Oğuz Kağan’ın [1]
yukarıda anlatıldığı üzere bir peygamber hükümdar olarak
nitelendirildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki yine aynı Kehf süresindeki bir
kıssa olan Zülkarneyn ile özdeşleştirenler de olmuştur. Mesela Ahmet
Tacemen’e göre Oğuz’un, öküzden meydana geldiğini anlatan efsane, “iki
boynuzlu” demek olan Zülkarneyn’in Oğuz Kaan olması ihtimalini
güçlendirmektedir. Ona göre, Zülkarneyn, Oğuz Kağan’ın fethettiği
ülkeleri fethetmiş bir fatihtir. Oğuz da, doğuya ve batıya seferler
düzenlemiş ve oralarda hükmetmiştir. Oysa Zülkarneyn’in Oğuz Kağan
olduğu ihtimali son derece zayıf bir ihtimaldir.
17. yüzyılda yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur’ân ve Nefâisü'l- Furkan"
isimli Kur’ân tefsirini kaleme alan, Türk ve Oğuz kelimelerini sıkça
kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vanî Mehmet Efendi, Arap medresesine
intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından
körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî
sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye’cûc ve Me’cûc'ü
Türkleştirmelerine mukabil, o da Kur’ân'da bahsi geçen Zülkarneyn'in
Oğuz Han olduğunu söylemiş, hatta “bu hususta tereddütü mucip olacak bir
nokta yoktur" ifadesiyle kanaatini belirtmiştir. Böylece, Ye’cûc ve
Me’cûc'e karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i
Türkleştirmiştir. Vânî Mehmet Efendi’ye Göre “Zülkarneyn, Oğuz Han’dır” Kur’an’ın tarihî anlatımlarında çoğunlukla olayların geçtiği zaman ve mekân açıkbirbiçimde belirtilmez. Onun anlattığı her olayın satır aralarından süzülüp çıkan bir amacı vardır. Bunun için anlatılanlar, amacı gerçekleştirdiği noktada sona erer. Aynı kıssayla ilgili bölümlerin bazen farklı sureler veya ayet grupları içinde tamamlanması veya belli bölümlerinin tekrar edilmesi de bunun açık göstergesidir. Böyle bir durumda müfessir, önceden aynı olayın anlatıldığı Tevrat ve İncil’den, diğer kaynakları da ifade eden isrâiliyattan yardım ve destek alarak, kendi bakış açısına göre tespit ettiği boşlukları doldurmaya çalışmakta; olayların zamanı, mekânı ve şahıslarını belirleme girişiminde bulunmaktadır. Müfessirlerin birçoğu, Kur’an’da adı konulmayan övülen veya yerilen bir topluma,yaşadığı dönemde olumlu veyaolumsuz yönleriyle tanıdıkları bir toplumun adını koymakta sakınca görmemiş- lerdir. Bu nedenle onların, tefsirlerine almış oldukları tarihî bilgiler sorgulanmaya, eleştirilmeye ve bilimsel bir yaklaşımla irdelenmeye muhtaçtır. İslam tarihini çok sayıda etnik, sosyal, kültürel ve siyasî bir yelpazenin oluştur- duğu bir tarih olarak tanımlayacak olursak, doğal olarak müfessirleri de kendi özel kimlikleri içindegörmenin bir zorunlulukolarak ortaya çıktığını görürüz. Böyleceonların ideolojikokumalarının arka planını görebiliriz. Kur’an’ın tarihten seçerek aldığı bir olayın yorumu niteliğinde birtakım müfessirin Türkler hakkında yaptığı olumlu veya olumsuz değerlendirmeler de bu çerçevenin içinde düşünülmelidir. Müslüman Arapların tarihte ilk kez Türklerle karşılaştıkları sıralardaki izlenimleri, yorumlarının da rengini belirlemektedir. Onların bu karşılaşması daha çok savaş ortamlarında olduğu için, Türklerle ilgili değerlendirmeleri genelde olumsuz olmuştur. Türklerin Müslümanoluşuyla birlikte bu izlenim,zamanla olumlu bir hâle dönüşmüştür. İlk kez girdiği şekliylede bu görüşler hiçbirengel, eleştiri ve sorgulamayla karşılaşmaksızın asırlarca Türk müfessirlerininki de dahil olmak üzereneredeyse bütün tefsirlerde tekrar edilip durmuştur. Sayısı az da olsa bu geleneği sorgulayan müfessirler olmuştur. Tefsir tarihinde siyasî okumalar, Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cüc’ün kimlikleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Kur’an’ın anlatımıylaZülkarneyn, görevinin sorumlulu- ğunu taşıyan insanlar için güzel bir örnektir. Ye’cüc ve Me’cüc ismi de bukıssanın içinde geçer ve içeriğinin temel unsurlarından birisini oluşturur. Söz konusu bu iki topluluk hakkında Kur’an’ın yaptığı değerlendirmeler oldukça dikkat çekicidir. Toplumların davranışlarını sorgulamasının bir gereklilik olduğu burada önemle vurgulanır. Zülkarneyn’i öne çıkartan özellik, bu iki topluluğun bozgunculuk yapmasına imkân vermemesidir. Bu anlatımda Zülkarneyn, övülen niteliklerin sahibi örnek bir şahsiyet, Ye’cüc ve Me’cüc ise, kötülüğü temsil eden ve bunun için de yerilen iki toplumdur. Zülkarneyn’in nerede ve ne zaman yaşadığı Kur’an’da açıkça belirtilmemiştir. Müfessirler, Zülkarneyn’in kimliği, zamanı ve olayların geçtiği mekânla ilgili olarak birbirini tutmayan rivayetleri eserlerine taşımışlar, kendileri de çoğu zaman tercih yapmakta zorlanmışlardır. Müfessirler bu konuda genelde kendilerinden önceki rivayetleri aynen aktarmışlar bazen de etnik, tarihî veya kültürel kimliklerini öne çıkartarak, Zülkarneyn’i millîleştirmişlerdir. Bunun da çoğunlukla toplumların çeşitlialanlarda ün yapmış kişileri kendilerinden gösterme eğiliminde olmasından kaynak- landığını söyleyebiliriz. Böyle bir anlayışın sonucunda, her müfessirin favori olarak gösterdiği Zülkarneyn de birbirinden farklı olmuştur. Bir başka deyişle, tefsirlerde Zülkarneyn’in kimliği ile ilgili olarak verilen çelişkili bilgiler, adeta aralarındaki bitiş noktası belli olmayan bir yarışıniçinde yorgun düşmüştür. Kur’an, bu kişinin yalnızca lâkabını söylemiş, ismini ve kimliğini açıkça belirtmemiştir. Ayrıca müfessirlerin adlarını tahminen verdiği şahısların, Kur’an’ın niteliklerini açıkça belirttiği Zülkarneyn tanımına pek uymadığı da anlaşılmaktadır. Çünkü müfessirler arasında Zülkarneyn’in Büyük İskenderolduğunu söyleyenlerden tutun da, İran Med İmparatoru Dârâ ve Kurûs, Yunan, Himyer krallarından biri, hatta onun bir melek olduğunu bile söyleyenler olmuştur . Durum böyle olunca da onun hayat hikâyesine pek çok uydurma haber de karıştırılmıştır. Kur’an Zülkarneyn’i, Allah’ı seven ve Allah’ın da kendisinisevdiği salih bir kul olarak tanıtmaktadır. Tarihçilerin ve müfessirlerin Zülkarneyn olarak tahmin ettikleri şahıslarda ise, bu özellikleri tam olarak görememekteyiz34. Çünkü onların adlarını verdikleri butarihî şahsiyetlerin çoğunun putperest oldukları, çok-tanrılı kültlere bağlı olduklarıbilinmektedir. Kur’an ise Zülkarneyn’in Allah’a olan imanına ve ona gönülden bağlı oluşunaözel bir vurgu yapmaktadır . Vânî Mehmed Efendi, Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğu şeklindeki Türk tarihlerinde de yer alan ve dayanağı sadece geleneksel ve folklorik olan bir görüşe katılmaktadır. O, Araisü’l-Kur’an’da müstakil bir başlık altında bu kıssayı ele almış ve konuyu anlatan Kehf sûresi, 83-98. ayetlerinin tefsirini yapmıştır36. O, Kehf suresinin nüzul sebebini anlattıktan sonra Zülkarneyn’in kimliği ile ilgili olarak tefsirlerde yer alan rivayetleri aktarmış ve bu konuda kendi görüşünü de açık bir biçimde ortaya koymuştur: “Türklerin Benî İshak’tan kabul edilmesine gelince; buradaki İshak’ın, İshak Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde Oğuz Han’ın Yafes’in neslinden olduğunu gördüm. Türklerin tamamı onun neslindendir. Oğuz Han, Hz. İbrahim’le muasırdı. Hatta Türkler, onun İbrahim’e iman ettiğini ve İshak’ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han’dır derlerdi. Bu duruma göre Türkler, anne tarafından Hz. İshak’ın evlâdıolmuş olurlar. Nitekim Hz. İsa’nın Benî İsrâîl’den olduğu gibi, Türkler de, Beni İsha- k’tan sayılırlar. Türk ismi de, Oğuz Han’ın çocuklarına verilmektedir” . Kur’an’da,Zülkarneyn kıssası içinde önemli bir unsur olan Ye’cüc ve Me’cüc’ün soyları, mekânları ve zamanları belirtilmemiş, yalnızca yeryüzünde bozgunculuk yapan iki toplulukolarak anılmışlardır. Müslüman tarihçiler ve müfessirlerin birçoğu Ye’cüc ve Me’cüc’ün Türkler olduğunu söylemişlerdir. Bu yorumlar, dayanaksız ve spekülâsyondan öteye gidemeyen çelişkiler yumağı olup asla gerçekleri yansıt- mamaktadır. Gerek geçmişte Zülkarneyn’in bozgunculukları yüzünden Ye’cüc ve Me’cüc’ü hapsetmesini, gerekse bir kıyamet alâmeti olarak ahir zamandaortaya çıkıpdünyayı fesada vereceklerini haber veren ayetlerden, onların her dönemde dünyayı ifsat eden topluluklar olabileceği ve bunların da her milletten çıkabileceğianlaşılmaktadır . Zülkarneyn’in karşılaştığı ve Kur’an’ın adını vermediği, ‘neredeyse hiçbir sözü anlamayan topluluk’ diye nitelendirdiği bu insanlar kimlerdir? Müfessirlerin büyük bölümü tefsirlerinde, bu topluluğun Türk olduğu yolundaki rivayetlere yer vermişlerdir. Onlardan bir bölümü de, Zülkarneyn’in Ye’cüc veMe’cüc’e karşı yapılacak set için ‘bana gücünüzle yardım edin’ dediği topluluğun Türkler olduğunu söylemiştir. Müfessirlerin bu ayetler çerçevesinde aktardıklarını veya kendi düşüncelerini dikkatle okuyacak olursak ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır:
—Türkler, hem Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı Zülkarneyn’den yardım isteyen, ayrıca
Zülkarneyn’inde seddin yapımındakendilerinden yardım istediği bir topluluk olmaktadır.
—Hem de bozguncu Ye’cüc ve Me’cüc olmaktadır.
Görüldüğü gibi, birbirini peş peşe izleyen biranlatım örgüsü içinde,pek çok müfessirin içine düştüğü bu çelişkiyededoğrusu bir anlam veremiyoruz. Öyle zannediyorum ki, Türk müfessirler de içinde olmak üzere onlar, düştükleri bu çeliş- kinin pek de farkında değillerdir. Hiçbir tereddüt göstermeden önceki tefsirlerde bulduklarını bir iyi niyet gösterisi olarak nakletme alışkanlığı onları bu çelişkiler girdabının içine düşürmüştür. Üzüntüyle belirtelim ki, müfessirler arasında bu gir- daba düşmeyenlerin veya kurtulma çabası gösterenlerin sayısı da oldukça azdır.
Vânî Mehmed Efendi, Zülkarneyn kıssasında bozguncu nitelikleriyle tanıtılan Ye’cüc ve Me’cüc’e , kendinden önceki birçok müfessirin Türk kimliğini giydirmesine karşılık, o, bu bozguncu millete karşı set çeken Zülkarneyn’in Türk olduğunu söylemiştir. O aynı zamanda set yapma konusunda ona yardımcı olan milletin de Türkler olduğunu belirtmiştir. Türkler aleyhinde tefsirlere giren bu tür yorumların birtakım tarihî ve siyasî nedenleri olsa gerektir. Bu asılsız, dayanaksız ve önyargılı fikirler, daha önce de belirttiğimiz gibi, nakilci geleneğin bağımlısı olmuş bazı Türk müfessirler tarafından da aynen aktarılmıştır. Bunun için birtakım müfessirin Ye’cüc ve Me’cüc’ün şu veya bu millet olduğu yolundaki görüşlerine katılmamız birçok yönden mümkün değildir.
Vânî Mehmed Efendi’nin, söz konusu ayetlerin bir tefsiri olaraksunduğu Türklerle ilgili düşüncelerini bütünüyle paylaşan, ondan övgüyle bahsederek, kendi görüşünü onunbuyorumları üzerine bina etmek isteyen de İsmâil Hâmi Dânişmend olmuştur. O, “Türklük Meseleleri” ve “Türklük ve Müslümanlık” adlı eserlerinde, Ye’cüc ve Me’cüc ve Zülkarneyn’in kimlikleri hakkındaki açıklamalarından dolayı Vânî Mehmed Efendi’yi takdir etmekte, onu övgüyle anmaktadır. Vânî’yi, “on yedinci asırda bir Türk ırkçısı” olarak nitelemektedir:
“Arapların din bahislerinde bile gösterdikleri Arapçılık taassubuna karşı çok meşru bir heyecanla Türk milliyet ve ırkını müdafaa edip, Osmanlımedresesinin taassup devrinde Türkçülük bayrağını tefsir ilminin tepesine diken yegâne Türk âlimi, Vânî Mehmed Efendi merhumdur” .
Dânişmend, Vânî Mehmed Efendi’nin hayatından kısaca söz ederek onun bazı âlimlerce tenkit edilmesinin nedenini de şöyle açıklamaktadır: “Onun düşmanları da meziyetleri kadar çoktur; büyük başlar daima düşman kazanır; eski İstanbul’un kozmopolit medresesini dolduranbu mutaassıp düşmanlar onun Türkçülüğünü İslâm vahdetine halel verecek bir tefrikacılıkla tefsir etmişler dir. Bu haksız ithamın tesiri en son Osmanlı müelliflerine kadar asırlarca sürmüş ve meselâ; Şemseddin Samî Fraşeri “Ka’mûsu’l-A’lâm”ının altıncı cildindeki ‘Vânî’ maddesinde onu, “milel-i sâireye karşıolan taassubuyla meşhûr”43 gösterdiği gibi, Bursalı Tâhir Bey bile, “Tevhîd-i kulûb-ı İslâmiyâne hizmet edemeyen, siyâsete gayr-ı vâkıf ulemâdan”44 olmakla itham etmiştir!Tabiî bu tuhaf ithamın yegâne sebebi, Vânî Mehmed Efendi merhumun Arap medresesinden Türk medresesine geçen ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlıuleması tarafından körüklenen Türk aleyhtarı kültüre isyan etmiş olmasından ibarettir!”.
Vânî Mehmed Efendi hakkında, hem Danişmend’in hem de yukarıdaki yargılara varan diğer müelliflerin değerlendirmelerine bütünüyle katılmak zordur. Çünkü tarihsel olaylar, kendi özel şartları ve bağlamlarında ele alınmalıdır. İnsanlar, yaşamışolduklarıdönemde ortaya çıkan olaylar ve durumlara göre davranış biçimleri belir- lemişler; bunda, bazen doğruyu bulmuşlar,bazen de yanılgıya düşmüşlerdir. Asırlar önce meydana gelmiş olan bir olayı yorumlamaya çalışan tarihçi, değerlendirme ve yargılarında bu ilkeyi esas almalıdır. Çünkü farklı zaman ve kültür ortamlarında ortaya çıkan olayların bağlamlarından koparılarak sağlıklı değerlendirmelere ula- şılması mümkün değildir.
Bütünlüğünden çekilip çıkartılarak farklı mecralarataşınan bir olay, görüşve temadan,tarihî malzemeden hareketle çıkışnoktasını, içinde yaşanılanortamın oluşturduğu bir konuda yargıya varmak bizi doğru sonuca götürmez. Danişmend’in içinde yaşamış olduğu olaylar, sorunlar, ilmî, siyasî ve kültürel atmosfer ile Vânî Mehmed Efendi’ninki oldukça farklılık göstermektedir. Problemler ayrı olduğu için çözümleri ve bunlara gösterilen tepkiler de kuşkusuz ayrı olacaktır. XVII. asır, Vânî Mehmed Efendi’nin yaşamış olduğu dönem ve onun içinde etkin olarak bulunduğu olaylar göz önünde tutulursa,Danişmend’in ortaya koymaya çalıştığı bir boyutta, ne Vânî Mehmed Efendi’nin ne de XVII. asrın böyle bir problemi söz konusudur.
Sonuç :
Türkler Müslüman oluşlarıyla birlikte İslamı gönülden benimsemiş, bu dinin yaşaması, yayılması ve güçlenmesi için gereken her şeyi yapmıştır. Onlar, Tebük Seferi’ne katılımda gevşeklik göstermeleri nedeniyle Kur’an’da eleştirilen ve kına- nan durumlara asla düşmemiş, Kur’an’ın yerdiği değil, övdüğüniteliklere sahip bir toplum olmayı en büyük gaye edinmişlerdir. Güçlü devlet ve toplum oluşunu adeta tarihe tescil ettiren Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği ilim adamları, böyle bir tarihî birikimin verdiği güç ve cesaretle kendilerini yaşadıkları dünyanın yönetiminde tek liyakatli toplum olarakgörmüşler ve gereğini de yapma gayretinde olmuşlardır. Onların hükümranoldukları dünyada bıraktıkları tarihi ve kültürel miras da bunun açık göstergesi olmuştur.
Osmanlı âlimlerinin ortak görüşü hâline gelen bu düşüncenin sözcülüğünü, XVII. yüzyıl Osmanlı müfessirlerinden Vânî Mehmed Efendi yapmıştır. O, Arâisü’l- Kur’ân’da bu konudaki genel kanıyı, bir Kur’an ayetinin yorumuolarak ifade etmiştir. O, Tebük Seferi’ne katılımda isteksiz bir tutum içinde olanların şiddetle kınandığı Tevbe suresi otuz dokuzuncu ayetini, işte böyle bir bakış açısı ile yorumlamış ve “yerinize başka bir millet getirir” ifadesinde, Arapların yerine getirilecek toplumun Türkler olduğunu söylemiştir. O, bu yorumunu Türklerin İslam Dini’ne hizmetleri ve bu uğurda düşmanlarıyla yaptıkları mücadelelerde sağlamış oldukları başarılardan çarpıcı örnekler vererek desteklemiştir.
Her toplumun bu ayetlerde belirtilen olumlu niteliklere uygun davranma konusunda kendini aday olarak görmesi, bu uğurda birbiriyle yarışması, bunun çabası içindeolması ve kendilerini Kur’an’da çerçevesi çizilen örnek toplum olarak görmesinde bir sakınca yoktur. Bu tür yorumlara uygun düşen ayetlerde belirti- len nitelikler, Müslüman toplumlar için gösterilen ideal noktalardır. Toplumlar, tarihlerinin belirli kesitlerinde bu noktalara ulaşmış olabilirler. Buradaüzerinde durulması gereken, toplumların erişebildikleri bu düzeyden geriye doğru dönüş, bir düşüş içinde olmamalarıdır.
Vânî Mehmed Efendi’yi diğer Türk müfessirlerinden farklı kılan bir diğer yorumu da Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cüc’ün kimlikleriyle ilgilidir. O, birçok meslektaşı gibi Kur’an’ın, bozgunculuklarıyla tanıttığı iki toplulukolan Ye’cüc ve Me’cüc’ün Türkler olduğunu söylemek yerine, onlara geçit vermeyen Zülkarneyn’in, Oğuz Han olduğunu söylemiş ve kendine göre gerekçelerini de ortaya koymuştur. İçinde bazı Türk müfessirlerin de bulunduğu birçok müfessirin Türkler aleyhinde hiçbir ilmî dayanağı bulunmayan rivayet ve düşünceleri tefsirlerine aynen taşıdıklarını da dikkate alırsak, onun bu konudaki görüşleri daha da anlamlı hâle gelecektir.
[1]
Oğuz Kağan destanında şöyle bir metin geçmektedir: “Oğuz, yeryüzünde
bütün kağanları hükmü altına almak için sefere çıktı. Kırk günden sonra
buz dağına gelmişlerdi. Oğuz orada çadır kurup geceledi. Tan yeri
ağarırken çadırına bir ışık indi. Işığın içinden gök tüylü, gök yeleli,
kızıl ağızlı bir erkek kurt çıktı. Kurt Oğuza dönerek ‘Ey Oğuz Kağan
sana yol göstereceğim. Ben nereye gidersem, sen de oraya gideceksin’
dedi. ...Oğuz Kağan’ın bir veziri vardı. Adına Uluğ Türk derlerdi.
Ak sakallı çok akıllı, çok bilgili bir koca kişiydi. Bir gece bir rüya
gördü. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanan bir altın yay ve
onun üzerinde kuzeye doğru yönelmiş üç gümüş ok görmüştü. Bunun hayırlı
bir rüya olduğunu ve Oğuz’a büyük bir devlet nasip olacağını düşündü ve
gidip Kağan’a durumu anlattı.’ Ey Kağanım! dedi, Tanrı sana uluğ devlet
bağışlayacak, yürü var git. Senin önünde diz çökmeyecek Kağan, boyun
eğmeyecek ülke yoktur. Oğuz bu öğütleri iyice dinledi. Tanrı’nın
kendisine hep yardımcı olduğunu biliyordu.” Erol Güngör, Tarihte Türkler, 3.Baskı, İstanbul 1992, s.19.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder