Osmanlı Musiki Nazariyatında Pisagorcu
"Kürelerin Uyumu / Musikisi" Anlayışının Temsili
On İki Makam ve Astroloji-Musiki İlişkisi
“Bâtınî Makam Modeli” de “temel” durumdaki “makam” sözcüğü, kaynaklarda aynı anlama gelen “mevki”, “mahal”, “yer” gibi sözcüklerle
birlikte kullanılmıştır. Arapça
bir
sözcük olan
makam
da diğerleri gibi “yer, konum, durum, hâl” bildiren bir sözcüktür. Gültekin Oransay, sözcüğün anlam bakımından sekiz farklı bağlamda kullanıldığını göstermiştir (ed. Durmaz ve Daloğlu, 1990: 56-58). Durmaz ise, makam, âvâze ve şûbe ayrımının, tümüyle İslam dinine özgü “yaratılış” ve yaratılışa ait “yasalar” ile “düzen” anlayış ve
inancına bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Durmaz (1991: 3)’a göre: “İlk
bakışta Ortaçağ’ın dört temel biliminden biri olarak musikinin … astronomi ile bağıntı kurması doğaldır.
Ancak bu yaklaşımın islam
çevresine girdiği anda … islamın görüşleri doğrultusunda
yeniden
biçimlendirilmesi kaçınılmazdır”.
Belirtilen dörtlü sınıflandırmanın, kozmolojik, astrolojik yönlerine ve çeşitli “gizemli sayılar”la olan
bağlantılarına,
yukarıda zikredilen çeşitli kaynaklarca değinilmiş;
ancak belirtilen
ilişkilerin
kapsamlı bir çözümlemesi ortaya konulamamıştır. Bu
nedenle burada, makam sözcüğünün çok farklı bir yönüne dikkat çekilerek, belirtilen kategorilerin
tümü
açısından,
konunun simgesel yönü
ve
felsefî temelleri üzerinde durulmaktadır.
BMM, makam kavramını “burç”la özdeş görür ve sembolizm kaynaklı musiki
nazariyesine de zodyaktaki on iki burca karşılık gelen “on iki makam”ı temel alır. Bunedenle,
Osmanlı
bâtınî kaynaklarında
perde/ev/hâne
terimleriyle
birlikte
kullanılanmakam sözcüğünün,
kaynağını musikiden
ziyade astrolojiden ve esas olarak da zodyaktan
aldığı bir gerçektir. Bu konuda Durmaz (1991: 4), şu tespite yer verir: “… on iki ayrı
oluşumun (burc) oturduğu-oturtulduğu, durduğu
yer (karar-gâh) bu oniki burcun
değişmez orunlarını
(=makâm) oluşdurur.
Birbirinden
ayrı
yapıda
bu
oniki burcun karşılığı olarak, aşıtsal farklılıklar gösteren oniki ayrı kural (=12 makâm) belirlenir. Giderek 12 burc’a 12
makâm yakıştırması yerleşir”.
Astroloji ve musiki ilişkisi, sembolizm açısından, ezoterik geleneklerde çok önemli ve öncelikli bir yer tutar (Pingree, 1973; Pacholczyk, 1996). Osmanlı’da bâtınîgeleneğe bağlı nazariyecilerin astroloji-musiki
ilişkisi
konusundaki
bilgilerinin
kaynağında
İhvân-ı Sâfâ’nın; İhvân’ın kaynağında
Batlamyus’un;
Batlamyus’un
kaynağında
ise
Eski
Yunan’da geliştirilen ezoterik
anlayışın yer aldığı
bilinen bir gerçektir. İslam
dünyasında Kındî’nin
ilk
çevirileri de,
astroloji-kozmoloji-musiki
ilişkileri bakımından öncü bir rol oynamıştır (Farmer, 1925; Godwin, 1993). Tipik birörnek olması nedeniyle HbA tarafından eserinin girişinde özellikle de burçlar, seyyareler ve dört elementle ilgili olarak aktarılan bilgilerin, açık bir şekilde bu kaynak silsilesinin bir ürünü olduğu görülür. Bu konuda Osmanlı
15.-16. yy. kaynaklarına şöyle bir
bakıldığında, musiki ve astroloji alanlarının gerek konu içerikleri ve gerekse de
terminolojileri bakımından çok önemli ortaklıklar
sergiledikleri
hemen fark edilir.
“Hâne/ev/burç/makam”,
“evc x hazîz”,
“seyir”,
“doğma/çıkma/zuhur
etme x batma/inme”, “suud x hübut”, “yücelme x alçalma”, vb. terimler, her iki alan tarafından“ortak” bir şekilde kullanılır. Örneğin musikide “evc” en tiz perdeyi gösterirken,
astrolojide bir yıldızın
en yüksek
konumunu ifade eder.32 Hâne/ev/burç/makam sözcükleri
musikide “perde”yi,
astrolojide
ise zodyak üzerindeki burç yerleşimini gösterir. Seyir, yıldızların
birbirlerinin
evlerini ziyaret
etmesi anlamıyla
astrolojide kullanılırken, musikide de âgâz edilen perdeden karar edilecek perdeye doğru gerçekleşen hareketi ifade eder. Doğma/çıkma/zuhur
etme astrolojide yıldızın görünmeye başlamasını,
musikide de ses vermeye başlangıcı
ifade
eder. Benzer olarak inme/hübut/alçalma da
astrolojide yıldızın batışını, musikide ise karar edişi belirtir. Sonuçta bu iki alan,
“temelden”
birbirleriyle bağlantılı
durumdadır. Nitekim
18. yy.
nazariyecilerinden Tanburî Küçük Artin (TKA),
yazdığı risâlede açıkça şu ifadelere yer verir:
“… bu şeref hübut evci dediğimiz ehl-i nücûm
[astrolog] olmalı ve sazende olmalı … birisini bilib, birisini bilmese zevkiyat olmaz. Zira yedi feleğin ki gökyüzünde
onlar biri birisin evinden
nice
ki o şerefi alırlarsa. O şeref aldıkları yer, felekiyatların taksim yeridir
… ilm-i nücûmda da nice ki bir felek bir burcdan, o bir burca gider türlü türlü
zuhuratlar olduğu
gibi bizim musikimizde de hüseyni agazesi buselik uğrayub aşiran karar ederse, ona buselik-aşiran derler. Musikide ilm-i nücum budur” (Popescu-Judetz, 93-94).
Zodyak üzerinde 30 derece mesafedeki her “alan”, burçlara ait “hâne”leri; yani
burçların “yerlerini” belirler (Hoskin, 1997; Encausse, 1999). Bu yerler aynı zamanda
burçların “ev”leri, “hâne”leri ve “makam”larıdır. Burç ile hâne/ev/makam
özdeşliğinin musiki
nazariyatındaki
yansımasının
“on iki
makam”
kavramını oluşturduğu gayet açıktır. Bu
ifade,
zodyak
“dairesi”ndeki on iki “ev/hâne/makam/mevki/mahal/yer” demektir. Böylece aslında hepsi de benzer anlamlara
sahip
çeşitli sözcüklerin, birbirleri yerine kullanılabildikleri görülür. Ancak “terimleşme” sürecinde “makam” sözcüğünün,diğerleri
arasından sıyrılarak öne çıktığı
ve yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. HbA’ta (Özçimi, 1989: 143; Çelik, 2001: 218) yer alan ve hermetik
sembolizmde tanrıyı
simgeleyen “güneş”, “daire” ve hatta “göz” şeklindeki şu diyagram, burç-makam-tabiat-
dört
unsur ilişkisinin tipik bir “özeti” halindedir
Pisagorcu gelenekten İslam kültürüne sızan “ilahî sesleri duyma” hassasısın, sûfîlerce nasıl benimsenip İslamî bir boyut kazandığını da açıklamaktadır. Uludağ (1999)’a göre:
“Sûfîler kendilerini bu konuda [semâ] tenkit etmek bahis konusu olunca, semâkelimesindeki geniş şumül ve elastikiyetten faydalanarak bu tabir ile Allah’tan ve
Resul’ünden semâ-ı kastettiklerini
sık sık
ifade etmişlerdir. …
Kur’an dinlemekle musiki
dinlemeyi aynı isim
altında toplamakla hem musikiye dinî bir renk vererek onu Kur’an
dinlemekle bir tutmuşlar, hem
de muhaliflerinin yerme ve kötülemelerinden kurtulmaya gayret etmişlerdir. Tenkit edildiklerinde: ‘Bizim semamız Allah ve Resulündenir, sahabe de böyle semâ ederdi’ demek suretiyle hem kendilerini müdafaa etmiş, hem
de muhaliflerini şaşırtmış oluyorlardı” (Uludağ, 1999:231-232).Temelde hangi “görünüş” altında olursa olsun hermetik gelenekte ve İslam kültüründe şekillenen bâtınî emaatlerde, “ilahî sesler”in temsili,seyyareler ve onlarınhareketleriyle ilişkilendirilmiştir. Nitekim Mevlevî semâ’ı da “gezegenler ve yıldızlarıngüneş çevresindeki dönüşleri”ne (Önder, 1998:
120-122) benzetilir. Seyyarelerin
dönüşleri esnasında çıkardıkları “âvâz”lar, ancak
Pisagor gibi “bilge”, “hakîm”, “arif”
veya “hikmet sahibi” kişilerce duyulabilir. Ahmedoğlu Şükrullâh’a göre “bu ilmi evvel
tasnif iden hakîm-i ilahî Fisagoresdür ki şakirdlerine eydürmiş ki ‘Ben bu nağmelerin bazısını felekler hareketinden işidürem, andan ki ben eydürem’ (Bardakçı, 2008: , 2011:
9; Şirinova, 2008: 147;
Kamiloğlu, 2007: 43). Nitekim İhvân-ı Sâfâ Risâleleri’nde de
benzer olarak şu
ifade yer alır:
“Denilir ki hakîm Pisagor, ruh cevherinin safiyeti ve kalp gözünün açıklığıyla
âlemlerin ve seyyarelerin
hareketlerinden çıkan nağmeleri işitmeye muktedirdi ve üstün
nitelikteki düşünce gücüyle de musikinin temel ilkelerini ve perdeler arasındaki ilişkileriidrak edip ortaya çıkardı.
O,
bu ilimden söz eden ve bu sırrı öğreten bilgelerin ilki olmuş ve onun ardından da Nikomakus, Batlamyus, Öklid ve diğer bilgeler gelmiştir”
.
Tasavvuf kültüründe semânın kaynağına ilişkin
olarak ileri sürülen nazariyerlerden birinin Fisagores’e
ait oluşu
, burada dile getirilen hermetik bağ açısından son derece önemlidir. Bu konuda İslam kültüründe ve Osmanlı kaynaklarında görülen atıfların
çokluk
ve
sıklığı, meselenin salt İslam ve Osmanlı kültürüiçinden görülemeyeceğini ve
konunun çok daha şumüllü
olduğunu
gösterir.
Kâtip
Çelebi’den
alıntıyla, Fisagores hakkındaki nazariyeyi şöyle aktarır:
“Musikinin
mucidi
Süleyman
(A.S.)ın talebelerinden Fisagor’dur. Bir şahıs Fisagor’a üç gün üst üste rüyasında şöyle demişti: Kalk, falan denizin
sahiline git, orada
garib (orijinal) bir ilim
tahsil edeceksin. O da kalkıp oraya gitmiş, fakat orada kimseyi
bulamamış,
bu rüyanın zahiri manasının kastedilmediğine hükmetmiş ve burada
demircileri toplayıp
tenasüplü ve
ahenkli bir şekilde çekiçleri vurmalarını emretmiş, kendisi de bu sesler üzerinde derin
derin
düşünmeye başlamış,
sonra dönüşte sesler
arasındaki nisbetlerin
nevileri üzerinde düşünmüş, uzun düşünce,
ilâhî feyz ve Rabbanî ilham eseri olarak gayesine varmış, bir alet yapmış, üzerine ibrişim bağlamış, sonra
tevhide dair inşad
ettiği şiirleri [münacât] söylemeğe başlamış, halkı ahretle ilgili işlere teşvik eden ilâhîler okumuş, bu şekilde birçok kimsenin dünyadan el-etek çekip ahret işleri
ile
meşgul olmasını temin
etmiş. Ondan
sonra bu adet
hükema
arasında aziz olmuştu. Fisagor kısa süre içinde, saf bir cevhere sahip olduğu için riyazât ilminde muhakkik bir hâkim olmuş, ruhların yurduna, ufukları geniş olan semalara vasıl olmuştu.
‘Feleklerin hareketlerinden hâsıl olan cazib (şehiyye) nağmeleri ve
güzel besteler işitiyorum, bu terennümler
muhayyileme ve hafızama yerleşmiştir’
diyen Fisagor buna
dayanarak bu ilmin
kaidelerini ortaya koymuştur” (Uludağ, 1999:
347-348).41
Bu hikâyenin
Ortaçağ Avrupa’sında da
aynen bilindiğinin ve
Franchino Gaffurio (1492,
Theorica musice, liber
primus)
gibi
dönemin çeşitli teorisyenlerince
“çizime” dönüştürüldüğünün görülmesi (Christensen, 2002), konunun yukarıda belirtilen“dinler-üstü” mahiyeti açısından önemli olsa gerektir. Bilindiği gibi Kâtip Çelebi (1609-1657), 17.
yüzyılın en önemli
bilim
adamıdır. Coğrafya, tarih,
bibliyografya gibi alanlarda
yaptığı
çok
değerli çalışmaları yanında
Keşfü’z-Zünûn
ve Cihânnümâ
gibi önemli
eserlerin
de
sahibi
olan Kâtip
Çelebi’nin, musikinin
kökenine ilişkin
“bilgi kaynağı”nı Pisagor’a
dayandırması elbette
sözü
edilen hermetik “geleneğin”
gücü
ve binlerce yıllık etkinliği bakımından son derece dikkat çekicidir. Öyle ki esasen bu kültür,
Osmanlı’daki varlığını 19. yüzyılın sonlarına dek sürdürmeye de devam edebilmiştir.
Konumuz olan 15. yüzyıla dönüldüğünde, Osmanlı bâtınî kaynaklarında âvâzelerin seyyarelerle ilişkilendirilmiş
olma
sebebi, bu noktada bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış oluyor. Âvâzeler, bugüne dek
konuya değinen çeşitli kaynaklardaki kısıtlı
veya yetersiz
ifadelerden de gayet iyi bir şekilde anlaşılacağı üzere, musikinin “teknik” ölçütleri üzerinden açıklanabilecek veya anlaşılabilecek bir konu değildir. Cumhuriyet
döneminin temel kaynakları arasında yer alan Suphi Ezgi’nin Nazarî Ameli Türk Mûsıkîsi adlı eserinde yer alan şu ifadelerin, belirtilen yaklaşım açısından tipik
bir
örnek olarak değerlendirilmesi mümkündür:
“…âvâze ismi sekiz, beş, altı sesten husule gelenlere konulmuştur; misal olarakbu müellifler [eski nazariyeciler] bizim bu günkü rast dizimizi gerdaniye namile âvâzeler
arasında yazmışlardır; mülayim ve müstakil olan bu
diziyi on iki makamları sırasında
söylemeyüpte âvâzeler arasında bahsedişlerinden onların indinde makam ile âvâzenin
hususiyetleri olmadığı anlaşılıyor …” (Ezgi, 1940:
IV: 189).
Bâtınî sınıflandırmanınüçüncü kategorisini meydanagetiren“dört şûbe”, Pisagorcu sembolizmde her şeyin aslı/esası ve dolayısıyla kozmostaki tüm dörtlüsınıflamalar/gruplandırmalar demek olan “tetraktys”i temsil eder. Bu kategorininPisagorcu felsefeye esas teşkil eden yaratılışın dört evresi, dört unsur, dört tabiat, ezoterik geometrinin dört temel unsuru, ezoterikastrolojide çokönemli bir yere sahip olan dörtgezegen açısıyla olan ilişkilerini daha iyi anlayabilmekiçin, aşağıdaki “ilişkiler/karşılıklılıklar” tablosuna bakmak yararlı olacaktır
Teknik açıdan ele alındığında, günümüze dek yeterince anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış olan bu konu, aslında makam nazariyesi açısından çok temel bir önem ve işleve sahiptir. Şûbe, Arapçada; “dal”, “kısım”, “cüz”, “parça”, “bölüm”, “bileşen”gibi anlamlara gelir. Bunagöre şûbe, bir bütünün parçaları veya bir gövdeden ayrılan kol ve dallardır. Bir sınıflandırma elemanı olarakşûbe, aslında tümüyle “ağaç-yapılı” (dendritic) bir model oluşturmaözelliği taşır. Ağaç-yapılı modellerde“yan” unsurlar, “asıl” veya “temel” olandan “dal”lanarak çoğalırlar.Böylece her bir şûbe,birbütün veyaorganizasyonun parçası, kısmı veya bileşeni haline gelir. Bu “kavramsal” nitelik, “şûbe” konusunun makam nazariyesi içindeki teknik yer ve işlevinin doğru anlaşılmasında ilk önemli adımı oluşturur.
Makam açısından yaklaşıldığında şûbe, makamın “kısımlarını” veya“bileşenlerini” meydana getiren perdeler demektir. Mesela bir dörtlüyle ifade edilen Rast makamında, makamı oluşturan her bir perdeve bu perdenin sahipolduğu aralık, Rast’ın şûbeleri olan Rast (Yekgâh), Dügâh, Segâh ve Çargâh’ıtemsil eder. Bu konuda gerek DDŞM, gerekse BMM içinde yer verilen açıklamalarbirarada değerlendirildiğinde, şûbekavramının içerik ve işlevi belirgin şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda tarihselbakımdan şûbe konusundaki en dikkat çekici açıklamalardan birine, LMÇ’ninZeynü’l- Elhân [1483] adlı eserinde rastlanır:
“şu’beyi ba’zı kudamâ [eskiler] şöyle tefsîr eylediler [açıkladılar] kim… şu’beşolcem-i mülâyimdür [uyumlu perdeler] ki nağamât-ı makâmdan me’hûz ola [makam
perdelerinden alınmış olsun] müteahhirîn [sonrakiler] katında terkîbden dahi murâd
[terkible kastedilen de] budur. Pes ikisi [böylece bu iki sözcük] lafzayn-i müterâdifeyn
beyne’t-tâ’ifeteyn [aynı anlama gelen ve birbiri yerine kullanılan sözcükler] oldılar. Lîkin
[ancak] mecmû’-ı müteahhirîn [sonrakilerin tümü] katında şu’beden murâd [şûbeyle kastedilen] dört emirdür ki dört ‘anâsıra [unsura] nisbet etdiler [karşılık getirdiler]” (Kalender, 1982: 98; Pekşen,2002: 54).
Bu son derece değerli açıklama, şûbe konusunun “teknik” yönü ile “sembolik”
yönü arasındaki ayrımı mükemmel şekilde ortaya çıkarmaktadır. Buna göreteknik açıdan şûbe,bir makamıniçerdiği perdeler bakımdanayrılabildiği “kısım”lardır.Bâtınînazariyecilerin simgesel sınıflamasına göre ise şûbenin ilişkili olduğu konular, yukarıdaki tabloda gösterilmiştir.
Bâtınî kaynaklarda Yekgâh/Rast perdesiyle birlikte ezgisel bakımdan dörtperdeyle ilişkili olarak açıklanan Rast makamı, hareket itibariyle çıkıcı-inici bir makam
konturuna sahiptir. Rast makamının ezgisel hareketi içinde çıkıcı ve inici olarak sırasıyla
Rast (/Yekgâh), Dügâh, Segâh ve Çargâh perdeleri yer alır. Böylece Rast’ın bizzat kendisi başlanılan “nokta”yı göstermek üzere kısımlarına ayrılmak istendiğinde sırasıyla
Dügâh, Segâh ve Çargâh“şûbe”leri elde edilir
Seyyârelerin/Gök Cisimlerinin Temsili: Yedi Âvâze
Pisagorculuğa
özgü “kürelerin uyumu/musikisi”
anlayışı açısından Osmanlı
bâtınî kaynaklarındaki en tipik
konuyu kuşkusuz ki “âvâze”ler oluşturur. Âvâze, Farsça
“âvâz” kelimesinden gelmekte olup “ses/sadâ” demektir. Farhat (1990: 3)’a göre Acem
musiki tarihinde “Hüsrevânî” olarak adlandırılan makam dizgesi, yedi temel makama sahipti. Bu makamlar hakkında ayrıntılı bilgiler mevcut değilse de, Osmanlı 18.
yy.nda Nâyî Osman Dede (ed.
Kalpaklı ve çev. Erguner, 2014), bu yedi makamlı dizgeye
Acemlerin
“heftgâne”
(“yedi perde”) dediklerini belirtir. Ayrıca
yukarıda verildiği üzere
TKA da, Acem kültüründeki temel perde/makam adlandırma dizgesine yine 18. yy. itibariyle tanıklık etmiştir (Popescu-Judetz, 2002). Böylece “âvâz” veya “âvâze”nin, Farsçada, yedi ana perdeye
işaret ettiği açıklık kazanmış olur ki “yedi seyyâre”
ve onlar tarafından çıkarılan “ses”ler bakımından
bu husus, büyük önem arzeder.
Âvâze ile temsil edilen “sadâ”, aslında “dünyevî” olmaktan ziyade “ilâhî” bir
nitelik
taşır. Bilindiği
gibi tasavvuf
geleneğindeki
“semâ”
kavramı, bu “ilahî
sesleri
duyma” hassası ve vasfıyla
doğrudan
ilgilidir. “Semâ
etmek”, “duymak/işitmek/dinlemek” anlamındadır ve “raksla” bütünleşmesi de bu ilâhî duyuşun
yol açtığı “vecd” halinin somut
bir ifadesidir.
Semâ
eden
kişi,
bir vecd, esrime, aşkınlaşma ve “kendini bulma” hâleti içindedir (Uludağ, 1999). Bu manada
gerçekleştirdiği
hareketler,
ilhamını “seyyâre”lerin
“hareketleri”nden alır. KşY’un,
âlemin yaratılışı ve “feleklerin” harekete gelip âvâz
çıkarmaları sürecine ilişkin
anlatımının, ezoterik kültürün temel kaynaklarından birini oluşturan Platon’un Timaeus adlı diyaloğuna dayalı olduğu
(Can,
2001: 144) gayet açıktır:
“tengri tebâreke ve teâlâ
celle celâluhu çunki eflâk [felekler] ve encümi [yıldızlar] yaratdı ve emt itdi harekete geldiler anlarun hareketinden âvâzeler39 zâhir oldı
ve
ol âvâzelere âgâniyi ruhânî [ruhânî şarkılar] ad kodılar ve ilm-i musiki dahi andan
peyda oldı ve bu ilmün iştikakı [türeyişi] ol âgâniyi ruhâniyyedendir [o
ruhânî
şarkılardandır] Pes
bu ilm ruhânîdir ve
hükemâya
[bilgelere] bu
ilm riyazetile [nefs terbiyesi ve
tefekkürle] keşf olmışdur …
ezel-i âzâlde [ezeller ezelinde/başlangıcı olmayan zamanlarda] ol âvâze-i ruhânîyi [ruhânî sesi] cemi’i canlar işidüp
turırlardı ve anınla üns üdüp [alışkın/hemdem olup] tururlarıdı şimdi dahı eger nâgâh
[ansızın] bir hoş âvâz
işideler … canlar ol evvel ezel-i âzâlde işitdügi âvâzeyi ki egâni-i ruhânî
[ruhânî şarkılar] dirlerdi yâd ider
[hatırlar] eger cünbişe [kımıldanır] ve harekete gelür niçün
anıniçün canlarun ol âvâzeyile ezelden sâyikası [sebebi] ve bilişligi varidi amma bazı
ervâh [ruhlar] ol âvâzeyi işitmemişidi şimdi bunda işitseler inkâr iderler eger anda işitmiş
olalar idi bunda dahi zevke ve şevke
ve cünbişe ve harekete geleleridi ve hoş vakt
olalardı” (ed. Öztürk ve çev. Sezikli, 2014: 17-18; Doğrusöz, 2012a: 184-185; 2012b: 66-
67; 2007: 174; Cevher, 2004a: 30; Sezikli, 2000: 40-42; Kamiloğlu, 1998: 27-28).
İslam kültüründe özellikle sûfîlerce musikinin “semâ” olarak
anlaşılması ve bu
şekilde adlandırılması, “derin duyma hassası” açısından çok önemli bir gösterge meydana
getirir. Bu
konuda Uludağ (1999), şu
bilgileri aktarır:
“… sûfîler musiki (gınâ) kelimesi yerine semâ sözünü kullanmakla o
devirde yaygın bulunan
keyf ve nefis ehli ile karıştırılmaktan sakınmak istemişlerdi. … Mistik
muhayyile tabiatta işitilen
bütün seslerde lahûtî bir ahenk
görmüştür, adeta tabiattaki nizamı bir musiki ahengi olarak anlamıştır. Kâinatı bütün ile Allah’ın bir tecellisi olarak
gören
mutasavvıfların bütün
seslerde
bir musiki
ahengi görmeleri
şaşılacak
bir şey değildir, mistisizmin mantığına göre
bu çok tabiidir. Onun için tasavvufta semâ demek,
musiki demek
değildir, ondan çok
daha şumüllü bir şeydir. …
tasavvufta sesle
hiç ilgisi bulunmayan manevî hakikatlar, sırlar,
hikmetler, rüyetler ve müşahedeler de bir musiki
(semâ)dır. … sûfîler … tamamen ruhânî sırlara manevî gerçeklere ve iç alemlerinde duydukları ulvi seslere de sema adını vermişlerdir” (Uludağ,
1999: 228-232).
Tasavvuf kültüründe son derece derin ve önemli bir yeri bulunan semâ ve vecd
konularında, Gazzalî’den
bu yana önde gelen tüm sûfîlerin dikkate değer bir edebiyat
oluşturdukları bilinmektedir. Shiloah
(1979, 2003)’ya göre musiki hakkında yazılan risâle ve
edvârların
ağırlıklı
bir
bölümü
tamamen
semâ
ve vecd
hakkındadır. Bu
durum,
Pisagorcu gelenekten İslam kültürüne sızan “ilahî sesleri duyma” hassasısın, sûfîlerce nasıl benimsenip İslamî bir boyut kazandığını da açıklamaktadır. Uludağ (1999)’a göre:
“Sûfîler kendilerini bu konuda [semâ] tenkit etmek bahis konusu olunca, semâ
kelimesindeki geniş şumül ve elastikiyetten faydalanarak bu tabir ile Allah’tan ve
Resul’ünden semâ-ı kastettiklerini
sık sık
ifade etmişlerdir. …
Kur’an dinlemekle musiki
dinlemeyi aynı isim
altında toplamakla hem musikiye dinî bir renk vererek onu Kur’an
dinlemekle bir tutmuşlar, hem
de muhaliflerinin yerme ve kötülemelerinden kurtulmaya gayret etmişlerdir. Tenkit edildiklerinde: ‘Bizim semamız Allah ve Resulündenir, sahabe de böyle semâ ederdi’ demek suretiyle hem kendilerini müdafaa etmiş, hem
de muhaliflerini şaşırtmış oluyorlardı” (Uludağ, 1999: 231-232).
Temelde hangi “görünüş” altında olursa olsun hermetik gelenekte ve İslam kültüründe şekillenen bâtınî cemaatlerde, “ilahî sesler”in temsili, seyyareler ve onların
hareketleriyle ilişkilendirilmiştir. Nitekim Mevlevî semâ’ı da “gezegenler ve yıldızların
güneş çevresindeki dönüşleri”ne (Önder, 1998:
120-122) benzetilir. Seyyarelerin
dönüşleri esnasında çıkardıkları “âvâz”lar, ancak
Pisagor gibi “bilge”, “hakîm”, “arif”
veya “hikmet sahibi” kişilerce duyulabilir. Ahmedoğlu Şükrullâh’a göre “bu ilmi evvel
tasnif iden hakîm-i ilahî Fisagoresdür ki şakirdlerine eydürmiş ki ‘Ben bu nağmelerin bazısını felekler hareketinden işidürem, andan ki ben eydürem’ (Bardakçı, 2008: , 2011:
9; Şirinova, 2008: 147;
Kamiloğlu, 2007: 43). Nitekim İhvân-ı Sâfâ Risâleleri’nde de
benzer olarak şu
ifade yer alır:
“Denilir ki hakîm Pisagor, ruh cevherinin safiyeti ve kalp gözünün açıklığıyla
âlemlerin ve seyyarelerin
hareketlerinden çıkan nağmeleri işitmeye muktedirdi ve üstün
nitelikteki düşünce gücüyle de musikinin temel ilkelerini ve perdeler arasındaki ilişkileri
idrak edip ortaya çıkardı.
O,
bu ilimden söz eden ve bu sırrı öğreten bilgelerin ilki olmuş ve onun ardından da Nikomakus, Batlamyus, Öklid ve diğer bilgeler gelmiştir” .
Tasavvuf kültüründe semânın kaynağına ilişkin
olarak ileri sürülen nazariyerlerden birinin Fisagores’e
ait oluşu
(Uludağ, 1999),
burada dile getirilen
hermetik bağ açısından son derece önemlidir. Bu konuda İslam kültüründe ve Osmanlı kaynaklarında görülen atıfların
çokluk
ve
sıklığı, meselenin salt İslam ve Osmanlı kültürü
içinden görülemeyeceğini ve
konunun çok daha şumüllü
olduğunu
gösterir.
Uludağ
(1999), Kâtip
Çelebi’den
alıntıyla, Fisagores hakkındaki nazariyeyi şöyle aktarır40:
“Musikinin
mucidi
Süleyman
(A.S.)ın talebelerinden Fisagor’dur. Bir şahıs
Fisagor’a üç gün üst üste rüyasında şöyle demişti: Kalk, falan denizin
sahiline git, orada
garib (orijinal) bir ilim
tahsil edeceksin. O da kalkıp oraya gitmiş, fakat orada kimseyi
bulamamış,
bu rüyanın zahiri manasının kastedilmediğine hükmetmiş ve burada
demircileri toplayıp
tenasüplü ve
ahenkli bir şekilde çekiçleri vurmalarını emretmiş, kendisi de bu sesler üzerinde derin
derin
düşünmeye başlamış,
sonra dönüşte sesler
arasındaki nisbetlerin
nevileri üzerinde düşünmüş, uzun düşünce,
ilâhî feyz ve Rabbanî ilham eseri olarak gayesine varmış, bir alet yapmış, üzerine ibrişim bağlamış, sonra
tevhide dair inşad
ettiği şiirleri [münacât] söylemeğe başlamış, halkı ahretle ilgili işlere teşvik eden ilâhîler okumuş, bu şekilde birçok kimsenin dünyadan el-etek çekip ahret işleri
ile
meşgul olmasını temin
etmiş. Ondan
sonra bu adet
hükema
arasında aziz olmuştu. Fisagor kısa süre içinde, saf bir cevhere sahip olduğu için riyazât ilminde muhakkik bir hâkim olmuş, ruhların yurduna, ufukları geniş olan semalara vasıl olmuştu.
‘Feleklerin hareketlerinden hâsıl olan cazib (şehiyye) nağmeleri ve
güzel besteler işitiyorum, bu terennümler
muhayyileme ve hafızama yerleşmiştir’
diyen Fisagor buna
dayanarak bu ilmin
kaidelerini ortaya koymuştur” (Uludağ, 1999:
347-348).41
Bu hikâyenin
Ortaçağ Avrupa’sında da
aynen bilindiğinin ve
Franchino
Gaffurio (1492,
Theorica musice, liber
primus)
gibi
dönemin çeşitli teorisyenlerince
“çizime” dönüştürüldüğünün görülmesi (Christensen, 2002), konunun yukarıda belirtilen
“dinler-üstü” mahiyeti açısından önemli olsa gerektir. Bilindiği gibi Kâtip Çelebi (1609-
1657), 17.
yüzyılın en önemli
bilim
adamıdır. Coğrafya, tarih,
bibliyografya gibi alanlarda
yaptığı
çok
değerli çalışmaları yanında
Keşfü’z-Zünûn
ve Cihânnümâ
gibi
önemli
eserlerin
de
sahibi
olan Kâtip
Çelebi’nin, musikinin
kökenine ilişkin
“bilgi
kaynağı”nı Pisagor’a
dayandırması elbette
sözü
edilen hermetik “geleneğin”
gücü
ve binlerce yıllık etkinliği bakımından son derece dikkat çekicidir. Öyle ki esasen bu kültür,
Osmanlı’daki varlığını 19. yüzyılın sonlarına dek sürdürmeye de devam edebilmiştir.
Konumuz olan 15. yüzyıla dönüldüğünde, Osmanlı bâtınî kaynaklarında âvâzelerin seyyarelerle ilişkilendirilmiş
olma
sebebi, bu noktada bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkmış oluyor. Âvâzeler, bugüne dek
konuya değinen çeşitli kaynaklardaki kısıtlı
veya yetersiz
ifadelerden de gayet iyi bir şekilde anlaşılacağı üzere, musikinin “teknik” ölçütleri üzerinden açıklanabilecek veya anlaşılabilecek bir konu değildir. Cumhuriyet
döneminin temel kaynakları arasında yer alan Suphi Ezgi’nin Nazarî Ameli Türk Mûsıkîsi
adlı eserinde yer alan şu ifadelerin, belirtilen yaklaşım açısından tipik
bir
örnek olarak değerlendirilmesi mümkündür:
“…âvâze ismi sekiz, beş, altı sesten husule gelenlere konulmuştur; misal olarak
bu müellifler [eski nazariyeciler] bizim bu günkü rast dizimizi gerdaniye namile
âvâzeler arasında yazmışlardır; mülayim ve müstakil olan bu diziyi on
iki makamları sırasında söylemeyüpte âvâzeler arasında bahsedişlerinden onların indinde makam
ile
âvâzenin hususiyetleri olmadığı anlaşılıyor …” (Ezgi, 1940:
IV: 189).42
Bu “sıra
dışı”
değerlendirme, “sözde” musikisel ölçütlerle “tarih” alanına
yaklaşmaya
kalkışmanın,
konuyu
“anlama”
ekseninden
nasıl
uzak kalınmasına
yol açtığını göstermesi bakımından elbette çok
önemli bir örnek teşkil eder. Ayrıca bu “yargılayıcı” üslubun,
genelde Cumhuriyet
dönemi
boyunca
Türk musikisi tarihine yönelik kaynaklara model
oluşturduğu
da
bir
gerçektir. 43 Eski kaynaklarda
felsefî
anlamda “kâinatın temsili” işlevini üstlenmiş olan “âvâze” konusunu sadece “dizi” olarak ele alma “dar-görüşlülüğü”, bu “sığ” ölçütün kaçınılmaz
sonucu olarak
açık bir “anlayışsızlığın” doğmasına yol açmıştır. Bu çerçevede Kutluğ (2000)’un, âvâzeler konusundaki “yakın
tarihli” şu
değerlendirmesi de dikkat çekicidir:
“Âvâzeler, bir makam niteliği taşımazlar. Lahnî yapıları makamlara göre eksik ve dar bir şematik şekil gösterir. … sistemci okul bestekârları, âvâzeleri makamlar gibi
başlı başına beste yapılabilecek seviye ve nitelikte görmüşler, düşünce ve görüşlerinde
genişliğe yer vermişlerdir … Âvâzelerin bir bölümünün … dizileri incelenecek olursa
anlaşılması güç, küçük dizilerin varlığı görülür” (Kutluğ, 2000:
39, 41).
Bu
değerlendirmelerin, Türkiye’de özellikle “âvâze, şûbe ve
terkib” kategorileri
açısından tam anlamıyla bir “bilgi kirliliği” doğurduğu bir gerçektir. Konunun “anlaşılma
düzlemi” öylesine sığlaştırılmıştır ki, tümüyle felsefî ve sembolik
bir
bağlama sahip olan
bu konuların,
son derece
“basit” ve
“dizi-temelli” bir
yaklaşımla izahının
mümkün
olabileceği sanılmaktadır.
Buradaki çözümlemede ortaya konulduğu üzere “âvâzeler”, musikinin “teknik gereksinimleri” veya unsurlarına özgü nazarî bir konu olarak ortaya
çıkmamışlardı. Bu kategori, tümüyle “kürelerin musikisi” olarak adlandırılan köklü bir inanç felsefesinin ve buna bağlı çok güçlü bir sembolizmin ürünüydü. Ancak bugüne dek hep “musiki-içinde” kalınarak
anlaşılmaya
çalışıldığı için, bu kategorinin nazariye
alanında neden
mevcut
olduğu
bile bir türlü
anlaşılamadı.
Müzikolojik literatürde rastlanan kırık-dökük ve “yakıştırma” değerlendirmelerin de, âvâzeleri “ikincil diziler”
(Feldman, 1996; Kutluğ, 2000) olarak görmekten öte bir açıklama ortaya koyamadı.
Kürelerin musikisi anlayışı bakımından âvâzelerle ilgili en dikkat çekici hususu,
âvâzelerin “makamlardan doğdukları”na ilişkin tarihsel anlayış oluşturur. Aslında “yine”
sadece “teknik” ölçütlerle yaklaşıldığında
makam birleşimleri açısından
çoğunlukla
“anlamsız” ve “ilişkisiz” görünen bu
açıklamanın, ancak antik kaynaklardan bu yana astrolojinin temel bir konusunu oluşturan “burçların evleri/hâneleri/makamları” olarak
ele alındıklarında
“anlam” kazandıkları görülür ki konunun
bu yönü, buradaki çözümlemenin
de temel referanslarından birini oluşturur (Tablo 3).
Astrolojide her bir burç, kendine ait bir “ev/hâne”ye sahiptir
(Hoskin,
1997; Encausse, 1999). Ancak burçlar, diğer burçlara ait “ev/hâne”lerde “en
yüksek” (evc/yücelmen) (exaltation) ve “en alçak” (hadid/inmen) (depression) konumlara sahip olurlar (Nasr,
1975: 186). İşte burçların en yüksek ve en alçak konumlarının
gerçekleştiği bu hâneler, bâtınî nazariyede “makam birleşmeleri” olarak
açıklanan
âvâzelerin de izahını oluşturur. Aslında sembolizm ve bunun çözümlenmesi bakımından aradaki ilişki ve
yöntem gayet açıktır. Musikide âvâzelerin doğumunu sağlayan makam
adlarının yerine ilgili burç
adları,
âvâzelerin yerine de ilgili seyyare adları yazıldığında,
Batlamyus’un 2. yy.da yazmış olduğu Tetrabiblos’dan bu yana yazılı kaynaklarda aktarılagelen “kadim”
bir
astrolojik ilkenin musiki nazariyesindeki karşılığı tüm boyutlarıyla açığa çıkar. Bu
astrolojik
bilginin,
İhvân-ı Sâfâ
(ed.
Sönmez,
2012)
tarafından,
risâlelerde
aynen aktarılmış ve “gezegen
evleri” başlığıyla ele alınmış olması, şaşırtıcı olmasa gerektir.
Batlamyus’un (2. yy.) astrolojiyle ilgili Tetrabiblos adlı, dört kitaptan oluşan
eserinde yer alan başlıklar, İhvân ve İhvân’dan beş yüzyıl sonra
ise Hızır b.
Abdullah’da
“aynen” yer alır. Bu nedenle Tetrabiblos’ta “gezegen evleri” (houses of
the planets) başlığıyla yer alan konunun, tüm
içeriğiyle Osmanlı bâtınî kaynaklarında da yer alıyor
olması, elbette
hermetik
geleneğin güç ve etkinliği bakımından hayranlık
uyandırıcıdır. Batlamyus’a göre gezegenlerin
hükmettikleri “ev”ler (Clark,
2006: 29),
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder