12 Mart 2015 Perşembe

Din -Tıp İlişkisi

Din-Tıp İlişkisi

Kur’ân’ın şifa kaynağı oluşu hakkında İbn Kayyım özetle şunları söyler: “Bazı sözlerin  tecrübe ile sabit tesir gücü ve bir takım faydaları vardır. ÂlemleriRabbi Allah’ın sözü ise, her sözden üstündür. O, tam bir şifa kaynağıdır. NitekiOnda şöyle buyurulur: “Biz Kur’ân’dan  şifa olan şeyi indirdik”.2 Âyettekmin harfi cinsi açıklamak için gelmiş olup  tebîz  içi(bir  cüzü  belirtmek için) değildirDolayısı ile o, her türlü şifayı içine alır.

Kur’ân’ın şifa kaynağı oluşu hakkında  hadislerde  şöyle buyurulmuştur:

Devanın en hayırlısı Kurândır.

“Kur’ân devanın ta kendisidir.

“Şu iki şeye önem veriniz: Kur’ân ve bal.

“Kur’ân ile şifa aramayana Allah şifa vermez.

Fatiha suresi ne için okunur- sa ona fayda verir. Onda her çeşit deva vardır”.

Hastanın psikolojik tedavisinde  Kur’ân âyetlerini okuyup onlarla Allah’tan şifa istemek öteden  beri  yapılagelen  bir İslâm geleneğidir. İslâm öncesi Araplar arasında yaygın olan, muska (rukye) yazma işi de belirli şartlarla sınırlandırıldıktan sonra caiz kılınmış ve bu şekilde şirk-tılsım karışımından uzak tutulmaya çalışılmıştır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:  “Bana rukyelerinizi bir arzedin. İçinde şirk olup  olmadığına bakayım.  İçinde  şirk olmadıktan sonra rukye yapmakta bir sakınca yoktur”. Hadisin bir başka varyantında devamla şöyle buyurulmuştur:  “Sizden bu şekilde kardeşine yararlı olabilen onu yapsın”.

İlim adamları, bazı şartlarla yapılan rukyenin caiz olabileceğini açıklamışlardır. İbn Hacer, şu üç şartla rukye caizdir, demiştir: Allah’ıkelamı,  Onun isim ve sıfatları okunup yazılarak yap- mak, Arapça yahut anlaşılabilir bir dilde olması, Rukye yapan ve yaptıranışifayı rukyeden  değil Allah’tabeklemesi.  Bu şartları taşımayanşifreli-rumuzlu mus- kaların caiz olmadığı söylenmiş- tir.   Hz.Aişe, Abdullah bAmr, Abdullah b. Ömer gibi sahabiler başta olmak üzere, tarih boyunca pek çok âlim bu manadbir rukyenin  caiz  olduğun söylemişlerdir.   Bir hadislerinde  Hz. Peygamber, okuyup üflemenin hastaya güven telkin edeceğini söyleyerek   okuyup üflemedeki temel espriyi açıklamıştır

     Tıbbın menşei hakkındaki geleneksel görüş, ilk bilgilerin vahiy yoluyla indirildiği yönündedir. Müslüman âlimler de tıp ilminin temel ilkelerinin ve ilk örneklerinin vahiy yoluyla insanlara bildirildiğini kabul etmişlerdir. Peygamberlere (a.s) vahiyle temel ilkeleri bildirilen tıp, daha sonra tecrübe, gözlem ve kıyasla geliştirilmiştir. Bu görüş, yalnızca Müslümanlar tarafından dile getirilmemiş, Hristiyanlar hatta putperest Romalı hekimler tarafından da ifade edilmiştir. Meselâ İslâm öncesi dönemin ünlü hekimlerinden Bergama'lı Galen, “Tıp sanatı Allah Teâlâ’nın öğretmesiyledir, O’nun bağışıdır, insanoğluna O’nun bir lütfudur” sözleriyle tıbbın kaynağının İlâhî olduğunu ifade etmiştir.
Din ile tıp bütün kadim geleneklerde sürekli beraber olmuşlardır. Hatta tıbbı felsefenin içinden çıkararak ilk defa bir ilim hüviyetinde ele aldığı öne sürülen Hippokrat’ın ünlü yemininde bile bu birlikteliği müşahede etmek mümkündür. Yeminin başlangıcında sağlık tanrılarına yemin edilmesi, tıp ile din arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir. Hazret-i Peygamber (s.a) bir hadislerinde tavsiye ettiği bir yiyeceğin “Kendisinden önce yetmiş Peygamber tarafından övüldüğünü” bildirmektedir. Bu ifade ,peygamberlerin ümmetlerine şifalı bitkiler konusunda bilgi verdiğini bildirdiği gibi, bu bilgilerin peygamberlik vazifesiyle bağlantısı bulunduğuna da işaret etmektedir.
İslam dini tıp ilmine önem vermiş, dinin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’te tıpla alakalı bilgiler verilmiştir. Mesela “Bal arılarının karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır” âyet-i kerimesinde balın şifa olduğu vahiyle bildirilmiştir. Allah Resûlü (s.a) kendisine Kur’an’da bildirilen bu hakikati ümmetine “Şifa üç şeydedir: Bal şerbetinde, hacamat aletinde ve ateşle dağlamada.” hadisleri ile beyan etmiş ve karnı ağrıyan hastaya bal şerbeti içmesini tavsiye ederek, balın tedavide nasıl uygulanacağını göstermiştir. Hastanın bal şerbetini iki gün içtiği halde şifa bulamadığını haber veren kardeşine “Allah doğru söylemiştir; senin kardeşinin karnı yalan söylüyor; ona bal şerbeti içir” diyerek, vahiyle bildirilen tıbbi hakikate duyduğu güveni ifade etmiştir.
Bazı dinler, tedavinin kader inancı ile bağdaşmayacağını öne sürerek tedaviye olumlu bakmamışlardır. “Hastalığın Allah’ın kaderiyle olduğunu” öne sürerek tıbba ve tedaviye mesafeli yaklaşanlara Peygamber Efendimiz (s.a) “Tedavi ile iyileşme de Allah’ın kaderidir” diye cevap vermiştir. Yanına gelen bedeviler, “Tedavi olalım mı?” diye sormuşlar, Efendimiz, “Tedavi olunuz, Allah Teala, (yeryüzüne) koyduğu her hastalığın devasını da koymuştur, tek bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır” diye cevap vermiştir.
Peygamber Efendimiz, bir yandan tıbbı rasyonel temellere dayandırırken diğer yandan tıbbın manevi yönünün bulunduğunu, her şeyin Yaratıcısının Allah olduğu (tevhid) inancını vurgulamıştır. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a), tedavinin tecrübi yönüne işarette bulunduğu gibi manevi yönüne de dikkat çekmiştir. Tıbbi tedavinin yanında dua ile yapılan tedavi, yani rukye’yi de tavsiye etmiş ancak rukyenin yalnızca Allah’ın isimlerinin anılarak ya da Kur’an-ı Kerim’deki şifa âyetleri okunarak yapılması gerektiğini göstermiş, bâtıl inanç ve hurafelere kapı aralanmasına izin vermemiştir. Bir hadislerinde “Size şifalı iki şeyi bal ve Kur’an’ı tavsiye ederim” buyurarak, âyetlerin şifa maksadıyla okunmasının caiz olduğuna işaret etmiştir. Ayrıca rukye maksadıyla Fatiha suresini okuyarak, bir hastanın şifa bulmasına vesile olan Ebû Sa’îd el-Hudrî’yi (r.a) takdir ederek, Fatiha’nın şifa maksadıyla okunmasını onaylamıştır.
Rönesans sonrası Modern Batı düşüncesinde diğer ilimlerde olduğu gibi tıbbın da din ve maneviyatla olan ilişkisinde bir kopuş yaşanmıştır. Descartes, ile birlikte başlayan modern Batı düşüncesinde insan bedeninin saat gibi çalışan bir makine olduğu kanaati, egemen tıp anlayışı haline gelmiştir. Tıbbın merkezine, acıyı çeken insan yerine hastalık yerleştirilmiştir. Hastalıkların, ölçümlerle doğrulanması, deneme ve sonuçların mühendislik normlarına göre değerlendirilmesi tıbbın temel esası olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde insanın bedeni bir meta gibi algılanmış, duyguları ve inançları ihmal edilmiştir. Modern tıp, maneviyat eksikliğinin farkına varmaya başlayınca bu eksikliği tıp etiği (deontoloji) ile doldurmayı hedeflemiştir. Ancak temel paradigmalar değişmediğinden dolayı bugün modern tıbbın metafizik ilkelerinden bahsetmek mümkün görünmemektedir.
Hastalık Mefhumu
Tıp telakkisini belirleyen en önemli faktörlerden birisi hastalık mefhumuna yaklaşımdır. Fıkıh âlimleri hastalığın hukuki yönünü ön plana çıkardıklarından dolayı hastalarla alakalı meseleleri cenazelerle ilgili bölümlerde incelemişlerdir. Hadisçiler, fıkıh bablarına göre yazdıkları sünen türü eserlerde hastalarla alakalı hadisleri “Kitâbu’l-Cenâiz” bölümlerinde tasnif etmişlerdir. Cenazelerle alakalı bölümlerde, hasta ziyareti ve hastalıkların insanlara kazandırdığı manevi derecelerle alakalı hadisler rivayet edilmiş sonra ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili rivayetlere yer verilmiştir. Bu tasnif usûlü Müslümanların ölüm imajına soğuk bakmadığını, ölümü hayatın bir parçası telakki ettiklerini göstermesi açısından manidardır.
İmam Buhârî (ö. 256/870), el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserinin 22. bölümünü “Kitâbu’l-Cenâiz”e ayırmış, 76. bölümde tıp hadislerini incelemiş, 75. bölümünü de “Kitâbu’l-Mardâ” (Hastalar Kitabı) olarak tasnif etmiştir. Kütüb-i sitte diye bilinen temel hadis kitaplarında yalnızca Buhârî’nin eserinde müstakil bir hastalar kitabı bulunmaktadır. Bu bölümde 22 konu başlığı altında 37 rivayeti tasnif etmiştir. İlk babta “Hastalığın Kefareti Hakkındaki Rivayetler”i incelemiştir. Başlıkta “Kim kötü bir iş yaparsa onun cezasını bulur” âyetini zikrederek, insanların başına gelen hoşa gitmeyen durumların iradeleriyle alakasına dikkat çeker. Daha sonra rivayet ettiği hadislerde her türlü hastalık ve sıkıntının manevi bir boyutu olduğunu bildiren hadisleri nakleder. Bir müslümanın ayağına batan dikenin bile günahlarına kefaret olduğunu bildiren hadisle konuya başlamış, “Allah, kime hayır dilerse onu hastalıklara maruz bırakır” hadisi ile babı tamamlamıştır. Bölümün ikinci babında ise Allah Resûlü’nün ağrıların diğer insanlara göre daha şiddetli olduğunu bildiren hadisi rivayet eder. Babın ikinci hadisinde ise şiddetli ağrılarla acı çekerken yanına giren Abdullah b. Mes’ud’a (r.a) Allah Resûlü’nün (s.a), “Bir hastalığa yakalanan Müslüman, çektiği acılar sebebiyle ağacın yapraklarını döktüğü gibi günahlarını döker” buyurduğunu bildiren hadisi rivayet eder. Üçüncü babın başlığı ise “İnsanların en ağır hastalıklara (belâ) maruz kalanları peygamberler sonra onlara benzeyenlerdir” şeklindedir. Bu üç babda rivayet edilen hadislerle hastalıkların şer/kötülük olmadığı hastalığın yaratılışının bir takım hikmetleri bulunduğu, bir insanın başına gelen küçük büyük her sıkıntı ve hastalığın günahlara kefaret olduğu anlatılmaktadır. İnsanların hastalığın olumlu yönlerini kabul etmekte zorlanacağını tahmin eden İmam Buhârî, üçüncü babta en ağır hastalıkların Peygamberlerin (a.s) başına geldiğine dikkatlerimizi çekerek, meseleyi müşahhaslaştırmaktadır.
Sünen musannifi İmam Ebû Dâvud (ö. 275/888), cenazelerle ilgili bölüme hastalıkların günahlara kefaret olduğunu bildiren babla başlamıştır. Bu babda ilk zikrettiği hadiste Peygamber Efendimiz’in bir yolculuğu anlatılır. Suriye tarafına yapılan bu yolculuk esnasında Allah Resûlü (s.a) bir ağaç altında dinlenirken, ashabına hastalıkları anlatır ve “Mümine bir hastalık gelir sonra Allah onun hastalığını giderir ve sıhhat verir. Bu hastalık müminin geçmiş günahlarına kefaret, gelecek hakkında da ona bir nasihattir. Hastalanıp sonra iyileşen bir münafık ise deveye benzer. Hastalanınca sahipleri deveyi bir yere bağlar iyileşince de salarlar. Deve niçin bağlandığını bilmediği gibi niçin salındığını da bilmez” buyurur. Bunun üzerine etrafında bulunan adamlardan birisi “Ey Allah’ın Resûlü! Hastalık nedir ki? Ben hiç hasta olmadım” der. Allah Resûlü (s.a) “Kalk yanımızdan sen bizden değilsin” buyurur.
Hastaları günahlarından dolayı dünyevi belalara maruz kalmış insanlar şeklinde algılamak yukarıda zikredilen hadislerle açık ve kesin bir dille yasaklanmıştır. Bu durumda hastaları küçük görmek, onlardan uzaklaşmak ya da bazı hastalıkları lanetli olarak nitelendirmek katiyen doğru değildir. Hastalık Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bir nitelik olduğundan dolayı, İslam’da hastalığın lanetlenmesi ve hastaların kötü görülmesi şeklindeki bir anlayışa izin verilmemiştir. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz, cüzzamlı hastaları bakışlarıyla rahatsız edenleri uyarmış, “Cüzzamlı hastalara bakıp durmayın” buyurmuştur .
Hastalıkların bir takım hikmetlere binaen geldiğini, hastalığı yaratanın Allah Teâlâ olduğunu haber veren hadislerle mesele ortaya konulunca bazı hastalıklardaki bulaşıcılık özelliği hatıra gelmektedir. Hastalığın bulaşması herkes tarafından gözlemlenebildiği için insanlar, bulaşıcı hastalıklarda bir hastalığın sebebinin bir başka hasta olduğu fikrini açık bir gerçekmiş gibi telakki ederler. Nitekim hasta develer tarafından develerine uyuz hastalığının bulaştırıldığını iddia eden bir bedeviyi Allah Resûlü (s.a), “Öyleyse ilk deveye hastalığı kim bulaştırdı?” diye sorarak, hastalıkları Allah Teâlâ’nın yarattığına dikkatlerimizi çekmiştir. Bu babdaki ikinci hadiste ise Peygamber Efendimiz, “Hasta, sağlıklı olan kişinin yanına konulmasın” buyurmuştur. Bu hadisin açıklamasında el-Bâcî (ö. 474/1081), “Her ne kadar hastalığı ve sıhhati yaratan Allah Tebâreke ve Teâlâ ise de O’nun (bu âlemdeki) âdeti hastalığın bulaşması şeklinde cereyan etmektedir” diyerek, hastalıkların bulaşmasının da Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığını belirtir. Hanbeli fakihlerinden Yusuf b. Muhammed es-Surremerrî (ö. 776/1374), hastalığın yalnızca Allah’ın yaratması ile bulaşacağını, hudûs delilini kullanarak şöyle açıklar:
“Sonradan olmuş şeyler (hâdise), ihdas eden (yoktan var eden) bir failsiz var olmazlar. Muhdisin, hayat sahibi, kudretli ve irade sahibi olması zorunludur. Bu böyle kabul edildiğinde işte şu hastalık ve rahatsızlıklar, muhakkak bitişik ya da yakın olmak suretiyle bir yerde/kişide sonradan ortaya çıkan cisimler cinsindendir ya da cisimlerde bulunan bir arazdır. Eğer o, cisimse hastalığın fâili olması caiz değildir. Çünkü cisim, hayy ve kâdir değildir. Bu cihetle hastalığın vücudu imkansız olur. Eğer hayy ve kâdir ise yine imkansız olur çünkü muhdes olan bir şeyin (hayy ve kâdir) olması mümkün değildir. Sonradan yaratılan bir şeyin kudret mahallinin dışında fiilinin (etkin) olması muhaldir. Eğer hastalık araz ise, bir başkasında hastalığı ihdas etmesi daha da imkan dışıdır. Çünkü arazın, (bizatihi) hayatı ve kudreti yoktur. Böylece hastalık bulaşma yoluyla gerçekleşti demenin akıl dışılığı ve hastalığın Allah Teâlâ’nın fiili olduğu, kudret ve ihtiyarı ile Allah’ın yarattığı ortaya çıkmış oldu. Allah, dilerse hastalığı kendisinde hastalık ve rahatsızlık bulunan kişi ile temas ile yaratır dilerse bulaşma durumundan bağımsız, münferit ve müstakil (bir hakikat) olarak yaratır. “Yaratmak ve emretmek yetkisi Allah’a mahsustur” , “O yaptıklarından sorumlu değildir. O’nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır”. O olmasını dilediği şeye yalnızca “ol” der, o şey hemen olur; O’nun kazasını geri çevirecek, hükmünü sorgulayacak yoktur, O, hesapları hemen görendir.”
Allah Resûlü’nün hastalıkların tedavisi hakkında bildirdiği çözümler, insanlar arasındaki ihtilafları önlemiş ve tıbbın ilmi bir hüviyet kazanmasında temel dayanak noktalarından birisi olmuştur. Müslüman ilim adamları hekimlerin otoritesine itimat yerine âyet ve hadislerin otoritesine itimat etmişlerdir. Mesela Suriye bölgesinde veba çıktığı zaman Hz. Ömer, yanında bulunan ensar ve muhacirleri ayrı ayrı gruplar halinde çağırıp onlarla istişare etmiştir. Onlar aralarında ihtilaf etmişler; bir kısmı girelim bir kısmı da dönelim demiştir. Bunun üzerine Mekke fethinde Müslüman olan Kureyş’in yaşlılarını çağırmış onlar ittifakla geri dönülmesini söylemişlerdir. Hz. Ömer, geri dönmeye karar vermiştir. Bu esnada orada bulunmayan Abdurrahman b. Avf (r.a) gelmiş ve “Ben bu konuda bir ilme/hadis sahibim. Allah Resûlü’nün (s.a) “Bir yerde veba çıktığını işitmişseniz oraya girmeyin, sizin bulunduğunuz yerde veba vuku bulursa vebadan kaçıp kurtulmak düşüncesiyle oradan çıkmayın” buyurduğunu işittim” demiştir. Hadisi işitince Hz. Ömer Allah’a hamd etmiş ve geri dönmüştür.
Mekke’de Dımad el-Ezdi adlı bir zat gelerek, “Ey Muhammed! Ben delileri tedavi ederim” diyerek, kendisini tedavi edebileceğini ima etmiş; yanına yaklaşmıştır. Peygamber (s.a), ona “Hamd, Allah’adır. O’ndan yardım diler, O’ndan bağışlanma isteriz...” diyerek cevap vermiştir. Bu sözleri dinleyen Dımad, hayranlığını dile getirerek müslüman olmuştur.
Allah Resulü (s.a), hastaların ziyaret edilmesi ve onlara moral verilmesini teşvik etmiştir. “Hastanın yanına girdiğinizde, eceli konusunda onu rahatlatın. Bu onun ecelinin zamanını değiştirmez, ancak hastayı rahatlatır” buyurarak, hastaya moral açısından yapılan takviyelerin önemine dikkat çekmiştir . Ayrıca hadislerde hastaların ellerinin tutulması, başlarının tutulup dua edilmesi tavsiye edilmiştir. Peygamber Efendimiz, Mekke’de hastalanıp Medine’ye dönemem ve hicretim yarım kalır düşüncesiyle kederlenen Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a) Efendimiz’i ziyaret etmiş, elini alnına koymuş, sonra yüzünü ve karnını mesh etmiş ve “Allahım, Sa’d’a şifa ver; onun hicretini tamamla” diye dua etmiştir. Hatta sahabe-i kiram, hastalandığında yanına girdiklerinde Resul-i Ekrem Efendimiz’i mesh etmişlerdir.
Tedavinin Dinî Temelleri
Allah Resûlü’nün (s.a), tıp ilmine getirdiği en önemli yenilik bütün hastalıkların tedavi edilebileceğini ve var olan her hastalığın şifasının bulunduğunu söylemesidir. “Allah Teâlâ, hiçbir hastalık indirmemiştir ki onun devasını da indirmiş olmasın” mealindeki hadis hadisçiler tarafından “Kitâbu’t-Tıbb” bölümlerinin ilk hadisi olarak zikredilmiştir. Şüphesiz bu bilinçli bir tercihtir. Zira söz konusu hadis tedavi olmanın meşruluğunu pekiştirdiği gibi “hastalık ve deva”nın her ikisinin de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını bildirmektedir. Bu ontolojik yakınlık, hastalık ve devanın birlikte, aynı seviyede ele alınması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Hastalığın yaratılmış olması keyfiyeti hastalığı bir yokluk, vücudun tabii şeklinin kaybolması şeklinde algılayan klasik yaklaşımın isabetli olmadığını ortaya koymaktadır. Hayat ve ölüm arasındaki ilişki gibi sağlık ve hastalık da birbirini tamamlayan, biri olmadan diğeri anlaşılamayan hakikatlerdir.
Hastalıkların şifasının insanlara Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak indirildiği ya da bildirildiği hadislerde açıkça beyan edilmiştir. Peygamber-i Zişan (s.a), “Acve hurmasının cennet meyvelerinden olduğunu, zehirlenmeye karşı şifalı olduğunu, mantarın da (İsrailoğullarına semadan indirilen) nimetler (el-mennü/kudret helvası) cinsinden olduğunu, suyunun göze şifa verdiğini” söylemiştir. Miraçta meleklerin kendisine “ümmetine kan aldırmayı emretmesini söylediklerini” bildirmiştir.
Her hastalığın bir sebebe bağlı olduğu ve sebepleri tespit edildiği takdirde hastalıkların sırlarının çözüleceği inancı insanları bütün hastalıkların sebeplerini araştırma düşüncesine sevk etmiştir. Hastalıkların Cenab-ı Hak tarafından yaratıldığının ifade edilmesi bazı hastaların ve hastalıkların lanetlenmesi gibi hatalı davranışları engellemiştir. Yine her hastalığın bir sebebinin bulunduğu fikri, hastalıkların kökeni ile ilgili bâtıl inançların ortadan kalkmasını temin etmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a), büyü, kehanet, fal ve uğursuzluk ve benzeri uygulamaları şiddetle yasaklamıştır. Hastalıklardan korunmak ya da iyileşmek maksadıyla bu tür uygulamalara baş vuranların dinden uzaklaştığını ve dinin emirlerinin dışına çıktığını açıkça beyan etmiştir. “Kim bir kâhine gider ve onun dediğini tasdik ederse Allah’ın Muhammed’e indirdiği (dinden) dışarı çıkmış olur” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz kâinatta hiçbir şeyin başı boş olmadığını Cenab-ı Hakk’ın dışında kâinata hükmeden manevi bir gücün bulunmadığını eşyada var olan tek ilişki çeşidinin sebep-sonuç ilişkisi diye de isimlendirilen mukarenet ilişkisi olduğunun bunun dışında bir takım gizil güçler aramanın Allah’ı inkar anlamı taşıdığını açıkça ifade etmiştir. Uğursuzluk inancının şirk olduğunu söylemiş, belirli bazı gün ve ayların uğursuz olduğuna inanmanın dinde yeri olmadığını beyan etmiştir. “Sizden birisi hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaştığında ‘Allahım! İyilik yalnızca Senden gelir. Kötülüğü giderecek de yalnız Sensin. Dayanılacak ve sığınılacak kuvvet yalnızca Sensin' desin” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz, yeryüzünde büyü, kehanet ve uğursuzluk olmadığını açıkladığı gibi gökyüzünün de Cenab-ı Hakk’ın mülkü olduğunu orada da tesadüfe yer olmadığını belirtmiştir. Yıldızlara itibar etmenin, astroloji ile ilgilenmenin bir çeşit büyü olduğunu söyleyerek, gök cisimlerine olağanüstü güçler atfedilmesini yasaklamıştır. Cahiliye Arapları, hastalıkları ve şifayı gökcisimlerinin hareketlerine ya da bazı görünmeyen varlıklara bağlıyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu tür bâtıl inançları şiddetle yasaklayarak, insanlara sebeplere riayet etmeyi öğretmiştir. Hudeybiye’de bir gece yağmur yağdıktan sonra Allah Resûlü, sabah namazını tamamladı ve insanlara dönerek “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı kiram, “Allah ve Resûlü en iyi bilir” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a), şöyle söyledi: “Allah buyurdu ki, kullarım bana iman ederek ve inkar ederek sabaha ulaştı; Allah’ın fazlı ve rahmetiyle yağmura kavuştuk diyenler, Bana iman etti, yıldızı inkar etti; şu yıldızın doğuşu ile yağmura kavuştuk diyenler de Beni inkar etti yıldıza iman etti.”
Hastalığın sebeplere bağlı yaratıldığı bu sebeplere riayet edilmesinin vecibe olduğu açıkça beyan edilmiş, sebeplere riayet edilmeden yapılan tedavilerde hekimlerin sorumlu olacağı bildirilerek, hastalar hukuki güvence altına alınmıştır. Mesela “Kim tıbbı bilmediği halde hekimlik yaparsa hastaya verdiği zararı tazmin eder” hadisinde hasta haklarının korunması gerektiği vurgulanmıştır .
Peygamber’in (s.a) hastalığın ve devanın Allah Teâlâ tarafından indirildiğini bildirmesi, tıp ilmine daha başlangıçta manevî bir boyut kazandırmaktadır. Hadislerdeki tıbbın bu manevî boyutunu gören bazı araştırmacılar, tıbb-ı Nebevî yazarlarının veya muahhar dönem bilginlerinin, söz konusu manevîleştirme çabalarını tıbba itibar kazandırmak için yaptıklarını öne sürmüşlerdir. Halbuki tam aksine tıbb-ı Nebevî müellifleri, tıp hadislerine tıbbî bir hüviyet kazandırmak maksadıyla hadislerdeki bu manevîlik niteliğini zaman zaman ihmal etmişler, rasyonel ve kendi zamanlarının tıp anlayışına uygun yorumları tercih etmişlerdir.
Ashab-ı kiramdan Ebû Rimse (r.a), şöyle rivayet etmiştir: “Ben babamla birlikte Allah Resûlü’nün (s.a) yanına gittim. Babam, Allah Resûlü’nün sırtındaki peygamberlik mührünü kastederek, “Sırtındakini bana göster ben tabibim” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Tabib Allah’tır. Belki sen refik/şefkatli bir kişisin. Onun tabibi onu yaratandır” buyurdu. Bu hadisin yorumunda İmam Beyhakî (ö. 458/1066), şu değerlendirmeyi yapar:
“Hastayı tedavi eden kişi, uzman ve sanatında öncü de olsa hastalığın tam olarak ne olduğunu (nefsu’d-dâ) ilmiyle ihata edemez. Hastalığı tanısa ve diğer hastalıklardan ayırsa bile hastalığın ölçüsünü ve hastanın bedeninde ne kadar ilerlediğini ve kuvvetini ne kadar zayıflattığını bilemez. Anılan hastayı, ancak zann-ı galibine ve anladığı kadarına istinaden hareket eden bir tabib taslağı (mütetabbib) olarak tedavi eder. Çünkü onun ilaç hakkındaki bilgisi de hastalık hakkında söylediğim gibidir. Bu sebeple o, bazen doğru bazen de yanlış yapar. Bazen fazla ilaç kullanır aşırıya kaçar, bazen eksik kullanır, tedavide yetersiz kalır… Tabib, hastalığın ve ilacın hakikatini bilen ve sıhhat ve şifa vermeye kâdir olan demektir. Bu sıfatlar da ancak Hâlik (takdire göre Yaratan’dır), Bârî (Yaratan’dır) ve Musavvir (en güzel şekli vererek Yaratan’dır) olan Allah’a aittir, O’nun dışında bir başkasının bu isimle adlandırılması uygun olmaz”.
Ateşli hastalıkların cehennem (en-nar/ateş) esintisi olduğunu, onu soğuk su ile soğutmak gerektiğini söylemiştir. Ateşli hastaların (humma) akşam ile yatsı ezanları arasında ya da sabah namazından sonra soğuk su ile yıkanmasını tavsiye etmiştir. Hazret-i Peygamber Efendimiz, ateşlenen hastalara soğuk su tedavisini bizzat kendisi de uygulamıştır. Vefat ettiği hastalığı esnasında ateşlenmiş, ağrıları artmış; “Üzerime bağları açılmamış yedi kırbadan su dökün ki belki (mescide çıkıp) insanlara vasiyet edebilirim” diyerek, mescide çıkıp son kez bir şeyler söyleyebilmek için güç toplayabilmek için ateşinin dinmesini arzu etmiştir. Ateşli hastalığı olanlara sabah güneş doğmadan üç defa geçmezse yedi defa üzerlerine su dökmeyi ve tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra ashab-ı kiram bu uygulamayı devam ettirmişlerdir. Hz. Ebû Bekr’in kızı Esmâ’nın yanına hummalı bir kadın gelmiş, kadının boynundan aşağı elbisesinin içine su dökerek, “Allah Resûlü (s.a), bize hummayı su ile soğutmayı emretti” demiştir. Sıcak memleketlerde ekseriyetle güneş çarpmasından meydana gelen ateşlenmelere soğuk su tedavisi önerilmiştir. Ateşin düşürülmesi hastalıkların tedavisinde ilk adımdır. Ateşlenen kişinin cehennem ateşinin bir kokusunu duymuş gibi sıkıntı çektiğini ifade eden Allah Resûlü, bu ateşin soğuk su ile söndürülmesini söyleyerek hoş bir benzetme yapmıştır. Bazı rivayetlerde ise “Humma, cehennem kirlerinden bir kirdir onu soğuk su ile kendinizden uzaklaştırın” buyrulmuştur. Bu hadiste ise hastalık kire benzetilerek onun su ile temizlemesi gerektiği belirtilmiştir. Hastaların ateşinin bir hadiste cehennem ateşi bir diğerinde ise cehennem kiri olarak anılması mecazi mananın kastedildiğini göstermektedir. Soğuk su ile arasındaki bağı insanlara Allah Resûlü dolaylı bir üslupla ateş ve kir benzetmesiyle anlatmıştır.
Tedavi olunan ilaçlar ve bazı tedavi metotları hakkında “hayr” kavramını kullanarak, uhrevi hayırla dünyevi hayır arasında ayrımın bulunmadığını ifade etmiştir. Onayladığı tedavileri “hayırlıdır” şeklinde nitelendirerek , tavsiye etmiş; onaylamadığı bazı tedavileri ise “şeytan işlerinden” diyerek yasaklamıştır. Mesela bir hadiste “Göz sürmelerinin en hayırlısı “ismid/sürme taşı”dır” buyrulmuş; bir başka hadiste ise “Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı, buruna ilaç damlatmak, ilaç içmek, kan aldırmak ve bağırsakları boşaltmaktır” buyrulmuştur. Allah Resûlü bir hadislerinde “Eğer sizin ilaçlarınızda hayır varsa o da bal şerbetinde, hacamat bıçağında ya da ateşle dağlamadadır” buyurarak, ilaçlarda hayır bulunduğunu açıkça ifade etmiştir.
Peygamber (s.a), “Tedavi olunuz. Ancak haram olan şeylerle tedavi olmayınız” buyurmuştur. İçkinin ilaç olarak kullanılmasına karşı çıkmış, onun ilaç olduğunu söyleyen bir sahabiye “o hastalıktır” diye cevap vermiştir. Pis (habis) maddelerin ilaç olarak kullanılmasını yasaklamıştır. Bazı hadisçiler, hadiste geçen “habis” teriminin zehirli maddeleri ifade ettiğini söylemişlerdir. Bir hadiste “Haram olan şeylerle tedavi olmayın” buyrulmuştur. İlaç yapımında çevreye ve canlılara zarar verilmesine izin verilmemiştir. Nitekim kurbağaları öldürüp onlardan ilaç yapmak isteyen bir sahabiye izin vermemiştir.
Tedavi ve ilaç kullanımı bir bakıma fiili bir duadır. Duayı kabul edip şifayı yaratan ise Cenab-ı Hakk’tır. Tedavi olmak fiili dua ile Cenab-ı Hakk’a yakarmak manasına gelmektedir. Bu sebeple Allah Resûlü, hastalıkla karşılaştığında tedavi olmuş ve ilaç kullanmıştır. O, bir çok kez hacamat yaptırmıştır; mesela Mekke yolunda Lahyu Cemel denilen yerde ihramlı iken baş ağrıları şiddetlenince başından kan aldırmış ve bir hadislerinde “Sizin tedavi olduklarınızın en uygunu hacamattır” buyurarak, kan aldırarak tedaviyi olmayı teşvik etmiştir. Peygamber Efendimiz, hastalandığında burnuna ilaç damlatmış ve “Size şu ûdu’l-Hindî’yi (topalak otu) tavsiye ederim; onda yedi şifa vardır. Bademcik için burundan damlatılır; zatu’l-cenb (böğürlerdeki ağrılar) için ise ağızdan içirilir” buyurarak, ashabına nasıl tedavi olunacağını öğretmiştir.
İlâhî İsimler ve Şifa
Tıbbın konusu hastalık ve tedavidir. Hastalık hali, bir yokluk ve hiçlik durumu değildir. Hastalık canlı varlıklarda belirli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan arizî durumlardır. Canlı varlıkların fıtrî özelliklerinde yani tabiatlarında meydana gelen bazı değişiklikler, hastalık olarak isimlendirilir. Bu değişimler bir sebeple birlikte ortaya çıktığı için hastalıklarla sebepler arasında bir ilişki vardır. Bu illiyet ilişkisi zorunlu değildir. Kainatta var olan genel illiyet/nedensellik ilkesi ekseninde cereyan etmektedir. Kainatta sebeplerle sonuç gibi gözüken durumlar arasında cebri bir determinizm bulunmadığı gibi hastalıklarla hastalığı ortaya çıkaran sebepler arasındaki ilişki de cebri/zorunlu bir ilişki değildir. Belki kelamcıların ifade ettiği gibi bir mukarenet/yakınlık ilişkisidir. Diğer tüm varlıklarda olduğu gibi hastalıkların da gerçek bir sebebi (müsebbibü’l-esbâb) vardır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, hastalıkları ve sebeplerini birlikte yaratmıştır.
Allah Teâlâ ubudiyet edilecek tek Ma’bud olduğu gibi Rububiyeti’nde de eşi ve benzeri olmayandır. O, insanı yarattıktan sonra kendi haline ya da başıboş bırakmamış; insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, her daim Rububiyeti’ni ona hissettirmiştir. İnsan, aczini ve zaafını hissettiği ölçüde Cenab-ı Hakk’ın Rububiyeti’ne olan ihtiyacını hisseder. Aczin en iyi hissedildiği anlar ise hastalık vakitleridir. Bu sebeple hastalık esnasında şifa isterken Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk’a “Yâ Rabb!; insanların Rabbi!” diye yakararak dua etmiştir. Peygamberimiz (s.a), hasta ziyaretlerinde hastaya “Hastalığı gider, insanların Rabbi! Şifa ver, Şâfi yalnızca Sensin” dua etmiştir. Hastalara yaptığı dualarda hastalığın “Rabbimizin izni ile” iyileşeceğini özellikle ifade etmiştir. Böylece bize, hastalara şifa verenin âlemlerin Rabbi Allah olduğunu, şifanın Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin tecellisi ile gerçekleştiğini göstermiştir.
Hazret-i İbrahim (a.s), kavmine kulluğun yalnızca Allah’a yapılması gerektiğini hatırlattıktan sonra tevhid-i rububiyet’e dikkatlerini çekerek, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren; hastalandığımda O’dur bana şifa veren; O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan” buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine duyulan ihtiyaç hastalık esnasında daha iyi hissedilir. İnsan şifayı O’ndan isteyerek, Rabbi’ne duyduğu bağlılığı dile getirir.
Hastalığı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi hastaları sıkıntılı anlarında bakıp gözeten de âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dır. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın, Allah onları yedirir içirir” buyurarak, hastaların adeta Cenab-ı Hakk’ın bakım ve gözetimi altında olduğunu bildirmiştir. Hastaların duasının kabul edildiğini bildiren hadisleri onların Allah Teâlâ’nın bakım ve gözetiminde olmasıyla açıklamak da mümkündür. Nitekim Hazret-i Ömer Efendimiz, Peygamber (s.a) bana “Hastanın yanına girdiğinde sana dua etmesini söyle; hastanın duası meleklerin duası gibidir, diye tavsiyede bulundu” demiştir.
Şifa, Cenab-ı Hakk’ın Rahmân isminin hastalar üzerindeki tecellisidir. Peygamber Efendimiz (s.a), hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’tan rahmetini indirmesini niyaz eder. Ashabına, sizden birisi bir sıkıntı veya hastalıktan rahatsız olduğunda ya da bir kardeşi hastalandığında şöyle dua etsin: “Bütün eksik sıfatlardan münezzeh müteâl Allah, ey Rabbimiz! Senin hükmün gökyüzü ve yeryüzündedir. Gökyüzündekilere rahmet ettiğin gibi yeryüzündekilere de rahmetinle muamele et. Günah ve hatalarımız bağışla. Sen temiz ve pakların Rabbi’sin. Şu ağrı/acı üzerine rahmetinden bir rahmet şifandan bir şifa indir.”
Hastalıklar, Cenab-ı Hakk’ın eş-Şâfi isminin tecellisi olan şifa hakikatini fark etmemizi sağlar. Şifanın gerçekleşmesi Şâfi isminin tecellisine bağlıdır. Hastalığı yaratan Allah olduğu gibi şifayı yaratan da O’dur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren. Hastalandığımda O’dur bana şifa veren. O’dur beni öldürecek ve sonra diriltecek olan”. âyetinde, şifayı yalnızca Allah’ın verebileceğini bildirir. Allah Resûlü, hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’a “eş-Şâfi” adıyla yakararak, “Şâfi yalnızca Sensin, Senden başka Şâfi yoktur” diyerek, Şâfi isminden yardım istemiştir. Allah Teâlâ’nın Şâfi isminin tecellisi ile şifanın gerçekleştiğini göstermiştir.
Hastalık Cenab-ı Hakk’ın Şâfi isminin bilinmesine ve O’na yönelmeye bir vesile olduğu gibi her şeyin sahibinin Allah olduğunun bilinmesine de veselidir. Var olan her şeyin sahibi Allah Teâlâ’dır; bu sebeple âyet-i kerimede şöyle dua etmemiz emrediliyor:
“De ki, ‘Ey mülk ve hakimiyet sahibi (Mâlike’l-mülk) Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye Kadîr’sin. Geceyi gündüze katar günü uzatırsın, gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızıklar verirsin”.
Her şeyin Allah’a ait olduğu hakikatini insanlar, hastalık ve ölüm karşısında çaresiz kaldıklarında daha iyi hissederler. “Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde, “Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” derler”. âyetinde açıkça beyan edildiği gibi müminler, musibet anında Cenab-ı Hakk’a ait olduklarını hatırlayıp, O’na teveccüh ederler.
Allah’ın Zatı’nın kusurdan, sıfatlarının noksanlıktan ve fiillerinin şerden salim olması anlamına gelen es-Selâm ismi ise var olan her çeşit selametin kaynağının O olduğunu anlatır. Bu takdirde insanda hastalıklardan selamet halinin kaynağı Selam ismidir.
Cenab-ı Hakk’ın isimleri arasında Tabîb olmamakla birlikte Hz. Aişe validemiz, gerçek tabibin Cenab-ı Hakk olduğunu ifade için Allah Teâlâ’ya “Tabib Sensin” diye dua etmiştir. Hz. Aişe (r.a), vefat ettiği hastalığı esnasında Allah Resûlü’nün (s.a) göğsüne elini sürerek “Ey insanların Rabbi, sıkıntıyı gider, Tabib Sensin, Şafi Sensin” diye dua ediyordu; Allah Resûlü ise “Beni Yüce Dost’a kavuştur” diyerek, Cenab-ı Hakk’a olan iştiyakını dile getirmiştir.
Ölümün de varlığı olan diğer tüm şeyler gibi bir hakikati ve mevcudiyeti vardır. Hatta ölümün gerçekliği ve gücü bazen hayatın önüne geçer. Bu sebeple “Her toplumda, baskın olan ölüm imgesi egemen olan sağlık kavramını belirler” denilmiştir. Hayat veren, hayatı yaratan Allah olduğu gibi ölümü yaratan da Allah Teâlâ’dır. O, Muhyî ve Mümît’tir. Kur’an-ı Kerim’de, “Göklerin ve yerin hâkimiyeti O’nundur. Hayatı veren ve hayatı alıp öldüren O’dur. O, her şeye kadirdir” buyrulmuştur. İmam Beyhakî (ö. ), bu âyet-i kerimeyi yorumlarken, “Allah Teâlâ, hayır ve şerrin, fayda ve zararın O’nun tarafından yaratıldığı bilinsin diye, kendini hayat verme fiiliyle övdüğü gibi öldürme fiiliyle de övmüştür” der.
Allah Resûlü (s.a), şifanın Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını ifade ettiği gibi ölümün de Allah’ın takdiri ile olduğunu belirtmiştir. Sa’d b. Zürare (r.a) ağır hastalandığı zaman Resûlullah (s.a) onu dağlamış fakat Sa’d vefat etmiştir. Bunun üzerine “Yahudiler için kötü bir ölüm. Şimdi derler ki “Muhammed’in arkadaşına bir faydası olmadı”. Ben ne onun için ne de kendim için Allah’a karşı hiçbir şey yapamam” diyerek bir yandan üzüntüsünü diğer yandan da Allah’a bağlılığını ve ölümün de Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığını dile getirmiştir.

Görüldüğü gibi kâinatta var olan sağlıkla alakalı gerçekler, İlahi isimlerin tecellilerine dayanmaktadır. Bu takdirde hastalığın ve şifanın varlığını inkar etmek mümkün değildir. Her ikisinin de kaynağı fizik ötesidir. Fizik âlemdeki diğer tüm hakikatler gibi sağlık etrafında şekillenen hastalık, ilaç, şifa ve sıhhat sebeplere bağlı yaratılmış hatta sebepleri ile birlikte yaratılmış hakikatlerdir. Ancak Allah Teâlâ, hayat ve ölümü sebeplere bağlamamış onları doğrudan kendi fiili olarak zikretmiştir. Nitekim hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, ölüm hariç her hastalığın sebepler âleminde çaresinin bulunduğunu haber vermiştir. 

DERLEME : YAVUZ TELLİOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder