24 Mart 2015 Salı

Ye’cûc ve Me’cûc’ün Azgınlığı

 

 

İSLAMİ KAYNAKLARA GÖRE YECÜC MECÜC'ÜN AZGINLIĞI


  Ye’cûc ve Me’cûc’ün Azgınlığı 
el-Kelbî, fesattan kasıt için demiştir ki: “Onlar bahar günlerinde çıkarlar, yeşil ne bulurlarsa yerler, kuru ne bulurlarsa taşırlar, onların arazilerine girer, ağır işkence yaparlar ve öldürürlerdi.”[1]
Beydâvî de tefsirinde, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Yâfes’in soyundan gelen iki kabile olduğunu, Türk arazilerine zarar vermek için bahar mevsiminde yeşillikleri hayvanlarına yedirmek suretiyle yeşillik bırakmadıklarını, sonbaharda ise halkın malını yağmaladıklarını söyler.[2] Ferezdak onların ifsadının zulüm, hile, adam öldürme vb. mâlum ifsatlar olduğunu söylemiştir.[3]
Müfessirler, onların yeryüzünde nasıl fesat çıkardıkları hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların insanları öldürdüğü , insan eti yedikleri ve bahar günlerinde çıkıp insanların yeşilliklerini, ekin ve sebzelerini bitirdikleri söylenmiştir.[4] 
Özetle onların ifsatları ile ilgili dört görüş vardır: Birincisi; Vehb b. Münebbih’ten gelen kavle göre onlar Lût kavminin yaptığı çirkin işi yapıyorlardı. İkincisi; Sa`îd b. Abdulazîz’in kavlidir ki, onlar insan eti yiyorlardı. Üçüncüsü; İbn es-Sâib’in görüşüdür ki, bahar günlerinde şikayet eden kavmin arazilerine gidip onlara zarar veriyor, yeşillik bırakmayıp yiyorlar, kuru nebatatı taşıyıp götürüyorlardı. Dördüncüsü ise; Mukâtil’in sözüdür ki, insanları katlediyorlardı.[5] Bazıları ise, ifsat edici  olduklarını ancak şimdiye kadar her hangi bir cismani zarar vermediklerini söylemişlerdir.[6] 





   İslam'daki Yecüc ve Mecüc, Hindu geleneğinde "Koka ve Vikoka" olarak geçer ve "Kalki-Avatara" adında bir Mesih tarafından yok edilir. 

 

Gezgin bir arkadaşım Sibirya- Sakha gezisinde eski bir şaman ona bir efsane anlatmış Ye ve Me adında iki eski kavim hakkında. İki farklı ırktan olan bu kavimler yan yana ve zamanın sonuna kadar beraberce yaşayacaklarmış, Ye'ler kızıl saçlı Me'ler ise Türklerin ataları imiş. Farklı dilleri konuşurlarmış, isimlerinin anlamı ise her iki dilde de "Ben" demekmiş. 
Araştırmalarıma göre bunlar YeMaek kabileleri, erken dönem Saka ve Asena boyları bronz devri Kore-Mançurya. 

Sizin yazınızda kızıl saçlı oldukları olduklarını okuyunca çok şaşırdım. Bu bilgiyi eski zaman kitaplarından okumuş olması gerekir bu islam aliminin. Kur'an indirildiğinde YeMaekler çoktan yok olmuş daha doğrusu kalanları Mançuryadan çoktan göç etmiş, başka isimlerde devletler kurmuşlardı. Kimekler, Hunlar ve akabinde GökTürkler, Japonyadaki Yamato hanedanlığı gibi  

Hunor ve Magor

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Hunor ve Magor; Ural/Altay ve Macar mitolojilerinde söylencesel hakanlar. İki kardeştirler. Hunların ve Macarların atası olarak kabul edilirler. Hunor, Hun kolunu, Magor ise Macar kolunu temsil eder. Macarlara günümüzde Avrupa'da verilen iki isim (Magyar ve Hungar) yine buradan kaynaklanır. Kimi görüşlere göre aslında kökeni çok daha eskilere kadar uzanmaktadır ve İskit (Saka) kökenli söylencelerin gelişmesiyle oluşmuştur. Hunor, kardeşi Magor ile birlikte kutlu bir geyiğin peşinde denizi geçerek Macaristan topraklarına ulaşır. Hunor'un soyundan Attila Han’ın geldiği söylenir. Magor'un soyundan ise Almos gelir. Başka bazı Orta Asya efsanelerinde Sakaların kurucusu olan iki kardeştirler.
Macar destanlarında Hunor ve Magor'dan bahsedilir. Bundan hareketle Moğların, bir Türk boyu olan Macarlar'ın ataları olduğu sanılmakla birlikte bu durumda da Macarlar'ın ilk yurdunun da Güney Anadolu olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Moğol adının da Mağor'dan geldiği düşünülmektedir.

Gok ve Magok (Yecüc ve Mecüc) benzerliği

Gok-Magok ifadesi Tevrat'ta ve İncil'de geçmekle birlikte Yahudiler, Hıristiyanlar, Araplar bu iki tabirden Türkler'i çıkarırlar. Yorumlarda "kafkasya'da yaşıyan insanların, İskitler'in kastedildiği" söylenir. Ancak bu iki kardeşin dini kitaplarda bahsedilen Yecüc ve Mecüc olmadığı sanılmaktadır.
Öte yandan Türk olan Kimmerlerle Sakalar Kafkaslar-Fırat yolunu takip ederek gelmişler ve MÖ 8. yüzyılda Orta Doğu bölgesine yerleşmişlerdir. Asur kaynaklarına göre Sakalar, Kimmerler'i kovalıyarak Kafkaslar'a geldiklerinde, Saka Kağanı Gok'un Parat ve Marat adında iki oğlu vardır ve MÖ 662 yılında Asur ülkesine saldırdıklarında yenilerek esir düşmüşlerdir. Parat'ın oğlu Madıva bunun üzerine tüm Anadolu, Suriye ve Filistin'i ele geçirmiştir şeklinde anlatılır.
M.S. 628 de yazılmış olan Süryanice İskender romanında, Gok isminin yanında geçen Mağok ismi de Türk kavimlerinin başbuğlarının adları ile anılır. (Mağok adını Türklerin atası Nuh'un torunundan almıştır). Urfa Psikoposu Âfram, sözünü ettiğimiz eserde şöyle yazmıştır: "Onlar Gok ve Mağok atlılarıdır. Küheylanlarının üstünde fırtına gibi uçarlar. Karşılarında durabilecek hiç kimse yoktur."
Goğarlar'ın, Gok'un soyundan Moğarlar'ın da Mağor'un soyundan geldiği sanılmaktadır. Moğ ülkesi, Van ve Hakkari çevresidir. Her ikisi de Saka boyudur. Buradan çıkan sonuca göre Türkler, Anadolu'ya Malazgirt Savaşı'yla ve Selçuklular döneminde değil de ondan çok daha önceleri Sakalarla gelmişlerdir.

  Oğuz Kağan Zülkarneyn




Oğuz Kağan’ın [1] yukarıda anlatıldığı üzere bir peygamber hükümdar olarak nitelendirildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki yine aynı Kehf süresindeki bir kıssa olan Zülkarneyn ile özdeşleştirenler de olmuştur. Mesela Ahmet Tacemen’e göre Oğuz’un, öküzden meydana geldiğini anlatan efsane, “iki boynuzlu” demek olan Zülkarneyn’in Oğuz Kaan olması ihtimalini güçlendirmektedir. Ona göre, Zülkarneyn, Oğuz Kağan’ın fethettiği ülkeleri fethetmiş bir fatihtir. Oğuz da, doğuya ve batıya seferler düzenlemiş ve oralarda hükmetmiştir. Oysa Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğu ihtimali son derece zayıf bir ihtimaldir.
17. yüzyılda yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur’ân ve Nefâisü'l- Furkan" isimli Kur’ân tefsirini kaleme alan, Türk ve Oğuz kelimelerini sıkça kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vanî Mehmet Efendi, Arap medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye’cûc ve Me’cûc'ü Türkleştirmelerine mukabil, o da Kur’ân'da bahsi geçen Zülkarneyn'in Oğuz Han olduğunu söylemiş, hatta “bu hususta tereddütü mucip olacak bir nokta yoktur" ifadesiyle kanaatini belirtmiştir. Böylece, Ye’cûc ve Me’cûc'e karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.  

Vânî Mehmet Efendi’ye Göre “Zülkarneyn, Oğuz Han’dır” Kur’an’ın tarihî anlatımlarında çoğunlukla olayların geçtiği zaman ve mekân açıkbirbiçimde belirtilmez. Onun anlattığı her olayın satır aralarından süzülüp çıkan bir amacı vardır. Bunun için anlatılanlar, amacı gerçekleştirdiği noktada sona erer. Aynı kıssayla ilgili bölümlerin bazen farklı sureler veya ayet grupları içinde tamamlanması veya belli bölümlerinin tekrar edilmesi de bunun açık göstergesidir. Böyle bir durumda müfessir, önceden aynı olayın anlatıldığı Tevrat ve İncil’den, diğer kaynakları da ifade eden isrâiliyattan yardım ve destek alarak, kendi bakış açısına göre tespit ettiği boşlukları doldurmaya çalışmakta; olayların zamanı, mekânı ve şahıslarını belirleme girişiminde bulunmaktadır. Müfessirlerin birçoğu, Kur’an’da adı konulmayan övülen veya yerilen bir topluma,yaşadığı dönemde olumlu veyaolumsuz yönleriyle tanıdıkları bir toplumun adını koymakta sakınca görmemiş- lerdir. Bu nedenle onların, tefsirlerine almış oldukları tarihî bilgiler sorgulanmaya, eleştirilmeye ve bilimsel bir yaklaşımla irdelenmeye muhtaçtır. İslam tarihini çok sayıda etnik, sosyal, kültürel ve siyasî bir yelpazenin oluştur- duğu bir tarih olarak tanımlayacak olursak, doğal olarak müfessirleri de kendi özel kimlikleri içindegörmenin bir zorunlulukolarak ortaya çıktığını görürüz. Böyleceonların ideolojikokumalarının arka planını görebiliriz. Kur’an’ın tarihten seçerek aldığı bir olayın yorumu niteliğinde birtakım müfessirin Türkler hakkında yaptığı olumlu veya olumsuz değerlendirmeler de bu çerçevenin içinde düşünülmelidir. Müslüman Arapların tarihte ilk kez Türklerle karşılaştıkları sıralardaki izlenimleri, yorumlarının da rengini belirlemektedir. Onların bu karşılaşması daha çok savaş ortamlarında olduğu için, Türklerle ilgili değerlendirmeleri genelde olumsuz olmuştur. Türklerin Müslümanoluşuyla birlikte bu izlenim,zamanla olumlu bir hâle dönüşmüştür. İlk kez girdiği şekliylede bu görüşler hiçbirengel, eleştiri ve sorgulamayla karşılaşmaksızın asırlarca Türk müfessirlerininki de dahil olmak üzereneredeyse bütün tefsirlerde tekrar edilip durmuştur. Sayısı az da olsa bu geleneği sorgulayan müfessirler olmuştur.  Tefsir tarihinde siyasî okumalar, Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cüc’ün kimlikleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Kur’an’ın anlatımıylaZülkarneyn, görevinin sorumlulu- ğunu taşıyan insanlar için güzel bir örnektir. Ye’cüc ve Me’cüc ismi de bukıssanın içinde geçer ve içeriğinin temel unsurlarından birisini oluşturur. Söz konusu bu iki topluluk hakkında Kur’an’ın yaptığı değerlendirmeler oldukça dikkat çekicidir. Toplumların davranışlarını sorgulamasının bir gereklilik olduğu burada önemle vurgulanır. Zülkarneyn’i öne çıkartan özellik, bu iki topluluğun bozgunculuk yapmasına imkân vermemesidir. Bu anlatımda Zülkarneyn, övülen niteliklerin sahibi örnek bir şahsiyet, Ye’cüc ve Me’cüc ise, kötülüğü temsil eden ve bunun için de yerilen iki toplumdur. Zülkarneyn’in nerede ve ne zaman yaşadığı Kur’an’da açıkça belirtilmemiştir. Müfessirler, Zülkarneyn’in kimliği, zamanı ve olayların geçtiği mekânla ilgili olarak birbirini tutmayan rivayetleri eserlerine taşımışlar, kendileri de çoğu zaman tercih yapmakta zorlanmışlardır. Müfessirler bu konuda genelde kendilerinden önceki rivayetleri aynen aktarmışlar bazen de etnik, tarihî veya kültürel kimliklerini öne çıkartarak, Zülkarneyn’i millîleştirmişlerdir. Bunun da çoğunlukla toplumların çeşitlialanlarda ün yapmış kişileri kendilerinden gösterme eğiliminde olmasından kaynak- landığını söyleyebiliriz. Böyle bir anlayışın sonucunda, her müfessirin favori olarak gösterdiği Zülkarneyn de birbirinden farklı olmuştur. Bir başka deyişle, tefsirlerde Zülkarneyn’in kimliği ile ilgili olarak verilen çelişkili bilgiler, adeta aralarındaki bitiş noktası belli olmayan bir yarışıniçinde yorgun düşmüştür. Kur’an, bu kişinin yalnızca lâkabını söylemiş, ismini ve kimliğini açıkça belirtmemiştir. Ayrıca müfessirlerin adlarını tahminen verdiği şahısların, Kur’an’ın niteliklerini açıkça belirttiği Zülkarneyn tanımına pek uymadığı da anlaşılmaktadır. Çünkü müfessirler arasında Zülkarneyn’in Büyük İskenderolduğunu söyleyenlerden tutun da, İran Med İmparatoru Dârâ ve Kurûs, Yunan, Himyer krallarından biri, hatta onun bir melek olduğunu bile söyleyenler olmuştur . Durum böyle olunca da onun hayat hikâyesine pek çok uydurma haber de karıştırılmıştır. Kur’an Zülkarneyn’i, Allah’ı seven ve Allah’ın da kendisinisevdiği salih bir kul olarak tanıtmaktadır. Tarihçilerin ve müfessirlerin Zülkarneyn olarak tahmin ettikleri şahıslarda ise, bu özellikleri tam olarak görememekteyiz34. Çünkü onların adlarını verdikleri butarihî şahsiyetlerin çoğunun putperest oldukları, çok-tanrılı kültlere bağlı olduklarıbilinmektedir. Kur’an ise Zülkarneyn’in Allah’a olan imanına ve ona gönülden bağlı oluşunaözel bir vurgu yapmaktadır . Vânî Mehmed Efendi, Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğu şeklindeki Türk tarihlerinde de yer alan ve dayanağı sadece geleneksel ve folklorik olan bir görüşe katılmaktadır. O, Araisü’l-Kur’an’da müstakil bir başlık altında bu kıssayı ele almış ve konuyu anlatan Kehf sûresi, 83-98. ayetlerinin tefsirini yapmıştır36. O, Kehf suresinin nüzul sebebini anlattıktan sonra Zülkarneyn’in kimliği ile ilgili olarak tefsirlerde yer alan rivayetleri aktarmış ve bu konuda kendi görüşünü de açık bir biçimde ortaya koymuştur: “Türklerin Benî İshak’tan kabul edilmesine gelince; buradaki İshak’ın, İshak Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde Oğuz Han’ın Yafes’in neslinden olduğunu gördüm. Türklerin tamamı onun neslindendir. Oğuz Han, Hz. İbrahim’le muasırdı. Hatta Türkler, onun İbrahim’e iman ettiğini ve İshak’ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han’dır derlerdi. Bu duruma göre Türkler, anne tarafından Hz. İshak’ın evlâdıolmuş olurlar. Nitekim Hz. İsa’nın Benî İsrâîl’den olduğu gibi, Türkler de, Beni İsha- k’tan sayılırlar. Türk ismi de, Oğuz Han’ın çocuklarına verilmektedir” . Kur’an’da,Zülkarneyn kıssası içinde önemli bir unsur olan Ye’cüc ve Me’cüc’ün soyları, mekânları ve zamanları belirtilmemiş, yalnızca yeryüzünde bozgunculuk yapan iki toplulukolarak anılmışlardır. Müslüman tarihçiler ve müfessirlerin birçoğu Ye’cüc ve Me’cüc’ün Türkler olduğunu söylemişlerdir. Bu yorumlar, dayanaksız ve spekülâsyondan öteye gidemeyen çelişkiler yumağı olup asla gerçekleri yansıt- mamaktadır. Gerek geçmişte Zülkarneyn’in bozgunculukları yüzünden Ye’cüc ve Me’cüc’ü hapsetmesini, gerekse bir kıyamet alâmeti olarak ahir zamandaortaya çıkıpdünyayı fesada vereceklerini haber veren ayetlerden, onların her dönemde dünyayı ifsat eden topluluklar olabileceği ve bunların da her milletten çıkabileceğianlaşılmaktadır . Zülkarneyn’in karşılaştığı ve Kur’an’ın adını vermediği, ‘neredeyse hiçbir sözü anlamayan topluluk’ diye nitelendirdiği bu insanlar kimlerdir? Müfessirlerin büyük bölümü tefsirlerinde, bu topluluğun Türk olduğu yolundaki rivayetlere yer vermişlerdir. Onlardan bir bölümü de, Zülkarneyn’in Ye’cüc veMe’cüc’e karşı yapılacak set için ‘bana gücünüzle yardım edin’ dediği topluluğun Türkler olduğunu söylemiştir. Müfessirlerin bu ayetler çerçevesinde aktardıklarını veya kendi düşüncelerini dikkatle okuyacak olursak ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır:
—Türkler, hem Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı Zülkarneyn’den yardım isteyen, ayrıca
Zülkarneyn’inde seddin yapımındakendilerinden yardım istediği bir topluluk olmaktadır.
—Hem de bozguncu Ye’cüc ve Me’cüc olmaktadır.

Görüldüğü gibi, birbirini peş peşe izleyen biranlatım örgüsü içinde,pek çok müfessirin içine düştüğü bu çelişkiyededoğrusu bir anlam veremiyoruz. Öyle zannediyorum ki, Türk müfessirler de içinde olmak üzere onlar, düştükleri bu çeliş- kinin pek de farkında değillerdir. Hiçbir tereddüt göstermeden önceki tefsirlerde bulduklarını bir iyi niyet gösterisi olarak nakletme alışkanlığı onları bu çelişkiler girdabının içine düşürmüştür. Üzüntüyle belirtelim ki, müfessirler arasında bu gir- daba düşmeyenlerin veya kurtulma çabası gösterenlerin sayısı da oldukça azdır.
Vânî Mehmed Efendi, Zülkarneyn kıssasında bozguncu nitelikleriyle tanıtılan Ye’cüc ve Me’cüc’e , kendinden önceki birçok müfessirin Türk kimliğini giydirmesine karşılık, o, bu bozguncu millete karşı set çeken Zülkarneyn’in Türk olduğunu söylemiştir. O aynı zamanda set yapma konusunda ona yardımcı olan milletin de Türkler olduğunu belirtmiştir. Türkler aleyhinde tefsirlere giren bu tür yorumların birtakım tarihî ve siyasî nedenleri olsa gerektir. Bu asılsız, dayanaksız ve önyargılı fikirler, daha önce de belirttiğimiz gibi, nakilci geleneğin bağımlısı olmuş bazı Türk müfessirler tarafından da aynen aktarılmıştır. Bunun için birtakım müfessirin Ye’cüc ve Me’cüc’ün şu veya bu millet olduğu yolundaki görüşlerine katılmamız birçok yönden mümkün değildir.
Vânî Mehmed Efendi’nin, söz konusu ayetlerin bir tefsiri olaraksunduğu Türklerle ilgili düşüncelerini bütünüyle paylaşan, ondan övgüyle bahsederek, kendi görüşünü onunbuyorumları üzerine bina etmek isteyen de İsmâil Hâmi Dânişmend olmuştur. O, “Türklük Meseleleri” ve “Türklük ve Müslümanlık” adlı eserlerinde, Ye’cüc ve Me’cüc ve Zülkarneyn’in kimlikleri hakkındaki açıklamalarından dolayı Vânî Mehmed Efendi’yi takdir etmekte, onu övgüyle anmaktadır. Vânî’yi, “on yedinci asırda bir Türk ırkçısı” olarak nitelemektedir:
“Arapların din bahislerinde bile gösterdikleri Arapçılık taassubuna karşı çok meşru bir heyecanla Türk milliyet ve ırkını müdafaa edip, Osmanlımedresesinin taassup devrinde Türkçülük bayrağını tefsir ilminin tepesine diken yegâne Türk âlimi, Vânî Mehmed Efendi merhumdur” .
Dânişmend, Vânî Mehmed Efendi’nin hayatından kısaca söz ederek onun bazı âlimlerce tenkit edilmesinin nedenini de şöyle açıklamaktadır: “Onun düşmanları da meziyetleri kadar çoktur; büyük başlar daima düşman kazanır; eski İstanbul’un kozmopolit medresesini dolduranbu mutaassıp düşmanlar onun Türkçülüğünü İslâm vahdetine halel verecek bir tefrikacılıkla tefsir etmişler dir. Bu haksız ithamın tesiri en son Osmanlı müelliflerine kadar asırlarca sürmüş ve meselâ; Şemseddin Samî Fraşeri “Ka’mûsu’l-A’lâm”ının altıncı cildindeki ‘Vânî’ maddesinde onu, “milel-i sâireye karşıolan taassubuyla meşhûr”43 gösterdiği gibi, Bursalı Tâhir Bey bile, “Tevhîd-i kulûb-ı İslâmiyâne hizmet edemeyen, siyâsete gayr-ı vâkıf ulemâdan”44 olmakla itham etmiştir!Tabiî bu tuhaf ithamın yegâne sebebi, Vânî Mehmed Efendi merhumun Arap medresesinden Türk medresesine geçen ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlıuleması tarafından körüklenen Türk aleyhtarı kültüre isyan etmiş olmasından ibarettir!”.

Vânî Mehmed Efendi hakkında, hem Danişmend’in hem de yukarıdaki yargılara varan diğer müelliflerin değerlendirmelerine bütünüyle katılmak zordur. Çünkü tarihsel olaylar, kendi özel şartları ve bağlamlarında ele alınmalıdır. İnsanlar, yaşamışolduklarıdönemde ortaya çıkan olaylar ve durumlara göre davranış biçimleri belir- lemişler; bunda, bazen doğruyu bulmuşlar,bazen de yanılgıya düşmüşlerdir. Asırlar önce meydana gelmiş olan bir olayı yorumlamaya çalışan tarihçi, değerlendirme ve yargılarında bu ilkeyi esas almalıdır. Çünkü farklı zaman ve kültür ortamlarında ortaya çıkan olayların bağlamlarından koparılarak sağlıklı değerlendirmelere ula- şılması mümkün değildir.
Bütünlüğünden çekilip çıkartılarak farklı mecralarataşınan bir olay, görüşve temadan,tarihî malzemeden hareketle çıkışnoktasını, içinde yaşanılanortamın oluşturduğu bir konuda yargıya varmak bizi doğru sonuca götürmez. Danişmend’in içinde yaşamış olduğu olaylar, sorunlar, ilmî, siyasî ve kültürel atmosfer ile Vânî Mehmed Efendi’ninki oldukça farklılık göstermektedir. Problemler ayrı olduğu için çözümleri ve bunlara gösterilen tepkiler de kuşkusuz ayrı olacaktır. XVII. asır, Vânî Mehmed Efendi’nin yaşamış olduğu dönem ve onun içinde etkin olarak bulunduğu olaylar göz önünde tutulursa,Danişmend’in ortaya koymaya çalıştığı bir boyutta, ne Vânî Mehmed Efendi’nin ne de XVII. asrın böyle bir problemi söz konusudur.
Sonuç :
Türkler Müslüman oluşlarıyla birlikte İslamı gönülden benimsemiş, bu dinin yaşaması, yayılması ve güçlenmesi için gereken her şeyi yapmıştır. Onlar, Tebük Seferi’ne katılımda gevşeklik göstermeleri nedeniyle Kur’an’da eleştirilen ve kına- nan durumlara asla düşmemiş, Kur’an’ın yerdiği değil, övdüğüniteliklere sahip bir toplum olmayı en büyük gaye edinmişlerdir. Güçlü devlet ve toplum oluşunu adeta tarihe tescil ettiren Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği ilim adamları, böyle bir tarihî birikimin verdiği güç ve cesaretle kendilerini yaşadıkları dünyanın yönetiminde tek liyakatli toplum olarakgörmüşler ve gereğini de yapma gayretinde olmuşlardır. Onların hükümranoldukları dünyada bıraktıkları tarihi ve kültürel miras da bunun açık göstergesi olmuştur.

Osmanlı âlimlerinin ortak görüşü hâline gelen bu düşüncenin sözcülüğünü, XVII. yüzyıl Osmanlı müfessirlerinden Vânî Mehmed Efendi yapmıştır. O, Arâisü’l- Kur’ân’da bu konudaki genel kanıyı, bir Kur’an ayetinin yorumuolarak ifade etmiştir. O, Tebük Seferi’ne katılımda isteksiz bir tutum içinde olanların şiddetle kınandığı Tevbe suresi otuz dokuzuncu ayetini, işte böyle bir bakış açısı ile yorumlamış ve “yerinize başka bir millet getirir” ifadesinde, Arapların yerine getirilecek toplumun Türkler olduğunu söylemiştir. O, bu yorumunu Türklerin İslam Dini’ne hizmetleri ve bu uğurda düşmanlarıyla yaptıkları mücadelelerde sağlamış oldukları başarılardan çarpıcı örnekler vererek desteklemiştir.
Her toplumun bu ayetlerde belirtilen olumlu niteliklere uygun davranma konusunda kendini aday olarak görmesi, bu uğurda birbiriyle yarışması, bunun çabası içindeolması ve kendilerini Kur’an’da çerçevesi çizilen örnek toplum olarak görmesinde bir sakınca yoktur. Bu tür yorumlara uygun düşen ayetlerde belirti- len nitelikler, Müslüman toplumlar için gösterilen ideal noktalardır. Toplumlar, tarihlerinin belirli kesitlerinde bu noktalara ulaşmış olabilirler. Buradaüzerinde durulması gereken, toplumların erişebildikleri bu düzeyden geriye doğru dönüş, bir düşüş içinde olmamalarıdır.

Vânî Mehmed Efendi’yi diğer Türk müfessirlerinden farklı kılan bir diğer yorumu da Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cüc’ün kimlikleriyle ilgilidir. O, birçok meslektaşı gibi Kur’an’ın, bozgunculuklarıyla tanıttığı iki toplulukolan Ye’cüc ve Me’cüc’ün Türkler olduğunu söylemek yerine, onlara geçit vermeyen Zülkarneyn’in, Oğuz Han olduğunu söylemiş ve kendine göre gerekçelerini de ortaya koymuştur. İçinde bazı Türk müfessirlerin de bulunduğu birçok müfessirin Türkler aleyhinde hiçbir ilmî dayanağı bulunmayan rivayet ve düşünceleri tefsirlerine aynen taşıdıklarını da dikkate alırsak, onun bu konudaki görüşleri daha da anlamlı hâle gelecektir.


[1] Oğuz Kağan destanında şöyle bir metin geçmektedir: “Oğuz, yeryüzünde bütün kağanları hükmü altına almak için sefere çıktı. Kırk günden sonra buz dağına gelmişlerdi. Oğuz orada çadır kurup geceledi. Tan yeri ağarırken çadırına bir ışık indi. Işığın içinden gök tüylü, gök yeleli, kızıl ağızlı bir erkek kurt çıktı. Kurt Oğuza dönerek ‘Ey Oğuz Kağan sana yol göstereceğim. Ben nereye gidersem, sen de oraya gideceksin’ dedi. ...Oğuz Kağan’ın bir veziri vardı. Adına Uluğ Türk  derlerdi. Ak sakallı çok akıllı, çok bilgili bir koca kişiydi. Bir gece bir rüya gördü. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanan bir altın yay ve onun üzerinde kuzeye doğru yönelmiş üç gümüş ok görmüştü. Bunun hayırlı bir rüya olduğunu ve Oğuz’a büyük bir devlet nasip olacağını düşündü ve gidip Kağan’a durumu anlattı.’ Ey Kağanım! dedi, Tanrı sana uluğ devlet bağışlayacak, yürü var git. Senin önünde diz çökmeyecek Kağan, boyun eğmeyecek ülke yoktur. Oğuz bu öğütleri iyice dinledi. Tanrı’nın kendisine hep yardımcı olduğunu biliyordu.” Erol Güngör, Tarihte Türkler, 3.Baskı, İstanbul 1992, s.19. 

 

Kaynakça

  • Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt, Türkiye, 2011, (OTRS: CC BY-SA 3.0)
  • Yavuz, Edip; Tarih Boyunca Türk Kavimleri, sf.169
  • Times Dünya Tarihi sf. 55
  • Öztuna, Yılmaz; Devletler ve Hanedanlar, Kültür Bakanlığı, Ankara,1990



[1]  el-Beğavî, C.3, s.181-182; eş-Şevkânî, C.3, s.312; İbn Atiye el-Endulusî, C.10, s.449.
وأخرج ابن المنذر عن كعب قال  عرض أسكفة يأجوج ومأجوج التي تفتح لهم أربعة وعشرون ذراعا تحفيها حوافر خيلهم والعليا اثنا عشر ذراعا تحفيها أسنة رماح
es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.461.                                                         
[2] Beydâvî, C.3, s.523; Mehmet Vehbi Efendi, C.7, s.3171.
[3] el-Kurtubi, C.11, s.56; el-Kâsımî, C.11, s.4102.
[4] er-Râzî, C.21, s.170; el-Beydâvî, C.3, s.523; el-Kurtubî, , C.11, s.56. Ahmed b. Velîd er-Ramlî, İbrâhim b. Eyyûb el-Hûzânî’den o da el-Velîd b. Müslim’den o da Sa`id b. Abdulazîz’den rivâyet etmiştir ki: ifsatları, adam yemeleridir. Bkz. et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17; Ebu’s-Suûd, C.5, s.245.
وأخرج ابن المنذر وابن أبي حاتم عن حبيب الأرجاني في قوله      إن يأجوج ومأجوج مفسدون في الأرض     قال  كان فسادهم أنهم كانوا يأكلون الناس es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.461.                                                                      
[5] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, C.5, s.191.
[6] et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, C.16, s.17.
فالخبر الذي ذكرناه عن وهب بن منبه في قصة يأجوج ومأجوج يدل على أن الذين قالوا لذي القرنين إن يأجوج ومأجوج مفسدون في الأرض إنما أعلموه خوفهم ما يحدث منهم من الإفساد في الأرض لا أنهم شكوا منهم فسادا كان منهم فيهم أو في غيرهم والأخبار عن رسول الله أنهم سيكون منهم الإفساد في الأرض ولا دلالة فيها أنهم قد كان منهم قبل إحداث ذي القرنين السد الذي أحدثه بينهم وبين من دونهم من الناس في الناس غيرهم إفسادا                                        







  


  et-Taberî, a.g.e., C.16, s.22


OĞUZ KAAN - HZ. SÜLEYMAN - ASUR KRALI - NARAMSİN - SHİN HUVANKTİ

2.3.8  Oğuz Kağan
Oğuz Kağan’ın[1] yukarıda anlatıldığı üzere bir peygamber hükümdar olarak nitelendirildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki yine aynı Kehf süresindeki bir kıssa olan Zülkarneyn ile özdeşleştirenler de olmuştur. Mesela Ahmet Tacemen’e göre Oğuz’un, öküzden meydana geldiğini anlatan efsane, “iki boynuzlu” demek olan Zülkarneyn’in Oğuz Kaan olması ihtimalini güçlendirmektedir. Ona göre, Zülkarneyn, Oğuz Kağan’ın fethettiği ülkeleri fethetmiş bir fatihtir. Oğuz da, doğuya ve batıya seferler düzenlemiş ve oralarda hükmetmiştir. Oysa Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğu ihtimali son derece zayıf bir ihtimaldir.[2]
17. yüzyılda yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur’ân ve Nefâisü'l- Furkan" isimli Kur’ân tefsirini kaleme alan, Türk ve Oğuz kelimelerini sıkça kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vanî Mehmet Efendi, Arap medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye’cûc ve Me’cûc'ü Türkleştirmelerine mukabil, o da Kur’ân'da bahsi geçen Zülkarneyn'in Oğuz Han olduğunu söylemiş, hatta “bu hususta tereddütü mucip olacak bir nokta yoktur" ifadesiyle kanaatini belirtmiştir. Böylece, Ye’cûc ve Me’cûc'e karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.[3]

[1] Oğuz Kağan destanında şöyle bir metin geçmektedir: “Oğuz, yeryüzünde bütün kağanları hükmü altına almak için sefere çıktı. Kırk günden sonra buz dağına gelmişlerdi. Oğuz orada çadır kurup geceledi. Tan yeri ağarırken çadırına bir ışık indi. Işığın içinden gök tüylü, gök yeleli, kızıl ağızlı bir erkek kurt çıktı. Kurt Oğuza dönerek ‘Ey Oğuz Kağan sana yol göstereceğim. Ben nereye gidersem, sen de oraya gideceksin’ dedi. ...Oğuz Kağan’ın bir veziri vardı. Adına Uluğ Türk  derlerdi. Ak sakallı çok akıllı, çok bilgili bir koca kişiydi. Bir gece bir rüya gördü. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanan bir altın yay ve onun üzerinde kuzeye doğru yönelmiş üç gümüş ok görmüştü. Bunun hayırlı bir rüya olduğunu ve Oğuz’a büyük bir devlet nasip olacağını düşündü ve gidip Kağan’a durumu anlattı.’ Ey Kağanım! dedi, Tanrı sana uluğ devlet bağışlayacak, yürü var git. Senin önünde diz çökmeyecek Kağan, boyun eğmeyecek ülke yoktur. Oğuz bu öğütleri iyice dinledi. Tanrı’nın kendisine hep yardımcı olduğunu biliyordu.” Erol Güngör, Tarihte Türkler, 3.Baskı, İstanbul 1992, s.19. 
[2] yunus.hacettepe.edu.tr/~b9949906/oguzkagan.htm - 54k ( 23.04.2004)


HZ. SÜLEYMAN

2.3.10  Hz. Süleyman
“Zülkarneyn” isminin, mevcut peygamberlerden birine verilen bir lakap olma  ihtimalinden yola çıkılarak onun Süleyman Peygamber olabileceği tartışılmıştır. Bu görüş sahipleri, Kur’ânı Kur’an’la tefsir etmeye yönelmiş ve Zülkarneyn’e en yakın isim olarak Süleyman Peygamberi düşünmüşlerdir. Zira her iki peygamberde de savaşçılık ruhu, merhamet, adalet, insana minnet etmeme[1], nimeti idrak[2] vasıfları vardır.[3] Ayrıca her ikisine de dünyada kimseye bahşedilmeyen farklı bir nimet ve muhataplarına karşı, geniş insiyatif [4] verilmiştir:
«(Süleyman) ‘Rabbim! Beni affet! Bana hiçkimseye vermediğin bir mülk (ve hükümdarlık) ver!.. Çünkü, sen,  çok lutfedensin.’[5]»
 Kur’ân’daki birçok ayetten, Yüce Allah’ın, cinleri, şeytanları, kuşları, karıncaları ve rüzgarı, Hz. Süleyman’ın emrine vererek, “herşeyden bir pay verdiği” yani duasını kabul ettiği[6] görülmektedir. Bu görüşe göre Kur’ân’da, kendisine “herşeyden bir nasip verilmiş”, çok güçlü bir peygamber olduğu anlaşılan, Zülkarneyn, Süleyman Peygamberin yalnızca bir lakabından ibaretir.[7] «(Ey Muhammed) Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım. Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona HERŞEYDEN BİR SEBEP (istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını) verdik.[8]»
Gerçekten de her iki peygambere de verilen nimetler ve karakteristik özellikleri zihinlerde benzer bir çağrışım uyandırsa da Süleyman peygamberin fethettiği yerler Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssasına uygun düşmediği gibi Yecüc ve Mecüc’le mücadele etmediği de Tevrat’dan anlaşılmaktadır.[9] Bu sebeple Zülkarneyn’in, Hz. Süleyman olması mümkün görünmemektedir.

[1] K. (27) en-Neml 35-36. (18) el-Kehf 94-95.
[2] K. (18) el-Kehf 98 ve  (27) en-Neml 40.
[3] www.yeniyorumlar.com/turkce/trmenu.htm - 15k ( 23.04.2004.)
[4] K. (18) el-Kehf 86 ve  (38) Sâd  39.
[5] K. (38) Sâd 15.
Hz. Süleyman’ın yaptığı bu dua'yı Allah Teâlâ kabul etmiş ve şöyle  karşılık vermiştir:
«Süleyman Davut’a mirasçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, ve bize her şeyden bir pay verildi. İşte bu açık bir lütuftur. K. (27) en-Neml 16.
[6] İlgili âyetleri mukayese  için bkz. K. (21) el-Enbiya 78-81; (27) en-Neml 15-44;  (34) Sebe 10-12; (38) Sâd 30-39.
[8] K. (18) el-Kehf 83-84.
[9] İlgili Tevrat âyetleri için bkz. s. 77-85.


ASUR KRALI

2.3.9  Asur Kralı
Bazıları, Zülkarneyn’in, Asur krallarından biri olduğunu iddia etmişlerdir.[1] M.Ö. 7. asırda, Siyenpi kavimleri, Kafkas geçidinden, Ermenistan’a, sonra İran’a hücum etmişler ve sonra muhtemelen Asur memleketine ulaşmışlardır. Asur’un başkenti Ninova idi. Şehri kuşattılar, halkı öldürdüler ve esir ettiler. Bunun üzerine, Asur kralı, (Muhtelmelen Asurbanipal)bu saldırıları engellemek için bir sed yapmıştır. Bu sed ile kastedilen Bâbü’l-Ebvâb olabilir. Daha sonra bu seddin tamir ve onarımını Fars krallarından Kisra Ânuşirvan yapmıştır.[2]
Tarihe baktığımızda Asur Krallığının en geniş sınırları Anadolunun ortasına kadar uzanmaktadır. İç ve Batı Anadolu’yu ele geçirememişlerdir. Oysa âyette, Zülkarneyn’in güneşin doğduğu ve battığı yere gittiği ifade edilmiştir. Bu tâbir, Zülkarneyn’in dünya yüzünde ulaşabildiği en son sınırlara kadar fetihlerde bulunduğu anlamına gelmektedir. Kimmerler, Frigya ve Lidya Krallığı, Asurların bitişiğinde olup bu yerler Asur tarihinin hiçbir döneminde fethedilememiştir.[3]

[1] Asur İmparatorluğu (M.Ö. 1170-612): Mezapotamya’nın kuzeyinde yaşayan Asurlular, Kral Tukulti-Ninurta(M.Ö. 1235-1198) döneminde, topraklarını Bâbil’den aldıkları yeni yerlerle genişletmeye başladılar. Tiglat-Pleser zamanında (M.Ö. 1116-1090) Asur hakimiyeti Suriye’ye ve Anadolu’nun içlerine kadar yayılmıştır. En büyük Fetihler II. Aşurnazirpal ve III. Şalmanezer döneminde (M.Ö. 883-824) döneminde gerçekleşti. Asur İmparatorluğu artık Mezapotamya’nın yanı sıra Suriye, Filistin ve Ermeni topraklarına hakim olmuştur. Asurlularla Bâbil’liler arasındaki bitmek bilmez rekabet bu dönemde Asur lehine işlemiştir. Ancak bir süre sonra Kral Asurbanipal (M.Ö. 668-626) döneminden sonra giderek gerilemeye başlayan Asur imparatorluğu, Yeni Bâbil İmparatorluğu’nun ortaya çıkışı ile yıkılmıştır. Bkz. “Bâbil ve Asur Uygarlıkılar”, Temel Britannica, C.2, s.250-253; Doğan-Burda-Rizzoli Atlas Harita Servisi, Tarih Atlası 2004, DBR Dergi Yay. s.5.
[2] Tabatabâî, C.13, s.382.
[3] Bkz. dipnot 336.

NARAMSİN

2.3.12  Naram-Sin

Günümüz araştırmacılarından Sargon Erdem, 4000 yıllık bir çivi yazılı tablet ile 20. y.y.da gün ışığına kavuşturulmuş Naram-Sin’e ait tarihî bilgilerin, Kur’ân’da ki Zülkarneyn kıssası ile örtüştüğünü düşünmüştür. İsrâîl peygamberlerinden farklı olarak Tevrat ve İncil’de yer almayan Zülkarneyn, yalnız Kur’ân’da görülmektedir. Arap ve Süryânî efsanelerinde ise “Zülkarneyn’in Kaf dağı ile konuşması[1]” gibi Kur’ân âyetleriyle her hangi bir benzerliği olmayan masallar mevcuttur.[2] Naram-Sin ise, dünyanın ilk defa, imparatorluğunu en geniş hudutlarına kavuşturan ve  “dört iklim hükümranı” unvanını taşıyan kimsedir.[3]  

Sargon Erdem’e göre, Adı bilinen en eski Sâmî kavim Akkad’lardır. M.Ö. 3000 yıllarında, kafileler halinde Güney Arabistan’dan Mezapotamya’ya göç etmiş ve orada bulunan Sümerler ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Akkad’ların Sümer çivi yazısı ile yazdıkları Akkadca, bütün Sâmî dillerin anası durumundadır. Kelimelerin hemen hepsini Arapça’da bulmak mümkündür ve gramer kaidelerinin tamamı Arapça’nınkiler gibidir. Meselâ, “karnu”, Arapça “karn” gibi “boynuzlu” mânâsındadır. M.Ö. 2350 yıllarında, Sargon’un oğlu veya torunu olan, Naram-Sin’in önderliğinde Sümer devletini yıkarak Akkad İmparatorluğunu kurmuşlardır. Naram-Sin, Tarihçilere göre M.Ö. 2230-2174 veya 2254-2218 tarihleri arasında hükümranlık yapmıştır. Hükümranlığı süresinde, Mezapotamya, İran’ın batı kısımları(Kuzistan), Arabistan’ın Kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır, filistin, Lübnan, Suriye ve Orta doğuya kadar Güney ve Güney doğu Anadolu bölgeleri ile Kıbrıs ve Bahreyn adalarını fethetmiştir.[4]

Ölümünden sonra yazılan tablette onun boynuzlu olduğuna inanıldığı gözükmektedir. ( ...yeryüzü...Naram-Sin yoluna gitti, Ve memleketin Tanrısı da onunla birlikte gitti…Önü sıra iki ilahi kılavuz gitti, (savaş tanrısı) Zabada’nın arkasında, Anuniti ve Şilaba’nın âlameti sivri bir çift boynuz, çift çift sağda ve solda, boynuz boynuza (yan yana)[5] Bu tablet onun ölümünden sonra çok tanrılı inanışa döndüklerinde yazılmıştır. Naram-Sin  adı Akkadca “Habibullah” yani “tanrının sevgilisi” demek olduğundan kısmen Hz. Ali’nin “Zülkarneyn salih bir kul idi, ki o Allah’ı sever, Allah da onu severdi” sözü ile benzeşmektedir.[6]

Sargon Erdem, Batıya seferinin, pek çok müfessirin kabul ettiği Atlas Okyanusu değil Mısır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre sisli denizin uzaktan çamur gölüne benzediği düşünülse bile ‘sıcak ve pis kokulu çamura’ benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü, sıcak ve pis kokulu olmak, gözle görülen değil dokunma ve koku duyularıyla hissedilen özellikler olduğundan, burada ‘ayn hamie’ ile öyle görünen değil öyle olan bir yer kast edilmiş olması lazımdır ki bu yer, toprağı kara, yumuşak, sıcak ve pis kokulu ve takribi 23.000 km2  olan gerçek bir çamur deryası[7] halinde bulunan Nil deltası ve taşkın zamanlarında Nil vadisinin tamamı olması gerektir. Ayrıca Erdem, bazı rivâyetlerde geçen “kapıları çok ve kalabalık bir ülke”  ile kasdedilen şehrin Atlas Okyanusunun kıyısında değil, Mısır gibi büyük bir ülkede olacağını düşünmüştür.[8]

Erdem’e göre, Sâmi Mezapotamya dünyasının gidilebilen en son batı ucu Mısır, yâni Nil’in ve deltasının doğu sahilidir. Dolayısıyla daha yakın çağlarda Fas Tunus ve Cezayir’e verilen Mağrib adı, tarihin ilk devirlerinde, batıda gidilebilen en son topraklara, yani Mısır’a verilmiş, ancak çok uzun yıllar sonra Nil’in öbür tarafı da tanındıkça Mağrib adı daha batıya, Atlas okyanusu sahillerine kadar kaymıştır.[9]

Erdem, Zülkarneyn’in doğu tarafında gitiği son ülkenin, dağları ve vadileri bulunmayan, fakat buna mukabil çöller gibi ıssız olmayıp üzerinde insanlar yaşayan düz bir yer olması gerektiğini düşünmüştür: “Bir yere güneşin doğduğu ülke denilmesi için, bu yerin kara parçasından ayrı ve gidilemeyen bir yer olması gerekir ki Bahreyn adası da Sümer-Akkad ülkesinin güneyindedir. Yakın doğu insanları, Arap yarımadasının doğusunda sahilden 24 km. mesafede bulunan, gözle görülen ve yeşilliği dahi farkedilebilen Bahreyn adasından güneşin doğuşuna şahit olunca, gidemedikleri bu yere “güneşin doğduyu yer” adını vermişlerdir. Yaklaşık 50 km. uzunluğu ve 17 km. genişliği olan Bahreyn adası, suya düşmüş yaprak gibidir. En yüksek yeri adanın tam ortasında bulunan sadece 134 m. Yüksekliğindeki Duhan tepesidir.”[10] Bahreyn adasında 150.000 tümülüs denen mezar binası bulunmaktadır. M.Ö. 2800-1800 yılları arasında yapıldıkları tahmin edilen bu mezar evlerdeki iskeletlerin büyük kısmı Bahreynliler’e ait değildir. % 20’si ise hiç mezar olarak kullanılmamıştır. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda, bu insanların pek çoğunun cemiyet içerisinde yaşayamayacak derecede sakat ve hastalıklı olduklarını, ayrıca hemen hepsinin dişlerinin, fazla miktarda ağır tatlı yemeleri sonucunda tamamen çürümüş olduğunu ortaya koymuştur.[11] Arkeologlar, ölülerin cennet adası diye bilinmesinden ötürü adaya dışarıdan getirildiğini düşünmüşlerdir. Erdem’in kanaati, Gazzâlî’nin naklettiği Zülkarneyn kıssasına uygun olarak, bu adanın adeta cüzzamlılar vadisi gibi bir yer olduğu ve cemiyetlerinde tiksinilen, istenmeyen insanların oraya gönderildikleri şeklindedir.[12] Erdem’e göre, Naram-Sin, kimsenin mezarlarda yaşanmaya son verilmiştir.[13] Bu duruma göre, Kur’ân'daki tarife uyan hükümdar ancak Akad kralı Naramsin’dir.





Tarihi verilere baktığımızda, Akad Krallığının toprakları Asur krallığı gibi sınırlıdır. Dolayısıyla Zülkarneyn’in seferlerini gerçekleştirdiği, varılabilecek en son iki uç bölgeyi kapsayan fetihleri Naramsin de bulamamaktayız. Ayrıca Zülkarneyn’in büyük bir mücadele verdiği Ye’cûc ve Me’cûc konusu da bu görüş doğrultusunda açıklığa kavuşturulamamıştır.

[1] Hikaye şöyledir: “Zülkarneyn Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta!  Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde bir deprem yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter deyince damarım yatışır... Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Sakin gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer depremi yerdeki buharlardan olur. Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı. O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.

   Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Artık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz! Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset. Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların nişanesini yazabilsin! Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim dedi. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!” Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi. Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri! Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... Geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... Zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak! O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin! Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... O hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin! Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun mu lütuftur, ihsandır o. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl... Aşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi. Cebrail dedi ki: “Takatin yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!” Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi. İnsanın bedenine ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder! Hasılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır. Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı. O heybet, yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler. Çavuşların seslerinden, çevgenlerinden canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir. Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir. Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı? Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur. Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi! O zırh, o tolga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü. Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi? Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır. Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altına da! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan! Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü. Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!” Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!” Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır! Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma! Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili. Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçim! Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma! İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de! Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen! Şeker kamışına asıla konan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf suretini mânâ bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil! Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da! Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakat azıcık tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya! Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.Fakat onu hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki? Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir! Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil! Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru! Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna. Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen!  (Mesnevi’den hikayeler) Bkz. www.berrak.org/hikaye128.htm - 18k ( 11. 02,2004)

[2] Sargon Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113, Mayıs 1986, s.3.

[3] Erdem, “a.g.m.”,  s.5

[4] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986),  s.6.

[5] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986),  s.8.

[6] Erdem, “a.g.m.”,  s.9.

[7] Heredot da Mısır için “Menes zamanında Mısır’ın Thebes’ten başka her tarafı bataklıktı.” demekte, taşkınlıkları ve deltanın durumun anlattıktan sonra da, Mısır arazisini kara yumuşak toprak şeklinde vasıflandırmaktadır. Bkz.  Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.4.

[8] Erdem, “a.g.m.”, , s.1-2.

[9] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.1-2.

[10] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.3-4.

[11] Erdem, “a.g.m.”, s.5, (Temmuz 1986), s.3-4. (ARAMCO World Magazine, Vol. 35, No:4, July 1984’ten alıntılamıştır.)

[12]Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.4,5,6,7,8,9. Kıssa şöyledir: “Zülkarneyn seyahatlerinden birinde bir memlekete uğradı. Halkın elinde dünya serveti namına hiçbir şey yoktu. Geçimlerini sebze ile temin ediyorlardı. Sebzelerini, canlı malı korur gibi koruyorlardı. Kendilerine mezarlar kazmışlar, her gün mezarlarını temizler ve ibadetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: ‘Ben kimseyi istemiyorum, beni isteyen yanıma gelir!’ dedi. Zülkarneyn bu sözü uygun buldu ve hükümdarın yanına giderek: ‘Ben seni davet ettim niye gelmedin?’ diye sordu. Hükümdar: ‘Sana bir ihtiyacım olsa gelirdim!’ dedi. Bunun üzerine Zülkarneyn: ‘Bu haliniz nedir, sizdeki bu hali kimsede görmedim?’ deyince hükümdar: ‘Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? ‘ diye sordu. Hükümdar: ‘Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de buraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz.’ dedi Zülkarneyn ‘Niçin sebzelerden başka yiyeceğiniz yoktur, hayvan yetiştirseniz, sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?’ dedi. Hükümdar: ‘Önce, midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Sonra bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra, hiç birisinin tadını alamayız.’ dedi. Sonra hükümdar Zülkarneyn’in önüne kuru bir kelle getirdi ve ‘Bu kellenin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bilmiyorum, anlat bakalım kimdir?’ dedi. ‘Bu adam zalim bir kral idi. Allah Teâlâ ona saltanat ve hükümranlık verdi. O da alabildiğine zulmetti. Allah Teâlâ onu öldürdü, taş gibi oldu. Kıyamette amelinin cezasını bulacaktır.’ Sonra bir kelle daha getirdi. Ve: ‘Bu da adil ve dindar bir hükümdarın kellesidir. Bu da öldü. Kıyamet günü amelinin mükafatını görecektir!’ dedi. Sonra Zülkarneyn’in kellesini göstererek: ‘İşte bu kellede bunlardan biridir. Bak bakalım hangi yoldasın?’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn ‘Benimle gelir misin? seni kendime vezir ederim, servetime ortak olursun?’ dedi. Hükümdar: ‘Hayır, ikimiz bir arada olamayız’ dedi. Zülkarneyn bunun sebebini sorunca ‘Çünkü herkes senin düşmanın, benim ise dostumdur.’dedi. Bunun sebebini soran Zülkarneyn’e: ‘Senin varlığından ve servetinden dolayı herkes sana husumet eder, fakat benim yokluk ve fakirliğimden ötürü ise, bana kimse husumet etmez.’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn, bu muhavereden ders alarak hem de hayranlık içinde yanından ayrıldı.” Bkz. Gazâli, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, C.3, s.599 vd. Beyrut, 1989. Erdem, a.g.m. s.8,9,’dan alıntılanmıştır.

    İhyaü Ulumiddin’de zikredilen bu hikaye sahih değildir. Belki uydurulmuştur. Çünkü helalinden mal kazanmak emredilmiştir. Güzel emel sahibi olmak ta yerilecek şey değildir. Bitkisel gıdalara gelince Allah sadece bu tür nimetleri emrimize vermemiştir. Bu tür kıssalardaki maksatlar başka anlamlar taşımaktadır. Bu kıssanın zayıf olduğu ortadadır. Bkz. M. Hayr Ramazan Yusuf,  Zülkarneyn el-Kâidü’l--Fatih ve’l Hakimü’s-Salih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986, s.32.

[13]  Erdem, Zafer, “Zülkarneyn”, sayı 115, Temmuz 1986,  s.9.

. SHİN HUVANKTİ

2.3.11  Şhin Huvankti
Bazı yorumcular, Zülkarneyn’in Çin sedddini inşa eden “Şhin Huvankti” olduğunu iddia etmişlerdir. Azgın bir toplumun saldırılarını engellemek için yapılan Zülkarneyn seddinin, Moğol-Çin dünyasını birbirinden ayıran Çin seddi olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Çinlilerin saçlarını örmek suretiyle iki yana salmaları da Zülkarneyn lakabının verilme sebebi olarak yorumlanmıştır. Çin’in çok eski bir medeniyet olması ve idarecilerinin de adil olarak bilinmesi yine Zülkarneyn’in Çin hükümdarlarından biri olduğu iddialarını güçlendirmiştir.[1]
Ne yazık ki, Çin seddinin tamamı bir hükümdar döneminde tamamlanmadığı gibi yapılan bu sed de aşılmış ve geçilmiştir.[2] Yine Ye’cûc ve Me’cûc Çin seddi içerisinde hapis kalan bir millet konumunda değildir. Ayrıca Çin seddi iki dağ arasını düzleyen bir boğaz olmadığı gibi yapımında demir ve bakır da kullanılmamıştır.[3]

[1] Muhammed et-Tâhir b. Âşûr, Tefsîru’t-Tahrîri ve’t-Tenvîr, C.16, Tunus ts. s.22vd.
[2] Lev Nikolayeviç Gumilev, Hunlar, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yay. 2002, s.70.
[3] Tabatabâî,  C.13, s.382.

2.3.7  Bir Melek
Bu görüşe göre Zülkarneyn meleklerden bir melektir. Bu hususta Hz. Ömer’den rivâyete göre, Ömer (RA) bir gün, adamın birinin bir başkasına; “Ey  Zülkarneyn!” diye seslendiğini işitince şöyle demiş: “Allah’ım sen affet. Peygamberlerin adlarını koymakla razı olup yetinmediniz de meleklerin adlarını da takar oldunuz.”[1] Bu duruma göre Zülkarneyn bir melek adı demektir.
İbn İshâk, bu sözü Rasûlullah (SAV) söyleyip söylemediğini bilemediğimizi[2] yani Hz. Ömer (RA)’ın bunu peygamberden mi yoksa bir başkasından mı duyduğunu tesbit edemediğini söylemiştir.[3]
Cübeyr b. Mufeyr’den gelen rivâyette denilmiştir ki: “O, Allah Teâlâ tarafından yeryüzüne gönderilen ve her şeyde kendisine bilgi verilen (her sebebin kendisine verildiği) bir melektir.[4]
Dârakutnî, “Kitâbü’l-Ahbâr” adlı eserinde, Zülkarneyn’in “Rabâkîl” isminde bir melek olduğunu zikretmiştir. Bu melek dünyaya Zülkarneyn olarak (insan görünümünde) inmiştir ve Kıyamet günü yeryüzünü düren ve yıkan  melektir.[5]
Bu görüşler tefsir kitaplarında yer almakla birlikte, müfessirlerin şahsi olarak kendilerinin benimsemedikleri bilgi kabilinden malumatlardır.

[1] er-Râzî, C.21, s.165; el-Kurtubî, C.11, s.46; eş-Şevkânî, C.3, 310. İbn Abdulhakîm, İbn Münzîr, İbn Ebî Hâtim ve İbn el-Enbûrî, “Kitâbu’l-Ezdâd” adlı eserinde Ömer b. Hattâb’tan rivâyet etmişlerdir. Bkz. Âlûsî, C.16, s.24;. es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s.436.
وأخرج ابن عبد الحكم وابن المنذر وابن أبي حاتم وابن الأنباري في كتاب الأضداد وأبو الشيخ عن عمر أنه سمع رجلا ينادي بمنى  يا ذا القرنين فقال له عمر رضي الله عنه  ها أنتم قد سميتم بأسماء الأنبياء فما بالكم وأسماء الملائكة
[2] el-Kurtubî, C.11, s.46.
[3] Hz. Ömer’in bu görüşü ilginçtir. Zira, Rasûlullah (SAV) doğrudan peygamber adı olan ‘İbrâhîm’ i kendi oğluna vermiş ve ‘üç erkek çocuğu olanın da hiç olmazsa birine ‘Muhammed’ adı verilmesini tavsiye etmiştir. Peygamber adlarının verilmesinin, Hz. Ömer’in hoşuna gitmemesi kendi tercihi kanaati olabilir. Zülkarneyn ismine gelince, Hz. Ömer’in onu melek ismi diye tesmiye etmesi, aynı zamanda onun bir meleğin adı da olabileceğine işarettir. Melek ismi olan Zülkarneyn’in daha sonra bir peygambere verilmesi o dönemki şeriatlarda caiz olabilir. Zaten günümüzde de melek isimlerinin insanlara konulması hususunda bağlayıcı nas kabul edilmemekle birlikte Hz. Ömer’in bu kavlinden dolayı melek isimlerinin verilmesi hoş görülmemiştir.
[4]Bu, Cübeyr b. Nefîr’den rivâyet edilmiştir. Ayrıca Hz. Ömer’den gelen rivâyeti de delil olarak göstermiştir. Âlûsî, C.16, s.24.
[5] el-Kurtubî, C.11, s.46; eş-Şevkânî, C.3, 310.
 وأخرج ابن عبد الحكم في فتوح مصر وابن المنذر وابن أبي حاتم وأبو الشيخ في العظمة عن خالد بن معدان الكلاعي أن رسول الله صلىالله عليه وسلم سئل عن ذي القرنين فقال   ملك مسح الأرض من تحتها بالأسباب
وأخرج ابن أبي حاتم عن الأحوص بن حكيم عن أبيه أن النبي صلى الله عليه وسلم  سئل عن ذي القرنين فقال   هو ملك مسح الأرض بالإحسانوأخرج ابن أبي حاتم عن جبير بن نفير أن ذا القرنين ملك من الملائكة أهبطه الله إلى الأرض وآتاه من كل شيء سببا     
وأخرج الشيرازي في الألقاب عن جبير بن نفير أن أحبارا  من اليهود قالوا للنبي صلى الله عليه وسلم   حدثنا عن ذي القرنين إن كنت نبيا  فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم  هو ملك مسح الأرض بالأسباب   
    es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, C.5, s,436.

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder