Din-Tıp İlişkisi
Kur’ân’ın şifa kaynağı oluşu hakkında
İbn Kayyım özetle şunları söyler: “Bazı sözlerin tecrübe ile
sabit tesir gücü ve bir takım faydaları vardır. Âlemlerin
Rabbi Allah’ın sözü ise, her sözden üstündür. O, tam bir şifa kaynağıdır. Nitekim O’nda şöyle buyurulur: “Biz Kur’ân’dan şifa olan şeyi
indirdik”.20 Âyetteki “min” harfi cinsi açıklamak için gelmiş olup teb’îz için (bir cüzü belirtmek için) değildir. Dolayısı ile o, her türlü şifayı içine alır”.
Kur’ân’ın
şifa kaynağı oluşu hakkında hadislerde şöyle
buyurulmuştur:
“Devanın en hayırlısı Kur’ân’dır”.
“Kur’ân devanın ta kendisidir”.
“Şu iki şeye önem veriniz: Kur’ân ve bal”.
“Kur’ân ile şifa aramayana Allah şifa vermez”.
“Fatiha suresi ne için
okunur- sa ona fayda verir. Onda her çeşit deva vardır”.
Hastanın psikolojik tedavisinde Kur’ân âyetlerini okuyup onlarla Allah’tan şifa istemek öteden beri yapılagelen bir İslâm geleneğidir. İslâm öncesi
Araplar arasında yaygın olan,
muska (rukye) yazma işi de belirli şartlarla sınırlandırıldıktan sonra caiz kılınmış
ve bu şekilde şirk-tılsım karışımından uzak tutulmaya çalışılmıştır.
Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bana rukyelerinizi bir arzedin. İçinde şirk olup
olmadığına bakayım. İçinde şirk olmadıktan sonra rukye yapmakta bir sakınca yoktur”. Hadisin bir başka varyantında devamla şöyle buyurulmuştur: “Sizden bu şekilde
kardeşine yararlı olabilen
onu yapsın”.
İlim adamları, bazı şartlarla
yapılan rukyenin caiz
olabileceğini açıklamışlardır. İbn Hacer, şu üç şartla
rukye caizdir, demiştir: Allah’ın kelamı, O’nun isim ve sıfatları okunup yazılarak yap- mak, Arapça yahut anlaşılabilir
bir
dilde olması, Rukye yapan ve yaptıranın
şifayı rukyeden değil Allah’tan beklemesi. Bu şartları taşımayan, şifreli-rumuzlu mus- kaların caiz olmadığı söylenmiş- tir. Hz.Aişe, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Ömer gibi sahabiler başta olmak üzere, tarih boyunca pek çok âlim bu manada bir rukyenin
caiz olduğunu söylemişlerdir. Bir hadislerinde Hz. Peygamber,
okuyup üflemenin hastaya güven telkin
edeceğini söyleyerek okuyup üflemedeki temel espriyi açıklamıştır.
Tıbbın
menşei hakkındaki geleneksel görüş, ilk bilgilerin vahiy yoluyla
indirildiği yönündedir. Müslüman âlimler de tıp ilminin temel
ilkelerinin ve ilk örneklerinin vahiy yoluyla insanlara
bildirildiğini kabul etmişlerdir. Peygamberlere (a.s) vahiyle
temel ilkeleri bildirilen tıp, daha sonra tecrübe, gözlem ve
kıyasla geliştirilmiştir. Bu görüş, yalnızca Müslümanlar
tarafından dile getirilmemiş, Hristiyanlar hatta putperest
Romalı hekimler tarafından da ifade edilmiştir. Meselâ İslâm
öncesi dönemin ünlü hekimlerinden Bergama'lı Galen, “Tıp sanatı
Allah Teâlâ’nın öğretmesiyledir, O’nun bağışıdır, insanoğluna
O’nun bir lütfudur” sözleriyle tıbbın kaynağının İlâhî olduğunu
ifade etmiştir.
Din ile tıp
bütün kadim geleneklerde sürekli beraber olmuşlardır. Hatta
tıbbı felsefenin içinden çıkararak ilk defa bir ilim hüviyetinde
ele aldığı öne sürülen Hippokrat’ın ünlü yemininde bile bu
birlikteliği müşahede etmek mümkündür. Yeminin başlangıcında
sağlık tanrılarına yemin edilmesi, tıp ile din arasındaki yakın
ilişkiyi göstermektedir. Hazret-i Peygamber (s.a) bir
hadislerinde tavsiye ettiği bir yiyeceğin “Kendisinden önce
yetmiş Peygamber tarafından övüldüğünü” bildirmektedir. Bu ifade
,peygamberlerin ümmetlerine şifalı bitkiler konusunda bilgi
verdiğini bildirdiği gibi, bu bilgilerin peygamberlik
vazifesiyle bağlantısı bulunduğuna da işaret etmektedir.
İslam dini
tıp ilmine önem vermiş, dinin temel kaynakları olan Kur’an ve
Sünnet’te tıpla alakalı bilgiler verilmiştir. Mesela “Bal
arılarının karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar
ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için
bunda alacak ibret vardır” âyet-i kerimesinde balın şifa olduğu
vahiyle bildirilmiştir. Allah Resûlü (s.a) kendisine Kur’an’da
bildirilen bu hakikati ümmetine “Şifa üç şeydedir: Bal
şerbetinde, hacamat aletinde ve ateşle dağlamada.” hadisleri ile
beyan etmiş ve karnı ağrıyan hastaya bal şerbeti içmesini
tavsiye ederek, balın tedavide nasıl uygulanacağını
göstermiştir. Hastanın bal şerbetini iki gün içtiği halde şifa
bulamadığını haber veren kardeşine “Allah doğru söylemiştir;
senin kardeşinin karnı yalan söylüyor; ona bal şerbeti içir”
diyerek, vahiyle bildirilen tıbbi hakikate duyduğu güveni ifade
etmiştir.
Bazı dinler,
tedavinin kader inancı ile bağdaşmayacağını öne sürerek tedaviye
olumlu bakmamışlardır. “Hastalığın Allah’ın kaderiyle olduğunu”
öne sürerek tıbba ve tedaviye mesafeli yaklaşanlara Peygamber
Efendimiz (s.a) “Tedavi ile iyileşme de Allah’ın kaderidir” diye
cevap vermiştir. Yanına gelen bedeviler, “Tedavi olalım mı?”
diye sormuşlar, Efendimiz, “Tedavi olunuz, Allah Teala,
(yeryüzüne) koyduğu her hastalığın devasını da koymuştur, tek
bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır” diye cevap vermiştir.
Peygamber
Efendimiz, bir yandan tıbbı rasyonel temellere dayandırırken
diğer yandan tıbbın manevi yönünün bulunduğunu, her şeyin
Yaratıcısının Allah olduğu (tevhid) inancını vurgulamıştır. Bu
sebeple Allah Resûlü (s.a), tedavinin tecrübi yönüne işarette
bulunduğu gibi manevi yönüne de dikkat çekmiştir. Tıbbi
tedavinin yanında dua ile yapılan tedavi, yani rukye’yi de
tavsiye etmiş ancak rukyenin yalnızca Allah’ın isimlerinin
anılarak ya da Kur’an-ı Kerim’deki şifa âyetleri okunarak
yapılması gerektiğini göstermiş, bâtıl inanç ve hurafelere kapı
aralanmasına izin vermemiştir. Bir hadislerinde “Size şifalı iki
şeyi bal ve Kur’an’ı tavsiye ederim” buyurarak, âyetlerin şifa
maksadıyla okunmasının caiz olduğuna işaret etmiştir. Ayrıca
rukye maksadıyla Fatiha suresini okuyarak, bir hastanın şifa
bulmasına vesile olan Ebû Sa’îd el-Hudrî’yi (r.a) takdir ederek,
Fatiha’nın şifa maksadıyla okunmasını onaylamıştır.
Rönesans
sonrası Modern Batı düşüncesinde diğer ilimlerde olduğu gibi
tıbbın da din ve maneviyatla olan ilişkisinde bir kopuş
yaşanmıştır. Descartes, ile birlikte başlayan modern Batı
düşüncesinde insan bedeninin saat gibi çalışan bir makine olduğu
kanaati, egemen tıp anlayışı haline gelmiştir. Tıbbın merkezine,
acıyı çeken insan yerine hastalık yerleştirilmiştir.
Hastalıkların, ölçümlerle doğrulanması, deneme ve sonuçların
mühendislik normlarına göre değerlendirilmesi tıbbın temel esası
olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde insanın bedeni bir meta gibi
algılanmış, duyguları ve inançları ihmal edilmiştir. Modern tıp,
maneviyat eksikliğinin farkına varmaya başlayınca bu eksikliği
tıp etiği (deontoloji) ile doldurmayı hedeflemiştir. Ancak temel
paradigmalar değişmediğinden dolayı bugün modern tıbbın
metafizik ilkelerinden bahsetmek mümkün görünmemektedir.
Hastalık Mefhumu
Tıp
telakkisini belirleyen en önemli faktörlerden birisi hastalık
mefhumuna yaklaşımdır. Fıkıh âlimleri hastalığın hukuki yönünü
ön plana çıkardıklarından dolayı hastalarla alakalı meseleleri
cenazelerle ilgili bölümlerde incelemişlerdir. Hadisçiler, fıkıh
bablarına göre yazdıkları sünen türü eserlerde hastalarla
alakalı hadisleri “Kitâbu’l-Cenâiz” bölümlerinde tasnif
etmişlerdir. Cenazelerle alakalı bölümlerde, hasta ziyareti ve
hastalıkların insanlara kazandırdığı manevi derecelerle alakalı
hadisler rivayet edilmiş sonra ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili
rivayetlere yer verilmiştir. Bu tasnif usûlü Müslümanların ölüm
imajına soğuk bakmadığını, ölümü hayatın bir parçası telakki
ettiklerini göstermesi açısından manidardır.
İmam Buhârî
(ö. 256/870), el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserinin 22. bölümünü
“Kitâbu’l-Cenâiz”e ayırmış, 76. bölümde tıp hadislerini
incelemiş, 75. bölümünü de “Kitâbu’l-Mardâ” (Hastalar Kitabı)
olarak tasnif etmiştir. Kütüb-i sitte diye bilinen temel hadis
kitaplarında yalnızca Buhârî’nin eserinde müstakil bir hastalar
kitabı bulunmaktadır. Bu bölümde 22 konu başlığı altında 37
rivayeti tasnif etmiştir. İlk babta “Hastalığın Kefareti
Hakkındaki Rivayetler”i incelemiştir. Başlıkta “Kim kötü bir iş
yaparsa onun cezasını bulur” âyetini zikrederek, insanların
başına gelen hoşa gitmeyen durumların iradeleriyle alakasına
dikkat çeker. Daha sonra rivayet ettiği hadislerde her türlü
hastalık ve sıkıntının manevi bir boyutu olduğunu bildiren
hadisleri nakleder. Bir müslümanın ayağına batan dikenin bile
günahlarına kefaret olduğunu bildiren hadisle konuya başlamış,
“Allah, kime hayır dilerse onu hastalıklara maruz bırakır”
hadisi ile babı tamamlamıştır. Bölümün ikinci babında ise Allah
Resûlü’nün ağrıların diğer insanlara göre daha şiddetli olduğunu
bildiren hadisi rivayet eder. Babın ikinci hadisinde ise
şiddetli ağrılarla acı çekerken yanına giren Abdullah b.
Mes’ud’a (r.a) Allah Resûlü’nün (s.a), “Bir hastalığa yakalanan
Müslüman, çektiği acılar sebebiyle ağacın yapraklarını döktüğü
gibi günahlarını döker” buyurduğunu bildiren hadisi rivayet
eder. Üçüncü babın başlığı ise “İnsanların en ağır hastalıklara
(belâ) maruz kalanları peygamberler sonra onlara benzeyenlerdir”
şeklindedir. Bu üç babda rivayet edilen hadislerle hastalıkların
şer/kötülük olmadığı hastalığın yaratılışının bir takım
hikmetleri bulunduğu, bir insanın başına gelen küçük büyük her
sıkıntı ve hastalığın günahlara kefaret olduğu anlatılmaktadır.
İnsanların hastalığın olumlu yönlerini kabul etmekte
zorlanacağını tahmin eden İmam Buhârî, üçüncü babta en ağır
hastalıkların Peygamberlerin (a.s) başına geldiğine
dikkatlerimizi çekerek, meseleyi müşahhaslaştırmaktadır.
Sünen
musannifi İmam Ebû Dâvud (ö. 275/888), cenazelerle ilgili bölüme
hastalıkların günahlara kefaret olduğunu bildiren babla
başlamıştır. Bu babda ilk zikrettiği hadiste Peygamber
Efendimiz’in bir yolculuğu anlatılır. Suriye tarafına yapılan bu
yolculuk esnasında Allah Resûlü (s.a) bir ağaç altında
dinlenirken, ashabına hastalıkları anlatır ve “Mümine bir
hastalık gelir sonra Allah onun hastalığını giderir ve sıhhat
verir. Bu hastalık müminin geçmiş günahlarına kefaret, gelecek
hakkında da ona bir nasihattir. Hastalanıp sonra iyileşen bir
münafık ise deveye benzer. Hastalanınca sahipleri deveyi bir
yere bağlar iyileşince de salarlar. Deve niçin bağlandığını
bilmediği gibi niçin salındığını da bilmez” buyurur. Bunun
üzerine etrafında bulunan adamlardan birisi “Ey Allah’ın Resûlü!
Hastalık nedir ki? Ben hiç hasta olmadım” der. Allah Resûlü
(s.a) “Kalk yanımızdan sen bizden değilsin” buyurur.
Hastaları
günahlarından dolayı dünyevi belalara maruz kalmış insanlar
şeklinde algılamak yukarıda zikredilen hadislerle açık ve kesin
bir dille yasaklanmıştır. Bu durumda hastaları küçük görmek,
onlardan uzaklaşmak ya da bazı hastalıkları lanetli olarak
nitelendirmek katiyen doğru değildir. Hastalık Cenab-ı Hakk’ın
yarattığı bir nitelik olduğundan dolayı, İslam’da hastalığın
lanetlenmesi ve hastaların kötü görülmesi şeklindeki bir
anlayışa izin verilmemiştir. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz,
cüzzamlı hastaları bakışlarıyla rahatsız edenleri uyarmış,
“Cüzzamlı hastalara bakıp durmayın” buyurmuştur .
Hastalıkların bir takım hikmetlere binaen geldiğini, hastalığı
yaratanın Allah Teâlâ olduğunu haber veren hadislerle mesele
ortaya konulunca bazı hastalıklardaki bulaşıcılık özelliği
hatıra gelmektedir. Hastalığın bulaşması herkes tarafından
gözlemlenebildiği için insanlar, bulaşıcı hastalıklarda bir
hastalığın sebebinin bir başka hasta olduğu fikrini açık bir
gerçekmiş gibi telakki ederler. Nitekim hasta develer tarafından
develerine uyuz hastalığının bulaştırıldığını iddia eden bir
bedeviyi Allah Resûlü (s.a), “Öyleyse ilk deveye hastalığı kim
bulaştırdı?” diye sorarak, hastalıkları Allah Teâlâ’nın
yarattığına dikkatlerimizi çekmiştir. Bu babdaki ikinci hadiste
ise Peygamber Efendimiz, “Hasta, sağlıklı olan kişinin yanına
konulmasın” buyurmuştur. Bu hadisin açıklamasında el-Bâcî (ö.
474/1081), “Her ne kadar hastalığı ve sıhhati yaratan Allah
Tebâreke ve Teâlâ ise de O’nun (bu âlemdeki) âdeti hastalığın
bulaşması şeklinde cereyan etmektedir” diyerek, hastalıkların
bulaşmasının da Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığını belirtir.
Hanbeli fakihlerinden Yusuf b. Muhammed es-Surremerrî (ö.
776/1374), hastalığın yalnızca Allah’ın yaratması ile
bulaşacağını, hudûs delilini kullanarak şöyle açıklar:
“Sonradan
olmuş şeyler (hâdise), ihdas eden (yoktan var eden) bir failsiz
var olmazlar. Muhdisin, hayat sahibi, kudretli ve irade sahibi
olması zorunludur. Bu böyle kabul edildiğinde işte şu hastalık
ve rahatsızlıklar, muhakkak bitişik ya da yakın olmak suretiyle
bir yerde/kişide sonradan ortaya çıkan cisimler cinsindendir ya
da cisimlerde bulunan bir arazdır. Eğer o, cisimse hastalığın
fâili olması caiz değildir. Çünkü cisim, hayy ve kâdir değildir.
Bu cihetle hastalığın vücudu imkansız olur. Eğer hayy ve kâdir
ise yine imkansız olur çünkü muhdes olan bir şeyin (hayy ve
kâdir) olması mümkün değildir. Sonradan yaratılan bir şeyin
kudret mahallinin dışında fiilinin (etkin) olması muhaldir. Eğer
hastalık araz ise, bir başkasında hastalığı ihdas etmesi daha da
imkan dışıdır. Çünkü arazın, (bizatihi) hayatı ve kudreti
yoktur. Böylece hastalık bulaşma yoluyla gerçekleşti demenin
akıl dışılığı ve hastalığın Allah Teâlâ’nın fiili olduğu, kudret
ve ihtiyarı ile Allah’ın yarattığı ortaya çıkmış oldu. Allah,
dilerse hastalığı kendisinde hastalık ve rahatsızlık bulunan
kişi ile temas ile yaratır dilerse bulaşma durumundan bağımsız,
münferit ve müstakil (bir hakikat) olarak yaratır. “Yaratmak ve
emretmek yetkisi Allah’a mahsustur” , “O yaptıklarından sorumlu
değildir. O’nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar
mutlaka sorgulanacaklardır”. O olmasını dilediği şeye yalnızca
“ol” der, o şey hemen olur; O’nun kazasını geri çevirecek,
hükmünü sorgulayacak yoktur, O, hesapları hemen görendir.”
Allah
Resûlü’nün hastalıkların tedavisi hakkında bildirdiği çözümler,
insanlar arasındaki ihtilafları önlemiş ve tıbbın ilmi bir
hüviyet kazanmasında temel dayanak noktalarından birisi
olmuştur. Müslüman ilim adamları hekimlerin otoritesine itimat
yerine âyet ve hadislerin otoritesine itimat etmişlerdir. Mesela
Suriye bölgesinde veba çıktığı zaman Hz. Ömer, yanında bulunan
ensar ve muhacirleri ayrı ayrı gruplar halinde çağırıp onlarla
istişare etmiştir. Onlar aralarında ihtilaf etmişler; bir kısmı
girelim bir kısmı da dönelim demiştir. Bunun üzerine Mekke
fethinde Müslüman olan Kureyş’in yaşlılarını çağırmış onlar
ittifakla geri dönülmesini söylemişlerdir. Hz. Ömer, geri
dönmeye karar vermiştir. Bu esnada orada bulunmayan Abdurrahman
b. Avf (r.a) gelmiş ve “Ben bu konuda bir ilme/hadis sahibim.
Allah Resûlü’nün (s.a) “Bir yerde veba çıktığını işitmişseniz
oraya girmeyin, sizin bulunduğunuz yerde veba vuku bulursa
vebadan kaçıp kurtulmak düşüncesiyle oradan çıkmayın”
buyurduğunu işittim” demiştir. Hadisi işitince Hz. Ömer Allah’a
hamd etmiş ve geri dönmüştür.
Mekke’de
Dımad el-Ezdi adlı bir zat gelerek, “Ey Muhammed! Ben delileri
tedavi ederim” diyerek, kendisini tedavi edebileceğini ima
etmiş; yanına yaklaşmıştır. Peygamber (s.a), ona “Hamd,
Allah’adır. O’ndan yardım diler, O’ndan bağışlanma isteriz...”
diyerek cevap vermiştir. Bu sözleri dinleyen Dımad, hayranlığını
dile getirerek müslüman olmuştur.
Allah Resulü
(s.a), hastaların ziyaret edilmesi ve onlara moral verilmesini
teşvik etmiştir. “Hastanın yanına girdiğinizde, eceli konusunda
onu rahatlatın. Bu onun ecelinin zamanını değiştirmez, ancak
hastayı rahatlatır” buyurarak, hastaya moral açısından yapılan
takviyelerin önemine dikkat çekmiştir . Ayrıca hadislerde
hastaların ellerinin tutulması, başlarının tutulup dua edilmesi
tavsiye edilmiştir. Peygamber Efendimiz, Mekke’de hastalanıp
Medine’ye dönemem ve hicretim yarım kalır düşüncesiyle
kederlenen Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a) Efendimiz’i ziyaret etmiş,
elini alnına koymuş, sonra yüzünü ve karnını mesh etmiş ve
“Allahım, Sa’d’a şifa ver; onun hicretini tamamla” diye dua
etmiştir. Hatta sahabe-i kiram, hastalandığında yanına
girdiklerinde Resul-i Ekrem Efendimiz’i mesh etmişlerdir.
Tedavinin Dinî
Temelleri
Allah
Resûlü’nün (s.a), tıp ilmine getirdiği en önemli yenilik bütün
hastalıkların tedavi edilebileceğini ve var olan her hastalığın
şifasının bulunduğunu söylemesidir. “Allah Teâlâ, hiçbir
hastalık indirmemiştir ki onun devasını da indirmiş olmasın”
mealindeki hadis hadisçiler tarafından “Kitâbu’t-Tıbb”
bölümlerinin ilk hadisi olarak zikredilmiştir. Şüphesiz bu
bilinçli bir tercihtir. Zira söz konusu hadis tedavi olmanın
meşruluğunu pekiştirdiği gibi “hastalık ve deva”nın her ikisinin
de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını bildirmektedir. Bu
ontolojik yakınlık, hastalık ve devanın birlikte, aynı seviyede
ele alınması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Hastalığın
yaratılmış olması keyfiyeti hastalığı bir yokluk, vücudun tabii
şeklinin kaybolması şeklinde algılayan klasik yaklaşımın
isabetli olmadığını ortaya koymaktadır. Hayat ve ölüm arasındaki
ilişki gibi sağlık ve hastalık da birbirini tamamlayan, biri
olmadan diğeri anlaşılamayan hakikatlerdir.
Hastalıkların şifasının insanlara Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu
olarak indirildiği ya da bildirildiği hadislerde açıkça beyan
edilmiştir. Peygamber-i Zişan (s.a), “Acve hurmasının cennet
meyvelerinden olduğunu, zehirlenmeye karşı şifalı olduğunu,
mantarın da (İsrailoğullarına semadan indirilen) nimetler (el-mennü/kudret
helvası) cinsinden olduğunu, suyunun göze şifa verdiğini”
söylemiştir. Miraçta meleklerin kendisine “ümmetine kan
aldırmayı emretmesini söylediklerini” bildirmiştir.
Her
hastalığın bir sebebe bağlı olduğu ve sebepleri tespit edildiği
takdirde hastalıkların sırlarının çözüleceği inancı insanları
bütün hastalıkların sebeplerini araştırma düşüncesine sevk
etmiştir. Hastalıkların Cenab-ı Hak tarafından yaratıldığının
ifade edilmesi bazı hastaların ve hastalıkların lanetlenmesi
gibi hatalı davranışları engellemiştir. Yine her hastalığın bir
sebebinin bulunduğu fikri, hastalıkların kökeni ile ilgili bâtıl
inançların ortadan kalkmasını temin etmiştir.
Peygamber
Efendimiz (s.a), büyü, kehanet, fal ve uğursuzluk ve benzeri
uygulamaları şiddetle yasaklamıştır. Hastalıklardan korunmak ya
da iyileşmek maksadıyla bu tür uygulamalara baş vuranların
dinden uzaklaştığını ve dinin emirlerinin dışına çıktığını
açıkça beyan etmiştir. “Kim bir kâhine gider ve onun dediğini
tasdik ederse Allah’ın Muhammed’e indirdiği (dinden) dışarı
çıkmış olur” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz kâinatta hiçbir
şeyin başı boş olmadığını Cenab-ı Hakk’ın dışında kâinata
hükmeden manevi bir gücün bulunmadığını eşyada var olan tek
ilişki çeşidinin sebep-sonuç ilişkisi diye de isimlendirilen
mukarenet ilişkisi olduğunun bunun dışında bir takım gizil
güçler aramanın Allah’ı inkar anlamı taşıdığını açıkça ifade
etmiştir. Uğursuzluk inancının şirk olduğunu söylemiş, belirli
bazı gün ve ayların uğursuz olduğuna inanmanın dinde yeri
olmadığını beyan etmiştir. “Sizden birisi hoşuna gitmeyen bir
şeyle karşılaştığında ‘Allahım! İyilik yalnızca Senden gelir.
Kötülüğü giderecek de yalnız Sensin. Dayanılacak ve sığınılacak
kuvvet yalnızca Sensin' desin” buyurmuştur.
Peygamber
Efendimiz, yeryüzünde büyü, kehanet ve uğursuzluk olmadığını
açıkladığı gibi gökyüzünün de Cenab-ı Hakk’ın mülkü olduğunu
orada da tesadüfe yer olmadığını belirtmiştir. Yıldızlara itibar
etmenin, astroloji ile ilgilenmenin bir çeşit büyü olduğunu
söyleyerek, gök cisimlerine olağanüstü güçler atfedilmesini
yasaklamıştır. Cahiliye Arapları, hastalıkları ve şifayı
gökcisimlerinin hareketlerine ya da bazı görünmeyen varlıklara
bağlıyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu tür bâtıl inançları
şiddetle yasaklayarak, insanlara sebeplere riayet etmeyi
öğretmiştir. Hudeybiye’de bir gece yağmur yağdıktan sonra Allah
Resûlü, sabah namazını tamamladı ve insanlara dönerek “Rabbiniz
ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı kiram, “Allah
ve Resûlü en iyi bilir” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü
(s.a), şöyle söyledi: “Allah buyurdu ki, kullarım bana iman
ederek ve inkar ederek sabaha ulaştı; Allah’ın fazlı ve
rahmetiyle yağmura kavuştuk diyenler, Bana iman etti, yıldızı
inkar etti; şu yıldızın doğuşu ile yağmura kavuştuk diyenler de
Beni inkar etti yıldıza iman etti.”
Hastalığın
sebeplere bağlı yaratıldığı bu sebeplere riayet edilmesinin
vecibe olduğu açıkça beyan edilmiş, sebeplere riayet edilmeden
yapılan tedavilerde hekimlerin sorumlu olacağı bildirilerek,
hastalar hukuki güvence altına alınmıştır. Mesela “Kim tıbbı
bilmediği halde hekimlik yaparsa hastaya verdiği zararı tazmin
eder” hadisinde hasta haklarının korunması gerektiği
vurgulanmıştır .
Peygamber’in
(s.a) hastalığın ve devanın Allah Teâlâ tarafından indirildiğini
bildirmesi, tıp ilmine daha başlangıçta manevî bir boyut
kazandırmaktadır. Hadislerdeki tıbbın bu manevî boyutunu gören
bazı araştırmacılar, tıbb-ı Nebevî yazarlarının veya muahhar
dönem bilginlerinin, söz konusu manevîleştirme çabalarını tıbba
itibar kazandırmak için yaptıklarını öne sürmüşlerdir. Halbuki
tam aksine tıbb-ı Nebevî müellifleri, tıp hadislerine tıbbî bir
hüviyet kazandırmak maksadıyla hadislerdeki bu manevîlik
niteliğini zaman zaman ihmal etmişler, rasyonel ve kendi
zamanlarının tıp anlayışına uygun yorumları tercih etmişlerdir.
Ashab-ı
kiramdan Ebû Rimse (r.a), şöyle rivayet etmiştir: “Ben babamla
birlikte Allah Resûlü’nün (s.a) yanına gittim. Babam, Allah
Resûlü’nün sırtındaki peygamberlik mührünü kastederek,
“Sırtındakini bana göster ben tabibim” dedi. Bunun üzerine Allah
Resûlü, “Tabib Allah’tır. Belki sen refik/şefkatli bir kişisin.
Onun tabibi onu yaratandır” buyurdu. Bu hadisin yorumunda İmam
Beyhakî (ö. 458/1066), şu değerlendirmeyi yapar:
“Hastayı
tedavi eden kişi, uzman ve sanatında öncü de olsa hastalığın tam
olarak ne olduğunu (nefsu’d-dâ) ilmiyle ihata edemez. Hastalığı
tanısa ve diğer hastalıklardan ayırsa bile hastalığın ölçüsünü
ve hastanın bedeninde ne kadar ilerlediğini ve kuvvetini ne
kadar zayıflattığını bilemez. Anılan hastayı, ancak zann-ı
galibine ve anladığı kadarına istinaden hareket eden bir tabib
taslağı (mütetabbib) olarak tedavi eder. Çünkü onun ilaç
hakkındaki bilgisi de hastalık hakkında söylediğim gibidir. Bu
sebeple o, bazen doğru bazen de yanlış yapar. Bazen fazla ilaç
kullanır aşırıya kaçar, bazen eksik kullanır, tedavide yetersiz
kalır… Tabib, hastalığın ve ilacın hakikatini bilen ve sıhhat ve
şifa vermeye kâdir olan demektir. Bu sıfatlar da ancak Hâlik
(takdire göre Yaratan’dır), Bârî (Yaratan’dır) ve Musavvir (en
güzel şekli vererek Yaratan’dır) olan Allah’a aittir, O’nun
dışında bir başkasının bu isimle adlandırılması uygun olmaz”.
Ateşli
hastalıkların cehennem (en-nar/ateş) esintisi olduğunu, onu
soğuk su ile soğutmak gerektiğini söylemiştir. Ateşli hastaların
(humma) akşam ile yatsı ezanları arasında ya da sabah namazından
sonra soğuk su ile yıkanmasını tavsiye etmiştir. Hazret-i
Peygamber Efendimiz, ateşlenen hastalara soğuk su tedavisini
bizzat kendisi de uygulamıştır. Vefat ettiği hastalığı esnasında
ateşlenmiş, ağrıları artmış; “Üzerime bağları açılmamış yedi
kırbadan su dökün ki belki (mescide çıkıp) insanlara vasiyet
edebilirim” diyerek, mescide çıkıp son kez bir şeyler
söyleyebilmek için güç toplayabilmek için ateşinin dinmesini
arzu etmiştir. Ateşli hastalığı olanlara sabah güneş doğmadan üç
defa geçmezse yedi defa üzerlerine su dökmeyi ve tavsiye
etmiştir. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra ashab-ı kiram
bu uygulamayı devam ettirmişlerdir. Hz. Ebû Bekr’in kızı
Esmâ’nın yanına hummalı bir kadın gelmiş, kadının boynundan
aşağı elbisesinin içine su dökerek, “Allah Resûlü (s.a), bize
hummayı su ile soğutmayı emretti” demiştir. Sıcak memleketlerde
ekseriyetle güneş çarpmasından meydana gelen ateşlenmelere soğuk
su tedavisi önerilmiştir. Ateşin düşürülmesi hastalıkların
tedavisinde ilk adımdır. Ateşlenen kişinin cehennem ateşinin bir
kokusunu duymuş gibi sıkıntı çektiğini ifade eden Allah Resûlü,
bu ateşin soğuk su ile söndürülmesini söyleyerek hoş bir
benzetme yapmıştır. Bazı rivayetlerde ise “Humma, cehennem
kirlerinden bir kirdir onu soğuk su ile kendinizden
uzaklaştırın” buyrulmuştur. Bu hadiste ise hastalık kire
benzetilerek onun su ile temizlemesi gerektiği belirtilmiştir.
Hastaların ateşinin bir hadiste cehennem ateşi bir diğerinde ise
cehennem kiri olarak anılması mecazi mananın kastedildiğini
göstermektedir. Soğuk su ile arasındaki bağı insanlara Allah
Resûlü dolaylı bir üslupla ateş ve kir benzetmesiyle
anlatmıştır.
Tedavi
olunan ilaçlar ve bazı tedavi metotları hakkında “hayr”
kavramını kullanarak, uhrevi hayırla dünyevi hayır arasında
ayrımın bulunmadığını ifade etmiştir. Onayladığı tedavileri
“hayırlıdır” şeklinde nitelendirerek , tavsiye etmiş;
onaylamadığı bazı tedavileri ise “şeytan işlerinden” diyerek
yasaklamıştır. Mesela bir hadiste “Göz sürmelerinin en hayırlısı
“ismid/sürme taşı”dır” buyrulmuş; bir başka hadiste ise “Tedavi
olduğunuz şeylerin en hayırlısı, buruna ilaç damlatmak, ilaç
içmek, kan aldırmak ve bağırsakları boşaltmaktır” buyrulmuştur.
Allah Resûlü bir hadislerinde “Eğer sizin ilaçlarınızda hayır
varsa o da bal şerbetinde, hacamat bıçağında ya da ateşle
dağlamadadır” buyurarak, ilaçlarda hayır bulunduğunu açıkça
ifade etmiştir.
Peygamber
(s.a), “Tedavi olunuz. Ancak haram olan şeylerle tedavi
olmayınız” buyurmuştur. İçkinin ilaç olarak kullanılmasına karşı
çıkmış, onun ilaç olduğunu söyleyen bir sahabiye “o hastalıktır”
diye cevap vermiştir. Pis (habis) maddelerin ilaç olarak
kullanılmasını yasaklamıştır. Bazı hadisçiler, hadiste geçen
“habis” teriminin zehirli maddeleri ifade ettiğini
söylemişlerdir. Bir hadiste “Haram olan şeylerle tedavi olmayın”
buyrulmuştur. İlaç yapımında çevreye ve canlılara zarar
verilmesine izin verilmemiştir. Nitekim kurbağaları öldürüp
onlardan ilaç yapmak isteyen bir sahabiye izin vermemiştir.
Tedavi ve
ilaç kullanımı bir bakıma fiili bir duadır. Duayı kabul edip
şifayı yaratan ise Cenab-ı Hakk’tır. Tedavi olmak fiili dua ile
Cenab-ı Hakk’a yakarmak manasına gelmektedir. Bu sebeple Allah
Resûlü, hastalıkla karşılaştığında tedavi olmuş ve ilaç
kullanmıştır. O, bir çok kez hacamat yaptırmıştır; mesela Mekke
yolunda Lahyu Cemel denilen yerde ihramlı iken baş ağrıları
şiddetlenince başından kan aldırmış ve bir hadislerinde “Sizin
tedavi olduklarınızın en uygunu hacamattır” buyurarak, kan
aldırarak tedaviyi olmayı teşvik etmiştir. Peygamber Efendimiz,
hastalandığında burnuna ilaç damlatmış ve “Size şu ûdu’l-Hindî’yi
(topalak otu) tavsiye ederim; onda yedi şifa vardır. Bademcik
için burundan damlatılır; zatu’l-cenb (böğürlerdeki ağrılar)
için ise ağızdan içirilir” buyurarak, ashabına nasıl tedavi
olunacağını öğretmiştir.
İlâhî İsimler ve
Şifa
Tıbbın
konusu hastalık ve tedavidir. Hastalık hali, bir yokluk ve
hiçlik durumu değildir. Hastalık canlı varlıklarda belirli
sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan arizî durumlardır. Canlı
varlıkların fıtrî özelliklerinde yani tabiatlarında meydana
gelen bazı değişiklikler, hastalık olarak isimlendirilir. Bu
değişimler bir sebeple birlikte ortaya çıktığı için
hastalıklarla sebepler arasında bir ilişki vardır. Bu illiyet
ilişkisi zorunlu değildir. Kainatta var olan genel
illiyet/nedensellik ilkesi ekseninde cereyan etmektedir.
Kainatta sebeplerle sonuç gibi gözüken durumlar arasında cebri
bir determinizm bulunmadığı gibi hastalıklarla hastalığı ortaya
çıkaran sebepler arasındaki ilişki de cebri/zorunlu bir ilişki
değildir. Belki kelamcıların ifade ettiği gibi bir mukarenet/yakınlık
ilişkisidir. Diğer tüm varlıklarda olduğu gibi hastalıkların da
gerçek bir sebebi (müsebbibü’l-esbâb) vardır. Her şeyin
yaratıcısı olan Allah, hastalıkları ve sebeplerini birlikte
yaratmıştır.
Allah Teâlâ
ubudiyet edilecek tek Ma’bud olduğu gibi Rububiyeti’nde de eşi
ve benzeri olmayandır. O, insanı yarattıktan sonra kendi haline
ya da başıboş bırakmamış; insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu
her şeyi yaratarak, her daim Rububiyeti’ni ona hissettirmiştir.
İnsan, aczini ve zaafını hissettiği ölçüde Cenab-ı Hakk’ın
Rububiyeti’ne olan ihtiyacını hisseder. Aczin en iyi
hissedildiği anlar ise hastalık vakitleridir. Bu sebeple
hastalık esnasında şifa isterken Peygamber Efendimiz, Cenab-ı
Hakk’a “Yâ Rabb!; insanların Rabbi!” diye yakararak dua
etmiştir. Peygamberimiz (s.a), hasta ziyaretlerinde hastaya
“Hastalığı gider, insanların Rabbi! Şifa ver, Şâfi yalnızca
Sensin” dua etmiştir. Hastalara yaptığı dualarda hastalığın
“Rabbimizin izni ile” iyileşeceğini özellikle ifade etmiştir.
Böylece bize, hastalara şifa verenin âlemlerin Rabbi Allah
olduğunu, şifanın Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin tecellisi ile
gerçekleştiğini göstermiştir.
Hazret-i
İbrahim (a.s), kavmine kulluğun yalnızca Allah’a yapılması
gerektiğini hatırlattıktan sonra tevhid-i rububiyet’e
dikkatlerini çekerek, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren;
hastalandığımda O’dur bana şifa veren; O’dur beni öldürecek ve
sonra da diriltecek olan” buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ın
rububiyetine duyulan ihtiyaç hastalık esnasında daha iyi
hissedilir. İnsan şifayı O’ndan isteyerek, Rabbi’ne duyduğu
bağlılığı dile getirir.
Hastalığı
yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi hastaları sıkıntılı anlarında
bakıp gözeten de âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dır. Resûl-i Ekrem
Efendimiz, “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın, Allah onları
yedirir içirir” buyurarak, hastaların adeta Cenab-ı Hakk’ın
bakım ve gözetimi altında olduğunu bildirmiştir. Hastaların
duasının kabul edildiğini bildiren hadisleri onların Allah
Teâlâ’nın bakım ve gözetiminde olmasıyla açıklamak da mümkündür.
Nitekim Hazret-i Ömer Efendimiz, Peygamber (s.a) bana “Hastanın
yanına girdiğinde sana dua etmesini söyle; hastanın duası
meleklerin duası gibidir, diye tavsiyede bulundu” demiştir.
Şifa, Cenab-ı
Hakk’ın Rahmân isminin hastalar üzerindeki tecellisidir.
Peygamber Efendimiz (s.a), hastalara dua ettiğinde Cenab-ı
Hakk’tan rahmetini indirmesini niyaz eder. Ashabına, sizden
birisi bir sıkıntı veya hastalıktan rahatsız olduğunda ya da bir
kardeşi hastalandığında şöyle dua etsin: “Bütün eksik
sıfatlardan münezzeh müteâl Allah, ey Rabbimiz! Senin hükmün
gökyüzü ve yeryüzündedir. Gökyüzündekilere rahmet ettiğin gibi
yeryüzündekilere de rahmetinle muamele et. Günah ve hatalarımız
bağışla. Sen temiz ve pakların Rabbi’sin. Şu ağrı/acı üzerine
rahmetinden bir rahmet şifandan bir şifa indir.”
Hastalıklar,
Cenab-ı Hakk’ın eş-Şâfi isminin tecellisi olan şifa hakikatini
fark etmemizi sağlar. Şifanın gerçekleşmesi Şâfi isminin
tecellisine bağlıdır. Hastalığı yaratan Allah olduğu gibi şifayı
yaratan da O’dur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “O’dur beni doyuran,
O’dur beni içiren. Hastalandığımda O’dur bana şifa veren. O’dur
beni öldürecek ve sonra diriltecek olan”. âyetinde, şifayı
yalnızca Allah’ın verebileceğini bildirir. Allah Resûlü,
hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’a “eş-Şâfi” adıyla
yakararak, “Şâfi yalnızca Sensin, Senden başka Şâfi yoktur”
diyerek, Şâfi isminden yardım istemiştir. Allah Teâlâ’nın Şâfi
isminin tecellisi ile şifanın gerçekleştiğini göstermiştir.
Hastalık
Cenab-ı Hakk’ın Şâfi isminin bilinmesine ve O’na yönelmeye bir
vesile olduğu gibi her şeyin sahibinin Allah olduğunun
bilinmesine de veselidir. Var olan her şeyin sahibi Allah
Teâlâ’dır; bu sebeple âyet-i kerimede şöyle dua etmemiz
emrediliyor:
“De ki, ‘Ey
mülk ve hakimiyet sahibi (Mâlike’l-mülk) Allahım! Sen mülkü
dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini
aziz dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin
elindedir. Sen elbette her şeye Kadîr’sin. Geceyi gündüze katar
günü uzatırsın, gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden
diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız
rızıklar verirsin”.
Her şeyin
Allah’a ait olduğu hakikatini insanlar, hastalık ve ölüm
karşısında çaresiz kaldıklarında daha iyi hissederler.
“Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde, “Biz
Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz”
derler”. âyetinde açıkça beyan edildiği gibi müminler, musibet
anında Cenab-ı Hakk’a ait olduklarını hatırlayıp, O’na teveccüh
ederler.
Allah’ın
Zatı’nın kusurdan, sıfatlarının noksanlıktan ve fiillerinin
şerden salim olması anlamına gelen es-Selâm ismi ise var olan
her çeşit selametin kaynağının O olduğunu anlatır. Bu takdirde
insanda hastalıklardan selamet halinin kaynağı Selam ismidir.
Cenab-ı
Hakk’ın isimleri arasında Tabîb olmamakla birlikte Hz. Aişe
validemiz, gerçek tabibin Cenab-ı Hakk olduğunu ifade için Allah
Teâlâ’ya “Tabib Sensin” diye dua etmiştir. Hz. Aişe (r.a), vefat
ettiği hastalığı esnasında Allah Resûlü’nün (s.a) göğsüne elini
sürerek “Ey insanların Rabbi, sıkıntıyı gider, Tabib Sensin,
Şafi Sensin” diye dua ediyordu; Allah Resûlü ise “Beni Yüce
Dost’a kavuştur” diyerek, Cenab-ı Hakk’a olan iştiyakını dile
getirmiştir.
Ölümün de
varlığı olan diğer tüm şeyler gibi bir hakikati ve mevcudiyeti
vardır. Hatta ölümün gerçekliği ve gücü bazen hayatın önüne
geçer. Bu sebeple “Her toplumda, baskın olan ölüm imgesi egemen
olan sağlık kavramını belirler” denilmiştir. Hayat veren, hayatı
yaratan Allah olduğu gibi ölümü yaratan da Allah Teâlâ’dır. O,
Muhyî ve Mümît’tir. Kur’an-ı Kerim’de, “Göklerin ve yerin
hâkimiyeti O’nundur. Hayatı veren ve hayatı alıp öldüren O’dur.
O, her şeye kadirdir” buyrulmuştur. İmam Beyhakî (ö. ), bu
âyet-i kerimeyi yorumlarken, “Allah Teâlâ, hayır ve şerrin,
fayda ve zararın O’nun tarafından yaratıldığı bilinsin diye,
kendini hayat verme fiiliyle övdüğü gibi öldürme fiiliyle de
övmüştür” der.
Allah Resûlü
(s.a), şifanın Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını ifade ettiği
gibi ölümün de Allah’ın takdiri ile olduğunu belirtmiştir. Sa’d
b. Zürare (r.a) ağır hastalandığı zaman Resûlullah (s.a) onu
dağlamış fakat Sa’d vefat etmiştir. Bunun üzerine “Yahudiler
için kötü bir ölüm. Şimdi derler ki “Muhammed’in arkadaşına bir
faydası olmadı”. Ben ne onun için ne de kendim için Allah’a
karşı hiçbir şey yapamam” diyerek bir yandan üzüntüsünü diğer
yandan da Allah’a bağlılığını ve ölümün de Cenab-ı Hakk
tarafından yaratıldığını dile getirmiştir.
Görüldüğü
gibi kâinatta var olan sağlıkla alakalı gerçekler, İlahi
isimlerin tecellilerine dayanmaktadır. Bu takdirde hastalığın ve
şifanın varlığını inkar etmek mümkün değildir. Her ikisinin de
kaynağı fizik ötesidir. Fizik âlemdeki diğer tüm hakikatler gibi
sağlık etrafında şekillenen hastalık, ilaç, şifa ve sıhhat
sebeplere bağlı yaratılmış hatta sebepleri ile birlikte
yaratılmış hakikatlerdir. Ancak Allah Teâlâ, hayat ve ölümü
sebeplere bağlamamış onları doğrudan kendi fiili olarak
zikretmiştir. Nitekim hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, ölüm
hariç her hastalığın sebepler âleminde çaresinin bulunduğunu
haber vermiştir.
DERLEME : YAVUZ TELLİOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder