4 Mart 2015 Çarşamba

Fil Olayı Kur’an kıssaları






Himyar Krallığı (Arapça مملكة حِمير), Arap Yarımadasının güneyinde, MÖ 110 civarında tarih sahnesine çıkan, Yunanlar ve Romalılarca Homerite Krallığı olarak adlandırılan antik krallık. Komşu krallıklardan Saba MÖ 25, Kataban 200 ve Hadramut 300 yılı civarında bu krallık tarafından fethedildi. Krallığın politik kaderi, Saba krallığının kesin olarak fethedildiği 280 yılına kadar bu krallıkla yakından ilişkili olmuştur. 525 yılına kadar bölgesinden başat güç olan krallığın ekonomisi tarıma dayalıydı. En önemli ihraç ürünü Mir ağacı ve ondan elde edilen tütsüdür. Kuzey Afrika ile yakınlığı nedeni ile Roma İmparatorluğunun fildişi ihtiyacının bir kısmı burandan sağlanmıştır.



I. Dönem Himyerileri(MÖ 115-M.S 274)

Devlet kurulduğu dönemde ilk olarak kendinden önce bölgede var olan devletlerin devlet idare sistemini ve kültür anlayışlarını benimsemiştir.Kuruldukları ilk dönemde Ma'rib kentini başkent olarak kullansalarda daha sonra sa'na şehrini kurmuşturlar.Bilinen en büyük Hükümdarları Tubba'dır.Devletin ilk dönemi daha çok ticari örgütlenme çabası içinde geçmiş devlet ikinci döneminde büyük değişimlere uğramıştır.

II. Dönem Himyerileri (MS 274-525)

Devlet bu dönemde Romanın desteğini alarak askeri anlamdada genişlemeye ve güçlenmeye başlamıştır.İşte bu dönemde devletin bölgedeki rakipleri Habeşliler haline gelmektedir.Romanın desteğini Habeşliler tarafına çevirmesiyle Himyeriler Sasaniler tarafına geçerek bu devletten güç almaya başlamıştır.Dönem hükümdarı Ebu Kerib(385-420)Yemene ve hatta Irağa kadar devletini genişleterek güçlenmiştir.Ancak daha sonraki hükümdarlar bu gücü sürdürememiş Roma desteğindeki habeşliler yemeni işgal etmiş dönemin kralı olan Zu Navas'ı öldürmüştür.Yerine geçen oğlu Seyf tutunamayarak Sasanilere sığınmıştır.Bu dönemden sonra bölgede ki yönetimsel istikrar sağlanamamıştır.Daha sonra İstikararı sağlayan Ebrehe Fil olayı'nın gerçekleşmesine neden olmuştur.

Ebrehe, (ö. M.S. 525 veya en geç 553) Habeşistandaki Aksum krallığının Yemen valisi iken sonradan bağımsızlığını ilan ederek Yemen kralı olmuştur.



“Ebrehe Yemen’de, Habeşistan Krallığına bağlı hıristiyan bir vali idi ve Arapların her sene hac amacıyla Mekke'ye gitmelerini istemiyordu. San'ada büyük bir kilise yaptırdı ve ismini 'Kuleys' koydu.

Ebrehe Habeş Kralı'na halkın hac için ancak 'Kuleys'i ziyaret edebileceklerini; Mekke'ye gidenlere izin vermeyeceğini yazarak Habeş Kralı'nın da desteğini aldı.



Ebrehe'nin haccı engelleme niyeti Yemen'li Arapları öfkelendirdi. Rivayete göre Nukayl isminde bir yerli, Kuleys’e girerek kimsenin olmadığı bir zamanda içeriyi harabeye çevirdi, kirletti ve kayıplara karıştı. Ebrehe ağır bir hakarete uğramıştı.

Olayın üzerine bir de kilisenin yanması eklenince vali intikam almaya karar verdi;

Kâbe’yi yıkmak ve enkazı fillerle Yemen'e taşımak için 19 Fil ve altmış bin Habeşliden oluşan ordusu ile harekete geçti.

Mekke çevresine kadar gelen öncüler Mekkelilerin koyun ve develerini alıp konaklama yerleri olan Taif’e kaçırdılar. Ebrehe Mekke emiri olan Abdulmuttalib'in pazarlık tekliflerini de geri çevirdi.

Ordu Mekke üzerine yürümeye hazırlanırken gökyüzü Ebabil kuşları ile doldu, gagaları ve ayaklarında taşıdıkları taşlar ile Ebrehe ordusunu taş yağmuruna tuttular.

İstilacı ordu bozguna uğradı. Etleri lime lime dökülerek ölüyorlardı. Kalanlar Ebrehe de içlerinde olduğu halde perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçtılar.”

Fil Yılı (Arapça: عام الفيل, Amm’ul- Fil) yaklaşık miladi 570 yılına İslam Tarihi'nde yaşandığı rivayet edilen bir olaydan dolayı verilen isimdir. İslam peygamberi Muhammed bu olaydan sonra ancak yaklaşık aynı yılda doğmuştur.
Savaş Fili, Fil yılı Ebrehe'nin Fil vak'asında kullandığına inanılan savaş fili dolayısıyla bu adı alır.

570 yılına bu isim, Ebrehe adındaki Habeşistan'daki Aksum krallığına bağlı Hıristiyan bir valinin, Kabe'yi yıkmak amacıyla oluşturduğu ordusundaki reis filin Mekke'ye az kala çökerek hareket etmemiş olması ve diğer fillerin de ayağı üstüne çökmesi, ayrıca ebabil kuşlarıyla bu ordunun bozguna uğratılmasına bağlı olarak bu olaya "Fil Vakası", olayın meydana geldiği yıla da "fil yılı" adı verilmiştir. 

A- Kur’an kıssaları ve fil olayı:

İslâm’ın başlangıcında Arapların bir tarih telakkisi vardı. Kabileler arası savaşlar ve bu savaşlardaki kahramanlıklar onları aylarca belki de yıllarca meşgul eden gündemleri oluyordu. Günümüze göre gündemleri sık değişmeyen bu insanların geriye bıraktıkları hatıraların üzerlerindeki tesiri derin olmuştur. Ancak ne var ki İslâm tarihçilerinin ve hususen de siyer araştırmacılarının İslâm öncesi dönemi dikkate değer bir şekilde ince- ledikleri söylenemez. Hâlbuki İslâm öncesi dönem, Müslümanlara tevarüs eden bir tarih telakkisinin de temellerini atmaktadır. Makalede işte bu noktadan hareketle İslâm öncesi dönemin anlaşılmasında eksik kaldığına inanılan ve bu eksikliğin çağdaş tarih usulü ile anlaşılmasında zorlukların olduğundan hareketle ‘siyer’in farklı bir usul ile okunması gerektiği üzerinde durulacaktır. Araştırmada Arapların hafızasında derin izler bırakan fil olayı farklı bir açıdan ele alınacaktır. Diğer bir anlatımla bir paradigma değişikliği hedef- lenmektedir.

I- Konunun Çerçevesi
Çalışmada araştırmacı Derveze’nin dediği gibi İslâm öncesi dönemle ilgili klasik siyer kitapları genellemelerle yetinmiştir. Siret yazarlarının çoğunun Peygamber (as)in risalet öncesi asrı ve çevresiyle ilgili konularda titiz davranmamalarını ve bu konuya önem vermemiş olmalarını anlamak zordur. Onların bu asır ve çevre ile ilgileri Peygamberin soyu, ailesi, kabilesi, doğumu, emzirilmesi, himaye edilişi, yolculukları ve evlilikleri gibi konularla sınırlıdır. Kısmen de çevrenin sosyal, ekonomik, siyasal ve dinî konumu ile ilgilenirler . Hâlbuki Rasulullah’ın anlaşılması, dinin anlaşılması anlamına da geldiği için bir siyer çalışmasının, doğal olarak dinî birçok alana da müdahil olduğu sıkça görülmektedir. Buna göre siyer araştırmacısının İslâmî ilimleri daha fazla bilmesi gerekmektedir .

A- Neden-Sonuç İçinde Tarih:

Zâhiren tarih ilmi “ihbar” denilen “anlatı yöntemi”ni kullanarak geçmişteki olaylar- dan, medeniyet ve devletlerden bahseder. Bâtın seviyesinde ise “nazar” (düşünme, kuramsallaşma), “tahkik”(araştırma), “ta’lil”(sebep-sonuç ilişkisine dayalı açıklamada bulunma) yöntemlerini kullanır (Şentürk, 2010, s. 177). Tarihe şekil veren en önemli şey, onun genelliği değil, bireyselliğidir. Tarih, nedenleri ne kadar derinlere gömülü olsa da bu olguların anlatılışıyla ilgilidir . Yani; “Hâdiselere karşı her vakit neden ve nasıl böyle oldu?” sorusunu soran araştırmacı, Arapça karşılığı ile tekevvünî bir üslup takip ederken;  usule göre yazılan tarih ise tarihî vakıaları, beşer hayatındaki tekâmül safhalarını ve bilhassa onları doğuran sebepleri araştırarak tavsif etmeyi gaye edinir . Tarihin bilinmesi, geleceği düşünmek için zarurîdir, istik- balin hayalleri, geçmişe karşı gelmek istedikleri zaman bile, kendi unsurları içinde, ona bağlı bulunmaktadır .
Bilindiği gibi tarihçinin amacı gerçekte yaşananı aynen ortaya koymaktır. Tarihte gözlenen sonuçtur ve bu sonucu doğuran sebep bulunur. Nedensellik ilişkisi de S>N şeklinde kurulur . Hâlbuki günümüzün çağdaş tarih yöntemleriyle okunan Siyer-i Nebî söz konusu olduğunda nedensellik her zaman yeterince ikna edici sonuçlar sunamamaktadır. 
Tarih,1 alanı önceden belirlenmiş olmayan fakat insanlığın tavrının belirlediği olaylar alanıdır. Fizik alanından farklı olarak tarih alanının insana aitliği, Kur’an’ın bu alanları ele alışındaki farklılığın da en önemli sebebidir. Tarih alanının müstakil bir alan olarak hangi tür olayları kapsadığının belirlenmesinden sonraki en önemli sorunu, tarihte yasanın söz konusu olup olmadığıdır. Tarih kitaplarında önemli felâketler, kazalar veya önem- li şahsiyetlerin doğumları, ölümleri vb. ihtimamla ele alınan konular arasındadır. Oysa bütün bu olayları belirleyen faktörler fiziksel faktörlerdir. Mesela bir ölüm hâdisesi bütün ayrıntılarına kadar incelendiğinde bu gerçek kendini gösterir. Tarihçilerin bu tür olayları kaydetmeye gösterdikleri özen, hiç şüphesiz sebep oldukları değişmelerden dolayı kazandıkları önemden kaynaklanmaktadır. Bu tür olayların tarihin gelişmesinde önemli etkileri bulunduğunu reddetmemekle birlikte söylemek istediğimiz, bunların tarih kanunlarınca belirlenmediğidir. Tarih kanunlarınca belirlenmeyen olaylar ise tarih alanı nın dışında kalır .

B- Niçin-Nasıl Bağlamında Siyer:
Siyer-i Nebî’de -Tarih’ten farklı olarak olaylar üretilemese bile- olaylardan değerlerin üretilebildiği mümbit bir arazi gibidir. Bu yönüyle siyer ilmine bakıldığında “niçin-na- sıl” sorularına ihtiyaç duyulmaktadır. “Niçin” sorusu sonuç bildirmesi yönüyle, “Nasıl” sorusu da olayın mahiyetini açıklaması yönüyle Kur’an’ın tarih/siyer anlatım üslubuna uygunluk arz etmektedir. Bu sorulara ihtiyaç duyulması esasen Siyer-i Nebî’nin Kur’an odaklı okunması gerektiğini de ortaya koymaktadır. Zira niçin-nasıl sorularıyla siyeri oku- ma-anlama yaklaşımı Kur’an ile örtüşmektedir. Kur’an’ın nüzulü Hz. Peygamber(as)in hayatı ile kayıtlı olduğuna ve O’nun hayatında yaşadıklarını teyit, tenkit, tebcil ve teselli boyutlarında yansıttığına göre Siyer-i Nebî’yi okumada Kur’an’ın bakış açısını anlamayı ve O’nun hayatına uygulamayı gerekli kılmaktadır. Hz. Peygamber’in hayatında Allah’ın doğrudan müdahale ettiği olaylar dikkate alındığında da yine farklı yorumlamalara ihtiyaç vardır. Örneğin, Bedir savaşı, Ahzap savaşı gibi. İlave olarak Hz. Peygamber’in hayatı, vahyin ilk muhatapları ve insanlık tarihi açısından önemli olan fil olayını da hatırlamak gerekir. Hamidullah’ın tesbitine göre Mekke’nin önemi o kadar büyüktü ki onun çöllük va- ziyetine rağmen, Roma ve Bizans, İran ve Habeş İmparatorları zaman zaman bu şehri kendi ülkelerine katmak için teşebbüslerde bulunmuşlardır. Mekke, İslâm’dan evvelki zamanlarda taşıdığı adıyla Ümmü’l Kurâ (Şehirlerin anası) asla bir yabancı hâkimiyeti altına düşmemiştir . Hicaz Arapları âdetâ Kâbe ile nefes alıp veriyorlardı. Onlar için Kâbe dinî olduğu kadar ticarî değeri de olan bir yapı idi. Tarım ve hayvancılığa uygun olmayan Mekke’de geçim ticaretle sağlanıyordu . Mekke, ticarî organizasyonuyla birleştirici bir rol oynamaktaydı . Son dine merkez seçiminin psikolojik sebepleri sadedinde Rasulullah’ın doğum yılında, “Fil Sahipleri” tarafından tertiplenen büyük bir istila dalgasının Mekke önlerine kadar gelmesi de kayda değer bir olaydır . Bu şekilde başlayan bir siyer okuması şüphesiz mevcut dünya şartlarının (konjonktür) çerçevesinde de bir okumayı gerektirecek ve siyeri de salt bir biyografi ol- maktan da kurtaracaktır.

II- Fil Olayı 

Olayı ele almadan önce Kur’an kıssaları nın anlatımı ile siyer arasında bir ilişki kurmak gerekir. Zira Kur’an üzerine araştırma yapan Müslümanlar, Kur’an’ın Hz. Muhammed’in hayatından bağımsız olarak ele alınamayacağını çok erken dönemlerde fark etmişlerdir . Bu bağlamda Kur’an kıssalarının anlatım yönteminde üç temel özellik göze çarpar: Tekrar, olayların sadece maksada yetecek kadarının anlatıl- ması ve kıssa4  ların arasında ibret alınacak husus ve noktaların ne olduğunun belirtilme- sidir .

A- Kur’an kıssaları ve fil olayı:

Kur’an, geçmişteki olaylarla ilgili pek çok örneğe yer vermekte ve bunu yaparken şaş- maz hedefine yönelik muhtelif fonksiyonlar da icra etmektedir. Ama onun gayesi hiçbir zaman salt hikâyecilik, edebiyat veya olayın kuru bir şekilde nakledilmesi olarak değer- lendirilemez. Kur’an, anlattığı kıssalar ile Hz. Muhammed’in hayatı arasında bağlantı kurmaktadır. Nitekim onun kıssaları seçişi ve sunuşu aktüel duruma o denli uygundur ki herhangi bir kıssanın anlatıldığı dönem tespit edildiği takdirde söz konusu kıssadan hareketle içinde bulunulan durum hakkında fikir sahibi olunabilmektedir. Kur’an’ın indiği dönemdeki olaylar, Kur’an metninin biçim almasında bu denli etkin olmuştur. Bu durum, Kur’an’ın hayatla iç içe oluşunun bir sonucuydu (Özsoy, 1994, s. 98, 99). Şimşek’e göre ise, Kur’an kıssalarının temel konusu, tebliğ ve tebliğin yöntemleridir. İbret alınacak hu- susların başında bu mesele de gelmektedir (Şimşek, 1993, s. 82). Tarihî olaylardan söz açarken Kur’an’da hâkim olan üslup, onları yok eden sebepleri hatırlatmak ve muhatabın ona göre kendisini kontrol etmesini sağlamak amacına matuftur. Bunu yaparken, Kur’an âdetâ tarihin, bütün uyarılara rağmen; fitne, bozgunculuk ve zulümde ısrar eden toplum- ların örnekleriyle dolu olduğunu gözler önüne sermektedir. Kur’an, bunun için özellikle, hakikati yakalama ve ilahî hedefe doğru yürüme konusunda en avantajlı durumda bulu- nan peygamber gönderilmiş5  toplumları seçmiştir. Bunun sebebi, ilk hitap çevresinin de bir peygamberle karşı karşıya bulunmasıdır . Kur’an sadece geçmiş milletlerin tarihleri hakkında bilgi vermemiş, aynı zamanda Hz. Peygamber’in risaletiyle başlayıp vefatına kadar süren dönemle ilgili tespitlerde bulunmuştur .
Kur’an’ın tarihe bakışını anlayabilmek için göz önünde bulundurulması gereken özelliklerden biri de Kur’an’da kullanılan üslubun Allah-merkezli (theosentric) oluşudur. Diğer bir özellik ise, tasvir edici (descriptive) değil, âdeta olaylara ve nesnelere anlam ka- zandırıcı bir karakter taşımasıdır. Yani Kur’an hiçbir zaman yağmurun oluşumu ile ilgili bilime aykırı bir açıklama getirmemektedir (Özsoy, 1994, s. 144). Öte yandan Kur’an’ın, tarihi ahlakla temellendirmesi onun tarihe bakışının en özgün yönlerinden birini teşkil etmektedir. Özellikle modern tarih felsefelerindeki şuursuz tarih anlayışına bakıldığında, Kur’an’ın yorumu tarihe böylelikle bir şahsiyet kazandırmaktadır. Kur’an, sünnetullahın değişmezliği ilkesiyle teyit etmiş olmasına rağmen, olayların akışı için önceden belirlen- miş bir seyir anlayışına kesinlikle yer vermez .
“Tarih alanında Allah’ın rolü nedir?” sorusu sorulabilir. Şartlı önermeler olarak formüle edilen tarih yasalarının ekseni durumundaki şartın tahakkuku insana bırakıldığına ve bunun gerektirdiği sosyal değişme zorunlu olarak onu takip edeceğine göre, Allah’ın rolü ne olacaktır? Öyle sanıyoruz ki Kur’an’da bütün soruları yersiz kılmaya yeterli bir Allah fikri verilmektedir; “O her şeye kadirdir”, “İrade buyurduğunu yapandır” ve “Her an bir iştedir”.6  (Özsoy, 1994, s. 177). İlave olarak tarihsel seyrin tâbi olduğu yasaların Allah tarafından değiştirilmemesi ile pasif irade teorisi arasında fark bulunduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Genellikle sudûr’u kabul edenlerin benimsediği bu teoride Allah, bir bakıma olup bitenler karşısında bir seyirci durumundadır ve yaptığı tek şey olan bitene rıza göstermektir (Aydın, 1987, s. 117). Hâlbuki Kur’an’a göre Allah bizzat olayların içerisinde faal bir güce sahiptir ve son söz onundur. Böyle olunca Allah rıza gös- teren değil, böyle olmasını isteyen konumundadır. Tarihin işleyişinde son sözün Allah’a ait olduğunu Kur’an çok yerde vurgulamaktadır: (Özsoy, 1994, s. 178) “Allah bir topluma kötülük diledi mi artık onun önüne geçilmez.” (Bkz. Ra’d, 11) Kur’an birçok âyetiyle bize her bir tarihî olayın Cenab-ı Allah’ın iradesinin bir tecellisi olarak ortaya çıktığını bildirmektedir. Allah’ın iradesi, insanın iradesi ve olayın zaman ve zeminlere olan ilgi- sine göre tecelli etmektedir. Yani bütün tarihî olayların Allah’ın bir iradesi sonucunda gerçekleştiği düşünülerek yola çıkılmadıkça kâinatın, insanlık tarihinin incelenmesi asla mümkün değildir. İlahî kudret herhangi bir tarihî olayı yaratmak veya meydana getirmek için tarihî fiilin yani olayların başlangıcının yaratılmasıdır (Halil, 1988, s. 111). Diğer bir anlatımla Allah, mucizelerle tabiata, peygamberler ile de toplumlara doğrudan müdahale etmiştir.

B- Fil olayının tahlili:

Kur’an’ın ebedileştirdiği fil olayı (Harputî, h. 1411/m. 1991, s. 79) nın incelenmesi, ne tek başına Tefsir ve Hadis ilminin ne de tarih ilminin konusudur. Tarihin farklı disip- linlerden yararlanılarak incelenmesi ve inşa edilmesi gerekmektedir.

1- Tefsirlere göre:

1. Ayet:“ Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?”7
 (Ya Muhammed!) Bu olay o vakit onu gözleriyle gören şahitleri henüz ço- ğunlukla mevcut, hatta o zamana yetişmiş, muallekat-ı seb’a şairlerinden olup 160 yıl kadar yaşayan meşhur Lebid gibi kimseler hayatta oldukları gibi aynı zamanda bir tarih mebdei olarak herkesçe de mütevatiren malumdu (Yazır, b.t.y, IX, 6098). Bu soru hayret sorusudur. Ebrehe-Yemen kralı - Mahmud adındaki fili ve arkadaşları - San’a’da hacıları Mekke’den çevirmek üzere bir kilise inşa etti (Suyutî, 1983, II, 271). Sâbûnî’ye göre ise bu âyet görmenin fiilin kendisine bağlanmayıp, “Rabbin nasıl yaptı?” denilerek fiilin nasıllığına bağlanması olayın korkunçluğunu göstermek ve olayın, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü, ilim ve hikmetinin sonsuzluğunu ve Peygamber (as) inin şerefini gösteren harikulade ve dehşet verici bir şekilde meydana geldiğini bildirmek içindir. Şüphe- siz bu olay, peygamberlik öncesi vuku bulan harikulade olaylardandır. Zira bu olay Hz. Peygamber’in doğduğu yıl meydana gelmiştir (Sâbûnî, 1993, VII, 431). Sûrenin birinci âyetindeki لعف    فيك  ifadesi tarih’in dayandığı “neden” sorusunun yerine yukarıda belirttiğimiz gibi siyerin dikkate alması gereken “nasıl” sorusunun sorulabileceğini gösterir. Ordunun başında bir fil bulunduğu için bu orduya “fil ashabı” denilmiştir. Filin orduya değil ordunun file izafe edilmesinde nükte vardır. Kâbe’ye saldırmaktan ısrarla kaçınan fil, ordudan ve onun komutanından daha akıllıydı imasını taşır. “Görmedin mi” sorusu ise olayın Hz. Peygamber’e çok yakın gerçekleştiğini, şahitlerinin halen hayatta olduğunu ortaya koymaktadır.

2. Ayet: Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?8
ديك  kelimesi, fil ordusunun saldırı gerekçesi ne kadar tumturaklı (gösterişli) olursa olsun, gerçekte onun arkasında hiç de hoş olmayan sinsi amaçlar yattığını ifade eder.

3. Ayet: Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.

4. Ayet: Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar attılar.9
Bir rivayette İkrime, taşların isabet ettiği askerlerin çiçek hastalığına yakalandığını, o günden ne önce ne de sonra bir daha bu hastalığın bölgede görülmediğini söyler. Bu olaydan sonra bölgenin bitki örtüsü değişmiştir. Ebrehe, olay yerinde hastalanmış, etleri lime  lime dökülerek San’a’da ölmüştür . 

“Ebabil kuşları” hakkında İbn Abbas şunu rivayet etti: “Onlar öyle kuşlardı ki fillerin hortumları gibi hortumları, köpeklerin elleri gibi elleri vardı.” (İbn İshak, 1991, s. 114-116). Taşlar nohut ve mercimek büyüklüğündeydi, isabet ettiği kişiyi mutlaka helak ediyordu. Hepsi isabet almamıştı. Sonra Cenab-ı Hak bir sel oluşturdu ve cesetlerini denize attı. Onlardan kurtulanlar Ebrehe ile birlikte Yemen’e kaçtılar. Ebrehe’nin organları düşmeye başladı. San’a’da göğsü kalbinden ayrıldıktan sonra ancak ölebildi. Oğlu Yeksum 571 yılında yerine geçti (Şevki Ebu Halil, h. 1394/m. 1996, s. 42). Kuşların büyüklüğü konusundaki diğer rivayet ise en küçüğü insan başı kadar, en büyüğü de zayıf develer kadardı. Ne atarlarsa isabet ediyor, neye isabet ederse öldürüyordu. Birbiri peşi sıra gelen Ebabiller istediklerini vurdular ve vurduklarını öldürdüler (İbn İshak, 1991, s. 116).

5. Ayet: Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi.
فصع yapraktır. “Buğday kabuğu” anlamına gelmektedir. لوك أم فصعك  Bu olay, Allah’ın, rasulüne doğumundan önceki yardımı olarak değerlendirilebilir. Zira, Mekke’nin fethinden sonra çevre Arap kabileleri “Kâbe’yi o gün koruyan bu gün niçin korumadı?” sorusunu sorarak iki olayı karşılaştırmışlar, sonuçta fethi Rasulullah’ın peygamberliğinin delili olarak görüp teslim olmuşlardır11   (İslâmoğlu, 2008, s. 1304, 1305). Mevdudî’ye göre ise فصع dış kabuk olan tanedir. Çiftçi onların tanelerini çıkararak kabuklarını hay- vanlara yem olarak atar. Hayvanlar da bir kısmını yer, bir kısmını ayakları altına düştüğü  için çiğner.

 Bu olay, YüceAllah’ın Kâbe’ye verdiği değeri ve düşmanlarını savması sebebiyle Kureyş’e yaptığı ihsanı gösterir. Bu sebeple onların Allah’a kulluk edip verdiği nimetlere şükretmeleri gere- kirdi. Ayrıca bu olayda Allah’ın düşmanlarından intikam almaya kâdir olduğunu gösteren enteresan ve harikulade deliller de vardır. Bu büyük düşmanın, Muhammed(as)in doğum yılında, Kâbe’yi yıkmasına engel olunması, Rasulullah’ın peygamberliğine işaret eden olaylardandır. Allah onları en zayıf askerleri ile, yani öldürme âdetleri olmayan kuşlarla yok etmiştir (Sâbûnî, 1993, VII, 431, 432).
Hz. Peygamber bu sûreyi okurken, Mekke’de bu olayı görüp müşahede eden kimse- ler bulunuyordu. Eğer böyle olmasaydı onlar Peygamber(as)i şifahî olarak yalanlarlardı. Böyle bir şey olmadığına göre bu olayın tenkit edilecek bir yönü olmadığını anlamış olu- yoruz (Râzî, 1995, XXIII, 415). Bu hususlar, Kur’an’ın asıl maksadının fil olayı hakkında bilgi vermek olmadığını, Mekke müşriklerine bildikleri bir olayın acı sonucunu hatırlata- rak İslâm’ın sesini boğmaya çalışmayı, Kur’an’a ve Rasulullah’a karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi sürdürmeleri halinde kendilerinin de böyle bir cezaya çarptırılabileceklerini ihtar etmek olduğunu ortaya koymaktadır (Çağrıcı, 1996, XIII, 69). Yazır’a göre bu olay bir helaktır (Yazır, b.t.y., IX, 6099,6102, 6103). Ona göre bu olaya helak değil de çiçek hastalığı denilmesi de hâdisenin küçümsenmesi anlamına gelmektedir . 
Kâbe’yi yıkmak için hücum etmiş olan ashab-ı filin nasıl perişan edildiği gösteri- lerek Allah’ın, rasulüne inayetinin, Beyt’e inayetinden daha kuvvetli olduğuna işaret edildiği gibi; onun terbiyesine bir başlangıç teşkil ettiğini de akıllara getirmektedir. Bu- rada peygambere tuzak kurmak isteyenlerin tuzaklarının kendi başlarına geçirileceğine, Rasulullah’a ve mü’minlere teselli ve takviye verildiğine ve Allah’ın kudretine karşı ma- lın, mülkün ve hiçbir tuzağın hükmü olamayacağına işaret vardır (Yazır, b.t.y., IX, 6097). Allah Kâbe’yi “Atîk” olarak adlandırdı. Çünkü Allah onu zorbalardan azat etti. Hiçbir zorba ona galip gelemedi. Musallat olamadı.  (Beyhakî, h. 1408/ m.1988, I, s. 125)
Kur’an’da diğer ümmetlerin kıssalarının aksine fil ashabının helakının zikri tekrarlanmadı. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, fil ashabının helakı rasulün tekzibinden do- layı olmadı. İkincisi Allah’ın şu âyette buyurduğu; “Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ın bakım ve onarımını, Allah’a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimselerin amelleri gibi mi tuttunuz?” gibi Allah katında yer edinmemeleridir (Tevbe, 19). Diğer âyet: “Onlar Mescid-i Haram’dan alıkoyuyorlar. O’nun dostu değildirler. O’nun dostu ancak müttakilerdir. Ama çoğu bilmezler (Enfal, 34; İbn Âşûr, 1984, XXX,544).

2- Tarih açısından:
İslâm öncesi tarihin önemli olaylarından biri olarak görülen ve Kur’an’da da söz ko- nusu edilen fil olayı bölgede sürüp gitmekte olan Sâsâni-Bizans güç mücadelesi ve bunun yol açtığı siyasî, ekonomik ve nihayet askerî çekişmeler ışığında değerlendirilmelidir. Kureyş’in bir ticaret merkezi olarak Mekke’deki egemenliğine, Kureyş diplomatlarının büyük devletler nezdindeki girişimleri sonucunda elde ettikleri kuzey-güney yollarındaki serbestiye ve bunun getirdiği zenginliğe Kureyş sûresi işaret etmektedir. Bkz. (Kureyş, 1-
4). Mekke’ye yapılan bu saldırı, Hıristiyan Bizans’ın, Habeş ve Yemen ittifakları yoluyla ticaret yolları üzerinde etkinlik kurma mücadelesinde son noktayı koymaya yönelik bir çabası olarak görülebilir. Ebrehe bu saldırıdan önce, Araplar açısından Kâbe’yi çekim merkezi olmaktan çıkarmak amacıyla San’a’da Kulleys13  adında bir tapınak(kilise) da yaptırmıştı. Zamanında misli görülmemiş bir kilise idi. Sonra Necaşî14’ ye mektup yazdı: Ey Melik! Senin için, senden önce misli görülmemiş bir kilise inşa ettim. Arapların haccı- nı buraya çevirinceye kadar vazgeçmeyeceğim. Araplar Ebrehe’nin mektubunu Necaşî’ye bildirdiler. Nesi’15 uygulaması yapan bir adam kızdı. Bu kişi Mudar kabilesinden Fukaym b. Adiy b. Âmir b. Sa’lebe b. Hâris b. Mâlik b. Kinâne b. Huzeyfe b. Müdrike b. İlyas idi. Bu adam kilisenin mihrabına abdest bozdu (İbn İshak, 1991, s. 112; İbn Hişam, b.t.y., I, s. 43; Ezrakî, h. 1424, s. 108; Paçacı, 2008, s. 174). Ebrehe bunu Hicaz ehlinden birisinin yaptığını öğrenince “Hıristiyanlığıma yemin olsun ki bu evi yıkacağım. Hacıların hac- cedemeyeceği şekilde tahrip edeceğim” dedi ve bunun için fil topladı (Beyhakî, h.1408/ m.1988, I, s. 117). Güçlü bir ordu hazırladı. Kâbe16’ye doğru ilerlemeye başladı. Biraz yol alınca insanları, yaptırdığı evi haccetmeye çağırmak üzere, Benû Selim’den birini gönderdi. Ebrehe’nin karşısına, Benû Kinâne’den Humus’lu bir adam çıktı, onu öldürdü. O adamla karşılaşması Ebrehe’nin kızgınlığını ve öfkesini artırdı. Hedefine ulaşmak için daha da hırslandı. Taif’in Vec vadisine yaklaşınca karşısına Sakif’liler çıktı ve “Ey Melik! Biz senin kullarınız. Şu ilahımız putları Lât’ı kastederek-senin arzu ettiğin şey değildir. Burası Arapların haccettiği yer de değildir. Senin aradığın Kureyş’in evidir ” dediler. Bu- nun üzerine Ebrehe: “Beni ona götürecek bir kılavuz bulun” dedi. Böylece Huzeyl’li Nü- feyl denilen bir adamı kılavuzluk yapmak üzere onunla gönderdiler. Nihayet Mekke’den
6 mil uzaklıktaki el-Mağmes’e (veya Mugammes) girdiler. Öncü kuvvetlerini Mekke’ye gönderdiler. Kureyş’liler “Bu milletle savaşmaya bizim gücümüz yetmez” diyerek dağ eteklerine çekildiler. Mekke’de, hacılara su dağıtıcılığı görevini yürüten Abdülmuttalib b. Haşim ile Kâbe örtüsünün bakım görevlisi Şeybe b. Osman b. Abdiddar’dan başka kimse kalmadı. Abdülmuttalib Kâbe kapısının dilmelerinden tutarak dua etti. Sonra Ebrehe’nin öncü kuvvetleri Kureyş’in develerini ele geçirdiler. Bu arada Abdulmuttalib b. Haşim’in de 200 devesini alıp gittiler…. Abdulmuttalib develerini alarak geri döndü.17  Ebrehe ve ordusu orada gecelediler. Kılavuzları yola koyuldu, onları bırakarak Harem’e girdi. El- Eş’ariyyun ve Has’am kalkıp kargılarını ve kılıçlarını kırdılar. “Allah evi”nin yıkılmasına yardım etmekten Allah’a sığındılar. Seherle birlikte yola çıktılar. Sabahleyin Mekke’de olmak arzusuyla fillerini sürerek Mekke’ye doğru yönelttiler. Fakat fil diz çöküp oturdu. Vurdular, ama yerinden kımıldamadı. Neredeyse sabaha kadar böyle uğraştılar. Sonra da file dönerek: Seni mutlaka Mekke’ye yürüteceğiz…” dediler ve onu dürtmeye başladılar. Fil yalnızca kulaklarını kımıldatıyordu. Nihayet biraz fazla dürtünce kımıldadı. Ayağa kalkar kalkmaz yüzünü Yemen’e çevirdi. Mekke’ye yönelttiler, o yine geri döndü. İlk yerine gelince çöktü. Yine vurdular, fakat yerinden kımıldamadı. Güneş doğana kadar onu ayağa kaldırmaya çalıştılar, fakat başaramadılar. Güneşin doğuşuyla birlikte üzer- lerinde bir takım kuşlar belirdi. Deniz tarafından geliyorlardı. Ebrehe ve askerlerine taş atmaya başladılar. Her kuşun gagasında bir taş, ayaklarında iki taş vardı. Onlar taşlarını atıp gittiği zaman başkaları peyda oluyordu. Attıkları taş, karna isabet ettiğinde deliyor, kemiğe isabet ettiğinde onu çatlatıp yarıyordu. Ebu Yeksum (Ebrehe), birkaç taş isabet etmiş halde geri dönüp gitti. Her bir konağa geldiğinde, bir uzvu kopup düşüyordu. Nihayet Yemen’e gelince göğsü yarılıp çatladı, karnı parçalandı, helak oldu. El- Eş’ari’lerden ve Has’am’dan hiç kimse ona rastlamadı. Onlar, kılavuzlarından yardım istemek için onu sordular: “Ey Nüfeyl, ey Nüfeyl!” demeye başladılar. Nüfeyl, Harem’e girmiş, şöyle diyordu:
“Hey, cemalini göster, ey bize taş atan! Size iyilik ettik bizzat sabahlamakla..
Şayet, sen görseydin, asla onu göremeyeceksin ya
Muhassab’ın yanında bizim gördüklerimizi, O zaman ondan korkar ve kaçardın Ve gözden kaçana üzülmezdin Allah’ın kudretinden korktum Bize taş fırlatan kuşlar görünce Onların hepsi de Nüfeyl’i soruyorlardı birbirlerine Habeşlilerin benim üzerimde bir cezaları vardı.” Abdulmuttalib, Habeşliler ayrılıp gittiği zaman da şöyle dedi: “Kötü kimselerden korunmuş şu toprağa Ebrehe’nin girmesine engel oldun. Ve onlar bir yurt eylemedin, Mekke’yi onlardan kurtardın, Şüphesiz ben sevgide aşırı gitmeyen Bir aileye sahip bir adamım. Ben o zaman dedim, ey Habeşlilerin reisi
Şüphesiz bizim, beyt-i ma’murun yıkılmasını önleyecek şerefimiz var. O, güçlü filiyle, ordusuyla yürüdü. Bense, metanetle ölüme doğru yürüdüm. Bir grup insan içinde.Ki onların ölüleri dirilerine bir ayıp ve kusur getirecek değildir.” Bu olaydan sonra Etiyopya’lıların (Habeş) Yemen’den çıkarılışları (590-627) onların  Arap Yarımadası ile kurdukları siyasî bağlantının sonu oldu.  Kureyş sûresi’ndeki “korkudan emin olmak”tan maksat Kâbe’yi yıkmak isteyen Ebrehe ordusunun helak edilmesi suretiyle Kureyş’in korkudan kurtulmasıdır Mekke İslâm öncesinde coğrafî konumu, ayrıca dinî ve ticarî bir merkez olmasından dolayı Roma, Bizans, İran ve Habeş hükümdarlarının zaman zaman dikkatini çekmiş, bunlar şehri hâkimiyetleri altına almak için teşebbüslerde bulunmuşlardır. Çünkü Arap yarımadasını gerek siyasî gerekse ekonomik açıdan kontrol etmenin yolu büyük ölçüde Mekke’ye hâkim olmaktan geçiyordu. Bunun en somut örneklerinden biri Mekke’ye me- lik olmak için Bizans İmparatorluğundan gerekli belgeyi alan ve Gassanî emiri tarafından kıskançlık yüzünden öldürülen Osman b. Huveyris’tir. Habeş Krallığının müstakil Yemen valisi Ebrehe el-Eşrem’in çabası işte bunun içindi. Ebrehe böylece San’a’yı Arabistan’ın merkezi haline getirecek, ayrıca Mekke18’yi saf dışı bırakmak suretiyle Suriye’ye uzanıp Sâsâniler ile savaşan Bizans’a yardım edecekti (Bozkurt ve Küçükaşçı, 2003, XXVIII, s.
557; Öztürk, 1995, XI, s. 492).
Fil19  sahiplerinin gelişi Hz. Muhammed(as)in doğumundan önceki Muharrem ayına rastlar (İbnü’l Cemaa, 1993, s. 22). Hz. Muhammed’in bu olayın meydana geldiği yıl doğduğu kabul edilmektedir (İbn Hibban, h.723, s. 19, 22; Kazancı, 1994, X, 80). Mutta- lib b. Abdullah b. Kays b. Mahreme babasından ve dedesi Kays b. Mahreme’den rivayet ettiğine göre, “Ben ve Rasulullah(sav) fil yılında doğduk” der (Taberî, b.t.y., II, 155). Fil olayı eski olayların şöhretini gölgede bıraktı20  ve Araplar tarafından takvim başlangıcı yapıldı (Sarıçam, 2008, s.36).
Hıristiyan Habeş’liler, gerçekte ülkeyi kendi dinlerine sokmaya ve kuzeyde bir hac merkezi olan pagan(müşrik) Mekke karşısına bir rakip çıkarmaya niyetliydiler; çünkü buraya her taraftan müşrik hacıların seyahat edip gelmeleri, hem şehirde oturanlar ve hem de ulaşım yolları boyunca yaşayanlar için büyük bir gelir kaynağı mahiyetindeydi. Bu iktisadî-dinî bir rekabetti . Bu dönemde Hıristiyanlık Habeş hâkimiyetinde Yemen ve Güney Arabistan’a yayılmıştı.21

III- Hikmet-ibret açısından fil olayı:

Bilim, insana gücünün sınırlarını ve yapabileceklerini gösterir. Ama din, gücünü “na- sıl ve niçin” kullanacağını öğretir. Bu yönüyle de din “hikmet” içerir. Yani hikmet-ibret22 ilişkisi açısından yapılan bir okuma esasen dinî bir okuma biçimi olarak da ifade edi- lebilir. Kur’an, kamuoyunun ve Rasulullah’ın görmediği ve bilmediği hâdiselerin arka planlarını ortaya çıkarmakta, gizli kalmış yönlerine dikkat çekmektedir (Öz, 2006, s. 41). Bu olayın Kur’an’da haber verilmesi, müstakil bir sûrede anlatılması, ancak ayrıntılarının verilmemesi bize ibret boyutunun öne çıkarıldığını göstermektedir.
Hikmet23, yarar, maslahat, eşyanın gerçeğini olduğu gibi bilmek ve gereğince amel et- mek anlamlarına gelir. Hikmet gerektirici değildir, çoğu defa sübjektif bir nitelik arz eder (Döndüren, 1996, s. 84, 85). Hikmetin mahiyet ve hakikatini ancak Allah bilir. İnsanlar akıllarının erdiğince bu sırrı açıklamaya çalışırlar, fakat işin aslını ancak Allah bilir. Hik- metin varlığı hükmün varlığında etkili değildir (Yavuz, 1996, s. 67, 68). Bu anlamda sûrenin ilk âyetindeki “Görmedin mi?” sorusu da tarihî olaylara müşahade ile bakmayı ifade eder ve “İbret almadın mı?” anlamında yorumlanabilir.
Siyer malzemesinde en fazla genişleme Hz. Peygamber’in nesebi, peygamberlik ön- cesi hayatı, irhasat haberleri, mucizeler ve şemail konularında gerçekleştiği görülmekle (Özdemir, 2007, IV, s. 135) birlikte irhasat24  tan sayılan fil olayında ise malzemenin ge- nişlemesi söz konusu değildir. Üstelik siyer müellifleri bu olaya değinip geçmekle ye- tinmişler, konuyu irdelememişlerdir. Bu olayın asıl hikmeti, Allah’ın dininin yayılması için dünyaya gelmek üzere bulunan Rasulullah’ın doğumuna bir giriş ve onun davetine icabete bir ihzar idi. Onun için bu sûre, Peygamber(as)’in şahsında ve O’na hitap ile nazil olduktan sonra bunu da Kureyş sûresi takip edecektir (Yazır, b.t.y., IX, 6146.). Onlarla olay arasında yaşı küçük sahabiler için yaklaşık yarım yüzyıldan az bir zaman geçmiştir. Onlar olayla ilgili bilgileri olaya şahit olanlardan aldılar. Zira bazıları ileri yaşta öldü. Sahabi arasından Kubas b. Eşyem, annesinin filin dışkısını bulundurduğunu renginin de- ğiştiğini söyler (İbn Abbas, Ubeyd b. Umeyr, Katâde, İbn İshak fil olayı hakkındaki riva- yetler üzerinde durur.) (Umerî, h. 1411/m. 1991, s. 97, 98).
Hz. Peygamber Mekke’nin fethedildiği gün, Allah fili Mekke’ye girmekten alıkoydu ve yalnız rasulü ile mü’minleri oraya hâkim kıldı buyurmuş, Hudeybiye’de devesi Kusvâ çökünce bazı sahabilerin, “Kusva çöktü” demeleri üzerine de, “Kusvâ çökmedi, onu fili tutan tuttu” demiştir (Fayda, 1996, XIII, s. 71). Allah burada temyizde bulunmakta, Mek- ke ahalisini, Ebrehe ve fil ashabından ayırırken, fili de Ebrehe’den ayırmaktadır.
Kur’an’daki diğer kıssalardan farklı olarak “Görmedin mi?” denilmek sûretiyle çok yakın zamanda meydana gelen olağanüstü bir olaya işaret edilmektedir. Ayrıca bu olayın hikmetlerinden biri de Araplarda tarih bilincinin aidiyet hislerinin güçlenmesine sebep olduğudur. Bu olaydan çıkarılacak derslerden biri de zamanın en güçlü ordusunun en zayıf bir ordusuyla zelil ve sefil edilmesidir.
Hz. Aişe’nin, bir gün filin bakıcı ve sürücüsünü Mekke’de kör ve yatalak vaziyette yi- yecek isterlerken gördüğü rivayet edilmektedir (İbn İshak, 1991, s. 116; İbn Hişam, b.t.y., I, s. 54, 57). Ebabil kuşlarının attığı taşların herkese isabet etmemesi de hikmetli işlerden biridir (Lings, 2000, s. 33, 34). Bu olayın, Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim ve hikmetine ve Hz. Peygamber(as)in şerefine delalet ettiğinde şüphe yoktur (er-Râzî, 1995, XXIII, s.
415). İbret, hem yaşayanlara hem de sonraki nesillere açık mesajdır. Kur’an’ın indirilişi sırasında meydana gelmesi sebebiyle malum olduğundan bir ibret hatırlatması kabilinden kısaca zikredilmiştir (Şengül, 2002, XXV, 499).
Kureyş kâfirlerinin Kâbe’yi putlarla doldurmaları, Kâbe’nin duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şeydi. Öyleyse, Allah niçin Kâbe’yi yıkmaya gelenlere o azabı vermiş de, orayı putlarla dolduranlara bir azapta bulunmamıştır? Râzî, bunu Kâbe’yi putlarla doldur- manın Allah’ın hakkını çiğnemek, orayı harap etmenin ise mahlukatın hakkını çiğnemek olduğu şeklinde yorumlamaktadır (er-Râzî, 1995, XXIII, s. 417). Bu bağlamda tarihî gerçekleri göstermek hikmet, görmek ise ibrettir.

Fil Olayı’nı ve bu olayı anlatan Fil Suresi’ni anlamak için değişik çabalar olmuştur. Hz. Peygamber’in bu kadar önemli bir konuda bir iki ima dışında önemli bir açıklama ve yorumunun olmaması da dikkat çekicidir.9 Hz. Peygam- ber’in hayatını anlatan gerek klasik gerek modern bazı çalışmalarda da bu ko- nuya ya hiç değinilmemesi veya sadece ilgili surenin mealinin aktarımı dışında yorumlarda bulunulmaması da dikkate değer bir durumdur ve meselenin zihin- lerde aslında tam olarak halledilemediğinin bir yansıması olarak değerlendirile- bilir.10
Bu anlamda meseleyi anlama çabasına giren bir kısım müfessirlerse, mey- dana gelen olayın toptan bir helak olmadığını belirtip Ebrehe ordusunun salgın bir hastalıkla kırılıp yok olduğundan bahsederler ve delil olarak da İslam tarih- lerinde o sene ilk defa Mekke’de görülen çiçek hastalığı ve lekeli humma gibi salgın hastalıklardan bahseden rivayetleri11    ve bu rivayetleri destekleyen, tabi- inden İkrime gibi bazı bilginlerin: “kime bir taş isabet ettiyse onu çiçek hastası yaptı.
Bu ortaya çıkan ilk çiçek hastalığıdır.”  şeklindeki sözlerini12  aktarırlar.13  Bunun sonucu olarak Fil Ordusu’nun salgın bir tifüs gibi hastalıkla yok olduğunu belirtir- ler.14 Bu bağlamda Ebabil’in de bir kuş türü değil, “kuşlar” anlamında olduğunu belirtip15  meseleyi insandan insana uçuşan hastalık taşıyan sinek ve mikroplar veya rüzgârlar aracılığıyla yayılan hastalıklar16  olduğu şeklinde izah ederler.17
Yine Kur'ân'da nekre (belirsizlik ifade eden) olarak geçen «tayren» kelimesinin bu kuşların sivrisinek ve karasinek cinsinden olduğunu, bu sineklerin birtakım bulaşıcı, öldürücü hastalık doğuran mikrop ve parazitler taşıdığını ve Ebrehe Ordusu’na bu mikropları bulaştırdıklarını; çok geçmeden ordunun bu bulaşıcı, öldürücü mikropların tesiriyle helak olduğu yorumunu yaparlar.18  Kuran’daki bazı tabirler de bu görüşü destekler niteliktedir. İlgili surenin son ayetindeki “yenmiş ekinler” tabirinin kullanılıp, mesela “delik deşik oldular” gibi bir tabir kullanılmaması, burada yok olan ordunun taşların darbeleriyle yok olmaktan öte, vücudu yiyip bitiren kurtçuklar gibi mikroplarla yendiğini gösteren veriler- den sayılabilir.
Bu konu üzerinde çalışan kimi araştırmacılar ise, burada önce volkanik bir patlamanın arkasından bunun sonucu olarak oluşan yanık ve deri hastalıkları sonucu helakin gerçekleştiğini savunan görüşler sunmuşlardır.19 Bazı araştırma- cılarsa bu ayetteki "termî-him-atıyorlar"  ifadesindeki failin, “elem tera-gördünüz mü?” ifadesindeki muhatap alınan Mekke Ehli ve diğer Araplar olduğunu, yani Arapların Ebrehe Ordusu’na taş attıklarını söylemişlerdir. Kuşlar hakkında ise,onların taş atmadıklarını, aslında Ashab-ı Fil'in cesetlerini yemek için geldiklerini belirtmişlerdir. 
Rivayet içindeki bir kısım işaret ve nuanslara dikkat edilerek bakılırsa, or- dunun kuşların helakiyle değil, yayılan bir hastalık sonucu helak olduğu şek- lindeki görüşün daha doğru ve tutarlı olduğuna dair veriler bulunabilecektir. Örnek verecek olursak; rivayetlere göre kuşların attığı taşlar, askerlerin tepesin- den girip alt tarafından çıkıyor21 ve askerleri yere gömüyordu.22 Askerleri vuran bu taşlar isabet ettiği yeri deliyor, kemiğe isabet edince çatlatıyor ve organları düşürüyordu.23  Rivayetler de o taşlardan hiç kimsenin kurtulamadığı,24  ayrıca daha da ötesi atılan her taşın üzerine, hangi askeri vuracağı ve kime ait olduğu- nun da yazıldığı belirtilir.25
Bu verilere göre yukarıda aktardığımız, taşların aşırı büyüklüklerini anla- tan ifadeleri bir kenara bıraksak bile, genel olarak nohut büyüklüğünde olduğu belirtilen26  taşların, askerlere isabet etmesiyle bir mermi gibi insanı baştan sona delmesi ve o askerin kısa sürede ölmesi gerekirdi. Ancak rivayetlerde gelen bil- gilere göre; başta ilk helak olması gereken Ebrehe ve veziri gibi önde gelenler olmak üzere böyle bir ölüm durumu yoktur. Hatta hem Ebrehe’ye hem vezirine bu taşlardan da isabet ettiği halde  onlar, aylarca süren bir yolculukla tekrar Yemen’e kadar dönebilmişlerdir. Taşların bunlara isabet etmediğini farz etsek bile, Ebrehe’nin Yemen’deki durumu ve vücudunun dökülüp kanlar sızarak ölmesi,28 onların taşlarla ve toplu bir şekilde helakinin mümkün olmadığının en önemli göstergesidir. Ayrıca atılan taşlar Yemen’e geri dönenlere isabet etmediyse bunların ölmemeleri gerekirdi. Yok, bu taşlar eğer bu geri dönenlere isabet  ettiyse,  zaten  orada ölmeleri  gerekirdi.  Bu taşların  vurması  sonucu,  Ye-men’de ölmelerinin anlamı olmazdı. Çünkü bu durum, taşların nasıl vurduğu konusunda yukarıda aktardığımız rivayetlere terstir.

Rivayetlerin genelinden, Ebrehe’nin Mekke’de hastalandığı ve bu hastalık- tan dolayı Yemen’de öldüğü anlaşılmaktadır. Bu da ordunun salgın hastalıkla helak olduğu tezini destekleyen en önemli delillerden biridir. Ayrıca bu ordu- dan arta kalan bazı askerlerin İslam geldiği dönemde Mekke’de yaşıyor olması da bu ordunun toplu bir helakle karşılaşmadığı, ancak orduda yayılan bir hasta- lıkla bir kısmının orada öldüğü, bir kısmının Yemen’e döndüğü, bir kısmının da Mekkelilere sığındığı şeklindeki bir anlayışın doğruluğunu destekler nitelikte- dir. Hz. Aişe’den şöyle rivayet edilmiştir: "Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör- kötürüm olmuş, dilenir oldukları bir vaziyette Mekke’de gördüm..."


Değerlendirme ve Sonuç

Bizans ve İran arasındaki çekişme ve sonuçta bu iki güçlü devletin güçlerini kaybetmeleri, Bizanslıların Ebrehe vasıtasıyla San’a’da Kâbe’ye rakip olmak ve Yemen ticaretini Mekke’den buraya çekmek düşüncesiyle büyük bir kilise inşa etmesi; ayrıca da Mekke’ye Kâbe’yi yıkmak üzere saldırma teşebbüsünün başarısızlıkla neticelenmesi, Mekke insanı için çok önemli bir zaferdi. Böylece Kureyş “Ehlullah” sıfatıyla büyük bir itibar kazanmıştır . Bazı müsteşrikler Beytü’l Makdis’in Davud, Süleyman, İsa (aleyhimüsselam)nın oradan çıkması sebebiyle “Peygamberlik bölgesi” olduğunu söylerler. Bu görüş doğru değildir. Allah, Hud’u Ahkâf’tan Salih’i Hicr’den, İsmail’i (aleyhimüsselam) Hicaz’dan gönderdi. Şöyle denildi: “Kâbe yeryüzünün göbeğidir. Mekke’de peygamberlerin babası İbrahim(as) in inşa ettiği Kâbe vardır. Mekke hicretten önce Hicaz’ın en önemli şehriydi. Orası ticarî ulaşımın bağı idi.” .
Günlük hayatta “bilgi” ve “enformasyon”(malumat) birbirine karıştırılabilmektedir. Oysaki bilgi, kanıtlıdır, enformasyon ise kesin kanıtlara dayanmaz. Bu çalışmaya konu edilen fil olayı da malumattan ziyade kesinlik ifade eden bilgiye dayalıdır. Dinî termino- loji açısından değerlendirecek olursak hükümlerdeki hikmet Şâri’in kulları için öngör- düğü maslahatı; olayların “hikmet” kapsamında okunması “ibret” almayı ifade eder. Bu olay anlatımı itibariyle Kur’an kıssaları içinde belki de İsrailiyatın karışmadığı tek kıssa olarak da zikredilebilir.Esasen bir yönüyle haçlı seferi denilebilecek olan fil olayından sonra Habeşlilerin Arap diyarları üzerindeki hâkimiyetleri son buldu. Yaklaşık iki yıl sonra İranlılar, bu Ha- beşlileri Yemen’den çıkarıp Hz. Peygamber zamanında Müslümanların bölgeyi ele geçir- dikleri güne kadar burada bir İran hâkimiyeti kurdular . Bu çalışma  değerlerle uyumlu bir akıl-inanç ve bilgi-his gerili- mine meydan vermeyen bir anlayışla genelde Siyer-i Nebî’yi özelde de fil olayını okuma ve anlama çabasını ortaya koymaktadır. Fil Olayında savaşa katılanların tamamının helak olmadığı anlaşıldığına göre, Kur’an’ın hiçbir negatif âyetinin insanların bütününü hedef almadığını söylemek  mümkündür. Siyer’in sadece Hz. Peygamber’in örnek şahsiyeti üzerinden değil, ilahi iradenin de müdahil olduğu bir kıvamda geliştiğini kavrama konusunda da bu olay önemlidir. Böylece peygamberlik öncesi siyer müktesabında eleştiri konusu olan zayıf, hatta abartılı rivayetlerin önüne de geçilmiş ve Kur’an temelli bir olay ile siyer ilmine katkıda bulunulmuş olacaktır. Kur’an, Mekke halkının cezasız bırakıldığına işaret eder. Fakat Allah onların Peygambere düşmanlık edecek kadar aşırılıkları karşısında dahi cezalandırmadı. Çünkü Allah ceza için belirlenmiş bir sürenin olduğunu, bu sürenin ahirette veya bu dünyada ola- bileceğini söylemektedir  . Siyerin tarih’ten farklı olarak okunması ve anlaşılması tezi üzerinde yapılan bu çalışma, öğretici tarih (pragmatik) anlayışının sonuçlarından sayılan şahısların idealleştirilmesi, âdetâ insanüstü varlıklar haline getirilmeleri denebilecek çalışmalara örnek gösterilen siyer kitaplarına  farklı bir bakış açısı getirmeyi amaçla- maktadır. Bu anlayışın önüne geçilmesi için fil olayı gibi insanüstü olayların incelenmesi ve Siyer-i Nebî’ye katkılarının ortaya konulması gerekmektedir. Diğer taraftan Kur’an’ın sunum tarzının öğüt, ibret gibi amaçlara matuf olması, verdiği haberlerin sıhhatine halel getirecek unsurlar olamaz. Zira, herhangi bir kitabın amacına bakarak, tarihsel değeri göz ardı edilemez . Bu çalışmanın İslâm öncesi dönemi anlama  ve Siyer-i Nebî’ ye giriş açısından katkılar sunmasını ümit ediyoruz.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder