Sidr /Sidre Ağacı [(Cedrus (common name Cedar) is a genus of coniferous trees in the plant family Pinaceae. They are native to the mountains of the western Himalayas and the Mediterranean region, occurring at altitudes of 1,500–3,200 m in the Himalayas and 1,000–2,200 m in the Mediterranean.)]
Sedir ağacı,
Lübnan, Suriye ve Türkiye’de doğal yayılış ortamına sahip
bir tür olup 324.453 hektarlık alanla dünyadaki en geniş ortamı
Türkiye’de bulunmaktadır. Ülkemizde “katran” olarak da
bilinen sedir cinsinin pek çok kültür formları bulunmaktadır
(Boydak ve Çalıkoğlu 2008: 284; Yaltırık 1993: 320). Sedir
ormanları, koku ve renk itibari ile güzel olması ayrıca
çürümemesi sebebiyle Eskiçağ’da birçok devlet tarafından ele
geçirilmeye çalışılmış ve çoğu zaman da tahrip edilmiştir
(Kayacık 1980: 388; Mayer ve Sevim 1959: 112, 113). Bu ağaca
yönelik ilk yazılı bilgiler Mısır kaynaklarında karşımıza
çıkmaktadır. (Collelo 1987: 5). Yine kullanımı bakımından
çok farklı alanlarda görülen ağaç Hitit çivi yazılı
metinlerinde ise karşımıza “GIŠERİN” (Ertem 1964: 130)
olarak çıkmaktadır.
Mekke ile Medine’nin kapısı ağaç,
Musa Kellimin asâsı ağaç,
Büyük büyük suların köprüsü ağaç,
Kara kara denizlerin gemisi ağaç,
Şah-ı merdan Ali’nin Düldül’ünün eyeri ağaç,
Zülfikaar’ın kınıyla kabzası ağaç
Şah Hasan’la Hüseyin’in beşiği ağaç,
Beni sana asarlarsa götürmegil ağaç,
Götürecek olursan yiğitliğim seni tutsun ağaç,
Bizim elde gerek idin ağaç,
Kara Hindû kullarıma buyuraydım,
Seni para para doğrayalardı ağaç”
Sedir ormanları
için ortaya çıkan mücadeleler, Doğu Akdeniz’deki Biblos sahil
kasabalarında da görüleceği gibi M.Ö. III. binlere kadar
gitmektedir. Söz konusu tarihten itibaren yüzyıllar boyunca,
bu kaliteli keresteleri toplamak için, Asurlular, Babilliler ve
Persler Lübnan dağlarına ya da Kenan-Fenike kıyı şehirlerine
sık sık seferler düzenlemişlerdir (Myers 2007: 213, 214).
M.Ö. II. Bin yıl
hâkim güçlerinin arasındaki mücadeleler siyasi ve ekonomik
çıkarlar doğrultusunda yapılmış gibi görünse de bunların
yanında Lübnan dağlarında yetişen kıymetli sedir ağaçlarının
tomrukları da bu mücadelelerin nedenleri içerisinde yerini çok
açık bir şekilde almaktadır. Mısır firavunları, saraylarının
ve mabetlerinin yapımında bu sedir tomruklarından yararlandıkları
gibi Babil ve Asur kralları ile taştan ve ormandan mahrum olan
Mezopotamya da Lübnan’daki sedir ormanlarına muhtaç idiler .
Sedir ağacı
Mezopotamya’da kutsal sayılırdı. Asurlu Tiglat-Pileser kuzeye
doğru sefere çıktığı bir dönemde Naire beyinin elindeki bakır
ve kurşun yataklarını ele geçirdikten sonra yönünü Lübnan
sedir ağaçlarına çevirmiştir. Bu Asurlu kral, tanrıların
isteğine uyarak Lübnan’daki sedir ormanlarının büyük bir
bölümünü budatmış ve yeni saraylar ve tapınaklar yapmak için
Asur’a taşımıştır (Sever 2008: 73).
Durum böyle ki bazı
krallar sedir ağaçlarının ülkelerine getirilmesini bir başarı
ve övünç kaynağı olarak görmüşlerdir. Bu krallardan yine
Asurlu Tiglat-Pileser’in (M.Ö. 1117-1077) sedir ağacına
verdiği önemi şu cümlelerden anlamaktayız:
“Ben fethettiğim
ülkelerden, sedir ağacı, şimşir ve meşe ağaçları getirdim.
Ağaçlar hiçbir atamın (kralın) getirdikleri gibi değildir. Ben
onları topraklarımdaki bahçelere ektim. Ben nadir bulunan
meyveleri kendi bahçelerime aldım. Onların Asur
bahçelerinde büyümelerine neden oldum.”
Asur kralı
Tiglat-Pileser’in söylediklerinden de anlaşılacağı gibi
böylesine değerli bir ağacın o dönemde nasıl bir hâkim olma
mücadelesinin ortasında kaldığı açıktır. Bahsi geçen dönemde
insanların sırf mabet ve gemi yapmak için, özellikle Akdeniz
sahilinden hemen sonra yükselen dağlar üzerindeki sedir
ormanlarını yok ettikleri bir gerçektir. Bu tahrip edilen sedir
ormanlarının yerini ise günümüzde maki, garig ya da step otları
almıştır. Bunun dışında Lübnan sediri ise bugün sayıca çok
az olmasına rağmen, insan elinin değmediği yerlerde eski
varlığını hala devam ettirmektedir .
Bunların dışında
daha geç dönemde (M.Ö. I. Bin ortaları) İskit kadınlarının
selvi ve sedir ağaçlarının özünü bir kapta döverek merhem
yaptıkları ve bu merhemi çam sakızı ve su ile karıştırarak
macun haline getirdikleri, bu macun lapasını ise yüzlerine sürerek
güzellik bakımı yaptıkları da bilinmektedir. Bu yöntemin,
kayıtlarda olmasa dahi daha eski dönemlerde de kullanılmış
olması muhtemeldir (Memiş 1987: 42).Yine bunlarla birlikte
Frigler’de görülen, ölülerin ilk önce ahşap sedirler üzerine
yatırılması olayının da daha eskiye gitmesi mümkündür.
Buradan anlaşılacağı üzere sedir ağacının dini ve ekonomik
açıdan öneminin yanı sıra bir de temizlik ve arınma hususunda
kutsal bir varlık olarak görüldüğü açıktır .
Sedir ağacının
günlük ihtiyaçlar doğrultusunda kullanımı ve ülkeye getiren
kralın bir övünç içerisine girmesinin yanında kutsal bir ağaç
olarak görülmüş olması da mümkündür. Bu kanıya ise Kumarbi
Destanı ile başlayan destanlar zincirinin bir halkası olan Hedammu mitinde
bilgelik ve akıl tanrısı Ea’nın şu konuşması kaynak
oluşturmaktadır. Konuşma ise şöyledir:
“Neden
[insanoğlunu] yok ediyorsunuz? Onlar tanrılara kurban
sunmayacaklar. Onlar sizin için sedir (ağacından) tütsü
yakmayacaklar. Eğer insanoğlunu yok ederseniz, artık tanrılara
[tapınma]yacaklar. Hiç kimse [ekmek] sunmayacak. Hatta sabanı
bizzat Kummiya’nın kahramanı Tešup sürecek, Şauşka ile Hepat
ise değirmen taşında (un) öğütecekler” (Hoffner 1990: 49;
Ünal 2003: 79).
Daha öncede
bahsettiğimiz gibi sedir ağacının kutsal maddeler (un-ekmek) ile
birlikte zikredilmesi bu ağaca karşı mistik bir yaklaşık
olduğunu ortaya koymaktadır. Yine aynı tanrının diğer tanrılara
kızdığı bir başka konuşmasında ise şunları söylemektedir:
“İnsanlığı
niçin mahvetmek istiyorsunuz? Onlar tanrılara kurban sunup, ıtriyat
olarak sedir ağacı yakmıyorlar mı? Eğer insanları mahvederseniz
tanrılar varlıklarını sürdürebilirler mi?” (Ünal 1980: 478).
Bunların dışında
yine Telipinu’ya atfedilen bir Hitit çivi yazılı
belgesinden de anlaşıldığı kadarıyla bu ağacın katran ve
reçinesinden yararlanıldığı ayrıca kendisinin vermiş olduğu
serinletici hissiyat tanrı Telipinu’nun hoşuna gitmektedir. Yine
bir Hitit kraliçesi olan Puduhepa’nın (III. Hattuşili’nin eşi
M.Ö. 13. yy.) Arinna şehrinin güneş tanrıçasına yaptığı dua
metninde, Anadolu’nun “sedir memleketi” haline geldiğini
söylemektedir (Burney 2004: 29). Gılgamış destanına ait
bölümlerde ise Enkidu ve Gılgamış’ın gökyüzü boğasını
ve Huvava’yı öldürdükleri ve dağın sedir ağaçlarını
kestikleri tanrı Anu tarafından Enlil’e söylenmekte ve bu yüzden
içlerinden birisinin ölmesi istenmektedir .
Sedir ağacının
yalnızca belli bir bölge halkı için değil eskiçağın süper
güçleri tarafından da kullanılması, bu ağaca ayrı bir önem
verildiğini açık şekilde ortaya çıkarmaktadır. Yine M.Ö.
1100’lü yıllarda, Mısır tanrısı Amon’un bir rahibi olan
Venamon, Karnak’ta Amon’a ait kutsal bir sandal inşa etmek için
sedir ağacı getirmek maksadı ile Biblos’a gönderilmiştir.
Rahip Venamon seyahati esnasında konaklamak için Dor kentine demir
attığında, satın alacağı sedir ağaçlarına karşılık olarak
vereceği altın ve gümüş çalınmıştır. Venamon ise bu kaybı
karşılamak için Dorlu Sekeller’e ait (Deniz Kavmi halkı) bir
gemiyi soyar. Venamon sedir ağaçları yüklü gemileriyle birlikte
Biblos’tan denize açıldığı sırada on bir Sekel gemisi,
Venamon’un gemilerini ele geçirmek maksadı ile bu bölgeye
gelir. Biblos Kralı Sakar Baal ise o bölgeye özgü konukseverliği
göstermek için gemiler limandan uzaklaşıncaya kadar Sekellerin
onu rahatsız etmesine izin vermemiştir .
Daha erken
dönemlerden bir örnek vermek gerekirse eğer Akad Kralı
Naram-Sin’in icraatını konu alan ve Boğazköy arşivinde ele
geçen bir metinde Naram-Sin kendisine karşı isyan eden şehirleri
saymaktadır. Bu esnada ise Sedir Dağları kralı Isqippu ismini
zikretmektedir. Bahsi geçen kralın hâkimiyetindeki yer olan Sedir
Dağları ise Amanoslar’dan başka bir yer değildir .
Sedir ağacının
farklı devletler üzerindeki etkileriyle ilgili bazı kesitler
verdikten sonra asıl üzerinde durulması gereken konu ise bu
ağacın, değerli madenler olan altın, gümüş, bakır gibi hediye
olarak da sunulmasının yanında, ülkelerine getirildiği takdirde,
krallar tarafından çok büyük bir başarı olarak görülmesidir.
Daha öncede bahsettiğimiz gibi Asur krallarının düzenli olarak
her yıl tekrar ettikleri seferlerin en önemli nedenlerinden birisi
de sedir kerestesi toplamaktır. Öyle ki M.Ö. 857 yılında Sam’al
kralı Haianu’nun III. Salmanasar’a vermeyi kabul ettiği haraç
listesinde sedir kerestesi ve reçinesi de vardır. III.
Salmanasar’ın bu tarihten itibaren yaptığı seferlerde ise
“Hamanu Dağı-Sedir Dağı” olarak geçen Amanosların, kereste
açısından ekonomik değerinin devam ettiği görülmektedir .
Kutsal
Kitaplarda Sedir Kur‟ân‟da sidr/sidre kelimesi dört yerde geçer. Bunlardan ikisi sidr, diğer ikisi de sidre şeklindedir. 34/Sebe‟ 16. âyette şöyle buyrulur: “Ne var ki onlar şükürden yüz çevirdiler. Biz de onlara [seddü‟l-arîm denilen] büyük barajlarını yıkan müthiĢ bir sel gönderdik. Sonuçta onların güzelim bahçelerini acı ılgın ağaçları ve biraz da sidr ağacı (ve şey’in min sidrin qalîl) bulunan çorak arazilere dönüştürdük.”3 Kelimenin sidr olarak geçtiği bir baĢka âyet 56/Vâkıa 28‟dir. Burada cennetliklerin cennette kavuĢacakları nimetlerden bahsedilirken onların sidr (sidr-i mahdûd = dikensiz sidr) ağacının altında gölgelenecekleri anlatılır. Bu ağacın ismini Türkçe‟ye tercüme edenler genellikle ilk âyettekini sedir ağacı, buradakini de kiraz ağacı olarak aktarmıĢlardır. Oysa kelimenin anlamı hakkında bilgi veren müfessirler sidrin, kiraz ağacı (nebk, Arabistan kirazı) olduğunu ve şu üç özelliğiyle öne çıktığını söylerler: Uzun gölgesi, leziz tadı ve hoş kokusu.Merhûm Elmalılı da bahsi geçen ağaçla ilgili Ģunları söyler: “Sidre, ağaç demektir. Kâmus Tercemesi'nde sidre ile ilgili Ģu bilgiler vardır. "Sidr, “sîn”in kesri ve “dâl”in sükûnu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna "Arabistan kirazı" da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür Ģeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânîdir (bahçeye mahsus) ki meyvası hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrîdir (toprağa mahsus) ki bunun meyvesi tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir". ”Türkçe‟ deki kullanımıyla sedir ağacı ise “Kozaklılardan, çiçekleri sarı veya açık yeşil renkli, boyu 40 metre kadar olabilen ve kerestesi yapı işlerinde kullanılan bir orman ağacı, dağ servisi” şeklinde tanımlanır. Dolayısıyla sidr yahut sidre ağacını “kiraz, Arabistan kirazı veya çitlembik” Ģeklinde Türkçe‟ye aktarmak daha doğrudur. Sidr ağacıyla ilgili tartışmaların yapıldığı ve ilginç yorumların ortaya çıktığı yer 53/Necm 14. âyette geçen “sidretü‟l-müntehâ” ifadesidir. Bu ifadenin/terkibin lafzî anlamı hususunda bir ittifak söz konusudur. Buna göre bu ifade“son sidre” demektir ve izâfi bir terkiptir. Müntehâ kelimesi, ism-i mekân ya da mimli mastardır ve "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eder.8Lafzî anlamında ittifak olan sidretü'l-müntehâ‟nın hakikatte ne yahut neresi olduğu hususunda son derece farklı ve çelişkili rivayetler aktarılmıştır. Necm sûresinde, sidretü‟l-müntehâ terkibinin içinde yer aldığı âyetlerin tercümesi Ģöyledir: “Kayıp giden yıldıza and olsun ki arkadaşınız Muhammed ne yolunu ĢaĢırdı ne de aklını!O, hevâ ve hevesine göre de konuĢmuyor. Onun konuĢtukları, kendisine indirilen vahiyden baĢkası değildir. Bu vahyi ona [herhangi bir insan değil] Allah‟ın kendisine emrettiği çok büyük iĢleri ifa kabiliyetine sahip olan Cebrail öğretti. O, üstün niteliklere sahip bir melektir. [Evet, Cebrail Muhammed‟e vahyetmek üzere yeryüzüne indi]. Bu sırada o, ufkun en yüksek noktasındaydı. Sonra aĢağıya doğru sarktı/alçaldı ve Peygamber‟e yaklaĢtı. Öyle ki peygamberle aralarında yayın iki ucu arası kadar veya daha yakın bir mesafe kaldı. Ġökte o
anda Allah Cebrail vasıtasıyla kulu Muhammed‟e ne vahyedecekse vahyetti. Muhammed‟in kalbi/aklı, bütün bu gördüklerini bir hayal olarak algılamadı. Ey müĢrikler Ģimdi siz onun gördüğü bütün bu gerçekler hakkında kendisiyle münakaĢa ediyorsunuz, öyle mi? And olsun ki Muhammed o meleği, (meleğin)yeryüzüne bir baĢka inişi sırasında da kiraz ağacının(sidretü‟l-müntehâ) yanında görmüştü. O ağacın yanında çok hoĢ ve huzur verici bir bahçe (cennetü‟l-me‟vâ) vardı. O an heybetiyle o kiraz ağacını kaplayan öyle bir kapladı ki Peygamber‟in gözü hiçbir tarafa kaymadı, hedefinden sapmadı. Evet, iĢte o zaman Peygamber, Rabbinin en büyük âyetlerinden/sembollerinden bir kısmını görmüştü.” Âyetler, yukarıda verildiği Ģekliyle anlaĢıldığında ortada bir sorun kalmamaktadır. Fakat neredeyse bütün bir Ġslam tarihi boyunca buradaki sidretü‟l-müntehânın yeryüzünde değil de Cennet‟te, altıncı semada ya da yedinci semada bir yerde bulunan bir ağaç ya da mekân olduğu söylenegelmiĢtir.
Hadis rivayetlerine bakıldığında sidretü l-müntehânın, Hz.Peygamber'in yaşamış olduğu mi‟raç yolculuğu esnasında, Cebrail ile beraber uğradığı duraklardan birisi olarak resmedildiği görülür. Hatta burası Cebrail için son duraktır. Cebrail orada kalmıĢ ve Hz. Peygamber daha ileriye gitmiĢtir. Zira Cebrail, “eğer bir parmak kadar dahi yaklaĢırsam yanarım” diyerek burasının kendisi için bir sınır olduğunu söylemiştir. Yine rivayetlerde Hz. Peygamber‟in burada gördüğü sidretü‟l-müntehâyı çeşitli Ģekillerde tasviri söz konusudur. Bu tasvirlere göre o ağacın yapraklarıfil kulakları kadar, meyveleri ise testiler kadar büyüktür; gölgesinde yüz süvari gölgelenebilir, ya da yüz yıl boyunca gidilse de gölgesi bitirilemez; dibinden iki zâhir iki de bâtın nehir çıkmaktadır.Rasulullah bunların ne olduğunu Cebrail‟e sorduğunda, “bâtın olanların cennete dökülen iki nehir, zâhir olanların ise Nil ve Fırat (başka rivayetlerde Seyhan ve Ceyhan da eklenir) olduğu” cevabını almıştır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Dikkat edilirse, bütün bu rivayetler âyette açıkça belirtilen “iniĢ” anlamıyla ters düşecek Ģekilde, Hz. Peygamber ile Cebrail‟in birlikte bir yükseliĢinden bahsetmektedir. Ayrıca bu yükselişte Cebrail hadisenin baĢından beri Hz. Peygamber‟e eĢlik etmiĢ olduğu için “onu bir baĢka iniĢte sidretü‟l-müntehânın yanında da görmüştü” ifadesi anlamsızlaşıyor. Tabi kimi açıklamalarda bu “iniĢ”in, Hz. Peygamber‟in Allah Teala‟nın katından “inmesi” ve sidretü‟l-müntehâya uğradığı esnada Cebrail‟i görmesi olduğu zikredilmektedir ki bu da kurgulanan senaryonun bir Ģekilde lafızla uyumlu hale getirilmesi çabasının bir sonucudur. Hz. Âişe ve başka bazı sahabilerden nakledildiğine göre Hz. Peygamber Cebrail‟i kendi asli suretinde iki defa görmüĢtür. Bunlardan birisi Mekke‟nin Ecyâd semtinde diğeri de sidretü‟l- müntehânın yanında. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Ecyâd‟da Hz. Peygamber‟in Cebrail‟i görmesi, peygamberliğin hemen öncesindeki zamanlara denk gelmektedir. Rivayete göre Hz.Peygamber Mekke‟nin Ecyâd semtinde iken Cebrail ona seslenmiş, o sağına soluna bakınmıĢ bir Ģey görememiĢ, sonra baĢını kaldırıp ufka bakınca Cebrail‟i ufku kaplamış olarak görmüĢtür. Hz. Peygamber bu manzaradan korkmuĢ ve kaçmıĢ, insanların arasına katılmıştır. Daha sonra çıkınca Cebrail tekrar seslenmiĢ, Hz. Peygamber korkmuş ve kaçmış, sonra Cebrail Hira dağı tarafında kendisini aleni olarak göstermiĢtir. Bu rivayet de Hz.Aişe'den gelmektedir. Bu ve benzeri rivayetler muvacehesinde düĢünüldüğünde ortaya çıkan durum Ģudur: Hz. Peygamber Cebrail‟i peygamberliğininhemen arefesinde kendi asli suretinde görmüĢtür. Hz. Âişe‟nin ifade ettiği bu iki “görüĢ”ten Hira dağı tarafında olanıyla Necm sûresi 13-14. âyetlerdeki sidretü‟l-müntehânın yanında görme hadisesi aynı şey olmalıdır. Âyetler dikkatle okunduğunda burada bir vahiy aktarmadan da bahsedilmemektedir. Belli ki Cebrail sadece kendini Hz. Peygamber‟e tanıtmak için görünmüĢtür. Diğer yandan yine aynı sûrenin 5-11. âyetlerinde bahsedilen görmenin, bu sûreden önce inen Tekvîr sûresi 23. âyette geçen görme ile aynı olduğunu söylemek yerinde olur. Ġki sûredeki ilgili âyetlerin hem ifade Ģekilleri hem de bağlamları dikkatle okunduğunda aynı konudan bahsettikleri görülecektir. Hz. Peygamber Cebrail‟i bu görüşünde ondan vahiy de almıştır ve bu dolayısıyla peygamberlik geldikten ve artık Hz. Peygamber neyin ne olduğunu fark ettikten sonradır. Burada da Cebrail‟in kendi asli sûretinde göründüğünü düĢünürsek –ki, Cebrail‟in apaçık/berrak bir ufukta olması ve bu ifadeyle inkârcılara bir cevap verilmesi, onun asli suretinde göründüğüne bir delildir- Hz.Âişe‟den bu konuyla ilgili gelen, yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerle ilgili olarak Ģunları söylememiz gerekir: Hz. ÂiĢe‟nin bahsettiği Ecyâd ve sidre yanındaki görme hadisesi, peygamberlikten önce gerçekleşmiştir. Tekvîr ve Necm sûrelerinde (5-11. âyetler) bahsedilen görme ise Hz. ÂiĢe‟nin muhtemelen bahsetmediği başka bir görme olayını anlatmaktadır ve burada vahiy alımı da gerçekleşmitir. Bu durumda Ģunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki sidretü‟l-müntehânın mi‟rac hadisesiyle bir ilgisi yoktur. Nüzûl zamanına göre 22 ya da 23. Sırada bulunan Necm sûresi, hem mi‟rac hadisesinin gerçekleşmiş olduğu belirtilen zamandan önce inmiştir, hem e kendi iniĢinden de önce gerçekleĢmiĢ bir hadiseden bahsetmektedir. Fakat güvenilir hadis kitaplarında sidretü‟l-müntehânın göklerde olduğu ve Rasulullah‟ın mi‟raç hadisesini yaĢadığı anda o ağacın yanına/o mekâna gittiği ısrarla vurgulanmıştır. Sonra gelenlerin bu rivayetleri sorgulanamaz addetmesinin baĢlıca sebebi rivayet saltanatına itaattir. Fakat böyle rivayetlerin ilkten ortaya çıkmasının sebepleri olarak Ģunlar zikredilebilir: 1- Ġsrailî haberler. Özellikle sidretü‟l-müntehâ hakkındaki rivayetlerde Ġbn Abbas‟ın Ka‟bu‟l-Ahbâr‟a sidretü‟l-müntehâ hakkında sorular sorduğu, onun da son derece ilginç cevaplar verdiği görülmektedir. Bu anlatılanlar daha sonraki kitaplara da girmiĢ, kimden geldiği bilinmekle birlikte bazen hakkında hiç yorum yapılmadan aktarıldığı olmuştur. 2- Ġba-redeki gizem. Bu husus, insanoğlunun tabiatında yer alan ilginç, gizemli ve tam olarak açıklanamaz olana karşı duyduğu hayranlıkkorku karıĢımı duygularla ilgilidir. Özellikle bahsi geçen ifade/ibare/konuda da bu hususu destekleyecek unsurlar varsa bu tür duygular daha güçlü hale gelebilmektedir. Kanaatimizce bu ibaredeki “el-müntehâ” kelimesinin son, bitiĢ noktası, nihayet gibi anlamları, bahsettiğimiz gizemi tetikleyici ve artırıcı bir işlev görmüştür. Tefsir literatürüne göz attığımızda sidretü‟l-müntehâ ile ilgili birbirinden ilginç tanımlara rastlamamız mümkündür. Örnek vermek gerekirse, sidretü‟l-müntehâ Hz. Ali ile Hz. Fatıma‟nın nikâhlarının, altında kıyıldığı yedinci gökteki ağaçtır. Sidretü‟l-müntehâ, hayretü‟l-kusvâ (en son hayret) mânâsını ifade eder; Şehitlerin meskenidir; Muhammed ümmetinden olanlar hariç diğer tüm insanların en son ulaĢabilecekleri noktadır;20 her âlimin ilminin kendisinde son bulacağı noktadır;21ahiretin ilk günü, dünyanın ise son günüdür;2226/ġu‟arâ sûresinin baĢında bulunan Tâ-Sîn-Mîm şeklindeki hurûf-u mukatta‟adan sîn harfi sidretü‟l-müntehâ demektir; sidretü‟l-müntehâ Cebrail‟in makamıdır ve yeryüzü ile burasının arasındaki mesafe “elli bin” yıldır;24 83/Mutaffifîn 18. âyette geçen “illiyyîn” ifadesi ile sidretü‟l-müntehâ kastedilmiştir; sidretü‟l-müntehâ, arş, kürsi, levh, kalem ve cennetle birlikte “ulvi cisimler” (el-ecsâmu‟l-ulviyye) arasında yer alır;26kiĢi öldüğünde ruhu melekler tarafından sidretü‟l-müntehaya yükseltilir; sidre,âlimlerin ilminin ve Ģehitlerin ruhlarının kendisinde son bulduğu kabza-i muhammediyyedir; seyr ü sülûk erbabının yolculuklarının nihai noktasıdır; üstünden inenler ve altından çıkanlar için bir sınırdır, buluĢma noktasıdır.29 Bütün bu tarifler, sidretü‟l- müntehânın yeryüzünde değil de gökler âleminde yer aldığını bildiren haberlerin ve rivayetlerin sorgulanmaksızın kabul edilmesi sonucu ortaya çıkan tarifler/tanımlardır. Kaldı ki bütün bu tariflerin hadis rivayetlerinde geçtiği de söylenemez. Boşluklar muhayyile marifetiyle doldurulmuş olmalıdır.Yine aynı literatür içerisinde bu ağacın yeryüzünde olabileceğini –bir şekilde- söyleyenlere rastlamak da mümkündür. Fakat bu, çoğunluğun görüşünde olduğu kadar açık ve net değildir. Mesela İbn Âşûr, sidretü‟l-müntehânın, Kur‟ân‟ın yedinci gökteki bir ulvî mekâna verdiği isim olduğunu belirtir ve bu ismin verilme sebeplerinden birisini “belki de Arapların bu ağacı arazilerinin sınırına dikiyor olmaları sebebiyle onların bildiği bir terim kullanılmıştır” Ģeklinde açıklar. Görüldüğü gibi bu ifadeler sadece aradaki vech-i şebehi açıklamaya dönük bir varsayımdır.İmam Nevevî‟nin (v. 676/1277) aktardığına göre Kâdî İyâz (v. 544/1149), sidretü‟l-müntehânın aslının yeryüzünde olduğunu iddia etmiĢ, gerekçe olarak ise hadislerde Nil ve Fırat‟ın onun köklerinden çıktığının haber verilmesini göstermiştir. Yani ona göre, Nil ve Fırat‟ın yeryüzünde olduğu bilindiği için Sidre de onların kaynağı olmasından dolayı yeryüzünde bulunmalıdır. Fakat Nevevî, onun bu akıl yürütmesini doğru karşılamamış, böyle bir gereklilik olmadığını söylemiş ve hadisteki anlamın Ģöyle olduğunu bildirmiştir: “Nehirler onun köklerinden çıkar, sonra Allah‟ın dilediği yerleri kat eder, yeryüzüne iner ve orada yoluna devam eder. Böyle anlamanın akıl ve din açısından bir sakıncası olmadığı gibi, hadisin zâhiri de bunu gösterdiği için bu anlamı kabul etmek gerekir.” Ġzzet Derveze, bir eserinde Necm sûresinin baĢındaki âyetlerin mi‟raç hadisesiyle ilgili olduğunu söylemenin anlamsız olduğunu belirtirken,32 diğer bir eserinde de sidretü‟l-müntehânın “ilerleme/yürüyüş veya şavtın sınırını belirten sidre ağacı” olduğunu söyleyerek ağacın göklerde değil yerde olduğunu belirtmiştir. Seyyid Kutub da “belki de metafın (tavaf yapılan alanın) sınırını belirleyen ağaçtır” diyerek sidretü‟l-müntehânın dünyevîliğine ihtimal veren müfessirler arasında yer almıĢtır.Sidretü‟l-müntehânın yeryüzünde olduğunu söyleyen müfessirlerden bir diğeri de Süleyman AteĢ‟tir. Kaynaklarda sidre ile ilgili geçen rivayetleri verip, bu rivayetlerin güvenilir olmadığını, esasen bunların isrâ hadisesiyle ilgili olduğunu, bu sûrenin isrâ olayından çok önce nâzil olduğunu belirttikten sonra Ateş şunları söyler: “Biz âyetin ruhuna dönerek Peygamber‟in (sav) Cebrail‟i sidre denilen bir ağacın yanında görmüĢ olduğu kanaatine vardık. Herhalde sidre ilk vahyin indiği yerde bulunan bir ağaçtır. Bu ağaç, Peygamber‟in (sav) ilk vahiy günlerinde uzlete çekildiği bölgede bulunan diğer ağaçlardan biri, belki de en büyüğüdür. Kendisinin uzlete çekildiği Hira Dağı‟nın çıkıĢında hâlâ ağaçlar vardır. O zaman bunlar mutlaka daha çok idi. Peygamber –Allah bilir- böyle bir ağacın yanında bu ruhânî sahneyi görmüştür.” Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur‟ân‟da dört yerde geçen sidr/sidre ağacı, Kur‟ân‟ın nâzil olduğu dönemde onun muhatabı olan insanların çok iyi bildiği bir çeşit kiraz ağacıdır. Necm sûresi dıĢında geçtiği yerler itibariyle de anlaĢılması ve yorumlanmasında bir sorun yoktur. Ama Necm sûresinin 14. âyetinde “sidretü‟l-müntehâ” Ģeklinde geçmesi, bazı rivayetlerle de desteklenerek Hz.Peygamber‟in mi‟raç tecrübesiyle iliĢkilendirilmiĢ ve altıncı veya yedinci gök âleminde bulunan bir ağaç/mekân olarak tarif edilmiştir. Bu tarif hem âyetlerin tarihi ve tabii bağlamıyla çeliĢmekte hem de Kur‟ân‟daki gayble ilgisi olmayan bir âyetin anlamını, anlaşılmazlık ve gizem deryası içinde kaybetmekte olduğu için kabul edilemezdir. Âyetlerin anlamları hakkındaki böyle bir yanlıĢın bu kadar uzun süre ve –tabiri caizse- çaresizce savunulmasını,36 rivayet tahakkümünün yanında yanlış bir imancı/kudretçi anlayış ve esrarengiz olana meftuniyet ile açıklamak mümkündür. Zira –yukarıda gördüğümüz gibi- tarihi rivayetler içinde kimi zaman bazı âlimlerin sidretü‟l-müntehânın yeryüzündeki bir ağaç olabileceği fikrine yaklaşmış olmalarına rağmen ya bu çıkarıma yanlış ve eksik bir şekilde ulaştıklarını ya da devamını getir/e/mediklerini görmekteyiz. Dolayısıyla bize göre sidretü‟l-müntehâ ifadesi, Hz. Peygamber‟in Cebrail‟i bizzat kendi görüntüsü içinde gördüğü ender zamanlardan birinde orada bulunan, bir Ģekilde üzerinde Cebrail‟e ait yahut ilahi tecellilerin yansıdığı ve Arapların sınır belirlemek için de kullandıkları için o şekilde isimlendirdikleri, hoşa giden ve güzel görülen bir bahçenin (cennetü‟l-me‟vâ) yanında bulunan bir ağacı işaret etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder