9 Şubat 2015 Pazartesi

On İki Makam ve Astroloji-Musiki İlişkisi



Osman Musiki Nazariyanda Pisagorcu
"Kürelerin Uyumu / Musikisi" Anlaşının Temsili









    On İki Makam ve Astroloji-Musiki İlkisi

“Bâtınî Makam Modeli” de  “temel durumdaki makam sözğü, kaynaklarda ay anlama gelen “mevki”, mahal”, yer gibi sözklerle birlikte kullanılmıştır. Arapça bir sözcük olan makam da diğerleri gibi yer, konum, durum, l bildiren bir sözktür. Gültekin Oransay, sözğün anlam bakımından sekiz farklı blamda kullanıldığını göstermiştir (ed. Durmaz ve Daloğlu, 1990: 56-58). Durmaz ise, makam, âvâze ve şûbe aymının, tümüyle İslam dinine özgü yaratılış ve yaratılışa ait yasalar ile “düzen” anlayış ve inancına bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Durmaz (1991: 3)a göre: İlk bakışta Ortaçağ’ın dört temel biliminden biri olarak musikinin astronomi ile bağıntı kurması doğaldır.
Ancak bu yaklaşımın islam çevresine girdiği anda islamın görüşleri doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi kınılmazdır”.
Belirtilen  dörtlü nıflandırmanın,  kozmolojik,  astrolojik yönlerine ve  çeşitli “gizemli sayılarla olan blantılana, yukada zikredilen çeşitli kaynaklarca değinilm; ancak belirtilen ilkilerin kapsamlı bir çözümlemesi ortaya konulamamıştır. Bu nedenle burada, makam sözğünün çok farklı bir yönüne dikkat çekilerek, belirtilen kategorilerin tümü açısından, konunun simgesel yönü ve felsefî temelleri üzerinde durulmaktadır.
BMM, makam kavramı “burçla özdeş görür ve sembolizm kaynaklı musiki nazariyesine de zodyaktaki on iki burca karşılık gelen “on iki makam”ı temel alır. Bunedenle,  Osmanlı  bânî  kaynaklanda  perde/ev/hâne  terimleriyle  birlikte  kullanılanmakam sözğünün, kaynağı musikiden ziyade astrolojiden ve esas olarak da zodyaktan aldığı bir gerçektir. Bu konuda Durmaz (1991: 4), şu tespite yer verir: on iki ayrı
oluşumun  (burc)  oturduğu-oturtulduğu,  durduğu  yer  (karar-gâh)  bu  oniki  burcun
değmez  orunlanı  (=makâm)  oluşdurur.  Birbirinden  ayrı  yapıda  bu  oniki  burcun karşılığı olarak, aşıtsal farklıklar gösteren oniki ayrı kural (=12 makâm) belirlenir. Giderek 12 burca 12 makâm yakıştırması yerleşir”.
Astroloji ve musiki ilkisi, sembolizm ısından, ezoterik geleneklerde çok önemli ve öncelikli bir yer tutar (Pingree, 1973; Pacholczyk, 1996). Osmanlı’da tınîgeleneğe  bağlı  nazariyecilerin  astroloji-musiki  ilkisi  konusundaki  bilgilerinin kaynağında   İhvân-ı   fânın;   İhvân’ın   kaynağında   Batlamyus’un;   Batlamyus’un
kaynağında  ise  Eski  Yunanda  geliştirilen  ezoterik  anlayışın  yer  aldığı  bilinen  bir gerçektir.  İslam  dünyanda  Kındî’nin  ilk  çevirileri  de,  astroloji-kozmoloji-musiki ilkileri bakımından öncü bir rol oynamıştır (Farmer, 1925; Godwin, 1993). Tipik birnek olması nedeniyle HbA tarafından eserinin girişinde özellikle de burçlar, seyyareler ve rt elementle ilgili olarak aktarılan bilgilerin, ık bir şekilde bu kaynak silsilesinin bir ürünü olduğu görülür. Bu konuda Osmanlı 15.-16. yy. kaynaklana şöyle bir bakıldığında, musiki ve astroloji alanlarının gerek konu içerikleri ve gerekse de terminolojileri  bakımından  çok  önemli  ortakklar  sergiledikleri  hemen  fark  edilir.
Hâne/ev/burç/makam”,  “evc  x  hazîz”,  seyir,  “doğma/çıkma/zuhur  etme  x batma/inme”, suud x hübut”, yücelme x alçalma”, vb. terimler, her iki alan tarafından“ortak bir şekilde kullanılır. Örneğin musikide “evc” en tiz perdeyi gösterirken, astrolojide bir yıldızın en yüksek konumunu ifade eder.32 Hâne/ev/burç/makam zkleri musikide “perde”yi, astrolojide ise zodyak üzerindeki burç yerleşimini gösterir. Seyir, yıldızlan  birbirlerinin  evlerini   ziyaret  etmesi  anlamıyla   astrolojide   kullanılırken, musikide de âgâz edilen perdeden karar edilecek perdeye doğru gerçekleşen hareketi ifade  eder.  Doğma/çıkma/zuhur  etme  astrolojide  yıldızın  görünmeye  başlamanı, musikide de ses vermeye başlangıifade eder. Benzer olarak inme/hübut/alçalma da astrolojide yıldızın batışını, musikide ise karar edişi belirtir. Sonta bu iki alan, “temelden birbirleriyle  bağlantılı  durumdadır.  Nitekim  18.  yy.  nazariyecilerinden Tanburî Küçük Artin (TKA), yazdığı risâlede açıkça şu ifadelere yer verir:

 “… bu şeref hübut evci dediğimiz ehl-i nücûm [astrolog] olmalı ve sazende olmalı … birisini bilib, birisini bilmese zevkiyat olmaz. Zira yedi feleğin ki gökyüzünde onlar biri birisin evinden nice ki o şerefi alırlarsa. O şeref aldıkları yer, felekiyatların taksim yeridir   ilm-i nücûmda da nice ki bir felek bir burcdan, o bir burca gider türlü türlü zuhuratlar olduğu gibi bizim musikimizde de seyni agazesi buselik uğrayub aşiran karar ederse, ona buselik-aşiran derler. Musikide ilm-i nücum budur (Popescu-Judetz   93-94).


Zodyak üzerinde 30 derece mesafedeki her alan”, burçlara ait hâneleri; yani burçların “yerlerini belirler (Hoskin, 1997; Encausse, 1999). Bu yerler ay zamanda burçların evleri, hâneleri ve makamlarıdır. Burç ile hâne/ev/makam özdeşliğinin musiki  nazariyatındaki  yanmanın  on  iki  makam kavramı oluşturduğu  gayet açıktır. Bu ifade, zodyak “dairesi”ndeki on iki “ev/hâne/makam/mevki/mahal/yer” demektir. Böylece aslında hepsi de benzer anlamlara sahip çeşitli sözklerin, birbirleri yerine kullanılabildikleri görülür. Ancak  terimleşme” sürecinde makam sözcüğünün,diğerleri  arasından  sıylarak  öne  çıkğı  ve  yaygınlaştığı  anlaşılmaktadır.  HbA’ta (Özçimi, 1989: 143; Çelik, 2001: 218) yer alan ve hermetik sembolizmde tanyı simgeleyen güneş”, “daire ve hatta göz şeklindeki şu diyagram, burç-makam-tabiat- dört unsur ilişkisinin tipik bir özeti halindedir

Pisagorcu gelenekten İslam kültürüne sızan ilahî sesleri duyma” hassasısın, sûfîlerce nasıl benimsenip İslamî bir boyut kazandığı da ıklamaktadır. Uludağ (1999)a göre:
“Sûfîler kendilerini bu konuda [semâ] tenkit etmek bahis konusu olunca, semâkelimesindeki geniş şumül ve elastikiyetten faydalanarak bu tabir ile Allah’tan ve Resulünden semâ-ı kastettiklerini k k ifade etmlerdir. Kuran dinlemekle musiki dinlemeyi ay isim altında toplamakla hem musikiye dinî bir renk vererek onu Kur’an dinlemekle bir tutmuşlar, hem de muhaliflerinin yerme ve kötülemelerinden kurtulmaya gayret etmişlerdir. Tenkit edildiklerinde: Bizim semamız Allah ve Resulündenir, sahabe de yle semâ ederdi demek suretiyle hem kendilerini müdafaa etm, hem de muhaliflerini şaşırtmış oluyorlardı (Uludağ, 1999:231-232).Temelde  hangi  görünüş alnda  olursa  olsun hermetik gelenekte  ve  İslam kültüründe şekillenen bâtınî emaatlerde, ilahî sesleritemsili,seyyareler vonlarınhareketleriyle ilkilendirilmiştir. Nitekim Mevlevî semâı da gezegenler ve yıldızlangüneş   çevresindeki   dönüşlerine   (Önder,   1998:   120-122)   benzetilir.   Seyyarelerin dönüşleri esnanda çıkardıkları “âvâzlar, ancak Pisagor gibi bilge”, hakîm, “arifveya “hikmet sahibi kilerce duyulabilir. Ahmedoğlu Şükrullâha göre “bu ilmi evvel tasnif iden hakîm-i ilahî Fisagoresdür ki şakirdlerine eyrmiş ki Ben bu nağmelerin bazısını felekler hareketinden işidürem, andan ki ben eyrem (Bardakçı, 2008: , 2011:
9; Şirinova, 2008: 147; Kamiloğlu, 2007: 43). Nitekim İhvân-ı fâ Risâleleri’nde de benzer olarak şu ifade yer alır:
Denilir ki hakîm Pisagor, ruh cevherinin safiyeti ve kalp gözünün ıkğıyla âlemlerin ve seyyarelerin hareketlerinden çıkan nağmeleri işitmeye muktedirdi ve üstün nitelikteki şünce gücüyle de musikinin temel ilkelerini ve perdeler arasındaki ilişkileriidrak edip ortaya çıkardı. O, bu ilimden söz eden ve bu sırrı öğreten bilgelerin ilki olmve onun ardından da Nikomakus, Batlamyus, Öklid ve diğer bilgeler gelmiştir 
.
Tasavvuf kültüründe semânın kaynağına ilişkin olarak ileri sürülen nazariyerlerden  birinin  Fisagorese  ait  oluş, burada  dile  getirilen hermetik bağ ından son derece önemlidir. Bu konuda İslam kültüründe ve Osmanlı kaynaklanda görülen atıflan çokluk ve kğı, meselenin salt İslam ve Osmanlı kültürüiçinden  görülemeyeceğini  ve  konunun  çok  daha  şumüllü  olduğunu  gösterir Kâtip Çelebiden alıntıyla, Fisagores hakkındaki nazariyeyi şöyle aktarır:
Musikinin  mucidi  Süleyman  (A.S.n  talebelerinden  Fisagor’dur.  Bir  şahıs Fisagora üç gün üst üste rüyanda şöyle demişti: Kalk, falan denizin sahiline git, orada garib (orijinal) bir ilim tahsil edeceksin. O da kalkıp oraya gitm, fakat orada kimseyi bulamamış, bu rüyanın zahiri mananın kastedilmediğine hükmetmiş ve burada demircileri toplayıp tenasüplü ve ahenkli bir şekilde çekiçleri vurmaları emretm, kendisi de bu sesler üzerinde derin derin düşünmeye başlamış, sonra dönüşte sesler arasındaki nisbetlerin nevileri üzerinde düşünmüş, uzun şünce, ilâhî feyz ve Rabbanî ilham eseri olarak gayesine varmış, bir alet yapmış, üzerine ibrişim bağlamış, sonra
tevhide dair inşad ettiği şiirleri [münacât] söylemeğe başlamış, halkı ahretle ilgili işlere teşvik eden ilâhîler okumuş, bu şekilde birçok kimsenin dünyadan el-etek çekip ahret leri  ile  meşgul  olma  temin  etm.  Ondan  sonra  bu  adet  kema  aranda  aziz olmuştu. Fisagor kısa süre içinde, saf bir cevhere sahip olduğu için riyazât ilminde muhakkik bir kim olmuş, ruhlan yurduna, ufukları geniş olan semalara val olmuştu.
Feleklerin hareketlerinden hâsıl olan cazib (şehiyye) nağmeleri ve güzel besteler itiyorum, bu terennümler muhayyileme ve hazama yerleşmiştir’ diyen Fisagor buna dayanarak bu ilmin kaidelerini ortaya koymuştur (Uludağ, 1999: 347-348).41
Bu  hikâyenin  Ortaçağ  Avrupasında  da  aynen  bilindiğinin  ve  Franchino Gaffurio  (1492,  Theorica  musice,  liber  primus)  gibi  dönemin  çeşitli  teorisyenlerince
“çizime” dönüştürülğünün görülmesi (Christensen, 2002), konunun yukada belirtilen“dinler-üstü” mahiyeti açısından önemli olsa gerektir. Bilindiği gibi Kâtip Çelebi (1609-1657),  17.  yüzyılın  en  önemli  bilim  adamıdır.  Coğrafya,  tarih,  bibliyografya  gibi alanlarda  yaptığı  çok  değerli  çalışmaları  yanında  Keşfüz-Zünûn  ve  Cihânnümâ  gibi önemli  eserlerin  de  sahibi  olan  Kâtip  Çelebinin,  musikinin  kökenine  ilkin  “bilgi kaynağı”nı Pisagora dayandırması elbette sözü edilen hermetik “geleneğin” gücü ve binlerce yıllık etkinliği bakımından son derece dikkat çekicidir. Öyle ki esasen bu kültür, Osmanlı’daki varğı 19. yüzyılın sonlana dek sürdürmeye de devam edebilmiştir.
Konumuz olan 15. yüzyıla dönülğünde, Osmanlı bâtı kaynaklarında âvâzelerin  seyyarelerle  ilişkilendirilmiş  olma  sebebi,  bu  noktada  bütün  çıplakğıyla ortaya çıkmış oluyor. Âvâzeler, bugüne dek konuya değinen çeşitli kaynaklardaki kısıtlı veya yetersiz ifadelerden de gayet iyi bir şekilde anlaşılacağı üzere, musikinin teknik” ölçütleri üzerinden açıklanabilecek veya anlaşılabilecek bir konu değildir. Cumhuriyet
döneminin temel kaynakları arasında yer alan Suphi Ezgi’nin Nazarî Ameli Türk Mûsıkîsi adlı eserinde yer alan şu ifadelerin, belirtilen yaklaşım ısından tipik bir örnek olarak değerlendirilmesi mümkündür:
“…âvâze ismi sekiz, beş, altı sesten husule gelenlere konulmuştur; misal olarakbu müellifler [eski nazariyeciler] bizim bu günkü rast dizimizi gerdaniye namile âvâzeler arasında yazmışlardır; mülayim ve müstakil olan bu diziyi on iki makamları sıranda söylemeyüpte âvâzeler aranda bahsedişlerinden onlan indinde makam ile âvâzenin hususiyetleri olmadığı anlaşılıyor …” (Ezgi, 1940: IV: 189).

“Dört Asıl”ın(Tetraktys)Temsili: Dört Şûbe



 

Bâtınî sınıflandırmanınüçüncü kategorisini meydanagetiren“dört şûbe”, Pisagorcu sembolizmde her şeyin aslı/esası ve dolayısıyla kozmostaki tüm dörtlüsınıflamalar/gruplandırmalar   demek   olan   “tetraktys”i   temsil   eder.   Bu   kategorininPisagorcu felsefeye esas teşkil eden yaratılışın dört evresi, dört unsur, dört tabiat, ezoterik geometrinin dört temel unsuru, ezoterikastrolojide çokönemli bir yere sahip olan dörtgezegen açısıyla olan ilişkilerini daha iyi anlayabilmekiçin, aşağıdaki “ilişkiler/karşılıklılıklar” tablosuna bakmak yararlı olacaktır

Teknik  açıdan  ele  alındığında,  günümüze  dek yeterince  anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış olan bu konu, aslında makam nazariyesi açısından çok temel bir önem ve işleve sahiptir. Şûbe, Arapçada; “dal”, “kısım”, “cüz”, “parça”, “bölüm”, “bileşen”gibi anlamlara gelir. Bunagöre şûbe, bir bütünün parçaları veya bir gövdeden ayrılan kol ve dallardır. Bir sınıflandırma elemanı olarakşûbe, aslında tümüyle “ağaç-yapılı” (dendritic) bir model oluşturmaözelliği taşır. Ağaç-yapılı modellerde“yan” unsurlar, “asıl” veya “temel” olandan “dal”lanarak çoğalırlar.Böylece her bir şûbe,birbütün veyaorganizasyonun parçası, kısmı veya bileşeni haline gelir. Bu “kavramsal” nitelik, “şûbe” konusunun makam nazariyesi içindeki teknik yer ve işlevinin doğru anlaşılmasında ilk önemli adımı oluşturur.

Makam açısından yaklaşıldığında şûbe, makamın “kısımlarını” veya“bileşenlerini” meydana getiren perdeler demektir. Mesela bir dörtlüyle ifade edilen Rast makamında, makamı oluşturan her bir perdeve bu perdenin sahipolduğu aralık, Rast’ın şûbeleri olan Rast (Yekgâh), Dügâh, Segâh ve Çargâh’ıtemsil eder. Bu konuda gerek DDŞM, gerekse BMM içinde yer verilen açıklamalarbirarada değerlendirildiğinde, şûbekavramının içerik ve işlevi belirgin şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda tarihselbakımdan şûbe konusundaki en dikkat çekici açıklamalardan birine, LMÇ’ninZeynü’l- Elhân [1483] adlı eserinde rastlanır:
“şu’beyi ba’zı kudamâ [eskiler] şöyle tefsîr eylediler [açıkladılar] kim… şu’beşolcem-i mülâyimdür [uyumlu perdeler] ki nağamât-ı makâmdan me’hûz ola [makam
perdelerinden alınmış olsun] müteahhirîn  [sonrakiler]  katında terkîbden  dahi murâd
[terkible kastedilen de] budur. Pes ikisi [böylece bu iki sözcük] lafzayn-i müterâdifeyn
beyne’t-tâ’ifeteyn [aynı anlama gelen ve birbiri yerine kullanılan sözcükler] oldılar. Lîkin
[ancak] mecmû’-ı müteahhirîn [sonrakilerin tümü] katında şu’beden murâd [şûbeyle kastedilen]  dört emirdür  ki dört  ‘anâsıra  [unsura] nisbet etdiler  [karşılık  getirdiler]” (Kalender, 1982: 98; Pekşen,2002: 54).
Bu son derece değerli açıklama, şûbe konusunun “teknik” yönü ile “sembolik”
yönü arasındaki ayrımı mükemmel şekilde ortaya çıkarmaktadır. Buna göreteknik açıdan şûbe,bir makamıniçerdiği perdeler bakımdanayrılabildiği “kısım”lardır.Bâtınînazariyecilerin simgesel sınıflamasına göre ise şûbenin ilişkili olduğu konular, yukarıdaki tabloda gösterilmiştir.
Bâtınî kaynaklarda Yekgâh/Rast  perdesiyle  birlikte  ezgisel  bakımdan dörtperdeyle ilişkili olarak açıklanan Rast makamı, hareket itibariyle çıkıcı-inici bir makam
konturuna sahiptir. Rast makamının ezgisel hareketi içinde çıkıcı ve inici olarak sırasıyla
Rast  (/Yekgâh), Dügâh, Segâh ve  Çargâh perdeleri  yer alır.  Böylece  Rast’ın  bizzat kendisi başlanılan “nokta”yı göstermek üzere kısımlarına ayrılmak istendiğinde sırasıyla
Dügâh, Segâh ve Çargâh“şûbe”leri elde edilir




Seyyârelerin/Gök Cisimlerinin Temsili: Yedi Âvâze





Pisagorculuğa özgü “kürelerin uyumu/musikisianlayışı açından Osmanlı bâtı kaynaklarındaki en tipik konuyu kuşkusuz ki “âvâze”ler oluşturur. Âvâze, Farsça “âvâz kelimesinden gelmekte olup ses/sadâ” demektir. Farhat (1990: 3)a göre Acem musiki tarihinde Hüsrevânî olarak adlandırılan makam dizgesi, yedi temel makama sahipti. Bu makamlar hakkında ayrıntılı bilgiler mevcut değilse de, Osmanlı 18. yy.nda Nâyî Osman Dede (ed. Kalpaklı ve çev. Erguner, 2014), bu yedi makamlı dizgeye Acemlerin heftne(yedi perde) dediklerini belirtir. Ayca yukada verildiği üzere TKA da, Acem kültüründeki temel perde/makam adlandırma dizgesine yine 18. yy. itibariyle tanıkk etmtir (Popescu-Judetz, 2002). Böylece “âvâz veya “âvâze”nin, Farsçada, yedi ana perdeye aret ettiği açıkk kazanmış olur ki yedi seyyâre” ve onlar tarafından çıkarılan sesler bakımından bu husus, yük önem arzeder.
Âvâze ile temsil edilen sadâ”, aslında “dünyevî olmaktan ziyade ilâhî bir nitelik  taşır.  Bilindiği  gibi  tasavvuf  geleneğindeki  semâ”  kavramı,  bu  ilahî  sesleri
duyma”       hassası       ve       vasfıyla       doğrudan       ilgilidir.       Semâ       etmek”, “duymak/işitmek/dinlemek” anlamındadır ve raksla” bütünleşmesi de bu ilâhî duyuşun yol  ğı  vecd halinin  somut  bir  ifadesidir.  Semâ  eden  kişi,  bir  vecd,  esrime, aşkınlaşma   ve   kendini   bulma”   leti   içindedir   (Uludağ,   1999).   Bu   manada gerçekleştirdiği  hareketler,  ilhamı seyyâre”lerin  “hareketleri”nden  alır.  KşY’un, âlemin yaratılışı ve feleklerin harekete gelip âvâz çıkarmaları sürecine ilkin anlamının, ezoterik kültürün temel kaynaklandan birini oluşturan Platonun Timaeus adlı diyaloğuna dayalı oldu (Can, 2001: 144) gayet açıktır:
tengri tebâreke ve tlâ celle celâluhu çunki eflâk [felekler] ve enmi [yıldızlar] yarat ve emt itdi harekete geldiler anlarun hareketinden âvâzeler39 zâhir oldı ve ol âvâzelere âgâniyi ruhânî [runî şarkılar] ad kodılar ve ilm-i musiki dahi andan peyda ol ve bu ilmün tikakı [türeyi] ol âgâniyi ruhâniyyedendir [o ruhânî şarkılardandır]  Pes  bu ilm ruhânîdir  ve  kemâya  [bilgelere]  bu  ilm riyazetile  [nefs terbiyesi  ve  tefekkürle]  keşf  olmışdur    ezel-i  âzâlde  [ezeller  ezelinde/başlangıcı olmayan zamanlarda] ol âvâze-i ruhânîyi [runî sesi] cemi’i canlaridüp turlar ve anınla üns üdüp [alışkın/hemdem olup] tururları şimdi dahı  eger gâh [anzın] bir hoş âvâz işideler canlar ol evvel ezel-i âzâlde işitgi âvâzeyi ki egâni-i ruhânî [ruhânî şarkılar] dirlerdi yâd ider [hatırlar] eger cünbişe [kımıldanır] ve harekete gelür niçün anıniçün canlarun ol âvâzeyile ezelden sâyikası [sebebi] ve bilişligi varidi amma bazı ervâh [ruhlar] ol âvâzeyi itmemişidi şimdi bunda işitseler inkâr iderler eger anda itmiş olalar idi bunda dahi zevke ve şevke  ve cünbişe ve harekete geleleridi ve hoş vakt olalardı (ed. Öztürk ve çev. Sezikli, 2014: 17-18; Drusöz, 2012a: 184-185; 2012b: 66-
67; 2007: 174; Cevher, 2004a: 30; Sezikli, 2000: 40-42; Kamiloğlu, 1998: 27-28).
İslam kültüründe özellikle sûfîlerce musikinin semâ” olarak anlaşılması ve bu şekilde adlandılma, derin duyma hassası ından çok önemli bir gösterge meydana
getirir. Bu konuda Uludağ (1999), şu bilgileri aktarır:
“… sûfîler musiki (gınâ) kelimesi yerine semâ sözünü kullanmakla o devirde yaygın bulunan keyf ve nefis ehli ile karıştırılmaktan sakınmak istemişlerdi. Mistik muhayyile tabiatta işitilen bütün seslerde lahûtî bir ahenk görmüştür, adeta tabiattaki nizamı bir musiki ahengi olarak anlamıştır. Kâinatı bütün ile Allahın bir tecellisi olarak gören  mutasavvıfların  tün  seslerde  bir  musiki  ahengi  görmeleri  şaşılacak  bir  şey değildir, mistisizmin manğına göre bu çok tabiidir. Onun için tasavvufta semâ demek, musiki demek değildir, ondan çok daha şumüllü bir şeydir. tasavvufta sesle hiç ilgisi bulunmayan manevî hakikatlar, sırlar, hikmetler, rüyetler ve müşahedeler de bir musiki (semâ)dır. … sûfîler tamamen ruhânî sırlara manevî gerçeklere ve iç alemlerinde duydukları ulvi seslere de sema adı vermlerdir (Uludağ, 1999: 228-232).
Tasavvuf kültüründe son derece derin ve önemli bir yeri bulunan semâ ve vecd konularında, Gazzalîden bu yana önde gelen tüm sûfîlerin dikkate değer bir edebiyat oluşturdukları bilinmektedir. Shiloah (1979, 2003)’ya göre musiki hakkında yazılan risâle ve  edvârların  ağırklı  bir  lümü  tamamen  semâ  ve  vecd  hakkındadır.  Bu  durum, Pisagorcu gelenekten İslam kültürüne sızan ilahî sesleri duyma” hassasısın, sûfîlerce nasıl benimsenip İslamî bir boyut kazandığı da ıklamaktadır. Uludağ (1999)a göre:
“Sûfîler kendilerini bu konuda [semâ] tenkit etmek bahis konusu olunca, semâ
kelimesindeki geniş şumül ve elastikiyetten faydalanarak bu tabir ile Allah’tan ve Resulünden semâ-ı kastettiklerini k k ifade etmlerdir. Kuran dinlemekle musiki dinlemeyi ay isim altında toplamakla hem musikiye dinî bir renk vererek onu Kur’an dinlemekle bir tutmuşlar, hem de muhaliflerinin yerme ve kötülemelerinden kurtulmaya gayret etmişlerdir. Tenkit edildiklerinde: Bizim semamız Allah ve Resulündenir, sahabe de yle semâ ederdi demek suretiyle hem kendilerini müdafaa etm, hem de muhaliflerini şaşırtmış oluyorlardı (Uludağ, 1999: 231-232).
Temelde  hangi  görünüş alnda  olursa  olsun hermetik gelenekte  ve  İslam kültüründe şekillenen bâtı cemaatlerde, ilahî seslerin temsili, seyyareler ve onların
hareketleriyle ilkilendirilmiştir. Nitekim Mevlevî semâı da gezegenler ve yıldızlan
güneş   çevresindeki   dönüşlerine   (Önder,   1998:   120-122)   benzetilir.   Seyyarelerin dönüşleri esnanda çıkardıkları “âvâzlar, ancak Pisagor gibi bilge”, hakîm, “arifveya “hikmet sahibi kilerce duyulabilir. Ahmedoğlu Şükrullâha göre “bu ilmi evvel tasnif iden hakîm-i ilahî Fisagoresdür ki şakirdlerine eyrmiş ki Ben bu nağmelerin bazısını felekler hareketinden işidürem, andan ki ben eyrem (Bardakçı, 2008: , 2011:
9; Şirinova, 2008: 147; Kamiloğlu, 2007: 43). Nitekim İhvân-ı fâ Risâleleri’nde de benzer olarak şu ifade yer alır:
Denilir ki hakîm Pisagor, ruh cevherinin safiyeti ve kalp gözünün ıkğıyla âlemlerin ve seyyarelerin hareketlerinden çıkan nağmeleri işitmeye muktedirdi ve üstün nitelikteki şünce gücüyle de musikinin temel ilkelerini ve perdeler arasındaki ilişkileri
idrak edip ortaya çıkardı. O, bu ilimden söz eden ve bu sırrı öğreten bilgelerin ilki olmve onun ardından da Nikomakus, Batlamyus, Öklid ve diğer bilgeler gelmiştir .
Tasavvuf kültüründe semânın kaynağına ilişkin olarak ileri sürülen nazariyerlerden  birinin  Fisagorese  ait  oluşu  (Uludağ,  1999),  burada  dile  getirilen
hermetik bağ ından son derece önemlidir. Bu konuda İslam kültüründe ve Osmanlı kaynaklanda görülen atıflan çokluk ve kğı, meselenin salt İslam ve Osmanlı kültürü
içinden  görülemeyeceğini  ve  konunun  çok  daha  şumüllü  olduğunu  gösterir.  Uludağ
(1999), Kâtip Çelebiden alıntıyla, Fisagores hakkındaki nazariyeyi şöyle aktarır40:
Musikinin  mucidi  Süleyman  (A.S.n  talebelerinden  Fisagor’dur.  Bir  şahıs
Fisagora üç gün üst üste rüyanda şöyle demişti: Kalk, falan denizin sahiline git, orada garib (orijinal) bir ilim tahsil edeceksin. O da kalkıp oraya gitm, fakat orada kimseyi bulamamış, bu rüyanın zahiri mananın kastedilmediğine hükmetmiş ve burada demircileri toplayıp tenasüplü ve ahenkli bir şekilde çekiçleri vurmaları emretm, kendisi de bu sesler üzerinde derin derin düşünmeye başlamış, sonra dönüşte sesler arasındaki nisbetlerin nevileri üzerinde düşünmüş, uzun şünce, ilâhî feyz ve Rabbanî ilham eseri olarak gayesine varmış, bir alet yapmış, üzerine ibrişim bağlamış, sonra
tevhide dair inşad ettiği şiirleri [münacât] söylemeğe başlamış, halkı ahretle ilgili işlere teşvik eden ilâhîler okumuş, bu şekilde birçok kimsenin dünyadan el-etek çekip ahret leri  ile  meşgul  olma  temin  etm.  Ondan  sonra  bu  adet  kema  aranda  aziz olmuştu. Fisagor kısa süre içinde, saf bir cevhere sahip olduğu için riyazât ilminde muhakkik bir kim olmuş, ruhlan yurduna, ufukları geniş olan semalara val olmuştu.
Feleklerin hareketlerinden hâsıl olan cazib (şehiyye) nağmeleri ve güzel besteler itiyorum, bu terennümler muhayyileme ve hazama yerleşmiştir’ diyen Fisagor buna dayanarak bu ilmin kaidelerini ortaya koymuştur (Uludağ, 1999: 347-348).41
Bu  hikâyenin  Ortaçağ  Avrupasında  da  aynen  bilindiğinin  ve  Franchino
Gaffurio  (1492,  Theorica  musice,  liber  primus)  gibi  dönemin  çeşitli  teorisyenlerince
“çizime” dönüştürülğünün görülmesi (Christensen, 2002), konunun yukada belirtilen
“dinler-üstü” mahiyeti açısından önemli olsa gerektir. Bilindiği gibi Kâtip Çelebi (1609-
1657),  17.  yüzyılın  en  önemli  bilim  adamıdır.  Coğrafya,  tarih,  bibliyografya  gibi alanlarda  yaptığı  çok  değerli  çalışmaları  yanında  Keşfüz-Zünûn  ve  Cihânnümâ  gibi
önemli  eserlerin  de  sahibi  olan  Kâtip  Çelebinin,  musikinin  kökenine  ilkin  “bilgi
kaynağı”nı Pisagora dayandırması elbette sözü edilen hermetik “geleneğin” gücü ve binlerce yıllık etkinliği bakımından son derece dikkat çekicidir. Öyle ki esasen bu kültür, Osmanlı’daki varğı 19. yüzyılın sonlana dek sürdürmeye de devam edebilmiştir.
Konumuz olan 15. yüzyıla dönülğünde, Osmanlı bâtı kaynaklarında âvâzelerin  seyyarelerle  ilişkilendirilmiş  olma  sebebi,  bu  noktada  bütün  çıplakğıyla
ortaya çıkmış oluyor. Âvâzeler, bugüne dek konuya değinen çeşitli kaynaklardaki kısıtlı veya yetersiz ifadelerden de gayet iyi bir şekilde anlaşılacağı üzere, musikinin teknik” ölçütleri üzerinden açıklanabilecek veya anlaşılabilecek bir konu değildir. Cumhuriyet
döneminin temel kaynakları arasında yer alan Suphi Ezgi’nin Nazarî Ameli Türk Mûsıkîsi
adlı eserinde yer alan şu ifadelerin, belirtilen yaklaşım ısından tipik bir örnek olarak değerlendirilmesi mümkündür:
“…âvâze ismi sekiz, beş, altı sesten husule gelenlere konulmuştur; misal olarak
bu müellifler [eski nazariyeciler] bizim bu günkü rast dizimizi gerdaniye namile âvâzeler arasında yazmışlardır; mülayim ve müstakil olan bu diziyi on iki makamları sıranda söylemeyüpte âvâzeler aranda bahsedişlerinden onlan indinde makam ile âvâzenin hususiyetleri olmadığı anlaşılıyor …” (Ezgi, 1940: IV: 189).42
Bu sıra dışı” değerlendirme, sözde” musikisel ölçütlerle tarih alanına yaklaşmaya  kalkışmanın,  konuyu  “anlama”  ekseninden  nasıl  uzak  kanmana  yol açtığı göstermesi bakımından elbette çok önemli bir örnek teşkil eder. Ayca bu “yargılayıcı  üslubun,  genelde  Cumhuriyet  nemi  boyunca  rk  musikisi  tarihine yönelik  kaynaklara  model  oluşturduğu  da  bir  gerçektir. 43  Eski  kaynaklarda  felsefî anlamda kâinan temsili levini üstlenmiş olan âvâze” konusunu sadece “dizi” olarak ele alma “dar-görüşlülüğü”, bu sığ ölçütün kınılmaz sonucu olarak açık bir “anlayışsızlığın” doğmana yol mıştır. Bu çerçevede Kutl(2000)’un, âvâzeler konusundaki yakın tarihli şu değerlendirmesi de dikkat çekicidir:
Âvâzeler, bir makam niteliği taşımazlar. Lahnî yapıları makamlara göre eksik ve dar bir şematik şekil gösterir. sistemci okul bestekârları, âvâzeleri makamlar gibi
başlı başına beste yapılabilecek seviye ve nitelikte görmüşler, düşünce ve görüşlerinde genliğe yer vermişlerdir Âvâzelerin bir lümünün dizileri incelenecek olursa
anlaşılması güç, küçük dizilerin varlığı görülür (Kutl, 2000: 39, 41).
Bu değerlendirmelerin, Türkiyede özellikle “âvâze, şûbe ve terkib” kategorileri açısından tam anlamıyla bir bilgi kirliliği doğurduğu bir gerçektir. Konunun “anlaşılma
zlemi öylesine sığlaştırılmıştır ki, tümüyle felsefî ve sembolik bir bağlama sahip olan bu  konuların,  son  derece  “basit ve  “dizi-temelli bir  yaklaşımla  izahının  mümkün
olabileceği sanılmaktadır. Buradaki çözümlemede ortaya konulduğu üzere “âvâzeler”, musikinin teknik gereksinimleri veya unsurlarına özgü nazarî bir konu olarak ortaya
çıkmamışlardı. Bu kategori, tümüyle kürelerin musikisi olarak adlandırılan köklü bir inanç felsefesinin ve buna bağlı çok güçlü bir sembolizmin ürünüydü. Ancak bugüne dek hep  musiki-içinde kalınarak  anlaşılmaya  çalışıldığı  için,  bu  kategorinin  nazariye
alanında  neden  mevcut  olduğu  bile  bir  türlü  anlaşılamadı.  Müzikolojik  literatürde rastlanan kık-dökük ve yakıştırma” değerlendirmelerin de, âvâzeleri ikincil diziler
(Feldman, 1996; Kutluğ, 2000) olarak görmekten öte bir açıklama ortaya koyamadı.
Kürelerin musikisi anlayışı bakımından âvâzelerle ilgili en dikkat çekici hususu, âvâzelerin makamlardan doğdukla”na ilişkin tarihsel anlayış oluşturur. Aslında yine”
sadece  teknik ölçütlerle  yaklaşıldığında  makam  birleşimleri  ından  çoğunlukla
“anlamz ve ilişkisizgörünen bu açıklamanın, ancak antik kaynaklardan bu yana astrolojinin temel bir konusunu oluşturan “burçların evleri/hâneleri/makamla olarak ele alındıklanda “anlamkazandıkları görülür ki konunun bu yönü, buradaki çözümlemenin de temel referanslarından birini oluşturur (Tablo 3).

Astrolojide her bir burç, kendine ait bir ev/hâneye sahiptir (Hoskin, 1997; Encausse, 1999). Ancak burçlar, diğer burçlara ait   ev/hânelerde “en yüksek(evc/yücelmen) (exaltation) ve “en alçak(hadid/inmen) (depression) konumlara sahip olurlar (Nasr, 1975: 186). İşte burçlan en yüksek ve en alçak konumlanın gerçekleştiği bu neler, bânî nazariyede makam birleşmeleri olarak açıklanan âvâzelerin de izahını oluşturur. Aslında sembolizm ve bunun çözümlenmesi bakımından aradaki ilki ve yöntem gayet ıktır. Musikide âvâzelerin doğumunu sağlayan makam adlarının yerine ilgili burç adları, âvâzelerin yerine de ilgili seyyare adları yazıldığında, Batlamyus’un 2. yy.da yazmış olduğu Tetrabiblosdan bu yana yazılı kaynaklarda aktarılagelen kadim” bir astrolojik ilkenin musiki nazariyesindeki karşılığı tüm boyutlayla açığa çıkar. Bu astrolojik  bilginin,  İhvân-ı  fâ  (ed.  Sönmez,  2012)  tarafından,  risâlelerde  aynen aktarılmış ve gezegen evleri başğıyla ele alınmış olma, şaşırcı olmasa gerektir.
Batlamyusun (2. yy.) astrolojiyle ilgili Tetrabiblos adlı, rt kitaptan oluşan eserinde yer alan başlıklar, İhvân ve İhvândan beş yüzyıl sonra ise Hızır b. Abdullahda “aynen” yer alır. Bu nedenle Tetrabiblosta gezegen evleri (houses of the planets) başlığıyla yer alan konunun, tüm içeriğiyle Osmanlı tı kaynaklanda da yer ayor olma, elbette hermetik geleneğin güç ve etkinliği bakımından hayranlık uyandırıcıdır. Batlamyusa göre gezegenlerin hükmettikleri evler (Clark, 2006: 29)
 



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder