ÖZGÜVEN İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
a.1. Benlik (Öz)
Özgüvenin
tanımını yapmadan
önce,
özgüven ile ilgili olduğunu düşündüğümüz bir
takım kavramlara öncelikle
yer vermeyi uygun gördük. Özgüvenle ilgili olarak karşımıza ilk
çıkan kavram öz yani benlik
kavramı oluyor. Uzmanlar benliği bireyin doğuştan getirdiği
gizil güçlerinin çevresinin de etkisiyle edinik bir yapı alması olarak tanımlıyorlar (Kuzgun, 2000,
s. 184; Güngör, 1989,
s.2). Benlik konusunda bireyin kendini görüş ve algılayış biçimi de
son derece önemlidir. Yani bireyin nasıl olduğundan çok, kendisini nasıl
gördüğü önemlidir.
William James’e göre benliğin dört yönü vardır ve insanlar kendilerini bunlardan biriyle veya birkaçıyla tanımlarlar.
1) Maddesel Benlik (Material
Self)
2) Sosyal Benlik (Social Self)
3) Ruhsal Benlik (Spritual Self)
4) Saf Ego (Pure Self)
Daha öncede söz ettiğimiz gibi
benlik bireyin kendisini görüş ve algılayış biçimidir. Maddesel benlik;
kişinin kendisini sahip olabildiği şeyler olarak görmesi
ve algılaması. Kişinin kendisine ait olan her şey
maddesel benliğin içine giriyor. Vücudu, evi, arabası,
elbiseleri gibi. Sosyal benlik, kişinin
sosyal yaşamı içinde
taktığı pek çok maskeye uygun olarak davranması, Ruhsal benlik ise bireyin sahip
olduğu yetenekler, ilgiler ve tutumlar ile kişinin bunları kendisince derecelendiriş
biçimleridir. Saf ego ise bireyin sahip olduklarından kendisini ayırabilmesidir
(Özdoğan, 2005. s. 123
– 125).
Öyleyse benliğe bireyin kendini sahip
olduklarından ayırması da diyebiliriz. Birey kendini sahip olduklarından ayıramadığı takdirde kendini tanıyamama, benlik
karmaşası, özünden ayrı düşmek gibi sorunlarla karşılaşması kaçınılmaz olabilmektedir.
Benlik kavramının gelişimi ise dinamik bir
süreçtir. Benliği tanımlarken doğuştan getirilen gizil güç olmakla birlikte çevrenin de önemini ifade etmiştik. Bu
yüzden benlik gelişimi doğumla başlar
ve bedensel, ruhsal ve toplumsal gelişmeler benliğin oluşumunu
etkiler.
İnsanın doğduğu andan itibaren kendisi
ve çevresi ile
etkileşimi içerisinde kendisi ile ilgili çeşitli algılar oluşturur. Algılanan benliğin beğenilmesi sonucu
özsaygı (Güngör, 1989, s.4) buna bağlı olarak da
özgüven oluşur.
Benlik kavramının gelişiminde, bireyin çevresi ile olan ilişkileri, iletişimi
ve yaşantılarının algılanış biçimlerine göre oluşan ve değişim gösteren
bir süreçtir. Bireyin çevresindeki insanlar tarafından olumlu olarak değerlendirilme
ve kabul
edilme gereksinimin karşılanması bireyin kendini algılama biçimini önemli ölçüde etkiler. Bu konuda
memnun eden veya hayal kırıklığına uğratan yaşantılar bireyin
kendine değer verme
duygusunu oluşturur. Bu duygu zamanla öğrenilerek gelişir.
Bireyin özsaygı ve buna bağlı olarak özgüveni bir kez oluştuktan sonra, zamanla
diğer
insanların değerlendirilmelerinden
etkilenmeden
varlığını
sürdür ve bireyin tüm davranışlarını etkisi altına alır (Geçtan,
1984,
s.
232). Benlik
gelişiminde özellikle anne babanın tutum ve davranışları çok önemlidir. Benlik algısı olumlu olan anne babaların çocukları da benlik algısının olumlu olacağı bilinen bir gerçektir. Disiplin ve sevgi
yoluyla ebeveyn çocuklarının
benlik algısını geliştirebilirler. Aynı şekilde
okul yaşantısı, ergenlik döneminin sağlıklı bir şekilde atlatabilmesi de bireyin benlik algısını olumlu yönde etkileyecektir.
Benlik algısının çarptırıldığı durumlarda
ise özsaygı ve özgüven gerçekçi
olmaz. Kendini
her yönden mükemmel gören ve
kıskanıldığını sanan bir
kişide benlik algısı yüksek olabilir. Bu durumdaki
bireylerdeki benlik saygısı sahte benlik
saygısıdır. Tabi ki tam tersi de mümkündür. Benlik algısı düşük olan bireylerde de benlik saygısının düştüğü görülebiliyor (Yörükoğlu, 1993, s.105). Her iki durumda
da benlik kavramının
çarpıtılması
ve
gerçekçi olmayan
özsaygı
ve
özgüven söz
konusu olmaktadır.
a.2. Benlik İmgesi (Benlik İmajı)
Benlik kavramını birinci öğesi
olan “benlik imgesi” bireyin sahip olduğu fiziksel ve zihinsel özelliklerinin farkında olmasıdır. Bu da öncelikle anne ve babanın
çocuğa ilişkin sözlü ve sözsüz tavırlarıyla başlar.
Çocuğun anne-babasının gözündeki
konumu çocuğun kendisine
ilişkin bir imgeye sahip
olmasını etkiler. Örneğin
çocuğun ailede isteniyor olması, zeki, akıllı, başarılı, yetenekli veya
vasat görülmesi
gibi.
Çocuğun kendine
ilişkin benlik imgesi, genellikle onun
kendi vücudu ile ilgilidir. Okula başladığı
zaman ise yeni deneyimler
kazanır
ve benlik
imgesi
bedensel yönü yanında okul başarısı,
sosyal ilişkileri gibi yeni bir
boyut da değerlendirilir
(Pişkin, 1999, s. 98 – 99). Şüphesiz benlik imgesinin sadece çevrenin verdiği geri bildirimlerden etkilenerek
biçimlenmesi ve
gelişmesi söz konusu
değildir. Benlik gelişiminde birey pasif değil aktiftir. Benlik algısını etkileyen etkenlerden söz
ettik
özellikle
aile ve
çevre çok önemlidir. Fakat
benlik imgesi
bireyin zihinsel kapasitesi ve
deneyimleriyle
çevreden aldığı geri bildirimleri kendine
göre yorumlayabilmesiyle oluşur.
Bireyin özgüveni ile benlik imajı arasında önemli bir ilişki olduğunu düşünüyoruz. Bireyin kendini yeterli
ve
sevilebilen bir insan
olarak
görmesi ile çirkin, başarısız, vasat ve zayıf bir birey
olarak görmesinin özgüvenine çok farklı
etkileri olacağı muhakkaktır. Bu yüzden gerçekçi bir benlik değerlendirilmesi yapılmalıdır.
Gerçekçi benlik değerlendirilmesinde
iki önemli nokta vardır. Güçlü yönlerimizin farkında
olmak ve zayıf yönlerimizi aşağılayıcı sözcükler kullanmadan gerçekçi ve belirgin bir biçimde betimlemek (Mckay, Fanning, 2005, s. 63).
Güçlü yönlerimizi küçümseyip
zayıf yönlerimizi büyütmek
yerine, gerçekte
olduğumuz kişinin değerini kavramayı öğrenebiliriz.
Bu anlamda atılacak ilk adım benlik
imajımızı ayrıntılı
bir şekilde anlatan Benlik
Kavramı
Çizelgesi
hazırlamak olabilir. Kendimizi, fiziksel görünüm, başkaları ile ilişkilerimiz, kişiliğimiz, başkalarının bizi nasıl gördükleri,
okul ya da işteki başarımız, günlük işlerdeki başarımız, zihinsel işleyişimiz gibi yaşamımızın pek çok yönü ile ilgili ayrıntılı
olarak değerlendirebiliriz (Mckay, Fanning, 2005, s.
48 – 49).
Sonuçta
pek çoğumuz
olumlu
yönlerimizin daha
fazla
olduğunu görürüz ancak eksikliklere odaklanırız. Kendimizi olduğumuz gibi kabul
etmek olumsuz
yönlerimizi de yargılamadan yapıcı
bir dil ile geliştirmeye çalışmak kendimize verdiğimiz değerdir.
a.3. İdeal Benlik
Benlik kavramının ikinci boyutu olan ideal benlik kavramı benlik imajının gelişmiş halidir.
Birey çocukluktan itibaren sahip olması gereken özelliklerinin neler olduğunu öğrenir. Bu ideal davranışlar, beceriler ve özellikler genellikle içinde yaşanan toplum
tarafından kabul edilen ideal standartları belirtir. Bu bağlamda ideal benlik bireyin olmak
istediği benliktir (Reçber, 2002, s. 25).
Benlik imgesi ile ideal benlik
arasındaki uyum özgüveni olumlu yönde etkileyecektir. Tabi bunun
için birey
benlik imajını kazanmalı ve
kişisel
özelliklerinin farkında olmalı. Aynı zamanda
bireyin ne olduğu ve
ne olmak istediği konusunda karşılaştırma yapabilme yeteneğine sahip olması gerekmektedir.
B. ÖZGÜVENİN TANIMI
Özgüven insanların
doğuştan sahip oldukları ancak çocukluktan itibaren pek
çok bireyde törpülenen bir özelliktir. Özgüvenin iki merkezi
boyutu vardır. “Sevilebilir olma” ve “Yeterli olma duygusu”. Bu yüzden kendini sevme, kendini affedebilme ve kendini görme
biçimi özgüveni tanımlarken üzerinde
durulması gereken konulardır.
b.1. Kendini
Sevme
Kendine güvenmek, kendine değer vermeyi gerekli kılar ama kendimizi
sevmenin hiçbir
koşulu yoktur.
Birey
kendini kusurlarına, sınırlarına başarısızlıklarına
ve
olumsuzluklarına
rağmen sever.
Kendini sevme bireyin zorluklara
dayanabilmesinin
ve herhangi bir başarısızlıkta kendini toparlayabileceğinin kanıtıdır. Güçlükler
karşısında acı ve kuşku duymasını engellemez ama bireyi umutsuzluktan
korur.
Kendimizi sevmek
kendimizi tanımakla başlar.
Bireyin kendini
sevebilmesi kendini tanımasıyla mümkün
olabilir. Kendini tanıyan, kendi ilkeleri çerçevesinde kendisini geliştirebilen birey, kendi karakterini
inşa edebilecektir. Kendi
karakterlerinin ortaya koyamadığı ve geliştiremediği zaman birey ne kendisiyle ne de çevresiyle sağlıklı ilişkiler kuramaz (Cüceloğlu, 2000 s.
316).
İnsan, nasıl bir insanı sevebilmek için
onu tanımak ve gerçek ihtiyaçlarının ne
olduğunu bilmek zorundaysa, aynı şekilde kendi benliğinin ihtiyaçlarını kavramak
ve bu ihtiyaçlarını nasıl
karşılayabileceğini öğrenmek için de kendi benliğini tanımak
zorundadır.
Kendini tanımanın
özgüven açısından
önem ise bireyin yaşamında güvenli ve
güvensiz
davrandığı durumları
fark edebilmesidir. Bunu
fark edebilen kişiler
güvensiz davrandıkları durumların üstesinden gelmeyi daha kolay başarabilirler. Kişinin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi, tanıması onu amacına daha kolay
ve çabuk
ulaştırabilir (Kasatura, 1998, s. 187). Kendini tanımak ve sevmek pek çok insanı daha doğru, sağlıklı kararlar almaya yönlendirir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda insanın
kendini tanıma ve sevme konusundaki
yanılgısını Erich Fromm şöyle
dile getirmektedir. “Otoriter ideolojiler yalnızca Batı kültürünün en değerli başarısını,
bireyin biricikliğine
ve değerine gösterilen saygıyı
tehdit etmekle kalmamışlar, aynı zamanda
çağdaş toplumun yapıcı bir şekilde eleştirilmesini, dolayısıyla gerekli değişikliklerin yapılmasını da
engellemişlerdir. Çağdaş kültürün başarısızlığı bireycilik ilkesinden ahlaki erdemin kendi menfaatini
kollamakla aynı
anlama
geldiği fikrinden değil kendi menfaatini düşünme
kavramının anlamındaki yozlaşmadan ileri
gelmektedir; insanların kendi
menfaatleriyle gerektiğinden fazla
ilgilenmiş olmalarından
değil,
gerçek
benliklerinin menfaatiyle
yeterince ilgilenmemelerinden;
çok fazla bencil olmalarından değil, kendilerini sevmemelerinden ileri gelmektedir (Fromm, 1997, s.
167).
Halbuki insan yaşamının değeri, mutluluğu, gelişimi, özgürlüğünün kökleri hep sevme yetisine dayanır. Gerçek sevgi, yaratıcılığın, ilgi saygı, sorumluluk
ve bilginin ortaya dökülmesidir. İnsan yaratıcı bir sevgiyle sevebiliyorsa ilk seveceği şey
yine kendisi olacaktır.
Ancak Batı kültüründe sevginin çeşitli nesnelere uygulamasına kimse bir şey demez; başkalarını sevmek erdemli bir davranışken insanın kendisini sevmesi
günahtır. Çünkü kendini sevmeyi bencillik gözüyle bakılır ve kendimi ne kadar çok
seversem başkalarını o kadar az sevdiğim sanılır. Calvin kendini sevmeye “veba” der. Freud kendini sevmeyi ruhbilimsel açıdan ele almakla birlikte
onun bakış açısı da
Calvin’inkiyle aynıdır. O’na göre
kendini sevme narsizimle aynıdır. Libidonun
insanın kendisine yönelmesidir (Fromm,
1995, s. 59).
Aslında bencillikle kendini sevme birbirinin tam tersidir. Bencil insan
başkalarını sevmez bu
doğrudur ama benciller kendilerini de
sevmezler. Sevgide
yaratıcı olmaktan, ilgi, sorumluluktan söz ettik. Kendini seven insan
kendisine karşı öncelikle ilgili ve sorumludur
yaratıcıdır. Bencil
insan ise kendisini
çok az sever yaratıcı olamadığı için kendinden hoşlanmaz ve
kendisiyle ilgilenmez bu durum onu boşluk ve sıkıntı içinde bırakır.
Freud,
sevgisini başkalarından çekmiş, kendisine yöneltmiş diye düşünerek
bencil insanın narsist olduğunu ifade etmiştir. “Bencil kişilerin başkalarını
sevemedikleri doğrudur; ama benciller kendilerini de sevemezler” (Fromm,
1995, s.
62).
Kendini sevme yaşantısı, kendine güven ortamı yaratır.
“Kendini sevme
yaşantısında
kendi kavramı, James’ın “saf ego”, tasavvufun “ilahi nefes” felsefenin
“varlık” olarak isimlendirdiği, Kur’an-ı Kerim’in “ben insanı
ruhumdan üfleyerek
yarattım” dediği özümüzdür
(Özdoğan, 2005, s. 125). İnsanın yaratıcı sevgisinin ilgi ve
sorumluluğunun yöneleceği ilk ve en
önemli yer de bu
“öz” olsa gerek.
Bireyin
kendini sevmesi kendini
eleştirmemesiyle başlar. Olumsuz eleştiri
bireyi tam da
değiştirmek istediği davranış kalıbının içine iter. Bireyin kendine
gösterdiği şefkat ve anlayış bu kısırdöngüden çıkmasını ve
kendisini geliştirmesini
sağlar (Hay, 2001, s.
23). Kişi kendisinin
iyi
ve olumlu yönlerini görmezden geliyor
kendini iyi ve güzel şeylere layık görmüyorsa kendisini
sevmiyor demektir.
Öz değer yoksunluğu, kendimizi sevmediğimizin bir başka göstergesi. Yaşadığı deneyimlerle de model olan Louise Hay
kendini sevmeyi bir macera olarak nitelemekte ve şöyle devam etmektedir.
“Kendimizi sevmek, tıpkı uçmayı öğrenmeye
benzer. Çoğumuz şu ya
da bu şekilde öz saygımızın yokluğundan acı
çekeriz. Hepimiz hatalarımızı hoş görmediğimizden kendimizi olduğumuz gibi sevmeyiz.
Kendini sevme konusunda Louis Hay’ın
önerdiği ilkeleri özetleyerek almaya çalışalım.
Kendini sevmenin ilkeleri
1) Kendinizi eleştirmeye
son
verin.
Uyumsuz aile ortamında yetişenlerin genellikle sorumluluk duyguları aşırı gelişir ve
kendilerini acımasızca
eleştirmeyi alışkanlık haline getirirler. Çünkü gerilimli ve huzursuz bir ortamda yetişmişlerdir. Uyumsuz aile ortamında yetişenler çocukluklarında, “Bende bir
bozukluk var” mesajını alarak büyümüşlerdir.
Kendinizi azarlarken
kullandığınız sözcükleri bir an
düşünün. İnsanlar şu sözcükleri çok kullandıklarını söylediler: aptal, kötü çocuk,
kötü kız,
işe
yaramaz, dikkatsiz, salak, çirkin,
değersiz,
sakar, pis
vs. Kendi tanımınızı yaparken bu sözcükleri mi kullanıyorsunuz?
Öz değerimizi kazanmaya
çok
büyük gereksinim duyarız. Çünkü kendimizi,
yeterince iyi hissetmezsek, kendimizi mutsuz etmenin
birçok yolunu buluruz.
Vücudumuzda ağrılar ya
da
hastalıklar yaratırız; bize
yararı
dokunacak şeyleri
yapmayı erteleriz; aşırı yemek, alkol ve uyuşturucu gibi maddelerle vücudumuzu harap ederiz.
Mükemmel olmaya çalışmak üstümüzde çok ağır baskı yapar ve yaşamımızda
düzeltilmesi gereken noktaları görmemizi engeller. Bunun yerine, farklı olan yönlerimizi,yaratıcılığımızı, bireyselliğimizi keşfederek
bizi
diğer insanlardan ayıran özeliklerimizi takdir etmeyi öğrenmeliyiz. Bu dünyada her birimizin oynadığı rol
tektir ve kendimizi
eleştirirsek bu rolü
baltalarız.
2) Kendinizi
korkutmaya son verin gece yatağınıza yatınca kaç kişi bir sorunu
olası en kötü senaryoya
dönüştürüyor? Bu küçük bir
çocuğun, canavarların yatağının altına saklandığını düşleyip korkmasına
benzer. İşte bu nedenle gözünüze uyku
girmez. Çocukken,
annenizin babanızın sizi teselli etmesine gereksinim duyarsınız.
Erişkinlerse, kendilerini teselli edebilecek yeteneğe sahip olduklarını bilirler.
Hastalığa yakalanan kimseler bunu çok yapar.
Genellikle en kötü durumu gözlerinin önünde
canlandırırlar ya da
hemen cenaze hazırlıklarına girişirler.
Bu güçlerini topluma
bulaştırırlar ve kendilerini istisna
zannederler.
Bu tür davranışlar, ilişkiler için de söz konusudur. Birisi sizi aramazsa,
hemen
asla başka ilişkiler kurmayacak kadar beceriksiz,
sevilmeyen biri olduğunuza karar verirsiniz. İstenmediğinizi ve terk edildiğinizi hissedersiniz.
İşinizde
de aynı tutum içinde olabilirsiniz. Birisinin söylediği söz üzerine, sizi
işten kovacaklarını düşünmeye başlarsınız. Korku yaratan düşüncelerin olumsuz etkiler yarattığını unutmayın.
Olumsuz bir düşünceyi ya da bir durumu tekrar tekrar
aklınızdan geçirmek gibi
bir alışkanlık edindinizse, onun yerine, gerçekten olmasını
istediğiniz bir düşünceyi ya da görüntüyü koyun.
3) Kendinizi
sevmenin diğer
bir yolu da kendinize karşı anlayışlı ve sabırlı olmaktır. Sabırsızlık, öğrenmeye karşı direnmektir. Dersimizi öğrenmeden ya da gerekli adımları atmadan yanıtları öğrenmek isteriz. Aklınızın bir bahçe olduğunu
düşünün. İlk önce bahçe; taş, moloz ve çalı çırpı yığınıdır. Kendinize
duyduğunuz nefretin
çalı çırpısı, ümitsizliğin, öfkenin,
endişenin molozları ve taşları vardır.
Korku denilen,
yaşlı ağacın budanması
gerekir. Çalı
çırpıyı, molozları ve taşları
temizleyince, altından verimli toprak ortaya
çıkar. Buna
neşenin ve
bereketin küçük tohumlarını ekin ve fidelerini dikin. Güneş bitkileri ısıtır, sizde onları sevgi ve ilgiyle
sulayıp besleyin. Önceleri gösterdiğiniz çabanın karşılığında bir şey
olmuyor gibi görünür.
Fakat durmayın, bahçenize bakamaya devam edin. Eğer sabırlı olursanız,
bahçenizdeki fideler büyür, çiçekler açmaya başlar. Aklınız da aynı bahçeye benzer.
Beslenmesi gereken düşünceleri seçin ve onları sabırla büyütün. İstediğiniz
deneyimlerin bahçesini yaratmaya çaba gösterin.
4) Aklınıza karşı
nazik olmayı öğrenmelisiniz. Kendimize nazik
olmak demek, tüm kendimizi suçlamalara, suçluluk duygularımıza, kendimizi cezalandırmaya ve tüm
acıya son vermek demektir. Rahatlama bize
pekala yardımcı olabilir. Rahatlama içinizdeki gücü dışarı çıkartmanın kesin gereklerinden biridir. Çünkü gerginseniz ve korkmuşsanız enerjinizi kapatırısınız.
Vücudunuzu ve aklınızı rahatlamanız ve çalışmalarına izin vermeniz gün içinde sadece beş dakikanızı alır. Herhangi bir anda
birkaç derin nefes alıp, gözlerinizi kapayıp,
içinizde taşıdığınız tüm gerilimi
boşaltabilirsiniz. Nefesinizi verdiğinizde kendinize odaklanın ve yavaşça “Seni
seviyorum. Her şey
yolunda” deyin. Ne kadar sakinleştiğinizi fark edeceksiniz.
Hayatınızı gergin ve korkmuş bir halde geçiremeyeceğinize dair düşünceler
yarattığınızı göreceksiniz. Gözünde canlandırmak
/ hayal etmek de çok önemlidir.
5)
Kendinizi övün.
Eleştiri iç ruhu
yıkar; övgü ise yapar.
Gücünüzden
ve
içinizdeki tanrısal
güçten emin olun.
Kendinizi her küçük gördüğünüzde, sizi yaratan
gücü azaltıyorsunuz. İyiyi kabul etmek için kendinize izin verin. Kendinizi yeterince
iyi, akıllı, uzun, güzel, her neyse, hissediyor musunuz? Ve
ne için yaşıyorsunuz? Bir
nedenden ötürü burada olduğunuzu biliyorsunuz ve bu birkaç yıl arayla yeni bir ev almak değil kendinizi geliştirmek için
ne
yapmak istiyorsunuz? Kendinize güvenmek,
hayal etmek, iyi davranmak
istiyor musunuz? Bağışlamak istiyor
musunuz? Hayatınızı değiştirmek ve istediğiniz gibi bir yaşam haline sokmak için
çaba harcamaya ne kadar gönüllüsünüz?
6)
Kendini
sevmek, kendini desteklemek demektir. Arkadaşlarınızla iletişim kurun ve size yardım etmelerine izin verin ihtiyacınız olduğunda yardım isterseniz
gerçekten güçlenirsiniz. Bu şekilde pek çoğumuz kendine güvenli
ve yararlı olmayı
öğrenir. Her şeyi tek
başınıza yapmaya çalışıp, sonra beceremediğiniz için kendinize
kızacağınıza gelecek sefere yardım istemeyi deneyin.
7) Negatif
özelliklerinizi sevin.
Siz ve
ben bir sürü
yanlış
seçim yapmış olabiliriz. Ve eğer kendimizi cezalandırmaya devam edersek bu bir alışkanlık haline gelir ve biz bunlardan kurtulup, daha pozitif seçimlere ilerlemeyi çok yorucu
bulabiliriz.
Negatif özelliklerimiz ne
olursa olsun, bu ihtiyaçlarımızı daha pozitif yollarla karşılamayı öğrenebiliriz. Bu yüzden kendimize “Bu tecrübeden çıkarılacak sonuç nedir?” sorularını sormamız gerekir. Bu sorulara cevap vermekten hoşlanmayız. Ama gerçekten cevabı arayıp, dürüst olursak cevabı bulabiliriz.
8)
Bedeninize iyi bakın. Bir an bedeninizi içinde yaşadığınız harika bir ev gibi
düşünün. Evinizi seversiniz
ve onunla ilgilenirsiniz, değil mi? Öyleyse bir de bedeninize ne kadar emek harcadığınıza bakın. Uyuşturucu ve alkol kullanımı çok
yaygın, çünkü bunlar
hayattan kaçmanın en popüler iki yolu. Eğer uyuşturucu
kullanıyorsanız bu kötü bir insan olduğunuz anlamına
gelmez. Bu sadece ihtiyaçlarınızı
karşılayacak daha olumlu
bir yol
bulamadığınız içindir. Uyuşturucular
aklımızı çelmeye çalışırlar: “Gel ve benimle oyna. Birlikte iyi zaman geçirebiliriz.”
Bu
doğru. Harika hissetmenizi sağlarlar. Ama gerçeği o kadar farklılıklaştırırlar ki, her ne kadar
başlangıçta
tahmin edilir olsa da; sonunda
korkunç bir bedel ödemek
zorunda kalırsınız. Bir süre uyuşturucu kullandıktan
sonra, sağlığınız bozulur ve çoğu zaman kendinizi korkunç
hissedersiniz. Uyuşturucular
bağışıklık sisteminizi
etkiler. Bu yüzden bedeninizde pek çok fiziksel bozukluk yaşarsınız. Aynı zamanda,
sıklıkla kullanımı sonucu alışkanlık yaratır. Ve hatta sizi uyuşturucuya neyin ittiği
konusunda şaşkınlık bile yaşayabilirsiniz.
Arkadaşlarınızın baskısı sizi kullanmaya
zorlamış olabilir. Fakat
devam etmek ve sıklıkla kullanmak başka bir hikayedir.
Şimdiye kadar hiç kendini gerçekten seven ve uyuşturucuya bağımlı kalmış biri
ile
karşılaşmadım. Uyuşturucu
ve
alkolü
çocukluğunuzdaki “yetirince iyi
değilim”
duygusundan kaçmak için kullanırız. Ve
bu duygular açığa çıktığında daha
da kötü hissederiz. Sonrasında
suçluluk
da
hissederiz. Duygularımızı
hissedebilmenin ve onların farkında
olmanın sağlıklı bir şey olduğunu öğrenmeliyiz.
Duygular geçer, kalıcı
değildir. Bedenimize yiyecekleri tıkıştırmak da sevgimizi saklamanın farklı bir yoludur. Yiyecek olmadan yaşayamayız. Çünkü vücudumuzu besler ve
yeni hücrelerin yaratılmasına
yardımı olur. İyi beslenmenin ana
hatlarını bilsek de genellikle yiyecekleri ve yemek
düzenimizi kendimizi cezalandırmak için kullanırız ve oburluk yapabiliriz.
9)
Kendimizi sevmekten bizi alıkoyan nedenler konusunda “ayna çalışmasının”
önemini sık sık vurgularım. Ayna çalışmasını çeşitli şekillerde yapabilirsiniz.
Sabahleyin ilk iş aynaya
bakıp: “Seni seviyorum. Bugün senin için ne yapabilirim?
Seni nasıl mutlu edebilirim?” diye konuşmayı severim. İçinizden gelen sesi dinleyin ve duyduklarınızı uygulamaya
başlayın. Kendinizi azarlamaya alıştığınızdan sevecen
ve şefkatli
düşüncelerle nasıl
yaklaşacağınızı
bilmediğinizden
önceleri hiçbir ses
duymayabilirsiniz.
Eğer o gün başınızdan tatsız bir olay geçmişse
aynanın karşısında durarak,
“Ne
olursa olsun seni seviyorum” deyin. Olaylar gelip geçicidir. Ama kendinize duyduğunuz sevgi kalıcıdır. Ve yaşantınızda
sahip olduğunuz en önemli meziyetinizdir. Eğer başınızdan harika bir olay
geçerse aynaya bakarak, “Teşekkür
ederim”
deyin bu harika
deneyimi kendinizin yarattığını asla
unutmayın. Kendilerini
sevmekte zorluk çeken insanlar genellikle hiçbir şeyi bağışlamayan kimselerdir. Çünkü bağışlamamak
sevgi kapısını açtırmaz. Bir şeyi bağışlayıp unutursak yalnızca omuzlarımızdan büyük bir
yük
kalkmakla kalmaz, ayrıca kendimizi sevebilmemizin kapısını da aralar.
İnsanlar, “Oh!
Üstümden büyük bir
yük kalktı!” derler.
Tabii, kalkar. Çünkü bu yükü yaşadıkları sürece taşımışlardır. Dr. John Harrison, kendimizi ve ebeveynimizi severek, eski
kırgınlıkları
unutarak
hastalıklarımızı antibiyotiklerden daha iyi tedavi edebileceğimizi söylüyor.
10) Son madde, kendimizi şimdi sevin… Doğru zamanın gelmesini beklemeyin. Kendinizden nefret etmek bir alışkanlığa dönüşmesin. Eğer kendinizden şimdi memnunsanız, kendinizi
şimdi sevip onaylıyorsanız, yaşamınızda meydana gelecek
iyiliklerin, o zaman
tadına varabilirsiniz. Kendinizi olduğunuz gibi kabul edip
sevmeyi öğrenirseniz, başkalarını
da oldukları gibi kabul edip sevmeyi başlarsınız.
Diğer
insanları biz
değiştiremeyiz, öyleyse onları oldukları gibi kabul edelim. Başkalarını değiştirmek için büyük bir enerji harcarız. Eğer o enerjinin yarısını
kendimize harcarsak, kendimizi değiştirebiliriz. Biz değişince, diğer insanlarda bize farklı davranmaya başlarlar.
Başka bir insan için hayatı öğrenemezsiniz.
Herkes kendi özel dersini
öğrenmelidir. Bütün yapacağınız
kendinizi iyi tanımaktır. Bunun ilk adımıysa kendinizi sevmekle başlar. Böylece diğer insanların
yıkıcı davranışlarının
altında ezilip kalmazsınız. Eğer
asla değişmeyi kabul etmeyen gerçekten olumsuz
bir insanla birlikteyseniz, ondan uzaklaşmanın tek yolu kendinizi sevmektir (Hay, 2002, s. 93 –
109).
Kendimizi sevmek için
dışsal sebepler şart değildir. Desteği iç dünyalarından
alan kişilerin, kendilerine olan sevgileri tamdır.
Kendilerini seven kişiler kendilerine güven duyarlar ve kendileriyle barışıktırlar. Kendileriyle
barışık olmayan kişilerin başkaları ile barışık olması güçtür (Kasatura, 1998,
s. 190).
Sonuç olarak bireyin kendini sevmesi, kendine
güven duygusunda çok önemli
bir role sahiptir. Kendine
sevgisi tam olan bireyin kendine güveni de tamdır. Bu
bireylerin özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür.
İyi özelliklerinin farkındadırlar ve bununla
gurur duyarlar, kusurlu tarafların da düzeltme çabasına girerler.
Hatalarını fark edebilirler.
Kendilerini ifade etmekten çekinmezler.
Kendilerine bakış açıları son
derece olumludur.
Başkalarının değer yargıları
ile
kendi ölçülerinin
uyum içinde
olup olmamasını önemsemezler.
İstediklerini elde etmeyi bir hak olarak görürler.
Kişiler ve olaylar hakkında olumlu düşüncelere sahiptirler.
Aynaya baktıkları zaman gördükleri hoşlarına gider (Kasatura, 1998, s. 190)
b.2. Kendini Affetmek
“Bağışlamak; bu sözcüğün çevresinde hem büyük sıcaklık hem de
insana güç veren görkemli bir atmosfer bulunmaktadır. Bu fiil koy verme, serbest
bırakma, yetiştirme, iyileştirme, yeniden birleştirme
ve oluşturma güçlerini akla getirir”
(Özdoğan 2005, s.
136).
Yaradanımız Kur’an-ı Kerim de
“affedici ve bağışlayıcı” olmaya
şöyle çağırmaktadır;
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse,
(İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir (7/199).
Bağışlama istemli bir davranıştır, yani irademizle seçtiğimiz bir davranıştır.
Başkalarını
bağışlayan insan
Yaradan’ınından
bağışlanma
dilemekte zorlanmayacaktır. O’nun da
kendisini bağışlamasını ümit edebilecektir. Yaradanımız
bize
bu konuda şunları tavsiye etmektedir.
“………affetsinler ve hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (24/22).
“…..yine
de
affeder,
hoş
görür
(kusurlarını yüzlerine vurmaz)
ve bağışlarsanız, artık elbette Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (64/14).
Yaradanımız bize
böylelikle bağışlamayı öğretmektedir. Yaradanın bağışlama
ve korumasına ihtiyaç
duymayan insanın olmayacağı düşünüldüğünde, insanın diğer
insanları affetmesi en doğru şey olacaktır.
Bağışlamanın bir başka
yönü de kendimizi geçmişin etkisinden kurtarmak ve
geleceği daha mutlu ve inançlı karşılamaktır. Bağışlama çoğu zaman koşulsuz sevginin
bir hediyesidir. Yaşamı dolu dolu
sürdürmeyi umut ediyorsak karşımızdakini bağışlayacağızdır (Özdoğan, 2005, s. 140).
Ama tıpkı sevgide olduğu gibi bağışlamada
da öncelikli olan kendimizi bağışlayabilmektir. Özgüvene en çok zarar veren şeydir kendini affetmeme. Kendisini sürekli eleştiren, hatalarıyla,
günahlarıyla kendini kabul edemeyen birey
kendini geliştirme, hatalarını
iyiye, doğruya
ve
güzele çevirebilme yolunu kendi
eliyle, kendisine kapatmıştır.
Yaşamda bitirilmemiş işler bireyi hep
aynı noktada bırakır. Bir türlü kendini
aşıp yoluna devam edemez. Eğer bir şeyi değiştiremiyorsak, affedebilmeliyiz ki o konuyu kapatabilelim, o işi bitirebilelim. Aksi takdirde bitiremediğimiz işler her zaman ayak
bağı olarak karşımıza çıkar. Hep hatalara, noksanlara takılıp kalmak,
onları telafi etme imkanını bize zorlaştırır. Yaradanımızın
tavsiye ettiği gibi olumsuz davranıştan sonra güzel bir davranışta bulunarak
kötülüğü ortadan kaldıralım.
Aslında kendimize karşı affedici olabilmek için çok fazla bir şey yapmaya gerek yoktur. Çünkü bu bizim doğal durumumuzdur. Yeter ki, eski dargınlıklara, kırgınlıklara, acı, korku ve suçluluk duygularına dört elle sarılmayalım (Rutledge,
2000, s. 60).
Ancak ne yazık ki berrak
ve dürüst bir iç gözlemle baktığımızda sahip olduğumuz olumsuz duygu birikiminin büyük bir bölümü kendimizle ilgili duygulardır. Bu
yüzden kendimizi affetmek özgürlüğümüzdür.
Thom Rutledge
önyargıdan özsaygıya isimli
kitabında kendini affetmeyi bulaşık yıkamaya benzetiyor.
Bulaşık yıkamak kaçamadığımız bir iş ama bazen bu işi bir kenara bırakır bütün tabakları lavaboda olduğu
gibi
koyveririz . Sonra tabi
ki
hepsini birden yıkamak için daha çok vakit harcarız. Eğer kendimizi bütün bulaşıktan tek bir seferde sonsuza kadar temiz kalacak şekilde yıkadığımıza inandırırsak bulaşıklar tekrar biriktiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar ve belki sinirleniriz. Kendimizi affetmek bulaşık yıkamaya benzer her zaman bulaşık olacaktır. Her şeyi temizlediğimizde kendimizi mutlu hisseder ve doğal olarak bazen de yetişemeyiz (Rutledge, 2000, s.
61).
Kendini affetmek aslında
sadece
insani kusurlarımızı
kabul etme
sorunu. Belki bunu söylemek yapmaktan daha kolay ama gerçekleştirilebilir.
Çünkü kendimi bağışlarken kendimize güvenmeye
de başlarız. Yaşama
ve diğer insanlara güven duymamak aslında
insanın kendisine güven duymamasından kaynaklanır. Yüce Benliğimize güvenmediğimiz için içinde bulunduğumuz durumu
yönetmesini istemeyiz ve
bir takım kararları alır. “Bundan böyle ……… olmayacağım, yapmayacağım, izin vermeyeceğim”
şeklinde sürüp giden cümleler kurarız. Çünkü tekrar incinmek istemiyoruzdur. Aslında
kendi kendimize “Sana
güvenmiyorum. Bana iyi bakmıyorsun, bundan böyle her
şeyden uzak yaşayacağım” demek istiyoruz (Hay, 2002,
s. 28).
Kendimizi eleştirmekten ve yargılamaktan vazgeçtiğimizde kendimizi affedebiliyoruz. Kendimizi affettiğimiz zamanda da kendimize güveniyoruz.
b.3. Kendini Görme Şekli
Özgüvenin ikinci unsuru olan kendini görme biçimi, bireyin nitelikleri ve
kusurları ile ilgili doğru ya da yanlış değerlendirmesi, kendine güvenin önemli bir değer dayanağıdır.
Burada kendini tanımanın yanında
bireyin kendisinde
var olduğuna inandığı nitelikler, kusurlar, imkanlar ya da sınırlar önemlidir
(Recber,
2002, s. 31).
Kendini kabul kavramıyla
ilgili kuramsal yayınlara baktığımızda, benlik saygısı kendini
kabul kavramının bir sonucu olarak kabul edilmektedir.
Kendini kabul kavramı, kendine saygı (self esteem)
ve kendine güven (self
confidence)
gibi
kişinin kendi benliğine
karşı geliştirdiği olumlu bir
tutumu ifade etmektedir. Ancak kendini kabul diğer ikisine kıyasla daha kapsamlıdır.
Büyük ihtimalle kendini kabul eden bireyler başkalarını da kabullenebilirler. Bu konuda yapılan araştırmaları incelediğimizde her ikisi arasında r =
71’lere varan yüksek bir ilişki bulunmuştur.
Rosenberg’e göre kendini kabul
ise, bireyin kendini tanıması, değerlerinin ve
sınırlarının farkında olmasından dolayı bireyin kendisini
olumlu algıladığı ölçüde pişmanlık duymadan kabul etmesidir (Özkan,
1994, s. 15 – 16).
Erken yaşlarda kötü biri olma duygusunu oluşturan en önemli şey
bireyin kendini bir şekilde
yalnız
bırakılmış
hissetmesidir. Eric
Erikson’un temel güvensizliğe karşı güven duygusunun
oluştuğu dönem olarak tanımladığı zaman dilimidir. Çocuğun
bu mesajı olabileceği pek çok yol vardır. En başından ihtiyaç duyduğunda anne babasının yanında
olduğunu görememek benlik duygusu üzerinde ciddi tahribat yaratacaktır. Bu dönemde ne
yazık ki pek az çocuk hatanın kendinde olmadığını görebilir. Kendilik algısı çocukta
oluşmaya başlar ama insan bu algıyı zaman içerisinde değiştirip geliştirebilir.
Kendilik algısı düşük bireyler kendini kurban olarak görmekten uzaklaşıp, bunun yerine daha yararlı ve
daha net kararlar alabilen, kendi hayatlarının sorumluluğunu üstlenen kişiler
olarak kendilerini algıladıkları bir öğrenme sürecinde olduğunu düşünebilirler (Rutledge, 2000, s. 100).
Birçoğumuz
kendimizi yargılar ya da başkalarının verdiği yargıları benimseriz. Bu yargılar bizi çoğu zaman başarılı ve sorumlu bir hayat yaşamak için gereken amaçtan yoksun bırakır. Geçmişimizden
dolayı ne kadar büyük bir suçluluk
duyarsak duyalım ya da bu günümüzden ne denli utanırsak utanalım hayatta bir amaç
peşinde koşmaktan vazgeçmek hiç de olgun bir davranış değildir.
Çünkü bizler, kişiliğimizden, problemlerimizden, korku ve
kaygılarımızdan
çok
daha fazla şeyleriz. Ve hepimiz hayatımızın bütün amaçlarını dolu dolu yaşayabilme gücene sahibiz (Hay, 2002, s. 21).
Kendimizi kabul edip onayladığımız zamanlar gelişiyor
ve değişiyoruz.
Kendini onaylama ve kabul etme, olumlu değişimlerin anahtarıdır.
Yaşam enerjimizin kaynağı olan dayanma gücümüz yaşamı ve
kendimizi olduğu gibi kabullendiğimiz zaman uyanır. Eksikliklere yoğunlaştığımız zaman ya da hayatı boş ve anlamsız gördüğümüzde yaşamımızı oluşturmaktaki bireysel sorumluluğumuzu kabul
etmediğimizde bu gücü
yitiririz (Myss, 2001, s. 87).
Özgüvenin oluşmasındaki iki temel nokta kendini sevmek ve kendini kabul
etmektir. Kendimizi algılayışımız kendi gözümüzdeki değerimiz bu konuda çok
önemlidir.
Hiç
kimse
doğuştan
sağlıklı bir özgüvene sahip değildir. Bunu
yaşam boyunca, engellerle
birer birer karşılaştıkça kazanırız. Kişinin kendini tanımaya
ihtiyacı vardır. Özgüven konusunda ilk yapılacak şey bireyin kendini keşfetmesidir.
Kendimizi keşfe yönelik
sorular sormak her zaman kolay değildir; çünkü cevaplarının yaşamımızı değiştireceğini
biliriz (Myss,
2001,
s.
196). Ancak
bu
sorular cevapsız kaldığı takdirde birey kendini kurban olarak görmeye başlayabilir.
Kendi adına bu soruları
cevaplayan
birilerinin yaşam
tarzına
kendini
uydurmaya
çalışabilir. Ya da bu soruları görmezlikten gelerek ruhunu duyarsızlaştırma yolunu
tercih edebilir. Her iki durumda bireyin kendi gözündeki imajını zedeler. Çünkü varoluşsal
sorunlarla başa çıkamayacak kadar yetersiz olduğunu içten içe kabul etmektedir. Dışarıya karşı bunu gizlemekte başarılı olsa bile bireyin kaçamayacağı tek yer kendisidir.
Maslow’a göre bu tip bir korku savunma amaçlıdır. Çünkü böyle bir
durumda insan kendine duyduğu güveni, sevgi ve saygıyı korumaya çalışır. Kendini
küçümsemesine basit, değersiz, aşağı ve zayıf, kötü hissetmesine sebep olabilecek bilgilerden korumaya eğilim gösterir. Kendini ve kendine ait ideal benliğini, hoşa
gitmeyen özelliklerden, bastırma, kaçma gibi savunma mekanizmalarıyla korur.
Ayrıca gelişme karşısında direnç
gösterebilir. Bütün bunlar bireyin kendisiyle
yüzleşmemesinden
kaynaklanır. Kendisiyle ilgili gerçeklerden kaçarak kendine
güvenini ve saygısını korumaya çalışır. Halbuki
kendini gerçekleştirmiş insanlarda
bu tür korkular ve kaçınmalar çok daha azdır. Onlar hatalarına, yanlışlarına gülüp
geçebilme olgunluğuna sahiptirler. Kaçma
sorunu bireyin kendini tanıması kendini
kabul etmesi ve
hatalarının, yanlışlarının üzerine cesurca gidebilmesiyle
çözülebilir (Maslow, 2001, s. 66).
Bütün bunlardan özgüvenin en önemli sorununun korkmak
ve kaçmak olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bunların tam tersi ise inanç, azim ve cesarettir.
Manevi değerlerin bu konu üzerindeki etkisini konumuzun ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.
İnsan kendisi olduğu ve kendisi için kendinden yana olduğu, özellikle kendi
yeteneklerini, aklın sevme gücünü ve yaratıcı işin tam olarak geliştirerek mutluluğa ulaşabiliyor (Fromm, 1997, s. 64).
Kendimizi arzuladığımız hayat için yeterli ve sevilebilir
görmek, büyütmek ve gelişmek için bu uğurda gayret gösterip emek verebilmek, kendimiz
olabilmek bize özgüven kazandıracak,
mutluluğumuzu ve
yaşamlarımızdan zevk
alma
oranımızı arttıracaktır.
Bireyin kendini görme
biçimini yapıcı bir yönde geliştirebilmek için gözde
canlandırma tekniği kullanılabilir.
Gözde canlandırma
kendilik algısını geliştirmekte çok önemli bir adımdır. Bireyin kendinde olumsuz, yetersiz olarak gördüğü özelliklerinin tam tersini canlandırması yönünde
alıştırmalar yapılabilir. Örneğin eğer birey
kendisini zayıf ve yardıma muhtaç görüyorsa, kendisini
güçlü ve verimli biri olarak gözünde canlandırma
alıştırmaları yapabilir. Ya da
kendini değersiz ve hiçbir şeye layık
görmeme eğilimindeyse yaşadığı dünyaya önemli katkılarda bulunan
değerli, iyi şeyleri hak
eden biri olduğunu açıkça gösteren sahneler
oluşturabilir. Kendisini,
hastalıklı, kazalara açık,
keyifsiz biri
olarak görüyorsa
bu
yargısını son derece
sağlıklı, neşeli, dikkatli bir
kişi olduğunu canlandırmaya dönüştürebilir
(Mckay, Fenning, 2005,
s. 229 – 230).
Çünkü insan, düşlediği ve inandığı şeydir.
Olumlu değişimlerin anahtarı şimdi ve burada kendimizi onaylamak ve kabul etmektir.
TOPLUMSAL FAKTÖRLERİN ÖZGÜVEN OLUŞUMUNA
ETKİSİ
Çevrenin bireyin davranışlarının şekillenmesinde
büyük bir etkisinin
odluğu bilinen bir
gerçektir (Özdoğan, 2005, s. 25). Sevginin, güvenin, kabulün ve layık olmanın her birimizin özünde olduğunu düşünürsek, özgüven probleminin zamanla
ve çevrenin etkisiyle oluştuğunu söyleyebiliriz.
Psikolojik açıdan sağlıksız, hasta insanlar, sağlıksız hasta bir kültürün ürünleridir. Sağlıklı insanlar ise ancak sağlıklı
bir kültürde yetişebilir. Bununla
birlikte, hasta insanların, yaşadığı kültürü daha da bozduğu, sağlıklı insanların ise
daha sağlıklı bir kültür yarattığı da bir gerçektir
(Özdoğan, 2005, s. 22).
Ailenin, bireyin
özgüvenindeki rolü üzerinde daha önce durmuştuk. Bu
bölümde de okul, arkadaş ve çevre ortamının bireyin özgüveni üzerindeki etkilerine
yer vermeye çalışacağız.
Okul çağındaki çocuklar için anne babalarından sonra en önemli örnek kişi öğretmenleridir. Çocukların model olarak öğrenme yöntemini çok kullandıklarını düşünürsek
öğretmenlerin özgüven düzeyinin yüksek veya zayıf olması, öğrencinin
özgüven gelişimini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecektir.
Çocuğun aile ortamından
sonra sosyalleştiği
en önemli
yer okuldur.
Bu yüzden okul ortamı çocuğun sadece özgüveni üzerinde değil kişiliği üzerinde de çok önemlidir.
Okul çağındaki çocuklardaki yıkıcı davranışlara
çoğu zaman öğretmenin davranışları sebep olur, evle hiçbir ilgisi yoktur. Kendi güvensizlikleri ve özgüven
sıkıntıları olan öğretmenlerin uyumsuz davranışları pek çok öğrenciyi etkiler (Humphreys, 2002, s.
217). Öğretmenlerin çocuklara bağırması, baskı yapması, çocukları aşağılaması, ödevi ceza olarak
vermesi, yargılayıcı ve kınayıcı davranması,
çocuklara bir takım kötü adlar
takması, çocuklara karşı sabırsız olması gibi pek çok
olumsuz davranışlar okuldaki
huzursuzlukların çoğu zaman sebebidir.
Böyle durumlarda anne babalar mutlaka
öğretmen ile yüzleşmeleri gerekir. Çünkü sorunlarla yüzleşmemek hiç kimseye bir şey kazandırmaz ama çocuklara pek
çok şey kaybettirir (Humphreys, 2002, s. 219). Amaç tabi ki öğretmeni yargılamak ya da eleştirmek değildir. Öğretmenin sorun yaratan davranışlarının ve çocuğun özgüvenin doğal gelişimine devam edebilmesidir.
Ayrıca öğretmenler bilinçli bir şekilde çocuklara kötü davranmayabilirler.
Ancak sorun öğretmene
anlatılırsa hem
öğretmen
davranışlarını gözden geçirme
fırsatı bulur hem de çocuğun özgüvenin önündeki engeller ortadan
kaldırılmış olur.
Çocukluk veya gençlik dönemimizde, yaşadığımız dünyayı
öğrenmek
için duyduğumuz
doğal
merak ve isteği kaybetmeseydik
öğrenmeye bağlı tüm anılarımızın olumlu olması gerekirdi (Humphreys, 2002, s. 197).
Bu bağlamda bireyin özgüvenin oluşmasında ve
gelişmesinde sağlıklı bir aile ortamından sonra ikinci en önemli faktörün sağlıklı bir okul ortamı olduğunu ifade edebiliriz.
Bireyin sosyalleşme sürecinde
kritik bir başka dönem ise ergenlik dönemidir. Bu dönemdeki en önemli toplumsal ilişki
elbette ki arkadaşlık ilişkileridir. Okul ve aile ortamı ne kadar iyi olursa gencin iyi arkadaşlıklar kurmadaki
başarısı o kadar
yüksek olacaktır. Bu yüzden aile
ve okuldaki öğrenme merakı tatmin edilmeli. Çocuk
ya
da genç kendini
aşağılanan, iğnelenen, bedensel ceza
alan, azarlanan, sürekli
eleştirilen, alay edilen ve başkalarıyla kıyaslanan bireyler olarak görmemeli aksine
sevilen, saygı duyulan ve yetenekli bir birey
olarak görebilmeli.
Aile bireyleri
arasındaki
ilişkilerin iyi olması gencin aile içindeki
ilişkilerinden doyum
alması,
arkadaşlık ilişkilerini de olumlu
etkilemektedir (Kasatura, 1998, s. 80).
Anne babaları ile sağlıklı iletişim kurabilen, onlara güven duyan ve sorunları paylaşabilen, tartışabilen
gençler, arkadaşlık ilişkileri
içinde yaşadıkları sorunları daha kolay
çözebilmektedirler. Özellikle karşı cinsle olan duygusal ilişkilerinde bir
kırıklık yaşayan gençler, eğer bunu ailesi ile paylaşabiliyor ve anlaşıldıklarını hissediyorlarsa, ailesi ile anlaşmayan gençlere oranla, bu durumu daha çabuk atlatabilmektedirler. Aile içinde büyük sorunlar
yaşanıyor, genç de bu
problemli
çevreyi kabul edemiyorsa, arkadaşlık arayışları daha kuvvetli olmaktadır. Ayrıca bu
döneme kadar belirli değerleri gelişmemişse, ihtiyaç duyduğu arkadaşların
ve grupların
standartlarını
körü körüne kabul edebilmektedir.
Gelecek tercihi,
bir meslek ve iş
seçimi gibi önemli pek çok karar gencin ilişkide
bulunduğu arkadaşlara
göre yön değiştirmektedir (Kasatura, 1998, s. 80).
Ergenlik dönemi kişinin kendisi hakkında bir yargıya ulaşmak için en yoğun çaba harcadığı bir dönemdir. Bu çaba içinde hem kendi duygu ve düşünceleri, hem de çevre faktörünün etkisiyle kendine yönelik tutumu belirlenir. Bu dönemde
ulaşılan benlik saygısı,
kuşkusuz,
daha önceki
dönemlerde kazanılmış
benlik
saygısından etkilenecektir.
Bu dönemde kimlik arayışında
olan gençlere doğru yolu gösterecek
en
önemli kişiler anne babadır. Aile desteğinden uzak yetişen gençler kimlik bunalımına daha
çabuk düşebilirler. Kim olduklarını ve ne olmak istediklerini bir türlü anlayamazlar (Açıl, 2004, s. 98). Bu sebeple
gençlerin ailesinden kabul görmeleri çok önemlidir. Ailesi tarafından onaylanan delikanlı / genç kız, zamanla ailesine daha çok bağlanır
(Açıl,
2004, s. 101).
Ergenlik döneminde
genç kimlik arayışının yanı sıra fiziki ve fizyolojik
değişmeler, karşı cinsle arkadaşlık, bağımsız olma isteği gibi problemlerle de
baş etmek durumundadır.
Fiziki
değişiklikler,
kişiyi akran grubundan farklı
kılıyorsa, bu durum
benlik saygısını etkileyebilir. Yine karşı cinsle ilişkiler de kabul görmemek, istenmemek de
benlik saygısına şiddetli bir darbe olabilir. Gencin özellikle anne babaya karşı bağımsızlığını gerçekleştirmemesi ayrı bir benlik algısı problemi oluşturabilir.
Bu durumda gencin benlik algısı, kendi benliğini
bulması ve tanıması ve
bununla özdeşleşmesi önemli
bir
basamaktır. Marica,
özdeşleşmeyi
aşağıdaki
boyutlar çevresinde değerlendirir. Benlik
a) İçseldir,
b) Birey tarafından yapılandırılır,
c) Dinamiktir,
d) Bireyin yeteneklerini, inançlarını ve her alandaki yaşantılarını kapsar.
Marica’ya göre bu yapı ne kadar gelişirse birey o kadar gerçekçi ve iyi bir
benlik algısına sahip olur. Çünkü burada birey kendini tanıma, özelliklerini fark etme iyi ve sınırlı yönlerini görüp
değerlendirme imkanı bulur (Cüceloğlu, 1992, s. 359).
Ergenin benlik algısında daha öncede
ifade ettiğimiz gibi aile
büyük rol oynamaktadır. Daha sonra öğretmenleri, arkadaşları ve yakın çevresi benlik algısını
güçlendirici veya zayıflatıcı birer etken olabilirler.
Ancak ergenin de çocuklukta olduğu
gibi
özgüvenini ve uyum düzenini etkileyen birçok değişken bulunmaktadır. Bu değişkenler; soysa ekonomik
düzey, zeka,
cinsiyet, kalıtım,
akademik başarı, iç
salgı bezleri, anne baba tutumları
toplumsal normlar, beslenme şekli, kardeş sayısı, ailede kaçıncı çocuk olduğu, yaşamının uzun süresinin geçtiği yerleşim birimi, anne ve babasının eğitim durumu, ergenin devam ettiği okulun türü gibi değişkenlerdir.
Özgüvenin oluşmasındaki
toplumsal faktörler arasında
okul hayatı
ve ergenlik döneminden sonra biraz
da insan ilişkilerinde iletişim konusuna yer vermek istiyoruz. “İletişim” kişiler arasında duygusal, zihinsel ve bir takım alışverişi
dile getiren bir terimdir. Bu
alışverişten olumlu olması
ilişkileri başarılı
kılarken,
olumsuz olması da bir takım problemlere sebep olabilmektedir. Çevrelerindeki kişilerle başarılı ilişkiler ve iletişim kurabilen yetişkinlerin kişilik özelliklerini incelerken bu
kişilerin kendine
güven duyan duygusal ve düşünsel yönden olgunlaşmış oldukları görülmüştür (Kasatura,
1998, s. 237).
Sağlıklı bir iletişimde
empati, dürüstlük ya da kişisel bütünlük ve etkin
dinlenme önemlidir.
Empatiyle dinlemek yargılamadan ve öğüt vermeden, başkasının değer
yargılarını kavramaktır. Karşınızdaki bireyin, farklılıklarını, duygu ve düşüncelerine
saygı duyarak
onu anlayabilme yeteneğidir. Odak
noktanız kendini otobiyografinizi yansıtacak bir takım düşünceler, duygular, varsayımlar değil başka bir
insan ruhunun
derin mesajını elde etmektir (Covey, 2000,
s. 256).
Kişisel bütünlük ise güven yaratır ve
sağlıklı iletişim için çok çeşitli yatırımların da
kaynağını oluşturur. Doğruluğun ötesinde “gerçeği sözlerimizle uydurmak” tır. Kişisel bütünlüğü kanıtlamanın en önemli yollarından biri yanımızda
olmayan kişilerin
arkasından
konuşmamaktadır. Bununla
yanımızda olanlara da güven veririz. Orada olmayanları savunurken olanların güvenini koruruz (Covey,
2000,
s. 205). Güvensiz insanlar kendileri hakkında yapılan dedikodularla daha güvensiz hale
gelebilmektedir. Çevre
bu
güvensizliği
sezdiği
durumda daha çok olumsuz dedikodular yaparak bireyin üstüne gidebiliyor. Bu durumda birey
daha da güvensizleşiyor
(Lauster, 2003,
s. 13). Kişisel bütünlüğün
olmadığı bireyler rahatlıkla insanların yüzlerine söyleyemediklerini arkadan söyleyebiliyorlar veya kendileri
hakkında yapılan dedikoduları
sineye
çekebiliyorlar. Her
iki
durumda bireyi daha da güvensizleştirmekten başka hiçbir işe yaramıyor.
Kendine
güvenen insan
kendisinden
ve diğer insanların düşündüklerinden korkmak yerine kendisini
kişiliği ile uyum içinde hisseder. Kişisel özelliklerini nasıl
belli olduklarıyla ilgilenmeden geliştirmektedir (Lauster, 2003, s. 32).
Özgüvenli
olmayan bir insan diğer insanların özgüvenlerinden
de korkar. Güvensiz olan insan bu güvensizlikten kurtulmak için çevresine daha az güvenli insanları toplar. Kendine güvenen insanlarla
karşılaşmaktan kaçınır. Çünkü kendi güvensizliğinin daha çok farkına
varır (Lauster, 2003,
s. 35).
Buna karşılık kendilerini geliştiren insanlar,
çevresine çok daha az bağımlı ve
çok
daha fazla özerktirler. Onları
çevresel ve toplumsal belirleyicilerinden çok içsel
belirleyiciler yönetir.
Kendi potansiyel
ve
kapasitelerine, gizli güçlerine, yeteneklerine uygun tercihlerde bulunurlar.
Diğer insanlara
daha az bağımlı olmaları, onlar hakkında
daha az kararsızlık yaşamalarını sağlar. Diğer insanlara karşı daha az kaygılı, daha
az
düşmanca davranır ve sevecenliklerine daha az gereksinim duyarlar (Maslow,
2001, s. 41).
Bununla
birlikte
birey olarak insan, diğerleriyle
bağlantısını devam ettirebildiği ölçüde kişiliği koruyacak ve güvenlik hissi duyacaktır. İnsanın toplum
içinde karşılaşabileceği temel ihtiyaçlarını tatmin edebilmesi için birlikte yaşamayı
öğrenmesi ve toplumsal rolleri üstlenmeyi gerekir.
Çağdaş toplumlarda insanlar
diğer insanlarla kurdukları ilişkilerden eskiye
oranla daha çok incinmektedirler. Bu yüzden başkalarından gelecek zararlardan ve
incitilmekten korunmak için birbiriyle ilişkilerini sınırlamaktadırlar. Bunun sonucu
olarak yalnızlığa yönelmekte
ve yalnızlığın sıkıntısıyla kötü alışkanlıklara
kapılmaktadır. Bu sebeple hiçbir şeye bağlanmamak insanın boşluk ve anlamsızlık
duyguları yaşamasına neden olmaktadır (Geçtan, 1993, s.
27). Bu incinmişlik duygusunun ve zarar görme korkusunun
en aza indirilebilmesi için
insanın kendisini topluma bağlayan bir takım değerlere ihtiyaç
vardır.
Toplumdan
uzak yaşamak insanın yapısına aykırıdır. İnsan toplumla kaynaşabilmesi ve kendini rahat, güvende hissedebilmesi için ortak değerlerin mevcut
olması gerekir. Herkesin
kabulleneceği ahlak ilkeleri insanların birbirine olan bağını güçlendirecek ve toplumsal barışı
gerçekleştirecektir (Akıncı, 2002, s. 154).
Özetlemek gerekirse yalnızlık günümüz insanın önemli bir problemidir (Gençtan, 1993, s. 27; Fromm, 1995, s. 17; May, 1998, s. 28). Bunun sebebi ise
insanların birtakım ahlaki değerlerden uzak oldukları
zaman birbirlerini rahatlıkla incitebilmesi
veya
birbirlerine zarar
verebiliyor
olması.
Ancak insan yalnızlık
duygusu ile uzun zaman yaşayamamakta
bu durum onun ruhsal dayanıklılığını ve
özgüvenini sarsmakta. Bu durumda bir
takım manevi
değerlerde birleşmek,
insanların kendilerine ve birbirlerine güvenini sarsmayacağı, bilakis kuvvetler direneceği için en faydalı yol olacaktır.
Öyle ise
savaşmamız
gereken
bir şey
varsa, insanların
sadece
kendi çıkarlarını düşündükleri
yaşam biçimidir. Bireyin ve
toplumun ilerlemesinin
önündeki en büyük tehlike budur. İnsanlardaki her yetenek diğer insanlara karşı
göstereceğimiz paylaşma duygusu
sayesinde gelişir
(Adler, 1996, s. 237).
Bütün
dinlerde, ahlaki ilkelerde bu anlayışın derin kökleri vardır. Hatta inancı olmayanlar da bile önde tutulan bir gerçek olarak görülür (Yalom,
1999, s. 680).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder