MİTOLOJİ KUR'AN KISSALARI VE TARİHİ ÇERÇEKLİK
Şehmus Demir,
1971'de Batman'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Batman'da tamamladıktan sonra,
1989 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne başladı; 1993'te mezun
oldu. 1995 yılında "Kur'an'ın Dünya Hayatına Bakışı ve Dünya Ahiret
Münasebeti" konulu teziyle yüksek lisansını bitirerek aynı yıl doktoraya
başladı. 'Kur'an'ın Yeniden Yorumlanması Düşüncesinin Batıyla Münasebet
Bağlamında Ele Alınışı adlı çalışmasıyla doktorasını bitirdi. Yazarın 2OO2'de
İnsan Yayınları'ndan çıkan "Kur'an'ın Yeniden Yorumlanması" adlı
kitabı ve çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.
Önsöz
Kur'an-ı
Kerim'in önemli bir bölümünün kıssalardan oluştuğu bir gerçektir. Hak-batıl
mücadelesinin en çarpıcı örneklerinin yer aldığı kıssalar, insana bir tarih
perspektifi kazandırmakta ve ne tür bir davranış sergilemesi halinde nasıl bir
sonuçla karşılaşacağı konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. Kıssalar, insanın
insanla ve Allah'la olan diyaloğunun nasıl bir çerçeve içerisinde gerçekleşmesi
gerektiği konusunda örnekler vererek, önemli bilgiler takdim etmektedir. Bu nedenle
kıssaların büyük bir öneme sahip olduğunu ifade etmek gerekmektedir.
Kur'an
kıssaları ile ilgili müstakil eserler halinde veya tefsir kitaplarının
içerisinde, büyük oranda bir yayının varlığından söz etmek mümkündür. Ancak
şunu ifade etmek gerekir ki, kıssalarla ilgili yapılan çalışmalar, kıssaların
Kur'an'daki oranı ile orantılı olmaktan uzaktır. Başka bir ifadeyle, bu çalışmaların
yeterli ölçüde olduğunu ifade etmek mümkün görünmemektedir.
Modern
dönemle birlikte, kıssalara yaklaşımda farklı bir bakış açısını yakalama çabası
içerisinde olan çeşitli ilim adamları olmuştur. Sözgelimi, Mısır'da Muhammed
Abduh, Hindistan'da S. Ahmed Han ve bu farklı bakış açısını belirli bir sisteme
oturtmaya çalışıp bu alanda müstakil bir eser yazan Muhammed Ahmed Halefullah'ı
bariz şekilde ön plana çıkanlar olarak değerlendirmek mümkündür. Bu ilim
adamlarının ortak noktası, kıssalara yaklaşımda tarihi boyutu arka plana atmaya
çalışmak, başka bir ifadeyle Kur'an'ın amacının tarih bilgisi vermek
olmadığını her fırsatta dile getirmek ve çeşitli kıssaların tarihi
gerçekliğinin bulunmadığını belirtmektir.
Kur'an'ın mitolojik
unsurlar içerdiğini mit/usture ifadesini kullanarak dile getiren ilk şahıs,
Halefullah olmuştur. Aralarındaki farklılıklarla birlikte, benzer bir yaklaşımı
sergilemelerine rağmen, Abduh ve Ahmed Han ise bu ifadeyi kullanmamışlardır.
Bu nedenle kıssalar bağlamında özellikle üzerinde duracağımız şahıs,
Halefullah olacaktır.
Batı'da
özellikle 18. yüzyıldan itibaren kutsal metin kritisizmi ifadesi kullanılmaya
başlanmış ve bu alanda çeşitli çabalar kaydedilmiştir. Ancak Kitab-ı
Mukaddesin mitolojik unsurlardan arındırılması konusunu mitoloji ifadesini
kullanarak ilk gündeme getiren Bultmann olmuştur. Her ne kadar kutsal metin
kritisizminin gündeme getirildiği ve bu alanda çeşitli yayınların yazıldığı
dönemlerde 'mitolojik unsurlardan arındırma' (demitolojizasyon) ifadesi kullanılmasa
da, sonuçta Bultmann'ın yaptığının, kritisizm çabalarının aynı çerçevede ve
aynı amacı güden yapıda bir devamı olduğunu ifade etmek mümkündür.
Bu
çalışmadaki hedefimiz, Kur'an kıssaları bağlamında gündeme getirilen ve
kıssaların tarihi gerçekliğini sorgulayan, bunlardan bir kısmının mitolojik bir
yapıya sahip olduğunu ifade eden yaklaşımın, Batı'da kutsal metin kritisizmiyle
gündeme gelen ve daha sonra Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik unsurlardan
arındırılması çabasıyla devam eden süreçle bir bağlantısının bulunup
bulunmadığını tespit etmeye çalışmaktır.
Bu çerçevede,
birinci bölümde mitoloji ifadesinin anlamını ve tarihteki izdüşümlerini, Kitab-ı
Mukaddes'in yapısını ve Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması
çabalarını incelemeye çalışacağız.
İkinci
bölümde ise, Kur'an kıssalarının tarihi gerçekliğini sorgulayanların
görüşlerine mümkün olduğu ölçüde yer vermeye çalışıp, bu görüşleri
değerlendirmeye gayret göstereceğiz.
Hemen
belirtmeliyiz ki, Kitab-ı Mukaddes kıssaları ile Kur'an kıssalarının bir
karşılaştırmasını yapmak, kıssaların tarihi gerçekliğinin olmayabileceğini
savunanların tek tek kıssalarla ilgili ne söylediklerini ele almak veya
Kur'an'daki kıssaların detaylı bir anlatımını sunmak çalışmamızın sınırlarını
fazlasıyla zorlayacaktır. Bu nedenle, konunun anlaşılmasını sağlayacak düzeyde
sınırlı ölçüde şahıs ve örnekler üzerinde duracağımızı burada ifade etmek
gerekmektedir.
Son olarak,
çalışmanın vücuda gelmesinde değerli katkılarını esirgemeyen Hocalarım Prof.
Dr. Lütfullah Cebeci'ye, Prof. Dr. Sadık Kılıç'a, Prof. Dr. Şükrü Arslan'a ve
basımı gerçekleştiren Beyan'ın kıymetli yönetici ve çalışanlarına teşekkür
borçlu olduğumu ifade etmek isterim.
Muvaffakiyet
Allah'tandır.
Şehmus Demir
1- MİTOLOJİ VE KİTAB-I MUKADDES'İN MİTOLOJİK UNSURLARDAN ARINDIRILMASI ÇABASI
Ortaçağ
sonrası dönemde Batı'da birçok alanda meydana gelen gelişmelere paralel bir
tarzda, Kitab-ı Mukaddes yorumu alanında da yeni yöntem arayışları ve bununla
ilgili çabalar gündeme gelmiştir. Bu çabaların yoğun bir tarzda sürmesi, 18.
yüzyılda Kitab-ı Mukaddes kritisizmini ve sonrasında bunun devamı niteliğinde
olan Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması düşüncesini
meydana getirmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki, Rönesans ve Reform sonrası
Batı'da yaşanan gelişmelerin neredeyse tümü, etki veya tepki olarak birbiriyle
sıkı bir ilişki içerisindedir.
Konumuzu
ilgilendiren yönüyle, Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması
çabalarına yer vermeden önce, mitolojinin anlam alanını, Kitab-ı Mukaddes'in
konumunu ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi tespit etmek gerekmektedir.
I. Mitolojinin Anlam Alanı ve Tarihi Arkaplanı
Yunanca
kökenli bir ifade olan 'Mitoloji',[1]
'mit (mythos)' kelimesine, söz anlamına gelen 'logos' ifadesinin eklenmesiyle
türetilmiştir. Kelime anlamı itibariyle 'mit bilimi'[2]
olarak çevirebileceğimiz mitoloji ifadesinde önem arzeden husus, 'mit'
ifadesinin ne anlama geldiğidir. Erken ilkçağda masal anlatmak, sözlü
gelenekle dilden dile aktarılan efsanelerin ozanlarca sürdürülmesi gibi
anlamlara gelen 'mythologein diye bir fiilin varlığından söz edilir. Bu
fiilden türeyen 'mythologia' kavramı da aynı anlama göndermede bulunur.
'Mythologia' ifadesi, hem masal ve efsanelerin bir araya getirildiği kitap,
hem de ilkçağın sonlarında mythos yazarı denilen derleyiciler anlamına gelen
'mythographos' larm yaptığı iş için kullanılır.
Mythos, tarih
içerisinde Yunan düşüncesiyle özdeşleşmiş gibidir. Yunan mythos'unun yazıya
geçirilmesi, Homeros ve Hesiodos'la başlar.[3]
Homeros'la Hesiodos'un birbirini tutmaz bir şekilde ortaya koydukları tanrı
soylarına ve efsanelerine eklemelerde bulunulur, katkılar yapılır. Bu şekilde
yazın türlerinin çoğalmasıyla mythoslar da yeni anlatım ve yorumlarla
zenginleştirilmiş olur.[4]
Mit’in farklı
bakış açılarına göre yorumlanabilen karmaşık bir kültürel olgu olması
nedeniyle, üzerinde bilim adamlarının uzlaşı sağlayacağı bir tanımından söz
etmek mümkün görünmemektedir. Ancak mitle uğraşan hemen herkesin kabul
edebileceği gibi, mitin ön plana çıkan temel özelliği, kutsala atıfta
bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle, kutsal bir öyküyü anlatmasıdır. Bu çerçevede
mit, evrenin bütününün veya parçalarının yaratılma sürecini anlatır. Açık bir
ifadeyle belirtmek gerekirse, mit, bir yaratılış öyküsüdür. Bu öykülerde, bir
şeyin nasıl var olduğu anlatılır. Bu oluşumu veya yaratılışı gerçekleştirenler
ise, doğaüstü varlıklardır.[5]
Mitlerin
nasıl doğduğu ise, tarih boyunca sürekli tartışma konusu olmuştur. Mitlerin
doğuşu ile ilgili görüş belirten ilim adamlarından bilinen ilk kişi, milattan
dörtyüz yıl önce yaşamış olan Yunan filozofu Evhemeros'tur. Evhemeros, halk
tarafından uydurulmuş olan mitlerin gerçeklik boyutunun bulunduğuna
inanmaktaydı. Ona göre, mitlerde söz konusu edilen Tanrılarda, önceki
dönemlerde yaşamış önde gelen şahsiyetlerin faziletlerinin veya kötülüklerinin
bir yansıması bulunmakta idi. Bu da, mitlerdeki Tanrıların, halkın hayranlık
duyarak tanrılaştırdıkları birer şahsiyet olarak kabul edilmesi anlamına
geliyordu.[6]
Bu görüş, ilk Hristiyanlarca da kabul edildi ve Hristiyanlığın yayılması
sürecinde bir argüman olarak kullanıldı. Bu yolla, puta veya çeşitli tanrılara
tapanların, tapındıkları tanrıların birer insan oldukları, tapmılmaya değer
varlıklar olmadıkları ifade edildi.[7]
ilkçağ
filozoflarından Sofistler ve Neoplatoncular, mitleri birer allegori (mecaz)
örneği olarak kabul edip, ahlaki ve ruhi gerçeği sembolize ettiklerini,[8]
bu nedenle de literal anlamlarıyla anlaşılmalarının yanlış olacağını ifade
ettiler. Plato ve Epikürcüler ise, mitlerin kaynağında tarihi gerçeklerin
halktan saklanmasının bulunduğunu, mitlere bu nedenle başvurulduğunu[9]
ve bu özelliğin mitlerin kaynağını oluşturduğunu düşünerek, mitlerin
reddedilmesinin uygun olacağı görüşünü benimsediler. Milattan sonra üçüncü
yüzyılda gelen Plotinos ile Porphyrios ise, mitlerin, felsefi düşünceler, gelenekler
ve dini amaçları yansıtan birer sembol olduklarım düşündüler.
17 yüzyıldaki
bazı bilginlerin düşüncesine göre mitler, dini geleneklerin şekil değiştirmiş
halidir.[10]
Aydınlanma döneminin Fransız rasyonalistleri ise, mitleri hurafe ile eşdeğer
kabul edip reddettiler.[11]
Bu düşüncenin devam ettiği süreç içerisinde, onsekizinci yüzyılın sonları ile
ondokuzuncu yüzyılın başlarında, rasyonalist yaklaşıma bir tepki olarak ortaya
çıkan Romantiklerin yaklaşımı rasyonalistlerinkinden farklı oldu. Romantikler,
mitlerde dini unsurların bulunduğunu savundular. Sözgelimi W.J. Schelling
(1775-1854), mitlerin sembol şeklinde nitelendirilmesine karşı çıkarak, onlarda
ilahi bir boyutun bulunduğunu özellikle belirtmiştir. Ernst Cassirer de benzer
bir tarzda, mitlerin bazı ruhi gerçekleri gizleyen bir sembol olarak tanımlanmasına
ve bununla sınırlandırılmasına karşı çıkarak, mitlerin bunun yanında bağımsız
bir realite formunun da bulunduğunu ifade eder.[12]
Hegel ise, mitlerin, medeniyetin gelişmesinde önemli bir safha olduğu görüşündedir.
[13]
Yirminci
yüzyıl bilginlerinden bazıları, mitlerin kaynağının insanın bilinçaltı olduğu
görüşünü öne sürmüşlerdir. Sözgelimi Sigmund Freud ve takipçileri, mitleri,
insanın bilinçaltında bulunan istek, korku ve güdülerin bir yansıması olarak
görmüşlerdir. Cari Jung, Cari Kerenyi, Erich Neumann ve Joseph Campbell gibi
bilginler ise, mitleri evrensel ve ortaklaşa bilinçaltının bir tezahürü[14]
olarak tanımlamışlardır. Mitoloji ile uğraşan İngiliz bilginlerinden A. Lang
de benzer bir tarzda, mitlerin kaynağının insanın bizatihi kendisi olduğunu,
başka bir ifadeyle insanın hayal dünyası olduğunu ifade eder.[15]
Bu bilim adamları, dünyanın her tarafında bulunan çeşitli mitlerin genel
itibariyle benzer konuları işlemelerinin, ortaklaşa bilinçaltının ürünü[16]
olduklarının bir göstergesi olduğunu, ayrıca gereksinim ve arzuları, umut ve
korkularıyla insanın doğasını yansıttıklarını[17]
savunurlar. Bu ve benzeri yaklaşımlar, mitlerin insan kaynaklı olduğunu[18]
ortaya koyar. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, ilkçağdan modern dönem bilginlerine
kadar mitoloji ile ilgili yapılan tanımlamaların büyük çoğunluğu Yunan
felsefesine dayanmaktadır.[19]
Burada,
mit'in anlaşılabilmesi amacıyla, hikaye ve ütopya ile olan ilgisinden veya
ilgisizliğinden de söz etmek gerekmektedir. Mit ile hikayenin farkını en iyi
tanımlayacak ifade, Eliade'nin de ifade ettiği üzere, 'gerçek öykü - yalancı
öykü' tanımlamasıdır. İkisinde de ortak olan unsur, öykü olmalarıdır. Başka
bir ifadeyle, önceki dönemlerde veya masalsı bir geçmişte meydana gelen
olayları anlatırlar. Ancak bu iki öykü türü arasında içerik bakımından
farklılıklar bulunmaktadır. Tanrılar ve Doğaüstü varlıklar, içerik bakımından
mitlerin temel unsurunu teşkil eder. Masallarda ise, yoğunluklu olarak
olağanüstü kahramanlar veya hayvanlar üzerinde durulur.[20]
İkinci yüzyılın başında, Aelius Theon, Progymnasmata adlı kitabında; "Mit
'hakikatten söz eden uydurma bir açıklamadır', buna karşılık 'öykü, olmuş ya da
olabilecek olayları betimleyen bir açıklamadır' "[21]
şeklinde bir ayırıma giderek, mit ile öykü arasındaki farkı ortaya koymaya
çalışmıştır.
Yunanca hayır
anlamına gelen “u” ile yer anlamına gelen 'topos' ifadelerinin birleşmesiyle
meydana gelen ütopyayı ise; "gerçekleşmesi imkansız bir tasarı veya ideal
bir yönetim biçimi"[22]
şeklinde tanımlamak mümkündür. Buna göre ütopyalar, insanların hiçbir zaman
gerçekleştiremeyecekleri ideallerini gerçekleşmiş veya gerçekmiş gibi
göstererek, tatmin olmalarını ve bir ümit ışığı bulmalarını sağlamaktadır.
Ütopyanın mitten önemli bir farkı, hayalde tasavvur edilen, ulaşılmak istenen,
ancak ulaşılması mümkün olmayan ideal bir geleceği hedeflemesi, bunun yanında
da yaşanılan duruma bir eleştiriyi veya kabullenememeyi içermesidir. Ancak
ikisinin de ortak noktası, realiteye yabancı ve uzak olmaları ve belirsizlik
içermeleridir.
Özetle ifade
etmek gerekir ki, mitin hikaye ve ütopya ile olan ilgisi veya mit, hikaye ve
ütopya arasındaki sınır, yapılan farklı tanımlamalara rağmen oldukça
belirsizdir.[23]
Mitolojide ön
plana çıkan temel özelliklerden biri de gizeme önemli ölçüde yer verilmesidir.
Mitlerde insan merkezli bir evren tasavvurunun yeri yoktur. Zira mitler,
insanın, dünyanın ve kendi yaşamının temel unsuru olmadığını, evrenin ve insan
yaşamının muamma ve gizemlerle dolu olduğunu ifade ederler. Bu çerçevede, daha
önce görülmemiş, yeni olarak kabul edilen bir olay, tabiatüstü nedenlere,
tanrılara ve şeytanlara isnat edilerek açıklanmaya çalışılır. Doğadaki bir
olayın doğaüstü güçlere izafe edilerek açıklanması nedeniyle de açıklanan
olay, tuhaf, hayret verici, korku verici ve gizemli bir hale gelir.[24]
Mitolojide
önem arzeden hususlardan biri veya ilki, mitlerin muhtevasıdır. Oluş,
yaratılış, menşe, mitolojilerin temel konusudur. Zira her mitoloji, varlığın
varlık aşamasına geliş sürecini anlatmaya çalışır. Genel itibariyle evrenin
veya evrenin parçalarının, sözgelimi dünyanın, insanın, toprağın, suyun,
belirli bir hayvanın veya tüm hayvanların, bitkilerin, varlık aşamasına nasıl
geldiği üzerinde durur. Bunların en başında gelen ise dünyanın yaratılışıdır,
yani kozmogoni mitidir. Zira dünyanın varlığı, insan, hayvan, bitki vb.
dünyanın içerdiği parçalardan öncedir. Bu nedenle de mitolojilerde büyük önem
arzetmektedir.[25]
İnsanların öğrenmek istedikleri ilk şey, dünyanın yaratılışı olmuştur. Yerin,
göğün, güneşin, ayın, suyun, denizin, havanın nasıl yaratıldığını bilmek
istemeleri[26]
ve bu yönde çeşitli düşünceler üretmeleri, kozmogonik mitolojinin diğer
mitolojilere oranla daha önemli bir konuma gelmesini sağlamıştır. Kozmogonik
mitoloji, dünyanın ilk durumunu, yani başlangıcını konu edinmiştir.[27]
Ancak
anlaşılacağı üzere, kozmogoni mitinin, yani köken mitinin dışında da çeşitli
mitolojiler bulunmaktadır. Zira mitler, dünyanın, insanların, hayvanların,
bitkilerin menşeini anlatmakla birlikte, insanın ne olduğunu, yaşam biçimini,
yaşamına yön veren ilke ve kanunları da anlatır.[28]
Başka bir ifadeyle mitler, insanın mevcut duruma gelmesine kadar meydana
gelen bütün önemli olaylara da yer verir. Sözgelimi insanın ölümlü, cinsiyet
sahibi, grup veya toplum halinde örgütlenmiş, yaşam için uğraş sarfeden ve
belirli kurallar çerçevesinde çalışan bir varlık konumuna gelmesine kadar olup
biten tüm olayları anlatır.[29]
Bu çerçevede mitin, insanın varoluşu, evren içerisindeki yeri[30]
gibi konularla da yakından ilgilendiğini ifade etmek mümkündür.
Mitlerde,
dünya ve insan hayatının alan ve sınırlarının, gözlemlenebilip kontrol
edilebilen, maddi alanın arkasındaki bir güç tarafından oluşturulup idare
edildiğine inanılır. Tanrılar insana, tanrıların fiilleri de insan fiillerine
benzetilir.[31]
Onların farklı cinsiyetlere sahip olduğuna, birbirlerinden türediklerine,
aşkta ve savaşta birbirleriyle sürekli ilişki içerisinde olduklarına, evreni ve
evrene ait parçaları yarattıklarına ve zaman ve mekanda iş gördüklerine
inanılır. Ancak sonuçta tanrılardan, görünür dünyanın arkasındaki güç olarak
söz edilir. Bu yönüyle mitler, dünyevi olmayan, aşkın olarak kabul edilen bir
alana içkinlik, bu dünyalıhk ve objektiflik atfeder.[32]
Mitolojik
düşünceye göre tanrı(lar) göktedir. Tanrının mekan olarak gökte tasavvur
edilmesi, ona bir aşkınlık atfetme ve yine ona, dünya ötesi, engin ve hudutsuz
bir alan belirleme amacını taşımaktadır.[33]
Mitlerdeki tanrılar, dikey düzlemde farklılık arzederler. Başka bîr ifadeyle
eşit değildirler. Sözgelimi Yunanlar, bütün tanrıların üzerinde hükmeden bir
tanrının varlığına inanır. Hint mitolojisinde üçlü, İran mitolojisinde ise
ikili bir tanrı anlayışı hakimdir. En tepede bulunan bir, iki, üç veya daha çok
tanrının aşağısında aracı tanrılar bulummaktadır. Bu tanrılar, insanla en üstte
bulunan tanrılar arasında aracılık yapmaktadır.[34]
Mitolojik
düşüncede cehennem kavramına da yer verilir. Kötülüğün, insanı olumsuzluklara
sürükleyen aşkın ve çok büyük bir güç olduğuna inanılmıştır. Cehennemin yeri
ise, yeryüzünün altında ve karanlıkta tasvir edilmiştir.[35]
Mitlerin gerçeklik boyutu sürekli tartışılagelmiştir. Mitlerin
gerçekliğe tekabül ettiğini savunanlar olduğu gibi, bütünüyle uydurma masallar
olduğunu ifade edenler de olmuştur. Mitlerle ilgili derinlemesine bilgi sahibi
olan ve bu alanda kapsamlı araştırmaları bulunan Mircae Eliade'ye göre mit,
kesin gerçekliği ve insanların adet ve inançlarının temelini ifade eder. Bu
açıdan bakıldığında mit, masaldan ayrılmakta ve tecrübe edilmiş, bir araya
getirilmiş ve geçerli bir hakikate göndermede bulunmaktadır.[36]
Henri
Frankfort da miti; "soyut düşünceler için dikkatle seçilmiş bir cüppeden
başka bir şey değildir"[37]
şeklinde tarif ederek, aşkın alanla ilgisine dikkat çekmek istemiştir. Ortadoğu'nun
ilk halkları arasında mit, dinin lisanı, ayin de onun ibadet şekli olarak
algılanmıştır. Miti bizatihi tarih olarak anlamak yanlıştır. Ancak miti,
insanın ruhi dünyası ile olan ilgisini tabiatüstü yollarla anlatmak için
girişmiş olduğu bir teşebbüs[38]
olarak algılamak mümkündür.
Yukarıda da
ifade edildiği üzere, 17 ve 18. yüzyıllarda, Aydınlanma döneminde, mitin
gerçeklik boyutunun bulunmadığı ve tarihi bir alana göndermede bulunmadığı
görüşü ön plana çıkmıştır. Ancak Aydınlanma sonrası dönemde, Romantiklerin
mite yaklaşımı farklı olmuştur. Sözgelimi romantik yaklaşımın önde isimlerinden
Coleridge, Emerson ve Nietzsche, Aydınlanma dönemindekinin tersi bir yaklaşım
sergileyerek, mitin şiir gibi, hakikat veya hakikate eşdeğer olarak kabul
edilmesi gerektiğini, bilim ve tarihe karşıt bir konuma yerleştirilmesinin
yanlış olacağını, mitin, bilim ve tarihi bütünleyici[39]
bir niteliğe sahip olduğunu belirtmişlerdir.
Aydınlanma
döneminde mitin gerçekliğe tekabül etmemesi görüşünün benimsenmesinin arka
planında, başta Aristo olmak üzere ilkçağ Yunan filozoflarının[40]
miti bu şekilde algılamalarının bulunduğunu ifade etmek mümkündür.
Kimi ilim
adamları miti; gerçek dışı, tarih dışı ve tamamen uydurma masal şeklinde
tanımlayıp, mitlerin ilkel insanın derinliği olmayan masalları, yahut bilgisiz
insanların hayal mahsulü hurafeleri olduklarını ifade ederler. Bazıları da,
mitlerde evren ve hayatla ilgili derin görüşlerin bulunduğunu belirtirler.
Ancak özellikle son yarım asırda, mitin tamamiyle uydurma ve hayal ürünü
olduğunu savunan görüşler varlığım korumakla birlikte, ikinci görüşün de
belirgin bir şekilde kendini hissettirdiğini, mitlerin büyük hakikatleri
temsil eden semboller veya mecazi hikayeler[41]
olarak kabul edildiğini ifade etmek mümkündür.
Mitlerin
belirli bir bölgeden çıkmış olduğunu söylemek yanlıştır. Zira birçok bölgede
farklı mitler doğmuştur. Başka bir ifadeyle, her milletin kendine göre bir mit
kültürü vardır. Sözgelimi Yunan, Hint, Mısır, Kaide, Çin, İran gibi milletlerin
her birinin bir mitoloji geleneği[42]
bulunmaktadır. Ancak bu mit kültürlerinin birbirinden tamamiyle bağımsız
olduğunu ifade etmek mümkün değildir. Zira bütün kültürler tarihi süreç
içerisinde özellikle yakın çevre kültürleri ile etkileşim içerisinde olmuştur.
Bu nedenle, farklı mitolojilerin de birbirlerinden etkilenmiş olduğunu ifade
etmek gerekmektedir.
Farklı
bölgelerde farklı mitolojiler bulunmakla birlikte, muhteva itibariyle paralel
yönlerinin çok olduğunu söylemek mümkündür. Sözgelimi ilk ana-babanın genel
itibariyle gökyüzü ve yeryüzü tanrıları olduğu, Tanrı(lar)ın insanı ağaç, kaya,
bitki, çamur gibi yeryüzü unsurlarından yarattığı, tufan, ölümden sonra yeniden
diriliş, Tanrı çocukları diye nitelendirilen ve olağanüstü bir güce sahip
olduklarına inanılan, canavarları öldüren kahramanlar,[43]
genel itibariyle mitlerin ortak konularıdır.
Mitlerde her
zaman bir yaratmadan söz edilmesi, bazı şeylerin nasıl meydana geldiğinin
anlatılması ve mitlerdeki' karakterlerin olağanüstü varlıklar olması, mitin
kutsal ve olağanüstüyü konu aldığının bir göstergesidir. Bu nedenle mitlerin
kutsal bir içeriğe sahip olduğunu, kutsal ve olağanüstü değerleri
açıkladıklarını söylemek mümkündür.[44]
Mitlerin
kutsala atıfta bulunarak kendilerine varlık alanı oluşturmaları, mitoloji-din
ilişkisini gündeme getirmektedir. Mitlerin ve dinlerin paralel bir tarzda
kutsalı konu almaları, mitoloji ile dinlerin belirli bir etkileşim içerisine
girip girmedikleri sorusunu da aynı şekilde gündeme getirmektedir.
Yukarıda
ifade edildiği üzere, 17. yüzyıl ile 18. yüzyılın başında gelen bilginler miti,
dini geleneklerin şekil değiştirmiş hali[45]
olarak tanımlamaktadırlar. Dinler tarihçilerinin dinin varlığını ilk insanın
yaşadığı döneme kadar geriye doğru götürmeleri, dinlerin mitlerden önce
varolduğunu ve mitler de dahil olmak üzere birçok kültürel yapıya etkide
bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle, mitlerin dinlerin kalıntılarını
taşıdığını, başka bir ifadeyle, tevhid inancının bozulması neticesinde çeşitli
tanrıların ve inançların meydana gelmesi ve böyle bir yapının mitlere
yansıması, olduğunu ifade etmek mümkündür. Eliade de, mitlerin dinsel
deneyimlerin bir ürünü olduklarını ve dinin özünü oluşturduklarım, bu nedenle
de dini bir düşünce veya davranışı doğruladıklarını ifade eder.[46]
Dolayısıyla mitlere anlam kazandıran ve yaygınlaşmasını sağlayan, dini
deneyimlerdir. Mitlerdeki tanrı anlayışları, yaratılış mitleri, ayinler, ölürn,
ölümden sonra diriliş, cennet-cehennem[47]
ve benzeri içerikler, aynı zamanda dini yapıların da temel unsurlarıdır. Buna
göre; "Gerçek Tanrı'nın bilgisi ve geleneği unutulduğu için yitirilen
inançların yerini yeni inanış biçimlerinin alması, bunun neticesinde ibadete
layık tek Tanrı yerine, insanın iradesini aşan her şeyin
ilahlaştırılması",[48]
mitlerin belirgin özelliklerinden biri haline gelmiştir.
Mitler,
netliğin ve belirli bir sistemliligin olmaması nedeniyle, etkin ve kalıcı bir
düşünce, bîr inanç sistemine dönüşememiştir. Mitlerin bu özelliği, onları dini
yapılardan ayıran temel unsurlardan biri olarak kabul edilebilir. Zira mit, bu
yapısı nedeniyle, sürekli sınırlı bir çerçeve dahilinde bulunma, bu çerçeveyi
aşamama ve kapalı bir sistem içerisinde bulunma durumunda kalmıştır.[49]
Mitlerin statik bir yapıda oluşu nedeniyle, sürekli değişim süreci içerisinde
bulunan insan(hğ)a bir örnek model sunmaktan uzak olduğunu ifade etmek mümkündür.
Mitlerde
belirsizliğin yoğunluklu olarak ön plana çıkması, mitlerin ilerlemeye büyük
ölçüde kapalı bir yapı arzetmesi, ayrıca mitolojik bir toplumda; "verilmiş
ve daha önceden belirlenmiş bir modelin tekrarlanması",[50]
insanları sürekli geriye doğru bağımlı hale getiren, geçmişe uymayı tamamiyle
bir zorunluluk haline getiren bir yapıyı da beraberinde getirmektedir.
Dolayısıyla, mitlerin bazen insanları üretken veya etkin bîr pozisyondan pasif
bir duruma düşürebildiğini de ifade etmek gerekmektedir. Oysaki insan, edilgen
konumda olmaktan çok etken bir konumda olmayı idealize etmiştir sürekli.
Mitlerin
sınırlı bir sahayı oluşturmaları, ayrıca belirsizlikler içermesi nedeniyle,
insanı tarihe hakim olmak yerine,[51]
tarihe mahkum bir konuma indirgeme ihtimalinin de bulunduğu, böyle bir
durumun, insanı oldukça sınırlayacağı ve statik hale getireceği göz ardı
edilmemelidir.
Şunu da
belirtmek gerekir ki, mit, bilimsel bir merakı gidermeye yönelik bir açıklama
olmamakla birlikte, ilkel uygarlıklarda vazgeçilmez bir işleve sahîptir. Zira
mit, çeşitli kültürel yapıların kutsal geleneğini teşkil eden öyküler olması
nedeniyle, geldiği kültürel vasattaki inanışların bir yansımasını ortaya koyar
ve belirgin hale getirir.[52]
Çeşitli ahlaki ilkeleri dile getirir ve savunur. Dolayısıyla, geldiği kültür
tarafından büyük değer atfedilen ve korunan insani deneyimlerin birer simgesi
haline gelir. Bu nedenle miti, tamamen boş ve anlamsız, bütünüyle uydurma bir
olaylar dizisi[53]
şeklinde algılamak doğru değildir.
Mit, modern
dönem insanına çok önceden yaşamış toplumların yaşantı biçimi ve inanışları
ile ilgili önemli ipuçları verir. Mitlerin amacını iki maddeye indirgemek
gerekirse; birincisi, evrenin doğası ile ilgili açıklamada bulunmak, ikincisi
de toplumun üyelerine başarılı olmak için gerekli davranış ve tavırları
öğretmek[54]
şeklinde ifade etmek mümkündür.
Özetle, mitin
temel özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Mit, doğaüstü varlıkların
eylemlerini konu alır, bu nedenle de kutsallıkla içiçedir. Bir şeyin ya da bir
davranış biçiminin nasıl yaratılmış olduğunu konu aldığı için, mitte yaratılış
temel muhtevayı teşkil eder. Mitin bilinmesi, nesnelerin kökeniyle ilgili net
ve tamamen doğru olmasa bile bilgi sahibi olunmasını sağlar,[55]
Başka bir ifadeyle mit; "Dûnya'nın, insanın ve yaşamın doğaüstü bir kökeni
ve öyküsü bulunduğunu, bu öykünün de anlamlı, değerli ve örnek gösterilecek
nitelikte olduğunu ortaya koyar."[56]
O halde mit; "biz, kuşatan doğanın müphem ve anlaşılması güç bir anlatımı
olup, sezgi ve içgüdülerin beslediği, insan kaynaklı anlatım biçimleridir"[57]
İnsan, bilimin olmadığı dönemlerde, meydana gelmiş ve gelmeye devam eden
olaylara bir açıklama getirmek amacıyla, gerçek ile hayali kimi zaman
karıştırarak ve çeşitli inanış biçimlerim birbirine katarak, dünyanın kökeni
ve sonu, tanrılar, insanlar ve benzeri konularla ilgili çeşitli öyküler
oluşturarak,[58]
mitlerin meydana gelmesini sağlamıştır.
II. Tarihi Mevsukiyet Açısından Kitab-ı Mukaddes
Kitab-ı
Mukaddesin mitolojik unsurlardan arındırılmasını, başka bir ifadeyle demitolojizasyon
konusunu incelerken, Kitab-ı Mukaddesin yapısı ve orijini üzerinde durmak,
büyük önem arzetmektedir. Zira Kitab-ı Mukaddesin yapısı ve mevsukiyeti
bilinmeden demitolojizasyon konusu üzerinde durmanın fazla bir anlamı
olmayacaktır. Başka bir ifadeyle, demitolojizasyon konusu, Kitab-ı Mukaddesin
mevsukiyeü sorunu ile direkt olarak bağlantılıdır. Bu nedenle, Kitab-ı Mukaddesin
mitolojik unsurlardan arındırılması çabasının öncesinde Tevrat ve İncil'e yer
vermemiz yerinde olacaktır.
Tevrat
İbranca
'Tora' veya Arapça Tevrat, Hz. Musa'ya (a.s.) indirildiği kabul edilen,
Yahudilerin kutsal kitabının birinci ve ana bölümünün adıdır[59].
Beş kitaptan oluşan bu ilk bölümün, Allah'ın Musa'ya (a.s.) 7704 kelimeyle
verdiği dini esasları ihtiva ettiği kabul edilir.[60]
Bu beş kitap şunlardır: Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye.[61]
Eski Ahit
metninde de ifade edildiği üzere, Musa (a.s.), taşlara yazılmış ilk Tevrat
nüshasını çevresinde bulunan İsrailoğulları bilginlerine teslim etmiş ve ahit
sandığına konulup, korunmasını istemiştir.[62]
Bu da indirilen kutsal kitabın, Musa'nın (a.s.) hayatı boyunca korunmuş
olduğunu göstermektedir.[63]
İsrailoğulları
Mısır'dan M.Ö.1232-1224 yılları arasında kurtulmuş ve Hz. Davud döneminde
Filistin'e yerleşerek bir devlet kurmuşlardır. M.Ö. 970 - 933 yıllarına tekabül
eden Hz. Süleyman dönemi, bu devletin zirveye ulaştığı en parlak dönem
olmuştur. Ancak Hz. Süleyman'ın vefatı ile bu devlet ikiye bölünmüş ve sonuçta
kuzeyde bulunan İsrailiya Krallığı M.Ö. 721 - 722 yıllarında Asurlularca,
Yahuda Krallığı ise yaklaşık bir asır sonra M.Ö. 586 yılında Babillilerce
yıkılmıştır. Yahudiler açısından bu dönem çok büyük bir önem arzetmektedir.
Zira oldukça sıkıntılı geçen bu zaman dilimi içerisinde Tevrat'ın kaybolduğu
bilinmektedir. Ancak bu süreçten sonra, M.Ö. 583'te Babillileri yenilgiye
uğratan Pers Kralı Sirus'un izni ile Babü'de bulunan Yahudiler, Ezra'yı, (Hz.
Üzeyr)[64]
Filistinde bulunan Yahudileri başka insanlardan tecrit etmek ve kaybolmuş
durumda olan Tevrat'ı da yeniden yazmak amacıyla Kudüs'e gönderdiler. Ezra da
sözlü olarak yaşayan Tevratı ilhamla yeniden yazma yoluna gitmiş[65]
ve bu konuda önemli katkıları olmuştur. Bu açıdan Ezra'ya Yahudilik tarihinde
özel bir önem atfedilmiş ve günümüz Yahudilerince kendisine 'Yahudiliğin
Babası', 'ikinci Musa' gibi isimler verilmiştir. Zira Eski Ahit, yaklaşık elli
yıî süren Babil sürgününden sonra, onun vasıtasıyla tekrar yazıya
geçirilmiştir. Bu yüzden Ezra'ya, Yahudilik düşüncesini sistematize eden ve
Yahudiliğin kurucusu olan kişi olarak bakılmıştır.[66]
Benzer bir tarzda, M.Ö. II. Yüzyılda Suriye Kralı Antiyokos Epifanes, Mabed'i
yıkarak elde bulunan Tevrat nüshalarını da parçalama[67]
yoluna gitmiştir.
Fransa'da
Oratoire papazlarından Richard Simon (1638 - 1712), "Critical History
ojthe Old Testament" (Eski Ahit'in Eleştirel Tarihi) adıyla 1678'de,
ikinci olarak da 1685'te yayınlanan önemli eserinde, Eski Ahit'te bulunan beş
kitabın Musa'ya ait olmadığını, bunların ayrı ayrı yazıldığım ve sonradan
tümünün bir araya getirildiğini belirtmiştir. Yeni Ahit'le ilgili açıklamalarda
da bulunan Simon, mevcut Matta İncili'nin İbranca yazılmış ilk Matta ile bir
ilgisinin bulunmadığını ifade ederek, bu metinlerin zaman, yer ve durum
itibariyle nasıl bir konum içerisinde meydana geldiklerini ve bu metinlerde sonradan
meydana gelen değişmeleri tam ve doğru bir şekilde bilmeden bu metinlerde
doğru anlama ulaşılmasının mümkün olamayacağını belirtmiştir.[68]
Kutsal metin
kritisizmi konusunda önemli bir yere sahip olan Hollandalı Yahudi filozof
Spinoza (1632 - 1677), dini ve politik konulan ihtiva eden eserinde, eldeki
Tevrat metninin Hz. Musa'nın ölümünden uzun bir zaman sonra, kimliği
bilinmeyen kişilerce ve bilinmeyen ortamlarda yazıldığını belirtmiş, ayrıca
ilgili delilleri de aktardıktan sonra, netice itibariyle Tevrat'ın asıl
nüshasının kaybolduğunu, sonradan birbiriyle çelişen birçok eklemenin
yapıldığını ve bu nedenle de Tevrat'ın bir yeri bir yerini tutmaz bir metin[69]
haline geldiğim ifade etmiştir. Eski Ahit'in tarihi kitapları üzerinde
çalışmalar yapan K.H.Graf da benzer bir tarzda 1865 yılında, Eski Ahit'in bir
bölümü olan Tesniye'nin M.Ö. 621 de yazıldığını ifade ederek, çalışmalarının
sonucunda bu neticeye vardığını belirtmiştir. Dolayısıyla, Graf'ın ulaştığı
sonuca göre, Tesniye bölümü Hz. Musa'dan altı yüzyıl sonra yazılmış olmaktadır,[70]
Eski Ahit'i
oluşturan kitaplar İbranca yazılmıştır.[71]
Ancak yukarıda anlatılanlar ışığında da anlaşılacağı üzere İbranca Eski
Ahit'in hiçbir orijinal nüshası muhafaza edilememiştir.[72]
Tevrat'ı meydana getiren kitaplar, M.Ö. XIII ile I. yüzyıllar arasında yazı
ile tespit edilmiş olmasına rağmen, mevcut en eski ibranca el yazması nüsha,
Kahire Yahudi Müzesi'nde sergilenen M.S. 895 tarihli Eski Ahit metnidir.[73]
Yunanca Tevrat metninin ilk telif tarihi ise M.S. 3. yüzyıla[74]
tekabül etmektedir.
Alman
ilahiyatçı Hebraist J.G. Eichhorn (1752 - 1827), yazdığı üç ciltlik
"Einleitung in das Alte Testament" adlı eserinde, Eski Ahit'in
Tekvin kitabından başlayarak beş kitabın tümünü incelemiştir. Yaptığı inceleme
sonucunda, bu beş kitabın Hz. Musa döneminde yazılmış olduğunu, ancak bu kitapların
Hz. Musa döneminde yaşamış bazı yazarların eserleri ile birlikte yeniden
düzenlenerek, elde mevcut Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye
kitaplarının meydana geldiğini belirtmiştir. Ayrıca, Eski Ahit'in beş kitabı
içerisinde Hz. Musa'ya ait olan pasajların bulunduğunu, ancak bununla birlikte
Hz. Musa'ya ait olmayan birçok kitaptan çeşitli pasajların da bu kitabın içerisine
girmiş olduğunu ifade etmiştir.[75]
Sözgelimi,
Eski Ahit'te yer alan; "Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Musa orada,
Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-Peor karşısındaki derede onu
gömdü; fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilmez. Ve Musa öldüğü zaman
yüzyirmi yaşında İdi, gözü zayıflamadı, ve kuvveti ekşitmedi. Ve
İsrailoğulları, Moab ovasında, otuz gün Musa'ya ağladılar; ve Musa için yas
ağlama günleri tamam oldu."[76]
ifadeleri, Hz. Musa'nın ölümünü, yaşadığı yıl sayısını ve ölümünün ardından
İsrailoğullarının yas tuttuğunu aktarmaktadır. Hz. Musa'ya nispet edilen bir
kitapta bu ifadelerin yer alması, en azından mantıki açıdan mümkün değildir.
Dolayısıyla bu ve benzeri daha birçok pasajı sonrakilerin Eski Ahit'e
ekledikleri, başka bir ifadeyle, Tevrat'a Hz. Musa dışındaki insanların elinin
karıştığı[77]
anlaşılmaktadır.
Hz. Musa'dan
sonra kaybolan Eski Ahit metninin uzun bir zaman aralığından sonra tekrar
yazıya geçirilmeye çalışılması ve bu süreç içerisinde yaşanan sıkıntılar,
kutsal kitabın asli şekliyle muhafaza edilememesine neden olmuş ve sonuçta
bütünlükten yoksun, yer yer çelişkiler içeren bir kitap halini almıştır.
Yahudilere ait İbranca, Hristiyanlara ait Yunanca ve Samirilere ait Samirice
Eski Ahit metinleri arasında farklılıklar bulunmakta ve verilen bilgiler
birbirini tutmamaktadır. Ayrıca İbranca, Yunanca ve Samirice metinler, kendi
içlerinde de çeşitli tutarsızlıklar içermektedir.[78]
Birkaç örnek vermek gerekirse, sözgelimi; tufan olayı anlatılırken, tufan'm 40
gün
gece sürdüğü
ve 40 gün yağmur yağdığı belirtilirken, başka yerde bu süre 150 gün olarak
belirtilmekte ve yağmurun ancak 150 gün sonra kesildiği ifade edilmektedir.[79]
Nuh tufanı ile Hz. İbrahim arasındaki süre, İbranca Tevrat'ta 292, Samirice
Tevrat'ta ise 942 yıl olarak belirtilmektedir. Yine, Tekvin'in I ve II. Bablarında,
yaratılış birinde insandan başlatılmakta, diğerinde ise insanda
bitirilmektedir.[80]
Benzer bir tarzda İsrailoğulları'nın sayımı için bir yerde Tanrı'nın Davud'u
görevlendirdiği belirtilirken, başka bir yerde bu işin şeytanın tahrikiyle
olduğu ifade edilmektedir.[81]
Aynı şekilde, Yahudilerin Mısır'da yaşadıkları süre ibranca Tevrat'ta 400,
Samirice Tevrat'ta ise 215 yıl olarak belirtilmektedir.[82]
Kur'an ve İncil'de
de Tevrat'ın tahrif edildiği ifade edilmektedir. Barnabas incilinde, Tevrat'ın
tahrif edildiği şu ifadelerle belirtilmektedir:
İsa (a.s.)
şöyle dedi:
"Bana
inanın! Size söylüyorum ki va-ad hhah'a değil, İsmail'e yapılmıştır."
Bunun üzerine Havariler:
“Ey Muallimi
Musa'nın kitabında vaadin lshak'a yapıldığı yazılıyor” dediklerinde İsa
(a.s.), ah çekerek şu cevabı verdi:
"Öyledir
ama, onu Musa yazmadı. Yuşa da yazmadı. Onu, Allah'tan korkmaz hahamlar
yazdı...".[83]
Kur'an'da
ise, Tevrat'ın tahrif edildiği şu ifadelerle dile getirilmektedir:
"Şimdi
bunların sizlere İnanmalarını mı umuyorsunuz?
Oysa
bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın sözünü işitırlerdi de düşünüp akıl
erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi"[84]
Ayette geçen
Allah'ın sözü ifadesini Tevrat olarak anlayanlar olduğu gibi, hududullah/Allah'ın
koymuş olduğu cezalar şeklinde anlayanlar da olmuştur.[85]
Yukarıda
ifade edilenlerden de anlaşılacağı üzere, Tevrat Hz Musa'dan sonra, yaklaşık
yirmi asırlık bir zaman süreci içerisinde, farklı zamanlarda, farklı insanlar
tarafından defalarca yazılmış, elden geçirilmiş ve değişikliğe uğramıştır. Bu
da kutsal metnin saf haliyle günümüze ulaşmadığını ve mevcut Tevrat metni ile
Hz. Musa'nın yazmış olduğu metnin muhteva ve sınırları itibariyle birebir
örtüşmesinin mümkün olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla, sağlam, güvenilir
ve aslına uygun bir metnin varlığından söz etmek mümkün değildir.
İncil
Müjde, iyi
haber gibi anlamlara gelen[86]
İncil, Eski Ahit ve Yeni Ahit'ten oluşan Kitab-ı Mukaddes'in ikinci bölümüne,
yani Yeni Ahit'e verilen addır. Yeni Ahit; dört İncil, yirmibir mektup,
'Resullerin İşleri' ve 'Vahiy' kısımlarından oluşan toplam yirmiyedi kitabın
adıdır.[87]
Dört incil ise; Matta, Markos, Yuhanna ve Luka'ya nispet edilen dört ayrı
metindir. İncil ifadesi bu dört İncil için olmakla birlikte, geriye kalan
yirmiüç kitapla birlikte Yeni Ahit'in tümü için de kullanılmaktadır.[88]
İslam
inancına göre, diğer bazı peygamberlere vahiy yoluyla kitap gönderildiği gibi,
Hz. İsa'ya da aynı şekilde vahiy yoluyla bir kitap gönderilmiştir ve bu kitabın
adı da İncil'dir. Kur'an'da, içinde hidayet ve nur bulunan İncil adında bir kitabın
Hz. İsa'ya verildiği şu ifadelerle açıkça belirtilmektedir:
"Onların
ardından, yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu isa'yı
gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı
doğrulayan ve korunanlar için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik"[89]
Hristiyanlar
ise bu konuda farklı bir yaklaşım sergilemektedirler. Hristiyanlar, Hz.
İsa'nın peygamberliği süresince kendisine bir kitap indirilmiş olduğunu kabul
etmezler. Ayrıca Hz. İsa'nın kendisi de bir kutsal kitap meydana getirme girişiminde
bulunmamış ve kimseye de bir şey yazdırma yoluna gitmemiştir.[90]
Bu düşünceye göre en mükemmel vahiy, İncil'de değil Hz. İsa'nın şahsında
gerçekleşmiştir.[91]
O, peygamberlik süresi olan üç yıl içerisinde, halkın arasında dolaşarak
insanlarla temas kurmaya çalışmış ve peygamberliğinin gereğini yerine getirmek
için uğraş sarfetmiştir. İnsanlarla içice olmuş, onların bireysel ve toplumsal
alanda kötülüklerden uzak, iyi insanlar olmaları için çaba harcamıştır.[92]
Hz. İsa'nın dünyadan ayrılışından sonra talebeleri, onun misyonunu aynı şekilde
devam ettirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Farklı bölge ve yerlere
giderek aynı şeyleri anlatmaya devam etmişlerdir. Peygamberlik süresinin
başlangıcından itibaren kendisiyle birlikte olan bu talebeler, başka bir
ifadeyle Havariler, Hz. İsa'nın misyonunun devam etmesi amacıyla ondan
duyduklarını, gördüklerini, mucizelerini, kaleme almışlardır. Bu şekilde de İnciller
meydana gelmiştir.[93]
Luka Incili'nde konuyla ilgili şöyle bir ifade bulunmaktadır:
"Aramızda
vaki olmuş şeylerin hikayetini, başlangıcından gözleri ile görenlerin ve
kelamın hizmetçisi olanların bizlere nakil ettiklerine göre tertip etmeğe
birçok kimseler giriştiklerinden, ben de, ta başından beri hepsini dikkatle
araştırıp tahkik ederek,... yazmayı münasip gördüm".[94]
Elde mevcut
dört İncil, yazarlarına nispet edilmektedir. Dolayısıyla Hristiyanlar, Hz. İsa'ya
vahiy yoluyla incil adında bir kitap indirildiğini kabul etmemektedirler. Ancak
İncil sayısının neden dört olduğu, İncil yazarlarının yaşadıkları dönem, Hz.
İsa'ya bir yakınlıklarının bulunup bulunmadığı, bunların Havarilerden olup
olmadıkları tarihi süreç içerisinde hep tartışma konusu olmuştur.
İlk
dönemlerde yüz civarında İncil'in ortaya çıkmış olması, İncillerin
yazılmasında belli bir ölçünün bulunmadığını ve birçok kişinin İncil yazmaya
kalkıştığını göstermektedir. Mevcut dört İncil ise, bu çok sayıdaki İncil
metinlerinden birbirlerine en yakın olanları kabul edilerek, bunların sahih olduğu,
başka bir ifadeyle Kutsal Ruh'un himayesi altında yazıldığı kabul edilmiştir.
Pavlus, Petrus, Yuhanna, Yakırb ve Yahuda'nın mektupları, Resullerin İşleri ve
(Yuhanna'ya ait) Vahiy kitapları da sahih sayılarak," tümü Yeni Ahit
kapsamına alınmıştır.
Bunun yanında
sahih sayılmayan birçok İncil metni arasında Ebionitlerin İncili ve Barnaba
İncili meşhur olmuştur. Zira bu İndilerde, Hristiyanlığın kurumsallaşmış
argümanlarının aksine, Allah'ın bir olduğu, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve
resulü olduğu, çarmıha onun değil başkasının gerildiği, ondan sonra da bir
peygamber geleceği ifade edilmektedir.[95]
Ancak burada önemle belirtilmesi gereken bir husus, bu ayırım işleminin, başka
bir ifadeyle sahih ve apokrif İncil ayırımının tarihi temelden hareketle
yapılmak yerine büyük ölçüde edebi çerçevede gerçekleştirilmiş olduğudur.[96]
Dört İncil'in
yazılış tarihleri hakkında tam bir kesinlik bulunmamaktadır. Aralarındaki
benzerlikten dolayı 'Sinoptik İnciller' diye de adlandırılan Matta, Markos ve
Luka İncillerinden Matta İncili altmışdörtten önce, kırk elli yılları civarında
yazılmış olabilir. Markos İncili altmışdörtten sonra, Luka İncili ise seksenli
yıllarda yazılmıştır.[97]
Bu üç İncil'den kısmen farklılık arzetmekle birlikte onların içerdiği yorumları
da ihtiva eden Yuhanna incili ise doksanbeş-doksansekiz yılları arasında[98]
tamamlanmıştır. Ancak Yeni Ahit'in son şeklini alması, başka bir ifadeyle, Eski
Ahit'le birlikte, dört İncil, Resullerin işleri, Aziz Pavlus'la diğer
havarilere nispet edilen yirmi-bir mektup ve Yuhanna'nın Vahyi'nden oluşan Yeni
Ahit'in bir kitapta toplanması ise çok daha sonraki bir tarihe, dördüncü
yüzyıla[99]
tekabül etmektedir.
İncillerin
nerede yazıldığı da hep tartışma konusu olmuştur. Dolayısıyla bu konuda bir
konsensüsten söz etmek mümkün görünmemektedir. Sözgelimi Matta İncili'nin yazıldığı
yer olarak; Filistin, Yunanistan, Suriye, Antakya, Fenike, iskenderiye gibi
farklı bölgeler gösterilmiş ve bunlardan hangisi olduğu konusunda görüş
birliğine varılamamıştır.[100]
Benzer bir
tarzda, bu indilerin yazarlarının kim olduğu da aynı şekilde sürekli tartışma
konusu olmuştur. Sözgelimi Yuhanna İncilini yazan Yuhanna'nın kim olduğu, hangi
Yuhanna olduğu tartışmalıdır. Zira bazıları dördüncü İncil olan Yuhanna İncili'nin
Zebede oğlu Havari Yuhanna tarafından değil, ondan yaklaşık iki yüzyıl sonra
yaşamış, İskenderiye Felsefe Okuluna mensup Yuhanna adında meçhul birince
yazıldığını, Yunanca kaleme alman bu İncil'in başına Yuhanna İncili yazıldığı
için yanlışlıkla Havari Yuhanna'ya ait olduğunun sanıldığını[101]
ileri sürmüşlerdir. R. Simon, bunu açıkça dile getirerek, mevcut İncillerin ne
Hz. İsa'ya ne de Havarilere nispet edilebileceğini, bu İncillerin uzun bir
zaman aralığından sonra, meçhul kişilerce kaleme alındığını, ancak
inandırıcılık boyutunu arttırmak amacıyla da bazı hikayelerin/pasajların başına
havarilerin veya onlara yakınlıklarıyla bilinen şahısların adlarının
yazıldığını ifade etmektedir.[102]
Yeni Ahit'in
değerlendirilmesi açısından önemli bir konu da Hz. İsa'nın konuştuğu dil ile
İncillerin yazıldığı dilin aynı olup olmadığıdır. Hz. İsa'nın İbranca-Aramca
konuştuğu, tebliğ vazifesini bu dil vasıtasıyla gerçekleştirdiği bilinmektedir.
Bu nedenle onun yüklenmiş olduğu misyonu yerine getirirken anlattığı şeylerin
en iyi tarzda anlaşılabilmesi için yazım işleminin de aynı dilde / İbranca-Aramca
yapılması gerekirdi. Ancak Hz. İsa Yunanca konuşmadığı halde, İnciller Yunanca
intikal etmiştir ve bugün Hristiyan dünyasının elinde İbranca-Aramca yazılmış
orijinal bir nüsha bulunmamaktadır.
Mevcut İncillerin
bir kısmının ilk önce İbranice yazıldığı bilinmekle birlikte,[103]
mevcut en eski İncil nüshaları bile Yunancadır.[104]
Her tercümenin aynı zamanda bir yorum olduğu ve mütercimin kültürünü ve
düşünce dünyasını yansıttığı göz önünde bulundurulduğunda, tarihi süreç
içerisinde İbrancadan yapılan tercümelerin asıl nüshaları bütünüyle yansıtmasının
mümkün olamayacağı anlaşılacaktır.
İncil'in ilk
yıllarda yazılmadığı ve isa'nın mesajının şifahi olarak nakledildiği konusunda
Hristiyanlar arasında bir konsensüsün varlığından söz etmek mümkündür. Ancak
Hristiyanlar, İncil metinleri arasında bir ayırıma gitmeden ve tercihte
bulunmadan tümüne iman ederler.[105]
Başta Roma kilisesi olmak üzere Batı kiliselerinin tümü, Kitab-ı Mukaddes'in
Kutsal Ruh'un himayesi altında yazıldığını bu nedenle de içeriği konusunda
herhangi bir şüphenin bulunabilmesinin mümkün olmadığını ifade etmişlerdir.[106]
Hatta 1546 yılında Merano Ruhani Kurulu tarafından, Eski Ahit de dahil olmak
üzere Kitab-ı Mukaddes'in tümünün Tanrı tarafından ilham edildiğinden şüphe
etmek yasaklanmıştır.[107]
Kopya tashihi dışında herhangi bir şekilde ve herhangi bir amaçla bu metinlerin
incelemeye tabi tutulması, Doğu ve Batı kiliselerince benimsenen ortak tavır
olarak, aynı şekilde yasaklanmıştır.[108]
Hz. İsa'nın
peygamberlik süresinin bittiği, başka bir ifadeyle dünyadan ayrıldığı tarih
ile İncillerin yazıldığı tarih arasında en iyimser ifadeyle ortalama altmış
yıllık bir zaman dilimi bulunmaktadır. Bu zaman süreci göz önünde bulundurulduğunda,
kutsal olduğu kabul edilen bu metinlerin tamamen Hz. İsa'nın söylediklerinin
aynısı olduğunu kabul etmek bir yana onun söylediklerinin bir yansıması
olduklarını bile ifade etmek güç görünmektedir.
İncil metinlerinin
insan eliyle ve kontrolsüz bir şekilde yazılmış olması, referansta bulundukları
ilahi boyutla kurdukları ilginin çok zayıf durumda olduğunu göstermektedir.
Farklı zamanlarda kutsal metne eklemelerin yapılması veya daha önce açıklama
olarak ilave edilen pasajların, yeniden istinsah sırasında metnin bir
parçasıymış gibi kabul edilerek metne dahil edilmesi gibi olaylar da göz önünde
bulundurulduğunda, bunun böyle olduğu ve farklı bir değerlendirmeye
gidilemeyeceği anlaşılacaktır. Bu nedenle de İncil metinleri gerek kendi
içlerinde, gerekse diğer incillerle mukayese edildiklerinde birçok
farklılığın/çelişkinin bulunması kaçınılmaz olmuştur.
Sözgelimi;
Hz. İsa'nın peygamberlik görevine başlamasının, Yuhanna İncili'nde Vaftizci
Yahya'nın hapse atılmasindan önce,[109]
Matta[110]
ve Markos[111]
İncili'nde ise sonra olduğu ifade edilmektedir. Bir diğer çelişki ise
şöyledir: Matta İncili'nde Hz. İsa'nın Petrus'a şu hitabı yer almakta;
"Sen Petrus’sun, ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler
diyarının kapılan onu yenmiyecekür. Göklerin mehkutu anahtarlarını sana
vereceğim; yeryüzünde bağlıyacağın ve her şey göklerde bağlanmış olur ve
yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde çözülmüş olur".[112]
Ancak birkaç ayet sonra bu ifadelerin tamamen zıttı diye nitelendirilebilecek
cümlelere yer verilmektedir: "ha dönüp Petrusa dedi:
“Çekil
arkama, Şeytan; sen bana tökezsin, çünkü sen Allah şeylerini değil, ancak insan
şeylerini düşünüyorsun”.[113]
Yine, Matta,[114]
Markos[115]
ve Luka İncili'nde118 Hz. İsa'nın memleketi Galile, Yuhanna İncili'nde ise
Yahudiye olarak belirtilmektedir.[116]
Bu türden örnekleri çoğaltmanın mümkün oluğunu ifade etmek gerekmektedir.[117]
Hz. İsa
tarafından ifade edilen sözlerin olduğu şekliyle, unutma ile malul olan
insanoğlunun hafızasında uzun süre kalması mümkün görünmemektedir. Ayrıca
mevcut en eski İncil'in bile Hz. İsa'nın konuştuğu dil olan İbranca değil Yunanca
olması, başlı başına İncillerin sıhhati açısından yeterli bir problemdir. Zira
ilahi boyutu bulunan bir söz veya metin bir yana sıradan metnin tercümesinin
bile hiçbir şekilde aslının yerini tutamayacağı bilinen bir gerçektir.
Sözlü
rivayetlerden hareketle yazıya geçirilen ilk metinlerin tarihi süreç
içerisinde değiştirilmiş olduğunun ortaya çıkması, karanlık, anlaşılmaz,
çelişkili, bazen de anlamsızlığa varacak düzeyde tuhaf pasajların bulunmasının
da nedenini ele vermektedir. Zira bu tespitler, metinlerin kaleme alınmasında
sonraki insanların birebir etkin olduklarını ve unutma, değiştirme/tahrif,
kendi ifadelerine dökerek aktarma gibi işlemlerin ilk dönemki tarihi süreç
içerisinde farklı zamanlarda gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.[118]
III. Kitab-ı Mukaddes ve Mitoloji
İlahi
vahiylerin veya dinlerin amacı, geldikleri toplumu belirli alanlarda dönüşüme
uğratmak, doğru yolu bulmalarını sağlamaktır. Ancak burada en kritik ve önemli
soru(n), dinlerin değişim ve dönüşümü gerçekleştirirken, kendi benliklerinden
bir şey kaybedip etmedikleri veya ne ölçüde kaybettikleridir.
Yukarıda
Kitab-ı Mukaddes'in oluşum seyrine yer vermeye çalıştık. Bu çerçevede, Kitab-ı
Mukaddesle ilgili yapılan yorumlamalar ve farklı yaklaşımlar bir yana, kutsal
metnin kendisinin korunamadığı ve kutsal metin adı altında sunulan birden çok
metnin ortaya çıktığı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı metinlerin
ortaya çıkması, bunların içeriğinin gelinen kültürel vasattaki hakim değerleri
barındıkları anlamına gelir aynı zamanda. Bu değerlerin en önemlilerinden bir
tanesi de mitlerdir, ilk Hristiyan ilahiyatçılar, İncil'de mit varlığını
yadsımışlardır.[119]
'Mit' ifadesi Yeni Ahit'te; "Ve hakikatten kulaklarım döndürecekler, ve
masallara (İngilizcesinde myth) sapacaklardır."[120]
şeklinde geçmekte ve olumsuz anlamda[121]
kullanılmaktadır. Ancak mitolojik unsurların İncillerde bol miktarda bulunduğu
da bir gerçektir. Ayrıca Yahudi ya da Akdeniz kökenli simge, figür ve dinsel
törenlerin Hristiyanlık tarafından özümsendiği ve içselleştirildiği[122]
de aynı şekilde bir gerçektir.
Hristiyanlık,
ta başlangıçtan itibaren, birbiriyle çelişen, bazen birbirini dışlayan etkilere
maruz kalmıştır. Gnostisizm,[123]
Yahudilik ve paganizm'in etkileri,[124]
en canlı örnekler olarak gösterilebilir. Kimi zamanlar kutsal metinde gnostik
unsurlar zayıflamaya yüz tutsa da varlığını sürekli devam ettirmiştir.
Sözgelimi, Kilise babaları bazı gnostik unsurlara karşı savaş açmış olmakla
birlikte, İncil'de bulunan Pavlus'un Mektuplarındaki ve başka diğer
metinlerdeki gnostik unsurları koruma[125]
yoluna gitmişlerdir.
Hristiyanlığın
yayılması sürecinde, Hristiyan misyonerlerinin orta ve batı Avrupa'da yaşayan
yaygın dinlerle karşılaştıklarında, gerçek güçlük kendini hissettirmeye
başlamıştır.
Bu süreçle
birlikte, bir yandan pagan unsurlarla mücadele edilmiş, ancak öbür yandan hakim
düzenle karşı karşıya gelmemek ve uzlaşı içerisinde bulunmak amacıyla bu unsurların
Hristiyanlaştırılması yoluna gidilmiştir. Böylece, mücadele edilen, ancak bir
türlü baş edilemeyen ve kökü kazınamayan kutsal figürler ve pagan mitleri
Hristiyanlaştırılmıştır. Bu süreç içerisinde, putperest olan Avrupadaki köylü
halklarının eski din ve dünya görüşlerine ait figürler, mitler ve dinsel törenler
Hıristiyanlıkla birlikte terkedilmemiş, aksine Hristiyanlık bünyesi içerisinde
bu kültürel veri ve uygulamalar varlıklarını sürdürmüştür. Doğu Avrupa
köylüleri için bu sürecin devam ettirilmesi ve eski dini unsurların ve mitlerin
korunması, Hristiyanlığın paganlaştırılması anlamına gelmiyordu, aksine,
atalarının dininin Hristiyanlaştırılmasmı ifade ediyordu. Bu süreçle birlikte,
puta tapmanın ana ekseni oluşturduğu bir kültürel yapının mitolojisinde
bulunan, canavarları öldüren pekçok kahraman veya ilah, Aziz Georges kimliğine
büründü. Fırtına ilahları, Azize Elie'ye, bereket tanrıçaları da Bakire
Meryem'e veya azizeler'e dönüştü.[126]
Asya'ya ve Akdeniz'e ait simgeler, dinsel törenler ve mitler de 'kutsal öykü'
ye dönüştürülerek Hristiyanlaştırıldı.[127]
Kilise, on asırdan fazla bir zaman boyunca, pagan unsurların Hristiyan
geleneğine yönelik sürekli akınına karşı savaşmak zorunda kaldı.
Hristiyanlığın
dış etkilere bu şekilde maruz kalması, Yahudiliğin, gnostisizmin ve pagan
unsurların Hristiyan geleneğine ve Hristiyanlığın kutsal kitabına bu ölçüde nüfuz
etmesi nedeniyle, Katolik-Roma ve Ortodoks Kiliseleri ciddi anlamda eleştiriye
maruz kaldı. Eleştirinin ana ekseni de, bu kadar harici unsurun neden kabul
edildiği sorusuyla kristalleşmekteydi. Zira sürekli zayıflamakla yüzyüze
kalmış olan paganizm, ancak Hristiyanlaşmış bir formla varlığını sürdürebildi[128].
Hristiyanlığın erken dönemlerinde yaşamış olan tranaeus (M.S. 130 - 200),
Platon felsefesinin ve pagan unsurların Hz. İsa'ya atfedilerek
dinileştirilmesini şiddetli bir şekilde eleştirerek, bundan Aziz Paul'ü sorumlu
tutmuştur.[129]
Çok erken
dönemlerde, Kitab-ı Mukaddes'te bulunan kıssalara mitoloji suçlamasının
belirdiğini söylemek mümkündür. Bu mitoloji suçlamasında, mitolojiye olumlu bir
anlam yüklenmediğini, kabul edilemez bir masal olarak algılandığını da
belirtmek gerekmektedir. Celsus'tan Porphiri'ye kadar Yeni Eflatuncu filozof
ve bilginler tarafından dillendirilen bu söylemin, herhangi bir ilahiyat
probleminden veya tartışmasından daha fazla gündeme geldiğini ve
tartışıldığını görmekteyiz.[130]
Yukarıda
değinildiği üzere, Grek kültürünün de Hristiyanlık üzerinde ciddi etkileri
olmuştur. Bu etkileme sürecinin, başka bir ifadeyle kopuşun ve asıldan
uzaklaşmanın belki de en büyüğü, İbranca yazılmış olan ilk İncillerin Grekçeye
tercüme edilmesiyle olmuştur. Zira Grek felsefe ortamı, İncilleri bütünüyle
kapsayabilecek, anlayabilecek ve içselleştirebilecek bir düzeyde değildi. Bu
nedenle, yapılan tercüme faaliyeti, bir yandan asıl metnin anlamını daraltıcı
bir fonksiyon icra ederken, bir yandan da Grek kültürünün ve düşünce
sisteminin içeriğini kutsal metne taşıma anlamına geliyordu. Ayrıca, İbranca
asıl metinlerin kaybolup, Grekçe nüshaların ilk nüsha haline gelmesi nedeniyle
de ayıklama işi imkansız hale geldi.
Grekçe
çevirinin Azizjerome tarafından M.S. 387'de Latinceye çevrilmesiyle de, asıldan
uzaklaşmanın dozajı artmış oldu. Grek kültürünün ve düşünce sisteminin
Hristiyanlığa büyük ölçüde etkisi nedeniyle, Nietzsche, oluşan Hristiyanlık
profilini 'zavallısından platonculuk' şeklinde tanımlamıştır.[131]
M.S. 325
yılında toplanan İznik Konsülü'nde, imparatorluğun bütününde Güneş Tanrısına
tapmanın yaygın olması ve imparatorun da Güneş Tannsı'nın görünümü olarak kabul
edilmesi nedeniyle, 'Roma Güneş Günü'nün Hristiyan sabbatı, yani istirahat ve
ibadet günü olarak kabul edilmesi[132]
yönünde bir karar alındı. Bu da Hristiyanlığın dış tesirlere ne kadar açık
olduğunu, pagan veya Grek kültür havzası kaynaklı unsurların nasıl dini bir
forma sokularak içselleştirildiğini ve zamanla da dinin kendi asli
unsurlarından biri haline geldiğini göstermektedir.
Hristiyanlığın
ilk dönemlerinde yaşamış olan Origenes, yapılan eleştirilere karşı
Hristiyanlığı korumak amacıyla Hz. İsa'nın yaşamının tarihsel gerçekliği
üzerinde önemle durdu ve bütün tarihi kanıtları ortaya koymaya çalıştı. Ancak
savunamadığı bazı konularda ise, yapılan eleştirileri kabullenmekten başka bir
şey yapamadı. Sözgelimi, tapmaktan kovulan tüccarlar bölümünün tarihsel
gerçekliğini eleştirdi ve reddetti. O, "tarihsel gerçeklik dinsel hahika
ile uyuşmadığı zaman, Kutsal Kitaplar anlattıklarının arasına kimi olayları da
katarlardı; bunların bazıları tümüyle gerçek dışıydı, bazılarıysa gerçekleşebilecek,
ama aslında gerçekleşmemiş olaylardı"[133]
diyerek, kutsal kitapta tarihe aykırı ve tarih dışı unsurların varlığını ve
bunun nedenini ortaya koymaya çalıştı.
Özet bir
ifadeyle belirtmek gerekirse, Hristiyanlık mitolojik unsurları bünyesine almış
ve bu mitolojik düşüncenin kimi kategorilerini de günümüze kadar sürdürmüştür.[134]
IV. Kitab-ı Mukaddes'in Mitolojik Unsurlardan Arındırılması Çabasını Hazırlayan Nedenler
Kitab-ı
Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması çabalarının arkaplanını
Reformasyon hareketinin öncesine, ancak belirgin bir tarzda da Reformasyon
hareketine kadar geri götürmek mümkündür. Kilisenin mevcut yapısına bir tepki
olarak doğan Reformasyon,[135]
Kutsal metnin dindarlar üzerinde veya genel itibariyle insan hayatı üzerindeki
etkisinin ciddi anlamda değişime uğramasında temel etken olmuştur.[136]
Daha Aydınlanmaya varmadan, kutsal metnin anlaşılması ve yorumlanması ile
ilgili metotlar da bunun devamı olarak hızlı bir değişim süreci içerisine
girmiştir.[137]
Kilise,
önceki tarihi süreç içerisinde Kitab-ı Mukaddes-i yorumlama yetkisini
kendisiyle sınırlı tutmuş, bunun dışındaki girişimlere ise meşruiyet alanı
tanımak bir yana, kendi varlığını tehdit edici unsurlar olarak algılayıp,
bastırma ve yok etme yolunda uğraş sarfetmiştir.[138]
Ancak bunu bir dereceye kadar yapabilmeyi başarmış olsa bile neticede
Reformasyonla önü alınamaz ve durdurulamaz yapısal eleştiriler gelmeye
başlamıştır. Bu eleştirilerin odağında, kilisenin ve kilisenin hakim yapısının
Kitab-ı Mukaddes'in gerçek anlamını örtücü ve gerçek anlamın ortaya çıkmasını
engelleyici bir kurum olarak algılanması bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle,
kilise dini sapmaların temel sorumlusu olarak kabul edilmiş ve bu sapmaların
ardında da Kitab-ı Mukaddes'in tarihi süreç içerisinde aslından
uzaklaştırılarak kaim bir tortu tabakasının altına gizlenmesi görülmüştür.[139]
Reformasyonla
ivme kazanan bu hareketlenmeyle birlikte dinin özünü anlamaya doğru bir
yönelme başlamış ve bu amaçla da kutsal metinlerin örtük anlamının ortaya
çıkarılması için uğraş sarfedilmiştir. Bu yolla da uzun bir zaman sürecini
içeren kilise geleneği ile ve skolastiğin latincesiyle çarpıtılan esas anlama
ulaşılmaya çalışılmıştır.[140]
Metin kritiği çerçevesinde, kutsal metinlerin kaynağı, gerçekliği, doğruluğu,
güvenilirliği gibi sorulara yanıt bulmak için uğraş sarfedilmiştir.[141]
Bu uğraş ile, kutsal metinlerde bulunduğu öne sürülen Tanrı mesajının
üzerindeki örtünün kaldırılması ve orijinine uygun bir kutsal metin yorumunun
sağlanması amaçlanmıştır.[142]
Tüm bu çabaların, dini alanda Reformasyonla birlikte bir canlılık süreci
içerisine girmiş ve özellikle de onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda bir disiplin
olma yoluna girmiş olan hermeneutik çerçevesinde yapılmış olduğunu da belirtmek
gerekmektedir. Bu çerçevede, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda, özelde Kitab-ı
Mukaddes'le ilgili akılcı-eleştirel yöntemler gelişmiş[143]
ve bu alanda yoğun bir çaba harcanmıştır
Kutsal metin
kritiği çalışmalarının Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması
çabalarının, başka bir ifadeyle demitolojizasyonun da habercisi olduğunu ifade
etmek mümkündür. Zira Kitab-ı Mukaddes kritisizmi yoluyla kutsal metne farklı
açılardan yaklaşılmış ve farklı yorum yöntemleri denenmeye başlanmıştır.
Kitab-ı
Mukaddes kritisizmi konusunda üzerinde önemle durulması gereken şahsiyetlerden
biri, Yahudi asıllı Baruch Spinoza'dır. Spinoza, 1670 yılında yayınlanan
"Theological and Politicil Treatise" adlı tanınmış eserinde,[144]
kutsal metin kritisizmin nasıl yapılması gerektiğini ve bunun ilkelerinin
neler olması gerektiğini ortaya koymuştur.[145]
Bu nedenle Spinoza, modern Eski Ahit kritisizminin büyük babası ve en önemli
temsilcilerinden biri olarak kabul edilir.[146]
Spinoza,
kutsal metin kritiğinin üç maddede toplanabileceğini ve bu üç maddenin aşamalı
olarak gerçekleştirilmesiyle yapılabileceğini belirtir. Spinoza'ya göre önce,
kutsal metnin dilinin ve tarihinin doğru bir şekilde bilinmesi gerekmektedir.
Bunun sonrasında ise, Kutsal metne ait her kitabın ifadelerinin ayrı ayrı
incelenmesi ve tümünün mantığa uygun bir şekilde metin kritiği ilkelerine göre
düzenlenmesi gelmektedir. Son olarak da her kitabın yazarının genel durumunu
içeren tarihinin tam ve doğru bir şekilde bilinmesi gerekmektedir. Spinoza,
kutsal metni anlamak için bu temel ilkelerin uygulanması gerektiğini ve ancak
bu yöntemle kutsal metnin mantalitesine ulaşılabileceğini belirtir.[147]
Spinoza, bu
ilkelerden hareketle, Eski Ahitte bulunan Yeşu, Hakimler, Rut, Samuel ve
Krallar gibi metinlerin kendilerine nisbet edilen kişiler tarafından yazılmadığını
ve onlara ait olmadığını, bu nedenle de sahih metinler olarak değerlendirilemeyeceklerini,
bu metinlere sonradan tutarsız birçok eklemenin yapıldığını belirtir.[148]
Yahudilerde bulunan 'seçilmişlik' düşüncesine de karşı çıkan Spinoza, hiçbir
millete diğerlerinin dışında özel olarak fazilet, erdem, bilgi ve benzeri olumlulukların
verilmediğini, bu nedenle seçilmiş millet olamayacağını ifade eder.[149]
Spinoza,
evrenin kurallarına aykırı olağanüstü bir şeyin olmasının mümkün olmadığını,
Tanrının bunu yapmayacağını belirterek, mucize konusundaki görüşünü de dile
getirir. Ona göre Tanrı var oldukça evrenin kendi bütünlüğü içerisindeki
kuralları da işleyecektir. Bunun aksini düşünmek, biri Tanrının, öteki de
evrenin olmak üzere iki ayrı gücü kabul etmek anlamına gelecektir.[150]
Bu nedenle kutsal metinde olağanüstü imiş gibi gösterilen olaylar anlatılmakta
ise, bu aktarımlar saygısız insanlarca sonradan eklenmiştir, kutsal metnin aslında
bulunmaması gerekir. Zira doğaya aykırı olan şey akla da aykırıdır ve akla aykm
olan şey de çürütülmesi gereken yanlıştır.[151]
Spinoza araştırmasında, asıl Tevratın kaybolmuş olduğu, eldeki Tevrat metninin
ise aslından farklı bir mahiyet arzettiği sonucuna varmıştır.[152]
Spinoza'nın
kutsal metne, özelde Eski Ahit'e yönelttiği bu ve benzeri ciddi ve yapısal
eleştiriler, kutsal metne yeni ve farklı bir bakış açısını bir anlama ve
yorumlama yöntemini de beraberinde getirmiştir. Zira artık eskisi gibi ne
otoritelerin sunduğu kurumsallaşmış argümantasyonlara itibar edilmekte ve ne de
kutsal metnin kendisi tamamiyle orijin açısından sahih ve dokunulmaz
görülmektedir. Spinoza'nın bu yeni yaklaşımı nedeniyle, Eski Ahit kritisizmi
ile ilgili önemli bir eseri bulunan ve kendisinden alıntıda bulunduğumuz
Archibeld Duff, onun çalışmalarını yeni yüzyılın şafağı olarak nitelendirir ve
onun açtığı yoldan gidilerek daha ilerilere ulaşılması gerektiğini ifade eder.[153]
Kutsal metin
kritisizmi konusunda ön plana çıkan filozoflardan biri olan Salomo Semler
(1725 - 1791)'in tarihselci-tenkitçi yorumlama programı, Kitab-ı Mukaddesle
yeni bir bakış açısını gündeme getirmiştir. Semler, kutsal metni anlama ve yorumlama
faaliyetinin hermeneutiğin metin yorumundaki evrensel ilkelerine uyularak
yapılması gerektiğini, başka bir ifadeyle, genel metin tenkidi kurallarının
esas alınması gerektiğini belirtmiştir. Kutsal metinleri direkt olarak
Allah'ın kelamı olarak görmeyen Semler,[154]
bu yaklaşımıyla, kutsal metni genel metin tenkidi kuralları karşısında ikincil
ve tabi bir konuma indirgemiştir. Zira o, kutsal metni mucizevi bir fenomen
olarak ele almanın yanlış olacağını belirterek, kutsaıl metne gerçeğin
bilgisini içeren bir kitap nazarıyla bakmamın daha doğru olacağını
savunmuştur.![155]
Kitab-ı
Mukaddes'le ilgili metin kritiği çabalarının bir diğer yönü de Hıristiyanlığın
temel değerlerine karşıt olarak kurulan aydınlanma hareketi ve bunun etkisi
sonucu meydana gelen Batılı bakış açısı ile Hristiyanlığın temel değerleri arasındaki
uyuşmazlığı/karşıtlığı ortadan kaldırmak ve Kitab-ı Mukaddes'! modern insanın
kabul edebileceği bir forma sokmaktır.[156]
Bu çerçevede metin kritiğinin ilerlemesine önemli ölçüde katkı sağlayan
Schleiermacher'in[157]
de özellikle kutsal metin otoritesinin pratikte nasıl sağlanacağı sorusu
etrafında yoğunlaştığını[158]
ifade etmek mümkündür.
Kitab-ı Mukaddes'e
yönelik geliştirilen ve metin kritisizmi adıyla ön plana çıkan yorumlama ile
ilgili çabalar, tarihe hakim olma sürecinde orijin açısından ilahi boyuta
azami ölçüde referansta bulunan, kabul edilebilir bir kutsal metne nasıl
ulaşılabileceği sorusuna verilen cevaplar toplamı etrafında yoğunlaşmaktadır.
Bu çerçevede, kutsal metnin eski versiyonlarının incelenmesi, önemi günden
güne artan metin kritiği için büyük önem arzetmektedir.[159]
Başka bir ifadeyle bu tür çabalar, sağlam bir zemin üzerine ikame ederek
korumak amacıyla Batılı geleneğe felsefi bir temel oluşturma süreci olarak
kabul edilebilir.[160]
Kitab-ı
Mukaddesin direkt olarak Allah'ın kelamı olarak kabul edilmeyişi, problemin
temelini teşkil etmektedir. Zira bu bakış açısı, Allah'ın veya onun peygamberi
olan Hz. İsa'nın tam olarak neyi söylediğinin bilinmemesi anlamına gelir.
Birebir ilahi referansa göndermede bulunan ifadelerin bulunmaması, insanları,
anlam itibariyle kutsal duruma en yakın bir metin oluşturma yoluna
sürüklemiştir. Sözgelimi aydınlanma felsefesinin önemli temsilcilerinden biri
olarak değerlendirilebilecek olan Lessing (1729 - 1781), İncil'in ifade
formuna, başka bir ifadeyle harf ve kelimesine bağlı kalmanın yaşamdan
uzaklaşmayı beraberinde getireceğini ifade etmiştir.[161]
Kitab-ı
Mukaddes'in, özelde İncil'in metin kritiğine tabi tutulması isteğinin,
özellikle modern dönemde bütün boyutlarıyla kabul edilir hale geldiğini
söylemek mümkündür. Batı'da meydana gelen bu çabalar, dogmatik önyargılardan
uzak kalarak, hermeneutik yönelimin ışığında ve bilimsel metotlar çerçevesinde[162]
gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Yukarıda da
ifade edildiği üzere temel problem, ilahi kelam diye nitelendirilebilecek bir
metnin bulunmamasıdır. Bu nedenle metin kritiği çerçevesinde oluşturulan yorum
yöntemleriyle yapılmaya çalışılan şey, lafızların bir kenara bırakılmasını
gerektirse bile, sahih/orijinal ve modern değerlerle uyum içerisinde bulunan
bir metne[163]
ulaşmak olmuştur.
Mevcut İncillerin
metin kritisizmi yoluyla ele alınması, bu metinlerin hakiki ve iç anlamlarını
ortaya çıkarmak amacına matuf olarak gündeme gelmiştir. Ancak bir taraftan
lafızlar ihmal edilerek gerçek anlama ulaşılmaya çalışılmış, fakat çaresiz bir
tarzda yine bu lafızlar aracılığıyla metinlerin gerçek anlamına ulaşılmaya çalışılmıştır.
Bunu yaparken de hermeneutik yöntemin azami ölçüde kullanması için uğraş
sarfedilmiştir. Ancak burada paradoksal bir durumla karşı karşıya kalındığı
açıktır. Zira bir taraftan gerçek anlama ulaşmak adına lafız bir kenara
bırakılmak istenmiş, öbür taraftan da tüm işlemlerde yine bu metinleri esas
almak zorunda kalınmıştır. Anlamı koruyacak olan tek ve en önemli şeyin lafız /
sahih lafız olduğu göz önünde bulundurulduğunda, aslına referansta bulunma
bağının zayıf veya kısmen de kopuk olduğu söylenebilecek bir metnin anlamından
ne ölçüde söz edilebileceği, başka bir ifadeyle Kitab-ı mukaddes kritiği ile
ilgili çabaların ne kadar sonuç vereceği de bu çerçevede üzerinde düşünülmesi
gereken bir husustur.
V. Kitab-ı Mukaddes'in Mitolojik Unsurlardan Arındırılması Çabası
Yukarıda da
ifade edildiği üzere, Reformasyon ve sonrası gelişmeler, Kitab-ı Mukaddes'in
metin kritiğine tabi tutulması çabalarının oluşumunu sağlamıştır. Kitab-ı
Mukaddes kritisizminin belli bir aşamaya gelmesiyle de, Kitab-ı Mukaddes'in
mitolojik unsurlardan arındırılması çabaları, kutsal metin kritisizminin bir
parçası ve devamı olarak gündeme gelmiştir. Burada hatırda tutulması gereken
bir husus, demitolojizasyonu tamamen yeni bir anlayış olarak görmenin yanlış olduğudur.
Zira 'demitolojizasyon' şeklindeki kullanım her ne kadar yeni ise de, bunun
kökleri gerilere, Kitab-ı Mukaddes kritisizmine gitmektedir.
Demitolojizasyonla
veya Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması çabası ile Kitab-ı
Mukaddes- mitoloji ilişkisi gündeme getirilmiş ve Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik
unsurları ne ölçüde kendi bünyesi içerisinde barındırdığı üzerinde durulmuştur.
Bunun yanında, varlığı kabul edilen bu unsurların ne şekilde anlaşılması
gerektiğine yer verilmiştir, burada, mitolojik unsurların Kitab-ı Mukaddes'e
etkisi önemli bir poblem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hristiyanlığın
Yunan mitolojisinden ve felsefesinden ciddi anlamda etkilendiği ve bu kültür
ikliminden kendi bünyesine bir şeyler kattığı bilinen bir gerçektir. Ancak bu
etkinin boyutunu ve katılan malzemenin miktarını tam olarak belirlemek mümkün
görünmemektedir. Kutsal metnin, mesajı getiren peygamberden uzun bir zaman
sürecinden sonra yazıya geçirilmesi, ayrıca birden çok metnin bulunması ve bu
metinlerin ciddi anlamda farklılıklar içermesi, kutsal metin kritiğinin bir
devamı olarak mitolojik unsurların yeni/farklı bir bakış açısıyla ele
alınmasına neden olmuştur.
Bultmann'la
ön plana çıkan, başka bir ifadeyle onun adıyla özdeşleşen bu çabanın
parolasını, 'mitolojiden uzaklaşma'[164]
şeklinde ifade etmek mümkündür. Kitab-ı Mukaddesin mitolojik unsurlardan
arındırılması veya demitolojizasyon, Kitab-ı Mukaddes'in hikaye ve
senıbollerindeki mitolojik unsurların araştırılıp tespit edilmesi[165]
ve bunların farklı bir yaklaşımla ele alınması anlamına gelmektedir.
Ancak burada
önem arzeden husus, demitolojizasyona neden ihtiyaç duyulduğu veya
demitolojizasyonla neyin amaçlandığıdır.
Bultmann'a
göre, olaylara yön vermede tabiatüstü güçlerin müdahalesinin bulunduğu, olağanüstü
güçlerin insan yaşamına müdahale ettiği, insanın şeytan tarafından baştan çıkarılabileceği,
kötü ruhlar tarafından yönlendirilebileceği ve mucize gibi konuların tümü
mitolojik unsurlardır. Zira bu konular, bilim tarafından ortaya konulan ve
geliştirilen düşünce sistemine aykırı bir durum arz etmektedir. Modern dünya görüşünde
nedenle olay arasındaki bağ temel noktayı teşkil etmektedir. Her ne kadar
modern fizik teorileri atomdan küçük parçacıklarda, başka bir ifadeyle atom içi
unsurlarda ihtimaliyete yer verseler de, günlük yaşamımız, niyet, karar ve
fiillerimiz bundan etkilenmemektedir. Her halükarda, modern bilim, tabiatın
yönünün tabiatüstü güçler tarafından bozulabileceğine veya düzeninde bir
delinmenin oluşturulabileceğine inanmamaktadır.[166]
Modern dönemde, politik, sosyal, ekonomik ve benzeri olaylar, Tanrı gibi
tabiatüstü güçlere değil, tabii güçlere, insanın iyi veya kötü isteğine,
akıllılığına veya aptallığına bağlanır.[167]
Bultmann,
mucize olgusuna da değinerek, modern insanın olayları evrenin rasyonel düzeni
içerisinde algıladığını, mucizeleri kabul etmediğini, zira mucizelerin bu
düzenin kanunlarına uygunluk arzetmediğini ifade ederek, olağanüstü olayların
olabilirliğine, başka bir ifadeyle mucizeye karşı çıkar.[168]
Aynı şekilde
Bukmann, modern tarih çalışmalarının, tarihin akışına tanrının, şeytanın veya
kötü ruhların müdahalede bulunamayacakları görüşünde olduğunu, tarihin
akışının kendi içerisinde kırılmaz bir bütün olarak algılandığını[169]
ifade eder. Ona göre modern insan, tabiatın ve tarihin akışının, insanın kendi
yaşamında da olduğu gibi hiçbir yerde tabiatüstü güçlerin müdahalesi ile
kesilmediğine veya düzeninin bozulmadığına kesinlikle inanır.[170]
Bultmann, bu
konuya bir örnek verir ve 'Tanrının Krallığı'[171]
konusuna değinerek, modern insan için İsa'nın ifade ettiği Tanrının Krallığı
düşüncesinin bir anlamı var mıdır?[172]
diye sorar. Devamla, erken dönemde Tanrının Krallığı'nın bu dünyada
gerçekleşeceğine dair kesin bir inancın bulunduğunu ve bu düşüncenin tarihi
süreç içerisinde varlığını sürdürdüğünü, Hz. İsa'nın gerçek sözü olmayan ancak
ilk Hristiyan topluluk tarafından kendisine nisbet edilen şu ifadelerde de Tanrının
Krallığı düşüncesine yer verildiğini belirtir: "Doğrusu size derim: Burada
duranlardan bazdan var ki, Allah'ın mekkutunun hudretle geldiğini görmeden,
ölümü hiç tatmıyuçaklardır."[173]
Bultmann, Hz.
İsa'ya ait olmadığını ifade etmesine rağmen ayet diye nitelendirdiği
yukarıdaki pasajın anlamının yeterince açık olduğunu belirtir. Hz. İsa'nın
çağdaşı olan insanların bazılarının ölmesine rağmen bu ümidin o dönemde gerçekleşeceğine
inanılmaktaydı. Ancak Hz. İsa'nın ve ilk dönem Hristiyan topluluğunun bu ümidi
gerçekleşmedi. Oysa aynı dünya var olmaya devam etmekte ve tarih akışını
sürdürmektedir.[174]
Bultmann,
tarihi süreç içerisinde Tanrının Krallığının gerçekleşeceğine inanıldığını,[175]
ancak modern dönemle birlikte herkesin bunun ahiretle ilgili olduğunu
düşündüğünü[176]
belirtir. Ona göre, sonuç itibariyle Tanrının Krallığı düşüncesi tamamiyle
mitolojiktir ve ahireti tanımlamak amacıyla kullanılan bir tasvir niteliğine
sahiptir.[177]
Bultmann'a
göre demitolojizasyon kısmen Paul'le ve radikal bir şekilde de John'la
başlamıştır.[178]
O, John'un İsa'nın tekrar gelişi ve ayrılışının, başka bir ifadeyle Tanrının
Krallığının ahiretle ilgili bir hadise olduğunu belirttiğini,[179]
bunun da, demitolojizasyonun Kitab-ı Mukaddes'in kendisinde bulunduğu anlamına
geldiğini[180]
belirtmektedir.
Demitolojizasyon
hareketinin bir öncülü de, Tanrı kelamının gizemli olduğu görüşünün kabul
edilmemesidir. Buna göre, Tanrının sözü apaçık ve anlaşılırdır. Onu anlamak
için de açık bir okumanın yeterli olacağı[181]
belirtilir. Bu nedenle demitolojizasyon, Tanrının kelamım açık ve anlaşılır
hale getirmek, başka bir ifadeyle üzerindeki örtüyü kaldırmak için uğraş safeder.
O halde demitolojizasyon, mitolojik kavramların derin anlamına ulaşmak için
Kitab-ı Mukaddes'i yorumlamayı kendisine amaç edinerek, Tanrının kelamını
eskimiş dünya görüşünden kurtarmaya çalışır.[182]
Demitolojizasyonun
hareket noktasının, İncil'in eski dünya görüşü ile modern dünya görüşü
arasındaki karşıtlık olduğunu,[183]
hedefinin de bu karşıtlığı ortadan kaldırmak olduğunu ifade etmek mümkündür.
Kitab-ı
Mukaddesin dünya görüşünün mitolojik olması ve modern insanın düşünce
yapısının bilimle şekillenmiş ve mitolojiye yer vermeyen bir yapıda olması
nedeniyle, modern insana Kitab-ı Mukaddes'in bu yapısı kabul edilemez gelmektedir.
Zira modern insan, bilimin sonucu olan teknik anlamlara yer vermektedir.
Sözgelimi modern insan, hastalık halinde doktora, tıp bilimine müracaat eder.
Ekonomik ve politik olaylarda, psikoloji, sosyoloji, ekonomi ve politika
bilimlerinin sonuçlarını kullanır., vd. Hiç kimse, aşkın güçlerin müdahalesini
aracılığını hesaba katmaz.[184]
Demitolojizasyon
hareketi, Tanrının emriyle ve tanrının kelamıyla oluşan Hristiyan öğretisinin,
akılla kabul edilebilecek bir doktrin sunmadığı[185]
öncülünden hareket eder.
Ancak şunu da
ifade etmek gerekir ki, demitolojizasyon çabasında Kitab-ı Mukaddes'e modern
dünya görüşü esas alınarak yaklaşılmakta, başka bir ifadeyle, modern dünya
görüşüyle çatışma içerisinde olmayan, uyum içerisinde olan bir kutsal metin
yorumu ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu yolla, Kitab-ı Mukaddesin ve
Hristiyan mesajının, modern dünya görüşüne aykırı bir şey söylemesine müsaade
edilmemektedir. Bultmann bunu açık bir şekilde şu ifadelerle dile getirir:
"Demitolojizasyonun, modern dünya görüşünü ölçü olarak aldığı bir
gerçektir. Ancak demitolojizasyon, Hristiyan mesajının kutsal kitabını /
metnini bütünüyle reddetmek değil, Kutsal hitabın dünya görüşünü reddetmektir,
Hristiyan dogmalarında ve kilisenin vaazlarında kalan eski döneme ait bir
dünya görüşünü reddetmektir. Demitolojizasyon. Kitab-ı Mukaddes'in ve Kilisenin
eskimiş durumda olan, eski dünya görüşüne ait mesajını reddetmektir".[186]
Bultmann,
Kitab-ı Mukaddes'in dünya görüşünün eskidiğini ifade edip reddederken,
bilimdeki rölativiteden de faydalanmaktadır. O, bilimin tüm sonuçlarının
rölatif olduğunu, ne dünün, ne bugünün ve ne de yarının dünya görüşünün kesin
ve nihai olabileceğini belirterek,[187]
bilimin bu yapısını Kitab-ı Mukaddes'in dünya görüşünü reddetmede bir araç olarak
kullanmaktadır.
Bu
yaklaşımın, Hristiyan mesajının rasyonalize edilmesini, Kutsal metnin ve
içerdiği mesajın rasyonel düşünce içerisinde eritilmesini ve kendisi de
tarihsel olan modern dönemin dünya görüşü içerisinde hapsedilmesini
beraberinde getireceği açıktır.[188]
Bultmann bu
eleştirilerin farkında olmalı ki, genel bir ifade kullanarak, herhangi bir
yorumun seküler kavramlara dayandığını ifade etmenin bir illüzyondan öteye
geçemeyeceğini[189]
belirtir.
Demitolojizasyonu
gündeme taşıyan Bultmann'ın Rönesans ve Reform hareketleriyle başlayan,
aydınlanma ve rasyonalizm ile devam eden ve modern dönemdeki eksenine oturan
felsefi yapıdan ve düşünce sisteminden ciddi anlamda etkilendiğini ve düşünce
yapısını bu sürecin üzerine kurduğunu ifade etmek mümkündür.
Demitolojizasyonun
egzistansiyalist bir yorum olduğunu ifade eden Bultmann, egzistansiyalist
felsefede özellikle Martin Heidegger tarafından geliştirilen kavramları
kullandığını belirtmektedir.[190]
Anahtar bir
terim niteliği taşıyan 'demythologisation' ifadesi, kutsal metin kritiğinin
bir parçası olarak Yeni Ahid'teki tasvir ve anlatımlarda farklı bir boyutu
yakalama çabasını vurgular.[191]
Ancak yanlış anlaşılmaması gereken bir husus, Bultmann'ın mitolojik bir form
içerisinde bulunan pasajları kutsal metinden arındırma niyetinde ve amacında
olmadığıdır. Zira Bultmann bu konuya açık bir şekilde değinerek şöyle demektedir:
"İsa'nın
ahlaki öğretilerini bırakıp uhrevi öğretilerini red mi edeceğiz? Yoksa uhrevi
öğretilerle mitolojik ifadelerin bir bütün olarak mitoloji örtüsü altında
gizlenen derin manalara sahip olup olmadığını mı sormamız gerekir? Yeni Ahid'İn
bu (son) şekildeki bir yorumu -benim demitolojizasyon olarak adlandırdığım-
mitolojik kavramların arkasındaki derin anlamın ortaya çıkarılmasına yardımcı
olacaktır: Böyle bir çabanın hedefi, mitolojik unsurları tasfiye etmek değil,
onları yorumlamaktır."[192]
Bultmann'm bu
ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, amacı, mitolojik içerikli pasajları
yadsımak değil, onlara farklı bir muhteva kazandırmaktır. Başka bir ifadeyle,
lafzi anlamın ötesine geçen, batini ve manevi bir yoruma[193]
meşruiyet alanı oluşturarak, ifadeleri anlam itibariyle mitolojik yapıdan
kurtarmaktır. Anlaşılacağı üzere Bultmann, İncil'de mitolojik unsurların
varlığını kabul etmektedir.[194]
Ancak burada önem arzeden husus, onun mitolojiye yüklediği anlamın olumsuz
oluşudur. Başka bir ifadeyle, mitolojiyi, 'olmayacak şey'[195]
anlamında algılamasıdır.
Kutsal
kitabın mitolojik unsurlardan arındırılması veya demitolojizasyon çabasının
ardında yatan temel etken, mitlerle dolu bir kutsal metni, çağdaş insanın
anlayamayacağı, başka bir ifadeyle bu yapıdaki bir metnin, çağdaş insana
anlamsız ve mantıksız geleceği düşüncesi olmuştur. Buna göre, çağdaş insanın
inanacağı metnin anlayacağı metin olması gerektiğinden, kutsal metinde bulunan
mitolojik unsurların, mitolojiyi reddeden bir bakış açısıyla elden geçirilmesi,
anlamlandırılması ve inanılır/makul hale getirilmesi gerektiği düşüncesi ön
plana çıkmıştır. Bu düşünce veya çaba, kutsal metinde bulunan tüm mucizevi
unsurların, öte dünya ile ilgili sunulan bilgilerin ve bu çerçevede
sayılabilecek mitolojik ifadelerin 'sembolik anlatım' kapsamına dahil edilerek indirgenerek,
gerçek varlıklarının olmadığı[196]
sonucunu doğal olarak beraberinde getirmiştir.
Bultmann'ın
yapmak istediği, modern insana inandırıcı gelmeyen, mitolojik bir forma sahip
olduğu düşünülen pasajları yeni bir okumayla bu formdan kurtarmak olmuştur.
Sözgelimi olaylara yön vermede doğa üstü güçlerin etkisinin olduğu, şeytanın
insanı baştan çıkarabileceği gibi konuları ele alan pasajlar, Hz. Adem'in günah
işlemesinin hikayesi, büyük Tufan, Mısırdan Çıkış, Mesih'in bir bakireden
doğuşu, çarmıha gerilmesi ve sonrasında göğe yükseltilmesi, yeniden dirilişi,
genel itibariyle mucizeler, ekmek ve şarap hikayeleri gibi olayların tümü bu
yaklaşımla demitolojizasyon konusu olmaktadır. Zira tüm bu sayılanların reel
karşılıkları bulunmamaktadır. Bu nedenle, ifadelerin ardındaki gerçek anlamın
ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bu da tarihsel ve filolojik analiz sonucu
gerçekleştirilebilecektir. Böylece Tanrı'nın kurtuluş için insandan ne istediği
anlaşılmış olacaktır.[197]
Bu ve benzeri
konuların demitolojize edilmek istenmesinin nedeni olarak da, bilimin
şekillendirdiği modern dünya görüşü iîe çelişik bir durum arzetmeleri ve
mitolojik bir dünya görüşü ile uyum içerisinde olmaları gösterilmiştir. Zira
modern dünya görüşünde sebep sonuç ilişkisinin temel noktayı teşkil ettiği[198]
kabul edilmiştir.
Bultmann'a
paralel bir tarzda, G.A. Donell'de Kitab-ı Mukaddes'te mitolojik unsurların var
olduğunu savunur. Donell'e göre, Tevrat kıssalarında yer alan İbrahim, İshak ve
benzeri birçok figür, tarihsel birer kişilik değil, mitolojik kült
kahramanıdırlar.[199]
Paul Tillich
de Kitab-ı Mukaddes'te mitolojik unsurların bulunduğunu ve bu unsurların
demitolojize edilmesi gerektiğini[200]
ifade eder. Zaten eğer demitolojizasyonu farklı bir kelimeyle adlandırmak
gerekirse, Tillich'e göre bunun deliteratizasyon[201]
olacağı bilinmelidir. Tillich, demitolojizasyona karşı direnişin literalizmle
yapıldığını ifade eder. O, sözgelimi Adem'in günah işlemesinin özel bir coğrafi
alana hasredilip bir insan bireyine atfedilmesini literalizm olarak algılar.
Yine aynı şekilde Hz. İsa'nın bir bakireden doğmasının biyolojik terimlerle
ifade edilmesini, yeniden diriliş ve göğe yükselişin de fiziksel olaylar olarak
algılanmasını literalizmle açıklar ve eleştirir. O, literalist yaklaşımın Tanrının
zaman ve mekanda hareket ettiğini, olayların akışını etkilediğini varsayar.
Bunun da, Tanrıyı sonsuzluğundan ve haşmetinden yoksun bırakma, başka bir
ifadeyle, sonlu, sınırlı ve bağımlı olanın seviyesine indirgeme anlamına
geleceğini[202]
ifade eder.
Ancak şunu
belirtmek gerekir ki, sonsuz ve aşkın olanı, sınırlı, sonlu ve bağımlı olanın
seviyesine indirgememe adına, evrende cereyan eden olayların dışında düşünmek
de en az literalizm kadar veya daha fazla yanlışlık içerebilecek ve mesajın
anlaşılmasını olumsuz yönde etkileyecek bir yaklaşımdır. Zira Tanrının
olayların bütünüyle dışında ve ötesinde varsayılması, onun işlevsizleştirilmesi
anlamına gelecektir aynı zamanda.
Anlaşılacağı
üzere Bultmann'ın kutsal metin yorumunda geliştirdiği bu yöntem, tarihe
dayanmayan, başka bir ifadeyle ilahi boyuta referansta bulunma açısından
sahihliği kanıtlanamayan ve insan elinin karıştığı her yönüyle bilinen ve
kabul edilen kutsal methe, fikri ve felsefi anlamda bir temel oluşturma[203]
gayesini gütmektedir. Başka bir ifadeyle, çağdaş insanın anlayabileceği ve
onaylayabileceği, mitolojik unsurlardan, makul olmayan içerimlerden
arındırılmış bir anlama ve yorumlama biçimine, bir kutsal metne ulaşmayı
hedefler.
Demitolojizasyon
hareketinin modernleşmeden de önemli ölçüde etkilenmiş olduğunu söylemek
mümkündür. Tüm dünyada farklı düzeylerde de olsa etkisini gösteren modernleşmenin
doğduğu yer olan Batı'daki gelişim sürecine bakıldığında, dini yapıyı ve
özellikle Hristiyanlığı önemli ölçüde etkilediği görülecektir. Zira Hristiyanlık,
bu süreçle birlikte, eski yapısından farklı olarak dünyevileşme temayülü göstermiştir.
Özellikle Protestanlıkla başlayan liberalleşme eğilimi, sonradan 19. yüzyılda
Schleiermacher (1768 - 1834)'in 'liberal teoloji' formülasyonu ile teolojinin
de liberalleştirilmesi eğilimini meydana getirmiştir. Buna göre Hristiyan
geleneğindeki tabiatüstü unsurlar, akıl ve duyguların tatmin edildiği 'doğal'
bir dîn adına ayıklanıp önemsizleştirilmiş,[204]
ve tüm bunlar, dini yapının yeniden tanımlanarak üzerine çöken irrasyonellik
sisinin dağıtılması uğruna yapılmıştır.
İncil
metninin kaynağı ve Hristiyan geleneğin tarih içerisindeki gelişimi dikkate
alındığında, böyle bir yaklaşım tarzının doğru olabileceği söylenebilir. Ancak
ayıklama ve yorum işleminin de bir sınır çerçevesi dahilinde yapılması gerekmekte
iken böyle olmamış ve ölçüsüz bir şekilde yapılmıştır. Sözgelimi Tanrı
anlayışının rasyonalist yaklaşım tarafından akıl dışı ilan edilmesiyle, Tanrısı
olmayan din' veya 'tabiat dini' anlayışı, başta kilise mensubu birçok kişi
tarafından olmak üzere savunulmuştur.[205]
Bugün çoğunluğu oluşturan bilimsel kanaatin, Protestanlık ile sekülarizasyon
süreci arasında tarihi bağların bulunduğu yönünde olması da bunu göstermektedir.[206]
Kitab-ı
Mukaddes ile çeşitli mitolojilerin arasındaki paralelliklere bir iki örnek
vererek konuyu bitirmemiz yerinde olacaktır.
Sümer
mitolojisinde önemli bir yere sahip olan Adapa efsanesi ile Tevrat'ta anlatılan
Adem kıssası arasında farklılıklar bulunmakla birlikte, büyük ölçüde benzerlik
bulunmaktadır. Sümer mitolojisinde bu hikaye, insanın ebediliğe erişme yolunda
kaybettiği fırsatı yorumlama şeklinde dile getirilir. Efsaneye göre Adapa'nm
çok hırslı biri olması nedeniyle, onu yaratan Ea, Adapa'nın başarılarından ve
çok fazla bilgi edineceğinden korktu. Bu nedenle, onu cennetin kapısından attı
ve sıradan bir faninin sıkıntı içerisindeki hayatını yaşamasına neden oldu.
Sümer efsanesinde, bir bahçe içerisinde görülen insan, "iyi ve kötü bilgi
ağacının meyvesini yemekten men edilir". Adem'in yaratılışı efsanesinde,
Adem'e de, kötülük bilgisi verecek ağacın meyvesini yememesi emredilir. Adem
ve Eve'yi aldatacak olan yılan, meyveyi yemeleri halinde kendilerine cennetin
sırrını söyleyeceğine dair söz verir. Eve meyveyi yemeyerek, kocası Adem'e
verir. Bunun sonucu olarak da kötülüğün ne olduğunu anlarlar. Böylece ölüm ve
ızdırap insanlığın kaderi olur. Bu konunun Kitab-ı Mukaddes'teki anlatımı ile
Sümer mitolojisinde bulunan Adapa efsanesindeki anlatımı arasında büyük bir
benzerlik bulunmaktadır. Mitoloji ile uğraşan bazı ilim adamları, Sümer
mitolojisinde Adapa hikayesinin anlatıldığı yazılı metinlerin M.Ö. ondördüncü
ve yedinci Yüzyıllardan günümüze kadar geldiğini, bunlardan birinin Mısır'da,
diğerlerinin de Nineve'deki Aşurbanipal kütüphanesinde bulunduğunu belirterek,
Kitab-ı Mukaddes'te Adem'in yaratılması ile ilgili sunulan bilgilerin Sümer
mitolojisinden alınmış olduğu[207]
kanaatine varmışlardır.
Verilebilecek
bir başka örnek ise, Hz. Musa'nın Mısır'da doğuşu ve oradaki saray hayatını
anlatan Eski Ahid'in Çıkış, 2/1-10 kısmında yer alan kıssa ile ilgilidir. Bu
pasajda anlatılan hîkayenin, aslında Agade'li Sargon'un daha eski olan efsanesine
dayandığı[208]
belirtilmektedir. Yeni Babilonya'dan ve yeni Asur'dan iki tablet halinde
günümüze ulaşan Sümer efsanesinde ilgili olay şöyle aktarılmaktadır:
"Ben
Agade kralı Saygon'um. Benim haysiyetsin anam beni gizlice dünyaya getirdi.
Beni, sazlardan yapılmış bir sepete koydu ve nehire attı. Nehir benim üstüme
yükselmedi ve beni, suların sorumlusu Akhi'ye götürdü. Akhi beni sepetten aldı
ve kendi oğlu gibi büyüttü. Ben Akhi'nin bahçivanı oldum ve tanrıça İştar beni
sevdi. Ben dört yıl bu krallıkta hükümran oldum."[209]
Liberal ekole
mensup ilim adamları, bu olayın Tevrat'ta anlatılış şekli ile Sümer efsan
esindeki anlatımı arasında ciddi bir benzerlik olduğunu ifade ederek, bunun
tesadüf ile açıklanamayacağını savundular. Muhafazakar ilim adamları ise, bu
benzerliğin tesadüften öteye geçemeyeceğini[210]
belirttiler.
Kitab-ı
Mukaddes ile mitoloji arasındaki paralelliği, başka bir ifadeyle Kitab-ı
Mukaddesteki mitolojik unsurların varlığını gösteren çarpıcı örneklerden biri
de Tufan'dır. Tufan'ın nedeni ile ilgili olarak Tevrat'ta şu ifadelere yer
verilmektedir: "Ve vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmaya
başladı, ve onların kızları doğduğu zaman, Allah oğulları adam kızlarının
güzel olduklarım gördüler, ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar
aldılar.";[211]
"Allah oğullan insan kızlarına vardıkları, ve bu kızlar onlara çocuk
doğurdukları zaman...";[212]
"Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve
Rab dedi: 'Yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını
toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum.' Fakat
Nuh, Rabbin gözünde inayet buldu".[213]
Tekvin'de yer
alan bu ifadelerde, Tanrı oğullarının insan kızlarıyla birleştikleri ve
bunların çocuklarının olduğu anlatılmakta, ayrıca Tanrı'nın Adem'i yarattığına
pişman olduğu ve yüreğinde acı duyduğu belirtilmektedir. Bu ifadelere benzer
anlatımların Grek mitolojisinde yer aldığını görmek mümkündür. Ayrıca Grek
mitolojisinde, Tanrı oğulları ile insan kızlarının birleşmesinden 'devler' adı
altında bir ara neslin meydana geldiği anlatılır.
ifade
edilmesi gerekir ki, kutsal metin yorumcuları bu ifadeler karşısında büyük
zorluk çekmişlerdir. Sözgelimi E. O. James, Tekvin'de yer alan bu anlatım
biçimine mitolojik unsurlar ve yapısal katkı maddelerinin giydirilmiş
olduğunu, bunun Kitab-ı Mukaddes'i yazıya geçiren ve üzerinde tasarrufta
bulunan sonraki şahıslar tarafından da devam ettirildiğini ve bu anlatımın
Babil ve Grek mitolojilerine dayandığını belirtir. Bir komisyon tarafından
mukayeseli olarak hazırlanmış olan La Bible de Jeruselam' da yukarıda
aktardığımız ayetlerle ilgili olarak; "Öyle görünmektedir ki bu zor
hadisede müellif, devler hakkındaki bir halk efsanesinden yararlanmıştır"
şeklinde bir notun düşüldüğünü[214]
ve bu notun Kitab-ı Mukaddes'e sonradan mitolojik unsurların dahil edildiğini
göstermektedir.
Yine bu
bağlamda, Hıristiyanlıkta Hz. İsa'nın tann insan şeklinde tasvir edilmesi de
aynı şekilde mitlerin genel özelliklerine uygunluk arzetmektedir.[215]
Ayrıca,
sözgelimi Ugarit-Kenan mitolojisi,[216]
Mısır ve Babil mitleri[217]
ile Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan bazı kıssalar arasındaki benzerlik, Kitab-ı
Mukaddes'teki Yusuf kıssası ile Mısır mitolojisi arasındaki benzerlik,[218]
Samilerin yaratılış destanı ile Tevrat'taki yaratılış arasındaki benzerlik,[219]
Hitit efsanelerindeki ejderhanın öldürülmesi ile Kitab-ı Mukaddes'te aynı
konuda anlatılan olayın benzerliği[220]
gibi paralellikleri sıralamak mümkündür.
Özetle
belirtilmesi gereken husus, Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan bazı olayların
mitolojik içerikli olduğu veya sonradan mitolojik bir forma büründürüldüğü,
değişime uğratıldığı, bu nedenle de tarihen vuku bulmuş olaylar olarak algılanmalarının
doğru bir yaklaşım olmayacağı üzerinde durulmuş olduğudur.[221]
Sonuç
itibariyle, demitolojizasyonda, Kitab-ı Mukaddes'teki mitolojik unsurların
tespit edilip, bu unsurların farklı bir yaklaşımla ele alınması gerektiği önem
arz etmektedir. Ancak bilinmesi gereken bir husus, bu unsurları tespit etmede
net bir kriterin bulunmamasıdır. Belki de bilinen en önemli kriter, modern
dünya görüşü esas alınarak, kutsal metinde buna karşıt görünen unsurlardaki
aykırı durumu, modern dönem ve değerler lehine ortadan kaldırmaktır. Bu da,
mitolojik olmayan unsurların mitoloji formunda algılanması, mitolojik
unsurların da mitoloji kapsamı dışında bırakılması ihtimalinin sürekli mevcut
olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu konuda izafi yaklaşımların ön plana
çıkacağı, kimine göre mitolojik görünen unsurlarız, diğer birilerince mitoloji
sahası dışında değerlendirilme ihtimalinin ortaya çıkacağı bir gerçektir.
Mitoloji ile ilgili çalışmaları bulunan ve bir mitoloji uzmanı olan Hooke'un;
"Hristiyanlığı mitos öğelerinden arındırma girişimi herhangi bir zaman
başarıya ulaşabileceğe benzemiyor"[222]
ifadesi de bu gerçeği dile getirmektedir.
2- KUR'AN KISSALARI VE TARİHİ GERÇEKLİK SORUNU
Birinci
bölümde, Kitab-ı Mukaddes mitoloji ilişkisine, Batı'daki gelişmelere, Kitab-ı
Mukaddesin mitolojik unsurlardan arındırılması çabalarına ve bu çabaların
gündeme gelmesini hazırlayan nedenlere yer vermeye çalıştık. Başka bir ifadeyle,
mitolojiden arındırma çabalarının Kitab-ı Mukaddes yorumunda uygun bir zemin
bulmasının nedenlerine işaret ettik. Bu çerçevede, Kitab-ı Mukaddes bağlamında
meydana getirilen bu çabaları iki madde ile özetlemek mümkündür. Birincisi, sahih
bir metnin bulunmayışı, tarihi süreç içerisinde farklı unsurların, kültürlerin
ve mitlerin Kitab-ı Mukaddes'e dahil olması, ikincisi de, Rönesans, Reform,
Aydınlanma ve sonrası Batı'da meydana gelen hareketlenmelerle akılcılığın ön
plana çıkması ve bilimsel bakış açısının, rasyonalizmin zirveye doğru tırmanan
seyri. Dolayısıyla, sahih, akla ve bilime uygun, mitolojik unsurlardan ve
anlam(landırma)lardan uzak bir metne ulaşmak temel hedef olmuştur. Ancak bu
çabalarda göz ardı edilmemesi gereken en önemli hususlardan biri, rasyonalist
bakış açısının ve bilimsel yaklaşımın temel referans alınması ve Kitab-ı
Mukaddes'in buna uygun bir formda anlaşılmak istenmesidir. Başka bir ifadeyle,
din-bilim çatışmasının akıl ve bilim lehine çözüme kavuşturulmaya
çalışılmasıdır.
Batı'da
meydana gelen kutsal metin kritisizmi ve bunun devamı niteliğinde olan Kitab-ı
Mukaddes'i mitolojik unsurlardan arındırma çabalarının İslam dünyasına ve
Kur'an yorumuna yansıması, özellikle kıssalar alanında görülmüştür. Bu
çerçevede, İslam dünyasında, özellikle 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılda
Kur'an kıssalarını veya bu kıssalardan bazılarını farklı bir yaklaşımla ele
almayı ve yorumlamayı öneren çeşitli ilim adamları olmuştur. Bu yaklaşımlarla,
Kur'an kıssalarında anlatılan olayların meydana geldiği ve tarihle mutabakat
içerisinde olduğu şeklinde bilinen geleneksel yaklaşım sorgulanmaya
başlanmıştır. Dolayısıyla kıssalar ekseninde anlatılan olayların vuku bulmamış
olabileceği veya vuku bulmuş olsa bile, Kur'an'da olduğundan farklı şekillerde
anlatılabildiği gibi yaklaşımlar gündeme getirilmiştir.
Tek tek bütün
kıssalar üzerinde durmak veya gündeme getirilen tüm kıssaları irdelemek büyük
önem arzetmekle birlikte, çalışmamızın sınırlarını fazlasıyla zorlayacağından,
belirli bazı örnekler sunup, tarihi gerçeklik konusunun tartışılmasının
arkaplanma, özellikle konunun gündeme getirilmesinin nedenlerine yer vermeye
çalışacağız.
I. 'Kıssa' ve 'Kasas' İfadeleri
Kur'an-ı
Kerim'de kıssalar için 'k.s.s' kökünden türeyen ve mastar yerine de kullanılan,
ancak isim olan 'kasas' ifadesi kullanılmaktadır ki bunun da fiil hali 'hassa'
dır. 'Kıssa' ve bunun çoğulu olan 'kısas' ifadeleri de aynı kökten türemiş olmakla
birlikte, Kur'an-ı Kerim'de kullanılmamaktadır. 'Kassa'-'kasas' ifadelerinin
sözlük anlamlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. 'İktesse
eserehu (:izini takip etti) örneğinde olduğu gibi, iz sürmek, uymak.
"Musa'nın annesi, Musa'nın kız kardeşine; 'Onun
izini takip et' dedi"[223]
ve "Hemen izlerinin üzerine geri döndüler"[224]
ayetlerinde bu anlamda kullanılmıştır.
2.
Birine bir şeyi aktarmak, bildirmek, anlatmak.
"Biz
sana onların haberlerini hak ile anlatıyoruz"[225]
ve ''(Babası:) Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra
sana bir tuzak kurarlar!"[226]
ayetlerinde bu anlamda kullanılmıştır.[227]
3.
Kesmek, makasla kesmek.
4. Göğüs,
göğsün başı veya ortası, bir şeyin veya bir konunun önemli kısmı.[228]
Yukarıda kök
anlamı için ifade ettiğimiz iz sürmek, bir kimseye veya bir şeye ait olayları
adım adım takip etmek veya bu olayları anlatmak anlamlarına uygun olarak, kasas
veya kıssa ifadelerinin ıstılahtaki anlamını şu şekilde ifade etmek mümkündür.
İnsanların ibret almalarını ve hidayete ulaşmalarını sağlamak amacıyla,
çoğunlukla zaman ve mekandan soyutlanmış, geçmiş peygamberler ve kavimleri ile
veya geçmiş toplumlarla ilgili Kur'an-ı Kerim'de anlatılan olaylara kıssa denir.
Kıssalarla, tarihin derinliklerinde kalan ibret yüklü olayların izi sürülmekte
ve bu olaylarla ilgili bilgi verilmektedir.[229]
Kıssalar bu
yönüyle hikayeden büyük ölçüde farklılık arzetmektedir. Zira hikaye, meydana
gelmiş olsun veya olmasın anlatılan tüm olaylar için kullanılan bir ifade
olmasına rağmen, 'kıssa'da vakıa ile örtüşme, olmuş olayların anlatımı gibi
özellikler bulunmaktadır. Dolayısıyla kıssalarda meydana gelmemiş olayların
tasviri veya kurguya dayalı olayların anlatımı söz konusu değildir.[230]
Bu yönüyle kıssayı meselden ayırmak gerekmektedir. Zira mesel, kıssa ile kısmi
bir benzerlik arzetmekle ve kıssa ile aynı amacı paylaşmakla birlikte, yapı
itibariyle farklıdır. Meselin kıssadan yapı itibariyle en önemli farkı,
anlatılanın vuku bulmuş olma zorunluluğunun bulunmamasıdır.[231]
Tefsir usulü
kitaplarının büyük bir çoğunluğunda 'emsalu'l-Kur’an' başlığı altında
Kur'an'daki mesellere yer verilmektedir. Genel itibariyle mesellerde aktörler
belli değildir ve bu tür anlatımlarda herhangi bir peygamberin adından söz
edilmez. Sözgelimi;
"Allah
hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile; kendisine güzel
rızık verdiğimin o rızıktan gizli ve açık harcayan kimseyi misal olarah
anlattı. Hiç bunlar bir olurlar mı? Hamd Allah'a mahsustur, fakat çokları
bilmezler. Ve Allah şu iki adamı da misal olarak anlattı: Birisi dilsizdir,
hiçbir şey yapamaz, efendisinin üzerine bir yüktür. Onu nereye gönderse bir
hayıt getirmez. Şimdi bu (adam), doğru yolda giderek adaleti emreden kimse
gibi olur mu?"[232]
ayetlerinde iki örnek verilmekte ve bunlarla muhataplara olumlu yönde davranış
sergilenmesi konusunda mesaj verilmektedir. Ancak şu ayırımı yapmak gerekir
ki, mesel ifadesinin geçtiği her olayı bu kapsama dahil etmek, başka bir
ifadeyle anlatılan olayın vuku bulmamış olduğunu belirtmek mümkün değildir.
Sözgelimi çeşitli peygamber kıssaları anlatıldıktan sonra;
"Biz
bu misal (mesel) leri insanlara anlattyoruz ama onları, bilenlerden başkası
düşünüp anlamaz"[233]
ifadesine yer verilmektedir. Buradaki 'mesel' ifadesini yukarıdakilerle
karıştırmak, büyük bir yanlış anlamaya yol açacaktır. Zira 'mesel' ifadesi
burada, ders, öğüt, ibret alınacak örnek anlamındadır.
II. Kur'an Öncesi Dönemde Kıssa
Kıssaların
önemini anlayabilmek için, kıssanın Kur'an öncesi dönemde, cahiliye
Araplarmdaki yerini bilmek gerekmektedir. O dönemdeki Arap yarımadasında ileri
derecede bir kuraklığın var olması, kabileler arasında çeşitli nedenlerle cereyan
eden savaşlar, yağmalar, kan davaları, karşı karşıya kalınan çok yönlü
zorluklar, cahiliye Araplarmda hayatın çok zor Şartlar altında devam edebildiği
anlamına geliyordu.
Karşı karşıya
kalman bu zorluklar, insanların zihinlerinde yer etmekte, silinmez izler
bırakmakta idi. İnsanları çok derinden etkileyen bazı büyük olaylar kişiden
kişiye, hatta nesilden nesile aktarılmakta idi.[234]
Kıssa şeklinde tezahür eden ve nesilden nesile aktarılan bu olaylar, sözlü
kültürün önemli bir parçasını teşkil etmekte idi. Zamanın edebiyatının bel kemiğini
oluşturan şiirler de sonuçta yaşanmış olayların bir yansıması, bir aynası
niteliğini taşımaktaydı.
Cahiliye
dönemi Arap kültüründe var olan kıssalar sadece yaşanan olaylarla sınırlı
kalmamakta, aynı zamanda dini inançları içeren unsurları da taşımakta idi.
Kutsal kabul edilen ve tapınılan putlar, kehanetler, melek, cin, şeytanla
ilgili kıssalar bunlardan bazılarıdır.[235]
Ancak hemen şunu ifade etmek gerekir ki, anlatılan olayların tümünün doğru
olduğunu ve anlatılan kıssaların bütünüyle gerçekliğe tekabül ettiğini ifade
etmek yanlış olacaktır. Zira aktarımda ifade farklılıklarının, ekleme,
çıkarma, değiştirme ve bunların sonucu meydana gelen anlam kaymalarının
olabilmesi ihtimali, sözlü kültürün en olumsuz yönlerinden biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Efsanevi olayların, uydurma hikayelerin o dönemde oldukça yaygın
olduğu da göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Bu nedenle, aktarılan
kıssaların ne kadarının gerçekliğe tekabül ettiğini, başka bir ifadeyle tarihte
vuku bulduğunu tespit etmek mümkün görünmemektedir. Ayrıca, bu kıssaların
çoğunun da günümüze ulaşmadığını[236]
ifade etmek gerekmektedir.
III. Kur'an Kıssalarının Tarihi Boyutu
Kitab-ı
Mukaddes'le ilgili yapılan çalışmalarla birlikte, Batılı bazı düşünürlerin ve
oryantalistlerin, Hıristiyanlığın Reformasyon sürecinde ve sonrasında yaşadığı
tecrübeden hareketle, İslam dininin kutsal kitabı ve birincil kaynağı konumunda
bulunan Kur'an-ı Kerim'i Kitab-ı Mukaddes statüsüne indirgeyerek, Kitab-ı
Mukaddes için geliştirilen tenkit yöntemlerinin aynısının Kur'an'a da
uygulanması gerektiğini ifade etmeleri de kıssalara farklı yaklaşımda
belirleyici unsurlardan biri olmuştur.
Batılı bazı
düşünürler, Kur'an'da akla ve bilime aykırı unsurların ve çeşitli
tutarsızlıkların bulunduğunu dile getirmişlerdir. Sözgelimi Sir William Muir,
Ernest Renan gibi Batılı düşünürler, İslam dininin özünde bir geriliğin
bulunduğunu, İslamın rasyonalizm veya bilim adı altında değerlendirilebilecek
her şeyden çok uzak olduğunu,[237]
bu nedenle İslamın düşük bir değere sahip olduğunu iddia etmişlerdir.[238]
Bu ve benzeri eleştirmenler, Hristiyanlıkla yaşadıkları tecrübe sonucu İslam
dinine de saldırmış, onu akıl ve bilim karşıtı olarak
lanse
etmişlerdir. Yine W. Montgomery Watt da, Kur'an'da tarihi tutarsızlıkların bulunduğunu
ifade etmiştir.[239]
Bu tür düşüncelerin zikrettiğimiz şahıslara münhasır olmadığım ve Batı'daki
yaygın kanaatin bir ifadesi olduğunu[240]
belirtmek gerekmektedir.
Bu yaklaşım
sahiplerinin en çok üzerinde durdukları ve ön plana çıkardıkları konu, tarihi
unsurların yer aldığı kıssalar olmuştur. Kıssalardan hareketle, Kur'an'da
tarihi tutarsızlıkların bulunduğunu öne sürerek, görüşlerine haklılık kazandırmaya
çalışmışlardır.
Renan ve
benzerlerinin Batı'da bilim ve teknolojinin hızla ilerlediği bir dönemde islam
dinini ve dolayısıyla Müslümanları akıl ve bilim karşıtı olarak göstermeleri,
ayrıca Müslümanların geri kalmışlıklarını dinin özüne irca etmeleri, İslam
aleminde din-bilim çatışması vehimlerinin doğmasına ve bu vehimlerin ortadan
kaldırılmasını hedefleyen düşüncelerin üretilmesine[241]
neden olmuştur. Bu çerçevede, İslam dünyasında da, yaygın bir tarzda olmasa
bile, Kur'an kıssalarının tarihi gerçekliğini sorgulayan çeşitli ilim
adamlarının bulunduğunu ifade etmek gerekmektedir.
1. Kaynak Açısından Kıssaların Gerçekliğinin Sorgulanması
Kitab-ı
Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması çabaları bağlamında Kur'an
kıssaları ele alındığında, üzerinle durulması gereken önemli bir husus, özelde
Kur'an kıssalarının veya genelde Kur'an'ın tümünün kaynağı konusudur. Zira
sunu hemen belirtmek gerekir ki, Batı'da Kitab-ı Mukaddes-mitoloji ilişkisinin
araştırılmasına veya Kitab-ı mukaddesin mitolojiden arındırılması çabalarına
zemin hazırlayan önemli nedenlerden bir tanesi, yukarıda da ifade edildiği
izere, Kitab-ı Mukaddes'in direkt olarak ilahi kelam olmaması ve farklı kutsal
metinlerin bulunmasıdır. Bu nedenle, Kur'an kıssalarının kaynağını; 'Kur'an
kıssalarının kaynağını Kitab-ı Mukaddes'te Arama Çabası' ve 'Kur'an
kıssalarının arap hitap çevresi ve arap kültürü ile ilgisi' şeklinde iki yönlü
olarak ele almak gerekmektedir.
a. Kur'an Kıssalarının Kaynağını Kitab-ı Muhaddes'te Arama Çabası
Özellikle
Kur'an kıssalarından hareketle gayrimüslimler, Kur'an-ı Kerim'de tarihsel
tutarsızlıkların ve yanlışlıkların bulunduğunu, bu nedenle Muhammed'in (s.a.)
bilinçaltının Kur’an-ı Kerim'in oluşumunda pay sahibi olduğunu belirtmişlerdir.
Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan kıssalarla Eski Ahit kıssaları arasında
bir paralelliğin bulunduğu da Kur'an kıssalarının kaynağı bağlamında sürekli
gündeme getirilmiştir.[242]
Bu tür iddiaların temel amaçlarından biri, Kur'an ile Kitab-ı Mukaddes arasında
var olan bazı konu benzerliklerini ön plana çıkararak ikisi arasında paralellik
kurmak, başka bir ifadeyle Kur'an-ı Kerim'i Kitab-ı Mukaddes'e irca etmek,
Kur'an'ın kaynağının Kitab-ı Mukaddes olduğunu ifade etmektir. Bunun tabii
sonucu olarak da, Kur'an ile Kitab-ı Mukaddes aynı statüye indirgenecek ve
ikisi arasındaki benzerliklerden hareketle özellikle 18. yüzyıl ve sonrasında
Kitab-ı Mukaddes bağlamında geliştirilen tenkit yöntemlerinin aynısının Kur'an
için de gündeme getirilmesine[243]
meşruiyet alanı oluşturulmaya çalışılacaktır.
Kur'an-ı
Kerim'in kaynağını Kitab-ı Mukaddes'te arama girişimleri tarih boyunca varlığını
sürdürmüştür. Bu tür iddiaların vahyin nüzul süreciyle birlikte başladığını da
unutmamak gerekmektedir. Vahyin nüzul sürecinde gayrimüslimler Muhammed'e
(s.a.) Kitab-ı Mukaddesle ilgili geniş malumat sahibi olan biri(leri)nin
gizlice Kur'an'ı öğretmiş olabileceğini iddia etmekteydiler ki Kur'an-ı
Kerim'in şu ayetinde bu husus dile getirilmektedir:
"Şüphesiz
biz onların; 'Kur'an'ı ona ancak bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz.
Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabanadır. Halbuki bu (Kur'an) apaçık
bir Arapçadır"[244].
Bu ayetin
sebeb-i nüzulü ve Peygamber'e (s.a.) muallim olarak gösterilen şahısların
kimliği üzerinde durmak, sözü uzatmak anlamına gelecektir. Ancak ifade edilmesi
gereken husus, ayette sözü edilen kişinin kimliği ile ilgili tefsir kitaplarında
sunulan çeşitli şahıs isimlerinin tümünün Kureyş liderlerine hizmet eden
kölelerden olması ve ayette de belirtildiği üzere bu şahıs(lar)ın dilinin
Arapça olmamasıdır.[245]
Halefullah'm
da ifade ettiği üzere, köle olduğu kabul edilen bu insan(lar)ın Kitab-ı
Mukaddes'e ait nüshaları ellerinde bulundurma ihtimalinin zayıf olduğunu
belirtmek gerekmektedir. Zira sözlü kültürün hakim olduğu o dönemde Kitab-ı
Mukaddes'e ait yazma nüshaların sayısının çok az olduğunu ve bunları elde etmek
için de yüklü miktarda bir bedel ödenmesi gerektiğini bu nedenle de bu tür
nüshaların ancak ekonomik açıdan varlıklı insanların elinde bulunabildiğini de
aynı şekilde göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Fakirlerin ve sosyal ve
ekonomik açıdan özgürlüğü bulunmayan köle statüsündeki insanların sahip
oldukları bilgiler, insanlar arasında dolaşan söylentilere dayanmaktaydı. Bu
tür bilgilerin kaynağı da, sözlü kültüre dayanmaktaydı. Sözlü kültürün ise,
tahrif, değiştirme, ekleme ve çıkarma türü girişimlere maruz kalma[246]
ihtimalinin sürekli bulunduğu bir gerçektir.
Kur'an için
kaynak arama girişimleri Hz. Peygamber döneminde başlamakla birlikte, sonraki
dönemlerde de varlığını sürdürmüştür. Özellikle Kur'an kıssalarının Kitab-ı Mukaddes'ten,
Yahudi ve Hristiyan çevrelerinden alınarak oluşturulduğu düşüncesi, Ortaçağ ve
sonrası dönemde Batı'da onaylanan bir görüş olarak kendini göstermiştir.
Yukarıda aktardığımız,
Hz.Peygamber'in Kur’an'daki bilgileri birilerinden aldığı görüşünün yanında
sunulan ikinci argüman, Kur'an ile Kitab-ı Mukaddes arasında paralel görünen
unsurların Muhammed'in (s.a.) vefatından sonra Yahudi ve Hristiyan bilginlerden
etkilenerek Kur'an'a eklenmiş olabileceği düşüncesini güçlendirdiği
iddiasıdır. Sözgelimi Matthew Paris (1199 -1259), Kitab-ı Mukaddes'e ait
bilgilerin Muhammed'in (s.a.) vefatından sonra Kur'an-ı Kerim'e eklenmiş
olduğunu[247]
savunmuştur.
Modern
dönemde de bazı oryantalistler bu görüşü benimseyerek, Kitab-ı Mukaddes'te
anlatılan kıssalarla Kur'an'dakiler arasında bir paralelliğin bulunduğunu, bu
nedenle de bu kıssaların Kitab-ı Mukaddes'ten alınmış olma ihtimalinin güçlü
olduğunu belirtmişlerdir.[248]
Oysaki yukarıda da ifade edildiği üzere Muhammed'in (s.a.) Kur'an'ı veya
Kur'an'ın çeşitli kısımlarını bazı kölelerden almış olma ihtimali bulunmadığı
gibi, Hz. Peygamber sonrası dönemde de Kur'an'a bir şey eklenmiş veya
Kur'an'dan bir şey çıkarılmış değildir. Zira Kur'an'ın bütünüyle ilahi vahiy
olduğu ve bir değişikliğe uğramadığı Kur'an'ın kendisi tarafından birçok yerde
ifade edilmekle birlikte,[249]
tarihi veriler de bunu açıkça göstermektedir.
Kur'an'ın
herhangi bir tahrifata ve değişikliğe uğramadığını gösteren en önemli
delillerden birini, inen ayetlerin ezberlenmesi oluşturmaktadır. Şüphesiz
ezberleme işinde ön plana çıkan ilk şahıs, Hz. Peygamber'in bizzat kendisidir.
İbn Abbas'tan rivayet edilen bir haberde, Cebrail'in Hz. Peygamber'e vahiy
getirmesi sırasında Allah Rasulü'nün (s.a.) kendisine indirilen ayetleri
ezberlemek amacıyla durmadan tekrar ettiği ve bu nedenle sıkıntı çektiği, bunun
üzerine;
"Onu
hemen tekrarlamak için dilini depretme. Onu toplamak ve okutmak bize düşer."[250]
ayetinin indiği ifade edilmektedir.[251]
Hz. Peygamber
ilahi vahyi Cebrail'den aldıktan sonra, bu pasajları insanlara tebliğ etmiş ve
dolayısıyla da ikinci aşamada vahiy pasajlarını ashab ezberlemiştir. Ancak
ezberleme zorunluluğunun bulunmaması nedeniyle birçok sahabi Kur'an'ı bütün
olarak değil, hafızasında tutabildiği kadarıyla ezberleme yoluna gitmiştir.
Bunun yanında, gerek Hz. Peygamber zamanında ve gerekse vefatını müteakip kısa
zaman dilimi içerisinde Kur'an'ın bütününü ezberleyen birçok kişi olmuştur.[252]
İlahi vahiy pasajlarının namazda da okunduğu göz önünde bulundurulursa, Hz.
Peygamber'in çevresinde bulunan tüm insanların hafızasında bütün olarak olmasa
bile parçalar halinde bu pasajların bulunduğunu söylemek mümkündür.[253]
Yine aynı
şekilde, Kur'an'ın korunmuşluğunun önemli bir delili de ilahi vahyin yazıya
geçirilmesi sürecidir. Hemen belirtmek gerekir ki, hafızalar ne kadar güçlü
olursa olsun veya ezberleyenlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, neticede
insanın unutma ile malul bir varlık olması nedeniyle, uzun vadede unutma veya
karıştırma türü şeylerin olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, ilahi vahyin
korunmasında yazıya geçirme işlemi önemli bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu bağlamda, vahiy katiplerinin inen vahiy pasajlarını
ezberlemekle kalmayıp eksiksiz bir tarzda yazdıkları, başka bir ifadeyle bu
pasajların zaman geçirmeden peygamber tarafından bizzat yazdırıldığı sahih
rivayetlerde çokça aktarılan ve bilinen bir gerçektir. Sözgelimi Hz. Osman'dan
gelen; "Hz. Peygamber'e vahiy nazil olduğunda, katiplerinden birini
çağırarak şöyle derdi:
"Bu
ayetleri, falan ayetleri içeren sureye koy"[254]
rivayeti de yazdırma işleminin gayet düzenli bir şekilde devam ettiğini
göstermektedir.[255]
İnen vahiy
pasajlarının ciddiyetle, planlı ve eksiksiz bir tarzda yazdırıldığını gösteren
önemli bir delil, Hz. Peygamber'in özellikle ilk zamanlarda bir süre karışma
ihtimalini önlemek amacıyla; "Benden Kur'an'ın dışında bir şey yazmayınız"[256]
diyerek, hadis yazımını yasaklamış ve sadece ayetlerin yazılmasını emretmiş
olmasıdır. Ancak karışma ihtimali ortadan kalktıktan ve ashabın peygamber sözü
ile ilahi vahyi ayırdeder hale gelmesinden sonradır ki hadislerin yazılmasına
müsaade etmiştir.
Kur'an'ın
mevsukiyetini gösteren önemli unsurlardan biri de Hz. Peygamberin her yıl
Ramazan ayı içerisinde o zamana kadar kendisine indirilen pasajları Cebrail'e
arzetmiş olmasıdır. Her yıl yapılan bu arza veya tekrar işleminin yazı veya
ezberleme sürecinde meydana gelmesi, muhtemel yanlışlıkları önlemek amacıyla
yapıldığı anlamına gelmektedir. Bu yolla, o zamana kadar indirilmiş olan vahiy
pasajları test edilmiş, pekiştirilmiş ve sağlamlaştırılmıştır. Hz. Peygamber'in
vefat yılında, başka bir ifadeyle ilahi vahyin tamamlanması aşamasında, arza
işleminin bir defa yapılan önceki yılların aksine iki defa gerçekleştirilmesi,[257]
yani Kur'an'ın baştan sona iki defa okunması da son genel tekrar ve
mevsukiyetin sağlamlaştırılması şeklinde değerlendirilmelidir ki bu son arzaya
da 'arzai ahire' denmiştir.
Yukarıda
ifade ettiğimiz ezberleme, yazma ve arz işlemleri, birbirinden bağımsız bir
şekilde değerlendirilemeyecek ve mevsukiyetin en üst düzeyde sağlanması
anlamında birbirini destekleyen unsurlardır. Bu nedenle, Hz. Peygamber'in
yaşadığı süre içerisinde, vahiy pasajları, unutulma, kaybolma, yanlış aktarılma
türü mahiyeti sarsıcı olumsuzluklardan korunmuş, başka bir ifadeyle böyle bir
ihtimalin oluşması ihtimali ortadan kaldırılmış ve Kur'an-ı Kerim'in
mevsukiyeti sağlanmıştır.
Çeşitli
malzemeler üzerine yazılan vahiy parçalarını toplamak ise, vahyin
kesilmesinden/tamamlanmasından sonraya tekabül etmektedir. Vahyin
kesilmesinden, başka bir ifadeyle son ayetin inmesinden, çoğunluğun kabul
ettiği görüşe göre dokuz gün, bir rivayete göre de seksenbir gün[258]
gibi kısa bir zaman diliminden sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) vefat ettiği göz
önünde bulundurulursa, bu işin doğal olarak kendisinden sonrakilere kaldığı
anlaşılacaktır. Hz. Peygamber döneminde vahiy pasajlarının bir araya getirilip
toplanmamasınm önemli nedenlerinden biri de böyle bir şeye ihtiyaç duyulmamış
olmasıdır. Zira birçok kişi inen vahiyleri yazmakta ve aynı süreç içerisinde
ezberlemekteydiler. İlahi vahyin kaybolması veya bir kısmının değişime
uğraması ihtimal ve endişesinin bulunmaması nedeniyle de öyle bir çalışma
içerisine girmeyi düşünmemişlerdir. Dolayısıyla vahyin toplanmasının temel
amillerinden birisi, öyle bir ihtiyacın doğmuş olmasıdır.[259]
Kur'an'ı
ezberlemiş bulunan bazı sahabilerin savaş esnasında veya değişik nedenlerle
ölmeleri, öncelikle Hz. Ömer'i endişeye sevketmiş ve bu endişesini kısa süre
içerisinde Hz. Ebubekir'e ileterek, ilahi vahyin toplanması gerektiğini ifade
etmiştir. Öncelikle tereddüt geçiren Hz. Ebubekir, daha sonra bunun yapılması
gerektiğini kabul ederek, Hz. Peygamber'in vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit
başkanlığında bir komisyon kurmuş ve Kur'an'ın toplanması için gerekli
çalışmayı başlatmıştır. Zeyd b. Sabit ise, çok titiz bir çalışma ile bu işi
yürütmüş ve başarıya ulaştırmıştır.[260]
Hz.
Peygamber'in vefatını müteakip Hz. Ebubekir zamanında yapılan şey, dağınık
halde yazılmış bulunan vahiy parçalarını bir araya getirmek ve bir kitap
içerisinde toplamak olmuştur. Hz. Osman döneminde ise, Kur'an metni çoğaltılarak,
farklı bölgelere gönderilmiştir.[261]
Elde mevcut Kur'an metinlerinin o dönemde yazıya geçirilmiş Kur'an metninden en
ufak bir farklılığı bulunmamaktadır. Tarihi süreç içerisinde tahrif ve tebdil
türü girişimlere maruz kalmamış olması nedeniyle Kur'an'ın herhangi bir
suresinin, ayetinin veya bir kelimesinin değişmiş olmasından veya değişime
uğrayarak aktarılmış olmasından söz etme imkanı bulunmamaktadır.
Kitab-ı
Mukaddes ve Kur'an'la ilgili verdiğimiz bilgiler göz önünde bulundurulduğunda,
bu kutsal metinlerin birbirinden ayırdedihnesi gereği kaçınılmaz bir şekilde
gündeme gelecektir. Zira birinci bölümde de ifade edildiği üzere Tevrat ve İncil,
Hz. Musa'dan ve Hz. İsa'dan çok sonraları dinin müntesipleri tarafından, kendi
ifadeleriyle yazıya geçirilmiştir. Hatta sözgelimi Yeni Ahit'in birden çok
varyantı bu nedenle ortaya çıkmıştır. Kur'an ise, vahyedildiği andan itibaren
ezberleme, yazma ve arz yöntemleriyle kayda alınmıştır. Bu nedenle, Hz.
Peygamber sonrasında Kitab-ı Mukaddes'te olduğu gibi birbirinden köklü
farklılıklarla ayrılan Kur'an metinleri ortaya çıkmamıştır ve vahyedildiği
şekliyle günümüze ulaşmıştır.
Yahudilik,
Hristiyanlık ve İslam dininin referanslarını oluşturan kutsal metinlerin ilahi
kökenli olmaları yönüyle aralarında bir türdeşliğin bulunduğunu söylemek mümkündür.
Bu türdeşlikle birlikte ayrıldıkları temel yön ise, Kur'an'ın şüphe
duyulmayacak bir tarzda vahyedilmiş ilahi kelam olarak kabul edilmesi, Tevrat
ve İncil'in ise, birebir ilahi kelam olmak yerine ancak dini metin[262]
şeklinde nitelendirilebilmele-ridir. Bu nedenle Tevrat ve İncil'de olduğu gibi
Kur'an'a da yazar aramanın anlamı bulunmamaktadır. Zira Kur'an, Peygamber
dahil, hiç kimsenin müdahalesi bulunmaksızın, katıksız bir şekilde ilahi
kelamdır, ilahi vahiydir. Peygamber sonrası dönemde de Kur'an'a herhangi bir
müdahale söz konusu olmamıştır. Bu nedenle, bazı gayrimüslimlerin veya
oryantalistlerin bu konuda ileri sürdükleri iddiaların, 'İddia' sözcüğünün
çevrelediği anlamın ötesine geçemeyeceği ve sağlam bir temele dayanmadığı bir
gerçektir.
Özetle Tevrat
ve İnciller, yanılma ihtimali bulunan insan eliyle kaleme alınmış ve bu
nedenle de dini metin diye nitelendirilebilecek bir yapıya sahiptirler. Kur'an
ise, Allah kelamının katıksız ve farklılıksız bizzat kendisi olduğundan, dini
metinden öte bir anlama, ilahi vahye, ilahi kelama tekabül etmektedir.
Yukarıda da
ifade edildiği üzere, Kur'an'ın kaynağını Kitab-ı Mukaddes'e dayandırma
girişimlerinde en çok öne sürülen iddialardan biri, Kur'an ile Kitab-ı
Mukaddes'te bulunan kıssalar arasında bir paralelliğin, bir örtüşmenin
bulunduğudur. Kitab-ı Mukaddes'in, Tevrat ve İncil'in ilahi dinlere ait kutsal
metinler olması ve Kur'an'ın da ilahi kelam olması nedeniyle paralel unsurların
bulunması tabiidir. Ancak konumuz olan kıssalar açısından bakıldığında,
kıssaların işleniş şekli ve muhtevasında büyük farklılıkların bulunduğu görülecektir.
Sözgelimi
Tevrat incelendiğinde, tarih bilgisini ön plana çıkaran ve detaylı tarih
bilgilerine yer veren bir metin olduğu göze çarpacaktır. Tevrat'taki kıssaların
belki de en belirgin özelliği, sunulan bilgilerin tarih, yer, şahıs gibi
unsurlarla, bütün detaylarıyla verilmesidir. Tevrat'ta olaylar anlatılırken,
asıl amacı unutturma veya göz ardı etme pahasına çok detaylara girilmekte,
adeta hiçbir detay kaçırılmamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Nuh ve Tufan
olayının anlatımında en ince ayrıntılara girilmekte, Nuh'un gemiyi nasıl
yapacağı bütün detaylarıyla aktarılmaktadır. Bunun yanında Tufan esnasında ve
Tufan sonrasında meydana gelen olaylar detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
Aynca, Nuh soyundan türeyen insanların listesi iki farklı versiyon halinde
uzunca bir anlatımla sunulmaktadır.[263]
Oysaki
kıssalar Kur'an'da büyük bir yekun teşkil etmesine rağmen, Kur'an, Tevrat'ta
olduğu gibi bir tarih kitabı görünümü arz etmemektedir. Kur'an kıssalarında
ayrıntılardan uzak durulmakta, özellikle yer ve zaman gibi unsurlardan söz
edilmemektedir. Çoğu yerde kıssada anlatılan olayların kahramanlarına da yer
verilmemektedir. Tevrat'ın aksine, tarihi unsur verilmek istenen mesajın önüne
geçmemekte, sürekli ardında kalmaktadır.
Burada ifade
edeceğimiz bir diğer farklılık ise, Tevrat'a hakim olan tarih kitabı
görünümünün 'İsrailoğulları' merkezli bir yapı arz etmesidir. Başka bir
ifadeyle Tevrat, seçkin bir kavim olduğu kabul edilen İsrailoğulllarını konu
alan bir siyer kitabı görünümündedir[264].
Oysaki Kur'an'da belirli bir kavim veya topluluk ön plana çıkarılmamış olmakla
birlikte, bütün kıssalar tevhid ekseninde ve hidayet amaçlı olarak yer almaktadır
ki, kıssaların işleniş biçimine ve muhtevasına da yansıyan bu özelliklerdir.
Anlaşılacağı
üzere, Kur'an kıssalarının kaynağını Kitab-ı Mukaddes'e dayandırma girişimleri
ve bu yöndeki iddialar, gerçeği yansıtmamaktadır. Kur'an ile Kitab-ı
Mukaddes'in birçok ortak kıssayı içerdikleri doğrudur. Ancak konular arasında
bir benzerlik bulunmakla birlikte, yukarıda da ifade edildiği üzere, konuların
işleniş şekli ve ana temalarında, yapı ve muhtevalarında büyük farklılıklar
bulunmaktadır. Kur'an'da tarih bilgisinin ön plana çıkarılmamış olması,
tevhidin merkezi unsur oluşu, tutarsızlığın bulunmaması, olaya değil, mesaja
vurgu yapılması,[265]
Kur'an kıssalarını Kitab-ı Mukaddes kıssalarından ayıran en belirgin özellikler
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, Kur'an kıssalarının Kitab-ı Mukaddes
kıssalarından yapı ve muhteva yönüyle büyük farklılık arz ettiğini, ve Kur'an
kıssalarının kaynağının Kitab-ı Mukaddes olamayacağını belirtmek gerekmektedir.
b. Kıssaların Arap Hitap Çevresi ve Arap Kültürü ile İlgisi
Kıssaların
kaynağı bağlamında üzerinde durulması gereken bir konu da Kur'an kıssalarının
Arap hitap çevresi ile ve nüzul dönemi Arap kültürü ile ilgisidir. Zira bazı
araştırmacılar, Kıssaların kaynağını Arap kültürüne irca etmeye çalışmış ve
kıssaların Arapların bildiği şekilde Kur'an'da yer aldıklarını, Kur'an'ın bu
anlamda bir düzeltmeye gitmediğini ve onların bilgisini esas aldığını ifade
etmişlerdir. Tipik bir örnek vermek gerekirse, sözgelimi Watt, şöyle
demektedir: "Kur'an'ın bizzat kendisi O'nun 'Arapça bir Kur'an' olduğunu
iddia etmektedir. Bu, sadece Kur'an'ın Arap dili üzere olduğunu iddia etmekle
kalmaz, ilk planda Hicaz Araplanna hitap etmesi nedeniyle, tüm yönleriyle
onların dünya resimlemelerini de ifade eder; bu, onların dünya resimlemelerindeki
yanlış olan hususları hile ihtiva eder. Buradan hareketle şu sonuca
ulaşılabilir: Amacın bu tür düşünceleri düzeltmek olmadığı yerlerde Allah,
onlara bu yanlış düşünceler çerçevesinde hitap etmektedir."[266]
Bu ve benzeri ifadeler, Kur'an'ın Arap hitap çevresince bilinen bilgileri
yanlış veya doğru oluşuna bakmaksızın kullandığı anlamına gelmektedir.
Anlaşılacağı üzere, Kur'an'da tarihi tutarsızlıklar bulunduğu önyargısına
delil olarak, Arap hitap çevresinin sahip olduğu bilgiler ve Kur'an'ın bu
bilgileri kullanması gösterilmektedir. Dolayısıyla, burada, Kur'an
kıssalarının cahiliye dönemi Arap kültürü ile ilgisinin olup olmadığı veya ne
ölçüde olduğu konusu kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelmektedir.
Kur'an'ın,
inmiş olduğu toplumun kültürünü gözettiği, kabul edilen bir husustur. Ayrıca,
mesajın muhataba ulaşabilmesi için de bir gerekliliktir. Ancak Kur'an'ın inmiş
olduğu toplumun kültürünü gözetmesi, Kur'an'da sunulan bilgilerin bütünüyle Araplar
tarafından bilinen hususlar olduğu anlamına gelmemektedir. Bu nedenle, bu
durumun, üslupla ve dilin kullanım biçimiyle sınırlı tutulması gerekmektedir.
Konuya
kıssalar açısından bakıldığında, kıssaların tümünün veya en azından büyük bir
çoğunluğunun Araplar tarafından bilindiğini ifade etmek oldukça zor
görünmektedir. Bu nedenle, kıssaları yüzeysel ve genellemeci bir yaklaşımla ele
alarak bütününün Araplar tarafından bilindiğini veya yine aynı şekilde
bütününün Araplar tarafından bilinmediğini ifade etmek oldukça yanlış
olacaktır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Kur'an'da Arapların bildiği
kıssalar bulunmakla birlikte, bilmediği kıssalar da bulunmaktadır. Bunu biraz
açmak gerekirse, kıssalar bağlamında kullanılan 'elem tera'[267]
(:görmedin mi, görmez misin?) ifadesi, Arapların bildiği kıssalar için bir
ipucu olarak kabul edilebilir. Bu yolla, 'elem tera' ifadesinin yer aldığı
kıssaların Araplarca bilinme ihtimalinin bulunduğu gibi bir çıkarsamaya
varılabilir.[268]
Zira bir olay anlatılırken söze 'görmez misin, bilmez misin?' gibi ifadelerle
başlamak, muhatabın anlatılan olayla ilgili tam olmasa da bilgi sahibi olduğu
anlamına gelir. Razi;
"Görmedin
mi Rabbin ne yaptı Âd'a?"[269].
ayetindeki
'görme' ifadesinin 'bilme' anlamında kullanıldığını belirtmektedir. Ona göre,
Ad ve Semud'un Arap bölgesinde yaşayan iki topluluk olması, Firavun'un ise,
Arap topraklarına komşu olan Mısır'da yaşamış olması ve Firavun'la ilgili haberlerin
Ehl-i Kitap'tan duyulması nedeniyle bu tür haberler nesilden nesile aktarılmaktaydı.
Nesilden nesile tevatürle aktarılan bu haberlerin görme derecesinde kesin bir
bilgi düzeyinde olması nedeniyle, 'bilmiyor musun?' anlamında 'görmüyor musun?'
ifadesi kullanılmıştır.[270]
Bunun
yanında, cahiliye dönemi Arap şiirine de Arapların bildiği kıssalar konusunda
yardımcı bir unsur olarak bakılabilir. Bu yolla, cahiliye dönemi Arap şiirine
konu olan sözgelimi Ad, Semud kavimlerinin yer aldığı kıssalar, Süleyman
(a.s.) ve cinlerle münasebetinin anlatıldığı kıssa, Hu d ve Salih kıssalarının
Araplarca bilindiğini[271]
tespit etmek mümkün olabilecektir. Ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki, bu
ifadeleri kullanırken dikkatli olunması gerekmektedir. Zira o döneme ait
elimizde çok az bilgi bulunmaktadır. Bu nedenle, oldukça sınırlı bilgilere
dayanarak yapılabilecek çıkarsamalardan hareketle kesin yargılara ulaşmaya
çalışmak, hem çıkış noktası, hem de sonuç açısından yanlış olacaktır.
Halefullah
aynı konuyu ele alırken, Zemahşeri, Abduh ve benzerlerinden de delil getirerek,
Arap kültürünün kıssaların oluşumunda belirleyici bir etkiye sahip olduğunu
savunur. Sözgelimi, Yusuf suresinde geçen;
"Kadınlar
onu görünce, (gözlerinde) büyüttüler. (Şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve
dediler ki: Haşa Rabbimiz'. Bu bir beşer değil, ancak üstün bir melektir!"[272]
ayetinde
geçen "Bu bir beşer değil, ancak üstün bir melektir!" kısmı hakkında
Zemahşeri’nin; "bu kurgusal bir teşbihtir"[273]
ifadesine[274]
yer verir. Abduh'tan da alıntıda bulunan Halefullah, Abduh'un, kıssaların bazen
doğru olmasa bile, muhataplar veya kendilerinden bahsedilen kimseler
tarafından kullanılan ifade formlarıyla aktarıldıklarını, "Şeytanın
çarptığı kimse"[275]
ifadesinin buna örnek gösterilebileceğini, bunun alışılagelmiş bir üslup
olduğunu[276]
demesine yer verir.[277]
Halefullah,
bu ifadeleri kendi görüşünü temellendirmede bir argüman olarak kullanır. O,
kıssalarda aktarılan bütün olay ve haberlerin tarihi süreç içerisinde
gerçekleşmiş olmasının gerekmediğini belirtir. Kur'an'ın, muhatapların
bildikleriyle yetindiğini, bu nedenle Kur'an kıssalarında vakıaya ters
unsurların bulunduğunu iddia etmenin anlamının bulunmadığını[278]
ifade eder. Zira ona göre Kur'an, tarihsel verileri doğrulamak, tashih etmek
üzere nazil olmamıştır, bu nedenle de Arap toplumunun inanç ve kabulleri
muhafaza edilmiştir.[279]
Şunu hemen
belirtmek gerekir ki, oryantalistler, kıssalarda anlatılan olayların cahiliye
dönemi Arap kültüründen herhangi bir tashihe gidilmeden alındığını öne sürerek,
buradan hareketle, Kur'an'da çelişkiler bulunduğu iddiasını temellendirmeye
çalışmışlardır. Halefullah ise, yukarıda aktardığımız Zemahşeri, Abduh ve
benzeri birkaç ilim adamından alıntılarda bulunarak ve bu yolla geleneği
arkasına almaya çalışarak genel bir çıkarsamada bulunmaktadır. Bu çerçevede,
kıssalarda muhatapların bildikleriyîe yetinitdiğini, Kur'an'ın amacının bu
bilgileri tashih etmek olmadığını, dolayısıyla Kur'an'da tarihe aykırı
unsurların bulunduğunu öne sürmenin de bir anlamının kalmayacağını
belirtmektedir. Halefullah bu görüşünü ileri sürerek, oryantalistlerin Kur'an'a
yönelttikleri eleştirileri ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Ancak sonuçta
Halefullah'ın bu bakış açısının, eleştirileri ortadan kaldırmak bir yana,
yapılan eleştirilere meşruiyet alanı oluşturduğunu ifade etmek mümkündür.
Kanaatimizce
Halefullah'm bu ifadeleri temellendirmede gelenekten verdiği örnekler de onu
yeterince desteklememektedir. Sözgelimi Zemahşeri'nin Yusuf suresinde Yusuf'u
(a.s.) gören kadınların;
"Bu
bir beşer değil, ancak üstün bir melektir!"
demeleri
hakkında Zemahşeri'nin; "bu kurgusal bir teşbihtir"[280]
ifadesini Halefullah'ın farklı bir yaklaşım gibi öne sürmesi yanlıştır. Zira
Zemahşeri'nin bu anlamlandırmasını belki de sıradan bir yaklaşım olarak
değerlendirmek gerekmektedir. Kadınların bu ifadesi, sonuçta bir şaşkınlığın
ifadesi ve gördükleri benzersiz güzelliği, bütün iyilik ve güzelliklerin kendilerinde
toplandığına inanılan meleklere benzetmeleri, başka bir ifadeyle
özdeşleştirmeleri anlamına gelmektedir. Zira melek iyiliğin, güzelliğin;
şeytan ise kötülüğün ve olumsuzluğun sembolü olarak kullamlagelrniştir.[281]
Zemahşeri'nin 'teşbih-i tahyili' (;hayalde canlandırılan/ kurgusal teşbih)
ifadesini kullanması da bundan dolayı olsa gerektir.
Halefullah'ın
Abduh'tan alıntıladığı kısımda ise, Abduh, kıssaların bazen doğru olmasa bile,
muhataplar veya kendilerinden bahsedilen kimseler tarafından kullanılan ifade
formlarıyla Kur'an'da bulunabileceğine yer verir.[282]
Bu görüşü temellendirmede verdiği örneklerden biri, 'şeytanın çarpması' ifadesidir.
İlgili ayette şöyle buyu rulmak tadır:
"Faiz
yiyenler şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar."[283].
Abduh, bunun
Arapların bir inancı olduğunu ve Kur'an'ın da bunu aynı şekilde kullandığını
ifade eder. Burada şunu belirtmek gerekir ki, Abduh, muhtemelen bu görüşü
Zemahşeri ve Beydavî'den almıştır. Zira ikisi de benzer ifadelerle, Araplarda
şeytanın insanı çarptığına dair bir inancın bulunduğunu, bu ifadenin de
muhatapların bu tabiriyle Kur'an'da yer aldığını belirtirler.[284]
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, bu tabirin Araplarca kullanılan bir
deyim veya onların inancının bir ifadesi olma ihtimali bulunmaktadır. Ancak
burada dikkat edilmesi gereken husus, 'şeytan çarpması' ifadesinin geçtiği
ayette bir olaydan söz edilmemekte, faizle içli dışlı olanların düşeceği
olumsuz durum bir benzetmeyle veya muhatapların bildiği bir tabirle tasvir
edilmektedir.
Anlaşılacağı
üzere, oryantalistler, Arap kültürünün kıssaların oluşumunda büyük bir etkiye
sahip olduğunu, başka bir ifadeyle kıssaların kaynağının Arap kültürü olduğunu,
dolayısıyla Kur'an'da çelişkilerin bulunmasının doğal olacağını, çelişkilerin
önemli bir nedeninin de bu olduğunu savunmaktadırlar. Halefullah ise, aynı
çıkış noktasını, farklı ve tam tersi bir düşünceyi haklı çıkarmak amacıyla
kullanmaktadır.
Yukarıda ifade
edildiği üzere, kıssaların bir kısmının Araplarca bilinen türden olduklarını
söylemek mümkündür. Ancak kıssaların diğer bir kısmının ise Araplarca
bilinmediğini belirtmek gerekmektedir. Hud suresinde anlatılan Nuh kıssasının
sonunda;
"İşte
bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen
biliyordun ne de kavmin"[285]
ifadelerine
yer verilmekte, bu da, Peygamber'in (s.a.) ve Arap toplumunun bilmediği
kıssaların Kur'an'da var olduğunu göstermektedir. Kıssalara konu olan şahıs veya
toplulukların tümünün Arap yarımadası ahalisi olduklarını, bu nedenle de
Kur'an'da sunulan kıssaların Araplarca bilindiğini söylemek de mümkün değildir.
Ayrıca Kur'an kıssalarına konu olan peygamber ve toplumların tümünün Arap
olduğunu, dolayısıyla nesilden nesile aktarılarak cahiliye Arapları tarafından
da bu bilgilerin bilindiğini söylemek yine mümkün değildir. Zira her topluma
vahiy kendi diliyle gelmiş,[286]
dil ve yapı açısından çok farklı toplumlara peygamber gönderilmiştir.
Burada daha
önemli olan husus, Kur'an'da var olan kıssaların Araplar tarafından bilinip
bilinmediği değil, Arapların bilgisinin esas alınması, dolayısıyla vakıaya ve
tarihe uymayan yanlışlıkların ve çelişkilerin bulunması iddiasıdır. Oysaki
Arapların bilgisinin esas alındığını tarihi açıdan tespit etmek mümkün
görünmemektedir. Bu nedenle bu yönde yapılan açıklamalar, tahmin ve yorumdan
öteye geçmemektedir. Ancak konuya Kur'an ve Kur'an'ın evrenselliği açısından
bakıldığında, Kur'an'ın Arapların bilgisini olduğu gibi aldığım, yanlışlıkları
düzeltme ihtiyacı hissetmediğini ifade etmenin birçok sakınca ile birlikte
doğru olmayacağı açıktır.
Yukarıda
ifade edildiği üzere, Kur'an'ın bazı kıssa sonlarında söz konusu kıssayı
gaybla ilişkilendirmesi, kıssaların bir kısmının Araplarca hiç bilinmediğini
göstermektedir. Ayrıca, Kur'an'ın evrensel bir vahiy olması nedeniyle,[287]
bütünüyle gerçeklere dayanan, yanlışlık içermesi muhtemel olmayan bir yapıda
olmanın yerine, inmiş olduğu toplumun doğru ve yanlışın iç içe olduğu
bilgisini esas alması, dolayısıyla sadece onlara hitap etmesi mümkün değildir.
Halefullah bu
yaklaşımında, yani Arapların bilgisinin esas alındığını, bu bilgileri tashih
etmenin Kur'an'ın amacı olmadığını, dolayısıyla tutarsızlık ve çelişki
aramanın anlamının bulunmadığını belirtmesinde, oryantalistlerin tutarsızlık ve
çelişki iddialarını Arap kültürüne yönlendirme ve sorumluluğu o alana
hasretme, dolayısıyla Kur'an'ı bu tür iddiaların dışına çekmeye çalışma
amacını gütmüş olabileceğini ifade etmek mümkündür. Ancak bunun doğru bir
yaklaşım olmadığını da belirtmek gerekmektedir. Zira yukarıda da ifade
edildiği üzere, inmiş olduğu toplumun kültürünü ve dil yapısını gözetmiş
olmakla birlikte, Kur'an, tarihin belirli bir kesitine hasredilecek, evrensel
yönü bulunmayan tarihsel bir metin değildir. Belkide burada belirtilmesi
gereken en önemli husus, Kur'an'da bulunan tarihsel, yerel unsurların evrensel
bir form ve yapıda bulunduğudur. Bu da, belirli yerel, tarihsel durumların
yanlış bilgilerini bünyesinde barındırmasına engel teşkil etmektedir.
2. İçerik Açısından Kıssaların Gerçekliğinin Sorgulanması
Modern
dönemde, Kur'an kıssalarının gerçekliğini sorgulama konusunda öncülük eden en
önemli ilim adamlarından biri, Muhammed Abduh (1905) olmuştur. Kendisinden
sonraki neredeyse bütün dini düşünce akımlarına az yada çok etkide bulunmuş,
yön vermiş olan Muhammed Abduh, kıssalarla ilgili oldukça dikkat çekici
fikirler öne sürmüştür.
Abduh,
Kur'an'da zikredilen kıssaların içeriklerinin bütünüyle doğru olmasının
gerekmediğini belirtmiştir. Ona göre, sözgelimi Bakara, 2/102. ayette sihirden
sözedilmesi, insanların sihir konusundaki inanç ve düşüncelerinin ispatlanmasını
gerektirmez. Zira kıssalara, tarih bilgisi sunmak veya geçmiş toplumlar
hakkında serdedilen haberlere inanılmasını sağlamak amacıyla değil, öğüt ve
ibret amacıyla Kur'an'da yer verilmiştir. Bu nedenle, özünde doğru olmasa bile,
muhataplarca kullanılan ifade ve tabirlere olduğu gibi yer verildiği durumlar
olmuştur.[288]
Abduh'un bu
yaklaşımına örnek vermek gerekirse, Allah'ın meleklere; 'Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım' [289]demesini,
Adem'in yaratılmasını, meleklerin ona secde etmelerinin buyurulmasmı ve bu
buyruğa İblis'in karşı gelmesini, sonrasında onu baştan çıkarıp cennetten
çıkmasına neden olmasını belirten ilgili tüm ifadelerin[290]
temsil kabilinden olduğunu belirterek, bu ayetlerde kastedilenin insanın
yaratılmasını ve kendisine verilen güçleri anlatmak olduğunu ifade eder.[291]
Abduh, benzer
bir tarzda, Hz. İbrahim'in ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine göstermesi için
Allah'a dua etmesini, sonrasında da kuşlarla olan münasebetini anlatan
pasajları[292]
da aynı şekilde temsili olarak anlama yoluna gitmiş ve bu ayetin ölülerin
diriltilmesi sadedinde ifade edilen bir temsil anlamına geldiğini
belirtmiştir. Ayette geçen 'surhunne ileyk' ifadesindeki 'surhunne' kelimesi,
geleneksel tefsirlerde çoğunlukla 'parçala' şeklinde anlaşılmıştır. Sözgelimi İbn
Kesir tefsirinde aktarılan bir rivayette, İbn Abbas, İkrime, Said b. Cubeyr,
Ebu Malik, Ebu Esved ed-Dueli, Vehb b. Munebbih, Hasan-ı Basri, Süddi ve
başkalarının kelimeye bu anlamı verdikleri aktarılmıştır.[293]
Abduh ise bu
ifadeye, 'itaate alıştır' şeklinde bir anlam vererek, ayette, Hz. İbrahim'e
kuşları alıştırması, sonrasında herbirini bir yere bırakması ve bunu müteakip
farklı yerlere bıraktığı kuşları çağırması halinde kuşların yer ve mesafe farklılığına
rağmen geleceklerinin ifade edildiğini belirtmiştir. Aynı şekilde, Allah'ın
ölüleri diriltmeyi istediğinde onları çağırmasının, başka bir ifadeyle
'dirilin' demesinin yeterli olacağı belirtilmiştir. Abduh, bu görüşünü ileri
sürerken, Ebu Müslim İsfehani'ye de atıfta bulunarak, onun da öyle düşündüğünü,
ayeti temsili olarak anladığını, bu nedenle, Hz. ibrahim'in bu işi fiili olarak
yapmış olmasının gerekmediğini ifade etmiştir.[294]
Razi, Ebu Müslim İsfehani'nin ayetin temsili olabileceği yönündeki görüşüne yer
vermiş, ancak tefsircilerin büyük çoğunluğunun bu olayın fiili olarak vaki
olduğunu düşündüklerini belirterek, İsfehani'nin bu görüşünü eleştirmiştir.[295]
Abduh bu
yaklaşım, sergilemekle, hem ayetin temsili olduğunu ifade etmiş, hem de ayette
geçen 'surhunne ileyk' ifadesine farklı bir anlam yükleyerek, anlatılan
kıssada olağanüstü bir durumun sözkonusu olmadığını düşünmüştür.
Abduh'tan
verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere, tarihi gerçeklik boyutu sorgulanan
veya temsili olduğu / olabileceği ifade edilen kıssalar, çoğunlukla
olağanüstülük boyutu bulunan olaylardır. Abduh her ne kadar mucizenin imkanını
kabul etse ve bunu açık bir şekilde ifade etse de,[296]
pratikte mucizevi unsurları barındıran kıssaları yorumlayıp, olağanüstü bir
durumun söz konusu olmadığı bir anlama ulaşmaya çalışmıştır. Bu nedenle,
Abduh'un kıssaların tarihi gerçekliğini sorgulayan, bazı kıssaların tarihi
gerçekliğinin olmayabileceğini veya temsili olabileceğini ifade eden
yaklaşımının mucize problemiyle yakından ilişkili olduğunu ifade etmek
mümkündür.
Klasik İslam
modernizminin Hindistan kanadının en önemli temsilcisi konumunda bulunan ve
Abduh'un çağdaşı sayılabilecek olan Ahmed Han (1897) da Kur'an kıssalarının
tarihi gerçekliğe uymayabileceği düşüncesindedir.
Sözgelimi
Ahmed Han, Abduh'a benzer bir tarzda, Hz. Adem'in cennetten çıkarılışına
ilişkin kıssanın metaforik olduğunu, Hz. Adem'in gerçek bir şahsiyeti değil,
insan tabiatını temsil ettiğini, bu nedenle de Adem adında bir şahıstan söz
edilemeyeceğini ifade etmiştir. Ona göre, Kur'an'da böyle bir üslub seçilmesi,
vahyedildiği insanlar arasındaki bilgi birikimine ve bu insanlar tarafından
algılanabilen kavramsal çerçeveye yaklaşma ve gönderme yapma[297]
amacının güdülmesi nedeniyledir.
Benzer bir
şekilde Ahmed Han, Hz. İbrahim'in ateşe atılması, Hz. İsa'nın babasız doğması
ile ilgili Kur'an'da bir şeyin bulunmadığını, bu nedenle bunların bu şekilde
anlaşılmasının yanlış olacağını, olağanüstü bir durumun varlığından söz
etmenin mümkün olmadığını[298]
ifade etmiştir. Ayrıca, Kehf Suresi, 18/9-22. ayetlerde anlatılan Ashab-ı Kehf
kıssasına farklı ve ilginç bir yorum getiren Ahmed Han, bir mağaraya
kapatıldıktan sonra orada asırlarca ölmeksizin bir uykuya dalan Hristiyan
gençlerin mucizevi bir tarzda bu şekilde kalabildikleri ile ilgili tefsirlerde
anlatılan geleneksel yorumu reddetmiştir. Ona göre bu insanlar gerçekte
ölmüşlerdi. Havasız bir yerde bulunmaları, iklim şartları ve cesetlerinin
mumyalanmış olması nedeniyle bir gözleme deliğinden bakıldığında, bedenlerinin
hiç zarar görmemiş olmasından dolayı canlı gibi göründüler ve bakanlar onların
uyuduğunu sanmışlardır.[299]
Bu nedenle olayda herhangi bir olağanüstülük, bir mucize bulunmamakta ve
tamamen tabii bir olaydan söz edilmektedir.
Ahmed Han,
evrenin belli bir sistem içerisinde işlediğini ve bu sistemin dışında bir
olayın, başka bir ifadeyle olağanüstü bir olayın gerçekleşmesinin mümkün
olmadığını savunur. Bu nedenle de mucize olgusunu bütünüyle reddeder. Kur'an-ı
Kerim'de kıssalar sadedinde anlatılan ve mucizevi unsurlar taşıyan olayları
yorumlayarak, ya anlatılanların gerçeklik boyutunun bulunmadığını, başka bir
ifadeyle temsil ve tasvir kabilinden olduğunu veya olağanüstülük boyutunun
bulunmadığını ispat etmeye çalışır.
Ahmed Han'ın
bu konudaki temel özelliği, rasyonel aklı hareket noktası olarak kabul etmesi
ve dini hakikatin ölçüsünü tabii aklın normlarına indirgeyerek, tabiat
kurallarına ve akla çelişik görünen her şeyi reddetmesidir.[300]
Ahmed Han'ın bu yaklaşımı ile Batı'da kutsal metin kritisizmi adıyla gündeme
gelen, Kitab-ı Mukaddes'teki mitolojik unsurları tasfiye etme ile devam eden
ve modern insan tarafından kabul edilebilir, makul bir metne ulaşmayı
hedefleyen çabalar arasında bir paralellikten söz etmek mümkündür.
Farklı
bölgelerde yaşamış olmakla birlikte, aynı dönemde yaşamış olan Abduh ve Ahmed
Han'ın ikisi de diğer müfessirler gibi, kıssalardaki amacın tarih bilgisi
sunmak olmadığı konusunda birleşmekte ve bunu özellikle vurgulamaktadırlar.
Ancak herkesçe kabul edilen bu düşüncenin devamında, 'kıssalardaki amaç tarih
bilgisi sunmak olmadığına göre, içeriklerinin de tamamiyle doğru olması
gerekmez. Ayrıca bu durum, Kur'an'ın sıhhatine ve yapısına halel getirmez'
şeklinde tanımlanabilecek bir çıkarsamada bulunmaları, ileride de değineceğimiz
üzere, başlı başına problem doğuracak bir düşünce olarak karşımıza çıkmaktadır.[301]
Kur'an
kıssalarının tarihi gerçeklikle örtüşmesinin gerekmediği düşüncesi modern
dönemde Muhammed Abduh ve S. Ahmed Han'la başlamakla birlikte, bu yaklaşımı
sistemleştirip, doktora tezi halinde kitap olarak sunan ve bu eseri
'el-Fennu'l-Kasasi fi'l-Kur'ani'l-Kerim' adıyla basılan[302]
(1950-1951) kişi, Mısırlı Muhammed Ahmed Halefullah olmuştur. Bu nedenle,
kıssalar konusundaki düşünceleri üzerinde özellikle duracağımız şahıs,
Halefullah olacaktır.
Halefullah'a
kıssalar konusunda öncülük edenin temelde Muhammed Abduh olduğunu ve Abduh'un
kıssalar konusunda ifade ettiği görüşlerin Halefullah'ın ortaya koyduğu teorinin
temellerini attığım ifade etmek gerekmektedir.[303]
Halefullah'm kıssalarla ilgili eserinde Menar tefsirinden sıkça alıntılarda
bulunması, ayrıca Abduh'a paralel görüşler serdetmesi bunu açıkça
göstermektedir.
Halefullah'ın
tez hocası olan Emin Huli'nin de akademik hayatını ve Üniversitedeki görevini
tehlikeye atma pahasına Halefullah'ı desteklediğini ve bunu her fırsatta dile
getirdiğini belirtmek gerekmektedir.[304]
Halefullah, kıssalar konusunda ortaya koyduğu düşünceler nedeniyle çok
şiddetli eleştirilere maruz kalmış, hatta bazı yazarlar, onun Allah'ın kitabını
tahrif ettiğini, bu nedenle de dinden çıktığını iddia etmişlerdir.[305]
Ancak kıssalar konusunda farklı yaklaşım sergilemede önemli bir yere sahip
olan, bu nedenle de bazı görüşlerine yer vereceğimiz Halefullah'ın genellemedi
bir yaklaşımla reddedilmesinin, hatta din sahasının dışına itilmeye çalışılmasının
insaf sınırlarını zorlayan bir yaklaşım olduğunu ve böyle bir bakış açısını
doğru bulmadığımızı burada belirtmeliyiz.
Halefullah da
Abduh gibi Kur'an'ın amacının tarih bilgisi vermek olmadığı yaklaşımını,
kıssalarla ilgili düşüncesini temellendirmede hareket noktası olarak
kullanmıştır. Buna göre, Kur'an'ın zaman ve mekana yer vermemesi, anlatılan
olayların tarihi boyutunu önemsemediği anlamına gelmektedir. Zira Kur'an'ın
tarihi bilgilere yer vermedeki amacı, öğüt ve ibret vermekle sınırlıdır. Bu
nedenle Kur'an, bu bilgileri tarihi alandan çıkarıp dini bir çerçeve içerisinde
sunmuştur. Dolayısıyla bu bilgiler dinin bir parçası veya temel unsurlarından
biri olarak kabul edilemez. Kur'an'ın amacı tarih bilgisi sunmak olmadığına
göre, sunulan bilgilerin tarihi değeri, Kur'an'ın amaçlarından değildir.[306]
Tarih
bilgisinin amaçlanmadığı, Kur'an'ın amacının bu olmadığı çoğu müfessirin de
üzerinde durduğu gibi doğrudur. Aynı şekilde Halefullah'm ifade ettiği,
Kur'an'ın kıssaları tarih alanından çıkarıp dini bir çerçeve içinde sunduğu da
aynı şekilde doğru ve önemli bir husustur. Ayrıca bu durum, sadece kıssalarda
anlatılan olaylar için değil, Kur'an'da yer alan bütün unsurlar için
geçerlidir. Kur'an'da verilen tüm bilgiler dini formda ve aynı amacı
hedefleyecek şekilde ifade edilmektedir. Sözgelimi Kur'an'da evrenden ve evrene
ait paçalardan söz edilmektedir. Ancak bu tür bilgilerin anlatılmasındaki amaç,
insanlara bilimsel bilgi sunmak ve insanların bu alanda bilgi sahibi olmalarım
sağlamak değildir. Zira evren ve evrene ait parçalar Kur'an-ı Kerim'de dini bir
formda ve dini bir amaç için, insanın bu verilerden hareketle yaratıcısını
bulması, inanması ve yaşantısını bu inanca göre düzenlemesi amacıyla
kullanılmaktadır.
Ancak
Halefullah, düşüncesini bir adım daha ileriye götürerek, kıssalarda sunulan
bilgilerin tarihi gerçekliğinin bulunmasının gerekmediğini ifade etmiştir. Ona
göre kıssaların tarihsel gerçeklik yöntemiyle ele alınması oldukça zararlı sonuçlara
götürmektedir. Başka bir ifadeyle, bu yöntemin zararı, sağlayacağı faydadan
çok daha fazladır.[307]
Tarih bilgisi vermek Kur'an'ın amacı olmadığından, tarihsel gerçeklik
yöntemine sarılmak, tehlikeli sonuçlara götürebilir. Bu sonuçlardan belkide en
önemlisi, güçlü bir ihtimal olarak, insanların daha önce Tevrat'ı inkar
ettikleri gibi Kur'an'ı da inkar etmelerine neden olmasıdır.[308]
Halefullah,
problemin bir yönünün Kur'an'da tarihsel hataların bulunduğu iddiasına
dayandığını belirterek, bunun Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında
sürekli tartışma konusu olduğunu ve bir problem olduğunu ifade etmektedir.
Buna göre Müslümanlar, Kur'an'da tarihsel hataların bulunduğu iddiasını
reddederek, Kur'an'da anlatılanların gerçek, bunun dışındaki bilgilerin ise
gerçek dışı olduğuna, dolayısıyla tarihin Kur'an'a hükmedemeyeceğine
inanmaktadırlar. Gayrimüslimler ise, bilimi ve bilimin ulaştığı sonuçları öne
sürerek, Kur'an'da hataların bulunduğunu iddia etmektedirler.[309]
Halefullah'ın
kıssalara farklı yaklaşımının, başka bir ifadeyle tarihsel gerçeklik yöntemini
kabul etmemesinin ve zararlı bulmasının arkaplanmdaki belkide temel etkeni
yukarıdaki ifadeler açıkça göstermektedir. Halefullah'ın çıkış noktalarından
biri, gayrimüslimlerin yukarıda da ifade edildiği üzere, bilimsel verileri
esas alarak, Kur'an'da hata bulunduğunu iddia etmeleridir. Halefullah,
gayrimüslimlerin bu eleştirilerinin doğru olmadığını ispat etmek ve problemi
çözmek amacıyla, kıssaların tarihi gerçekliğinin olmayabileceğini öne sürmüştür.
Zira tarihsel gerçeklik yönteminin Müslümanları da inkara götürebileceğini
ifade etmiştir. Oysaki bu yaklaşım, bilimsel verilerin kıssalarla çatışması
halinde bilimin bizzat kendisinin ciddî bir sorgulamaya tabi tutulması yerine,
Kur'an yorumunda, başka bir ifadeyle kıssalara yaklaşımda değişikliğe gitmeyi
öngörmektedir.
Konuya bilim
açısından bakıldığında, 19. yüzyılda zirve noktasına ulaşan Batı biliminin
kesinliğinin ve evrenselliğinin, bilimsel teorilerin kesinleşme aşamasından
sonra yanlışlanamayacaği düşüncesinin, yirminci yüzyıla, önceki etkinliğini
koruyamama durumunda kalarak girdiğini ifade etmek mümkündür. Zira bilime olan
sonsuz güven, yerini temkinliliğe ve şüpheye bırakmıştır. Bunun belkide en
çarpıcı örneği, fizik alanında yirminci yüzyılda yaşanan devrimdir. Uzun dönemler
boyunca etkinliğini sürdüren ve evrensel bir gerçeklik olarak lanse edilen,
evrenselliğinden kuşku duyulmayan Newton fiziği, Albert Einstein'in görelilik
ve kuantum mekaniğiyle ilgili 1905 yılında yayınlanan iki makalesîyle yıkılmış
ve yerini görelilik ve kuantum mekaniğine bırakmak durumunda kalmıştır.[310]
Modern fizik
alanında yaşanan bu ve benzeri önemli gelişmeler, doğa bilimlerinde sabit ve
değişmez olarak bilinen bilgi formlarının da değişebilir olduğunun, belli bir
gelişme aşamasından sonra yerlerini başka düşünce sistemlerine bıraktığının ve
bırakacağının[311]
önemli bir kanıtı olarak kabul edilmelidir.
Geçmişte
kesinliğinden şüphe edilmeyen bilimsel verilerin modern dönemde yanlışlanması
ve 'bilimsellik niteliğinin ortadan kaldırılması, modern dönemde kesin olarak
kabul edilen bilimsel verilerin de kısa veya uzurî vadede yanlışlığının ispat
edilebileceği ihtimalini gündeme getirmektedir. Bu nedenle, modern bilimin
sunduğu verilerin gerçekliğin hakiki yapısına yaklaşımlardan, başka bir
ifadeyle tahminlerden[312]
öteye bir anlam taşımayacağını ifade etmek, hakikatin bir tespiti anlamına
gelecektir.
Kant'ın,
insanın nesneleri duyu organları ve akim süzgecinden geçirerek bildiği,
dolayısıyla nesnelerin oldukları gibi değil, insanın onları gördüğü/kurguladığı
gibi bildiği şeklindeki 'bilme' ile ilgili yaklaşımı, bilginin reel
gerçeklikle örtüşmeyebileceği, dolayısıyla yanılgıların bilgi şeklinde tezahür
edebileceği, bu nedenle de kesinliğin olamayacağı[313]
sonucunu beraberinde getirmiştir.
Doğa
bilimlerinde kesinliğin olmaması[314],
hatta en güvenilir bilgiyi sağlasa bile kanıtlanamaz durumda olması, modern
bilimlere ve sundukları verilere bakışı da değiştirmiştir. Modern dönemde
insan aklının ürettiği hiçbir bilgi 'emin olmak' anlamındaki eski bilgi
tanımına tekabül etmemektedir.[315]
Başka bir ifadeyle, yirminci yüzyılın başlarından itibaren Batı'da bilim
felsefesi alanında önemli değişikler meydana gelmiş ve eski 'bilim = gerçek'
denklemi çökmeye yüz tutmuştur.[316]
Modern
bilimin bir başka boyutu da, seküler ve din dışı / din karşıtı temeller
üzerinde inşa edilmiş bir yapıya sahip olmasıdır. Değerden yoksun bir bilimsel
telakkinin maddi ihtiyaçları karşılamaktan öte bir amaca sahip olamayacağı bir
gerçektir.[317]
Böyle bir bilimsel anlayışın madde ötesi alana sıçramada bulunma hususunda
köprü vazifesi üstlenmek bir yana, ikinci alanla ilişki kurmayı engelleyici ve
dünya ile sınırlı dünya anlayışını savunan bir rol üstleneceği de onun bir başka
önemli yönünü[318]
ortaya koymaktadır.
Bilimin bu
yapısı anlaşıldığında, tarihi gerçeklik yöntemine sarılmanın tehlikeli oluşunu
ve inkara götürebileceğini düşünmenin de bir anlamı kalmayacaktır. Zira bilimin
kaygan ve değişken bir yapıya sahip oluşunun anlaşılması halinde, bilimin
ulaştığı sonuçlarla kıssalarda anlatılan olaylar çatışsa bile, bilimsel
verilere dayanmanın veya onları esas almanın da aynı şekilde bir anlamı
kalmayacaktır. Bu nedenle, kıssaların yorumlanmasında bilimsel verilerin
eleştirilerini haklı görüp, kıssalarla ilgili geleneksel yorumlama biçimini
tümüyle alt üst edecek bir yorumlamaya gidilmesi doğru olmayacaktır.
Burada, 19.
yüzyılda ilerlemeye devam eden bilimsel gelişmeler ve bunların ürettiği Batılı
düşünce yapısı ile Kitab-ı Mukaddes yorumu alanında yaşananların, problemin
temelini teşkil ettiğini ifade etmek gerekmektedir. Kitab-ı Mukaddes'e, akıl
dışı ve tarih dışı unsurlar içerdiği yönündeki eleştiriler, Yahudi ve
Hristiyanları harekete geçirmiş, Kitab-ı Mukaddes'i ve içeriğini savunmak ve
bilime ters düşmediğini ispat etmek amacıyla, yakındoğudaki çeşitli merkezlerde
kazı çalışmaları başlatarak bunu ispat etmeye çalışmışlardır. Bu durum, arkeoloji
biliminin temellerinin atılmasına neden olmuştur. Arkeoloji biliminin ilk
dönemlerde 'papaz mesleği' olarak anılmasının nedeni de budur.[319]
Ancak ulaşılan sonuçların gerçekliği ne ölçüde ifade edeceğinin ve böyle bir
yöntemin Kitab-ı Mukaddes'i savunma ve doğruluğunu ispat etme hususunda ne
kadar faydasının olabileceğinin, bilimle ve bilimin ulaştığı sonuçlarla ilgili
yukarıda ifade edilenler de göz önünde bulundurulduğunda, oldukça şüpheli
olduğu anlaşılacaktır.
Bu nedenle,
benzer bir tarzda, bilimin ilerlemesiyle bazı Kur'an kıssalarının vuku bulmuş
olduğunun ispat edilebileceği düşüncesinin[320]
de çeşitli problemleri barındıracağını göz ardı etmemek gerekmektedir. Zira
belirli bilimsel verilerle böyle bir ispatı gerçekleştirmeye çalışmak, bu
alanda kullanılan bilimsel verilerin yanlışlanmasıyla anlamsız bir hale gelecektir.
Burada;
"Andolsun
biz, her millet içinde: 'Allah'a kulluk edin, şeytandan kaçının' diye bir elçi
gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti, onlardan kimine de sapıklık
gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl
olmuş!"[321]
"De
ki: Yeryüzünde gezin, öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakın.."[322]
gibi ayetlerde eski toplumların kalıntılarının gezilip görülmesine yapılan
teşvikin ifade ettiklerimizle çelişmediğini belirtmek gerekmektedir. Buradaki
gezip görme elbetteki bilimsel verilerden faydalanmayı da içermektedir. Ancak
burada önemli olan husus, bilimsel verilerden faydalanılıp faydalanılmaması
değil, bilimsel verilerin esas alınıp, Kur'an'da eski toplumlarla ilgili
sunulan bilgilerin bu verilere uygun bir şekilde yorumlanmasının yöntemsel bir
hata olacağı ve birçok problemi beraberinde getireceğidir.
Halefullah,
Abduh'un izinden giderek, Bedir ve Uhud savaşlarında, meleklerin Müslümanlara
yardım ettiğini ifade eden ayetlerin insanların moral düzeylerini artırmak ve
zafer ümidi vermek için Kur'an'da yer aldığını belirterek, böyle bir olayın
gerçekte vuku bulmamış olduğunu ve bunun edebi bir anlatım olduğunu ifade eder.[323]
Yine
Halefullah, Razi'ye de dayanarak, gayrimüslimlerin ve müsteşriklerin eleştiri
konusu yaptığı ayetlerden sözgelimi;
"(İsa)
insanlarla beşikte konuşuyor"[324].
ayetinde
anlatıldığı şekilde bir düşüncenin Yahudi ve Hristiyanlarda bulunmadığını,
Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa'nın beşikte konuştuğu ile ilgili bilgiyi
onaylamadıklarını ve bunu kabul etmediklerini belirtir.[325]
Halefullah'ın
verdiği diğer bir örnek; "Firavun:
"Ey
Haman, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de
Musa'nın Tanrısını görürüm"[326]
ayetidir. Bu ayetle ilgili olarak Halefullah Razi'den şu alıntıyı yapar:
"Yahudiler şöyle demişlerdir: İsrailoğulları ve Firavun'a ait tarihi
bilgileri araştıranların birleştiği görüşe göre, Haman Musa ve Firavun
zamanında yaşamamıştır. Çünkü Haman, bu ikisinden çok uzun zaman sonra yaşamıştır.
Haman'ın Firavun döneminde yaşadığını söylemek tarihi açıdan hatadır. Hiçbir
kimsenin, 'Firavun döneminden sonra, (İran hisrastmn veziri olan) Haman ismini
taşıyan bir kişinin bulunması, Firavun döneminde Haman ismini taşıyan başka
bir şahsın bulunmasına engel teşkil etmez' deme hakkı yoktur. Zira (kıssalara
göre) Firavun döneminde mevcut olan Haman ismindeki kişi Firavun katında
sıradan bir kişi değil, tam aksine Firavun'un veziridir. Böyle şöhretli bir
vezir bilinmiyor olamaz. Eğer var olsaydı mutlaka bilinirdi. Zira Firavun ve
Musa'nın kıssalarını araştıranların ittifak ettikleri görüşe göre; Haman ismini
taşıyan kişi, Firavun döneminde mevcut değildi ve Firavun'dan çok sonraları
dünyaya gelmişti. Böylece bilinmiş oldu ki, bu husus tarihsel bir yanlışlıktan
ibarettir".[327]
Halefullah,
Razi'den bu bilgileri aktararak, Kur'an'da verilen bilgilerle Yahudilere ait
bilgilerin çatışma içerisinde bulunduğunu düşünmektedir. Kur'an'da çeşitli
yerlerde geçen 'Haman'ın Tevrat'ta sözü edilen Persli 'Haman' olarak algılanmasının
çeşitli karışıklıklara götüreceği doğaldır. Ancak Kur'an'da kullanılan 'Haman'
ifadesinin özel isim değil, eski Mısır dininde tanrı Amon'a nisbet edilen ve
üst sınıfta bulunan rahiplere verilen 'Haamen' unvanının Arapça'ya geçmiş
Şekli olabileceğini göz ardı etmemek gerekmektedir. Hz. Musa'nın yaşadığı
dönemde Amon kültürünün hakim olduğu düşünüldüğünde, bu kültü temsil eden en
yüksek düzeydeki rahibin de yönetimde Firavun'un yardımcısı veya Firavun'dan
sonraki ikinci adam olmasının tabii olacağı anlaşılacaktır. Firavun'un ayette
belirtildiği şekilde Haman'dan 'kule yapması' nı istemesi de, Haman'ın Amon
kültünün baş rahibi ve Firavun'un yardımcısı oîduğu görüşünü desteklemektedir.[328]
Dolayısıyla böyle bir yaklaşımla herhangi bir çelişkiden söz etmek mümkün
olmayacaktır.
Halefullah'ın
bazı Kur'an kıssalarının Kitab-ı Mukaddes kıssalarıyla çeliştiğini ifade etmesi
ve dolayısıyla bu türdeki Kur'an kıssalarının edebi tarzda ifade edildiğini
belirtmesinin nedeni şu düşüncesinden açıkça anlaşılmaktadır. O, Kur'an
kıssalarında verilen bilgilerle Kitab-ı Mukaddes'tekiler arasında bir
paralellik bulunduğunu, bu nedenle kıssaların doğruluk ve sıhhatinin Ehl-i
Kitab'ın bilgisiyle örtüşmesi ile bağlantılı düşünülebileceğini[329]
belirtmektedir. Ancak bu bakış açısı, Kitab-ı Mukaddes'in ve Kitab-ı Mukaddes'e
ait bilgilerin Kur'an'ın üzerinde ve onu test edici bir konumda vehmedilebileceği
düşüncesini gündeme getirir ki, birinci bölümde ayrıntılı bir şekilde yer
verdiğimiz Kitab-ı Mukaddes'in mevsukiyeti konusu düşünüldüğünde, böyle bir
yaklaşımın doğru olmayacağı da anlaşılacaktır.
Halefullah,
Süleyman'ın cinleri,[330]
Salih'in devesi[331]
gibi Kur'an kıssalarında yer alan olayların tarihi gerçekliklerinin
bulunmadığını ifade eder.[332]
Yine benzer bir tarzda Ashab-ı Kehf,[333]
Zülkarneyn[334]
gibi Kur'an'da anlatılan olayların da muhatapların bilgisi ile paralel bir
tarzda sunulduğunu, kıssalarda anlatılan olay ve haberlerin tarihi açıdan vuku
bulmasının zorunlu olmadığını, bu nedenle bu tür olaylarda tarihe veya vakıaya
aykırılığın bulunduğu ile ilgili bir itirazın da anlamının kalmayacağım ifade
eder.[335]
Halefullah,
Kur'an'da temsili kıssaların var olduğunu, bunların tarihi gerçekliklerinin
bulunmadığını, bu nedenle de farazi veya hayali olarak değerlendirilebileceklerini
belirterek, bu tür kıssaların amacının da diğer kıssalarda olduğu gibi, insanların
öğüt almalarını sağlamak olduğunu ifade etmiştir.[336]
Sözgelimi o, Abduh gibi, Hz. Adem'in cennetten çıkarılışım ve bu süreçte
İblis'le olan münasebetini içeren kıssayı; 'iyilik ve kötülük mücadelesinin
edebi bir tarzda tasviri'[337]
şeklinde anlama yoluna gitmiştir.
Benzer bir
tarzda, hermeneutikle ilgili yayınları bulunan Hasan Hanefi de, sözgelimi
Kur'an'da ahiretle ilgili verilen bilgilerin ne mit ne de gerçek olduğunu ve
bu iki yaklaşımın da aşırılık olarak değerlendirilmesi gerekliğini belirtir.
Ona göre Kur'an'da yer alan bu bilgiler, etkilerini insan davranışında
motivasyon olarak bulan beşeri tecrübeden başka bir şey değildir. Başka bir
ifadeyle, insanları aksiyona itmek için kullanılan edebi tasvirlerdir.[338]
Hasan
Hanefi'nin yaklaşımı da gösteriyor ki, iş kıssaları aşmakta ve Kur'an'ın
bütününü kapsayan nitelikte bir yaklaşımla yorumda aşın öznelliğin ve
izafiliğin kapısı açılmaktadır. Bazen bu yorumlamalar, kurallarını Kur'an'ın
kendisinden değil, modern dönemin yanıltıcı olabilen verili durumlarından
almaktadır. Dolayısıyla yapılan yorumlamalar, Kur'an'la ilgili ancak Kur'an'dan
kopuk bir tarzda yapılabilmektedir.
Halefullah'a
dönecek olursak, o, müsteşrik ve dinsizlerin eleştiri konusu yaptığı ayetlerin
tarihsel yönleri üzerinde durmanın problemi çözmeyeceğini düşünmektedir. Bu
nedenle Halefullah, kıssaların tarihi boyutu üzerinde düşünülebilecek yorum
ve ihtimalleri bir yana bırakıp onlarla uğraşmamakta ve tek çözüm yolunun edebi
yöntem olduğunu ifade etmektedir.[339]
Halefullah,
kıssaları anlamada iki yöntemin bulunduğunu, birincisinin; harfi, literal,
tarihi, olayı ve olayın içerdiği unsurları esas alan yaklaşım olduğunu,
ikincisinin ise; edebi yöntem olduğunu ve bununla ikinci anlama, yani, nassın
ruhuna uygun, lafzın bildirdiğinin ötesindeki anlama ulaşma şeklinde
tanımlanabilecek bir yöneliş olduğunu[340]
belirttikten sonra, tercihini ikinciden yana koyarak, birincisinin esas alınmasının
yanlış olacağını ifade etmiştir.[341]
Halefullah'm
edebi yöntemi ön plana çıkarmasının ardında Batılı edebiyat eleştirmenlerinin
bulunduğunu ve bu eleştirmenlerden ciddi anlamda etkilenmiş olduğunu belirtmek
gerekmektedir. Zira o, Batılı edebiyat eleştirmenlerini benimsediğini ifade
ederek, bu alanda İslam dünyasında yapılanların Batıya göre çok eksik olduğunu
vurgulamaktadır[342].
Ancak
kıssaları edebi çerçevede değerlendirmenin büyük ölçüde mahzurlarının da
bulunacağını göz ardı etmemek gerekmektedir. Her şeyden önce, Kur'an kıssaları,
kaynağının ilahi olması ve amacı yönünden salt edebi kıssalardan büyük ölçüde
farklılık arzetmektedir.[343]
Bu nedenle, Halefullah'ın yaklaşımında olduğu gibi, bütün kıssaları edebi
çerçevede değerlendirmek ve Kur'an dışı edebi kıssaların anlaşılma biçimiyle
Kur'an kıssalarını anlamlandırmaya çalışmak doğru olmayacaktır. Burada, harici
unsurlardan, farklı kültürel vasatlardan ve ilmi gelişmelerden faydalanılmaması
gerektiği gibi bir yanlış anlamaya gidilmemelidir elbette. Önemli olan, her
şeyde olduğu gibi ölçünün korunması ve alman unsurların yeterince süzgeçten
geçirilmesidir. Başka bir ifadeyle, toptan ret ve toptan kabul yaklaşımlarının
ikisinin de yanlış olduğunun bilinmesidir. Ancak daha da önemlisi, Kur'an'ı
sıradan bir metin statüsüne indirgeyici yöntem ve yaklaşımlardan kaçınılması
gerektiğinin bilincinde olunmasıdır.
Halefullah,
kıssalardaki tarihi boyutun ön plana çıkarılmasının yanlış olacağını ve
Kur'an'ın maksadının ötesinde bir yaklaşım olacağım belirterek, kıssaların
ardındaki anlama, lafzın ve tarihi boyutun ötesindeki anlama ulaşılması gerektiğini
belirtmiştir. Halefullah'ın çokça kullandığı 'edebi' ve 'tasvirî' ifadelerini,
eserinin anahtar kavramları olarak kabul etmek doğru olacaktır. Zira o, bu
ifadeleri çok sık bir şekilde kullanmakta ve kıssaların anlamını bu iki kelime
çerçevesinde anlamaya çalışmaktadır.
Halefullah,
kıssaları tarihi,[344]
temsili[345]
ve usturi (mitolojik)[346]
şeklinde üçe ayırarak açıklamaya çalışır. O, tarihi kıssaların peygamberler
gibi tarihi kişilikler etrafında cereyan ettiğini, eski alimlerin bu tür
kıssalarda anlatılanları tarihte vuku bulmuş olaylar şeklinde algıladıklarını[347]
ifade eder. Ancak 'tarihi kıssalar' adıyla bir başlık kullandığı halde;
"Bu tür kıssalardaki olayların gerçekten vaki olduğunu farz ederek veya kabul
ederek Kur'an'ın bu olayları nasıl b'ırjorm içerisinde sunduğu ve kişileri
nasıl tasvir ettiği ile ilgili düşüncemize geçeceğiz."[348]
ifadesini bu başlığın ilk satırlarında kullanmış olması, bu kısma giren
kıssalara da şüpheyle baktığı izlenimini doğurmaktadır. Ancak farklı bir
yerde, mitolojik kıssaları anlattığı yerde de tarihi kıssalara değinmekte ve bu
tür kıssaların vaki olmuş olduğunu belirtmektedir.[349]
Halefullah, 'tarihi kıssalar' başlığına otuz sayfalık bir yer ayırmasına rağmen[350],
içerikte verilen bilgilerde, alıntıladığımız ifadeden de anlaşılacağı üzere,
kıssaların tarihiliğine değil, kıssaların üslub özelliklerine yer
verilmektedir.
Burada
belkîde en önemli olan, en azından Halefullah'ın kıssalara farklı yaklaşımını
belirgin bir şekilde ortaya koyan, kitabındaki 'mitoloji/? kıssalar'[351]
başlığıdır. Halefullah'a göre, amacın edebi çerçevede öğüt ve ibret dersi
vermek olması nedeniyle, kıssaların bir kısmının 'usture' olması, yani
mitolojik bir yapıya sahip olması, Kur'an'ın hak oluşuna halel getirecek bir
durum değildir.[352]
Nüzul
dönemindeki müşriklerin Kur'an'a 'esatiru'l-evvelin' (:eskilerin yazdıkları,
anlattıkları, uydurmaları) demelerine ve Kur'an'ın birçok yerinde bu konuya
değinildiğine dikkat çeken Halefullah, sözkonusu ayetlerde Kur'an'ın, 'usture'
içermediği üzerinde değil, 'usture'nin varlığının Peygamberin Kur'an'ı
uydurduğuna delil olarak sayılması üzerinde durduğunu ve bu iddiayı
yalanlamaya çalıştığını belirtir.[353]
Halefullah,
bu görüşlerini aktardıktan sonra, kıssalar hakkındaki yaklaşımını ortaya koyan
şu tespitini yapar: "Tüm bunlar sabit olunca, biz, Kur'an'ın 'esatir'
olduğunu söylemekten çekinmiyoruz. Zira bunu ifade etmekle Kur'an nasslarının
herhangi birine ters düşen bir söz söylemiş olmuyoruz."[354]
Halefullah'ın bu ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, o, Kur'an'da mitolojik
unsurların bulunmasının bir mahzurunun bulunmadığını düşünmektedir.
Kur'an'da
'esatir' ifadesinin geçtiği ayetlere geçmeden önce, usture veya esatir
kelimesinin anlamına yer vermemiz, konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlayacaktır. 'Esatir' ifadesi, 's t r' kelimesinin çoğuludur ki bu da hat,
yazı, Türkçe'de kullanılan satır anlamındadır. Kur'an'ın indiği dönemdeki Arapların
bu ifadeyi lügat anlamıyla bildiklerini, eskilerin yazdıkları, anlattıkları ve
kendilerinin onaylamadığı sözler için kullandıklarını ifade etmek mümkündür.
Yunan, Hint ve benzeri toplumların mitolojilerinden haberdar olduklarına dair
bir bilgi de bulunmamaktadır. Buna göre, Kur'an için 'esatiru'l-evvelin'
ifadesini kullanmalarının nedeni, Kur'anı öncekilerin yazdıklarına dayandırıp,
öncekilerin yazdıklarının bir tekrarı olarak düşünmeleridir.[355]
'Usture, esatir' ifadelerinin mit olarak anlaşılması, başka bir ifadeyle
usture ile mitin Arapçada eş anlamlı olarak kullanılması veya 'ilmu'l-esatif in
'mitoloji' karşılığı olarak kullanılması ise. modern döneme tekabül etmektedir.[356]
Bu nedenle Kur'an'da kullanılan 'esatir' ifadesi ile Kur'an sonrası dönemlerde
ve günümüz Arapçasında kullanılan 'esatif ifadesinin aynı anlamda olduğunu
düşünmek veya Kur'an'da kullanılan 'esatif ifadesi ile mitoloji arasında bir
bağlantı kurmak doğruyu yansıtmayacaktır.
Kur'an-ı
Kerimde 'esatiru'l-evvelin' ifadesi dokuz yerde geçmektedir. Bunlardan
birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:
"Hayır,
onlar sadece geçip gitmiş insanların söylediği şeyi söylerler: 'Biz öldükten,
toza toprağa, kemiğe dönüştükten sonra, yeniden diriltileceğiz, öyle mi?'
derler. 'Gerçek şu ki, bize de, bizden önce atalarımıza da aynı şey vaad
edilmişti! Eskilerin anlattıklarından (uydurmalarından) başka bir şey değildir
bu!"[357].
"İnkarcılar
dediler ki: Sahi, biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra, gerçekten
(diriltilip) çıkarılacak mıyız? Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi,
daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin anlattıklarından
(uydurmalarından) başka bir şey değildir"[358].
"Ana
ve babasına: Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi
tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz? diyen kimseye, ana ve babası Allah'ın
yardımına sığınarak: Yazıklar olsun sana! îman et. Allah'ın vadi gerçektir,
dedikleri halde o; Bu, eskilerin anlattıklarından (uydurmalarından) başka bir
şey değildir, der.”[359]
"Onlar,
ceza gününü yalan sayarlar. Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan
kimseler yalanlar. Böyle birine ayetlerimiz okununca 'eskilerin anlattıkları
(uydurmaları)' derdi"[360]
Halefullah'ın
da belirttiği üzere, 'esatir' ifadesinin geçtiği ayetler Mekke döneminde nazil
olmuştur. Bu ayetlerin geçtiği surelerden Enfal suresi Medine'de nazil olmakla
birlikte, Enfal Suresi'nin 30-36. ayetleri ile ilgili farklı görüşler ileri sürülmüştür
ki, 'esatir' ifadesinin geçtiği ayet numarası 31-32'dir. Surenin tümünün
Medine'de nazil olduğunu söyleyenler olduğu gibi, 30-36. ayetlerin Mekke'de,
geri kalan kısmının Medine'de nazil olduğunu söyleyenler olmuştur.[361]
Ancak şunu
ifade etmek gerekir ki, Halefullah, 'esatir' ifadesini müşriklerin kıssalar
hakkında kullanmış olduğunu düşünmekte, dolayısıyla ilgili ayetlere de bu bakış
açısıyla yaklaşmaktadır. O, Kur'an'ın, bünyesinde 'esatir' içerdiği iddiasını
değil, 'esatir' ihtiva etmesinin Kur'an'ın Allah'tan değil, Muhammed'den (s.a.)
geldiğini ispatladığı iddiasını reddettiğini düşünmektedir.[362]
Oysaki yukarıda aktardığımız ve 'esatir' ifadesinin geçtiği diğer ayetler incelendiğinde,
iki konudan söz edildiği ve bu konular bağlamında 'esatir' ifadesinin kullanıldığı
görülecektir. Bunlardan birincisi, öldükten sonra dirilme ve müşriklerin bu
olguyu yalanlamaları bağlamında 'esatir' ifadesini kullanmaları,[363]
ikincisi de, müşriklerin Peygamber'in (s.a.) getirdiği mesajı, ayetleri,
Kur'an'ın genel yapısını yalanlamaları, reddetmeleri ve bu bağlamda 'esatir'
ifadesini kullanmalarıdır.[364]
Bu nedenle, Kur'an'da 'esatir' ifadesinin kıssalar bağlamında kullanılmadığım
ve kıssalarla bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek gerekmektedir. Ancak şunu
hemen belirtmek gerekir ki, 'esaüf ifadesinin kıssalar bağlamında kullanıldığı
düşünülse bile, kıssaların mitolojik bir yapıya sahip olduğu gibi bir anlamın
çıkarılması mümkün değildir. Zira ilgili ayetler incelendiğinde, bu ifade
biçimi hep müşriklere atfedilmektedir. Eğer kıssalar mitolojik bir içeriğe
sahip ise, Kur'an'ın bunu müşriklerin ifadeleriyle belirtmesinin ne gibi bir
anlamı bulunmaktadır, bunu açıklamak oldukça zordur. Kaldı ki müşrikler
'esatir' ifadesini ilgili ayetlerde anlatılan kıyamet, yeniden diriliş gibi
olayları veya genel itibariyle Kur'an'm içeriğini onaylamamanın, inkar etmenin
bir gerekçesi olarak sunmaktadırlar.
Halefullah,
Kur'an'da 'esatir' bulunmasının bir mahzurunun olmadığını, başka bir ifadeyle
Kur'an'ın 'esatir' içerdiğini belirtmekte ve dolayısıyla kıssalara yaklaşımım
bu bakış açısıyla belirlemektedir. Hiçbir müfessirin Kur'an'da mitolojik kıssa
bulunduğuna dair bir görüş belirtmediğini ifade etmesine rağmen,[365]
kendisi Kur'an kıssalarının mitolojik unsurlar içerdiğini belirterek 'usturi
kıssalar' şeklinde bir başlıkla bu konuyu işlemektedir.[366]
Ancak kıssalarla direkt olarak bir ilgisi bulunmayan Kur'an'daki 'esatir'
ifadesi ile kıssalar arasında bir bağ kurup, Kur'an'da usturi, başka bir
ifadeyle mitolojik kıssaların var olduğunu ifade etmenin doğru bir yaklaşım
olmayacağı kanaatini taşıdığımızı belirtmemiz gerekmektedir.
J.M.S.
Baljon, Halefullah'la ilgili bilgi verdikten sonra; "Çağdaş Kur'an
tefsirinin temel gayelerinden biri de Kur'an metnini masalvari özelliklerden
ve İlkel nosyonlardan temizleme olarak ortaya çıkmıştır."[367]
diyerek, Halefullah'ın yaptıklarından övgü ile söz etmekte, başka bir ifadeyle,
Batı'da Kitab-ı Mukaddesle ilgili yapılan çalışmaların benzerinin islam dünyasında
da yapılmakta olduğunu ifade etmektedir ki kullandığı ifade oldukça anlamlıdır.
Oryantalistlerin
Kur'an'a yönelik eleştirilerinin de Halefullah'ın bu yaklaşımında ciddi
anlamda etkili olduğunu ifade etmek mümkündür. Zira o, oryantalistlerin Ashab ı
Kehf, Hz. Musa kıssası gibi bazı kıssaların çeşitli mitolojiler üzerine bina
edildiğini, bu nedenle de mitolojik bir yapıya sahip olduklarını iddia
ettiklerini belirterek, mitolojik unsurların varlığının Kur'an'a herhangi bir
zararının olamayacağını, bilakis Kur'an'ın böyle bir üslub tarzı geliştirmiş
olmasının övünç kaynağı olması gerektiğini ifade eder.[368]
Kur'an'ın
mitolojik unsur içerdiğini savunmanın çeşitli problemleri beraberinde
getireceği bir gerçektir. Ayrıca, Hristiyanlık-mitoloji ilişkisini Kur'an'a da
yansıtmak ve Kur'an'da mitolojik unsurların var olduğunu savunmak da doğru
değildir. Zira daha önce de değinildiği üzere mitler, dini geleneklerin şekil
değiştirmiş halidirler. Dinler tarihçilerinin dinin varlığını ilk insanın
yaşadığı döneme kadar geriye götürmeleri, dinlerin mitlerden önce var olduğunu
ve mitler de dahil olmak üzere birçok kültürel yapıya etkide bulunduğunu
göstermektedir. Bu nedenle, mitlerin dinlerin kalıntılarım taşıdığını, başka
bir ifadeyle, tevhid inancının bozulması neticesinde çeşitli tanrıların ve
inançların meydana gelmesi ve böyle bir yapının mitlere yansıması olduğunu
ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, Hristiyanlığın mitolojiden etkilenişini ve
İncillere mitolojik unsurların girmesini Hristiyanlığın özüyle değil, yaşadığı
tarihi süreçle ilişkilendirmek gerekmektedir.
Kur'an-ı
Kerim ise, benzer tahrif süreçlerini yaşamadığından dolayı, herhangi bir
harici unsurun Kur'an'a girmiş olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kur'an-ı
Kerimedeki bazı anlatımların Kur'an öncesi var olan çeşitli mitlerle paralellik
sergilemesi halinde bile, Kur'an'ın mitolojik unsurlar içerdiğini iddia etmek
mümkün olmayacaktır. Zira ilahi dinlerin köken olarak bir olması nedeniyle, bu
mitolojik unsurların önceki ilahi dinlerden alınmış olduğunu ifade etmek
mümkündür.
Bu çerçevede,
Kur'an kıssalarında sunulan bilgileri kaba bir tarzda üç kısma ayırmak
mümkündür. Sunulan bilgilerin bir kısmı vahyin inmiş olduğu kültürel vasatta
bilinen çeşitli unsurları içermektedir ve vahiy bu kültürel vasattaki insanların
bilgilerini (doğru haliyle) göz önünde bulundurup kullanmıştır. Diğer bir
kısım, önceki ilahi dinlerde de yer etmiş ortak anlatımlardır. Bir diğer kısım
ise, hiç kimsenin bilmediği çeşitli unsurlardır. Bu açıdan da bakıldığında,
Kur'an'da çeşitli mitolojilere dayanan unsurların var olmadığını ifade etmek
gerekmektedir.
Kıssaların
gerçek tarihi olaylar olduğunu Kur'an'ın çeşitli ifadelerinde bulmak
mümkündür.
Ashab-ı Kehf
olayının anlatıldığı kıssanın başlangıcında;
"Biz
sana onların haberlerini gerçek (hak) olarak anlatıyoruz."[369]
ifadesine yer verilmektedir. Firavun'un denizde boğulmasının anlatıldığı
kıssada ise;
"Bizi
gazaplandırınca onlara layık oldukları cezayı verdik, hepsini suda boğduk.
Böylece onları sonrakilere ibret verici bir geçmiş ve misal kıldık." [370]
İfadelerine
yer verilmektedir. Bu ayetler, kıssaların sırf örneklik etmesi amacıyla
kullanılan gerçek dışı olaylar olmadığını ve anlatılanların tarihen vuku
bulmuş olduğunu göstermektedir.
Kur'an-ı
Kerim'de kıssaların 'hak' diye nitelendirilmesi, kıssalarda anlatılanların
tarihi gerçekliğini ortaya koyan önemli bir göstergedir.
Kasas
süresindeki Musa ve Firavun kıssası;
"İman
eden bir kavim için Musa ile Firavun'un haberlerinden (nebe1) bir kısmını sana
hah olarak nakledeceğiz." [371]
ifadeleriyle başlamaktadır.
Bakara
suresinde Davud (a.s.) kıssasına değinilen ayetler;
"İşte
bunlar Allah'ın ayetleridir. Biz onları sana hak olarak anlatıyoruz. Şüphesiz
sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin."[372]
ifadeleriyle sonlandırılmaktadır.
Al-i İmran
suresinde yer alan İsa kıssasının anlatımı;
"Şüphesiz
bu hak haberlerdir."[373]
ifadesi ile sonlandırılmaktadır.
'Hak'
ifadesinin Kur'an'daki anlam alanına bakıldığında, doğruluk (:vakıaya
uygunluk), iyilik (olması gerekene uygunluk) ve tutarlılık[374]
özelliklerini bünyesinde barındırdığını ifade etmek mümkündür. Hak ifadesinin
anlamı göz önünde bulundurulduğunda, kıssalarda anlatılan olayların tarihen
gerçekleşmiş oldukları anlaşılacaktır. Kıssalar için 'hak' ifadesinin
kullanılması, kıssaların içerik ve amaç yönünden, bütün boyutlarıyla gerçek ve
doğru haberler olmasını gerektirmektedir. Her ne kadar Halefullah kıssalar
için 'hak' ifadesinin kullanılmasının anlatılan olayların tarihi yönüyle
değil, kıssalardaki dini direktifler ve kıssaların hedefi ile ilgili olduğunu[375]
söylese de 'hak' ifadesini kıssalarda anlatılan olayların bir yönüyle sınırlı
tutup, diğer yönleriyle bağını koparmayı gerektirecek herhangi bir neden
bulunmamaktadır. Bu nedenle, kıssalar için kullanılan 'hak' ifadesinin, hem
kıssalarda anlatılan olayların tarihi gerçekliği yönünü hem de kıssaların
amacını ve içerdiği direktifleri kapsayacak bir tarzda anlaşılması gerekmektedir.
Aksi bir bakış açısının bütünlükten uzak, parçacı bir yaklaşım olacağı göz
önünde bulundurulmalıdır.
Kıssaların
gerçek dışı olayların anlatımı olmadığını gösteren diğer bir ifade de kıssalar
için kullanılan 'nebe' kelimesidir[376]
'Kesin veya kesine yakın bilgi ifade eden ve fayda sağlayan şey'[377]
olarak tanımlanan nebel ifadesi, Kur'an-ı Kerim'de değişik yerlerde
geçmektedir. Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralamak mümkündür:
Adem'in iki
oğlunun söz konusu edildiği ayetin başında;
"Onlara,
Adem'in iki oğlunun haberini (nebe') gerçek (hak) olarak anlat: Hani birer
kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul
edilmemişti"[378]
ifadelerine
yer verilmektedir.
"İşte
böylece geçmiştekiler in haberlerinden (enbâ') bir kısmını sana anlatıyoruz;"[379]
"İşte
bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir (enbâ'). Bundan önce onları ne
sen biliyordun ne de kavmin..;"[380]
"İşte
bu, (halkı helak olmuş) memleketlerin haberlerindendir (enbâ'). Biz onu sana
anlatıyoruz; onlardan (bugüne kadar izleri) kalan da vardır, biçilmiş ekin
(gibi yok olan) da vardır"[381].
Aktardığımız
ayetlerden de anlaşılacağı üzere, kıssalar bağlamında kullanılan 'nebe'
ifadesi, önemli, doğru ve ilim ifade eden haber anlamını taşımaktadır.
Özetle,
kıssaların 'hak' diye nitelendirilmesi veya kıssalar için 'nebe' ifadesinin
kullanılması, kıssaların yaşanmış, olmuş olayların hatırlatılması[382]
olduğunun önemli göstergeleridir.
Kıssalar
bağlamında yer alan ayetlerde, peygamberler için 'gönderdik',[383]
helak edilen kavimlere verilen azap için '(azap) gönderdik',[384]
'helak ettik',[385]
'yerin dibine batırdık',[386]
'intikam aldık'[387]
gibi ifadelerin çokça kullanılması da kıssaların yaşanmış olaylardan alman
canlı kesitler olduğunu, aksini düşünmenin doğru olmayacağını göstermektedir.
Kıssalarda
anlatılan olayların gerçek olmasını gerektiren bir neden de muhataplara
ulaştırılmak istenen mesajdır. Muhatabın anlatılan olayları özümseyebilmesi,
içselleştirebilmesi, iyi, ideal örnekleri hayatına yansıtmak için gayret sarfetmesi,
kötü olanlardan da kaçınması için, bizatihi anlatılan olayların gerçek olması
gerekmektedir. Zira eğitim açısından da düşünüldüğünde, bu çok önemli bir
husustur. Gerçek dışı, hayali bir olay ile gerçeklikle birebir örtüşen, reel
bir olayın muhatapta oluşturacağı etkinin büyük ölçüde farklılık arzedeceği
açıktır.
Kıssalarda
anlatılan olayların muhatabın hayatına olumlu anlamda katkı sağlayabilmesi,
yükselen, çöken ve yok olan toplumların akıbetlerinden olumlu veya olumsuz
anlamda dersler çıkarabilmesi için[388]
anlatılan olayların olmuş, gerçek olaylar olması zorunludur. Aksi takdirde
kıssalarla ulaştırılmak istenen mesajın muhatapta dönüştürücü bir etkisinin
olacağından söz edilemeyecektir.
Tarihi sürece
bakıldığında, köklü bir sosyal devrim gerçekleştirmiş, toplumu büyük oranda
dönüşüme uğratmış mitolojik bir düşüncenin bulunmayışının nedeni budur. Oysaki
kıssalarda anlatılan gerçek olaylarla meydana gelen tarih bilinci sayesinde,[389]
Müslümanlar toplumu bir çok alanda dönüşüme uğratmayı, iyi yola kanalize
etmeyi başarabilmişlerdir. Bu da, mitolojik anlatılarla Kur'an kıssaları
arasındaki bariz farkı ortaya koymaktadır.
IV. Kıssaların Anlatım Metodu ve Özelikleri
Kıssaların
Kur'an-ı Kerim'de önemli bir yekun teşkil ettiği bilinen bir gerçektir.
Kıssaların oranı ile ilgili çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerin
ortaya koyduğu oran aralığı dörtte üç ile dörtte bir arasında değişmektedir.
Bu görüş farklılığı da, neye kıssa dendiği ile ilgilidir. Kıssanın anlamını
oldukça geniş tutanlar, ayrıca Kur'an-ı Kerim'de geçen ve Peygamber (s.a.)
döneminde cereyan etmiş olayları da bu kapsama dahil edenler, kıssaların
oranının oldukça fazla olduğunu, Hz. Peygamber dönemindeki olayları bunun
dışında tutarak sadece önceki dönemlere ait olayları bu kapsama dahil edenler
ve kıssanın anlamını daha dar bir çerçevede tutanlar ise bu oranın daha düşük
olduğunu, dörtte bir düzeylerinde olduğunu düşünmektedirler.[390]
Ancak bu görüş sahiplerinin tümünün kabul ettiği bir husus, Kur'an-ı Kerim'in
önemli bir oranının kıssalardan oluştuğudur.
Kıssalar
Kur'an'da büyük bir yekun teşkil etmesine rağmen, Kur'an, Tevrat'ta olduğu
gibi bir tarih kitabı görünümü arz etmemektedir. Kur'an kıssalarında
ayrıntılardan uzak durulmakta, tarih ilminin temel unsurları olan yer ve zaman
gibi unsurlardan söz edilmemektedir.[391]
Bu nedenle Kur'an'da zamanın belirtildiği bir kıssa bulunmamaktadır. Bütünü yansıtmayacak
düzeyde, çok az sayıdaki mekan isimlerinin bulunması bir yana, kıssalarda
mekan unsuruna da yer verilmemiştir.[392]
Sözgelimi, Nuh (a.s.) kıssası farklı yerlerde tekrar edilmesine rağmen,[393]
bunların hiçbirinde, muhatabın zihnini farklı yönlere çekecek detay konulara
girilmez. Tufân'ın umumi olup olmadığı, 'tennûr'un mahiyetinin ne olduğu, gemiye
binenlerin kim oldukları, gemide kalış süresinin ne olduğu, gemiden ne zaman
ve nasıl indikleri, tufanın ne kadar süre devam ettiği gibi ayrıntılar
anlatılmamıştır.[394]
Bu da tarih bilgisi vermenin temel amaçlar arasında yer almadığını göstermektedir.
Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, kıssalarda zaman ve mekana yer
verilmemesi veya bu unsurların ikinci plana itilmesi, Kur'an'da anlatılan
kıssaların tarihi gerçekliğinin olmadığını göstermez. Zira Kur'an'ın amacının
tarih bilgisi vermek olmadığı ile anlatılan kıssaların gerçek hadiseler olması
arasında bir tezat bulunmamaktadır. Bu nedenle, tarih bilgisi vermenin amaçlanmaması
ile kıssaların tarihi gerçekliğini savunmak arasında bir çelişkinin varlığını
düşünerek, tarihi gerçekliği reddederken, tarih bilgisi verilmesinin
amaçlanmamış olmasının delil olarak sunulması[395]
da oldukça yanlış bir yaklaşımdır.
Yukarıda ifade
edildiği üzere, Kur'an ne tarih kitabıdır ne de tarih kitabı görüntüsü veren
bir yapıya sahiptir. Bu nedenle, Kur'an kıssalarının önemli bir özelliği de
olayların kronolojik bir sıraya tabi tutularak anlatılmamasıdır. Ayrıca kimi
durumlarda, zihinleri ulaşılmak istenen hedefe yöneltmek için, birçok kıssa bir
yerde, bir bağlamda anlatılmıştır. Sözgelimi Şuara suresinde Musa, İbrahim,
Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb (a.s.) kıssalarına yer verilir. Ancak bu
kıssalarda kronolojik sıranın gözetilmediği[396]
ve bu kıssaların bir sure içerisinde anlatıldığı açıkça görülmektedir. Bunun
yanında ifade edilmesi gereken bir husus, Kur'an-ı Kerimin kıssaları seçerken
geçmişteki insanlara ve toplumlara ait tüm haberlere yer vermeyi hedeflememiş
olduğudur.
"Andolsun,
senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız
kimseler de var, durumlarım sana bildirmediğimiz kimseler de var."[397]
ayetinden de
anlaşılacağı üzere, Kur'an-ı Kerim, insanlık tarihini oluşturan uzun süreçten
belli bir takım şahıs ve olayları seçmiştir.[398]
Dolayısıyla Kur'an, tarihi süreci seçmeci bir yaklaşımla ele alarak, kendi
amacına en uygun olan kesitlere yer vermiştir.
Bu seçmeci
yaklaşım, Kur'an-ı Kerim'de anlatılan kıssaların bizzat kendisinde de
mevcuttur. Anlatılan kıssada, kronolojik sıraya uyularak bütün teferruatlara
yer verilmez. Yine aynı şekilde, hikaye ve romanlarda olduğu gibi anlatılan
olaylar baştan başlanıp belirli bir sona ulaştırılmaz.[399]
Bunun yerine, olayların en çarpıcı ve gönderilen mesajın amacına en uygun olan
kesitlere yer verilerek, geri kalan kısımlara yer verilmez. Sözgelimi Kehf
suresinde yer alan Ashab-ı Kehf kıssasına, onların Allah'ı bir tanıyarak
müşrik topluluklardan ayrıldıkları belirtilerek başlanır. Ancak bu kıssada,
sözkonusu müşrik toplulukların hangileri olduğu, nerede yaşadıkları, Ashab-ı
Kehf diye adlandırılan şahısların adlarının ne olduğu, kaç kişi oldukları[400]
gibi kıssanın bağlamında verilmek istenen mesajla doğrudan ilgisi bulunmayan
ayrıntılara yer verilmemektedir. Burada belirleyici olan temel unsur, kıssanın
yer aldığı bağlamda iletilmek istenen mesajdır. Dolayısıyla kıssanın sadece
mesajın iletilmesine yardımcı olacak unsurlarına yer verilir. Temel mesajın
iletilmesine yardımcı olan kısımlara yer verildiğinden, başından, ortasından
veya sonundan kesitlere yer verilir. Kimi nadir durumlarda ise kıssa bir bütün
olarak anlatılır.
Sözgelimi
Yusuf suresinde yer alan Yusuf (a.s.) kıssası, kronolojik sıra gözetilerek,
geniş bir tarzda anlatılmış ve Kur'an'ın başka yerinde bir daha da tekrar
edilmemiştir. Yine aynı uzunlukta olmasa bile, Kasas süresindeki Musa (a.s.)
kıssası da benzer bir tarzda ayrıntılı olarak ve kronolojik sıraya uyularak
anlatılmıştır.[401]
Ancak bu iki kıssaya da dini temanın hakim olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Başka bir ifadeyle, kronolojik ve geniş anlatımın, verilmek istenen mesajın önüne
geçtiğini savunmak mümkün değildir.
Kıssaların
önemli bir özelliği de bir kıssanın farklı yerlerde tekrar edilmesidir. Burada
vurgulanması gereken temel husus, bir kıssanın bütünüyle aynı şekilde farklı
bir yerde yer almadığıdır. Zira birden çok yerde anlatılan bir kıssa, farklı
yerlerde farklı şekillerde aktarılmıştır. Burada belirleyici unsur, kıssanın
bağlamı ve bu bağlamda ortaya çıkan temel amaçtır. Kur'an'm hidayet, öğüt,
ibret, uyarı, müjdeleme ve benzeri amaçlarından biri veya birkaçı farklı
yerlerde ön plana çıkmıştır. Amacın farklılık arzetmesi nedeniyle de anlatılan
kıssa, o amaca uygun bir şekilde farklı şekillerde anlatılmıştır.[402]
Başka bir ifadeyle, kıssanın hangi kesiti kıssanın bağlanımda verilmek istenen
mesaja uygun ve bu mesajın muhataba ulaşmasını sağlayacak özelliğe sahip ise,
o kısmına vurguda bulunulur, diğer kısımlara ya az değinilir ya da hiç yer
verilmez. Muhatabın bakışının ayrıntıya yönelmesini, gereksiz tarihi
ayrıntılarda boğulmasını engellemek ve temel amaca yönlendirmek için yapılması
gereken de budur. Yukarıda ifade edildiği üzere, tarih bilgisi sunulmasının
temel anlamda amaçlanmamış olması nedeniyle, tekrar gibi görünen unsurların
tekrar olmadığını, bu unsurların her birinin farklı amaçlar için ve farklı
şekillerde kullanıldığını belirtmek gerekmektedir.
Sözgelimi,
Kur'an'da en çok tekrar edilen Musa (a.s.) kıssasında, Musa'nın (a.s.) doğumunu
çevreleyen şartlar, gençlik dönemi, Medyen'de evlenmesi gibi hususlar tekrar
edilmemiştir. Ancak Musa'nın (a.s.) Firavunla karşılaşması ve bunların
birbirlerine ve çevre halkına söyledikleri ifadeler,[403]
iman-şirk mücadelesinin çarpıcı yönlerini ortaya koyduğundan ve bu nedenle de
büyük önem arzettiginden, birçok yerde, ama farklı bağlamlarda, farklı
ifadelerle ve farklı amaçlar için tekrar edilmiştir. Dolayısıyla kıssanın
anlatım biçimi, uzunluğu, kıssada zikredilen ve zikredilmeyen hususların bütünü,
kıssanın yer aldığı ayetler bütününün amaç ve hedefleri tarafından
belirlenmektedir. Bir kıssanın farklı ayetlerde farklı tarzda anlatılmasının da
büyük ölçüde nedeni budur.
Tekrarın bir
nedeni de, tekrar edilen konuların çok önemli oluşudur. Zira tekrar edilen
kıssalar, büyük ölçüde tevhid eksenli olup, hak-batıl mücadelesini sembolize etmektedir.
Sözgelimi Adem (a.s.) kıssasının en çok tekrar edilen kıssalardan biri olması,
Adem (a.s.) kıssasının anlatıldığı yerlerde iyilik ve kötülük arasındaki
mücadelenin[404]
konunun ana eksenini oluşturmasından dolayıdır.
Bir hususun
veya konunun tekrar edilmesinin insan psikolojisi üzerinde büyük bir etkiye
sahip olduğu, tekrar edilen hususun muhatap tarafından öneminin anlaşıldığı ve
özümsenerek kavrandığı bir gerçektir. Aynı şekilde, Kur'an ayetlerini, başka bir
ifadeyle tekrar edilen kıssaları da bu şekilde değerlendirmek gerekmektedir.
Muhatap, aynı kıssanın farklı bağlamlarda tekrar edildiğini görerek, verilmek
istenen mesajın çok önemli olduğunu anlar. Bu yönüyle, tekrarın büyük
faydasının olduğunu ifade etmek mümkündür.[405]
Tekrarın sadece peygamber kıssalarında olduğu, bunun dışında sözgelimi Ashab-ı
Kehf, Zülkarneyn ve benzeri kıssalarda tekrarın bulunmadığı[406]
dikkate alındığında, tekrarın nedeni daha iyi anlaşılacaktır.
Bir kıssanın
farklı yerlerde farklı şekilde aktarılması, gayrimüslimler ve müsteşrikler
tarafından, Kur'an'da çelişki bulunduğu iddialarının ortaya atılmasına neden
olmuştur.[407]
Burada bir örnek üzerinde durmamız, konu ile ilgili benzer ayetlerin de
anlaşılmasına katkı sağlayacaktır ki bu da belkide en çok dile getirilen Lut
kıssasının aktarımmdaki farklılıktır. Konu ile ilgili ayetler, Hud suresinde
şöyle geçmektedir:
"Elçilerimiz
Lut'a gelince onlar yüzünden kaygılandı ve onlardan dolayı içi daraldı da 'bu,
çetin bir gündür' dedi. Daha önce de kötü işler yapmakta olan kavmi koşarak ona
geldiler. (Lut) dedi ki:
“Ey
kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz. Allah'tan korkun,
konuklarım içinde beni rezil etmeyin! içinizde aklı başında bir adam yok mu
sizin?” 'Dediler ki:
“Senin kızlarında
bizim bir hakkımız olmadığını bilirsin, ve sen bizim ne istediğimizi de pekala
bilirsin.' (Lut;) 'Keşke sizi savacak gücüm olsaydı, yahut da çok sarp
bir kaleye sığınabilseydim!'” dedi. (Melekler) dediler ki: “Ey Lut, biz
senin Rabb'inin e (çileriyim Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir
kısmında aileni yürüt; içinizden karından başka hiç kimse geri kalmasın. Çünkü
ötekilerine erişen (azab) ona da erişecektir. Onlara va'dedilen (azab) zaman(ı)
sabah (vakti) dır. Sabah da yakın değil mı?"[408].
Hicr
suresinde ise aynı olay şöyle aktarılmaktadır:
"Elçiler
Lut ailesine geldiklerinde, (Lut;) 'Siz cidden ianınmamış kimselersiniz'
dedi. Dediler ki:
“Doğrusu,
biz onların, hakkında şüphe ettikleri şeyi sana getirdik, sana gerçeği
getirdik, biz elbette doğru söyleyenleriz”. Hemen gecenin bir parçasında aileni
yürüt) sen de arkalarından git, içinizden hiç kimse ardına donup bakmasın,
emredildiğiniz yere gidin!' Ona; 'sabaha girerlerken şanların arkası
kesilecektir!' buyruğunu bildirdik. Şehir halkı, sevinerek geldiler. (Lut
onlara;)
“Bunlar
benim konuğumdur, beni mahcup etmeyin, Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin”
dedi. 'Seni elalemin işine karışmaktan menetmemiş miydik?' dediler. 'Eğer
yapacaksanız, işte kızlarım' dedi"[409].
Aktardığımız
ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Lut kıssası ile ilgili olarak Hud suresinde,
Lut ile kavmi arasında meydana gelen karşılıklı konuşmanın, meleklerin Allah'ın
gönderdiği elçileri olduklarını bildirmelerinden önce gerçekleştiği ifade
edilmektedir. Aynı kıssanın anlatıldığı Hicr suresinde ise, şehir halkının
kendisine gelmesinden önce, meleklerin Lut'a (a.s.) her şeyi aktardıkları,
kendilerinin Allah'ın elçileri olduklarını söyledikleri ifade edilmiştir.
Bu tür
farklılıkları da kıssanın bağlamındaki temel hedefe irca etmek mümkündür.
Başka bir ifadeyle, burada kıssayı çevreleyen ayetler toplammdaki amaç,
belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Hud suresinde hedef,
Peygamber'in (s.a.) İslami mesajın başarılı olamayacağı yönünde duyduğu
endişeyi[410]
ortadan kaldırmak, ona motivasyon sağlamak ve kalbini güçlendirmektir[411].
Peygamber'in (s.a.) karşılaştığı zorluklara paralel tablolar sunulmakta,
insanların peygamberlere karşı takındıkları tavır, peygamberlerin gelmiş oldukları
toplumun hidayeti için sarfettikleri yoğun çaba ve istek ön plana çıkmaktadır.
Sözgelimi Hud suresinde kavmi Lut'a geldiğinde Lut;
"Ey
kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah'tan korkun,
konuklarım içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu
sizin?"
ifadelerini
kullanıyor. Burada Lut'un 'ey kavmim' diye hitap etmesi, onun kavmine duyduğu
şefkati ve yakınlık hissini göstermektedir. Yine;
'İşte
kızlarım, onlar sizin için daha temiz!'
İfadesi ile
de toplumunu sapıklıktan kurtarma konusunda çok istekli olduğunu, ve yumuşak
bir üslup ile, kızları ile evlenmeleri teklifinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
'içinizde akit başında bir adam yok mu?'
İfadesi de,
'ey kavmim' ifadesi ile uyum içerisinde, onun kavmi ile arasındaki ilişkiye,
kavminin misafirlere kötü davranmasından dolayı da son derece daraldığına ve
üzüntü içerisinde olduğuna yer verilmektedir.
Hicr
süresindeki kıssalar, peygamberleri yalanlayan toplumların karşılaştıkları
ilahi azap türlerini Peygambere (s.a.) göstererek, onun kalbini yatıştırma ve
ferahlatma amacını taşımaktadır. Bu nedenle ön plana çıkan temel unsur,
azaptır. Dolayısıyla, Hicr suresinde, Hud süresindeki ayrıntılara yer
verilmemiştir. Bu nedenle, Hud suresinde gelenler, "Lut'un kavmi' olarak
ifade edilmek yerine, olay Lut'u (a.s.) ilgilendirmiyor ve topluluğa gelecek
azaptan da üzülmeyecek gibi, ilgisiz bir tarzda 'şehir halkı' olarak
belirtilmektedir. Ayrıca Hud süresindeki;
'Ey
kavmim, İşte hızlarım, onlar sizin için daha temiz!' ifadesinin yerine Hicr
suresinde;
'Eğer yapacaksanız,
işte kızlarım' dedi' ifadesine yer verilmiştir. Dolayısıyla Hud süresindeki
'ey kavmim' ifadesiyle başlayan ve peygamberin kendi toplumuna olan ilgi ve
şefkatini gösteren ifadeye de Hicr suresinde yer verilmemiştir. Hud suresinde
yine Peygamberin kavmine olan ilgisini ve duyduğu ıstırabı gösteren;
'İçinizde
aklı başında bir adam yok ma?'
İfadesine
aynı şekilde Hicr suresinde yer verilmemiştir. Özetle, şefkat, merhamet,
Peygamberin kendi toplumunun hidayete ermesine duyduğu arzuyu dillendiren
ifadelere Hicr suresinde yer verilmemiştir. Zira yukarıda da ifade edildiği
üzere, Hicr suresinde ön plana çıkan temel unsur, azaptır. Bu nedenle de olay,
meleklerin kendilerini tanıtarak, Lut'a (a.s.) kavminin başına gelecek azabı
haber vermeleri temelinde anlatılmıştır.[412]
Aynı olayın farklı ifadelerle, hatta farklı bir sıralamayla anlatılmasının
temel nedeni budur.
Bu ve benzeri
örneklerde, aynı kıssanın farklı şekillerde aktarılmasından veya bazı nadir
durumlarda kıssadaki olayların farklı bir sıralamayla aktarılmasından
hareketle Kur'anda çelişki bulunduğu düşüncesine varmanın hiçbir gerçekçi ve
geçerli nedeni bulunmamaktadır. Zira bu yapı, Kur'an'ın anlatım metodundan ve
üslup yapısından kaynaklanmaktadır.
"Andolsun
biz hu Kur'an'da her çeşit misali turlu biçimlerde anlatük."[413]
ayeti de bunu desteklemektedir.
Burada
gündeme getirilmesi gereken önemli bir husus, Kur'an'm kıssaları anlatırken
herhangi bir tasarrufta bulunup bulunmadığıdır. Yukarıda da ifade edildiği
üzere, aynı kıssa, farklı yerlerde farklı kesitler önplana çıkarılarak
aktarılmış, bazı nadir durumlarda da çeşitli sıralama farklılığı olmuştur.
Bunun yanında, kıssalarda bazen nakilde bulunulan kişilerin kötü sözleri yerine
daha güzel, daha uygun ifadelerin kullanıldığı durumlar olmuştur. Sözgelimi
Zemahşeri;
"Biz
Allah'ın elçisi, Meryem oğlu ha Mesih'i öldürdük."[414]
ayetini
açıklarken, bu ifadenin Yahudiler veya İsa'nın (a.s.) düşmanları tarafından
İsa'nın (a.s.) yandaşlarına alay etmek amacıyla söylenmiş olduğunu belirttikten
sonra, bu ifadenin, Allah'ın onların kötü ve çirkin sözlerinin yerine İsa'yı
(a.s.) yüceltmek amacıyla güzel bir söz koymuş olabileceğini düşünmenin de
caiz olduğunu ifade eder. Zemahşeri bu yaklaşımına;
"Andolsun
onlara; 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan; 'Onları, çok üstün,
çok bilen yarattı' derler." [415]
ayetini de
delil getirerek, bunda da aynı durumun söz konusu olduğunu belirtir.[416]
Ancak bunların bütünüyle şekli tasarruflar olduğunu, anlatılan olayın
mahiyetini etkileyecek bir değişikliğin hiçbir kıssada söz konusu olmadığını
ifade etmek gerekmektedir.
Bu
tasarrufların önemli bir nedeninin, Kur'an'ın evrensel bir vahiy olmasında
aranması gerektiğini belirtmek gerekmektedir. Kur'an'ın sırf belirli bir
tarihsel ve yerel alana hitap etmemesi nedeniyle, insanlığın bütün dönemlerini
kapsayacak ve bu dönemlere hitap edebilecek bir yapıda olması gerekmektedir.
Bu hedefe ulaşmayı sağlayacak en önemli unsurlardan biri de üslup ve üslupta
takip edilen metottur. Dolayısıyla kıssalarda anlatılan olayları, hiçbir
tasarrufta bulunmadan aktarmanın ve bu aktarınım değişik yerlerde de aynı
şekilde yapılmasının anlamı bulunmamaktadır. Bu nedenle, kıssalarda olaylar
anlatılırken, bir yandan muhtevanın zedelenmemesine ve tarihe, vakıaya uygun
olmasına özen gösterilmiştir. Ancak bunun yanında olaylar, Kur'an'ın
kıssalardaki temel amacı olan ibret ve hidayeti sağlayacak, teşvik edecek bir
forma, bir üsluba sokularak, belirli kesitleri, bazen sınırlı tasarruflarla
aktarılmıştır. Başka bir ifadeyle kıssalar, muhatapların akıllarını ve
duygularını etkileyecek ve doğruya, hidayete, hakka yönlendirecek bir üslupla
anlatılmıştır. Burada, dengenin iki yönlü bir tarzda korunduğunu belirtmek
mümkündür.
Kıssaların bu
anlatımını, bir kıssa yazarının veya bir belgesel yapımcısının gerçek bir olayı
ele alarak, özünü zedelemeden okuyucuya veya seyirciye aktardığı olayın en
çarpıcı, en canlı kesitlerini, ilgi uyandıracak bir üslupla ve çarpıcı ifadelerle
sunmasmdaki şekli tasarruflara[417]
benzetmek mümkündür.
Farklı
yerlerde aynı olayın farklı kesitlerinin anlatılması, edebi bir üslubun
kullanılması, olaylar anlatılırken şekli tasarruflarda bulunulmasından
hareketle, kıssaların tarihi gerçekliğinin amaçlanmadığını, bu nedenle de
bunlardan bir bölümünün mitolojik veya kurgusal olduğunu düşünmek doğru
olmayacaktır. Halefullah'ın yukarıda da kısmen değindiğimiz, Kur'an'ın
kıssaları anlatırken müşriklerin inançlarını, bildikleri olayları anlattığım bu
nedenle mitolojik unsurların kıssalarda bulunduğunu ve bu unsurların
varlığının Kur'an'ın hak oluşuna halel getirecek bir durum olmadığını ifade
eden açıklamaları büyük problemlere yol açacak niteliktedir.[418]
Zira böyle bir bakış açısı, Kur'an kıssalarına yaklaşımda bir izafiyeti de
beraberinde getirecek ve Kur'an'daki kıssaların her birinin mitolojik içerikli
veya kurgusal olabileceği gibi bir ihtimali beraberinde getirecektir.
Dolayısıyla, kurgusal olan ile olmayanı, mitolojik olan ile olmayanı
birbirinden ayıracak bir kriter de ortaya konulamayacağına göre, bu durum,
büyük ölçüde öznellikler içerecektir. Bu ise, özelde kıssalara, genelde de
Kur'an'ın bütününe yaklaşımı kaygan bir zemine doğru yönlendirecektir. Oysaki,
yukarıda ifade edildiği üzere, kıssaların tarihi gerçekliğe uygun bir şekilde
aktarıldığım, anlatılan olayların özünü" etkileyecek değişikliklerin
bulunmadığını, muhataba yapılmak istenen etkinin oranını artırmak ve amaca
ulaşmak için şekli tasarruflarda bulunulduğunu düşünmek, daha doğru ve daha
tutarlı bir yaklaşım olacaktır.
Kıssaların
böyle bir yapı arzetmesinin bir nedeni de ilahi boyuta sürekli atıfta bulunan
bir üslub ile anlatılmış olmalarıdır. Başka bir ifadeyle, anlatılan olayların
tümü, dini alana çekilerek ve dini alanla ilişkilendirilerek aktarılmıştır.
Zira Kur'an'ın kullandığı dil, tasvir edici değil, anlam verici bir niteliğe
sahiptir. Dolayısıyla, sözgelimi yağmurun anlatılması ile bir kıssanın
anlatılması arasında konu farklılığı olmakla birlikte hedef aynılığı söz
konusudur. Kur'an yağmura değinirken, onun 'rahmet' boyutuna özellikle vurguda
bulunur ve yağmuru Allah'ın rahmeti olarak niteler. Böylece Kur'an tamamen
fiziksel bir olayı dinsel alana çekmekte, ve orada şekillendilmektedir. Yağmuru
kuru bir fiziksel olay olmanın ötesine taşıyarak, bu fiziksel olayın meydana
gelmesini sağlayacak bir düzen kuran Allah'ın insanlara bir armağanı olarak
nitelendirmekte ve yağmurdan söz edişinin amacını da bu şekilde belirlemektedir.
Zira Kur'an'a göre yağmur; buharlaşan suyun, soğuk hava tabakasına çarpması
sonucu oluşan kuru bir fizik olayının çok ötesinde bir anlama[419]
sahiptir.
Kıssalarda
anlatılan olayların aynı şekilde, tarihi bilgi sunma amacını taşımadığını,
kıssalarda anlatılan olaylara dini anlamlar yüklendiğini ifade etmek
gerekmektedir. Bu yapı, bizzat kıssanın anlatılış biçimine ve üslubuna bütünüyle
yansımış olmakla birlikte, kıssaların arasına serpiştirilen dini unsurlarda
da görülmektedir. Sözgelimi, Musa (a.s.) ile Firavun kıssasına yer verilirken,
anlatılan olay birden kesilerek;
"Siz'i
topraktan yarattık, yine ona döndüreceğiz, sonra sizi yine ondan çıkaracağız."[420]
ayetine yer
verilmekte, hemen sonrasında da olayın anlatımına devam edilmektedir.[421]
Bu ve benzeri örneklerin çokluğu, anlatılan olayların arasına dini unsurların
serpiş tir ildiğini,[422]
bunun da kıssalarda kullanılan din merkezli ve anlam verici üslubun bir devamı
olduğunu göstermektedir.
V. Kıssaların Kur'an'da Varlık Nedeni ve Gayesi
Öncelikle,
kıssalarda ne söylendiği ile kıssalarla ne söylendiğinin ayırt edilmesinin[423]
bir zorunluluk olduğunu belirtmek gerekmektedir. Böyle bir ayırım, kıssaların
amaçlarının belirlenebilmesine ve daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır.
Zira bir kıssanın zikredildiği ayetler bütünü ve Kur'an'ın genel bütünlüğü bir
yana bırakılarak, kıssada anlatılan olay üzerinde yoğunlaşılması ve olayın
detayları üzerinde durulması, kıssaların anlatılış amacına aykırı ve amaçtan
uzaklaştırıcı bir yaklaşım olacaktır. Bu nedenle, her bir kıssa ile ne demek
istenildiği, vurgulanan temel unsurun, odak konunun ne olduğu üzerinde bir
bütünlük içerisinde durulması, kıssaların amaca uygun bir şekilde anlaşılmasına
neden olacaktır.
'Kur'an tarih
kitabıdır, Kur'an'ın amacı tarih bilgisi sunmaktır' ile 'Kur'an'da tarih
vardır' ifadeleri arasındaki fark da yine bu ayırımın anlaşılması ve üzerinde
durulması yönünden önemlidir. Zira yukarıda da ifade edildiği üzere, kıssaların
tarihi gerçekliğinin olmayabileceğini düşünenlerin en çok vurguladıkları
husus, Kur'an'ın bir tarih kitabı olmayışıdır. Ancak şunu hemen belirtmek
gerekir ki, Kur'an'ın tarih kitabı olmaması, onda gerçek tarihi kesitlerin
bulunmamasını gerektirmez. Yine, Kur'an'ın tarih kitabı olmaması ile onda
tarihi unsurların bulunması arasında bir çelişkiden de söz etmek mümkün
değildir. Ayrıca tarihi süreç içerisinde ön plana çıkmış ilim adamlarından,
Kur'an'ın bir tarih kitabı olduğunu, birincil amacın tarih bilgisi sunmak
olduğunu ifade eden kimsenin de bildiğimiz kadarıyla bulunmadığını belirtmek
gerekmektedir. Dolayısıyla, kıssaların tarihi gerçekliğinin olmayabileceğini
düşünenlerin hareket noktası olarak Kur'an'm tarih kitabı olmamasını ve amacın
tarih bilgisi sunmak olmamasını seçmeleri, bunu merkeze alıp sürekli
dillendirerek bir delil olarak sunmaları doğru bir yaklaşım değildir.
Kur'an
kıssalarının tarihi canlandırıcı boyutu büyük önem arzetmektedir. Hak-batıl
mücadelesinde insanlık tarihinin belki de en çarpıcı örnekleri, kıssalarda yer
almaktadır. Kıssalarda sunulan tarihi bilgilerle, insanlara, toplumlara ve
tarihe yön veren belirleyici unsurlara yer verilmektedir. Bu çerçevede,
geçmişte yaşanan olaylarda öz itibariyle benzer yönlerin çok olduğu, çeşitli
insan tiplerinin ve toplumların olaylara karşı tavırları ve bu tavır alışları
sonucunda karşılaştıkları/karşılaşacakları olumlu veya olumsuz durumlar anlatılır.
Bundan hareketle kıssalar, "geçmişte etkin değerlerin şimdi ve gelecekte
de etkin olabileceği"[424]
ni anlatır insanlara. Böyle bir yaklaşım, insanların tarihi doğru okumalarına,
olaylara yön veren temel unsurları fark etmelerine, yaşanılan tarihsel
durumları iyi değerlendirmelerine ve geleceğe de doğru yönden bakmalarına
büyük ölçüde katkı sağlayacaktır. Başka bir ifadeyle kıssalar, ilahi bir tarih
yorumu elde etme[425]
ve bununla bireysel ve toplumsal yaşamın akışına olumlu anlamda yön verme
hedefini gütmektedir.
Kıssalarda
anlatılanlarla, inanan birey ve toplumların nelere dikkat etmeleri halinde var
olan, ayakları üzerinde duran, güçlü, etkileyici ve belirleyici bir konumda
olacakları ve bunun tersi bir durumun ne tür davranışlarla ortaya çıkacağı ile
ilgili hayata dair bir kavrayış modeli ve bir bakış açısı verilmektedir. Bu
yönüyle kıssalar, insanların ve toplumların davranışlarını doğru okuma,
yapılan ve süreçleri kavrama konusunda bir yol gösterici, bir modeldirler.[426]
Kıssaların
tek tek amacının ne olduğu üzerinde durulması, konumuzun sınırlarını
fazlasıyla aşacağından, kıssaların ön plana çıkan temel hedeflerinden birkaçına
değinmemiz yeterli olacaktır.
Öncelikle,
kıssaların temel amaçlarından biri, Peygamber'i (s.a.) teselli etmek, peygamber
(s.a.) ve mü'minler üzerindeki baskının hafifletilmesini sağlamaktır. Zira
Peygamberin (s.a.) kendisine iletilen mesajı insanlara ulaştırması kolay
olmamıştır. Özellikle Mekke döneminde müşriklerin Peygamber'e (s.a.) ve
Müslümanlara yaptıkları sözlü ve fiili saldırılar, sürekli sergiledikleri
olumsuz tavırlar, Peygamberin (s.a.) kendisine ulaştırılan mesajı Müslümanlarla
birlikte pratiğe dönüştürme çabasını engelleme girişimleri, Peygamber'den
(s.a.) sürekli delil istemeleri ve Peygamberin (s.a.) sunduğu delilleri
reddettikleri gibi bazı durumlarda da alay etmeleri, bir insan olan
Peygamberin (s.a.) üzülmesine ve bazı durumlarda kendisine inen vahiyden bazı
kısımları onlara tebliğ etmemeyi bile düşünmesine neden olmuştur:[427]
"Herhalde
sen: 'Ona bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil
miydi?' demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını (duyurmayı) terk
edeceksin ve bunu onlara okumaktan göğsün daralacak, (sıkılacaksın); ama sen
sadece bir uyarıcısın (böyle sözlere aldırma), her şeye vekil olan Allah'tır"[428].
Müşriklerin
söz ve davranışlarının Peygamberi (s.a.) etkilediğini ve ciddi anlamda
üzdüğünü ifade eden bir diğer ayette şöyle Duyurulmaktadır:
"Andolsun
onların söylediklerine senin göğsünün daraldığını biliyoruz"[429].
Aynı konu,
daha çarpıcı bir tarzda şu şekilde ifade edilmektedir:
"Herhalde
sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helak edeceksin!"[430]
Ayetlerde yer
alan bu ifadeler, Peygamber'in (s.a.) ne kadar üzüldüğünü açık bir şekilde
belirtmektedir. Bu üzüntünün ve duyulan rahatsızlığın Müslümanlarca da
paylaşıldığını, onların da bu üzüntüyü içlerinde yaşadıklarını ifade etmek
mümkündür. Müşriklerin sözlerinin Peygamber'in (s.a.) psikolojisini derinden
etkilediğini[431]
gösteren bir diğer ayet de şudur:
"Sana
indirdiğimizden şüphede isen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun, sana
Rabbinden hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma!"[432]
Yüce Allah,
önceki peygamberlerin başından geçenleri, peygamberlik görevini yerine
getirirken karşılaştıkları sorunları kıssalar yoluyla anlatarak, Peygamber
(s.a.) ve mü'minlerin kalplerine güç ve güven vermeyi, üzüntüden uzaklaşmalarını
sağlamayı ve onları teselli etmeyi, böylece ümitsizliğe ve za'fa düşmelerini
engellemeyi amaçlamıştır. Başka bir ifadeyle, Kur'an-ı Kerim'de bu amaç, şu
şekilde ifade edilmektedir:
"Peygamberlerin
haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda
da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir"[433].
Kıssalar
anlatılarak, çekilen sıkıntıların geçici olduğunu, geçmiş peygamberlerin de
benzer sıkıntılarla karşılaştıklarını ve sonuçta zaferin inananlara ait
olacağı,[434]
inanmayanların, karşı koyanların, yalanlayanların ise mağlup olacağı ifade
edilir[435].
Bu da, Peygamber'in (s.a.) ve her dönemdeki Müslümanların çekilen sıkıntılara
rağmen huzur içerisinde olmalarını sağlar. Davetin ilk dönemlerinde, Mekke
döneminde inen kıssalar incelendiğinde, kısa, öz ve vurucu, öncekilere inen
azabı ön plana çıkarıcı bir özelliğe sahip oldukları görülür. Burada amaç, hem
Peygamber (s.a.) ve çevresindekilere moral vermek, onları teselli etmek, hem de
Mekke müşriklerini inat, yalanlama ve batıl üzerindeki ısrardan sakındırmak,
öncekilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğini belirterek
korkutmaktır.[436]
Genel
itibariyle kıssalar göz önünde bulundurulduğunda, anlatılan olaylardaki temel
amaçlardan birinin insan duygularını güven, korku ve ümit yönünde harekete
geçirmek[437]
ve aksiyona yönlendirerek bir kıvılcımın çakmasını sağlamak olduğunu ifade
etmek mümkündür.
Kıssaların
önemli amaçlarından biri de, muhatapların kıssalarda anlatılan olaylar üzerinde
yoğun bir düşünme ameliyesi gerçekleştirerek, ibret almalarını sağlamaktır.[438]
Sözgelimi, Lut (a.s.) kavminin yer aldığı kıssada onların nasıl helak
oldukları anlatıldıktan sonra;
"Şüphesiz
bunda işaretten anlayanlara nice ibretler vardır:"[439]
ayetine yer
verilmektedir. Yine benzer bir tarzda, Yusuf kıssasının anlatımı;
"Elbette
onların hikayelerinde akıl sahipleri için ibret vardır"[440]
ifadesiyle sonlandırılmıştır.
Böyle bir yaklaşım, başka bir ifadeyle ibret almaya yönlendirme, insani
duyguların dini, İslami yöne yönelmesine buradan da İslam dininin gerektirdiklerinin
yaşantıya dökülmesine ve bu gerekliliklerin özümlenmesine vesile olmayı
hedeflemektedir. Bu da, her türlü zorluk ve sıkıntıya dayanabilen ve bunların
üstesinden gelmeye çalışan, yanlışın, hak olmayanın karşısında durabilen sağlam
bir imanın, başka bir ifadeyle gerçek hidayetin oluşumunu beraberinde
getirecek ve böylece amaç gerçekleşmiş olacaktır.
İbret alma,
geçmişteki olumlu karakterde tasvir edilen insan davranışlarını benimseyip
örnek alma, kötü karakterde tasvir edilen insan davranışlarından ise sakınma
şeklinde olabileceği gibi, geçmiş toplumların başlarına gelen felaketlerin düşünülüp,
benzeri davranış sergileyenlerin de aynı sonuçlarla karşı karşıya
kalacaklarının düşünülmesi yoluyla da olabilir.[441]
Kıssaların
bir amacı da vahiy ve risaletin ispatlanmasıdır. Zira Peygamber (s.a.) daha
önce okuma yazması olmayan bir insandı. Yahudi veya Hristiyan bilginlerden de
bilgi almış değildi. Kendisine aktarılan vahiyde, önceki peygamber ve toplumlarla
ilgili bilgiler veriliyordu.[442]
Peygamberin (s.a.) bunlardan bir kısmını başka hiç kimseden değil, sadece
kendisine gelen vahiyden öğrendiğini şu ayetler dile getirmektedir:
"Bunlar
sana vahyettiğimiz, görünmez alemin haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil
olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri
zaman da sen yanlarında değildin"[443].
Yine Nuh
kıssası anlatıldıktan sonra;
"Bunlar
sana vahy ettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen ne de kavmin, daha önce
bunları bilmiyordunuz."[444]
ifadesine yer
verilmektedir. Bu nedenle, kıssaların Kur'an'da yer alması, Kur'an'ın Yüce
Allah'tan gelen bir vahiy, peygamberin (s.a.) de onun tebliğcisi olduğunu
ispat etme bakımından önemli bir delildir.
Kıssaların
amaçlarından biri de ilahi dinlerin tümünün aynı kaynaktan gelmeleri nedeniyle,
ilkelerinin aynı olduğunun açıklanmasıdır.[445]
Bu nedenle, kıssaların tümü tevhid ekseni etrafında dönmektedir.[446]
Zira tevhid, gönderilen bütün peygamberlerin mesajlarının ana eksenini
oluşturmaktadır.
"Senden
önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona; 'benden başka tanrı yoktur, bana
kulluk edin!' diye vahyetmiş olmayalım."[447]
ayeti de
tevhidin merkezi bir konu olduğunu göstermektedir. Peygamberlerin aynı
kaynaktan besleniyor olmaları ve mesajlarını oluşturan ilkelerin aynılığı
yanında, davet metodlannda da bir benzerlik ve bütünlük bulunmaktadır.[448]
Kıssalardan da anlaşılacağı üzere, peygamberler, getirmiş oldukları mesajı
tebliğ ederken benzer süreçleri yaşamışlar, öncelikle bir hazırlık dönemi
geçirmişlerdir. Sonrasında, kendilerine gönderilen mesajı insanlara ulaştırmak
için yukarıda da ifade edildiği üzere, öncelikle tevhidi ve tevhidi çevreleyen
konuları, temel inançları, çeşitli delillerle açıklamaya gayret
sarfetmişlerdir. Kendilerine iletilen mesajı insanlara ulaştırma sürecinde
çeşitli zorluklara, eziyetlere maruz kalmışlar, bazen de kendi memleketlerinden
hicret etmeye zorlanmışlardır. Ancak verilen görevi azami ölçüde yerine
getirmiş, kendi şahıslarında pratiğe dökmüş[449]
ve görevi yerine getirmekten geri durmamışlardır. Özetle, kıssaların amacı,
Kur'an'ın genel amacı ile paralellik içerisindedir. Başka bir ifadeyle,
Kur'an'ın amacı ne ise, kıssalarla gerçekleştirilmek istenen de odur.
Değerlendirme ve Sonuç
Çoğunlukla
kutsalı konu alan mitler, dini geleneklerin şekil değiştirmiş halini ifade
ederler. Dinin varlığının ilk insana kadar geriye doğru gitmesi, dinlerin
mitlerden önce var olduğunu göstermektedir. Mitlere anlam kazandıran ve yaygınlaşmasını
sağlayan, dini deneyimlerdir. Mitlerdeki tanrı anlayışları, yaratılış mitleri,
ayinler, ölüm, ölümden sonra diriliş, cennet-cehennem ve benzeri içerikler,
aynı zamanda dini yapıların da temel unsurlarıdır. Dolayısıyla dinlerin
mitlere büyük ölçüde etkide bulunmuş olduğunu ifade etmek gerekmektedir.
Mitler
dinlerden etkilenmekle ve onlardan beslenmekle birlikte, bazen bu etki tersi
yönde de olmuştur. Kaynak itibariyle ilahi dinler mitlerden etkilenmemiş
olmakla birlikte, bazı dinlerin, tarihi süreç içerisinde mitlerden
etkilendiğini ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, kaynak itibariyle ilahi
dinler olan Yahudilik ve Hristiyanlık, çeşitli mitolojik unsurları bünyesine
almıştır.
Kitab-ı
Mukaddes'in mitolojik unsurlardan arındırılması konusunun gündeme gelmesinin
iki nedeninden söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisini, Kitab-ı Mukaddes'e,
özelde de İncil metinlerine giren mitolojik unsurlar şeklinde tanımlamak
mümkündür. Özellikle Hristiyanlığa başlangıçtan itibaren çeşitli mitolojik unsurlar,
Akdeniz kökenli simge, figür ve dinsel törenler etkide bulunmuştur. Bu etki
sonucu, İncil'e azımsanmayacak ölçüde mitolojik unsur girmiştir. Bu etkileri
mitolojik unsurlarla da sınırlamak yanlış olacaktır. Zira gnostisizm ve
paganizm gibi çeşitli unsurlar da Hristiyanlığa ciddi anlamda etkide
bulunmuştur. Dolayısıyla Hristiyanlık, çok yönlü bir etkilenme ile karşı
karşıya kalmış ve bu farklı, bazen kendisine taban tabana zıt unsurları
özümsemiş ve içselleştirmiştir. Benzer bir etkilenim, başka bir ifadeyle kutsal
metne harici unsurların girmesi ameliyesi Yahudilik'te de olmuştur. Birden çok
ve birbirinden farklı metinlerin ortaya çıkması, bunların içeriğinin gelinen
kültürel vasattaki hakim değerleri barındıkları anlamına gelir aynı zamanda. Bu
değerlerin en önemlilerinden bir tanesi de yukarıda ifade edildiği üzere
mitlerdir. Kitab-ı Mukaddes'e mitolojik unsurların girmesi, bu unsurların
yeniden gözden geçirilmesinin ve yeniden anlamlandırılıp yorumlanmasının nedeni
olmuştur.
İkinci neden
ise, Rönesans ve Reform sonrası Batı'da meydana gelen gelişmelerde kendini
göstermektedir. Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında Kitab-ı Mukaddes yorumunda
bir değişim sürecinin ve yeni yöntem arayışlarının gündeme geldiğini söylemek
mümkündür. Bilim ve teknolojinin rasyonel ve seküler temeller üzerinde hızla
ilerlemesi, Batının son dört yüzyılda gittikçe dinden uzaklaşan bir yapı içerisine
girmesine neden olmuştur. Ortaçağ boyunca yaşanan din-akıl bilim çatışması,
Katolik kilisesinin baskıcı tutumu nedeniyle, din lehine sonuçlanmaktaydı.
Oysaki ortaçağ sonrası başlayan dönemle birlikte, kilisenin güç kaybetmesiyle
bu çatışma, akıl/bilim lehine sonuçlanmaya başladı. Bu süreçte akıl ve bilim
hakim unsur, din ise tabi unsur haline geldi. Başka bir ifadeyle, dinin
bilimle çatışmadığını ispatlamak amacıyla yeni argümanlar ortaya konuldu.
18. yüzyılda
başlayan kutsal metin kritisizminin de temel amacı, akıl ve bilimle çatışma
içerisinde bulunmayan ve dönemin insanları tarafından kabul edilebilir bir
kutsal metne ve kutsal metin yorumuna ulaşmaktı. Bu çerçevede, kutsal
metinlerin kaynağı, gerçekliği, doğruluğu, güvenilirliği gibi sorulara yanıt
aranmaya başlanmıştır. Sözgelimi, akıl ve bilimle çatışma içerisinde görülen
ve Kitab-ı Mukaddes'te yer alan mucizeler, tabiat kanunlarına ve akla aykırı
olduğu için reddedilmiş veya mucizevi boyuttan arındırılmış anlamlar yüklenmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki, Kitab-ı Mukaddes kritisizmi çerçevesinde kutsal
metin üzerinde bu kadar rahat değerlendirme ve tasarrufların yapılabilmesi,
Kîtab-ı Mukaddes'in sahih bir metin niteliği taşımamasından dolayıdır.
Bu çabaların
bir devamı olarak, aynı eksende gündeme getirilen Kitab-ı Mukaddes'in mitolojik
unsurlardan arındırılması çabası da aynı amaçlan gerçekleştirmek için gündeme
getirilmiştir. Modern insan tarafından kabul edilmesi zor olan, rasyonel aklın
kabul etmeyeceği unsurlar, mitolojik unsur kapsamına dahil edilerek, literal
anlamın ötesindeki bir anlama, başka bir ifadeyle kabul edilebilir bir anlama
ulaşılmaya çalışılmıştır. Ancak sağlam, sahih bir metnin bulunmadığı göz önünde
bulundurulduğunda, lafızlar üzerinde yapılan bu değerlendirmelerin sonuçta
bütünüyle izafilikten ve belirli bir sonuca ulaşamamadan uzak kalamayacağını
belirtmek gerekmektedir. Zira anlamı ortaya koyacak, gerçek anlama ulaşmayı
sağlayacak yegane unsur, sahih lafızdır.
İslam
dünyasında ise, bazı ilim adamları, Kur'an kıssalarının tarihi gerçekliğinin
olmayabileceğini düşünmüşlerdir. Bu görüşü temellendirmede kullandıkları önemli
bir argüman ise, Kur'an'ın tarih bilgisi sunmayı değil, öğüt ve ibret almayı hedeflemiş
olmasıdır. Dolayısıyla tarih bilgisi sunmanın amaçlanmamış olması nedeniyle
de, kıssaların tarihi gerçekliğinin olmayabileceğini düşünmek, Kur'an'ın hak
oluşuna halel getirmeyecektir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, tarih
bilgisi sunmanın amaçlanmamış olması veya kıssaların edebi boyutunun bulunması,
kıssalarda sunulan bilgilerin tarih dışı veya tarihe aykırı olmasını
gerektirmez. Bu nedenle, tarih bilgisi sunmanın amaçlanmamış olması ile
sunulan bilgilerin tarihi gerçekliğinin olmayabileceği arasında nedensel bir
bağın bulunduğunu düşünmek, yanlış olacaktır.
Kıssaların
tarihi gerçekliğinin sorgulanması, başka bir ifadeyle tarihi gerçekliğe tekabül
etmeyebileceğin in ifade edilmesi, yukarıda da ifade edildiği üzere, ilkin
Batı'da Kitab-ı Mukaddes yorumu bağlamında gündeme gelmiş ve Kitab-ı Mukaddesin
mitolojik unsurlardan arındırılması çabası yaygın bir şekilde hissedilmeye
başlanmıştır. İslam dünyasında ise bu sorgulama, Batı'da bu alanda başlatılan
çabanın sonrasına tekabül etmektedir. Bu nedenle ikisi arasında bir ilişkinin
varlığından söz etmek gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, kutsal metin
kritisizmi ve bunun aynı çerçevede bir devamı olan Kitab-ı Mukaddesin mitolojik
yapıdan kurtarılması çabasının, Kur'an kıssalarının tarihi gerçekliğini
sorgulayan ilim adamlarına açık bir etkisinin olduğunu söylemenin doğru
olacağı kanaatini taşımaktayız.
Batı'da
Kitab-ı Mukaddes bağlamında gündeme gelen bu yaklaşım, Batının etkin bir kültür
olarak İslam dünyasına etkisi ve özellikle de oryantalistlerin bu sorunu Kur'an
kıssalarına yansıtarak, Kur'an kıssalarının tarihi doğruluğunu sorgulamalarıyla
Kur'an kıssaları alanında gündeme gelmiştir.
Modern
dönemde Kur'an kıssalarının tarihi gerçekliğini sorgulayan ilim adamları,
muhtemelen Batılıların saldırı ve etkilerine karşı Kur'an'ı savunmak amacıyla,
Kur'an'ın makul olmayan bir şeyi içermediği, içerir gibi görünen yerlerin ise
mecazi veya sembolik olarak algılanabileceği düşüncesinde olmuşlardır.
Sözgelimi Adem kıssasının sıradan bir hadise olmaması ve olağanüstü boyutunun
bulunması nedeniyle, bu kıssanın tarihi gerçekliği üzerinde durmanın yanlış
olacağını, zira temsili bir yapı arzettiğini ifade etmişlerdir.
Kur'an kıssalarının
tarihi gerçekliğinin olmayabileceği veya bazı kıssaların mitolojik olabileceği
düşüncesinin arkaplanında rasyonalist bakış açısının akıl dışı ilan ettiği
unsurların makul (!) bir forma indirgenmesi hedefinin bulunduğunu ifade etmek
mümkündür. Başka bir ifadeyle, kıssaların tarihi gerçekliğinin olmayabileceği
düşüncesi ile mucize konusu arasında yakın bir bağlantının bulunduğunu
belirtmek gerekmektedir. Zira görüşlerine yer verdiğimiz Abduh, Ahmed Han ve
Halefullah'ın bazı kıssaların tarihi gerçekliğinin olmayabileceği veya
Kur'an'da ifade edilen şekilden farklı bir tarzda anlaşılması gerektiği
konusunda verdikleri örnekler dikkatle incelendiğinde, çoğunlukla
olağanüstülük boyutu bulunan, başka bir ifadeyle mucizevi unsurlar taşıyan
kıssaları seçtiklerini görmek mümkündür. Abduh, Ahmed Han ve Halefullah, aralarındaki
önemli farklılıklarla birlikte, mucizevi boyutu bulunan kıssaların ya tarihi
gerçekliğini reddetme ve temsili olduğunu ifade etme yoluna gitmişler veya
literal anlamın ötesine geçip, olağanüstü unsurlardan arındırılmış, dolayısıyla
rasyonel akılla çatışma içerisinde bulunmayan bir yorumu tercih etmişlerdir.
Kıssaların
tarihi gerçekliğinin olmayabileceği, başka bir ifadeyle edebi, temsili,
sembolik bir yapı arzettikleri düşüncesinin ortaya atılması, kaçınılmaz bir
şekilde, tümünün mü, bir kısmının mı veya hangilerinin sembolik olduğu sorusunu
ve problemini gündeme getirecektir. Kıssalara bu şekilde bakmayı olumlayanlarm
verecekleri cevap ise farklılık arzedecektir. Ayrıca, kıssaların Kur'an'da büyük
bir yekun teşkil ettiği göz önünde bulundurulduğunda, bu kıssaların tarihi
gerçekliğinin bulunmadığını veya temsili olduğunu ifade etmek, Kur'an'ın
yarısının öğüt ve ibret amacım gerçekleştirmek amacıyla doğru olmayan, tarihi
olarak sunulan ama tarihle ilgisi bulunmayan ifadelerden oluştuğu gibi kabul
edilemeyecek bir çıkarsamayı da beraberinde getirecektir. Böyle bir yaklaşımın,
amaca götüren tüm vasıtaları meşru sayan, başka bir ifadeyle öğüt ve ibret
amacını en üst düzeyde gerçekleştirmek için gerekirse doğru olmayan ve tarihi
verilerle uyuşmayan bilgilere yer vermenin yanlış olmayacağı şeklindeki
makyavelist bakış açısını Allah'a izafe etme anlamına gelebileceğini de düşünmenin
doğru olacağı kanaatini taşımaktayız.
Temelde
problem, modern dönemin akıl yapısının ve tarihsel verilerinin esas alınarak,
Kur'an'ın sorgulanması yoluna gidilmesidir. Başka bir ifadeyle, Batılıların
kendi kutsal metinlerinin kaynaklarını tespit etme, içerisinde bulunan
bilimsel ve tarihsel verilere aykırı ya da mitolojik unsurları belirleme ve
yorumlama konusunda ürettikleri çeşitli tenkit metotlarının benz'er bir tarzda
Kur'an metnine uygulanmasıdır. Kur'an'ın Kitab-ı Mukaddes'ten yapı olarak
tamamen farklı olması nedeniyle böyle bir yöntemin Kur'an kıssaları için
gündeme getirilmesi de yöntem açısından doğru bir yaklaşım olmayacaktır.
Kur'an-ı
Kerim, çok geniş bir şekilde yer ayırdığı kıssalarla geçmişte yaşamış birey ve
toplumların hayat hikayelerinden ibret ve öğüt alınmasını hedefleyerek,
şimdiyi ve geleceği kurmada etkin bir tarih bilinci oluşturmayı
hedeflemektedir. Dolayısıyla gerçeğin ancak gerçekle ifade edilebileceği ve yönlendirilebileceği
göz önünde bulundurulduğunda, Kur'an kıssalarının tarihe aykırı, tarih dışı
olayları içermesinin mümkün olmayacağı anlaşılacaktır.
Doğrusunu
Allah bilir.
Bibliyografya
1- Abbas,
Fadl Hasan: Kadaya Kur'aniyye fi'l-Mevsuati'l-Britaniyye, Ürdün 1989.
2- Abdi
Rabbih; es-Seyyid Abdu'l-Hafız, Buhus fi Kasasi'l-Kur'an, Daru'l-Kutubi'l-Lubnani,
Beyrut 1972.
3- Abduh,
Muhammed-Rıza, Reşid : Tefsiru'l- Menar, Mektebetu'l-Kahire, Mısır 1960.
3- Abduh,
Risaletu't-Tevhid, Mektebetu'l-Kahire, Mısır 1960.
4- Adam,
Baki: Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Seba Yay., Ankara 1997.
5- el-Adevi,
Muhmmed Hayr Mahmud : Mealhnu'l-Ktssa fi'l-Kur'ani'l-Kerim, Daru'l-Adevi, Ürdün
1988.
6- Adıvar,
A. Adnan : Tarih Boyunca ilim ve Din, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987.
7- Ahmed
Han: Tahrir fi Usuli't-Tefsir’den çev. Muhammed Daud Rahbar, (:"Sır
Sayyıd Ahmad Khan's Pnncıples of Exegesıs II",) The Müslim World, Vol.
XLV1, 1956/4 (324-335).
8- Aktay
Yasin: "Kur'an Yorumlarının Hermenötik Bağlamı", İslami
Araştırmalar, Cilt 9, 1996/1-4 (78 - 102).
9-
Armağan, Mustafa: Gelenek ve Modernlik Arasında, İnsan Yay., İstanbul
1995.
10-
Arnaldez, Roger: "Fransız Kültüründe Muhammed Peygamber'in Tasviri",
çev. Mehmet Demirci - Mehmet Şeker, Uluslar arası Birinci İslam Araştırmaları
Sempozyumu, Dokuz Eylül Ü. Yay, İzmir 1985 (62-78).
11-
Atalay, Orhan: Doğu - Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı Yay., İstanbul 1999.
12- Ay,
Eyyüp : "Hz- İbrahim Kıssasına Arkeolojik Bir Projeksiyon", Kur'an
Kıssalarının Anlam ve Değeri, IV Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara 1998
(185-195)
13- Aydın,
Mehmet: Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, T.D.V Yay, Ankara 1995.
14- Aydın,
Mehmet S.: "Rasyonel Düşünce ve İslam Modernizmi", I. İslam Düşüncesi
Sempozyumu, Beyan Yay, İstanbul 1995 (147 -154).
14- Aydın,
"Allah'ın Varlığına İnanmanın Akliliği", İslami Araştırmalar, 1986/2
(12-21).
15- Aziz
Ahmed: Hindistan ve Pakistan'da İslam Modernizmi, çev. Ahmet Küskün,
Yöneliş Yay, İstanbul 1990.
16-
Baljon, J.M.S.: Kur'an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, çev. Şaban Ali Düzgün,
Fecr Yay, Ankara 1994.
17-
Barnabas İncili: İngilizceden çev. M. Yıldız, Kültür-Basın Birliği Yay., İstanbul,
ts.
18-
el-Behiy, Muhammed: İslami Düşüncede Oryantalist Etki, çev. İbrahim
Sarmış, Ekin Yay., İstanbul 1996.
19- Berger,
Peter L. : Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İnsan Yay, İstanbul 1993.
20- Beydavi,
Nasıruddin Ebu Said Abdullah b. Ömer: Envaru't-Tenz'ıl ve Esrarut-Te'vil,
Dersaadet Yay, İstanbul, ts.
21- Bianchi,
Ugo : Dinler Tarihi -Araştırma Yöntemleri-, çev. Mustafa Ünal, Geçit Yay,
Kayseri 1999.
22- Bilgiz,
Musa: Kur'an'a Göre İlim ve Cehalet (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum 1998.
23-
Binder, Leonard: Liberal İslam, çev. Yusuf Kaplan, Rey Yay, Kayseri 1996.
24-
Bucaille, Maurice: Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, çev. Suat Yıldırım,
T.Ö.V Yay, İzmir, ts.
25- Buhari,
Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail: es-Sahih, nşr. Mustafa Dibe'l-Buğa, Daru İbn
Kesir, Beyrut 1990.
26- Bulaç,
Ali : "Kur'an'ı Okuma Biçimi Olarak Hermenötik", İslami Araştırmalar,
Cilt, IX, 1996/1-4 (115 - 118).
27- Bolle,
Kees W.: "Myth", The Encyclopedia of Religion, Ed. Mircea Eliade,
Macmillan Publishing Company, New York 1987 (X, 261-273).
28-
Borgeaud, Phılıppe: Karşılaşma Karşılaştırma -Dinler Tarihi Araştırmaları-,
çev. Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi Yay., Ankara 1999.
29- Bratton,
Fred Gladstone : Yakın Doğu Mitolojisi, çev. Nejat Muallimoğlu, İFAV Yay,
İstanbul 1995.
30-
Bultmann, Rudolf: Jesus Christ and Mythology, Charles Scnbner's Sons, New
York 1958.
30-
Bultmann, "The Case For Demythologization -A Reply by Rudolf Bultmann",
Karl Jaspers- Rudolf Bultmann, Myth and Chrıstıanıty -An inquiry into the
Possibility of Religion Without Myth-, The Noonday Press, New York 1958 içinde
(57-71).
31- Campbell,
Joseph : İlkel Mitoloji, çev. Kudret Emiroğlu, İmge Kitabevi, Ankara 1995.
32- Can,
Şefik: Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1994.
33- Capra,
Fritjof : Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan Yay. İstanbul 1992.
34-
Cebeci, Lütfullah: "Kur'an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme", İslami
Araştırmalar, 1987/3 (5 - 38).
35- Cevizci,
Ahmet: Felsefe Sözlüğü, Ekin Yay., Ankara 1996.
36- Çetin,
Abdurrahman: Kur'an İlimleri ve Kur'an-ı Kerim Tarihi, İstanbul 1982.
37-
Daabla, Basheer A.: "Müslim Political Thought ın Colonıcal İndıa: A
Comparatıve Study of Sır Sayyıd Ahmad Khan And Mawlana Abu al-Kalam Azad",
İslamic Culture, Vol. LXI, 1987/2 (24-50).
38- Demir,
Şehmus : Kur'an'ın Yeniden Yorumlanması, İnsan Yay., İstanbul 2002.
39-
Demirci, Muhsin: Vahiy Gerçeği, İFAV. Yay., İstanbul 1996.
40-
Dilthey, Wilhelm: Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, Paradigma
Yay., İstanbul 1999.
41- Dobschütz,
E. Von : "Bıble ın the Church", Encyclopedia of Religion and
Ethics, ed. James Hastmgs, M.A., D. D. Morrison and Gıbb Limited, New York 1935.
42- Duff, Archıbald
: Hıstory of Old Testament Crıtıcısm, London 1910.
43- Ebu Zeyd,
Nasr Hamid: "Tarihte ve Günümüzde Kur'an Te'vili Sorunsalı",
çev. Ömer Özsoy, İslami Araştırmalar, cilt 9, 1996/1-4 (24-44).
44- Eliade,
Mircae: Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, çev. Mehmet Aydın, Din Bilimleri
Yay. Konya 1995.
44-
Eliade, Mitlerin Özellikleri, çev. Sema Rıfat, Simavi Yay, İstanbul 1993.
44-
Eliade, "Modern Dünyanın Mitleri", çev. Sadık Kılıç, Dergah,
1993/38 (16-17), 1993/39 (17-19).
45-
Emmanuel, R.: -Hint, Yunan ve Mısır Mitolojilerinde- Gizemli Bilgilerin
Kaynakları, çev. Haluk Özden, Ruh ve Madde Yay., İstanbul 1995.
46- Erdem,
Mustafa: "Kur'an'da İlk İnsan", IV Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay,
Ankara 1998 (211-225).
47- Erhat,
Azra: Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984.
48-
Eroğlu, Ali: Kur'an Tarihi ve Kur'an İlimleri Üzerine, Ekev Yay., Erzurum
2002.
49- Ertuğrul,
Gülden : Aldous Huxley'in Ütopik Dünyası, Ata.Ü. Yay., Erzurum 1977.
50- Esack,
Farıd : "Qur'anic Hermeneutıcs: Problems and Prospects", The Müslim
World, Vol. LXXXIII, 1993/2 (118-141).
51- Esed,
Muhammed : Kur'an Mesajı, İşaret Yay, İstanbul 1999.
52- Fazlur
Rahman: İslam, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Selçuk Yay., Ankara 1993.
53-
Felicion, Challeye: Dinler Tarihi, çev. Samih Tiryakioglu, ts.,ys.
54- Gadamer;
Hans Georg: "Hermeneutik", Hermeneutik üzerine Yazılar, çev. ve der.
Doğan Özlem, Ankara 1995 içinde (11-28).
55- Gazali,
Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed : Cevahiru'l-Kur'an, Daru'l-Afaki'l-Cedide,
Beyrut 1981.
56-
Giddens, Anthony: Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yay.,
İstanbul 1994.
57- Göka,
Erol-Topçuoğlu, Abdullah-Aktay, Yasin: Önce Söz Vardı, Vadi Yay, Ankara 1996.
58- Görgün,
Tahsin : "Kur'an Kıssaları'nın Neliği (Mahiyeti) Üzerine", Kur'an
Kıssalarının Anlam ve Değeri, IV Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara 1998 (19-40).
59-
Graeve, F. De: "Myth, Lıterary", New Catholıc Encyclopedia, The
Cathohc University of America, Washington 1981 (X, 182-185).
60- Güler,
İlhami: "Hasan Hanefi'nin Tecdid Projesi-Tanıtım ve Bir Değerlendirme",
İslami Araştırmalar, 1994/2 (149-170).
61- Güler,
Mehmet Nuri: "Kıssa ve Hukuk", IV Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay.,
Ankara 1998 (113-144).
62- Gündüz,
Şinasi : Din ve inanç Söküğü, Vadi Yay, Ankara 1998.
62-
Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı, Muhteva ve
Kaynak Açısından Torah Kıssaları", Kur'an Kıssalarının Anlam ve Değeri,
IV, Kur'an Kıssalarının Anlam ve Değeri, Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara
1998 (41-75).
63-
Halefullah, Muhammed Ahmed: el-Fennu'l-Kasasi ft'l-Kur'ani'l-Kerim,
Mektebetu Anclu el-Mısriyye, Kahire 1972.
64-
Hamidullah, Muhammed: Kur'an-ı Kerim Tarihi, çev. Salih Tuğ, İFAV Yay.,
İstanbul 1993.
65-
Hanefi, Hasan: "Aksiyombilimi Olarak Hermenötik -İslam Örneği-" çev.
Dücane Cündioğlu, Tezkire, 1997/11-12 (39-56).
66-
Hartman, L.F : "Myth And Mythology (in the Bıble)" mad, New Cathohc
Encyclopedıa, The Cathohc University of America, Washington 1981.
67- Hasan,
Hüseyin el-Hâc: el-Usture inde'l-Arab fi'l-Cahiliyye, Muessesetu'l-Cami'iyye
li'd-Dirase ve'n-Neşr ve't-Tevzi', Beyrut 1988.
68- Hegel,
Wılhelm Fnedrıch Georg: The Philosopky of History, Dover Pubhcatıons, New York
1956.
69- Hicazi,
Muhammed Mahmud: el-Vahdetu'l-Mevduiyye fi'l-Kur'ani'l-Kerim,
Daru'l-Kutubi'l-Hadise, Kahire 1970.
70- Hooke,
Samuel Henry: Ortadoğu Mitolojisi -Mezopotamya Mısır Filistin Hitit Musevi
Hristiyan Mitosları-, çev. Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, İstanbul 1993.
71- Hourani,
Albert: Çağdaş Arap Düşüncesi, çev. Latif Boyacı-Hüseyin Yılmaz, İnsan Yay., İstanbul
1994.
72- İbn
Hanbel, Ahmed b. Muhammed: Musned, Daru Sadır, Beyrut ts.
73- İbn
Kesir, Ebu'l-Fida İsmail: Tefsiru'l-Kur’ani'l-Azim, thk. Muhammed İbrahim
el-Benna-Muhammed Ahmed Aşur-Abdulaziz Ganim, Daru Kahraman, İstanbul 1984.
73- İbn
Kesir, Kasasu'l-Kur'an, thk. Adil el-Cenzuri, Mektebetu'r-Ravda, Kahire
1992.
74- İbn
Mace: Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid: Sunen, nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki,
Daru İhyai't-Turasi'l-Arabiyye, Beyrut 1975.
75- İbn
Manzur, Ebu'l-Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mukrim: Lisanu'l-Arab, Daru
Sadır, Beyrut 1968.
76- İbn
Şerif, Mahmud: el-Edyan fi'l-Kur'an, Şirketu Matbaati Ukaz, Cidde 1984.
77- İsfehani,
Rağıb : Mufredatu Elfazi'l-Kur'an, thk. Safvan Adnan Davudi, Daru'ş-Şamiyye,
Beyrut 1992.
78- Jakob,
Xavier: İncil Nedir, Tarihi Gerçekler, Ankara 1985.
79- Jaspers,
Karl: "Myth and Religion", Kari Jaspers - Rudolf Bultmann, Myth and
Chnstıanıty -An inquiry into the Possibility of Religion Without Myth, The
Noonday Press, New York 1958 içinde (3-56).
80- Karataş,
Şaban, Muhammed Ahmed Halefullah, Eserleri ve Kur'an Tefsiri île ilgili Görüşleri
(Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2002.
81-
Kasımi, Muhammed Cemaluddin: Mehasinu't-Te'vil, nşr. Muhammed Fuad
Abdulbaki, Daru İhyai'l-Kutubi’l-Arabi, Kahire ts.
82-
Kautsky, Karl: Foundations of Christianity, İnternational Publishers,
NewYork 1925.
83- Kaya,
Korhan: Hint Mitolojisi Sözlüğü, İmge Kitabevi, Ankara 1997.
84- Kılıç,
Sadık: Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, Nil Yay., İzmir 1993.
84- Kılıç,
"Nesnellikle Öznellik Arasında Yorum", İslami Araştırmalar, Cilt,
IX, 1996/1-4.
84- Kılıç,
"Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar", I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi
Vakfı Yay., Ankara 1994 (87-98).
84- Kılıç,
"Akıl ile Kalbin Uzlaşmasından İnsanın Ebedi Mutluluğuna Doğru",
Yeni Ümit, 1989/3 (42-50).
85- Kırca,
Celal: Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, İstanbul 1994.
86- Korhan
Kaya: Hint Mitolojisi Sözlüğü, İmge Kitabevi, Ankara 1997.
87-
Kramer, Samuel Noah: Sümer Mitolojisi, çev. Hamide Koyukan, Kabala Yay,
İstanbul 1999.
88- Kudsi
Zadeh, A. Albert: "İslamic Reform ın Egypt: Some Observatıons on the
Role of Afghani", The Mushm World, Vol. LXI, 1971/1 (1-12).
89-
Kutluer, İlhan: Modern Bilimin Arkaplanı, İnsan Yay, İstanbul 1985.
90- Kutub,
Seyyid : et-Tasviru'l-Fenni fi'l-Kur'an, Daru'ş-Şuruk, Beyrut, 1987.
91-
Kuzgun, Şaban: Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri, Ertem Matbaa Ltd.,
İstanbul 1990.
92-
Lyotard, J.F: Postmodern Durum, Vadi Yay., Ankara 1997.
93-
Macdonald, D.B.: "Kıssa", İslam Ansiklopedisi, MEB. Yay.,
İstanbul 1977, (VI,771-774).
94-
Malinowski, B.: Büyü, Bilim ve Din, Kabala Yay., İstanbul 1990.
95- Menna'ul-Kattan:
Mebahis fi Ulumi'l-Kur'an, Müessesetu'r-Risale, Beyrut 1994.
96- Mc
Kenzıe, John L.: Myths and Reahtıes: Studıes in Bıblıcal Theology, The
Bruce Publıshıng Company, USA, 1963.
97- Müslim
b. Haccac, Ebu'l-Huseyn: Sahih, nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki, Daru İhyai't-Turasi'l-Arabi,
Beyrut 1972.
98- Nakre,
Tuhami: Saykulııciyyetu'l-Kıssafi'l-Kur'an, eş-Şirketu't-Tunusiyye
li't-Tevzi', Tunus 1974.
98- Nakre,
"Te'siru'l-Kasasi'l-Kur'ani", el-Mecelletu'l-Arabiyye, Riyad 1979/7
(9-11).
99- Nasr,
Seyyid Hüseyin: İnsan ve Tabiat, çev. Nabi Avcı, Yeryüzü Yay, İstanbul 1982.
100- Özcan,
Zeki: Teolojik Hermenötik, Alfa Yay., İstanbul 1998.
101-
Özemre, Ahmet Yüksel: "Modernist Ahım İçinde Kafan Tefsirleri",
Bilgi ve Hikmet, 1995/11 (133 - 142).
102- Özkan,
Ali Rafet : "Din - Mitoloji ilişkisi", EKEV Akademi Dergisi, 2002/11
(9-20).
103-
Özlem, Doğan: "Bilimsel Nesnellik ve Tarihsellik", Türkiye I.
Felsefe, Mantık, Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ülke Yay., İst. 1991 (95-103).
104-
Özsoy, Ömer: "Dinsel Bir Metin Olarak Kur'an'ın Bazı İfade Özellikleri",
I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Yay., Ankara 1994 (181-185).
105- Paçacı,
Mehmet: "Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz?", İslami Araştırmalar,
1996/1-4 (119 - 134).
106- Paret,
Rudi : Kur'an Üzerine Makaleler, çev. Ömer Özsoy, Bilgi Vakfı Yay, Ankara 1995.
107-
Rabinow, Paul-Sullivan, William: "Yorumcu Yaklaşımın Doğusu",
Toplum Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım, der. Paul Rabinow -William Suîlivan, çev.
Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul 1990(1-14).
108- Razi,
Fahreddin: Tefsiru'l-Kebir, Mektebetu Abdurrahman Muhammed, Mısır, ts.
109-
Renan, Emest: "İslamlık ve Bilim", Nutuklar ve Konferanslar, çev.
Ziya İshan, Sakarya Basımevi, Ankara 1946 içinde (183 -205).
110- Rıtschl,
Dıetrıch: "Johann Salomo Semler: The Rise ofthe Historical -Critical
Method in Eighteenth- Century Theology on the Continent", Introductıon to
Modernıty (A Symposium on Eighteenth-Century Thought), ed. Robert Mollenauer,
University of Texas Press, Texas 1965 (107 - 133).
111- Ricoeur,
Paul: "Myth and History" The Encyclopedia of Religion, Ed. Mircea
Eliade, Macmıllan Publıshıng Company New York 1987 (X, 273-282).
112-
Roberts, Nancy N.: "A parable of Blessing: The signıfıcance and
Message of the Qur'anic Account of 'The Compaınıons of the Cave", The
Müslim World, Vol. LXXX1II, 1993/3-4 (295-317).
113-
Rosenberg, Donna: Dünya Mitolojisi, çev. Komisyon, İmge Kitabevi, Ankara
1998.
114- er-Rumi,
Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman: Menhecu'l-Medreseti'l-Akliyyeti'l-Hadiseti
fi't-Tefsir, Muessesetu'r-Risale, Beyrut 1981.
115-
Russell, Jeffrey Burton: Şeytan-Antikiteden İlkel Hıristiyanlığa Kötülük-,
çev. Nuri Plümer, Kabala Yay. İstanbul 1999.
116-
Sağlam, Bahaeddin: -İlmi ve Edebi Yönleriyle- Kur'an Kıssaları, Tebliğ Yay.
İstanbul 1985.
117- Sayı,
Ali : Firavun, Haman ve Karun Karşısında Hz. Musa, İz Yay. İstanbul 1992.
118-
Schnıewınd, Julıus: "A Reply to Bultmann" Kerygma and Myth -a
Theological Debate" ed. Hans Werner Bartsch, Harper Torchbooks Pres, New
York 1961 içinde (45-101)
119-
Schumann, Frıedrıch K.: "Can the Event of Jesus Christ be Demythologized?",
Kerygma and Myth -a Theological Debate-, ed. Hans Werner Bartîcn, Harper
Torchbooks Pres, New York 1961 içinde (175-190)
120- es-Seka,
Ahmed: Nakdu't Tevrat, Kahire, 1396/1976.
121-
Seyidoğlu, Bilge: Mitoloji Üzerine Araştırmalar-Metinler ve Tahliller,
Atatürk Ü. Fen Edebiyat Fak. Yay., Erzurum 1992.
122- Slok,
J.: "Myth and Myttilogy" mad., New Catholıc Encyclopedia, The
Catholıc University of America, Washington 1981 (X,
185-189).
123- Smith,
Wilfred Cantwell Modern İslam in İndıa, New Delhi 1979.
124-
Sönmezsoy, Selahattin: “İletişim Açısından Kur'an Kıssaları", IV
Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara 1998 (97-112).
125-
Spinoza: Risale fi'l-Lahut ve's-Siyase, çev. Hasan Hanefi, Daru Vehdan,
Kahire, ts.
126-
Strachan, J.: "Crıtıcısm (Old Test)" mad., Encyclopedia of
Religion and Ethics, ed. James Hastings, MA, D.D., Mornson and Gıbb Lımıted,
New York 1935 (IV, 314,-318).
127-
Strauss, Claude Levi: Myth and Meaning, Schocken Books, New York 1979.
128- Subhi
Salih: Mebahis Fi Ulumi’l-Kur’an, Mektebetu Dersaadet, İstanbul, ts.
129-
Süheyl Rayb: et-Tevrat beyne'l-Veseniyye ve 't-Tevhid, Daru'n-Nefais,
Beyrut 1985.
130-
Şarkavi, İffet Muhammet el-Fikru'd-Dini fi Muvaceheti'l-Asr, Darul-Avde,
Beyrut 1979.
131- Şarkavi,
Muhammed Abdullah: Fi Mukareneti'l-Edyan, Daru'l-Hidaye, Mısır 1986.
132-
Şengül, İdris: Kur'an Kıssaları Üzerine, Işık Yay., İzmir 1994.
132-
Şengül, "Kur'an Kıssalarının Tarihi Değeri", Kur'an Kıssalarının
Anlam ve Değeri, IV Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara 1998 (169-184).
132-
Şengül, "Kur'an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi", I. Kur'an
Sempozyumu, Bilgi Vakfı Yay., Ankara 1994 (133-140).
133-
Şimşek, M. Sait: Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yay., İstanbul 1993.
134- Tabatabai,
Muhammed Huseyn: el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, Muessesetu'n-Neşri'l-İslami, Kum
1996.
135- et-Taberi,
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir: Cami'u'l-Beyan an Te'vili'l-Kur'an, Mektebetu
Mustafa Babi'l-Halebi, Mısır 1954.
136- Tanyu,
Hikmet: "Yahudiliğin Kutsal Kitapları ve Esasları, İlmi İnceleme ve
Tenkidi", Ankara Ü.İ.F.D., Cilt XIV, 1966 (95-124).
137-
Taylan, Necip: "Gnostisizm" mad., Sosyal Bilimler Ansiklopedisi,
Risale Yay., İstanbul 1990 (II, 110-112). 138- Tillich, Paul: İmanın
Dinamikleri, çev. Fahrullah Terkan-Salih Özer, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000.
139-
Topçu, Nurettin: Yarınki Türkiye, Yağmur Yay., İstanbul 1961.
140-
Turner, Bryan S.: Max Weber ve İslam, çev. Yasin Aktay, Ankara 1991.
140-
Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, çev. Ahmet Demirhan, İnsan Yay.,
İstanbul 1991.
141-
Turner, Wıctor W.: "Myth and Symbol", International Encyclopedia
of the Socıal Sciences, Ed. Davı d L. Silis, The Macmıllan Company, Amenca 1968
(X, 576-582).
142- Tümer,
Günay - Küçük, Abdurrahman: Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara 1988.
143-
Türkdoğan, Orhan: Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, M.E.B.
Yay., İstanbul 1989.
144-
el-Vesani, Seyyid Hasan: Tevarihu'l-Enbiya, Muessesetu'l-Vefa, Beyrut 1984.
145- Watt,
William Montgomery: Kur'an'a Giriş, çev. Süleyman Kalkan, Ankara Okulu Yay.,
Ankara 2000.
145- Watt,
İslami Hareketler ve Modernlik, çev. Turan Koç, İz Yay., İstanbul 1997.
145- Watt,
Hazreti Muhammed'in Mekkesi, çev. Mehmet Akif Ersin, Bilgi Vakfı Yay.,
Ankara 1995.
145- Watt,
"Batılı İlim Adamlarının Kur'an'a Yaklaşımları", çev. Selahattin
Eroğlu, Uluslar arası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Ü.
Yay., İzmir 1985 (31-36).
146- Yazır,
Elmalılı Muhammed Hamdi: Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul
1982.
147- Yıldırım,
Suat: "Kar'an-ı Kerimde Kıssalar", Atatürk Ü. İslami İlimler
Fak. Dergisi, 1979/3 (37-63).
148- ez-Zebidi,
Muhibbuddin Murtada b. Muhammed: Tacu'l-Arus min Cevahiri'l-Kamus, Daru
Libya, Bingazi, ts.
149-
Zehebi, Muhammed Hüseyin: et-Tefsir ve'l-Mufessirun, Daru'l-Kalem, Beyrut
1987.
150-
Zemahşeri, Mahmud b. Ömer: el-Keşşaf an Hakaiki Ğavamidi't-Tenzil,
Neşru'l-Belağa, Kum 1992.
150-
Zemahşeri, Esasu'l-Belağa, Daru Sadır, Beyrut 1992.
151-
ez-Zerkani, Muhammed Abdu'l-Azim: Menahilu'l-İrfan Fi Ulumi'l-Kur'an,
Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut 1988.
152- Ez-Zerkeşi,
Bedruddin Muhammed b. Abdillah: el-Burhan Fi Ulumi'l-Kur'an, thk. Muhammed
Ebu'l-Fadl İbrahim, Mektebetu'l-Asriyye, Beyrut 1972.
153-
Zeyveli, Hikmet: "Kur'an Kıssaları", İslami Araştırmalar,
1996/1-4 (177-183).
154-
Zobairi, R.H.: "Sır Syed Ahmad Khan's İnterpretatıon of Müslim Soaety
and his Reform Movement in the Indıan Context", İslamıc Culture, Vol.
LVII, 1983/3 (171 - 192).
155- Zuhayli,
Vehbe: el-Kıssatu'l-Kur'aniyye, Daru'l-Hayr, Beyrut 1992.
[1] Borgeaud, Phılıppe, Karşılaşma Karşılaştırma -Dinler
Tarihi Araştırmaları-, çev. Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi Yay, Ankara 1999,
s. 104; Tillich, Paul, İmanın Dinamikleri, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000, s.
50; Bolle, Kees W, "Mytlı", The Encyclopedia of Religion, eti. Mircea
Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1987, X, 261.
[2] Seyidoğlu, Bilge, Mitoloji 0zerineAraştırmalar
-Metinler ve Tahliller-, Atatürk Ü. Fen Edebiyat Fak.Yay, Erzurum 1992, s. 4;
Bolle, X,261.
[3] Eliade, Mircae, Mitlerin Özelliklen, çev. Sema Rifat,
Simavi Yay., İstanbul 1993, s. 146; Dilthey, Wilhelm, Hermeneutik ve Tin
Bilimleri, çev. Doğan Özlem, Paradigma Yay, İstanbul 1999, s. 94; Erhat, Azra, Mitoloji
Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 6; Slok, J, "Myth and
Mylhology" mad., New Catholıc Encyclopedıa, The Cathohc University of
America, Washington 1981, X, 185-186.
[4] Erhat, s. 7.
[5] Jaspers, Karl "Myth and Religion", Karl
Jaspers - Rudolf Bultmann, Myth and Chnstumıty -An inquiry into the Possibility
of Religion Without Myth, The Noonday Press, New York 1958 içinde, s. 16;
Eliade, Mitlerin özellikleri, s. 12-13; Seyidoğlu, s. 5; Turner, Wictor W.,
"Myth and Symbol", Internationa! Encyclopedia of the Socıai Sciences,
ed. Davıd L. Silis, The Macmülan Company, America 1968, X,578; Bolle, X,264;
Slok, X, 185.
[6] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 146; Can, s. 2;
Bolle, X, 268; Graeve, F. De, "Myth, Lıterary", New
Cathohc Encyclopedıa, The Catholıc University of America, Washington 1981, X, 182.
[7] Can, s. 2.
[8] Bratton, Fred Gladstone, Yakın Doğu Mitolojisi, çev.
Nejat Muallimoğlu, İFAV Yay., İstanbul 1995, s. 21; Graeve, X, 182; Ayrıca bk.
Tumer, WıctorW.,X, 577-578.
[11] Bratton, s. 22; Kılıç, Sadık, Mitoloji Kitab-ı
Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, Nil Yay, İzmir 1993, s. 50; Eliade, Mircea,
"Modern Dünyanın Mitleri", çev. Sadık Kılıç, Dergah, 1993/38, s. 16;
Ayrıca bk. Malinowski, B., Boyu, Bilim ve Din, Kabalcı Yay, İstanbul 1990, s.
84-85.
[12] Mc Kenzıe, John L, Myths and Realıtıes: Studıes in
Bıblıcal Theology, The Bruce Pubhshmg Company, USA 1963, s. 182-183; Bratton,
s. 22; Slok, X, 188; Graeve; X, 182.
[13] Brauon, s. 22; Ayrıca bk. Bolle, X, 269.
[14] Rosenberg, Donna, Dünya Mitolojisi, çev. Komisyon,
imge Kitabevi, Ankara 1998, s. 21; Tumer, VVıctor W, X,578-579; Bolle, X, 270.
[15] Can, s. 3; Ayrıca bk. Özkan, Ali Rafet, "Din -
Mitoloji ilişkisi", EKEV Akademi Dergisi, 2002/11, s. 12.
[17] Rosenberg, s. 9.
[18] Bk. Can, s. 3.
[19] Eliade, Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu,
çev. Mehmet Aydın, Din Bilimleri Yay. Konya 1995, s. 83.
[21] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 155.
[22] Ertuğrul, Gülden, Aldous Huxley'in Ütopik Dünyası,
Ata.Ü. Yay, Erzurum 1977, s. 1; Kılıç, Mitoloji Kıtab-ı Mukaddes veKur'an-ı
Kerim, s. 64.
[23] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
64-66.
[24] Bultmann, Rudolf, Jesus Christ and Mythology, Charles
Scrıbner's Sons, New York 1958, s. 19; Ayrıca bk. Rosenberg, s. 13.
[25] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 27, 32-33; a.mlf.,
Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyona, s. 86; Ayrıca bk. Kramer, Sainuel Noah,
Sümer Mitolojisi, çev. Hamide Koyukan, Kabalcı Yay, İstanbul 1999, s.
66-67,86; Bolle, X,261,264-265,267.
[26] Bratton, s. 19; Bianchi, Ugo, Dinler Tarihi
-Araştırma Yöntemleri-, çev. Mustafa Ünal, Geçit Yay, Kayseri 1999, s. 90-91;
Can, s. 5.
[27] Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, s. 86;
Slok, X, 187.
[28] Rosenberg, s. 13; Can, s. 10; Seyidoglu, s. 6; Slok,
X, 187.
[29] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 17; Turner, Wıctor W,
X,576; Ayrıca bk. Kramer, s. 131-132; Can, s. 10-11,
[30] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 18; Rosenberg, s. 13;
Turner, Wıctor W., X,578.
[31] Buhmann, Jesus, s. 19; Rosenberg, s. 14; Turner,
Wıctor W, X,576; Bolle, X,268; Özkan, 13.
[32] Buhmann, Jesus, s. 19; Mc Kenzıe, s. 184; Rosenberg,
s. 14; Tillich, Paul, İmanın Dinamikleri, çev. Fahrullah Terkan - Salih Özer,
Ankara Okulu Yay., Ankara 2000, s. 50.
[34] Tillich, s. 51; Slok, X, 187; Ayrıca bk. Strauss,
Claude Levî, Myth and Mearıing, Schocken Books, New York 1979, s. 32-33.
[35] Bultmann, Jesus, s. 20; Slok, 187-188.
[36] Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, s. 83;
Malinowski, s. 87; Mc Kenzıe, s. 185,188; Bianchi, s. 110; Turner, Wıctor W.,
X,578; Jaspers, s. 16-17.
[37] Mc Kenzıe, s. 183; Bratton, s. 26.
[39] Bratton, s. 20; Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve
Kur'an-ı Kerim, s. 50-51; Turner, Wıctor W, X, 577; Mitoloji ve tarih konusunda
geniş bilgi için bk. Strauss, s. 38 vd.; Ricoeur, Paul, "Myth and
History" The Encyclopedia of Religion, ed. Mircea Eliade, Macmıllan
Publıshıng Company, New York 1987, X, 273-282.
[40] Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fon ksiyonu, s. 83;
a.mlf, Mitlerin Özellikleri, s. 9.
[41] Bratton, s. 20.
[42] Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, s. 84;
Rosenberg, s. 9; Can, s. 1.
[43] Rosenberg, s. 14.
[44] Eliade, Mitlerin Özelikleri, s. 13; Seyidoğlu, s. 4-5;
Turner, Wıctor W, X,578; Bolle, X, 262; Slok, K.185.
[45] Can, s. 2.
[46] Bk. Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 9-10,13; a.mif.,
Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, s. 83; Rosenberg, s. 21.
[48] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
61-62.
[49] Strauss, s. 40; Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve
Kur'an-ı Kerim, s. 53.
[50] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
58-60.
[51] Slrauss, s. 40; Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve
Kur'an-ı Kerim, s. 63.
[52] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 10; Rosenberg, s. 14;
Bratton, s. 20; Bolle, X, 262; Özkan, 13-14.
[53] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 24; Rosenberg, s. 13;
Bratton, s. 20.
[56] Eliade, Millerin Özellikleri, s. 24.
[57] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
83.
[58] Kaya, Korhan, Hint Mitolojisi Sözlüğü, imge Kitabevi,
Ank s. 16; Slok, X, 185,188; Ayrıca bk. Rosenberg, s. 13-14.
[59] Tümer, Günay - Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak
Yay., Ankara 1988, s. 120; İbn Şerif, Mahmud, el-Edyan fi’l-Kur'an, Şirketu
Matbaati Ukaz, Cidde 1984, s. 135-136.
[60] Tümer - Küçük, s. 120; Tanyu, Hikmet,
"Yahudiliğin Kutsal Kitapları ve Esasları, İlmi İnceleme ve Tenkidi",
Ankara Ü.İ.F.D., Cilt XIV, 1966, s. 100-103; Dobschütz, E. Von, "Bıble ın
the Church", Encyclopedia of Religion and Ethics, ed. James Hastıngs,
M.A., D. D. Morrison and Gıbb Limited, New York 1935, 11, 580.
[61] Tümer - Küçük, s. 121; Felidon, Challeye, Dinler
Tarihi, çev. Samih Tiryakioğlu, ts., ys., s.124; Dobschütz, a.y; Tanyu, a.y.
[62] Tesniye, 31/24-26; Ayrıca bk. Tensiye, 31/9; Çıkış,
17/14; Sayılar, 33/2.
[63] Tümer - Küçük, s. 126.
[64] Bk. Tevbe: 9/30.
[65] Spinoza, Risale fi'l-Lahut ve's-Siyase, çev. Hasan
Hanefi, Daru Vehdan, Kahire, ıs., s. 218; Tümer-Küçük, s. 126-127; Atalay,
Orhan, Doğu - Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Yay., İstanbul 1999, s. 289.
[66] es- Seka, Ahmed, Nakdu't-Tevrat, Kahire, 1396/1976, s.
11; Gündüz, Şinasi, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı,
Muhteva ve Kaynak Açısından Torak Kıssaları", Kur'an Kıssalarının Anlam ve
Değeri, IV Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara 1998, s. 50; Dobschütz, II.
580-581.
[67] Tümer - Küçük, s. 127; Gündüz, "Kur'an
Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi?..", s. 49-50.
[68] Duff, Archıbald, Htstory of Old Testament Crıtıcısm,
London 1910, s. 110; Adıvar, A. Adnan, Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi
Kitabevi, İstanbul 1987, s. 376; Felicion, s. 125; Kuzgun, Şaban, Dört İncil
Farklılıkları ve Çelişkileri, Ertem Matbaa Ltd., İstanbul 1990, s. 104; Ayrıca
bk. Dobschütz, II, 594.
[69] Spinoza, s. 209; Duff, s. 104; Felicion, s. 124; Adıvar,
s. 156; Kılıç, Sadık, "Nesnellikle Öznellik Arasında Yorum", İslami
Araştırmalar, Cilt, IX, 1996/1-4, s. 104.
[70] Kuzgun, 112; Strachan. J., "Crıtıcısm (Old
Test.)"mad., Encyclopedia of Religion and Ethics, ed. James Hasüngs, M.A.,
D.D., Morrıson and Gıbb Umıted, New York 1935, IV, 316-317.
[72] Felicion, a.y,
[73] Tümer - Küçük, 5. 126; Süheyl Rayb, et-Tevrat
beyne'l-Veseniyye ve 'l-Tevh'id, Daru'n-Nefais, Beyrut 1405/1985, s. 9;
Bucaille, Maurice, Kitab'i Mukaddes, Kur'an ve Bilim, çev. Suat Yıldırım,
T.Ö.V. Yay., İzmir, ts., s. 19.
[74] Süheyl Rayb, s. 23; Felicion, s. 123; Atalay, s. 292.
[75] Kuzgun, s. 108-109; Strachan, IV, 315; Ayrıca
bk. Şarkavi, Muhammed Abdullah, Fi Mukareneti'l-Edyan, Daru'l-Hidaye, Mısır
1406/1986, s- 75; Bucaille, s. 76-77.
[76] Tesniye, 34/5-8.
[77] Bk. Adıvar, s.378; Tümer - Küçük, s. 127; Adam, Baki,
Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Seba Yay, Ankara 1997, s.76; Aydın, Mehmet S.,
"Rasyonel Düşünce ve İslam Modernizmi", I. İslam Düşüncesi Sempozyumu,
Beyan Yay., İstanbul 1995, s. 151.
[78] Tümer - Küçük, s. 127; Ayrıca bk. Bucaille, s. 24.
[79] Tekvin, 7/4,12,17,24; 8/2-3.
[80] Felicion, s. 125; Tümer - Küçük, a.y.
[81] II.Samuel, 24/1-6; I. Tarihler, 21/1-7; Ayrıca bk.
Tümer - Küçük, s. 127.
[82] Tekvin, 11/10-26; Aynca bk. Seka, s. 127-128, Atalay
s. 293. Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi?..", s.
47-48.
[83] Barnabas İncili, İngilizceden çev. M. Yıldız, Kültür -
Basın Birliği Yay., İstanbul, ts., s. 120-121.
[84] Bakara: 2/75 Ayrıca bk. Nisa: 4/46; Maide: 5/13,41.
[85] Bk. Zemahşeri, Mahmud b. Ömer, d-Kesşaf an Hakaiki
Ğavamidi't-Tenzil, Neşru'l-Belaga, Kum 1992,1, 156; Ibn Kesir, Ebu'l-Fida İsmail,
Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, thk. Muhammed İbrahim el-Benna - Muhammed Ahmed Aşur
- Abdulaziz Canim, Daru Kahraman, İstanbul 1984, 1, 164-165; Tabatabai,
Muhammed Huseyn, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, Muessesetu'n-Neşri'l-İslami, Kum
1996, I, 213-214; Atalay, s. 291.
[86] Aydın, Mehmet, Hristiyan Kaynaklarına Göre
Hristiyanlık, T.D.V. Yay, Ankara 1995, s. 84; Tümer- Küçük, s. 152; Kuzgun, s.
117.
[87] Tümer - Küçük, a.y.
[88] Kuzgun, s. 120.
[89] Maide: 5/46 Ayrıca bk. Al-i İmran: 3/48; Hadid: 57/27.
[91] Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s.
81.
[92] Jakob, Xavier, İncil Nedir, Tarihi Gerçekler, Ankara
1985, s. 10; Kuzgun, s. 119.
[93] Clark, Deniş, Siretu'l-Mesih ve Tealimuh, Kahire, ts.,
s. 11'den naklen, Kuzgun, s. 119; Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre
Hristiyanlık, s. 81,85-87; Felicion, s. 208.
[94] Luka, 1/1-3.
[95] Tümer - Küçük, s. 153-154; İbn Şerif, Mahmud, s.
78-85; Ayrıca bk. Dobschütz, II, 580.
[96] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s,
85.
[97] Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s.
87-88,92; Tümer - Küçük, s. 153.
[98] Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s.
90,92; Tümer Küçük, s. 153.
[99] Felicion, s. 180; Kuzgun, s. 116; Ayrıca bk. Aydın,
Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s. 81.
[100] Kuzgun, s. 177.
[101] Kuzgun, s. 178-179.
[102] Kautsky, Karl, Foundations of Christiantiy.
International Publishers, New York 1925, s. 31; Atalay, s. 332; Ayrıca bk.
Dobschütz, II, 594.
[103] Kuzgun, s. 176; Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre
Hristiyanlık, s. 84; Dobschütz, II, 584.
[104] Kuzgun, a.y.; İncilin diğer dillere çevirisi hakkında
geniş bilgi için bk. Dobschütz, II,584vd.
[105] Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s.
83; Dobschütz, 11,581.
[106] Kuzgun, s. 98; Dobschütz, a.y.
[107] Felicion, 124,180; Kuzgun, s. 98; Aydın, Hristiyan
Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s. 84
[108] Kuzgun, s. 98. llOBucaille, s. 44.
[109] Yuhanna, 3/22-26; 4/1-3.
[110] Matta, 4/12-17.
[111] Markos, 1/14-15.
[112] Mana, 16/18-19.
[113] Matta, 16/23.
[114] Matta, 13/54-58.
[115] Markos, 6/4.
[116] Yuhanna, 4/3,43-45.
[117] Ayrıca bk. Matta, 1/16, 3/4. 9/14, 11/18; Markos, 1/6,
2/18; Luka, 3/23.
[118] Bucaılle, s. 79; Kuzgun, s. 105.
[119] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 154.
[121] Graeve, s. 184.
[122] Eliade, Millerin Özellikleri, s. 153; Kılıç, Mitoloji
Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s. 70; Graeve, s. 185; Ayrıca Yahudilik ve
Hristiyanlık'ta bulunan mitolojik unsurlar konusunda geniş bilgi için bk.
Hooke, Samuel Henry, Ortadoğu Mitolojisi Mezopotamya Mısır Filistin Hitit
Musevi Hristiyan Mitosları, çev. Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, İstanbul 1993,
s. 191-217.
[123] Gnostisizm: Hristiyan öğretiyi, eski Doğu dinleriyle,
Platon ve Yeni - Platonculuk'la kaynaştıran felsefi ekol. Bk. Taylan, Necip,
"Gnostisizm" mad.. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risaie Yay,
istanbul 1990, II, 111; Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yay, Ankara 1996,
s. 231.
[124] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 158; Graeve, s. 184;
Ayrıca bk. Gündüz, "Kafan Kıssalarının Kaynağı Fski Ahit mi?..", s.
74.
[125] Eliade, Mitlerin Özelliklen, s. 158.
[126] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 159-160; Kılıç,
Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s. 71.
[127] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 159; Ayrıca bk.
Bolle, s. 268.
[128] Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 160; Graeve, s. 185.
[129] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
72.
[130] Bk. Bianchi, 132.
[131] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s,
72.
[132] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
73.
[133] Eliade, Mitlerin özellikleri, s. 156.
[134] Elîade, Mitlerin Özellileri, s. 161.
[135] Hegel, Wılhelm Fredrıch Georg, The Philosophy of
History, Dover Pubhcatıons, New York 1956, s. 412.
[137] Dobschütz, a.y.; Aynca bk. Dilthey, s. 96.
[138] Bucaille, s. 17; Topçu, Nurettin, Yarınki Türkiye,
Yağmur Yay, İstanbul 1961, s. 26; Aktay, Yasin, "Kur'an Yorumlarının
Hermenötik Bağlamı", İstemi Araştırmalar, Cilt 9, 1996/1-4, s. 81; Aynca
bk. Türk-doğan, Orhan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi,
M.E.B. Yay, İstanbul 1989, s. 83-84.
[139] Hegel, s. 417; Aktay, a.y.
[140] Gadamer, "Hermeneutik" Hermeneutik üzerine
Yazılar, çev. ve der. Doğan Özlem, Ankara 1995, s. 13.
[141] Dobschütz, II, 597.
[142] Göka, Erol - Topçuoğlu, Abdullah - Aktay, Yasin, Önce
Söz Vardı, Vadi Yay., Ankara 1996, s. 27.
[143] Gadamer, s. 14; Dobschütz, 11, 596; Aktay, s. 79.
[144] Duff, s. 101.
[145] Duff, s. 84.
[146] Duff, s. 101; Strachan, IV, 314-315.
[147] Duff, s. 103.
[148] Dufi, s. 103; Adıvar, s. 156; Kuzgun, s. 103
[149] Spinoza, s. 187; Duff, s. 102.
[150] Spinoza, s. 221; Duff, s. 103.
[151] Adıvar, s. 155-156.
[152] Adıvar, a.y.; Felidon, s. 124; Atalay, s. 293-
[153] Duff, s. 105.
[154] Paçacı, Mehmet, "Kur'an ve Ben Ne Kadar
Tarihseliz?", İslami Araştırmalar. 1996/1-4. s. 120; Ayrıca bk. Dilthey,
s. 99; Dobschütz, s. 5944.
[155] Rıtschl, Dıetrıch, "Johann Salomo Semler; The
Rise ofthe Historicall -Critical Method in Bighteenth - Century Theology on the
Continent", Introductıon to Modemıty (A Symposium on Eighteenth - Centuıry
Thought), ed. Robert Molknauer, University of Texas Press, Texıas 1965, s.
123-124,128.
[156] Bulaç, Ali, "Kur'an'ı Okuma Biçimi Olarak
Hcrmenötik", İslami Araştırmalar, Cilt 9, 1996/1-4, s. 118.
[158] Dobschütz, 11,591.
[159] Kılıç, "Nesnellikle Öznellik Arasında
Yorum", s. 104; Dobschütz, II, 594.
[160] Binder, Leonard, Liberal İslam, çev. Yusuf Kaplan, Rey
Yay., Kayseri 1996. s. 314.
[161] Adıvar.s. 268-269.
[163] Bulaç, s. 117.
[164] Berger, Peler L., Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali
Coşkun, İnsan Yay., İstanbul 1993; Gadamer, "Hermeneuük", s. 17.
[165] Tillich, s. 52.
[166] Bultmann, Jesus, s. 15, 36-37.
[167] Bultmann, Jesus, s. 37.
[168] Bukmann, Jesus, s. 36-37.
[169] Bultmann, Jesus, s. 15.
[170] Bultmann, Jesus, s. 16.
[171] Tanrının Krallığı: Hıristiyanlıkta Tanrının Krallığı
fikri oldukça önemlidir, Hristiyan düşüncesine göre insanlığın kurtuluşu için
yeryüzüne gelen Mesih, semaya yükselip orada krallığını başlatmıştır.
İnsanlığın kurtuluşunu tamamlayacağı ikinci gelişinde ise bu krallığını
yeryüzüne yayacak ve kötülüğe ve inançsızlığa son verecektir (Gündüz, Şinasi,
Din ve inanç Sözlüğü, Vadi Yay., Ankara 1998, s. 359).
[172] Bultmann, Jesus, s. 16.
[173] Markos, 9/1; Ayrıca bk. Bultmann, Jesus, s. 14;
Eliade. Mitlerin özellikleri, s. 166.
[174] Bultmann, Jesus, s. 14,30,32.
[175] Mesih Günü ve Tanrının Krallığı ile ilgili bk.
Korintoslulara, 6/2, 15/24; Filipililere, 1/11; Galatyalılara, 4/4.
[176] Bultmann, Jesus, s. 13,33; Ayrıca bk. Eliade, Mitlerin
Özellikleri, s. 65.
[177] Bultmann, Jesus, s. 14.
[178] Bultmann, Jesus, s. 32.
[179] Bultmann, Jesus, s. 33.
[180] Bultmann, Jesus, s. 34.
[181] Bultmann, Jesus, s. 44.
[182] Bultmann, Jesus, s. 43.
[183] Bultmann, Jesus, s. 38.
[184] Bultmann. Jesus, s. 36.
[185] Bultmann, Jesus. s. 36.
[186] Bultmann, Jesus, s. 36.
[187] Bultmann, Jesus, s. 36.
[188] Bultmann'ın görüşlerinin eleştirisi için bk.
Schnıewmd, Juhus, "A Reply to Bultmann", Kerygma and Myth -a
Theological Debate-, ed. Hans Werner Bartsch, Harper Torchbooks Press, New York
1961 içinde, s. 45-101; Schumann, Fnednch K., "Can the Event of Jesus
Chirst be Demythologized'', aynı eser içinde, s. 175-190; Ayrıca, Bultmann'ın
cevapları için bk. Bultmann, "The Case For Demytholo-gization -A Reply by
Rudoij Bultmann-", Karl Jaspers - Rudolf Bultmann, Myth and Chrtstıamty
-An inauiry into the Possibility of Reli-gion ;Without Myth, The Noonday Press,
New York 1958 içinde, s. 57-71.
[189] Bultmann, Jesus, s. 54.
[190] Bultmann, Jesus, s. 45; Graeve, s. 185.
[191] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
95; Ayrıca bk. Özcan, Zeki, Jeolojik Hermenöük, Alfa Yay., İstanbul 1998, s.
45.
[192] Bultmann, Jesus, s. 18.
[193] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-t Kerim, s.
96; Ayrıca bk. Tillich, s. 52.
[194] Bk. Bultmann, Jesus, s. 20.
[195] Eliade, Mitlerin Özelliklen, s. 153.
[196] Aktay, s. 92.
[197] Bultmann, Jesus, s. 15; Tillich, s. 52; Aktay, s. 92;
Hartman, L.F, "Myth And Mythology (in the Bıble)" mad, New Calhohc
Encyclopedıa, The Cathohc University of America, Washington 1981, X, 189.
[198] Bultmann, Jesus, s. 15.
[199] Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit
mi?..", s. 60.
[200] Tillich, s. 51-52.
[201] Graeve, s. 185.
[202] Tillich, s. 53.
[203] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
103.
[204] Berger, s. 242, ayrıca 165-169; Ayrıca bk. Harvey, Van
A., "Hermeneutıcs" mad., The Encyclopedia of Religion, ed. Mircea
Eliade, Macmıllan Pubhshıng Company, New York 1987, IX, 280-281.
[205] Aydın, Mehmet S., "Allah'ın Varlığına İnanmanın
Akliliği", İslami Araştırmalar, 1986/2, s. 14.
[206] Berger, s. 169.
[207] Bralton, s. 52-55; Adem'in Kilab-ı Mukaddes'te yer
alan biçimi için bk. Tekvin, 3,4; Adem ve Havva ile ilgili farklı bilgiler için
bk. Campbell, Joseph, İlkel Mitoloji, çev. Kudret Emîroğlu, İmge Kitabeyi,
Ankara 1995, s. 109-111; Seyidogîu, s. 21; Ayrıca, Adapa efsanesi ile ilgili
bk. Hooke, 59-60.
[208] Bratton,s. 28.
[209] Bratton. s. 29.
[210] Bratton, s. 28.
[211] Tekvin, 6/1-2.
[212] Tekvin, 6-4.
[213] Tekvin, 6/6-8.
[214] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
87-89; Ayrıca, Tufan'la ilgili farklı yaklaşımlar için bk. Eliade, Millerin
Özellikleri, s. 57-58; Rosenberg, s. 15; Bratton, s. 21,28,45; Kramer, 173-174;
Tülich, s. 52; Can, s. 16-17.
[215] Kılıç, Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s.
77.
[216] Bratton, s. 113,118.
[217] Kramer, s.8,61-62; Bratton, s. 68.
[218] Bratton, s. 84-87.
[219] Bratton, s. 48; Kramer, s. 8.
[220] Bratton, s. 140.
[221] Bk. Hartman, s. 189.
[222] Hooke, s. 198.
[223] Kasas: 28/11.
[224] Kehf: 18/64.
[225] Kehf: 18/13.
[226] Yusuf: 12/5.
[227] Aynı anlam için ayrıca bk. En'am: 6/130; Araf:
7/35,101,176; Hud: 11/20, 100; Yusuf: 12/3; Taha: 20/99; Kasas: 28/25; Mü'min:
40/78.
[228] İsfehani, Ragıb, Müfredata Elfazi't-Kur'an, dik.
Safvan Adnan Davudi, Daru'ş-Şamiyye, Beyrut 1992, s. 671-672; Zemahşeri,
Mahmud b. Ömer, Esasu'l-Belağa, Daru Sadır, Beyrut 1992, s. 510; İbn Manzur,
Ebu'l-Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mukrim, Lisanu'l-Arab, Daru Sadır, Beyrut
1968, VII, 73-77; ez-Zebidi, Muhibbuddin Murtada b. Muhammed, Tacu'l-Arus min
Cevahiri'l-Kamus, Daru Libya, Bingazi, ts., IV, 431-433; el-Adevi, Muhmmed Hayr
Mahmud, Mealimu'l-Kıssafi'l-Kur'ani'l-Kerim, Dam'l-Adevi, Ürdün 1988, s. 29;
Abdi Rabbih, es-Seyyid Abdu'l-Hafiz, Buhus fi Kasasi'l-Kur'an,
Daru'l-Kutubi'l-Lubnani, Beyrut 1972, s. 40-43; Şengûl, İdris, Kur'an Kıssaları
Üzerine, Işık Yay., İzmir 1994, s. 43-45.
[229] bk. El-Adevi, 5. 33; Abdi Rabbih, s. 44-48; Yıldırım,
Suat, "Kur'an-ı Kerimde Kıssalar", Atatürk Ü. İslami İlimler Fak.
Dergisi, 1979/3, s. 38; Kılıç, Sadık, "Tarih Felsefesi Açısından
Kıssalar", I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Yay., Ankara 1994, s. 88-89;
Görgün, Tahsin, "Kur'an Kıssaları'nın Nefiği (Mahiyeti) Üzerine",
Kur'an Kıssalarının Anlam ve Değeri, IV. Kur'an Sempozyumu, Fecr Yay, Ankara
1998, s.29; Şengül, İdris, "Kur'an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların
Önemi", I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Yay., Ankara 1994, s. 134-135:
Macdonald, D.B., "Kıssa", İslam Ansiklopedisi, MEB. Yay, İstanbul
1977, VT,771:
[230] Yıldırım, s. 38; Kılıç, "Tarifi Felsefesi
Açısından Kıssalar", s. 89.
[231] Ek. Şengül, Kur'an Kıssaları Düetine, s. 72-76;
Görgün, s. 29-30.
[232] Nahl: 16/75-76 Ayrıca bk. Bakara: 2/17-20; Nahl:
16/112; Zümer: 39/29.
[233] Ankebut: 29/43
[234] Hicazi, Muhammed Mahmud, el-Vahdetu'l-Mevduiyye fi'l-Kur'ani'i-Kerim,
Daru'l-Kutubıl-Hadise, Kahire 1970, s. 284; Abdi Rabbih, s. 28-29; Şengül, Ku’ran
Kıssaları Üzerine, 63-64; Ayrıca, kıssaların insanlık tarihindeki yeri ve
nasıl doğduğu ile ilgili bk. Abdi Rabbih, s. 23-27.
[235] Abdi Rabbih, s. 29-30.
[236] Hicazi, s. 285, Şengül, Kur'an Kıssaları Üzerine, s.
64-65.
[237] Renan, Ernest, "İslamlık ve Bilim", Nutuklar
ve Konferanslar, çev. Ziya İshan, Sakarya Basımevi, Ankara 1946 içinde, s. 186;
Ayrıca bk. Turner, Bryan S., Max Weber ve İslam, çev. Yasin Aktay, Ankara 1991,
s. 196; Arnaldez, Roger, "Fransız Kültüründe Muhammed Peygamber'in
Tasviri", çev. Mehmet Demirci - Mehmet Şeker, Uluslar arası Birinci İslam
Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Ü. Yay, İzmir 1985, s. 71-75.
[238] Bk. Fazlur Rahman, İslam, çev. Mehmet Dag - Mehmet
Aydın, Selçuk Yay., Ankara 1993, s. 299; Hourani, Albert, Çağdaş Arap Düşüncesi,
çev. Latif Boyacı - Hüseyin Yılmaz, İnsan Yay., İstanbul 1994; Kudsı Zadeh, A.
Albert, "İslamıc Reform m Egypt: Some Observatıons on The Role
ofAfghani", The Müslim World, Wol. LXI, 1971/1, s. 10; Ayrıca benzer bir
yaklaşım için bk. Turner, Bryan S., Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, çev Ahmet
Demirhan, İnsan Yay, İstanbul 1991, s. 21.
[239] Watt, VVilliam Morıtgomery, İslami Hareketler ve
Modernlik, çev. Turan Koç, İz Yay., İstanbul 1997, s. 127.
[240] Bk. Watt, William Montgomery, İslami Hareketler ve
Modernlik, çev. Turan Koç, İz Yay., İstanbul 1997, s. 127. Watt, William Montgomery,
Kur'an'a Giriş, çev. Süleyman Kalkan, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000, s.
55-71; a.mlf, "Batılı ilim Adamlarının Kur'an'a Yahia-şırtdan", çev.
Selahattin Eroğlu, Uluslar arası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz
Eylül Ü. Yay., İzmir 1985, s. 32-35; Paret, Rudi, Kur'an Üzerine Makaleler,
çev. Ömer Özsoy, Bilgi Vakfı Yay., Ankara 1995V s. 54-55,70-71,97; el-Behiy,
Muhammed, İslam'ı Düşüncede Oryantalist Etki, çev. İbrahim Sarmış, Ekin Yay.,
İstanbul 1996, s. 33; Arnaldez, s. 62 vd.; Aydın, "Rasyond Düşünce ve İslam
Modernizmi", s. 150-151.
[241] Baljon, J.M.S., Kur'an Yorumunda Çağdaş Yönelimler,
çev. Şaban Ab Düzgün, Fecr Yay., Ankara 1994, s. 152; Kırca, Celal, Kur'an-ı
Kerim'de Fen Bilimleri, İstanbul 1994, s. 76.
[242] Bu ve benzeri argümanlar için sözgelimi bk. Watt, Kur'an'a
Giriş, 55-71; a.mlf., İslami Hareketler ve Modernlik, 127; Arnaldez, s. 62 vd.
[243] Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit
mi?..", s. 41.
[244] Nahl: 16/1.03
[245] bk. et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir,
Cami’u'l-Beyan an Te'vili'l-Kur'an, Mektebetu Mustafa Babi'î-Halebi, Mısır
1954, XIV, 177-179; Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 635; Razi, Fahreddin, Tefsiru'l-Kebir,
Mektebetu.Abdurrahman Muhammed, Mısır, Es., XX, 117-119; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim,
IV,523-524; Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, Eser
Neşriyat, İstanbul 1982, V,3126-3127; Tabarabai, Xll,347-348.
[246] Halefullah, Muhammed Ahmed, el-Fennu'l-Kasasi
fı'l-Kur'ani'l-Kerim, Mektebetu Anciu el-Mısriyye, Kahire 1972, s. 227; krş.
Nakre, Tuhami, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fı'l-Kur'an, eş-Şirketu't-Tünusiyye li't-Tevzi',
Tunus 1974, s. 64 vd.; el-Adevi, s. 101-106.
[247] Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit
mi?..", s. 43.
[248] Bu ve benzeri argümanlar için sözgelimi bk. Watt, Kur'an'a
Giriş, 55-71; a.mlf., İslami Hareketler ve Modernlik, s. 126-129; Nakre,
Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, 61 vd.; el-Adevi, s. 91 vd., 97 vd.; Abbas,
Fadl Hasan, Kadaya Kur'aniyye fi'l-Mevsuati'l-Britaniyye, Ürdün 1989, s. 60
vd.; Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi?,.", s. 43-44.
[249] bk. Bakara: 2/59,75; Nisa: 4/46; Maide: 5/13,41; Araf:
7/162.
[250] Kıyamet: 75/16-17
[251] Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, es-Sahih,
nşr. Mustafa Dibe'l-Buga, Daru İbn Kesir, Beyrut 1990, Tefsir, Sure 75, 1-2;
Müslim b. Haccac, Ebu'l-Huseyn, Sahih, nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki, Daru
İhyai't-Turasi'l-Arabi, Beyrut 1972, Salat, 148; ez-Zerkani, Muhammed
Abdu'l-Azim, Menahilu'l-İrfan Fi Ulumi'l-Kur'an, Daru'l-Kutubi'l-Hmiyye, Beyrut
1988,1, 241.
[252] Zerkani, 1, 242-243; Subhi Salih, Mebahis Fi
Ulumi'l-Kur'an, Mektebetu Dersaadet, İstanbul, ts., s. 66.
[253] Subhi Salih, s. 65-68; Hamidullah, Muhammed, Kur'an-ı
Kerim Tarihi, çev. Salih Tug, İFAV Yay., İstanbul 1993, s. 44; Eroğlu, Ali,
Kur'an Tarihi ve Kur'an tümleri Üzerine, Ekev Yay, Erzurum 2002, s. 106-107.
[254] İbn Hanbel, Ahmed b. Muhammed, Musned, Daru Sadır,
Beyrut ts..1,57.
[255] Zerkani, s. 246-247; Subhi Salih, 5. 69-73;
Hamidullah, s. 41-43; Eroğlu, s. 99 vd.
[256] Müslim, Zühd, 16.
[257] Bk. Buhari, Fedailu'l-Kur'an, 7; Müslim,
Fedailu's-Sahabe, 98-99; İbn Mace, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid, Sünen, nşr.
Muhammed Fuad Abdulbaki, Daru İhyaft-Turasi'l-Arabiyye, Beyrut 1975, Cenaiz,
64; Siyam, 58; İbn Hanbel, I, 231,276,363; Hamidullah, s. 42-43; Eroglu,
100-101.
[258] Çetin, Abdurrahman, Kur'an İlimleri ve Kur'an-ı Kerim
Tarihi, İstanbul 1982, s. 92; Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İFAV Yay.,
İstanbul 1996, s. 229.
[259] Zerkani, 1,248-249, Subhi Salih, s. 73; Kılıç,
Mitoloji Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerim, s. 123-125; Demirci, s. 228-229.
[260] Ez-Zerkeşî, Bedruddin Muhammed b. Abdillah, el-Burhan
fi Ulumi'l-Kur’an, thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, Mektebetu'l-Asriyye.
Beyrut 1972,1,233-234; Zerkani, 1,252; Subhi Salih, s. 74 vd.: Hamidullah, s.
45 vd.
[261] Zerkeşi, 1, 235-236; Zerkani, 1,255-256; Subhi Salih,
s.
[262] Bulaç, 116; Ayrıca bk. Esack, Farıd, "Qur'anıc
Hermeneutıcs: Pmbkms and Pıvspects," The Müslim World, Vol. LXXXIII,
1993/2, s. 118.
[263] bk. Tekvin, 6-11; Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, s.
175-176; Eroğlu, s. 230; Gündüz, ''Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit
mi?..", s. 54; Ayrıca, Kur'an-ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes'te bulunan
kıssalar arasındaki farklılıklar için bk. Nakre, Saykuluciyyetu'l-Ktssa
fı'l-Kur'an, s. 99-110; Abbas, s. 66-67.
[264] Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fı'l-Kur'an, 69,209-212;
Abbas, s. 68 vd.; Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit
mi?..", s. 53-56.
[265] Abbas, s. 61; Gündüz, "Kur'an Kıssalarının
Kaynağı Eski Ahit mi?..", s. 75.
[266] Watt, Hazreti Muhammed'in Mekkesi, çev. Mehmet Akif
Ersin, Bilgi Vakfı Yay., Ankara 1995, s. 12; Benzer bilgi için ayrıca bk. a.mlf.,
İslami Hareketler ve Modernlik, s. 127; Benzer bir yaklaşım için bk. Paret, s.
54-55,70-71,97.
[267] Sözgelimi bk. Bakara: 2/243,246,258; Fecr: 89/6; Fil:
105/1.
[268] bk. Halefullah, s. 233.
[269] Fecr: 89/6
[270] Razi, XXXI,165-166.
[271] Halefullah, s. 233.
[272] Yusuf: 12/31
[273] Zemahşeri, el-Keşşaf, IV,46.
[274] Halefullah'ın eserinin Türkçe çevirisinde, Yusuf
suresinde geçen,
"Kadın, kadınların suçlamalarını duyunca, onlara davetiye gönderdi
ve onlara bir ziyafet hazırladı ve her birine bir bıçak verdi (Yusuf'a);
'karşılarına çık!' dedi. Kadınlar onu görünce, onu yüce buldular ve ellerini
dogradılar. 'Allah esirgesin! Bu insan değil, ancak yüce bir melektir'
dedilır." (Yusuf, 12/31) ayetinin
tümü aktarılmakta ve hemen sonrasında da Zemahşeri'nin "işte bu kurgusal
bir benzetmedir" ifadesine yer verilmektedir. Dolayısıyla okuyucunun,
kurgusal benzetmenin ayetin bütünü için geçerli olduğunu, sözgelimi, kadınların
Yusuf'u (a.s.) görmesinin ve ellerini kesmelerinin de buna dahil oidugunu
düşünmesine yol açmaktadır. Oysaki Zemahşeri'nin söz konusu ettiği ve
Halefullah'ın alıntıladığı kısım, kadınlara ait olan "Bu beşer değil,
ancak bir melektir" ifadesidir. Ayetin geriye kalan kısmı söz konusu
edilmemekle ve sadece bu kısım için, başka bir ifadeyle kadınların bu sözü
için; "Bu, kurgusal bir teşbihtir" (ve haza teşbihun tahyili)
ifadesine yer verilmektedir. Ayrıca Zemahşeri, bu ifadeyi Yusuf suresinin
ilgili kısmının tefsirinde değil, Saffat suresi, 65. ayet bağlamında Yusuf
süresindeki yukarıdaki kısmı örnek göstermekte ve bu örnek bağlamında 'kurgusal
teşbih' ifadesini kullanmaktadır. Yusuf suresinin ilgili kısmında ise öyle bir
ifadeye yer vermemektedir, bk. Muhammed Ahmed Halefullah, Kur'an'da Anlatım
Sanatı, çev. Şaban Karataş, Ankara Okulu Yay, Ankara 2002, s. 286.
[275] Bakara: 2/275
[276] Abduh, Muhammed - Rıza, Reşid, Tefsiru'l- Menar,
Mektebetu'l-Kahire, Mısır 1960, I, 399; Ayrıca bk. Ebu Zeyd, Nasr Hamid,
"Tarihte ve Günümüzde Kur'an Te'vili Sorunsalı", çev. Ömer Özsoy, İslami
Araştırmalar, 1996/1-4, s. 34.
[277] Halefullah, s. 253.
[278] Halefullah, s. 254.
[279] Halefullah, s. 260; Abduh'un benzer yaklaşımı için bk.
Ebu Zeyd, s. 34.
[280] Zemahşeri, d-Keşşaf, IY46.
[281] Bk. Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 466.
[282] Abduh - Rıza, 1, 399; Halefullah, s. 173.
[283] Bakara: 2/275
[284] Zemahşeri, el-Keşşaf, 1,320; Beydavi, Nasıruddin Ebu
Said Abdullah b. Ömer, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, Dersaadet Yay, İstanbul.
ts., 1, 142.; Abduh-Rıza, III,94-95; Kasımı, Muhammed Cemaluddin,
Mehasinu't-Te'vil, nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki, Daru İhyai'l-Kutubi'l-Arabi. Kahire
ts.n III, 701-702; Ayrıca, bu olayın ahiretle ilgili bir durum olduğu, faiz
yiyenlerin ahirette şeytan çarpmış gibi kalkacakları şeklindeki bir diğer görüş
için bk. İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, I, 482-483; Tabatabai, II,
411-414.
[285] Hud: 11/49 Ayrıca bk. Ali lmran: 3/44; Yusuf: 12/102.
[286] İbrahim: 14/4.
[287] Sözgelimi bk. En'am: 6/19; A'raf: 7/158; Enbiya:
21/107; Furkan: 25/1; Ahzab: 33/40; Sebe: 34/28; Sad: 38/87; Cum'a: 62/2-3.
[288] Abduh - Rıza, I, 399; Ayrıca bk. Halefullah, s. 173;
Ebu Zeyd, s. 34.
[289] Bakara: 2/30
[290] Bk. Bakara: 2/30-38.
[291] Abduh - Rıza, 1,263,269; Abduh, Muhammed,
Risaletu't-Tevhid, Mektebetu'l-Kahire, Mısır, 1379/1960, s. 88 vd.; Ebu Zeyd,
s. 34-35; Bu arada bir yanlış anlamayı da düzeltmemiz yerinde olacaktır: Nasr
Hamid Ebu Zeyd, Abduh'un;
"Hani Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım..." (Bakara, 2/30) ayetini müteşabihat kapsamına dahil
etmesinden hareketle, Abduh'un kıssaları müteşabihat çerçevesinde
değerlendirdiğini ifade etmektedir, (bk. Ebu Zeyd, s. 35.) Oysaki Abduh, bu
ayetin müteşabihattan olduğunu belirtmekte, ancak umumî, yani diğer kıssaları
kapsayıcı bir ifade kullanmamaktadır. Ebu Zeyd ise, Menar tefsirinde bu ayetin
yorumunun yer aldığı sayfayı referans göstererek, Abduh'un ayet için
kullandığı ifadeyi tüm kıssalar için söylemiş gibi göstermektedir. Ayrıca
Abduh'un bu görüşünün eleştirisi için bk. Zehebi, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir
ve'l-Mufessirun, Daru'l-Kalem, Beyrut 1987, II, 628-629.
[292] Bakara: 2/260.
[293] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Az'im, 1,466; Ayrıca
bk. Zemahşen, el-Keşşaf, 1,310.
[294] Abduh - Rıza, 111,55; Ebu Zeyd, s. 35.
[296] Abduh - Rıza, XI, 223-224,239; Abduh, Risaletut-Tevhid,
86,176.
[297] Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan'da İslam Modernizmi,
çev. Ahmet Küskün, Yöneliş Yay., İstanbul 1990, s. 57; Zobairi, R.H., "Sır
Syed Ahmad Khan's Interpretatıon of Müslim Socıety and his Reform Movement ın
the Indıan Context", İslamıc Culture, Vol. LVII, 1983/3, s, 179-180.
[298] Ahmed Han, Tahrir fi Usuli't-Tefsir’den çev. Muhammed Daud
Rahbar, (:"Sır Sayyıd Ahmad Khan's Pnncıples of Exegesıs II",) The
Muslım World, Vol. XLVI, 1956/4, s. 328-329.
[299] Aziz Ahmed, s. 60; Baljon, s. 48, (Ahmed Han, "Tarkim
fi Kıssati Eshabi'l-Kehf ve'r-Rakim" adlı risale, s. 10'dan naklen);
Ayrıca bu kıssa ile ilgili bk. Roberts, Nancy R, "A parable of Blessing:
The sıgnıfıcance and Message of the Qur'anic Account of 'The Compamıons of the
Cave", The Muslini World, Vol. LXXX1I1, 1993/3-4, s. 295-317.
[300] Ahmed Han, s. 329; Smith, Wilfred Cantwell, Modern İslam
ın Indıa, New Delhi 1979, s. 15,17; Daabla, Basheer A., "Müslim Pohtıcal
Thought iti Colomcal Indıa: A Comparatıve Study of Sır Sayyıd Ahmad Khan And
Mawlana Abu al-Kalam Azad", Îslamıc Culture, Vol. LXI, 1987/2, s. 29;
Zobairi, s. 176,178.
[301] Abduh ve Ahmed Han'ın görüşleri konusunda geniş bilgi
için bk.
[302] Halefullah'ın bu eserinin serüveni ile ilgili bk.
Menna'u'l-Kattan, Mebahisfı Ulumi'l-Kur'an, Muessesetu'r-Risale, Beyrut 1994,
s. 308-309; Ebu Zeyd, s. 36; Baljon, s. 19-20.
[303] Bk. Halefullah, s. 173; Karataş, Şaban, Muhammed Ahmed
Halefullah, Eserleri ve Kur'an Tefsiri ile ilgili Görüşleri (Basılmamış Doktora
Tezi), İstanbul 2002, s. 100.
[304] Emin Huli'nin Halefullah'ın kıssalar konusundaki
görüşlerini paylaştığını ima eden sözleri ve Halefullah'ın eseri konusundaki
düşünceleri için bk. Emin Huli'nin Halefullah'ın
'el-Fennu'l-Kasasifi'l-Kur'ani'l-Kerim' adlı eserine yazdığı sekiz sayfalık
önsöz.
[305] Halefullah'ın görüşlerinin eleştirisi için bk. Nakre,
Saykuluciyyetu'l-Kıssafi'l-Kur'an, s. 156 vd.; Şarkavi, İffet Muhammed,
el-Fikru'd-Dini fi Muvaceheti'l-Asr, Daru'l-Avde, Beyrut 1979, s. 312-321;
er-Rumi, Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman, Menhecu'l-Medrescti'l-Akliyyeti'l-Hadiseti
fi't-Tefsir, Muessesetu'r-Risale, Beyrut 1981, I, 445-449; Abdi Rabbih, s. 134-137,
215 vd..
[306] Halefullah, s. 29-30, 43-44,51.
[307] Halefullah, s. 39.
[308] Halefullah, s. 42.
[309] Halefullah, s. 46.
[310] Capra, Fritjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan
Yay., İstanbul 1992, s. 79,84,93; Rabinow, Paul - Sullivan, William,
"Yorumcu Yaklaşımın Doğuşu", Toplum Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım,
der. Paul Rabinow - William Sullivan, çev. Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul
1990, s. 2; Ayrıca bk. Türkdoğan, s. 129; Özemre, Ahmet Yüksel,
"Modernist Akım içinde Kur'an Tefsirleri", Bilgi ve Hikmet, 1995/11,
s. 139-140.
[311] Rabinow - Sullivan, s. 2; Cebeci, Lütfullah,
"Kur'an Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme", İslami Araştırmalar,
1987/3, s. 5; Özlem, Doğan, "Bilimsel Nesnellik ve Tarihsellik, Türkiye I.
Felsefe, Mantık, Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ülke Yay., İst. 1991, s.
99; Ayrıca bk. Türkdoğan, s. 260.
[312] Capra, s. 109; Türkdoğan, s. 35; Armağan, Mustafa,
Gelenek ve Modernlik Arasında, İnsan Yay., İstanbul 1995, s. 154.
[313] Özlem, s. 98.
[314] Giddens, Anthony, Modern/iğin Sonuçları, çev.. Ersin
Kuşdil, Ayrıntı Yay, İstanbul 1994, s. 41.
[315] Giddens, s. 42; Ayrıca bk. Lyotard, J.F, Postmodern
Durum, Vadi Yay, Ankara 1997, s. 12.
[316] Türkdoğan, s. 260; Armağan, s. 161.
[317] Kılıç, Sadık, "Akıl ve Kalbin Uzlaşmasından
insanın Ebedi Mutluluğuna Doğru", Yeni Ümit, 1989/3, s. 44.
[318] Modern bilimin arkapları ve üzerinde şekillendiği
temel için bk. Nasr, Seyyid Hüseyin, İnsan ve Tabiat, çev. Nabi Avcı, Yeryüzü
Yay., İstanbul 1982; Kutluer, İlhan, Modern Bilimin Arkaplam, İnsan Yay,
İstanbul 1985.
[319] Ay, Eyyup, "Hz. İbrahim Kıssasına Arkeolojik Bir
Projeksiyon", Kur'an Kıssalarının Anlam ve Değeri, IV. Kur'an Sempozyumu,
Fecr Yay., Ankara 1998, s. 185; Ayrıca Batı'da din -jeoloji çatışması için bk.
Adıvar, s. 370-372.
[320] Bk. Şengül, İdris, "Kur'an Kıssalarının Tarihi
Değeri", Kur'an Kıssalarının Anlam ve Değeri, IV Kur'an Sempozyumu, Fecr
Yay., Ankara 1998, s. 178-179.
[321] Nahl: 16/36
[322] Rum: 30/42 Aynca bk. Al-i İmran: 3/137; En'am: 6/11;
Yusuf: 12/109; Hac: 22/46; Neml: 27/69.
[323] Halefullah, s. 37.
[324] Al-i İmran: 3/46
[325] Halefullah, s. 25; Şarkavi, İffet Muhammed, s. 313,
[326] Mü'min: 40/36
[327] Razı, XXVII, 66; Halefullah, 25-26; Şarkavi, İffet
Muhammed, s. 313.
[328] Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı, İşaret Yay., İstanbul
1999, II, 782; Sayı, Ali, Firavun, Haman ve Karun Karşısında Hz. Musa, İz Yay.
İstanbul 1992, s. 145-146; Karataş, s. 375.
[329] Halefullah, s. 22.
[330] Sebe: 34/12.
[331] Kamer: 54/26-31.
[332] Halefullah, 50.
[333] Kehf: 18/9-26.
[334] Kehf: 18/83-99.
[335] Halefullah, 254.
[336] Halefullah, s. 171.
[337] Halefullah, s. 214,216.
[338] Hanefi, Hasan, "Aksiyombilimi Olarak
Hermenötik", çev. Dücane Cündioglu, Tezkire, 1997/11-12, s. 52; Ayrıca bk.
Güler, İlhamı, "Hasan Hanefi'nin Tecdid Projesi -Tanıtım ve Bir
Değerlendhme", İslami Araştırmalar, 1994/2, s. 158.
[339] Halefullah, 27-28.
[340] Halefullah, s. 242,247-248.
[341] Halefullah, s. 245-246.
[342] Halefullah, s. 8-12.
[343] Hicazi, s. 290; Şarkavi, İffet Muhammed,, s. 318;
el-Adevi, s. 112, 143-145.
[344] Halefullah, s. 121 vd.
[345] Halefullah, s. 153 vd.
[346] Halefullah, s. 171 vd.
[347] Halefullah, s. 120.
[348] Halefullah, s. 121.
[349] Halefullah, s. 171.
[350] Halefullah, s. 121-152.
[351] Halefullah, s. 171-183.
[352] Halefullah.s. 173-174.
[353] Halefullah, s. 177-178.
[354] Halefullah, s. 180; Ayrıca bk. Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa
fi'l-Kur'an, s. 161; el-Adevi, s. 133.
[355] Bk. İbn Manzur, IV, 363; Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa
fi'l-Kur'an, s. 163; el-Adevi, s. 139, Usture kelimesinin anlam alanı konusunda
geniş bilgi için bk. Hasan, Hüseyin el-Hâc, el-Usture inde'l-Arab
fı'l-Cahiliyye, Muessesetu'l-Cami'iyye li'd-Dirase ve'n-Neşr ve't-Tevzi’l,
Beyrut 1988, s. 16-18, 22-32; Ayrıca bk. Zebidi, III, 266-267; İbn Kesir,
Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, 111, 588.
[356] Nakre, Saykuluciyyelu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 163;
el-Adevi, s. 139.
[357] Mü'minun: 23/81-83
[358] Neml: 27/67-68
[359] Ahkaf: 46/1.7
[360] Mutaffifin, 83/11-13 'Esatir' ifadesinin geçtiği diğer
ayetler için bk. En'am: 6/25; Enfal: 8/31-32; Nahl: 16/24; Furkan: 25/5-6;
Kalem, 68/15.
[361] Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 193; İbn Kesir,
Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, 111,545; Kasımi, VIII, 2944.
[362] Halefullah, s. 23-24,179.
[363] Bk. Mü'min: 23/81-83; 27/67-68; Ahkaf: 46/17;
Mutaffifın: 83/11-13.
[364] Bk. Enam: 6/25; Enfal: 8/31-32; Nahl: 16/24; Furkan:
25/5-6; Kalem: 68/15; Ayrıca krş. El-Adevi, s. 136; Zeyveli, Hikmet,
"Kur'an Kıssaları", İslami Araştırmalar, 1996/1-4, 181.
[365] Halefullah, s. 171.
[366] Halefullah, s. Î80.
[367] Baljon, s. 36.
[368] Halefullah, s. 182.
[369] Kehf: 18/13
[370] Zuhruf: 43/55-56
[371] Kasas: 28/3
[372] Bakara: 2/252
[373] Al-i İmran: 3/62
[374] Isfehani, s. 246-247; İbn Manzur, X, 49 vd.; Zebidi,
VI.315 vd.; Görgün, s. 30.
[375] Halefullah, s. 257.
[376] Kıssalar için ayrıca 'hadis've 'zikr' ifadeleri de
kullanılmaktadır. Sözgelimi bk. Taha: 20 Kehf: 18/83; 20/9,99; Zariyat: 51/24;
Naziat: 79/15; Buruc: 85/17.
[377] İsfehani, s. 788-789; İbn Manzur, 1, 162-163; Zebidi,
1. 120-121; Bilgiz, Musa, Kur'an'a Göre ilim ve Cehalet (Basılmamış Doktora
Tezi), Erzurum 1998, s. 72. Şengül, "Kur'an Kıssalarının Tarihi
Değeri", s. 177;
[378] Maide: 5/27
[379] Taha: 20/99
[380] Hud: 11/49
[381] Hud: 11/100
[382] el-Adevi, s. 111; Görgün, s. 26.
[383] bk. Maide: 5/70; Araf: 7/59; Hud: 11/25,96; İbrahim:
14/5; Mu'minun: 23/23,32; Neml: 27/45; Ankebut: 29/14; Mu'min: 40/33; Hadid:
57/26; Mûzemmil: 73/15...
[384] bk. A'raf: 7/133,162; Ankebut: 29/40; Ahzab:
33/9,16; Kamer: 54/19,31,34...
[385] bk. En'am: 6/6; Enfal: 8/54; İsra: 17/17; Kehf: 18/59;
Şuara: 26/139; Kasas: 28/43; Duhan: 44/37; Ahkaf: 46/27; Muhammed: 47/13; Necm:
53/50...
[386] bk. Kasas: 28/81; Ankebut: 29/4...
[387] bk. A'raf: 7/36; Hicr: 15/79; Rum: 30/47; Zuhruf:
43/25,55...
[388] Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fil-Kur'an, s. 245;
el-Adevi, s, 112-113; Şengül, Kur'an Kıssaları Üzerine, s. 119.
[389] Kılıç, "Tarifi Felsefesi Açısından
Kıssalar", s. 89; Ayrıca bk. Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s.
248.
[390] bk. Gazali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed,
Cevahhu'l-Kur'an, Daru'l-Afaki'l-Cedide, Beyrut 1981, s. 14-15; Abbas, s. 60;
Yıldırım, s. 37; Güler, Mehmet Nuri, "Kıssa ve Hukuk", IV. Kur'an
Sempozyumu, Fecr Yay, Ankara 1998, s. 113.
[391] Abduh - Rıza, I, 279,399; Hicazi, s. 313-315; Nakre,
Saykuluciyyelu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 183; Eroğlu, s. 227-228; Kılıç,
"Tarih Felsefesi Acısından Kıssalar", s. 88.
[392] Halefullah, s. 51; Nakre, Sayhuluciyyetu'l-Kıssa
fı'l-Kur'an, s. 183-184; el-Adevi, s. 78-80.
[393] bk. A'raf: 7/59-71; Hud: 11/25-49; Müminim: 23/23-41;
Şu'ara: 26/105-122; Kamer: 54/9-15; Nuh, 71/1-28.
[394] Şengül, Kuran Kıssaları Üzerine, s. 140; a.mlf.,
"Kur'an Kıssalarının Tarihi Değeri", s. 171; Özsoy, s. 184.
[395] Halefullah'ın kıssaların tarihi gerçekliğinin zorunlu
olmadığı düşüncesini savunurken öne sürdüğü en önemli delil, Kur'an'da tarih
bilgisi vermenin amaçlanmadığıdır, bk. Halefullah, s. 42-44.
[396] Abduh - Rıza, I, 327; Yıldırım, s. 58.
[397] Mü'min: 40/78 Ayrıca bk. Nisa: 4/164.
[398] Abduh - Rıza, 1,327; Halefullah, s. 230; Nakre,
Saykulaciyyetu'l-Kıssa fı'l-Kur'an, s. 120; Abbas, s. 61.
[399] Kutub, Seyyid, et-Tasviru'l-Fenni fi'l-Kur'an,
Daru'ş-Şuruk, Beyrut, 1987, s. 162; Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an,
s. 93; Eroğlu, s. 227; Görgün, s. 30.
[400] el-Adevi, s. 76-77; Yıldırım, s. 58.
[401] Kutub, s. 162; Hicazı, s. 324; Nakre,
Saykuluciyyetu'l-Kıssa fıl-Kur'an, s. 87; et-Adevi, s. 83-84; Yıldırım, s. 58.
[402] Kutub, s. 155-156; Hicazı, s. 323; Halefullah, s. 34;
Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fı'l-Kur’an, s. 118-120; Abbas, s. 63-64; Eroğlu,
s. 229.
[403] Kutub, s. 156-162; Yıldırım, s. 50; ayrıca bk. Şimşek,
s. 113-114.
[404] Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 120.
[405] Hicazı, s. 319 vd.; Nakre, Saykutuciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an,
s. 93.116. 130; Abbas, s. 61-63; Şimşek, s. 114-115; Ayrıca Kuran-ı Kerim'de
tekrar edilen kıssalar ve tekrar edilmelerinin nedeni ile ilgili geniş bilgi
için bk. Nakre, s. 117-128.
[406] Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 118.
[407] Bk. Watt, İslam'ı Hareketler ve Modernlik, s. 127;
a.mlf, "Batılı İlim Adamlarının Kur'an'a Yaklaşımları", s. 32-35;
Paret, s. 54-55,70-71,97; el-Behiy, s. 33; Arnaldez, s. 62 vd.
[408] Hud: 11/77-81
[409] Hicr: 15/61-71
[410] Hud: 11/12.
[411] Hud: 11/120.
[412] Halefullah, s. 344 vd.; Lut kıssasının Tevrat'taki
anlatımı için bk. Gündüz, "Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit
mi?..", s. 71; Ayrıca bk. İbn Kesir, Ebu'l-Fida İsmail, Kasasu'l-Kur'an,
thk. Adil el-Cenzuri, er-Ravda, Kahire 1992, s. 48-55; el-Vesani, Seyyid Hasan,
Tevarihu'l-Enbiya, Muessesetu'l-Vefa, Beyrut 1984, s. 99-104.
[413] İsra: 17/89.
[414] Nisa: 4/15
[415] Zuhruf: 43/9
[416] Zemahşeri, el-Keşşaf, I, 587; Ayrıca bk. Halefullah,
s. 150.
[417] Nakre, Saykuluüyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 87;
Şengül, Kur'an Kıssaları Üzerine, s. 139; a.mli., "Kur'an Kıssalarının
Tarihi Değeri", s. 172.
[418] Halefullah, s. 173-174.
[419] Özsoy, Ömer, "Dinsel bir Metin Olarak Kur'an'ın
Bazı İfade Özellikleri", I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Yay., Ankara
1994, s. 184; Ayrıca bk. Kutub, s. 156.
[420] Taha: 20/55
[421] Yıldırım, s. 59-60; Ayrıca bk. Kutub, s. 168.
[422] Kutub, s. 1.56,168; Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa
fi'l-Kur'an, s. 521.
[423] Görgün, s. 27.
[424] Kılıç, "Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar",
s. 91,95; Ayrıca bk. Nakre, Saykuluciyyetu’l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 120.
[425] Kılıç, "Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar",
s. 90.
[426] Görgün, s. 38,86; Ayrıca bk. Abdi Rabbih, s. 89;
Sağlam, Bahaeddin, -İlmi ve Edebi Yönleriyle- Kur'an Kıssaları, Tebliğ Yay.,
İstanbul 1985, s. 15.
[427] Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 334 vd.,
553 vd.; el-Adevi, s. 42,113; Abdi Rabbih, s. 93,100; Şimşek, s. 74.
[428] Hud: 11/12
[429] Hicr: 15/97
[430] Kehf: 18/6 Ayrıca bk. En'am: 6/33-34; Şu'ara: 26/3-4.
[431] Halefullah, s.207; Ayrıca bk. Abdi Rabbih, s. 106 vd.
[432] Yunus: 10/94
[433] Hud: 11/120
[434] bk. Araf: 7/128; Hud: 11/49; Kasas: 28/83; Ankebut:
29/14-15,24.
[435] bk. Al-i İmran: 3/137; En'am: 6/11; Nahl: 16/36; Rum:
30/5,42; Mü'min: 40/21.
[436] Bk. Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 91,
el-Adevi, s. 141-142.
[437] Halefullah, 241; Ayrıca bk. Kutub, s. 154; el-Adevi,
s. 41-42,44-45; Nakre, Tuhami, "Te'siru'l-Kasasi'l-Kur'ani",
el-Mecelletu'l-Arabiyye, Riyad 1979/7, s. 9-10.
[438] Abduh - Rıza, 1, 279; Zuhayli, Vehbe,
el-Kıssatu'l-Kur'aniyye, Daru'l-Hayr, Beyrut 1992, s. 19; el-Adevi, s. 115 vd.;
Abbas, s. 60; Abdi Rabbih, s. 93,193.Şimşek, s. 79; Kılıç, "Tarih
Felsefesi Açısından Kıssalar", s. 95.
[439] Hicr: 15/75
[440] Yusuf: 12/111
[441] el-Adevi, s. 45-46,115 vd.; Abdi Rabbih, s. 95-96;
Şengül, Kur'an Kıssaları Üzerine, s. 316 vd.; Yıldırım, 42-43.
[442] Kutub, 145; el-Adevi, s. 41; Abdi Rabbih, s. 106 vd.;
Yıldırım, 40.
[443] Al-i İmran: 3/44
[444] Hud: 11/49
[445] Bk. Maide: 5/46-48; Hac: 22/78; A'la: 87/18-19; Necm:
53/36-38.
[446] Bk. Araf: 7/59,65,73,85; Ayrıca bk. Abdi Rabbih, s.
110.
[447] Enbiya: 21/25
[448] Kutub, 149-150; Nakre, Sayhuluciyyctul-Kıssa fi'l-Kur'an,
s. 245; el-Adevi, s. 43,119; Şengül, Kur'an Kıssaları üzerine, s. 306-308.
[449] Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fi'l-Kur'an, s. 543 vd.;
el-Adevi, s. 43-44; Sağlam, s. 13; Şengül, Kur'an Kıssaları Üzerine, s.
307-308; Yıldırım, 40-42.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder