Rasûlullah’tan izin iste.’ Rasûlullah (SAS)’ın yanına girdim ve kendisiyle görüşmek üzere geldiklerini ve kapıda beklediklerini haber verdim. O, ‘Bilmediğim bir şeyi bana sual ettiklerinde ne cevap vereceğim ?’ buyurdular. Sonra abdest almak için su istediler, abdest alıp evlerinde namaz kıldıkları yere çekilip iki rekat namaz kıldılar. Oradan çıkıp bana doğru geldiklerinde, mübarek yüzlerinde bir tebessüm gözüküyordu. ‘Git, onları ve kapıda ashabımdan kim varsa hepsini içeri al’ buyurdular. Ben onları içeri aldığımda onlara: ‘Dilerseniz bana sorduğunuz şeyin cevabını söyleyeyim, isterseniz başka şeyler sorun, dilediğinizi yapın!’ buyurdular. Ukbe b. Âmir’in bu anlattıklarına göre Zülkarneyn’le ilgili âyeti kerimeler Yahudilerin (veya onların akıl vermeleriyle Kureyş müşriklerinin) ruhu sormalarından önce, bu olay üzerine nazil olmuştur.[6]
Bu hadîs daha teferruatlı bir şekilde et-Taberî’de[7] şöyle geçmektedir. “Ukbe b. Âmir dedi ki. ‘Rasûlullah (SAS)’e hizmet ettiğim bir gün, huzurundan çıktım. Kitap ehlinden bir grup bana rastlayıp: ‘Biz Rasûlullâh’a soru sormak istiyoruz, izin ister misin?’ dediler. Ben de girdim ve Rasûlullah’a durumu haber verdim: Peygamber (SAS): ‘Onların benimle ne işleri var? Ben Allah’ın bildirdiğinden başkasını bilmem’ buyurdular. Sonra benden abdest suyu dökmemi istediler, abdest alıp namaz kıldılar. Namaz kıldığında yüzünde bir sevinç gördüm. Sonra Rasûlullah (SAS): ‘Onları ve Ashabımdan kimi görürsen içeri al!’ buyurdular. Onlar da içeri girdiler, Rasûlullah’ın huzuruna çıktılar, Rasûlullah buyurdu ki: ‘İsterseniz kitabınızda yazılı bulduğunuz şeylerden sorun cevap vereyim! İsterseniz, doğrudan ben bilgi vereyim’ buyurdular. Bunun üzerine onlar da : ‘Sen doğrudan bilgi ver’ dediler: Rasûlullah: ‘O, bir Rum genciydi, Gelip Mısır ve İskenderiye şehirlerini inşa etti. Bina tamamlanınca bir melek onu göğe yükseltti ve ona dedi ki: ‘Ne görüyorsun?’ O da : ‘bir şehir görüyorum’ dedi. Sonra melek onu tekrar yükseltti ve: ‘Ne görüyorsun?’ dedi. O da: ‘Yeryüzünü’ dedi. Melek dedi ki: ‘Bu deniz, dünyayı kaplamıştır, Allah beni sana gönderdi ki, cahile öğretesin, alime sebat ettiresin. Sonra melek onu sete götürdü. O sed orta büyüklükte iki dağdan ibaretti. Onun üzerinde bulunan her şey kaygandı. Sonra onu Ye’cûc ve Me’cûc’ü geçinceye kadar götürdü. Daha sonra yüzleri köpek yüzüne benzeyen kavimle savaşan başka bir grubun yanına götürdü.”[8]
Ancak İbn Kesîr[9], bu rivâyeti münker bulmuştur: “Zülkarneyn, Rum asıllı bir delikanlıdır. İskenderiye’yi o kurmuştu. Bir melek onu göğe yükseltmiş ve sedde kadar götürmüştür. Orada yüzleri köpeğe benzeyen bir kavim görmüştür. Daha uzun uzadıya anlatılan bu rivâyet çirkinliklerle doludur ve bu rivâyetin Rasûllullah’a yükseltilmesi doğru değildir. Daha ziyade İsrâilî bir rivâyettir. Ne gariptir ki, Ebû Zür`a er-Râzî[10], çok değerli bir yere sahip olmasına rağmen, bu rivâyeti bütünüyle “Delâilü’n-Nübüvve” adlı eserinde nakletmiştir. Bu, garip bir nakildir ve nakledilen şeyde münker taraflar da vardır. Bu kötü hususlardan birisi de, Zülkarneyn’in Bizanslı olduğunu söylemesidir.”[11]
Katâde:[12] “Yahudilerin, Zülkarneyn’i sormasından sonra Allah’ın (C.C.) bu âyeti indirdiğini söylemiştir.[13] Şeyh Hıfzurrahmân’a göre, bu rivâyetler kısaltılarak aktarılmıştır.[14] Sorular Yahudilerce seçilmiş olmakla birlikte, Kureyşliler tarafından sorulmuştur.[15]
Bu ve benzeri rivâyetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Rasûlullâh’a üç soru sorulmuştur. Bu sorulara cevaben Kehf sûresi indirilmiştir. Ancak, Ruh ile ilgili âyet, İsrâ suresinde geçmektedir ve Mekkîdir. Eğer olay rivâyette anlatıldığı gibi cereyan etseydi “ruh” meselesinin de aynı surede zikredilmesi gerekirdi. Bu sonuç, söz konusu rivâyetin zayıflığına dikkat çekerken, yöneltilen soruların tek bir anda sorulmadığı kanaatini de desteklemektedir.[16]
Bu âyetin nüzul sebebindeki ihtilafları bir yana bırakırsak, ki nüzul sebebindeki ufak ayrılıkların bilinmesi, kıssanın anlaşılmasına ek bir şey katmamaktadır. Ancak kesin olan bir şey vardır ki Zülkarneyn’in Peygamber’e sorulduğu kesindir.
Burada geniş zaman ve gelecek zaman siygası olan (يسالونك) “ي” eki ile sorunun “sana sordular” değil de “sana soruyorlar” tarzında ifade edilmesi, sadece geçmişteki bir olayın muhatapların gözü önünde hali hazırda cereyan ediyormuş gibi canlandırılması içindir. Bazı müfessirler “geniş zaman siygasının kullanılması, onların bu sorularında ısrar etmeleri sebebiyledir” demişlerdir. Bazı tefsirciler de, bu ifadenin soru sorulmadan önce âyetin nazil olduğunu gösterir demişlerdir.[17]
[1] Bkz. el-Beydâvî, Tefsîrü’l-Beydâvî, c.3, s.519.
[2] İbn-i Hişâm, Sîret-i İbn-i Hişâm, c.2, s.39.
Seyyid Kutub ise bu kavli İbn İshak’tan nakletmiştir ve rivâyetin başında ‘Bana Mısırlı bir ihtiyar anlattı, bundan kırk küsur sene önce gelmişti. Ona İkrime anlatmış ona da İbn Abbâs nakletmiş ve demiş ki: ‘Kureyşliler, Hâris b. Nadr’ı ve Ebû Muayt b. Ukbe’yi Medine’deki Yahudi hahamlarına gönderdiler ve dediler ki: ‘Onlara Hz. Muhammed’in durumunu ve niteliklerini anlatın, söylediklerini bildirin ve nasıl hareket edeceğimizi sorun’....” fazlalığı vardır. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zilâli’l-Kur’ân, c.16, s.2289.
[3] “Bunun üzerine Kureyşliler toplu olarak Hz. Muhammed’in yanına gelerek dediler ki. ‘Ya Muhammed, şu sorduğumuz soruların cevabını bize bildir!’ Sonra da Yahudilerin öğrettiği soruları sordular. Hz. Peygamber şöyle buyurdu; ‘Sorduğunuz soruların cevabını size yarın bildireceğim’ Ama ‘Allah dilerse diye’ ilave etmedi. Kureyşliler bunun üzerine çekilip gittiler. Tam 15 gece Hz. Muhammed vahyin gelmesini bekledi. Ama vahiyden eser yoktu. Cibril (AS) hiç yanına uğramadı. Bunun üzerine müşrikler işi azıtıp söylenmeye başladılar. ‘Muhammed bize yarın dediği halde 15 gündür sesi çıkmıyor’. Bunun üzerine Rasulullah (SAV) çok üzüldü. Hem vahyin gelmemesine hem de müşriklerin ileri geri konuşmalarına canı çok sıkıldı. Bilahare Cibril, Kehf sûresini getirdi. Bu sûrede Hz. Peygamber’e onların durumuna neden üzüldüğünü ifade eden itap ifadeleriyle beraber Ashab-ı kehf ve Zülkarneyn kıssası yer alıyordu. Ayrıca “Sana ruhtan sorarlar” âyeti de bu sırada nazil oldu. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zilâli’l-Kur’ân, c.16, s.2289.
[4] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12.
[5] M. İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, c.5, s.92.
[6] Alûsî, Rûhu’l-Me`ânî, c.16, s.24; Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, et-Taberi(v.310h.), Tefsîru’t-Taberî, c.16, s.7.
[7]İmam et-Taberî’nin adı, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr’dir. Fıkıh, hadîs, tarih,dil, tefsir ve kıraat ilimlerinde otoritedir. “Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk”, “İhtilâfu’l-Fukahâ” ve “Câmiu’l-Beyân” adlı tefsiri meşhurdur. Hicrî 310 (m.923) yılında vefât etmiştir. Bkz.Bedreddin Çetiner, “Taberî”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.6, s.69-70.
[8]Ebû Kerîb, Zeyd b. Hubâb’tan o da İbn Lehî`a’dan o da Abdurrahman b. Ziyâd b. En`am’dan o da Necip’li iki Şeyh’ten onlar da Ukbe b. Âmir’den rivâyet etmiştir. Bkz. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, c.16, s.8.) Benzeri ancak, biraz kısaltılmış aynı rivâyeti Ahkâmu’l-Kur’ân’da da buluyoruz. Bkz. Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.11, s.47. Metin şöyledir:
أخرج ابن عبد الحكم في فتوح مصر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ والبيهقي في الدلائل عن عقبة بن عامر الجهني قال كنت أخدم رسول الله صلى الله عليه وسلم فخرجت ذات يوم فإذا أنا برجال من أهل الكتاب بالباب معهم مصاحف فقالوا من يستأذن لنا على النبي صلى الله عليه وسلم فدخلت على النبي صلى الله عليه وسلم فأخبرته فقال ما لي ولهم سألوني عما لا أدري إنما أنا عبد لا أعلم إلا ما أعلمني ربي عز وجل ثم قال ابغني وضوءا فأتيته بوضوء فتوضأ ثم صلى ركعتين ثم انصرف فقال وأنا أرى السرور والبشر في وجهه أدخل القوم علي ومن كان من أصحابي فأدخله أيضا علي فأذنت لهم فدخلوا فقال إن شئتم أخبرتكم بما جئتم تسألوني عنه من قبل أن تكلموا وإن شئتم فتكلموا قبل أن أقول قالوا بل فأخبرنا قال جئتم تسألوني عن ذي القرنين إن أول أمره أنه كان غلاما من الروم أعطي ملكا فسار حتى أتى ساحل أرض مصر فابتنى مدينة يقال لها اسكندرية فلما فرغ من شأنها بعث الله عز وجل إليه ملكا فعرج به فاستعلى بين السماء ثم قال له انظر ما تحتك فقال أرى مدينتي وأرى مدائن معها ثم عرج به فقال انظر فقال قد اختلطت مع المدائن فلا أعرفها ثم زاد فقال انظر قال أرى مدينتي وحدها ولا أرى غيرها قال له الملك إنها تلك الأرض كلها والذي ترى يحيط بها هو البحر وإنما أراد ربك أن يريك الأرض وقد جعل لك سلطانا فيها فسر فيها فعلم الجاهل وثبت العالم فسار حتى بلغ مغرب الشمس ثم سار حتى بلغ مطلع الشمس ثم أتى السدين وهما جبلان لينان يزلق عنهما كل شيء فبنى السد ثم اجتاز يأجوج ومأجوج فوجد قوما وجوههم وجوه الكلاب يقاتلون يأجوج ومأجوج ثم قطعهم فوجد أمة قصارا يقاتلون القوم الذين وجوههم وجوه الكلاب ووجد أمة من الغرانيق يقاتلون القوم القصار ثم مضى فوجد أمة من الحيات تلتقم الحية منها الصخرة العظيمة ثم مضى إلى البحر الدائر بالأرض فقالوا نشهد أن أمره هكذا كما ذكرت وإنا نجده هكذا في كتابنا
Bkz. Abdurrahmân b. el-Kemâl Celâluddîn es-Suyûti (v.911), ed-Dürrü’l-Mensûr, c.5, s.438, Dârü’l-Fikr: Beyrut 1993.
[9]Abdullah b. Kesîr; hicrî 45 tarihinde doğmuştur. Müfessir, nahivci ve kurradır. Mekke’de hicrî 120 (m.738) de vefât etmiştir. Bkz. Ziriklî, el-Â`lam, c.4, s.255.
[10] Ebû Zür’â er-Râzî; hadîs hâfızı ve münekkididir. Hicrî 194 yılında doğmuştur. Ebû Zür`â kendisi bizzat, 200.000 rivâyeti ihlâs sûresi gibi ezbere bildiğini, 300.000 rivâyeti ise hadîsleri müzakere ederken okuyabileceğini söylemiş, ayrıca asılsız haberleri ve mevzu hadîsleri tanımak maksadıyla ezberinde 10.000 uydurma rivâyet bulunduğunu ifade etmiştir. Müslim, 250 yılında el-Câmi`us-Sahîh’ini tamamladıktan sonra Ebû Zür`â’nın tetkikine sunmuş ve onun uygun görmediği rivâyetleri kitabına almamıştır. Bkz. Yaşar Kandemir, “Ebû Zür`a er-Râzî ”TDV İslâm Ansiklopedisi, c.10, s.273-276.
[11] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.3, s.100.
[12] Katâde b. Diâme, Müfessir Tâbiîdir. Hasan Basrinin yanında 12 yıl kıraat , tefsir ve hadîs dersi almıştır. Evzâî, Ebân b. Yezid, Şu’be b.Haccac gibi bazı alimler kendisinden hadîs rivâyet etmişlerdir. Sika yani güvenilir bir ravidir. Ali b. Medînî, büyük şehirlerdeki isnat zincirlerinin isimleri üzerinde kesiştiği altı kişiden birinin Katâde olduğunu söylemiştir. Bkz. Abdülhamit Birışık, “Katâde b. Diâme “, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.25 , s.22-23.
[13] Vâhidî,Esbâbü’n-Nüzûl, s.210.
[14] İlgili rivâyet, es-Suyûtî de şöyle geçer:
وأخرج ابن أبي حاتم عن عمر مولى غفرة قال دخل بعض أهل الكتاب على رسول الله صلى الله عليه وسلم فسألوه فقالوا يا أبا القاس كيف تقول في رجل كان يسيح في الأرض قال لا علم لي به فبينما هم على ذلك إذ سمعوا نقيضا فب السقف ووجد رسول الله صلى الله عليه وسلم غمة الوحي ثم سري عنه فتلا ويسألونك عن ذي القرنين الآية فلما ذكر السد قالوا أتاك خبره يا أبا القاسم حسبك
Bkz. es-Suyûtî, ed-Dürrül-Mensûr, c.5,s.435.
[15] Hıfzurrahmân, Kasasu’l-Kur’ân, c.3, s.113.
[16] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.14.
[17] Âlûsî, Rûhu’l-Me`ânî, c.16, s23-24.
RİVÂYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Konuyla ilgili ayetlere “ يسالونك ” (sana soruyorlar) diye başlanması, bu ayetlerin inişinin bir arka-plana bağlı olduğunu göstermektedir. Yani bu ayetler Hz. Peygamber’e birileri tarafından sorulan bir sorunun ardından inmiştir. Bu noktada, Zülkarneyn hakkında soru soran birilerinin kim oldukları ve niçin böyle bir soru sordukları son derece önem kazanmaktadır. Bütün rivâyetler, bu soruyu soranların Yahudiler ya da Mekke müşrikleri olduğunu ifade etmektedir. Kehf suresinin Mekke’de indiği hatırlanacak olursa, soruyu soranların müşrikler olduğu ihtimali daha da kuvvetlenmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu sorular her ne kadar müşrikler tarafından sorulmuş olsa bile, soruların kaynağında Medine Yahudileri bulunmaktadır.[1]
Bu ve benzeri rivâyetlerle ilgili olarak Allâme Hıfzurrahmân[2] (v.1962) Kasasu’l-Kur’ân adlı eserinde şunları söylemiştir. “Bu görüş, hadîsçilerden değişik kanallardan aktarılmış ve bu nakiller ‘hasen’ derecesinde görülmüştür. Ancak bunların hiç biri belli bir kaynak belirtmemişlerdir. Bu nedenledir ki rivâyetin mesnediyle ilgili araştırma yapmak hayli güçtür. Bunun tek istisnası, bizzat kıssayı aktaran İbn Abbâs’ın rivâyetidir ki o da İbn Hişâm tarafından nakledilmiştir.[3] Burada da senet kısmına yer verilmemiştir.[4]
et-Taberî’nin(v.310/923) rivâyetinde senet vardır: “Ebû Kureyb[5] bize nakletti ki: Yunus b. Bükeyr [6] bize Muhammed b İshâk’tan nakletti ki: 43 küsur yıl önce gelmiş Mısırlı bir Şeyh bana İkrime vasıtasıyla İbn Abbâs’tan nakletti ki:” İbn İshâk’ın bahsettiği bu şeyh meçhul bir şahsiyettir. Bu da göstermektedir ki Yunus b. Bekr , görüştüğü bu şeyhi hatırlayamamıştır. Râvîsinde meçhul bir şahıs vardır.[7]
Suyûtî, söz konusu rivâyetin İbn el-Münzir, Ebû Nuaym[8] ve Beyhakî[9] tarafından da nakledildiğini belirtmiş, ama alışkanlığı gereği senet zincirine yer vermemiştir.[10] Suyûtî, “ed-Dürrü’l-Mensûr” adlı eserinde, Ebû Nuaym’ın “ed-Delâil” adlı kitabından –matbu nüshasında mevcut olmayan- bu rivâyeti kısmen naklederek şöyle demiştir: “es-Süddî es-Sağîr kanalıyla[11] o da İbn Abbâs’tan nakletti ki...”[12]
Bu senet zincirinde yer alan es-Süddî aşırı Şiilerdendir. el-Kelbî[13] ise, hadîsçiler nezdinde metruk (rivâyeti kabul görmeyen) bir kişidir. Bunu Ebû Hâtim[14] ifade etmiştir. İbn Hibbân ise onu Sebâilikle suçlayarak şöyle demiştir.: “el-Kelbî Ali’nin hayatta olduğuna, dünyaya tekrar gelerek adalet temeline dayalı hilafeti tekrar kuracağına inanırdı. Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’tan nakil yaptığı halde Ebû Salih’ten tek bir rivâyet dinlememiştir. İbn Abbâs’ın oğlu Ebû Sâlih’i de hiç görmemiştir.”[15]
Bütün bu veriler göstermektedir ki, bize ulaşan rivâyetlerin güvenilirliği pek yoktur. Ancak, bir çok kanaldan gelen rivâyetlerin birbirlerini destekler mahiyette olması, ister istemez soruyu soranların Yahudi oldukları kanaatini pekiştirir mahiyettedir.
[1] Ancak gelen bu ve benzeri rivâyetlerin şu noktada zayıflıkları söz konusudur:
1. Bu konudaki rivâyetlerin tamamı ya senet bakımından ya da metin bakımından zayıftrır. (Meselâ Kelbi ve Süddî, metrukturlar, Ebû Sâlih, İbn Abbas’a yetişememiştir yani senet kopuktur, adı bilinmeyen şeyh ise meçhuldür, Beyhakî, İbn Münzir ve Ebû Nuaym’dan gelen rivâyetler ise senetsiz gelmişlerdir.)
2.Sure Mekke’de nazil olmuştur, bu suali Medineli Yahudilerin sorması tuhaftır.
3.Üç sorudan birinin ”ruh” olması, üç sorunun cevabının da aynı surede yer almasını gerektirirdi. Oysa “ruh” ile ilgili âyet İsrâ suresinde yer almaktadır.
4. Sorularından birincisi olan “Ashab-ı Kehf” de Yahudilerin sormalarını gerektirecek bir konumda değildir. Çünkü müfessirler, Ashab-ı Kehf’in İsevî olduğuna müttefiktirler. Yahudilerin Hristiyanlığı din olarak kabul etmediğine göre,Tevrat ve sifirlerinde geçmeyen bu kimseleri sormaları yersizdir.
5. Sorularından ikincisi olan Zülkarneyn de Tevrat’ta geçmemektedir. Tevrat’da geçen yalnızca Danyal’ın rüyasında gördüğü iki boynuzlu koçdan ibarettir.
6. Yahudilerin müşriklere telkin ettiği, eğer üç suali bilirse o rasuldür, o vakit ona müşriklerin uyması gerektiğini değil, “birlikte iman edelim” demelerini gerektirirdi.
7.“Tevratta adı geçmeyen bir nebi istemelerine gelince, Yahudiler, Zülkarneyn’in nebi olduğunu zaten kabul etmemektedirler. Çünkü onlar yalnız Yahudi milletinden nebileri kabul ederler. Danyal’ın rüyası ise, bir nebi değil, Fars kralı olarak yorumlanan iki boynuzlu koçtur. Muk. edz.Süleymân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.11-18.
[2] Allame Hıfzurrahmân; tefsir ve hadîs alanında güçlü çağdaş Hintli bir alimdir. 1962 yılında vefât etmiştir. İki ciltlik Kısasu’l-Kur’ân adlı eseri en meşhur yapıtıdır.
[3] İbn Hişâm, Sîret-i İbn Hişâm, c.3, s.321.
[4] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12. (Hıfzurrahmân, Kasasu’l-Kur’ân, c.3, s.112-113’ten alıntılamıştır.)
[5] Ebû Kureyb; Rişdi b. Kureyb Medineli olup İbni Abasın azatlı kölesidir. Zayıf bir muhaddis olarak kabul edilmiştir. Bkz. Takiyüddin Ahmet b. Ali el- Markizi (v.845h.), Muhtasarül Kâmil fi’d-Duafâi ve İleli’l-Hadîs,s.336.
[6] Yunus b. Bükeyir Ebubekr eş-Şeybani için hadîs münekkitleri siga ve güvenilir olduğu söylenmiştir. Bkz. Takiyüddin Ahmet b. Ali el-Markizi (v.845h.), Muhtasarül Kamil Fi’d-Duafâi ve İleli’l-Hadîs, s.807.
[7] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.12-13.
[8] Ebû Nuaym el-Isfahânî; Hicrî 336 yılnda Isfahanda doğmuştur. Hadîs, kelam, tasavvuf alanında alim olup aynı zamanda tarihçidir. 20 küsur eser yazmış ve bu yazmış olduğu eserlerinden bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. 800 kadar âlimin hayatını anlatan “Hilyetü’l-Evliyâ” ve Rasullullah’ın risaletini ispat babında kaleme alınan “Delâilü’n-Nübüvve”, eserlerinin en meşhurlarındandır. Osman Türer, “Ebû Nuaym”, TDV İslâm Ansiklopedisi c.10, s.20-203.
[9] Beyhaki; Ebû Ca`fer el-Beyhakî, Nahivci ve müfessirdir.Hicrî 470 de doğmuştur. Namaz hariçlerinde evden çıkmadığı, öğrencileri ile ilimle iştiğal ettiği söylenir. Hicrî, 544 yılında vefât etmiştir. Bkz. Şemsettin Muhammed Ali, Tabakâtu’l-Müfessirîn, c.1, s.26.
[10] Selmân Âbid en-Nedvî Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.13.
[11] Ebû Sâlih es-Semmân, Hicrî 634 yılında doğmuştur. İbn Abbas, Hz. Âişe, ve Abdullah b. Ömer gibi bir çok sahabîden çok rivâyet etmiştir. Kendisinden 1000 kadar hadîsi Âmeş rivâyet etmiştir. Ahmet b. Hanbel, Ebû Zûr er-Razi ve Yahyâ b. Ma`în gibi otoriteler, onu sika olarak değerlendirmiştir. Hicrî 101 (m. 719) yılında vefât etmiştir. Bkz. Talat Sakallı, “Ebû Sâlih es-Semmân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.10, s. 226.
[12] Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr, c.4, s.210.
[13] el-Kelbî; Asıl adı Ebü’n-Nadr Muhammed b. Sâib b. Bişr el- Kelbî el-Kûfi’dir. Ebû Sâlih Bazen ve Âmir eş-Şa`bi gibi alimlerden hadîs rivâyet eden Kelbî Kûfe’de tefsir ve tarih dersleri vermiştir. Kendisinden oğlu Hîşam, Hammad b. Seleme, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne ve Ebû Bekir b. Ayyaş kendisinden rivâyette bulunanlar arasındadır. Sebeiyye’ye mensup olduğu söylenmiştir. Hadîs otoriteleri onu rivâyetlerinde güvenilir bulmamışlardır. Hicrî 146 (m.763) yılında vefât etmiştir. Bkz. İsmail Cerrahoğlu, “Kelbî, Muhammed b. Sâib”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.25 , s.22-23.
[14] Ebû Hâtim, Muhammed b. İdris er-Râzî, Hicrî 195 yılnıda doğmuştur. Hicrî 277 (m.890) yılında vefât etmiştir. Hadîs hâfızı ve münekkididir. Hadîs ravileri hakkındaki bazı görüşleri Berzâî tarafından onun eserlerinden derlenerek bir araya getirilmiştir. İbrahim Canan, “el-Kelbî”, TDV İslâm Ans, c.10, s.150.
[15] Selmân Âbid en-Nedvî, Teemmülâtü fî Şahsiyeti Zilkarneyn, s.13. (İbn Hibbân, Hatime-i Tefsir-i Süfyan es-Sevrî, Thk. İ. Ali Arşi, s.430’dan alıntılamıştır.)
İslam'daki Yecüc ve Mecüc Tevrat incilde Gog Magog , Hindu geleneğinde "Koka ve Vikoka" olarak geçer ve "Kalki-Avatara" adında bir Mesih tarafından yok edilir.
Gezgin bir arkadaşım Sibirya- Sakha gezisinde eski bir şaman ona bir efsane anlatmış Ye ve Me adında iki eski kavim hakkında. İki farklı ırktan olan bu kavimler yan yana ve zamanın sonuna kadar beraberce yaşayacaklarmış, Ye'ler kızıl saçlı Me'ler ise Türklerin ataları imiş. Farklı dilleri konuşurlarmış, isimlerinin anlamı ise her iki dilde de "Ben" demekmiş.
Araştırmalarıma göre bunlar YeMaek kabileleri, erken dönem Saka ve Asena boyları bronz devri Kore-Mançurya.
Sizin yazınızda kızıl saçlı oldukları olduklarını okuyunca çok şaşırdım. Bu bilgiyi eski zaman kitaplarından okumuş olması gerekir bu islam aliminin. Kur'an indirildiğinde YeMaekler çoktan yok olmuş daha doğrusu kalanları Mançuryadan çoktan göç etmiş, başka isimlerde devletler kurmuşlardı. Kimekler, Hunlar ve akabinde GökTürkler, Japonyadaki Yamato hanedanlığı gibi
TÜRKLERDEKİ Ye'cuc ile Me'cuc MEĞER Negüz ve Kıyan 'dır !! TEMIR QAPÏΓ, VASKAPU, DÖMÖRKAPU) (Derbent) Negüz ve Kıyan "karanlık memleketi" bulunmuş. Onlar Kafkas'ı Saddayn21 ile, yani Büyük İskender'in Ye'cuc ile Me'cuc'a karşı aralarına engel yaptırmış olduğu iki dağ ile özdeşmişler.
Hindu mitolojisinde de Ye'cuc Me'cuc kehaneti mevcuttur. Hindularda ikiz generaller Koka ve Vikoka, Şeytan Kali'ye yardımcı olarak
.
çok güzel bir çalışma olmuş
YanıtlaSil