Ruh – Beden
İlişkisi
Cevher
Descartes’a
göre, gerçekte özleri bakımından birbirinden ayrı olan üç
cevher vardır.
Bunlar;
Tanrı,
ruh
ve
maddedir. Bu üç cevherden Tanrı
sonsuz, ruh ve madde ise, sonlu cevherlerdir. Descartes, sonsuz bir cevher olan Tanrı’yı “en yetkin” veya
daha açık bir ifadeyle kendisinde bütün gerçeğin toplandığı bir varlık olarak
tanımlar. Sonlu cevherler olan ruh ve
madde, birbirlerinden bilinç bakımından ayrılırlar. Buradan hareketle
diyebiliriz
ki ruh, bilinç içerikli bir şekilde bize doğrudan doğruya, dolaysız olarak
verilmiştir. Bunun aksine madde, doğrudan doğruya değil, dolaylı bir şekilde, bilincin dışında bulunur.4
Tanrı, ruh ve maddî âlem şu şekilde açıklanabilir: Tanrı, her şeyin kendisine tabi olduğu ve kendisi hiçbir şeye tabi olmayan
sonsuz cevherdir.5
Ruh, düşünen bir cevherdir.
Madde ise, yer kaplayan bir cevherdir.
O halde, ruhun özü düşünce,
maddenin özü de yer kaplamadır.6
Tanrı, ruh ve madde cevher olarak kabul edildiğine
göre, cevherin ne olduğunu
ortaya koymamız gerekir. Varolmak
için başka bir şeye ihtiyacı olmayan, kendi kendine varolan şey cevher olarak tanımlanmaktadır.7 Bu durumda, gerçek anlamda sadece Tanrı cevher
olarak kabul edilebilir. O halde
diğer şeyler, gerçek anlamda Tanrı’ya göre düşünüldüğünde
cevher değil, birbirlerine göre cevher olarak
tanımlanırlar.8
Ruh, her bakımdan maddenin
karşıtıdır, yani öz itibariyle aktif ve özgürdür. Maddede yer kaplamayan hiçbir
şey bulunmadığı gibi, ruhta da düşünce olmayan, yer kaplayan ve maddi olan hiçbir
şey yoktur. 9 Daha açık bir ifadeyle madde, ruhun olmadığı her şeydir. Ruh ise, maddede
bulunan şeyin reddedilmesidir.
Böylece madde, mutlak olarak ruhsuz,
ruh da, mutlak olarak maddi olmayan olarak tanımlanır. O halde, ruh ile madde arasında
tam anlamıyla bir zıtlık
mevcuttur diyebiliriz.
Madde öz itibariyle, Descartes düşüncesinde
yer kaplamadan ibaret
olarak tanımlandığında, evrende
boş bir mekân, yani maddesi olmayan bir yer
kaplama
veya
yer kaplamayan
bir madde bulunamaz. Maddi âlem,
sınırsız olmalıdır, çünkü sınırları olan yer kaplama düşünülemez. Böylece, yer kaplama,
bölünebilme, şekil
alabilme ve hareket edebilme özellikleri,
hareket olarak ifade edilebilir.10
Yukarıdaki ifadelerden hareketle, Descartes’ın, maddenin
özünün yer kaplama olduğu düşüncesinin bir sonucu olarak, maddi âlem, tam anlamıyla
mekanik bir yapı arz etmektedir.
Bu âlem, bütünüyle basınç
ve çarpma yasalarına
göre faaliyet gösteren bir makine olarak kabul edilir.11 Bir cisim, hareket durumunu, ancak başka bir cisimle temas etmek sonucunda
değiştirebilir.
Böylece yer kaplama ve hareket
en temel nokta olmaktadır.
Âlemdeki bütün
diğer olaylar bundan meydana
gelirler. Dolayısıyla maddenin kendisinde bir kuvvet olmadığından, âlemde olup biten her şey zorunlu bir şekilde harici bir nedenin etkisiyle olur.12 Kısaca ifade etmek
gerekirse, Descartes’e göre âlemde tamamen nedensellik hâkimdir, rastlantı
ve doğaüstü kuvvetler bulunmaz. Madde
âlemi, kaynağı Tanrı’da olan hareketten ibaret sınırsız bir zincir,
bir makine olarak
tasavvur edilmektedir.
Descartes’ın
mekanist doğa anlayışı,
yalnızca
cansız
dünyada kalmayıp canlı
dünyayı da içine almaktadır. Canlı varlıklar da aynı yasalara
göre işlerler, fakat canlılar diğerlerine göre daha karmaşık bir makinedir. Dolayısıyla, onlar da aynı nedensellik prensibiyle açıklanabilirler.
Bununla birlikte, doğrudan ruhun etkisiyle meydana gelen insan davranışları, yani
şuurlu hareketler bunun dışında tutulur.13
Leibniz’in cevher
görüşü
ise şu şekilde
özetlenebilir. Descartes’ın dualist cevher anlayışına karşılık
Leibniz, sonsuz sayıda cevher kabul eder. O, cevheri monad olarak adlandırır. Monadlar, sayıca sonsuz
çokluktan ibarettir. Sayıca sonsuz olan monadların
her biri, bölünemez olan bir
birliktir.14 Burada sözü edilen monad, bileşiklere katılan
basit, yani parçaları olmayan bir cevherden başka bir şey değildir. Bileşikler varolduğuna göre, basit cevherlerin de bulunması gerekir. Bileşik,
basitlerin bir yığınından
başka bir şey değildir. O halde, parçaların olmadığı yerde ne
yer
kaplama, ne biçim, ne de bölünebilme mümkün olur.15
Monadlar, kendi içlerine
kapalı olduklarından
dolayı birbirlerini
etkileyemezler.16 Ancak her monad, kendine göre, evrenin bütününü kendisinde taşır. Her monad, evrenin bir aynasıdır. Bundan dolayı, monadla âlem arasında
bir bağlantı bulunur.
Her monadın özünde
öteki monadların her biri temsil edilmektedir. O halde, özü bakımından her monad, çokluk
içinde bir birliktir. Çokluğun birlik haline gelmesini sağlayan da tasarımdır. Monadlar tasarımlayan
kuvvettirler ve tasarımlarının
konusu da evrendir. Monadlar, aralarında yalnız tasarımlarının
açık ve seçik olması bakımından sıralanırlar. Bu sıralamanın
bir ucunda tasarımları açık seçik olmayan, diğer ucunda
tasarımları açık ve seçik olan monadlar
bulunur.17 Monadların sıra düzeninde
en aşağıda bulunanı karışık tasarımlı ve pasif olan maddedir,
en yukarıda bulunanı da Tanrı’dır. En yüksek monadın bütün
tasarımları tam bir açık ve seçikliktedir. Bundan dolayı Tanrı, mutlak etkinliğin kendisidir. En
yüksek monad, bir tanedir, buna karşılık karışık
tasarımlar sonsuz dereceler olduğundan, Tanrı’nın altında sıralanan monadların sayısı da sonsuzdur.18
Descartes düşüncesine Leibniz tarafından yöneltilen
diğer bir temel itiraz noktası da ruh-beden ilişkisi problemidir. Descartes, şuur ve yer kaplama veya ruh ve bedenden oluşan iki cevher kabul ettiğinden dolayı,
dualist bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu dualist yapının çözmekte en çok sıkıntı çektiği nokta,
ruhla bedenin arasındaki ilişki problemidir. İnsan,
ruhla bedenden müteşekkil
bir varlık olduğu
için, bu konuda insan ve eylemleri,
merkezi bir öneme sahiptir.
Spinoza, bilindiği gibi, Descartes’ın
çözmekte sıkıntı çektiği bu
konuyu, tek cevher anlayışı ile ruh-beden münasebetini
tamamen ortadan
kaldırarak çözmeye çalışmıştır. Âlem, tek bir cevherin
görünümleri olarak kabul edildiği için, insan da, bu görünümlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece Spinoza, Descartes’ın
karşılaştığı güçlüğü aşmaya çalışmaktadır.
Descartes’ın bu konuda karşılaştığı güçlüğün sebebi, ruh ve bedenin ayrı ayrı iki cevher olması ve bu iki cevherin
birbirlerinden kesin bir zıtlıkla
ayrılmasından kaynaklanmaktadır. Fakat
bununla birlikte
insan, bu iki cevherden yani, ruh ile bedenden
meydana gelmiştir. Bu durumda, iki cevherin aralarında nasıl ve hangi noktada bir ilişki içinde olduğu çözülmesi
gereken en önemli problem
olarak görünmektedir.
Descartes, bu meseleyi şu şekilde çözmeye çalışır:
“Ruh duyulur fikirleri, onlara karşılık
olan duyumlar münasebeti ile kendi kendinden almaktadır. Beden ise, ruhun iradeleri vasıtasıyla hareket eden bir makinedir.34 Bedenin kendine özgü,
ruhun da kendine özgü
kanunları vardır. Beden zorunluluğa tabidir, ruh ise, özgürdür.”35 Böylece yöneten ruh ile
yönetilen beden arasındaki bağlantı, bilindiği gibi, beynin alt tarafında
bulunan kozalaksı bezde36 gerçekleştiği şeklindeki iddia, Descartes’ın en bilinen tezidir. “Ruh bir şey istediği zaman
sıkıca birleşik olduğu bezi
harekete geçirir, bu harekette, bu iradeye
bağlı
olan
eylemi
doğurur.”37
Bununla
birlikte ruh, her ne kadar bedenin içinde olsa da, bedenin yok
olmasından, yani, ölümünden sonra da yaşamaya devam eder. Daha açık bir ifadeyle, ruh ölümsüzdür.38 Ancak, her ne kadar Descartes,
ruh ile beden arasındaki bağlantıyı kozalaksı
bezle ilişkilendirmiş olsa da, insan varlığını oluşturan
bu iki yarım birbirine
o kadar zıttır ki “prensip olarak tamamen
ruhla beden arasında bir birleşmeden söz etmek oldukça
güçtür.”39
Leibniz, Descartes’ın bu anlayışına itiraz ederek, meseleyi şu şekilde çözmeye
çalışır: Bedenin ruha yapacağı gerçek ve doğrudan doğruya bir etkiden söz edilemez, bu etki ancak görünüştedir. Bizim algılamamızda ruh, bedenin etkisi altında gibi görünüyor. Öte
yandan, bedenin kısımları, hareketlerinde ruhun iradeleri tarafından belirleniyorlarmış
gibi hareket ediyorlar. Gerçekte,
bunların arasında birbirlerine
karşı hiçbir müdahalesi yoktur. Ruhta
olan
şeylerin
hiç biri, ya
da
iradesi,
bedeni
oluşturan
monadlara giremez. Çünkü daha öncede ifade edildiği gibi, monadların
pencereleri yoktur. Bu durumda
ruhun, beden üzerinde doğrudan bir
etkisinin bulunmadığı söylenebilir.
Dolayısıyla Descartes’da olduğu gibi, duyular yoluyla ruha ulaşan hiçbir izlenim bulunmaz.
Fakat bir monaddaki algı diğer bütün monadlarda
karşılığını bulur, çünkü her monad tabiatın
bir aynası gibidir. Ruh
ve
bedenin
birbirlerini görünüşte
etkiliyor gibi
görünmeleri, Leibniz tarafından, ezeli
ahenk
prensibi40 üzerine temellendirilir.
Leibniz, Descartes’ın çözmekte sıkıntı çektiğini düşündüğü, ruh-beden
ilişkisi problemini ezeli ahenk olarak isimlendirdiği bu prensip üzerine
temellendirmek suretiyle izah eder. Böylece, en yetkin monad olan Tanrı, monadlar arasındaki uyumu sağlayan en temel öge olmaktadır. Dolayısıyla
ona göre, ezeli ahenk prensibi,
Tanrı’nın varlığı için de, bir kanıt
oluşturmaktadır. Çünkü birbirini etkileyemeyen monadlar arasında bir uyum
sağlanmalıdır. Bunu sağlayan bir prensibin olması zorunlu
olmaktadır, bu da, sadece Tanrı olabilir. Aksi takdirde, âlemde
bir
düzen
kurulması mümkün olamayacaktır.41
Leibniz,
ruh beden ilişkisi konusunda
Descartes’ın düşüncesiyle kendi
düşüncesi arasındaki farklılığı, şöyle bir örnekle göstermeye
çalışır.“Birbirlerine tam olarak uyan iki saat düşünün. Bu uyum üç biçimde gerçekleşebilir: Birincisi, bir saatin diğer saat üzerindeki etkisiyle olur. İkincisi, onlara
bakan bir adamın özeniyle olur. Üçüncüsü ise, onların tam
bir uygunluğu
ile olur.” Bu
çerçevede birinci
durum, Descartes felsefesindeki ruh ve beden ilişkisini, ikincisi, Malebranche’ın anlayışını, üçüncüsü de, Leibniz’in ezeli ahenk prensibini açıklar.42
Leibniz’in
üzerinde durduğu diğer bir önemli konu da, Descartes’ın dualist yapısındaki varlıkların içerisinde sadece insanın şuurlu olması, bunun dışındaki bütün varlıkların bir makine gibi çalışması yüzünden ortaya çıkan mekanik âlem düşüncesidir.
Bilindiği gibi, ona göre, insan dışındaki
varlıkların algıları bulunmamaktadır. Leibniz, bu görüşe itiraz ederek bütün
monadların en üst dereceden, en alt dereceye kadar
algıları bulunduğunu ifade eder. O, algıyı,
iç
etki ya da duygulanım olarak
izah eder. Buna
mukabil Descartes algıyı, hareket ve biçimle izah etmektedir.
Böylece Leibniz, algıları
olan her şeye, ruh diyebileceksek her monadın bir
ruh
olduğunu söyleyebileceğimizi ifade eder.43
Bütün bunlardan
da anlaşılacağı üzere, monadların her basamağında algı bulunduğu için, Descartes’ın düşüncesinden
farklı olarak, bütün monadlar Leibniz’e göre canlı birer organizma olmaktadır. Tabiidir ki en
aşağı monaddan yukarı doğru çıkıldıkça
bilinç kazanılmaktadır. Daha açık
bir ifade
ile
bitki,
hayvan
ve
insan,
bilinç bakımından derecelendirilmişlerdir. Hayvan, bitkiye göre, insanda hayvana göre daha açık ve seçik algılara sahiptir. Böylece Leibniz, Descartes’ın mekanik âlem düşüncesinden,
dinamik âlem düşüncesine geçmektedir. Antik Yunan da Herakleitos’a dayanan bu düşünce
17. yüzyılda Leibniz
tarafından yeniden ele alındığını ve 19. yüzyılda da A. N. Whitehad
tarafından daha ileri bir noktaya taşındığını söylemek mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder