1- İstanbul Boğazı Efsanesi
2- İstanbul’un Kuruluşu ile ilgili efsaneler
a) Hz. Süleyman Peygamber’in Kurduğu Şehir
b) Megaralı Byzas Efsanesi
c) Kral Konstantin Efsanesi
3. İskender'in Açtırdığı Boğazlar
1- İstanbul Boğazı Efsanesi
İskender Zülkarneyn dönemi tam olarak bilinmemektedir. Çeşitli rivayetler mevcuttur. Bazı araştırmacılar İskenderi Zülkarneyn’in Hz. İbrahim döneminde yaşadığı konusunda hemfikir olmuşlardır. Ancak bu peygamberinde kesin olarak hangi zamanda yaşadığı tam olarak bilinmemektedir.Zülkarneyn bir hükümdardır ve çevresindeki neredeyse bütün devletleri ve kavimleri kendi hâkimiyeti altına almıştır. Ancak bugünkü İzmir dolaylarında büyük bir kavim ve onun kraliçeliğini yapan Katerina, onun hâkimiyeti altına girmemişlerdir. Zülkarneyn bütün uğraşmalarına rağmen bu devlet üzerinde üstünlük kuramamıştır. Sonunda Zülkarneyn, bu devletin harp gücünü ve diğer hususiyetlerini öğrenmek için tebdil-i kıyafet ederek bu ülkeye elçi olarak gitmiştir. Başkentlerindeki saraya ulaştığında saray muhafızlarına kendisinin Zülkarneyn’in elçisi olduğunu söyleyerek, kraliçeye bir mektup takdim edeceğini bildirmiştir. Muhafızlar durumu kraliçeye bildirmiş, o da elçiyi huzuruna davet etmiştir. Elçi kılığındaki Zülkarneyn huzura gelince mektubu takdim ederken Kraliçe ile göz göze geldiğinde, kraliçe aniden bir çığlık atarak, muhafızlara hemen bu elçinin yakalanmasını emretmiştir. Zülkarneyn daha ne olduğunu anlamadan derdest edilmiş ve muhafızların kolları arasında kendini bulmuştur. Kraliçe;
-- Sen elçi değil, İskender Zülkarneyn’in ta kendisisin,
demiş ve masasındaki bir tasviri İskender’e uzatarak:
-- Bu sen değil misin?
Demiştir. Meğer kraliçe kendisine düşman olan Zülkarneyn’in tasvirini bir yolunu bularak çizdirmiş ve masasından da hiç ayırmamıştır.
Kraliçe daha sonra Zülkarneyn’e niçin ülkesine ve sarayına geldiğini sormuş, İskender’de kimliğinin artık ortaya çıkmasından dolayı, buraya niçin geldiğini açıklamıştır. Kraliçe, kendisinin
bir teklifinin olduğunu eğer bunu kabul ederse onu serbest bırakacağını, aksi takdirde ise zindanlarında ölene kadar hapis kalacağını uygun bir lisanla anlatmış. İskender, böyle kötü bir duruma düşeceğini hiç tahmin etmediğinden, kraliçenin teklifinin ne olduğunu sormuştur. Kraliçe;
-- Benim ülkem ve kavmim üzerine asker gönderip harp etmeyeceğinize dair yemin etmenizi istiyorum, demiştir. İskender bu teklifi kabul ederse intikamını alamayacağını, etmezse buraya habersiz geldiğinden kısa bir süre içinde kendi devletinde karışıklıkların çıkacağı ve ölünceye kadar zindanlarda çürüyeceğini düşünerek:
-- Teklifinizi kabul ediyorum. Ülkene ve kavmine asker ile saldırmayacağıma yemin ediyorum, demiştir. Bunun üzerine kraliçe İskender’i serbest bırakmış ve ülkesine sağ salim dönmesinde de yarımcı olmuştur. Ancak Zülkarneyn, dönüşü esnasında Karadeniz ve Akdeniz’in yüksekliklerini ölçmüş ve Karadeniz’in daha yüksek olduğunu tespit etmiştir. İntikam ateşi ile yanan Zülkarneyn, ülkesine döner dönmez yolda kurgulamış olduğu planını hemen tatbikata koymuş ve Karadeniz ile Akdeniz’in en yakın ve uygun yolun şimdiki İstanbul Boğazı olduğunu görerek, burayı milyonlarca işçiye kazdırarak 3 yıl 13 günde Karadeniz’i Akdeniz üzerine taşırmıştır. Böylece dağlar kadar yükselen azgın Karadeniz suları bütün Trakya ve Ege Denizi sahillerini su baskınlarına uğratarak, Kraliçe Katerina’nın başta sarayı olmak üzere tüm ülkesini sular altında bırakmıştır. İntikamını bu şekilde alan İskender aynı zamanda bugünkü İstanbul Boğazını da meydana getirmiştir.
2- İstanbul’un Kuruluşu İle İlgili Efsaneleri
a) Hz. Süleyman Peygamber’in Kurduğu Şehir
Büyük Seyyah ve coğrafya bilimcisi Evliya Çelebi, Seyahatname isimli eserinde İstanbul’un kuruluşunun Hz. Süleyman Peygamber tarafından yapıldığını söyler ve şöyle anlatır:
Hazreti Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 yıl önce Hz. Süleyman, babası Hz Davut'dan sonra hem hükümdar ve hem de Peygamber olmuştur. İnsanlara, iman etmiş cinlere, kuşlara ve vahşi hayvanlara hükmetmektedir.
Mağrip diyarında Okyanus ortasında FERENDUZ adasında SİDON adında bir padişah vardır. Bu şahıs Hz. Süleymen'a boyun eğmeyip onun getirdiği dini kabul etmemiştir. Bunun üzerine Hz. Süleyman kalabalık bir orduyla Sidon üzerine gider ve onu yener. Adasını yerle bir eder, halkını köle edinir. Bunlarla beraber Sidon'un periler kadar güzel kızını da kendisine eş olarak alır. Çünkü Hz
Süleyman o anda bekârdır. Belkıs vefat etmiştir. Sidon'un kızı ALİNE’yi bugünkü Yunanistan'a getirir. Ama kız şeytanın aldatmacasıyla devamlı ağlamakta ve üzülmektedir. Hz. Süleyman sebebini sorunca:
“Ey Allah dostu, dilerim ki benim için burada büyük bir saray yaptırırsın, ben de geri kalan ömrümü orada daima ibadetle geçiririm ve babamın bir de resmini yaptırırsan ona baktıkça teselli olurum.” der. Kızın bu isteğini Hz. Süleyman kabul eder. “Temaşalık” adıyla bilinen sarayı yaptırır ve oradan ayrılır. Kendisi bugünkü Sarayburnu denilen yere otağını kurar. Bir gece kalır.
Suyunu ve havasının kendini dinçleştirdiğini görür. Hemencecik orada büyük bir saray, köşkler ve bahçeler yaptırır.
Ardından İstanbul için:“ Bu yerler kıyamete kadar mamur ve bakımlı olsun” diyerek, hayır duasında bulunur. Kimi yorumculara göre İstanbul'un bu kadar deprem ve yangın geçirmesine rağmen Hz. Süleyman'ın duası sebebiyle ayakta durduğuna inanılmaktadır.
Bu arada meğer Aline, babasının resmini yaptırmakla gizlice putperestliğe özenmiştir. Süleyman Peygamber tabi ki bunu duyar ve kızı öldürtür ve buradan da ayrılarak Kudüs'e döner ve orada babası Hz. Davut'un başlattığı Mescid-i Aksa'yı bitirmeye gider. Rivayet odur ki işte bugünkü İstanbul’un ilk temelleri Hz. Süleyman’ın Sarayburnu’na inşa ettirmiş olduğu bu sarayla başlamıştır.
b) Megaralı Byzas’ın Efsanesi
İstanbul’un kuruluşu hakkında bilinen en meşhur efsane Megaralı Byzas’a aittir. Efsaneye göre, bugünkü Yunanistan’daki Magaralılar öncülerinden Byzas, Dor kavminin bölgedeki baskılarından kurtulmak için, yeni bir kent aramak veya kurmanın yollarını aramaya başlamışlar. O devirde sıkça rastlanan bir çözüm yolu olarak en büyük kâhinleri olan Delfi kâhinine danışmaya karar vermişler. Kâhin onlara;
-- Kentinizi kuracağınız yer, körler ülkesinin tam karşısı olacak, der.Bunun üzerine Megaralılar öncüleri Byzas’ın başkanlığında Körler Ülkesini aramaya
başlarlar. Uzun uğraş gösterirler. Tam ümitlerini yitirdikleri sırada Sarayburnu’na gelirler. Etrafı bakarlar, incelerler ve ömürleri boyunca bu kadar güzel bir yer görmediklerine karar verirler. Ancak hâlâ kâhinin işaret ettiği Körler Ülkesine daha varamamışlardır. Tam bu sırada karşı kıyıda bir yerleşim yeri görürler. İsminin “KHALKEDONİA” yani Kadıköy olduğunu öğrenirler. Byzas
bulunmuş olduğu yerin güzelliğinin sarhoşluğu içerisinde karşı tarafı göstererek “bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?” der. Derken de kâhinin sözleri aklına gelir. Ve aradığı yeri bulduğuna hükmeder. Öyle ya bu kadar güzel bir yer varken ve de tam karşılarında durur iken,ancak körler buranın güzelliğini göremez ve fark edemez diye bir yorum yaparak, yeni kentlerini
burada kurmaya karar verir. Kurucusunun adından dolayı “Byzas kenti” anlamında “Byzantion” denilmiştir (M.Ö.660). Ancak biliriz ki, fetihten evvelde sonra da İstanbul’un en bilinen ismi Konstantiniye’dir. Dolayısıyla Kral Konstantin’in de efsanesi vardır.
c) Kral Konstantin Efsanesi
Bu kralın hikâyesini yine Evliya Çelebi’den öğreneceğiz. Çelebi’ye göre İstanbul’un dokuzuncu kurucusu Kral Konstantin’dir. Evliya, Konstantin'in önceleri Mecusi olduğunu, daha sonra Hristiyanlığı girince de ilk iş
olarak İstanbul surlarını inşa ettirdiğini yazar. İmparatorun Hristiyan olması ile ilgili de Yunan tarihlerini kaynak göstererek şu hikâyeyi anlatır: Konstantin önceleri çok günahkâr bir adammış. Allah buna ceza vermiş ve cüzzam hastası
yapmış. Saçı, sakalı, kaşı, kirpiği dökülmüş ve sonunda Şam cinine dönmüş. Bütün ülkelerden hekimler gelmiş ama hastalığına bir çare bulamamışlar. Bunun üzerine Konstantin ülkesindeki hekimlere hastalığına çare bulamazlar ise hepsini öldüreceğini bildirmiş. Hristiyanlığa düşman olan Mecusi hekimler; eğer sağlınıza kavuşmak istiyorsanız, büyük bir havuz oluşturun. Havuzun içini henüz annesinin sütünü emen Hristiyan bebeklerin kanıyla doldurun ve içine girin. Kırk gün boyunca taze bebek kanıyla bu işlemi yenileyin, sonunda iyileşirsiniz, demişler. Konstantin hemen üç bin bebek getirtmiş ve tam hepsini öldürürken annelerin babaların feryat ve inlemeleri göklere çıkmış. Bu ağlamalar, Konstantin'e dokunmuş ve ben ne kadar büyük bir caniyim ki bu Hristiyanlara böyle bir eziyet reva görüyorum diyerek pişman olmuş. Ardından bütün çocukları ailelerine geri teslim ettirmiş. Bütün bu Hristiyan anne-babalar büyük bir sevinçle Konstantin'in cüzzamdan kurtulması için Allah'a dua etmişler. Tam bu sırada Konstantin'e bir uyku gelmiş, sarayına dönüp dinlenmeye çekilmiş. Rüyasında
Hz. İsa:
--- Ey Konstantin! Sen o masumlara merhamet ettin, cüzzamlı kalmayı, onları öldürmeye tercih ettin. Bu hareketin Allah'ın hoşuna gitti ve seni cüzzamdan kurtarmaya karar verdi der ve bütün vücudunu sıvazlar. Sonrada asasıyla dokunarak şimdi kalk ve sana bu hainliği yaptırtan Mecusi hekimleri öldür demiş. Asasıyla dokununca Konstantin hemen uyanmış ve önce Hristiyanlık dinini kabul ettiğini ilan etmiş. Sonrada o Mecusi hekimleri buldurtmuş ve huzura getirtmiş. Kendilerine ölüm fermanını iletmiş ve gözlerinin önünde hemen öldürülmesini askerlerinden emretmiş. Ancak Mecusi hekimler:
-- Efendim tamam demiş, bizi öldürün ama bu kararı almanızın sebebini de bize söyleyin demişler. Bunun üzerine Konstantin rüyasını anlatmış, bunun üzerine Mecusi hekimler şöyle demiş;
-- Efendim bizim gayemizde bebekleri öldürmek değildi. Sizin bebekleri öldürmeyeceğinizi biz de biliyorduk. Fakat imparatorluğunuzun bütün hekimleri bir araya gelip de hastalığınıza bir çare bulamayınca anladık ki, size günahsız ağızların dua etmesi gerekir. Bu yüzden sizden habersiz böyle bir karar aldık deyince, Konstantin, hekimleri affetmiş. İyileştikten sonra da yaptığı ilk işlerden biri şehrin eskiyen surlarını güçlendirmek ve yeniden bir şehir inşa etmek olmuştur.
3- İstanbul’un Fetih Efsaneleri
a) Rumeli Hisarı Efsanesi
İstanbul'un fethi bin yıllık Doğu Roma İmparatorluğu'nun da sonu olmuş, bir çağ kapanıp bir yenisi açılmıştı. Tarihin bu çok önemli olayı, elbette ki efsanelere de konu olmuştu... Yedinci Osmanlı padişahı Sultan II. Mehmet, büyük dedesi Yıldırım Bayezid'in yapmak istediği, ancak 1402 Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle başaramadığı bir işin üstesinden gelmek ister. İstanbul'u fethetmek... Bu amaçla, Yıldırım Bayezid'in Boğaz'ın Anadolu yakasında yaptırdığı Güzelce Hisar'ın, yani bugünkü adıyla Anadoluhisarı semtinin karşı
kıyısına bir hisar da kendisi yaptırtmak ister. Ama Boğaz'ın o yakası Türklerin elinde değildir o tarihlerde. Ayrıca, Bizans ile görünüşte de olsa iyi komşuluk ilişkileri sürmektedir o yıllarda. Genç Türk sultanı, bu ilişkiyi bozarak imparatoru kuşkulandırmak istemediği için, Boğaz'ın Rumeli yakasındaki küçük bir toprak parçasını dostça dileklerle elde etmeyi tasarlamıştır. II. Mehmet, gizlice Müslüman olan bir rahipten aldığı mektuptan esinlenir. Rahip, Boğaz'ın
Rumeli yakasındaki kiliselerden birinin papazıdır. Şöyle der Osmanlı padişahına yazdığı mektupta; "İstanbul'u fethedecek ulu emir sensin. Burada bir kale ve Akdeniz Boğazı'nda iki kale yapılıp, İstanbul'a iki taraftan zahireye benzer şeylerin girmesine müsaade olunmadığı taktirde, şehirde kıtlık ve pahalılık olması muhakkaktır. Azametle Edirne'den deniz gibi askerle bu bizim tarafı
şereflendiriniz." Genç padişah bu mektuba çok sevinir ve İmparator Konstantin’in de iznini alarak Karadeniz'deki Terkos kalesi yöresine ava gider, ardından da İmparator Konstantin 'e avladıklarından göndererek dostluğunu gösterir. Padişah, hediye av hayvanları ile birlikte bir istekte de bulunur imparatordan. Boğaz'ın Rumeli yakasında, hisarın bugün bulunduğu yerde
bir av köşkü yapmak. İmparator Konstantin bu işten kuşkulanır, ama doğrudan
"hayır" cevabı verip onun düşmanlığını da kazanmak istemez. Konstantinos, padişahı bu işten vazgeçirmek için dolambaçlı bir yola başvurur, sonunda ve elçileriyle şöyle bir haber yollar;"Eğer padişah bir sığır derisinin kapladığı alanı aşmayacak kadar bir çiftlik yaparsa kabul ederim. Ama bir sığır derisinden fazla olursa iznim yoktur. Zira barışa aykırı olur bu iş." II. Mehmet imparatorun teklifini ikiletmez. Kendisine mektup yazan papazın da önerisi ile imparatorun göndermiş olduğu sığır derisini ince şeritler halinde dilim dilim güzelce kestirir,
sonrasında da şeritleri uç uca ekleyerek geniş bir alanı çevirir. Sınırları belirlenen bu alan içine de Rumelihisarı'nı yaptırır.
Plan o şekilde uygulanır ki, Anadoluhisarı tarafından karşı sahile bakıldığında, kufi yazıyla "Mehmed" adı okunur hisarın planında. Hisar inşa edildiğini haber alan Konstantin, "Barışa aykırı kale yaptınız" diyerek hemen elçisini yollar. Osmanlı padişahı, dilim dilim kesilmiş sığır derisini krala gönderir elçinin yanma kattığı kendi nadamlarıyla. "İşte izninizle bir sığır derisi büyüklüğünde bir bina yaptık. Fazla yaptıysak yıkalım" der. Bizans imparatorunun tüm çabalarına karşın, II. Mehmet Çanakkale Boğazı'nın iki yakasında da kale yaptırarak, Bizans'ın tüm lojistik destek kanallarım kapatmış olur. Ve Şehr-i İstanbul'un zaptı giderek yaklaşır...
4- İstanbul’un simgesi olan anıt eserle ilgili efsaneler
a) Ayasofya’nın Planı ve İsimi Efsanesi
Ayasofya’nın inşaatı toprak seviyesine gelince, mimarlar kubbeleri ve dehlizleri nereye yerleştirecekleri konusunda anlaşmazlığa düşmüşler ve planlardan hiç birisi imparatorun hoşuna gitmediği için inşaatı nasıl sürdürebileceklerini bilememişler. Bu olayın üzerinden yedi gün geçmiş. Sekizinci gece
imparator rüyasında binanın üzerinde, elinde saf gümüş bir levhayla dolaşan, yeşil elbiseli bir melek görmüş; bu gümüş levhanın üzerinde bir kilise planı varmış.Meleği görünce Justinianus’un kafasında bir şimşek çakmış. “O gümüş levha benim elimde olsa ne iyi olacaktı! Binayı o plana göre yapabilecektim!” diye düşünmüş. Bunu hayal ederken melek levhayı Justinianus’un eline koymuş ve Justinianus’a: “İşte Ayasofya’nın inşaat planı. Kaderin levhasında çoktan beri çizilmiş olarak duruyordu. Şimdi zamanı geldi ve onu getirdim.” demiş. Justinianus da meleğe; “Ayasofya nedir?’ diye sormuş. Melek de Justinianus’a: “İnşa edeceğin bu kilisenin adı ilk günden beri Ayasofya idi. Yunanca’da Ayasofya: “Tanrı’nın Evi”
demektir ve aynı zamanda “Tanrı’nın sevgili kullarının tapınağı” anlamına gelir.” demiş. Rüyadan uyanınca, bu meleğin Tanrı’nın bir habercisi olduğunu ve kilisenin adının Tanrı tarafından konduğunu anlamış ve Tanrı’ya şükretmiş.
İmparator bu kutsal rüyadan uyanır uyanmaz hemen mimar İsidoros’u çağırtmak üzere haberciler göndermiş. Aynı gece, Tanrı’nın inayetiyle İsidoros da aynı rüyayı görmüş. İsidoros rüyasından uyandığında zihninde levhadaki plan varmış. Planı unutmamak için hemen kâğıda geçirmeye koyulmuş, henüz bitirememiş ki İmparator’un habercileri gelmişler. Planı tamamlar tamamlamaz, İmparator’un yanına gitmiş, ona önce saygılarını, sonra da planı sunmuş. İmparator bu planın rüyasındaki planın aynısı olduğunu görmüş ve çok şaşırmış. Başını eğmiş ve bir süre sonra: “Bu planın aslını nerede buldun?” diye sormuş. Mimar rüyasında gördüklerini ve duyduklarını anlatmış. Her ikisi de çok şaşırmışlar. Sabah olunca, keyfi yerinde olan Justinianus soylular ve yapı ustalarıyla birlikte inşaat yerine gelmiş ve İsidoros’a levhayı getirmesini söylemiş. Plan hepsinin hoşuna gitmiş ve oybirliğiyle onaylamışlar. Binanın temellerini bu plana göre çizmişler. Sonra İmparator: “Biliniz ki bu kilisenin adı ve planı bize öbür dünyadan gönderildi” demiş. Hem İmparator, hem İsidoros rüyada gördüklerini ve duyduklarını anlatmışlar. Kilisenin adı o günden beri, “Ayasofya” olarak kalmış
b) Kız Kulesi Efsanesi
Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran boğazın Marmara Denizi’ne açılan tarafında, Üsküdar kıyısına 200 metre kadar mesafede denizin içinden bir kaya yükselir. İşte bunun üzerine yapılmış bulunan dört tarafı su ile çevrili binanın adı “Kız Kulesi”dir. İstanbul ve Boğaziçi’nden söz edilirken derhal akla gelen bu kulenin şimdiki binası, Üçüncü Ahmet zamanında yapılmıştır. Mimari özellikleri itibariyle kule, deniz seviyesinde olup oldukça küçük bir kaledir. Bugün etrafında (kuzeyde ve batıda üçer tane, güneyde ise bir tane olmak üzere)yedi adet mazgalı, doğu ve güney tarafındaki iki adet kapısı vardır ve kule tepesinde pencereli ve etrafı balkonlu barok tarzı bir köşkü bulunmaktadır. Biz efsanesine başlayalım: Kız Kulesi’nin ilk olarak ne zaman ve kimin tarafından inşa edildiği kesin olarak belli değildir. Kız Kulesi’nin tarihi ile ilgili ilk bilinenler bir sürü efsanelerle karışık şeylerden ibarettir. Bunlardan birisi, mitoloji kahramanlarından Leandros’un kulede bulunan sevgilisi Hero’ya kavuşmak üzere boğazı yüzerek aşmaya denerken boğulduğu söylencesidir. Bu efsaneye göre Hero, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasındaki Sestos kentinde yaşayan çok güzel bir genç kızdır. Karşı kıyıda yaşayan sevgilisi Leandros her gece boğazı yüzerek geçer ve Kız Kulesi’nde yaşayan Hero ile buluşurdu. Hero da Kız Kulesi’nin fenerlerini yakarak ona yol gösterirdi. Yine bir gece sevgilisiyle buluşmak için yüzdüğünde korkunç bir fırtına çıkar. Fırtınadan
dolayı Kız Kulesi’nin ışıkları da sönünce Leandros yönünü bulamaz. Sonunda gücü tükenir ve dalgalara teslim olur. Sevgilisinin öldüğünü öğrenen Hero’da denize atlayarak canına kıyar. Avrupalılar bu yüzden Kız Kulesi’ni Leandros Kulesi (Tower of Leandros) diye anmışlardır. Kuleyle ilgili ikinci efsane Bizans dönemine aittir. Söylenceye göre tek bir kız çocuğu olan Bizans kralına kahinler, çocuğunun bir yılan tarafından sokulup öldürüleceğini söylerler. Kral,
kızının bu yazgısını önlemek için denizin ortasına büyük bir kule yaptırır ve kızını yaşaması için oraya yollar. Çünkü kral, hiçbir yılanın yüzerek o kuleye ulaşamayacağını düşünmektedir. Aradan yıllar geçer ve prenses büyür. Günün birinde kral, kızına yemesi için diğer yiyeceklerin yanında bir sepet de üzüm yollar. Fakat nasıl girdiği bilinmez, bir yılan da sepete saklanmıştır. Prenses sepetin kapağını açınca yılan elini sokuverir ve kız oracıkta ölür. Kule hakkındaki bir diğer efsane ise Battal Gazi ile ilgilidir. Halife Harun Reşit İstanbul kuşatmasından bir sonuç alamayınca ordusuyla birlikte geri döner. Battal Gazi ise geri dönmeyip Üsküdar kıyılarına yerleşir ve orada bayındırlık işlerine girişir. Söylentiye göre Battal Gazi’nin geri dönmemesinin asıl nedeni ise Üsküdar tekfurunun güzeller güzeli kızına aşık olmasıdır. Bizans İmparatoru Battal Gazi’nin bir sefer için Şam’a gitmesinden faydalanarak denizin ortasına
bir kule yaptırır ve Üsküdar tekfurunun kızını oraya hapseder. Battal Gazi seferden dönünce kuleyi basar ve tekfurun kızı ile burada bulunan hazineleri alıp, Üsküdar kıyısında bulunan atına atlayıp hızla oradan uzaklaşır. Eskilerin “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünün buradan türediğine inanılır.
c) Galata Kulesi Efsanesi
Bizanslılar’ın Megalos Pyrgos (Büyük Burç), Cenevizliler’in Christtea Turris (İsa Kulesi),olarak adlandırdığı Galata Kulesi adını bağlı bulunduğu “Galata”dan alır. Galata adının nereden geldiği konusunda çeşitli söylenceler vardır.17. yüzyıl ünlü seyyahlarımızdan Evliya Çelebi Seyahatname’sinde; “Konstantiniyye Kalesi’nin ilk yapıldığı zaman Galata tarafları çayırlık, havadar mahsuldar köylerle doluymuş. Köylüler bu bereketli topraklarda hayvanlarını otlatır, onlardan sağdıkları sütleri de krala sunarlarmış. Bu süt son derece lezzetli olduğundan buraların adına galata denilmiş. “Çünkü Yunan lisanında süte Galata derler” diye yazar. Derin bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen (Hezar; Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir, Hezarfen ise “bin fenli” (bilimli) yani “çok şey bilen” anlamına gelir.) olarak anılan 17. yüzyıl Türk bilgini Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insanlardan biridir. 1623- 1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği bilinmektedir. İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk âlimlerinden İsmail Cevheri’ den ilham almıştır. Cevheri’nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda denemeler yapmıştır. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin, Leonardo da Vinci’nin kuşlar üzerinde yaptığı çalışmalardan da ilham aldığı sanılmaktadır. Ayrıca, Leonardo Da Vinci’nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu konuda araştırmalar yapan İsmail Cevheri’ den ilham aldığı sanılmaktadır. Tarihi uçuşuna İstanbul’daki Galata Kulesi’nden başlamış ve İstanbul Boğazı’nı uçarak geçmeyi başarmıştır. 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi’nden kuşkanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazını geçip 3358 metre ötede Üsküdar’da Doğancılar’a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en ünlü isimlerinden biridir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatname‘sindeki ifadesinden ibarettir. Bu olay Osmanlı Devletinde ve Avrupa’da büyük yankı bulmuş ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenilmiştir. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nden bu olayı seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp,“Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada vefat etmiştir.
d) Çemberlitaş Efsanesi
Çemberlitaş Sütünü MS. 330 yıllarında Bizans İmparatoru I. Konstantin onuruna,İstanbul’un yedi tepesinden biri olan ve günümüzde Çemberlitaş olarak adlandırılan semtteki tepeye dikilmiş bir sütundur.O zamanlar Valentius adında üstat bir müneccim varır. Yıldız ilminde gayet mahirdir.Konstantin ona “şehrin ve tahtın talihini tuttur” dediğinde adam; “Bu şehir, taht ve saltanat senin nesline mübarek ve bakidir, ta ki gemiler karadan yürüyünceye kadar” der.Konstantin ve çevresindeki devlet adamları bu sözden “kıyamete kadar baki olunacağı ”manasını çıkarır ve memnun olurlar. Konstantin gidip sarayına yerleşir. M.S. 329’da Tavukpazarı’ndaki kırmızı dikilatş inşa edilir. Bu taşın dikilme sebebi şudur; Konstantin’in validesi Helena, Kudüs’ü ziyarete gittiğinde orada Kemame adlı bir kilise inşa ettirir.Hıristiyanlarda ona kendilerince mukaddes olan Hz. İsa’nın üzerine gerildiği salibin parçalarını,ellerine ve ayaklarına vurulan mıhları ve bazı mucizelere ait eserleri getirip verirler. O da, bunları alıp oğlu Konstantin’e hediye olarak götürür. Konstantin tazimle bunları alıp, hazinesine saklar. Zamanla kendisinden sonra gelecek hükümdarların bu mübarek eserlerin kadrini kıymetini bilmeyip saygıda kusur edebilecekleri, bunun da büyük günah olacağı aklına gelir. Yerin altına taştan sağlam bir hücre inşa edilmesini ve bu eserlerin oraya konulmasını emreder. Sonra da üzerine halen mevcut olan Dikilitaşı işaret olması için yerleştirir.
-Boğazın kısa tarihi
Boğaz'ın
en eski yerleşimcilerinden olan Bizanslılar, buraya Bosporos (Yunanca:
Βόσπορος) adını veriyordu. Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen βοῦς
(bous) ve yol, geçit anlamlarına gelen πόρος (poros) adlarının
birleştirilmesiyle türetilmişti.
Öküz ya da inek geçidi anlamına
gelen Bosporos adını taşıyan boğaza bu adın verilmesi Yunan
mitolojisinde baştanrı Zeus'un, İo adında bir kıza âşık olması olayına
dayanır. Hikâyeye göre İo nehirler tanrısı İnahos'un kızıdır. Tanrıların
kralı olan Zeus bu güzel kızı görünce ona âşık olur ve eşi Hera'dan
gizlice onunla birlikte olmaya başlar. Bir gün Hera'ya yakalanmak
üzereyken kendini bir buluta, İo'yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan
Hera, ineği hediye olarak eşinden ister. Onu Zeus'tan uzak tutmak adına
Argos Panoptis adlı canavarın gözetimine bırakır. Ancak Zeus, Hermes'i
yollayıp Argos'u öldürtür.
Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş
İo'yu sürekli rahatsız etmesi için ona bir sinek musallat eder. Sinekten
kurtulmak için var gücüyle koşan İo boğaza geldiğinde kendini boğazın
sularına bırakır ve bu engeli yüzerek geçer. Kıyıya çıktığı yerde
Keroessa adında bir kız çocuğu doğurur ve bu kız büyüdüğünde denizler
tanrısı Poseidon ile evlenerek Byzas adında bir oğlan dünyaya getirir.
Bu çocuk doğduğu yerde kendi adını verdiği Byzantion kentini kurar. Bu
mitolojik öyküler hem İstanbul şehrine hem de Boğaz'a adlarını
vermelerinden dolayı önemlidir.
Boğaz'ın antik dönemde kullanılan
adlarından olan Bosporus'un kökenine ilişkin ortaya atılan bir başka
görüş de sözcüğün Fosforos (Yunanca: Φωσφόρος - fosforlu, ışık
saçan)'dan geldiği yönündedir. İstanbul Boğazı batı dillerinde hâlâ bu
ad ya da bu adın değişik biçimleriyle bilinmektedir.
Eski Türk
kaynaklarında ise İstanbul Boğazı'nın Halîc-i bahr-i rûm (Marmara Denizi
Boğazı) , Halîc-i bahr-i siyâh (Karadeniz Boğazı), Halîc-i
konstantiniyye (Konstantiniye Boğazı), Merecü'l bahreyn / Mecma'ül
bahreyn (İki denizin birleştiği yer) ve İslâmbol Boğazı gibi adlarla
anıldığı görülmektedir.
EVLİYA ÇELEBİ'NİN SEYAHATNÂME'SİNDE İSKENDER-İ ZÜLKARNEYN
ALEXANDER THE GREAT IN THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ
Abstract
Evliya Çelebi's Seyahatname, an unprecedented work of his
lifetime travels throughout the Ottoman Empire mentions about four
sovereigns who subjugated throughout the world. These sovereigns were
Solomon, Alexander, Yanko bin Madyan and Buhtunnasr. Amongst them,
Alexander is referred in the work of Evliya Çelebi as Zulkarneyn,
Iskender-i Zulkarneyn, Iskender-i Kubra, Iskender-i Rumi, Iskender-i
Yunan, Alexander, Feyleko Alexander, and Alexander the Son of Filkos and
provided various aspects of information about him including stories,
myths and tales. Despite the fact that there may be some inconsistencies
and complexities in these sections in which Alexander the Great
(Alexander of Macedon) who lived back in time and Zulkarneyn who is
referred in the Koran were included, they contain rich and
interesting materials for almost all fields of social sciences
especially in terms of language, literature, folklore, history, and
geography as in works such as Iskendername. The subject of this paper
contains the contents about Alexander as included in the work of Evliya
Çelebi. This paper consists of such titles as Evliya Çelebi's resources
about Alexander, the identity of Alexander, the geography Alexander
lived or influenced, his famous mirror and crown, how he was given the
name of Zulkarneyn and the horn incident, the talismans he assigned to
be made as well as the buildings constructed in during his time, straits
and channels he assigned to be opened, his relationship with the Queen
of Kaydafe, Alexander's influence on the history of Macedonia, Istanbul,
and Izmit, his capture of the Castle of Van by trickery, the great war
between Alexander and the famous Persian emperor Dara, his search for
the water of immortality, and his relation with Khidr, the grand trees
associated with Alexander and finally Iskendername with an aim to
provide a comprehensive portrait of Alexander within the scope of Seyahatname.
Key words: Evliya Çelebi, Seyahatname, Alexander the Great.
1611 yılında doğan ve 1680'li yılların ortalarında vefat eden Evliya
Çelebi, seyahatnâme dendiğinde ilk akla gelen isimdir. 17. asırda
Osmanlı'nın üç kıtaya yayılan topraklarında ve bazı komşu ülkelerde 40
yılı aşkın bir süre dolaşan ve "seyyâh-ı âlem" sıfatını fazlasıyla hak
eden Çelebi, gezip gördüğü yerleri ve şahit olduğu olayları anlatan 10
ciltlik eseriyle Türk ve dünya literatürüne paha biçilmez bir hazine
bırakmıştır. Eserine göre onun seyahatleri İstanbul'da başlar, doğuda ve
batıda birçok ülke ve şehirden sonra Mısır'da son bulur. "Yarım
asra yaklaşan seyahatleri sayesinde engin bir bilgi ve tecrübe sahibi
olan Çelebi edip, şair, aynı zamanda hattat, nakkaş ve musikişinastır." (İlgürel 1995: 531). Onun farklı alanlardaki yeteneklerini ve birikimini bu eşsiz eserinde görmek mümkündür. "Seyahatnâme,
Osmanlı dünyasının geniş bir coğrafya panoraması ile yerleşim yapısını
tarihî perspektiften verir ve yazarın seyahatle geçen hayatını içerir."
(Tezcan 2009: 16). Eser tarih, coğrafya, din, dil, edebiyat, folklor,
toplumsal hayat vs. alanlarda sunduğu çok değerli bilgilerle bu türün en
seçkin örneğidir. Müellif bu bilgileri aktarırken kendi gözlemleri
yanında sözlü ve yazılı kaynakları da kullanır.
Evliya Çelebi eserinin birçok yerinde, tıpkı kendisi gibi dünyada ne
kadar "garaip" ve "acayip" varsa keşfetme merakı olan İskender-i
Zülkarneyn'den de söz eder. Hemen her ciltte andığı İskender'le ilgili
çeşitli bilgiler verir; hikâyeler, efsaneler anlatır. İskender'le ilgili
bu bilgileri ve anlatmaları çeşitli başlıklar altında toplamak
mümkündür. Ancak önce onun bu konuda hangi kaynakları kullandığına
bakarak başlamak gerekir.
1. Evliya Çelebi'nin İskender'le İlgili Kaynakları
Evliya Çelebi, İskender'den söz ettiği bazı yerlerde naklettiği
bilgileri nereden aldığını da söyler; kendi gözlemleri ve sözlü
kaynaklar yanında bazı eser isimleri de verir. Müellifin özellikle
üzerinde durduğu iki eser vardır: Tevârîh-i Kıbtî ve Tevârîh-i Yunaniyân. Bu eserler hakkında, "(...)
tevârîh-i kadîmlerdir hubût-ı Âdem'den evvel cân u cin kavmi
havâdisâtların bile hâlâ bu âna dek cemî'-i vakâyi'âtı tahrîr
etmededirler. Cemî'-i Arabî ve Türkî târîhleri anlardan me'hûzdur." değerlendirmesini yapar. Evliya'nın İskender'le ilgili kısımlarda andığı kaynaklar şunlardır:
Kur'ân-ı Kerîm: Evliya Çelebi, İskender-i Zülkarneyn'in Yecüc
ve Mecüc kavmine karşı yaptırdığı setten söz ederken Kehf Suresi'nin 94.
ayetini birkaç yerde anar: "Onlar dediler ki: Ey Zülkarneyn! Hakikatte Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde fesat çıkaran kabilelerdir." (Evliya 1999: II/154; IV/31, 342; 2007: X/19).
Târîh-i Yanvan: Evliya Çelebi'nin İskender'den söz ettiği kısımlarda en çok adını andığı eserlerden biri
Târîh-i Yanvan'dır. Eser,
Tevârîh-i Yunan (veya
Yunaniyân) olarak anıldığı gibi, İskender'den bahseden kısımlarına istinaden
İskender Târîhi veya
Târîh-i İskender-i Zülkarneyn olarak da anılmaktadır.
[1]
Yanvan, Kudüs ve Makedon'da (Rûmeli) 520 yıl kayserlik yapmıştır. Eski
Roma ve Bizans imparatorları için kullanılan "kayser" unvanını ilk o
kullanmıştır. Evliya Çelebi'ye göre Yunanca olan
Târîh-i Yanvan
güvenilir bir eserdir (Evliya 1996: I/11-2; 2003: VII/16). Çelebi,
Makedonya-yı Kostantiniye'nin muhasarasından söz ederken kuyumcu
Simyon'la olan dostluğuna değinir ve
Yanvan Târîhi'ni dinlediğini söyler:
"Bu hakîr-i pür-taksîrin dükkânlarında zergerlik ider kefere
Simyon, Yanvan Târîhi'n okıdukça istimâ' idüp hatır-nişânımız idi. Zîrâ
anlar ile 'âlem-i sabâvetden beri ülfetimiz sebebiyle ve reşîd ve necîb
olmamız cihetiyle fesâhat [ve] belâgat üzre lisân-ı Yunan ve lisân-ı
Lâtîni anlardım. Ve hakîr Simyon'a Şâhidî Lugatı'nı okıdurdum. O bize
Aleksandıra ya'nî İskender-i Zülkarneyn Târîhi'n okıdırdı. İskender
Târîhi'nde dahı Rûm kayâsırlarının ecdâdı 'Amlâk'a ve Sâm'a ve Hazret-i
Nûh'a müntehîdir ve's-selâm" (Evliya 1996: I/33).
Târîh-i Mığdısî: Eser, Evliya Çelebi'nin "müverrih-i hakîkî" olarak nitelediği Ermeni tarihçi Mığdısî'ye aittir ve Târîh-i Yarmenî-i Mığdısî, Tevârîh-i Mığdısî-i Yarmenî
gibi adlarla geçer. Çelebi, İskender'in başının iki yanında var olduğu
söylenen boynuzlarıyla ilgili hikâyeyi bu eserden nakletmiştir (Evliya
1999: III/138-9; 1999, IV/33, 61, 287).
Şerefnâme: Evliya Çelebi'nin verdiği bilgiye göre Bitlis
hanlarının ecdadı Şeref Han tarafından yazılmıştır. Çelebi, Azgûr-ı
Aleksandır-ı Gûr Kalesi, İskender'in boynuzları nedeniyle çektiği
sıkıntılar vs. konulardan söz ederken Şerefnâme'den faydalanmıştır (Evliya 1999: II/161; 2007: X/20).
Tevârîh-i Kıbtî: Evliya Çelebi, kesinlikle güvenilir bulduğu
ve Abbasi halifesi Me'mûn zamanında Kıbtî dilinden Arapçaya çevrilen bu
tarihlerden İskenderiye'den söz ederken faydalanmıştır.
Târîh-i Tuhfe: Evliya Çelebi'nin adını andığı bir diğer eser Târîh-i Tuhfe'dir.
Müellif, Hazar Denizi ile Karadeniz arasında var olduğu söylenen
bağlantıdan söz ederken bu eseri anar (Evliya 1999: II/155).
Genel Anlamda Sözü Geçen Tarihler: Müellif zaman zaman sözü edilen bu
tarihler yanında genel bir ifadeyle (Arap, Acem, Macar, Nemse, Latin ve
Rûm müverrihlerinin eserleri gibi) farklı eserlere de gönderme yapar
(Evliya 1999: IV/61; 2003: VII/16, 56; VIII/51). Çelebi'nin bazen eser
adı zikretmeden "bir tevârîhde" şeklinde faydalandığı eseri zikrettiği
de olur (Evliya 2007: X/20).
2. İskender'in Kimliği
Seyahatnâme'de zaman zaman İskender'in kim olduğu konusuna da
değinilir, birden fazla ve farklı özellikte İskender'den söz edilir.
İskender, Zülkarneyn, İskender-i Zülkarneyn, İskender-i Kübrâ,
İskender-i Rûmî, İskender-i Yunan, Aleksandıra, Feyleko Aleksander,
Filkos oğlu İskender gibi adlarla anılan İskender'le ilgili birbiriyle
örtüşmeyen, oldukça karışık bir yığın bilgi vardır. Ancak başka
eserlerde de gördüğümüz şekilde Evliya Çelebi'nin anlattıkları, temelde
MÖ 4. asırda yaşayan Makedonyalı Büyük İskender'le Kur'ân'da
adı geçen Zülkarneyn hakkındaki bilinenlerin bir anlamda tek kişilikte,
İskender-i Zülkarneyn adı üzerinde toplanmış hâlidir.
Evliya Çelebi "Devlet-i Batâlise"den söz ederken
"Ve İskender dahi
Yunaniyân'dır, zamân-ı hükûmetinde şehriyâr derlerdi, ol zamânda cihâna
Yunaniyân müstevlî olup şarkdan garba hükmetdiler." der. Ardından
dünyayı Kaf'tan Kaf'a hükmü altında tutan dört hükümdar adı sayar.
Bunlar, İslam'dan Hz. Süleyman ve İskender-i Zülkarneyn, Yunaniyân'dan
Yanko bin Madyan ve Buhtunnasr'dır (Evliya 1999: IV/217; 2007: X/54).
[2]
Art arda gelen bu cümlelerdeki İskender'in önce Yunaniyân'dan sonra
İslam'dan sayılması dikkati çeker. Ancak İskender-i Zülkarneyn'in
dünyanın dört büyük padişahından biri olduğu ifade edilmiş olur.
Evliya Çelebi eserinin iki yerinde Yunanların sözlerine dayanarak bu
dünyaya dört İskender'in geldiğini dile getirir. Ayrıca bir yerde de
dört "İskender-i Yunan"dan söz eder ve dördünün de İskenderiye'yi imar
ettiğini ancak isimler konusunda çok ihtilaf olduğunu söyler. Burada
anılan isimler şunlardır: Rûmeli'de Kavala'da doğan ve Yunanların
Aleksandıra dedikleri Feylekos oğlu İskender-i Zülkarneyn [bir başka
yerde tarih ve isim Hz. Muhammed'in hicretinden 305 sene önce İskender-i
Rûmî olarak geçer (Evliya 2007: X/353)], Hz. Muhammed'den 882 sene önce
Makedonya şehrinde doğan İskender-i Yunan, İzmit'te doğan ve mamur
ettiği bu şehrin İskender Makedoniye olarak anılmasına vesile olan
İskender ve son olarak Yâfes oğullarından İskender ibn Merzûbe (Merzibân
ibn Merdûye el-Yunanî). Bunun yanında İskenderiye'yi imar edenler
arasında İskender ibn Filîş el-Mahzunî şeklinde başka bir isim daha
geçer (Evliya 1999: II/39; IV/9; 2007: X/19, 353). Böyle bir ayrım
yapılmakla birlikte bu isimlerin sık sık birbirinin yerine kullanıldığı
ve karıştırıldığı; isimler arasında yukarıda ifade edilen ayrımı
İskender adının geçtiği diğer yerlerde yapmanın neredeyse imkânsız hâle
geldiği görülür.
Evliya, İskender'le Kaydâfe münasebetinden söz ederken İskender-i
Zülkarneyn ve İskender-i Kübrâ adları arasında bir ayrıma gitmeden şu
bilgileri verir: Allah yeryüzünü farklı bir şekle sokmak için İskender-i
Zülkarneyn'i yarattı. "Allâh bir şeyi murâd ederse sebebini hazırlar."
mazmunu gereğince Hz. Âdem'in yeryüzüne inmesinden 5075 sene sonra
İskender-i Kübrâ cihangir padişah oldu ve bütün padişahlar ona boyun
eğdiler. Ama Yunaniyân'dan Makedonya ve İzmirne sahibi Kaydâfe,
İskender'e başkaldırdı. İskender-i Kübrâ, İstanbul'un Sarâyburnı ile
Üsküdâr bölgeleri arasında bulunan Makedonya şehrinin dördüncü banisidir
ve burayı taht edinip İrem Bağı gibi yapmıştır. İskender, Hz. Hızır'la
birlikte âb-ı hayatı aramaya gitmiştir. Lokmân, Hızır ve Habîb-i Neccâr
gibi İskender'in de nübüvvetinde ihtilaf vardır. Ancak bazı yerlerde
Hızır için İskender'in askerî taifesinden olduğu bilgisi verilir.
İskender-i Zülkarneyn'in hilafet müddeti 64 senedir. Bâbil'de merhum
olup İskenderiye'de metfundur. Yunan, Latin ve diğer Hristiyan milletler
kendilerine tarih olarak İskender'in doğumunu, Muhammed ümmeti ise Hz.
Muhammed'in hicretini esas almıştır (Evliya 1996: I/13-4; 1999: III/21,
38, 57-8; 2007: X/20).
Yukarıda Hz. Muhammed'den 882 sene önce dünyaya gelen [bu yıl bazen
ölüm yılı olarak geçer (Evliya 1999: IV/62)] İskender-i Yunan'dan söz
edilmişti. Bu defa Seyahatnâme'nin başka bir yerinde hem isim
hem yıl farklıdır: İskender-i Kübrâ, Hz. Muhammed'in doğumundan 889 sene
önce vücuda gelmiş olup Feylekos'un yanında yetişmiştir. Bu nedenle
Rûmlar İskender'e Feyleko Aleksander demektedirler. İskender-i Kübrâ
padişah-ı Zülkarneyn olmuş, Atina şehrini imar etmiş ve şehirde 7000 Rûm
hakimini toplamış, bu nedenle buraya "Dâr-ı medîneti'l-hükemâ
ve'l-kudemâ" denilmiştir. Bazı kimseler ise onu Feylekos'un oğlu
İskender olarak bilir. Yunan müverrihlerine göre Feylekos'un babası
Melik Rac'îm, dedesi ise Hz. Süleyman'dır. İskender, 30 yıl padişahlık
yapmış, 700 büyük şehir kurmuş, Karadeniz'i Akdeniz'e akıtmış,
karanlıklar ülkesini geçip Sedd-i Yecüc ve Mecüc'ü bina etmiştir. Kavala
şehrinde merhum olmuş ve bir adada defnedilmiştir. Mezarının yeri belli
değildir. İskender'in oğlu Ruhanya padişahlığı kabul etmediği için
İskender-i Kübrâ'nın akrabalarından Batlîmûs padişah olmuştur (Evliya
2003: VIII/50-1, 113).
Çelebi, İskenderiye şehrinin tarihini anlatırken İskender'le ilgili şu
bilgileri verir: Âlemin tarihçisi Muhammed bin İshâk'a göre Hz.
Muhammed'in doğumundan 882 sene önce İskender-i Kübrâ bu şehri evvelki
şeklinden daha da genişletip güzelleştirerek o kadar mamur hâle getirdi
ki yeryüzünde böyle büyük bir şehir bina olunmamıştı. İskender-i
Zülkarneyn'in nesebi İbn Rûmî ibn Nîtî [Nebâtî?] ibn Nu'mân ibn Târic
ibn Yâfes ibn Nûh aleyhisselamdır. Ve bir söze göre de İskender ibn Dârâ
ibn Behmen ibn İsfendiyâr'dır. Ama bu İskender hakkında Yunaniyân, yani
Rûmlar, "Bizim padişahımızdı, 1000 veya bir söze göre 600 sene ömür
sürdü, Kaf'tan Kaf'a hükmetti, Sedd-i Yecüc'ü yaptı ve peygamberdir."
demişlerdir.
Çelebi, Hz. Muhammed'den 881 sene önce Sedd-i Yecüc'den gelirken vefat
eden ve naaşı İskenderiye'de Deyr-i Markab'da bulunan İskender hakkında
verilen bilgilerin doğru olduğunu söyler, çünkü Yunan tarihleri sahih
kaynaklardır. Ancak hemen ardından başka bir bilgi daha verir. Yine
Yunanların sözlerine göre Hz. Muhammed'in hicretinden 305 sene önce Rûm
diyarında Selanik şehri yakınlarında Kavala'da Hakim Feylekos oğlu
İskender-i Rûmî padişahlık yapmış ve Rûm, Arap, Acem, Hint ve Sind'i ele
geçirmiştir. Ayrıca Acem şahlarından Dârâ Şâh'ı Nusaybin yakınlarında
hezimete uğratıp İran'a sahip olmuştur. Ardından Kıbtî meliki Melik
Sûrîd'den Mısır'ı almış ve burayı Kostantiniye'deki Ayasofya kilisesine
vakfetmiştir. Çelebi, Ayasofya makamları ve ziyaret yerleri hakkında
bilgi verirken burada "makâm-ı İskender-i Zülkarneyn"in olduğunu da
söyler (Evliya 1996: I/53; 2007: X/352-3).
Seyahatnâme'de İskender'e Zülkarneyn denilmesine dair de bazı bilgiler aktarılır. Evliya Çelebi'nin Târîh-i Mığdısî, Şerefnâme
ve diğer müverrihlerden naklettiğine göre İskender'in alnının iki
yanında etten biraz daha sertçe iki "karn"ı (boynuzu) vardır. Bu sebeple
ona Zülkarneyn (iki boynuzlu) denilmiştir. Bir başka söze göre ise 32
seneye bir "karn" denilir ve felekler 32 yılda bir devreder. İskender
iki defa devr-i felek gördüğünden bu lakabı almıştır. Ancak Çelebi,
"Gerçek rivayete göre bu lakabı almasının sebebi boynuzlarıdır." der
(Evliya 1999: IV/61).
3. İskender'in Coğrafyası
Seyahatnâme'de İskender'den söz edilirken aynı zamanda genel
hatlarıyla bir İskender coğrafyası da çizilmiş olunur. İskender'in ele
geçirdiği ve etkilediği bu coğrafya, adının önüne gelen "Büyük" sıfatına
yakışır genişliktedir ve kadim zamanlarda bilinen dünyanın neredeyse
tamamıdır. Aslında Evliya Çelebi'nin bir iki yerde zikrettiği şu
cümleler bu coğrafyayı rahatlıkla özetler: Yeryüzünü Kaf'tan Kaf'a hükmü
altında tutan dört hükümdar vardır. Bunlar, İslam'dan Hz. Süleyman ve
İskender-i Zülkarneyn, Yunaniyân'dan (veya batıldan) Yanko bin Madyan ve
Buhtunnasr'dır. Bunun yanında İskender'in batıdan doğuya sefere çıkıp
aldığı yerler de Seyahatnâme'de bazen topluca sıralanır:
İskender, Rûmeli'de Kavala, Selanik, Atina, Makedonya ve
Kostantiniye'den Acem'e hareket edip Dârâ Şâh'la savaşır. Karadere,
Nusaybin, Cezîre, Irâk-ı Arap, Irâk-ı Acem, Haleb, Bağdâd, Dühük,
İmâdiye şehirlerini ele geçirir. Bir başka yerde ise o dönemde Rûmların,
dolayısıyla İskender'in elinde olan yerler şöyle sıralanır: Şam, Kudüs,
Nablus, Hamâ, Humus, Haleb, Antakiye, Bağdâd, Birecik, Urfa, Rûm.
Ayrıca Acem, İran, Turan ve Türkistan vilayetleri ve bizzat Dârâ Şâh,
İskender-i Yunan'a haraç vermektedir (Evliya 1996: I/11-2; 1999: IV/217,
308, 321; 2005: IX/127; 2007: X/54). Seyahatnâme'de sözü edilen bu coğrafyayı 5 başlık altında toplamak mümkündür:
Avrupa, Balkanlar: İskender-i Zülkarneyn Karadeniz'den
Akdeniz'e boğaz açmadan önce Heyhât, Kırım, Özi, Tımışvâr, Göle,
Salanta, Keçkemet, Peşte, Baçka, Laçka, Deşt-i Kıpçak, Leh, Çeh, Serem,
Semendire ve bütün Macaristan ta Alman dağına varıncaya kadar tamamen
Karadeniz'dir. Karadeniz, Akdeniz'e akıtılınca Deşt-i Kıpçak, Kırım ve
Macaristan büsbütün perişan olur, daha sonra insanlar ve hayvanlar için
yaşanılır güzel bir yer hâline gelir. İskender-i Kübrâ asrında o ovalar
denizdir, Pirevadi Kalesi ise adadır ve demir halkalarla oraya gemi
bağlanır. Daha sonraları Kesendire olarak anılan Aleksendire'yi İskender
bina etmiştir. Eğriboz, İskender'in hükmü altındadır. Bir rivayete göre
İskender-i Kübrâ, Kavala'da ölmüştür ve bu civarda bir adada
defnedilmiştir. Atina şehrini baştan başa imar edip güzelleştiren
padişah-ı Zülkarneyn, İskender-i Kübrâ'dır. Drama tıpkı Feylekos gibi
İskender'in de yaylagâhıdır (Evliya 1996: I/13-4; 1999: III/176; 2003:
VII/16; VIII/51-4, 90-113).
İstanbul ve Çevresi: İlk banisi Hz. Süleyman olan
Kostantiniye'nin, yani İslâmbol'un eski adı Latin dilinde Makedonya'dır.
Sonra İskender bina ettiğinden Aleksandıra denilmiştir. Tophâne
şehrinin ilk kurucusu İskender'dir. Sarıyar, ta İskender-i Zülkarneyn
asrında mamur bir şehirdir. İskender, Temmuz ayında İslâmbol
karşısındaki Çamlıca Dağı'nda yaylaya çıkar. Üsküdâr, İskenderî'den
galattır. Yunanlara göre İzmit'te dünyaya gelen İskender burayı mamur
etmiştir. İzmit'e Tevârîh-i Yunaniyân'da İskender Makedoniye
derler. İskender-i Zülkarneyn, Kaydâfe kendisine boyun eğmeyince
Karadeniz'i Akdeniz'e akıtarak İslâmbol'un Sarâyburnı ile Üsküdâr
arasındaki Makedonya'yı, İzmirne, Eski İslâmboliye, Liryoz ve Yöroz ile
birlikte 1700 parça şehri suya gark edip alır ve Makedonya'yı taht
edinir. Bandırma kasabası ve Belkıs tahtının içinde bulunduğu Kapıdağ
Yarımadası, İskender boğazı kesince ada olmuştur, eskiden Aydıncık
şehridir (Evliya 1996: I/13-4, 21, 185, 197; 1999: II/39; 2001: V/149).
Anadolu ve Ötesi: Batı Anadolu'da bulunan Urla, Sart ve Nif
kaleleri İskender'den korkan Kaydâfe tarafından yapılmıştır.
İskenderun'un ilk banisi İskender-i Kübrâ olduğundan şehir bu adla
anılır. İskender-i Yunan, Dârâ Şâh'la Nusaybin altında Kara Dârâ adlı
yerde savaşmış ve üstün gelerek Dârâ'nın mülküne el koymuştur. Gümüşhane
şehrini, İskender-i Zülkarneyn hakimlerinden Filkos-ı Yunanî simya
ilmiyle bulmuş, İskender de abat etmiştir. İskender-i Zülkarneyn
boynuzlarından çektiği sıkıntıya derman bulmak için Bitlis, Batman,
Diyarbakır, Muş, Çapakçur, Bingöl, Cemapur, Musul, Şattü'l-Arap, Habur,
Dehdîvân, Güzeldere, Nemrûd, Mudikî, Gevâr gibi yerleri dolaşır.
İskender Filikos'un yaptığı tılsım nedeniyle Muş Ovası'nda sıçan olmaz.
İskender-i Kübrâ, Cemapur'a giderken hileyle Van Kalesi'ni fetheder ve
kale içindeki Câlût kilisesine "Vang" diye ad koyar. Rûm dilinde Van'a
Aleksandıra derler. Erciş'in kuzeyinde bir ılıca vardır. Bu ılıcada
büyük binalar ve eski eserler vardır, İskender yapmıştır derler.
Mısır'daki İskenderiye şehrini İskender-i Zülkarneyn mamur etmiştir.
Hamâ (Yunancada Hamutân) İskender-i Kübrâ asrında imar
olmuştur. İskender-i Kübrâ asrında Gazze yakınında deniz kenarında
Askalân şehrinden Kıbrıs'a varıncaya kadar deniz içinde geniş bir yol
vardır. İskender Karadeniz'i kesip Akdeniz'e akıtınca yol suya gark
olmuştur. İskender Sebte Boğazı'nı (Cebelitarık) açınca Bahr-i Rûm
(Akdeniz) Bahr-i Muhît'e (okyanus) akmış ve Şâm, Mekke ve Medîne bölgesi
çöl olmuştur. Isfahân şehrini Tahmûres, Cemşîd ve Zülkarneyn bina
etmişlerdir (Evliya 1999: II/173; III/33, 39, 80, 138-41; IV/61-3, 83,
101, 108, 358; 2002: VI/56; 2005: IX/32, 37, 54, 139, 301; 2007: X/20).
Kafkasya: Şerefnâme'ye göre Gürcistan'da ilk bina
olunan Azgûr-ı Gûr Kalesi'dir. Gürcü dilinde Azgûr-ı Gûr, padişahlar
padişahı Aleksandır demektir. Aleksandır, İskender-i Zülkarneyn'dir,
burası onun binasıdır. İskender-i Zülkarneyn, Sedd-i Yecüc'ü bina edip
dönünce Bahr-ı Hazar'la Karadeniz arasında bir kanal açmaya karar verir
ve üç günde Dağıstan, Elburz Dağı, Karadeniz sahili, Mikrilistan, Faşa
Çayı gibi yerler ölçülür. Ancak hükema İskender'i bundan vazgeçirir.
Birçok demirkapı vardır. Demirkapılardan biri Şirvan ve Şamâhî kaleleri
ile Dağıstan padişahının Tarhu adlı ülkesi yakınında Bahr-ı Hazar
kenarında İskender-i Zülkarneyn'in bina ettiği demirkapıdır. Buna Arap
tarihlerinde Bâbü'l-ebvâb derler. İskender-i Zülkarneyn, Abaza Dağları
dibinde Kızlar Algan suyu kenarındaki beş yüz evli bir yerde Allah
tarafından gönderilen bir ağaç dikmiştir. Ve bir ağaç da Dağıstan
vilayeti yakınındaki Elburz Dağı eteğinde vardır. Halk bu ağacın altında
İskender-i Zülkarneyn'in metfun olduğuna inanır (Evliya 1999: II/154,
161; 2003: VII/172, 281-2; 2005: IX/113).
Kaf Dağı, Sedd-i İskender, Bahr-ı Zulumât: İskender gibi âb-ı
hayâta varan Kalmuk kavmidir. İskender-i Zülkarneyn bahr-ı zulumâtı
geçip öbür dünyaya ayak basmış, Kaf Dağı'nda Allah'ın emriyle Sedd-i
İskender'i bina etmiştir. Kalmuk kavminin Yıldırak Dağ dedikleri aslında
Sedd-i Yecüc'dür (Evliya 2003: VII/329).
4. Âyîne-i İskender
Seyahatnâme'de, İskender'in adıyla anılan ve İskenderiye'nin
sembollerinden biri olan Âyîne-i İskender'den de zaman zaman söz edilir.
Bu ayna öyle bir aynadır ki deryadan İskenderiye üzerine bir düşman
gelse bütün gemiler görünür ve aynanın yakıcı ateşiyle yanar, böyle
büyük bir tılsımdır. Bir rivayete göre İspanya kralının elçisi,
Emevilerden Abdülmelik bin Mervân'ı kandırarak kuleyi ilim kuvvetiyle
yıkıp Âyîne-i İskender'i alır ve şehri yağmalar. Hâlâ temeli oradadır.
Mekke'de Hz. Muhammed vücuda geldiğinde Bağdâd'da tâk-ı Kisrâ ve Irâk'ta
âteş-gede-i Nemrûd ile birlikte İskenderiye'de Âyîne-i İskender de
yıkılır (Evliya 1999: III/213; 2007: X/355)
Evliya Çelebi, kalkancı esnafından bahsederken şu bilgileri verir:
Bunların pîri Hz. Dâvûd'dur, onun kalkanı hâlâ Kudüs'te Sahretullah
kubbesinin sol tarafında kubbe içinde duvarda asılıdır. Nahçıvan
çeliğinden yapılmış büyük cilalı bir kalkandır. Halk ağzında ona Âyîne-i
İskender derler ama yanlıştır. Hz. Hamza'nın kalkanı için de böyle bir
benzetme yapılır: Evvela gümüş kafesli dolap içinde Hz. Resul'ün mübarek
sağ kadem-i şerifi, bunun karşısında Hz. Hamza kalkanı vardır. Bazıları
Âyîne-i İskender derler. Zira hiçbir yerde görülmemiş macundan tılsımlı
bir aynadır ki sanki kâinat aynasıdır. Binlerce kişi baksa teker teker
hepsini gösteren acayip, ibretlik bir aynadır. İlim sahibi bu hakir
Âyîne-i İskender olduğuna şehadet etmiştir (Evliya 1996: I/265; 2005:
IX/237).
5. Tâc-ı İskender
İskender'in olduğuna inanılan önemli eşyalardan biri de Tâc-ı
İskender'dir. Avrupalılar bu taca "gorona" derler. İskender'in
bulunmadığı coğrafyalarda ve zamanlarda namını yürüten bu taç önemli bir
simgedir ve tacı elinde tutan gücü de elinde tutmaktadır.
"Gorona", "taç" ve "manlifke" gibi isimleri vardır. Rûm'un buğday
kilesi kadar, müdevver, sivri, Edhemî külahı gibi bir şeydir. Deriden ve
telâtinden olmalıdır. Tamamen murassa ve üstü cevahirdendir. Ancak
muşambalı ve mukavvalı kuka keçe külah gibi tak tak ses çıkartır,
serttir. Eskiden bu kadar süslü değilmiş. Her gelen kral itibar edip bir
şey yaptırmış ve saf cevahirle süslenmiş. Bin Mısır hazinesi
değerindedir, paha biçilemez derler. Tepesinde bir cevahir halkaya
zincirleri bağlayıp tacı bir yere asmak için 18 kral 18 adet zincir
takmış. Ancak taç sürekli bu zincirler ile durmazmış, zira zincirler
çengellidir. Zincirin her birine paha biçilmez derler. İhtişamlı
günlerde ve önemli elçilerin ağırlandığı vakitlerde zincirler takılır,
taç yerine konulur, sonra tekrar kaldırılırmış. Tacın on iki terki
vardır ve her terk arasında sıra sıra lal, yakut, elmas ve zümrüt incisi
çoktur. Ağzının kenarlarına çepeçevre 6 sıra fındık büyüklüğünde beyaz
inciler arasında yeşil damla zümrüt dizilmiştir. Beyaz ve yeşil, taca
öyle güzellik vermiş ki insanın gözü kamaşır. Bu türde ve bu eşkâlde bir
Tâc-ı İskender'dir (Evliya 2003: VII/117-8).
Bütün Macar, Latin ve Yunan tarihçilerin yazdıklarına göre "tâc-ı
gorona" İskender-i Kübrâ'nındır. Ondan Menûçehr'e, sonra Enûşirvân-ı
Dâdyân'a ve ondan da Gürcî Açıkbaş'a intikal etmiştir. Ardından Menûçehr
evlatlarından Yejderban goronayı Gürcî Açıkbaş'tan almıştır. Başı açık
kaldığından hâlâ Açıkbaş derler. Bazı kuruş sikkelerinde açık başlı
krallar vardır. Bu krallar ellerinden goronanın alındığı krallardır.
Menûçehr evlatlarından Nagban Yejder, Eğri taraflarında vatan tutmuş ve
soyu çoğalmıştır. Fars lisanında bunlara Mençâr kavmi derler, galat-ı
meşhur ile Mençâr'dan galat Macar kavmidir. Bu Macar kavminin elinde
Tâc-ı İskender nice yüz yıl durur. Süleyman Han asrında Vişegrad Kalesi
Macarlardan alınınca gorona da Osmanlı'ya geçer. Süleyman Han, Budin'i
Erdel kralı Yanoş Kral'a verdiği vakit küffarın Tâc-ı İskender'e itibarı
olduğundan güç ve vakar sahibi olsun diye goronayı Yanoş'a ihsan eder.
Yanoş, tacı kefere geleneği üzere Ustolni-Belgrad'da başına giyip
müstakil Budin kralı ve Ungurus çarı olur. Goronanın muhafazasına
Şıkloviş Kalesi herseği Pirin Potur getirilir. Gorona bazen Vişegrad ve
Üstürgon'a bazen de Şıkloviş Kalesi'ne götürülürken bir gün Peçoy
kaptanı olan Pişyük on bin atlıyla Pirin Potur'u basar, goronayı alıp
Sobron Kalesi'ne kor. Süleyman Han 1532 senesinde Sobron'u fethedip
Tâc-ı İskender'i tekrar alır ve hazineye koydurur. Sonra tacı ve on iki
bin yeniçeriyi Ungurus kralına vererek Zirinoğlu Macarlarının ve bütün
Hırvadistan'ın kale ve şehirlerini ele geçirir, küffardan intikam alır.
Ardından Süleyman Han, Seğitvar'da 1566'da merhum olunca Tâc-ı İskender,
Nemse çarlarının elinde kalır. Bağdâd fatihi IV. Murâd Han, goronayı
almayı murat eder ancak Bağdâd fethinden sonra ömrü vefa etmez ve taç
öylece bî-revaç kalır. Önceleri taç sürekli Pojon Kalesi'nde durur.
1662'de Sultan IV. Mehmed asrında Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, Uyvar
Kalesi'ni fethedince küffar korkusundan tacı Pojon Kalesi'nden alıp
Beç'ten altı konak içeri Prak Kalesi'ne götürür. Ancak paşa tacı
Prak'tan getirtir. Kendi tahtının üstünde bir kemercik altında 18 adet
cevahirli altın zincirle asılıdır. Ama aşağı kenarları kemerin duvarı
üzerinde durur ve dışarıdan gelene sanki kral taç giymiş gibi görünür.
Taç bir ara Kostantin'de de kalmıştır (Evliya 1996: I/22-3; 2003:
VII/117).
Tâc-ı İskender bir kişinin hükümdarlık iddiasında bulunması için
önemlidir. Taç kimdeyse güç ve üstünlük de ondadır. Örneğin haberciler
Kral Yanoş'a, Beç kralı Ferdinand'ın üç kral ile Budin üstüne yürüdüğünü
haber verdiklerinde Tâc-ı İskender oradadır ve bu taç marifetiyle başka
dört kral Yanoş'a muti olurlar. Yine Nemse hükümdarı Tâc-ı İskender'e
sahip olduğundan yedi kral üzerinde nüfuzu, üstünlüğü vardır ve hükmü
1760 parça kaleye maliktir (Evliya 2002: VI/132, 224).
Taç, bulunduğu bazı yerlere de ad vermiştir. Örneğin Ervâm kavminin
Üstürgorna dedikleri yerde bir zaman Tâc-ı İskender olan gorona
bulunmuştur. Üstürgona ve Üsti gorona'dan galat-ı meşhur hâlâ Üstürgon
kalesi derler. Aynı durum Goron ya da Koron adında da vardır. Latin
lisanında Gorona adlı bir yer vardır. Gorona'dan galat-ı meşhur Koron
derler. Zira bir zaman bu kalede Tâc-ı İskender goronası durmuştur ve
Rûmlar buraya Gorona Katror derler (Evliya 2002: VI/159; 2003:
VIII/147).
[3]
6. Makedonya, İstanbul ve İzmit'e Dair
Bugün Makedonya ve İstanbul birbirinden oldukça uzak iki yerdir. Ancak Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme'sinde
İstanbul'un adı Makedonya olarak gösterilir. Çelebi'nin İskender'den
söz ettiği bazı yerlerde "Makedonya yani Kostantin", "Kostantiniye ki
Makedonya şehridir", "İslâmbol kim Makedonya şehridir", "İslâmbol-ı
Makedon", "İslâmbol'a dahi Makedone-opol derler" dediği görülür. Bir
yerde ise "Makedon yani Rûmeli" ifadesi kullanılmıştır (Evliya 1996:
I/11-4, 185; 1999: III/215-6; IV/9; 2003: VII/16).
İslâmbol Kalesi'nin ilk ismi Latin lisanında Makedonya'dır. Ardından
şehri Yanko bina ettiği için Süryânî lisanında Yankoviçe, daha sonra
İskender bina ettiğinden İbrani lisanında Aleksandıra derler. Bu kadim
şehir hakkında Sırp, Bulgar ve Urûm-ı Yunan tarihlerinde, "İslâmbol'dan
önce bina olunan Filiboz Kalesi'dir ve Makedone adlı İskender kızının
tahtı bu Filiboz'dur." diye yazar ve bütün Hristiyan milletler bunda
ittifak etmişlerdir. Hz. Süleyman rüzgârla buraya gelip Belkıs ile
sohbet eder ve Filiboz kral Hz. Süleyman'ın otağını kurduğu yere bir
kale yaptırır. Rûm diyarında ilk bina olunan Filiboz Kalesi ve Makedone
şehridir. Hâlâ Leh, Çek, İsfaç, Eflağ ve Boğdan lisanlarında "done"
kralların eşlerine derler. Bu Filibe şehrini İskender kızı Make bina
ettiği için Makedone şehri derler. Bu kadın, İslâmbol'a melike
olduğundan İslâmbol'a Makedone-opol denilmiştir. Şehri daha sonra
Kostantin imar ettiğinden Kostantin-opol derler. Makedonya şehri,
İslâmbol'da Sarâyburnı ile Üsküdâr arasındadır. Burası 700 ılıcası olan
büyük bir şehirdir. Bir rivayete göre İslâmbol'a ilk temel atan Hz.
Süleyman'dır. Ardından, oğlu Melik Ruhba'im ve Yanko bin Madyan gelir.
Şehrin diğer banileri arasında İskender-i Zülkarneyn (başka bir
rivayette İskender-i Zülkarneyn ikinci bani olarak geçer) de vardır.
Ayrıca ileride genişçe üzerinde durulacağı gibi İstanbul Boğazı'nı açan
İskender'dir (Evliya 1996: I/11-2, 18, 14, 21, 46, 217; 1999:
III/215-6).
Bunun yanında İzmit'te vücuda gelen İskender şanlı bir padişahtır ve İzmit'i mamur eder. Bu nedenle İzmit'e Tevârîh-i Yunaniyân'da
İskender Makedoniye derler. Evliya, İzmit'ten söz edeceği vakit,
"Aleksandıra-i Makedonin ya'nî şehr-i İzimgit" başlığını kullanır
(Evliya 1999: II/39; IV/9).
7. İskender-i Zülkarneyn ve Boynuz Meselesi
"İskender'in Kimliği" kısmında da söz edildiği üzere İskender'in
alnında iki boynuzu vardır. İskender boynuzların acısından bir saat bile
uyku uyuyamaz ve hükeması da buna ilaç bulamaz. Bir rivayete göre
İskender, Sedd-i Yecüc'ü bina ettikten sonra Irâk'a gelir ve
Şattu'l-Arap suyundan içer. Sudan içince boynuzlarının acısı biraz diner
ve uykuya dalar. Gördüğü rüyada, "Ey İskender, bu âb-ı hayattan içerek
Musul'a var. Şatt'a dökülen sulardan içe içe git. Hangi suyun faydasını
görürsen o nehir kenarından git, nehrin doğuş yerine varıp orada kırk
gün kal ve bu sudan iç. Böylece boynuzların acısından kurtulursun."
denilir. İskender hükemasıyla Musul tarafına doğru yola çıkar, nice
nehirleri geçer. Cezîretü'l-Ömer'den geçip Habur Nehri'nden içince
rahatlar. Oradan nehir boyunca giderken nehir ikiye ayrılır. Hısn-ı
Keyfâ'dan geleni içerek safa bulur. Onun kenarınca gider, Bitlis'e yakın
Kefender Kalesi dibinde nehir ikiye ayrılır. Mûdikî Dağlarından
gelenden içince İskender'in acısı artar. Bitlis tarafından geleni içer,
ondan hazzeder ve Bitlis şehrine gelir. Nehir, şehirdeki kale altında
iki kola ayrılır. Çarşı içinden gelenden içer, safa vermez; kale
altından geleni içince rahat bulur ve boynuzlarından biri düşer. Allah'a
şükredip nehir boyunca gider. Nehir bir kayadan çıkmaktadır. Orada
askerleriyle birlikte kırk gün durup sudan içer ve diğer boynuzu da
düşer, acılarından kurutulur. İskender bu nehrin başına yüce bir köşk
yaptırır, bütün dervişler ve irfan ehli burada safa bulur. İskender'in
Bedlîs adında bir hazinedarı vardır. İskender ona birçok mal verip
nehrin kaynağına kendisinin bile alamayacağı bir kale inşa etmesini
emreder. Bedlîs kaleyi inşa eder, İskender döndüğünde de kalenin
kapılarını açmaz, onunla savaşır. İskender ne olduğunu anlayamaz,
Bedlîs'in kendisine neden isyan ettiğini sorar. Bedlîs ise isyan
etmediğini, kalenin İskender de dâhil kimse tarafından alınamayacak
kadar sağlam olduğunu ispatlamak için böyle yaptığını söyler ve kapıları
açar. Bitlis adı hazinedar Bedlîs'ten kalmıştır.
[4]
Bir rivayete göre İskender âb-ı hayatı bulamayınca hükemasının
telkiniyle "Dünyanın göbeği Bingöl Dağı'nda âb-ı hayatın olma ihtimali
vardır." deyip o tarafa gider, sonra Basra önünde Şattu'l-Arap'a gelip
ondan içince boynuzunun acısı teskin olur. Oradan Şatt sahilince giderek
ve suyundan içerek Batman ve Şatt nehirlerinin birbirine karıştığı yere
gelir. İkisinden içer, Şatt'ın faydasını daha fazla görür ve
Diyarbakır'a gelir. Daha sonra yukarıda anlatıldığı şekilde Bitlis'e
gelir ve orada bir kale yaptırır. Bir başka rivayette ise İskender yine
hükemasının telkiniyle Bitlis'ten bir günde Muş Ovası'na, oradan da
Murâd Nehri'ne varır. Çapakçur Dağı eteğinde tahtını kurup Murâd
suyundan bir süre içer ve boynuzlarından biri düşer. Murâd Nehri'nin
suyundan fayda görünce "Ne çapak çur" der. Mığdısî lisanına göre "çapak
çur", "cennet suyu" demektir. Hâlâ Ermeni dilinde "su"ya, "çur" derler.
İskender yanındakilere buraya bir kale yapılmasını ve adının da Çapakçur
konulmasını emreder. Yine anlatıldığına göre İskender, âb-ı hayatı
bulamayınca önce Basra'ya, oradan Kurna'ya gelir. Fırat ve Şatt
nehirlerinin birleştiği yerden içer ve boynuzlarının acıları teskin olur
ve uyur. Uyanınca hemen hükemasını çağırır ve "Huda'ya hamd olsun,
boynuzlarımın acıları dindi. Tez bu yere Karne adlı bir şehir yapın!"
der. Zaman içinde halk arasında bu ad Kurna olmuştur (Evliya 1999:
III/138-9; IV/33, 83, 61-2, 286-7; 2007: X/20).
8. Âb-ı Hayat ve İskender-Hızır Münasebeti
İskender-i Zülkarneyn, karanlıklar denizinden öte geçip Sedd-i Yecüc'ü
bina eder, boynuzlarının acısından kurtulmak ve ebedî ömre erişmek için
âb-ı hayatı arayarak geri döner. O asırda Hızır Nebi, İskender'in askerî
taifesinden salih bir kişidir ve İskender'le birliktedir. Sâm bin Nûh
Nebi evladındandır. Halktan uzak, yalnız gezmek alışkanlığıdır. Bir
yerde vücudu hararet yapar ve saf bir sudan içer. Meğer o su âb-ı
hayattır. O zamandan beri Hızır hayattadır, deryada ve adalarda hizmete
memurdur. Ama Hz. Muhammed'in, "Eğer Hızır sağ olsa bizimle buluşurdu."
dediği insanlar arasında söylenir. Bazılar mürsel peygamber olduğunu
söylemiştir (Evliya 1999: III/57-8; IV/33, 62; 2007: X/352-3).
Eski tarihçilerin yazdıklarına göre Hz. İskender-i Zülkarneyn ve Hz.
Hızır, Basra civarında bir şehir inşa ederler. İsmine Dâr-ı Ebülhe
derler, yani Oğuz şehri demektir. Ama halk dilinde Übülle derler. Kadim
zamanların büyük şehirlerindendir. İleride genişçe anlatılacağı üzere
Karadeniz'le Akdeniz arasına boğaz açılması fikrini veren, İskender'e
yol gösteren Hızır olmuştur. Yine aşağıda ayrıntılı olarak ifade
edileceği gibi Cebrail cennetten bir ağaç getirir. Ağacın yerini
İskender peygamber kazar, Hızır da diker. İskenderiye yeniden inşa
edilirken İskender'in yanında Hızır da vardır ve şehir onun talimiyle
daha da güzel ve sağlam hâle gelir (Evliya 1996: I/13-4; 1999: IV/294,
357; 2003: VII/281-2).
9. İskender Zamanında İnşa Edilen Yapılar
Çeşitli kaynaklarda İskender'in gittiği yerlerde birçok şehir
kurdurduğu, bunlardan bir kısmının kendi adıyla anıldığı bilinmektedir.
[5] Bir rivayete göre İskender 700 büyük şehir kurdurmuştur (Evliya 2003: VIII/51).
Seyahatnâme'de
de İskender-i Zülkarneyn tarafından yaptırılan, tamir ettirilen,
genişletilip geliştirilen veya isim verilen kaleler, şehirler ve başka
yapılar hakkında malumat vardır.
Aleksendire, Kesendire: Rûm tarihlerine göre bu kaleyi
Aleksander, yani İskender bina etmişdir. Rûm kavmi İskender-i
Zülkarneyn'e Aleksandire der. Şehir, Aleksandire'den galat Kesandire
veya Kesendire olarak anılır. Selanik körfezi burnuyla Eğriboz'un
Kızılhisâr burnu arasındadır (Evliya 2003: VIII/90-1).
Orfan Kasabası: Sofya'nın Rila Dağları'ndan ve Usturumça
bağlarından bazı nehirler birleşerek Orfan kasabası yakınından geçip
Rindiye Boğazı'nda Akdeniz'e dökülür. Orfan kasabası deniz kenarında
kurulmuştur. Rûmeli'de Kavala'dan sonra burası Sedd-i İskender olarak
anılırmış. Şehri Yunanların Aleksendire Kral dedikleri İskender-i Yunan
kurmuştur (Evliya 2003: VIII/42).
Atina: Şehrin ilk banisi Hz. Süleyman'dır. Melik Rac'îm, sonra
da Melik Feylekos burayı imar eder. Feylekos asrında İskender-i Kübrâ
vücuda gelir ve Feylekos onu büyütür. İskender, padişah-ı Zülkarneyn
olur, büyük bir devlet kurar. Atina şehrini imar edip yedi bin Rûm
hükemasını buraya toplar ve milletlerin tarihçileri bu şehre "Dâr-ı
medîneti'l-hükemâ ve'l-kudemâ" diye ad koyarlar (Evliya 2003: VIII/113).
Varadin: Varadin, Tuna kenarında iç kalesi göğe baş kaldırmış,
altıgen şekilli eski bir kaledir. Macar müverrihlere göre İskender-i
Rûmî zamanında yapılmıştır (Evliya 2003: VII/56).
Demürkapu: Evliya Çelebi gezdiği yerlerde birçok demir kapı
görmüştür. Macar müverrihlerin sözlerine göre İskender-i Zülkarneyn,
Erdel bölgesinde demir kapılar inşa ettirmiştir. Bunların uzunluğu güney
tarafına dört konak yer miktarıdır ve ta Tuna Nehri Demürkapusu'na
varıncaya kadar üç kat sağlam duvar ve üç kat derin hendek şeklinde
uzanır. Bir başka demir kapı Şirvan ve Şamâhî kaleleri ile Dağıstân
padişahının Tarhu adlı ülkesi yakınında Hazar Denizi kenarında
İskender-i Zülkarneyn'in bina ettiği demirkapıdır. Buna Arap
tarihlerinde Bâbü'l-ebvâb derler. Geçen zaman içinde bu kapılar
yıkılmıştır, ancak hâlâ hendeklerin ve duvarların temel yerleri Sedd-i
İskender gibi bellidir (Evliya 2002: VI/3; 2003: VII/172).
[6]
Akka Kalesi (İskender sarayı): İskender'in Akka Kalesi'nde bir
sarayı vardır. Bu kaleyi bir vakit küffar istila edip Hz. Salih'in
cesedini kaldırıp İspanya'daki Medîne-i Kübrâ'ya yani Kızılelma'ya
götürmek istediklerinde kabirden korkunç bir ses ortaya çıkar ve kabri
kaldırmak isteyen küffarın hepsi o sesten helak olur. Helak olanlar
İskender'in harap olan sarayının yakınında metfundur (Evliya 1999:
III/70).
Tophâne: Tophâne şehri içinde ormanlık bir alanda İskender-i
Rûmî'nin bir manastırı vardır. Kefereler onu yılda bir kez Aya
Aleksandıra diye ziyaret ederler. Tophâne şehrinin ilk imareti bu
İskender binasıdır (Evliya 1996: I/185).
Sarıyar: İskender-i Zülkarneyn, Karadeniz'i Akdeniz'e
akıtırken bu bölgede altın madeni bulmuş ve kanalı farklı bir yerden
açtırarak buraya bir şehir bina etmiş ve adını da Fondûra koymuştur
(Evliya 1996: I/197).
İzmit (İskender Makedoniye): Yunanların sözlerine göre
İzmit'te vücuda gelen İskender, İzmit'i mamur etmiş ve buraya İslâmbol'a
benzer sağlam bir kale yaptırmıştır. Bu sebeple İzmit'e Tevârîh-i Yunaniyân'da "İskender Makedoniye" derler (Evliya 1999: II/39).
Van: İskender hile ile Van Kalesi'ni almış, buradaki Câlût
Kilisesi'ne "Vang" adını koymuştur. Ermenicede vang, kilise demektir.
Rûm lisanında Van'a Aleksandıra derler, İskender demektir. İskender-i
Kübrâ, Vang'ı ziyadesiyle imar edip mabet hâline getirmiştir. Bu ad
zamanla halk arasında Van olmuştur (Evliya 1999: IV/108).
Erciş: Erciş'in kuzeyinde Erzurum yolu tarafında bir hayli
mesafede bir ılıca vardır. Bu ılıcadaki büyük ve eski binalara halk
İskender binası der (Evliya 1999: IV/101).
Bitlis: İskender'in fermanıyla bugünkü Bitlis şehrinin
bulunduğu yere Bedlîs adlı hazinedarınca bir kale yapılır ve şehrin adı
bu hazinedardan gelir (Evliya 1999: IV/145).
Dehdîvân seddi: İskender, Bitlis'in fethi için on gün süreyle
divan müşaveresi yaptığı dağın tepesine Sedd-i İskender tarzında bir
bina yaptırır. Bu dağa o sebepten Dehdîvân Dağı derler. Hâlâ bir mesire
yeridir (Evliya 1999: IV/83).
Canca, Gümüşhâne: Eski bir şehirdir. Burayı ilk olarak
İskender-i Zülkarneyn'in hakimlerinden Filkos-ı Yunanî bulmuş, İskender
de abat etmiştir (Evliya 1999: II/173).
Sedd-i İskender: Elbette İskender'in inşa ettiği yapıların en önemlisi "Sedd-i İskender" ya da diğer adıyla "Sedd-i Yecüc ve Mecüc"dür. Seyahatnâme'de
sözü edilen birçok yapı, sağlamlığı, aşılmazlığı gibi nedenlerle bu
sete benzetilir. Yukarıda anılan ayet (Kehf, 94) nazil olunca İskender-i
Zülkarneyn zulumâtı geçip öbür dünyaya ayak basar, Yecüc ve Mecüc
kavmine karşı Kaf Dağı'nda Sedd-i İskender'i inşa ettirir. Bir rivayette
bu set, Dağıstan Dağları içinde Karadeniz ile Hazar Denizi arasında,
Moskov diyarına yakın bir yerdedir. Doğusunda İran ve Turan, batısında
Deşt-i Kıpçak kavmi, Benî Asfer, Sal'ât, Kırım ve uğursuz Rûs taifesi
vardır. Bu set, madenlerle oldukça sağlam, üç kat duvar şeklinde
yapılmış ve ayrıca yanına üç kat büyük hendek açılmıştır. Uzunluğu 12
konak miktarıdır. Hâlâ Elburz Dağı içinde ve Irâk-ı Dâdyân dağlarında bu
duvar ve hendeğin izleri vardır ve hakir Evliya Çelebi bunları
görmüştür. Kalmukların Yıldırak Dağ (Yalabır Dağ, Cıldırak Tav)
dedikleri parlayan dağlar Sedd-i İskender'dir, ancak Kalmuklar bunu
bilmezler. İskender burada Bukrât, Sokrât, Feylekos, Feylesûf, Padre,
Ristâlis, Eflâtûn-ı İlahî ve Fisagores-i Tevhidî adlı hakimlerine garip
ve acayip tılsımlar yaptırarak Kalmukların kabemiz dedikleri bir kubbe
de inşa ettirmiştir. Dört köşeli ve dört pencereli bu tunç kubbenin
içine Hz. Hızır'ın talimiyle İskender'in bütün başlıkları, hazinesi de
konulmuş ve tılsımlanmıştır. Kalmuklar, "Atalarımız dağlardan gelen
seslerle helak oldu." derler. Bu, Yecüc ve Mecüc kavminden gelen
seslerdir. Bu sesler nedeniyle dağa tam olarak varamazlar. Bir rivayete
göre Yıldırak Dağ, Kaf Dağı'dır. Moskov tarafında her yer 9 ay kış
sonrası donar ve buz deryasına döner. Kalmuklar, 70 günlük bu karanlık
buz deryasını 5 gün 5 gecede (veya 7 gün 7 gecede, 70 gün 70 gecede)
geçip aydınlığa çıkarlar. Kaf Dağı eteğindeki benzersiz kâbelerine varıp
ibadet ederler. Daha sonra buz deryası çözülmeden tekrar geri
memleketleri Helar vilayetine dönerler. Onların bu gidip gelişleri Nogay
kavmi arasında meşhurdur. Bu seyahatlerini 40-50 (veya 70-80) yılda
bir, 70-80 bin kişiyle gerçekleştirirler (Evliya 1999: II/20, 154-5;
III/143; IV/342; 2002: VI/3; 2003: VII/292-7, 329).
Azgûr-ı Gûr: Gürcîstân'da inşa edilen ilk yer Azgûr-ı Gûr
Kalesi'dir. Gürcü lisanında "Azgûr-ı Gûr", "padişahlar padişahı
Aleksandır" binası demektir. Aleksandır, yani İskender-i Zülkarneyn
yaptırmıştır (Evliya 1999: II/161).
Anapa: İskender-i Zülkarneyn, Allah'ın emriyle Sedd-i Yecüc'ü
bina etmeye giderken Anapa Kalesi'nin bulunduğu yeri çok beğenir.
Karadeniz'in kenarındaki bu güzel yere bir senede türlü taştan beş
köşeli şeddadi bir kale yaptırır (Evliya 1999: II/62).
İskenderiye: İlk banisi Nûh Tufanı'ndan sonra Bayzar bin
Hâm'dır. Bayzar bin Hâm, Mısır'a malik olup İskenderiye'yi bina eder ve
Menûf'u taht edinir. O asırda İskenderiye'nin ismi Rukûde'dir, Alman
diyarında hâlâ Rukûde derler. Yunan lisanında ise Aleksandire'dir.
İskender-i Kübrâ burayı o kadar mamur ve müzeyyen yapar ki hiçbir yerde
bunun kadar geniş ve güzel bir şehir yoktur. Bütün milletlerden insanlar
onu seyretmeye gelir. Yeryüzünde bundan sonra kurulan şehirler ve
kaleler hep İskenderiye örnek alınarak yapılır. Burayı yapan İskender-i
Zülkarneyn'in nesebi bir rivayette Hâm'a değil, Yâfes'e dayanır: İbn
Rûmî ibn Nîtî [Nebatî?] ibn Nu'mân ibn Târic ibn Yâfes ibn Nûh. Başka
bir rivayette ise İskender ibn Dârâ ibn Behmen ibn İsfendiyâr'dır.
İskenderiye yeniden inşa edilirken İskender'in yanında Hızır da vardır.
Osmanlı sınırları içinde üç İskenderun vardır. Biri Arnavud
İskenderiye'si, biri Akdeniz kenarında İskenderun denilen Halep
iskelesi, biri de Mısır İskenderiye'sidir. Mısır İskenderiye'sine Yunan
dilinde "Aleksendire Pırgaz" derler. "Pırgaz", Rûmca "kale" demektir,
yani "İskender kalesi" derler. Âyîne-i İskender buradadır (Evliya 1999:
III/33; IV/357; 2002: VI/56; 2007: X/352-5).
Sûr: Derya kıyısında İskender-i Kübrâ binasıdır. Sayda
bölgesinde bir nahiyedir. Kıyıda büyük bir kalesi ve limanı vardır. Üç
mahallesi, üç yüz hanesi, bir camisi, bir hamamı, küçük bir çarşısı ve
mamur bir kilisesi vardır. Bütün kefere, Aleksandır'ın mabedidir diye
itibar eder (Evliya 1999: III/62-3; 2005: IX/216).
Hamâ: Tufandan sonra ilk banisi Hâm bin Nûh'tur. İskender-i
Kübrâ asrında imar olmaktayken İskender 32 sene hilafetten sonra merhum
olmuştur (Evliya 1999: III/39).
Kurna: Rûm müverrihlerinin sözlerine göre Kurna Kalesi'nin
banisi İskender-i Zülkarneyn'dir. İskender boynuzların acısına derman
ararken Fırat ve Şatt nehirlerinin birbirine karıştığı yerden içer,
boynuzlarının acısı teskin olur ve rahatlar. Allah'a hamd ederek tez
vakitte oraya Karne adlı bir şehir kurulmasını emreder. Halk arasında
adı zamanla Kurna olur (Evliya 1999: IV/286-9).
Übülle: Eski tarihçilerin söylediklerine göre İskender-i
Zülkarneyn bu temiz yere ayak bastığında yanında Hızır da vardır.
Birlikte bu şehri inşa ederler ve adına Dâr-ı Ebülhe derler, yani Oğuz
şehri demek olur. Ama halk arasında Übülle derler (Evliya 1999: IV/294).
Mefârikîn: Şehir/kale Şatt Nehri ile Batman Nehri'nin
ortasındadır ve iki nehri ayırdığı (fark ettiği) için Mâ-i fârıkeyn
derler. Şehrin dört bir yanından kaynaklar vardır. En büyüğünden
İskender-i Kübrâ içip buraya büyük bir havuz yaptırdığı için Ayn-ı Havz
derler (Evliya 1999: IV/54-5).
Isfahân: Isfahân, birbirine bağlı iki şehirdir. Bunlardan
Isfahân-ı atîk-i şehr-i Yahûd'u ilk bina edenler Tahmûres, Cemşîd ve
Zülkarneyn'dir (Evliya 1999: IV/358).
10. İskender'in Açtırdığı Boğazlar
Seyahatnâme'de, İskender'in açtırdığı boğazlardan da söz
edilir. Eserde verilen bilgilere göre İskender 5 ayrı yerde boğaz
açtırmıştır. Burada, İstanbul Boğazı'nın nasıl açıldığı anlatılırken
İskender-Kaydafe hikâyesi de yer alır.
[7]
Bahr-ı Hazar-Karadeniz Boğazı: İskender-i Zülkarneyn, Hak
emriyle Sedd-i Yecüc'ü bina edip Demirkapı bölgesine gelince Dağıstan
sınırında, deniz kenarında güzel bir yer görür. Veziri Ristâlis,
Fisagores-i Tevhidî, hazinedarı Bedlîs, Câlinus, Bukrât ve Sokrât ile
meşveret edip Bahr-ı Hazar'ı Karadeniz'e akıtmaya niyet eder.
Mühendisler Bahr-ı Hazar ile Karadeniz arasını, Dağıstan, Elburz Dağı,
Karadeniz sahilinde Mikrilistan hududu ve Faşa nehri bölgesini üç günde
ölçerler. Karadeniz'i Bahr-i Hazar'dan yirmi derece daha aşağıda
bulurlar ve İskender'e bildirirler. İskender hemen bismillah ile
Demirkapı yakınında Bahr-ı Hazar kenarında dağ delici ustalara mühimmat
verir ve bunlar yer altında 70 günde 7000 adım ilerlerler. Ancak hükema
toplanıp, "Ey İskender! Sen Sedd-i Yecüc'ü bina etmeye memur edildin,
buna kalkışman gerçekleşmesi zor bir emeldir. Bahr-ı Hazar ile Bahr-i
Siyâh'ın arasını yaya bir kişi üç günde aşar, lakin Elburz eteğinde
yalçın çakmak taşlı kayalar vardır. Onlara kazma vurunca nice hazine
boşa gider, uzun ömür ister. Nücum ilmine göre sizin hilafetinizin
dolmasına 32 sene vardır. Artık Hak'tan tarafa yönelin, faydalı işler
yapın." derler. İskender'i, Karadeniz'le Akdeniz arasına kanal açmaya
sevk ederler. İskender o gece korkulu bir rüya görür ve Bahr-ı Hazar'ı
Karadeniz'e akıtmaktan vazgeçer. Târîh-i Tuhfe'ye göre
İskender'in yetmiş günde kazdırdığı yerden Bahr-ı Hazar yol bulup yer
altından akarak Faşa Çayı'yla Karadeniz'e ulaşır. Ama Evliya Çelebi buna
itiraz eder. 1640 yılında Azak gazasına giderken Tarabefzûn Kalesi'nden
Mikrilistan'a ve oradan Abaza diyarına geçtiği zaman Faşa Çayı
sahilinde biraz eğlenir ve sudan birçok kere içer. Suyun tadı çok
güzeldir. Daha sonra Bahr-ı Hazar'a varırlar, su yılan zehri gibidir. Bu
nedenle söylenen yanlıştır (Evliya 1999: II/154-5).
İstanbul Boğazı: Hz. Âdem'in yeryüzüne inişinden 5075 sene
sonra İskender-i Kübrâ ortaya çıkar ve her yeri ele geçirir. Ancak
Yunaniyân'dan Makedonya ve İzmirne sahibi melike Kaydâfe, İskender'e
boyun eğmez. İskender, Kaydâfe mülkünü bir türlü alamayınca kılık
değiştirip Kaydâfe'nin diyarına varır, divanına dâhil olur. Kaydâfe ise
onun tavrından İskender olduğunu anlar. Zaten daha önce İskender'in
suretini nakşettirmiştir. Bu nedenle onu hapsettirir. Bir zaman sonra da
kendisine kılıç çekmeyeceği konusunda yemin verdirerek azat eder.
İskender payitahtı olan Elburz Dağı eteğindeki Irâk-ı Dâdyân'a gelir ve
hükemasıyla müşavere eder. İskender'in vezirleri, "Padişahım, Kaydâfe
adlı bu avradın derya gibi askerimizle üzerine yürüyelim, memleketini
harap, halkını kılıçtan geçirip ciğerlerini kebap edelim." derler.
İskender ise "Kaydâfe'ye yemin verdim, buna bir çare bulun da
Kaydâfe'den intikam alayım." der. O esnada Hz. Hızır öne çıkıp "Ey
İskender, eğer Kaydâfe'den intikam alayım dersen savaşa gerek yok, hemen
Karadeniz'i Makedonya şehri yakınından kesip Akdeniz'e akıt.
Kaydâfe'nin bütün malı mülkü suya gark olur, hem intikamını alırsın hem
de sözünde durmuş olursun." der. İskender ve hükeması bu tedbiri çok
beğenir. Mühendisler Karadeniz ile Akdeniz'in irtifasına bakarlar,
Karadeniz'in daha yüksek olduğunu görürler. Yedi yüz bin işçi toplanır,
Hz. Hızır'ın gözetiminde Karadeniz'in kesilmesine başlanır. Üç senede
Karadeniz'den Akdeniz'e boğaz açılır. Bu arada bir rivayete göre
İskender'in dedesi olan Melik Rac'îm (Hz. Süleyman'ın oğlu), İskender'in
Karadeniz'den boğaz açacağını daha önceden haber vermiştir. Kaydâfe'nin
şehirlerinden Makedonya, Eski İslâmboliye, Liryoz ve Yöroz, hâsılı 1700
parça şehir suya gark olur, Kaydâfe'nin askerinden bir kişi bile
kurtulamaz. O asırda Karadeniz ile Akdeniz arasında binlerce köy, kasaba
ve büyük şehir vardır. İslâmbol'da Sarâyburnı ile Üsküdâr arasında
Makedonya şehri vardır. Burası 700 ılıcası olan büyük bir şehirdir.
Orası da suya gark olur, İskender-i Kübrâ bu şekilde Kaydâfe'den intikam
alır. İskender daha sonra Makedonya şehrini tamir etmeye başlar ve
burayı kendisine taht edinip mamur hâle getirir. O zamanlar Macar,
Serem, Semendire, Leh, Çeh, Kırım, Deşt-i Kıpçak, Heyhât ve Akkirmân
bölgesi denizdir. Yine müverrihlere göre İskender-i Zülkarneyn,
Karadeniz'den boğaz açmadan önce Özi, Kamerü'l-kamer, Tımışvâr, Göle,
Salanta, Keçkemet, Peşte, Baçka ve Laçka ovaları ile Hâmûn-ı Azak'tan ta
Alman dağlarına varıncaya kadar her yer Karadeniz'dir ve Akdeniz'le
Karadeniz Venedik körfezinde karışmaktadır. Boğaz açılınca bu yerler
deryadan kurtulup insanların ve hayvanların yaşayabilecekleri yerler
hâline gelir. Diğer taraftan sular çekilince buralar boş, ıssız kumlu
yerler olur ve ecinniler bu vadileri beğenip vatan tutar. Enûşirvân
asrında Salsal adlı bir pehlivan Akkirmân'a gelir, bu bölgenin havasını
ve suyunu çok sever. Derhal hükemasını toplar, bir tılsımla ecinnileri
bağlayıp zararsız hâle getirtir ve insanlardan uzak tutar. İslâmbol
Boğazı'nda Akdeniz ile Karadeniz birbirine karıştığı için bazı
müverrihler o boğaza "Merece'l-bahreyn" derler. Eyne Adası (Eyneada)
boğazın açılmasından sonra ortaya çıkmıştır. Ayrıca Belkıs tahtı
harabelerinin de içinde bulunduğu Kapıdağı ile Bandırma da boğazın
açılmasından sonra ada hâline gelmiştir. Müverrihlerin sözlerine göre
İskender-i Kübrâ asrında Gazze yakınında deniz kıyısında Askalân
şehrinden Kıbrıs vilayetine varıncaya kadar deniz içinde geniş bir yol
vardır. Bütün kara ve deniz tüccarları o yoldan Kıbrıs Adası'na gelip
giderler. Bir vakit Hamâlı bir Yahudi Mısır'ın mübarek Nil'ini sihirle
Hamâ şehrine getirirken bir şişe içindeki Nil suyunu zemine dökünce Tene
Gölü ortaya çıkar ve Kıbrıs yolunun yarısı suya gark olur. Yolun yarısı
da daha önce İskender, Karadeniz'i kesip Akdeniz'e akıttığı zaman suya
gark olmuştur (Evliya 1996: I/13-4, 197; 1999: III/176, 180; 2001: V/63,
149-51; 2002: VI/86, 2003: VII/16, 173).
Sebte (Cebelitarık) Boğazı: İskender, Allah'ın emriyle Sebte
Boğazı'nı açarak Akdeniz'i Bahr-ı Okyanûs'a akıtır. Yunan lisanında
Bahr-ı Okyanûs, Arap lisanında Bahr-ı Muhît'tir. Bazıları ise Bahr-ı
Ummân derler. Evliya Çelebi'nin Yunan tarihlerinden naklettiğine göre
İskender-i Zülkarneyn, Sebte Boğazı'nı açmadan evvel Şâm, Mekke ve
Medîne çölleri tamamen deryadır. Boğaz açılınca Bahr-ı Rûm, Bahr-i
Muhît'e akmış ve bu yerler çöl olmuştur (Evliya 1996: I/13-4; 2005:
IX/301).
Sabanca-İzmit Körfezi Boğazı: İzmit'te vücuda gelen İskender,
İzmit'in şark tarafında Sabanca Gölü'nü kesip İzmit Körfezi'ne akıtır.
Sakarya nehriyle Karadeniz ve İzmit Körfezi arasında Kocaili ve İzmit
şehirleri bir ada gibi kalır. Nice müddet İzmit ada olarak durur, sonra
İslâmbol tekürü Keştantış, Sabanca halicinin yolunu kapatıp İzmit'i ada
olmaktan kurtarır (Evliya 1999: II/39).
Ağrıboz Boğazı: Ağrıboz, İskender-i Zülkarneyn hükmündeyken
Rûmeli karasına bağlıdır. Müverrih Yanvan'a göre şehrin beyi İskender'e
gelir ve "Bu şehrin Rûmeli tarafıyla bağlantısını keselim. Kale ve
şehrimiz ada olsun ve böylece düşmandan korunalım. Ayrıca balık
dalyanlarıyla çeşit çeşit balık avlayalım. Bunlar kullarınıza ulufe,
size hazine, şehrimize ganimet olur." der. İskender kabul eder. Ağrıboz
beyi hemen işe başlar, boğazı kesip denizi beriden öteye akıtarak oraya
kâhinlerinin ilmiyle büyük bir tılsım yaptırır. Bütün Akdeniz balıkları o
kesilen boğazdan geçerken ağlara takıldığından bu adaya Ağrıboz ipsarya
derler. Yani Rûm lisanında "balık ağı yeri" demektir (Evliya 2003:
VIII/110-1).
11. İskender'le Dârâ Şâh'ın Savaşı
Rûm, Arap ve Acem müverrihlere göre Feylekos oğlu İskender-i Yunan
asrında Dârâ Şâh'tan ulu padişah yoktur. İskender-i Yunan, Rûmeli'deki
Kavala, Selanik, Atina, Makedona ve Kostantiniye'den Acem diyarına
çıkar. Bütün Rûm'u ele geçirdikten sonra, Irâk-ı Arap'ı istila eder.
Nusaybin üzerine asker çekip Karadere adlı yerde Dârâ Şâh ile büyük bir
savaş yapar. Savaşta Dârâ Şâh yenilir ve esir edilir. Bir rivayete göre
ise kaçar. İskender, şahın tahtının bulunduğu Karadere ile Nusaybin'i
harap, halkını kebap ve hanelerini türap eder. Acem diyarını haraca
bağlar ve gelen malın yarısını Kudüs'teki Gammâme mabedine, yarısını ise
Kostantiniye'deki Alina yani Ayasofya'ya vakfeder. Rûm kavmi bütün
Irâk-ı Arap'ı, Irâk-ı Acem'i, Dühük ve İmâdiye'yi harap eder (Evliya
1999: IV/308, 321).
Yanvan Târîhi'ne göre o asırda Şâm, Kudüs, Nablus, Hamâ,
Humus, Haleb, Antakiye, Bağdâd, Birecik ve Urfa cümle Rûm elindedir.
Turan, Türkistan vilayetleri ve bizzat Dârâ Şâh, İskender-i Yunan'a
haraç verir (Evliya 2005: IX/127).
Dârâ Şâh merhum olunca İskender, Dârâ'nın kızı da dâhil ailesinin
tamamını Anadolu diyarındaki Menteşa bölgesindeki Rodos Adası'nın
karşısında yer alan Dârâhiye adlı kazada hapseder. Dârâ'nın ailesinden
ötürü o kazaya Dârâhiye derler. Yine İskender-i Yunan, Dârâ Şâh'ın bütün
vezir, vekil, şehzade ve askerlerini esir edip Rûm'a getirir. Burada
Üsküdâr ile İzmit kalesi arasında Rûm halici sahilinde yalçın bir kaya
üzerinde bir kale yaptırıp hepsini hapsettirir. Dârâ Şâh'ın bütün
maiyeti o kalede hapis olduğundan Rûm kavmi kaleye Dârâ Piğados derler
(Evliya 1999: IV/331-2; 2007: X/353).
Bir rivayete göre Feylekos oğlu İskender-i Yunan, Dârâ'yı hezimete
uğrattıktan sonra İskenderiye tahtına gelir. Bir zaman sonra Dârâ'nın
ailesinin bulunduğu diyarda cüzzam baş gösterir. Hekimler toplanır ancak
bir çare bulamazlar. Sonunda Dârâ'nın kızı hokkasından havası ve suyu
hoş Gökâbâd bölgesinden elde edilen sığala yağından çıkarıp "Biz bununla
sıhhat buluruz, yoksa bize başka ilaç tesir etmez." deyince hemen
bunları Rodos karşısındaki dağlara bırakırlar, oralara büyük saraylar ve
bahçeler yapılır. Bu yağdan hepsi vücutlarına sürerler, âb-ı hayat
sularından içip vücutları sıhhat bulur. Hâlâ bu yaylakta metfundurlar ve
yaylağa Dârâhiye derler. Başka bir rivayette cüzzam hadisesi, Zenan
Adası'ndan söz edilirken anlatılır. Bu adaya Avrat Adası denmesinin
sebebi şudur: İskender-i Zülkarneyn, Dârâ'yı hezimete uğratınca bütün
malına el koyar, ailesini esir eder. İskender, İskenderiye'de iken
Dârâ'nın ailesi Mısır havasına alışamaz, hepsi cüzzama yakalanır.
Sonunda İskender'in hükeması bunlara nafaka tedarik edip Avrat Adası'na
sürer, cümlesi iyileşip kurtulur (Evliya 2005: IX/139, 201).
12. İskender'in Van Kalesi'ni Hileyle Alması
Van Kalesi tarihte yüzlerce devlete intikal etmiştir. Hz. Muhammed'in
doğumundan 1600 sene önce Hz. Dâvûd asrında Melik Câlût, Van kayası
üzerine bir mabet inşa eder. Söz konusu mabet daha sonra birçok devlet
eline geçip Hristiyanların mabedi hâline gelir. Sonunda Hz. Muhammed
asrından 881 sene önce İskender-i Kübrâ hükmüne girer. Mığdısî'nin
sözlerine göre İskender-i Kübrâ, Cemapur diyarına giderken Van Ovası'na
otağını kurar ve bir süre burada kalır. Burada bulunduğu sıralarda
kimsenin haberi olmadan Van Kalesi'nin hakimlerini ve ruhbanlarını davet
edip "Ben Cemapur diyarına gideceğim. Oradan Dârâ Şâh'ın üzerine
yürüyeceğim. Ancak yanımda çok fazla ağır yüküm var. Benim bu
sandıklarım sizde Allah emaneti olsun. Zira sizin kalenizde mağaralar
var ve kiliseniz bütün Hristiyanların mabedidir." der. Onlar da üç yüz
sandığı almayı kabul ederler. Oldukça ağır olan sandıklar içeri
taşınınca birden İskender'in adamları sandıkların kapaklarını açarlar.
Her birinden üçer silahlı asker çıkar ve diğerleriyle birlikte ejderha
gibi mağaralardan dışarı fırlarlar. Van Kalesi'nde olanların bazılarını
kılıçtan geçirirler, bazıları korkudan kendilerini surlardan aşağı
atarlar. Böylece kale hileyle ele geçirilir. İskender kaleyi ele
geçirince Câlût Kilisesi'ne "Vang" adını koyar. Ermeni lisanında vang,
kiliseye derler. Rûm lisanında Van'a Aleksandıra derler. Aleksandıra,
İskender demektir. İskender-i Kübrâ bu Vang'ı ziyadesiyle imar eder ve
ibadethane yapar. Bu Vang ismi halk dilinde Van olmuştur (Evliya 1999:
IV/108).
13. İskender ve Tılsımlar
Tophâne: Evliya Çelebi, Tophâne şehrini anlatırken İskender'in
yaptığı bir tılsımdan söz eder. Buna göre Tophâne'de İskender-i
Rûmî'nin bir manastırı vardır. Kefereler onu yılda bir kez Aya
Aleksandıra diye ziyaret ederler. İskender-i Zülkarneyn, Sedd-i Yecüc'ü
bina ettikten sonra bir miktar gulyabaniyi, korkunç beyaz devleri,
Çerkez vilayetinde olan Elburz Dağı'ndaki sâhirleri ve Abaza diyarında
olan Sadşa Dağlarındaki büyücü avratları el ve ayaklarından hurma
lifiyle bağlayarak Kostantiniye'ye getirir, Tophâne'de büyük bir çukur
kazdırıp içinde hapseder. Allah'ın emriyle ip tılsımının kuvvetiyle
bunlar hareket edemezler. Yılda bir kere Cihangir'de olan Aleksandıra
kilisesinin ziyaretine gelenler bu Tophâne'deki gulyabani, dev ve
büyücüleri temaşa ederler. Kışın erbain ve zemheri olunca İskender'in
izniyle bu büyücüler tılsımlı bakır gemilere binip yelkensiz derya
yüzünde sesler çıkararak Akdeniz'de ve Karadeniz'de gezerler. Böylece
Makedonya yani Kostantin şehrini korurlar, 40 gün sonra yine Tophâne'ye
gelip gemileri limana bağlarlar ve hapsedilirler. Devlere ve
gulyabanilere İskender, dağları ve Karadeniz Boğazı'nı açtırır. Sonra bu
varlıklar orada suya gark olup ölürler, bakır gemileri Tophâne
limanında kalır (Evliya 1996: I/185).
Akye Kalesi: Akdeniz kenarında bir körfezin sonunda düz,
kumsal ve açıklık bir yerde murabba şekilli eski bir kaledir. Şehrin
dışında şifalı bir hamamı vardır. İskender-i Zülkarneyn bu şehirde
sakinken remil için bir tılsım yaptırmıştır. Ancak bu tılsım harap
olduğundan şehir günden güne kuma gark olmaktadır (Evliya 1999: III/68).
Muş Faresi: Allah, Muş Ovası'nda büyük bir fare yaratır,
lanetlenmiş Nemrûd kavmini bu fareye yedirir ve Muş şehri de harap olur.
Şehrin yakınında farenin ortaya çıktığı büyük mağara hâlâ
görünmektedir. Bu mağara içinde olan fare, başka bir diyarda yoktur. Ama
Allah'ın emriyle İskender Filikos'un yaptığı bir tılsım sebebiyle Muş
Ovası'nda artık sıçan olmaz. Muş şehrinin adı bu büyük fareden (Farsça
mûş faredir) gelir (Evliya 1999: III/141).
Yıldırak Dağ: Kalmukların adlandırmasıyla Yıldırak Dağ
(Cıldırak Tav), İskender-i Zülkarneyn'in Kaf Dağı'nda Allah'ın emriyle
bütün madenleri kullanarak yaptığı Sedd-i İskender'dir. İskender
bunların kâbe dedikleri kubbeyi bina edip Bukrât, Sokrât, Feylekos,
Feylesûf, Padre, Ristâlis, Eflâtûn-ı İlahî ve Fisagores-i Tevhidî adlı
bütün eski hükemaya acayip ve garip tılsımlar yaptırarak Hz. Hızır'ın da
talimiyle bu kubbeyi inşa ettirir. İskender'in bütün başlıkları ve
hazinesi bu tunç kubbede gizlenir. Tılsımlarla müvekkiller tayin edilip
Kalmuklarla konuşurlar. Allah bilir, müvekkil olan hizmetçiler
ifritlerdir. Kalmukların Yıldırak Dağ dedikleri parlayan dağlar Sedd-i
Yecüc ve Mecüc dağlarıdır. Onların, "O dağdan gelen sesten babalarımız
helak oldu." dedikleri Yecüc kavmi sedası olmalıdır (Evliya 2003:
VII/283, 329).
Dehdîvân Dağı: Bu dağın zirvesinde İskender tarafından yapılan
sette Bitlis'in fethi için on gün müşavere yapılmıştır. Tılsımlarla
bina edildiğinden Dehdîvân Dağı'ndan daha yüksek dağların ardındaki
Güzeldere, Nemrûd, Mudikî ve Muş Dağları, Gevâr bağları hep görünür
(Evliya 1999: IV/83).
Ağrıboz Boğazı: Ağrıboz, İskender-i Zülkarneyn hükmündeyken
Rûmeli karasına bağlıdır. Şehrin beyi İskender'e gelir ve "Bu şehrin
Rûmeli tarafıyla olan bağlantısını keselim. Kale ve şehrimiz ada olsun
ve böylece düşmandan korunalım. Ayrıca balık dalyanları yapıp çeşit
çeşit balık avlayalım." der. İskender bunu kabul eder. Ağrıboz beyi
hemen boğazı kesip denizi beriden öteye akıtarak oraya kâhinlerinin
ilmiyle büyük bir tılsım yaptırır. Bütün Akdeniz balıkları o kesilen
boğazdan geçerken ağlara takılıp avlandığı için bu adaya "Ağrıboz
İpsarya" derler. Yani Rûm lisanında "balık ağı yeri" demektir (Evliya
2003: VIII/110-1).
14. İskender'le İlişkilendirilen Ulu Ağaçlar
Tûbâ Ağacından Bir Nihal: Abaza Dağları dibinde Kızlar Algan
suyu kenarında beş yüz evden oluşan ve adı Âdemî olan bir pişköv
bulunur. Bu kavmin tapındıkları başı yukarılara uzamış bir ağaç vardır.
Âdemî pişkövünün güneyinde bir hayli uzak mesafede, geniş çimenlik bir
vadide, gökyüzüne boy çekmiş, kavağa benzer bir ağaçtır. Yaprakları
sarıdır ve misk, amber ve safran gibi kokar. Bir kişi yapraklarından
ovalasa bir hafta elinden güzel kokusu gitmez. Hatta bazı sanat sahibi
Çerkezler bu yapraklardan koksun diye elbiselerinin içine koyarlar.
Ayrıca bu yapraklardan diyar diyar hediye götürürler. Yüz yıl dursa
rengi değişmez, kokusu gitmez. Evliya Çelebi de dâhil, bu büyük ağacın
cüssesini yirmi iki kişi el ele verip kucaklarlar, etrafını güçlükle
sarabilirler. Çelebi, Âdemî kavmi ve Nogay kavimlerinden bu ağacın
aslını sorar, şöyle cevap verirler: "İskender-i Zülkarneyn, Sedd-i
Yecüc'ü yaptıktan sonra buraya gelip durduğunda Cebrail cennetten bu
ağacı İskender'e getirip 'Ey İskender! Bu ağacı sana Allah hediye
gönderdi. Tûbâ ağacının bir fidanıdır. Buraya dik, kıyamet gününe kadar
dursun, sen ve senden sonra gelenler bu güzel ağaç altında ibadet
etsinler.' der. İskender peygamber yeri kazmış, Hz. Hızır da bu ağacı
dikmiştir. İşte bu nedenle ağaç altında balmumları yakıp ibadet ederiz."
derler (Evliya 2003: VII/281-3).
Penç Hasan'da Kavak Ağacı: Başka bir ağaç da Dağıstan vilayeti
yakınında, Elburz Dağı eteğinde, Irâk-ı Dâdyân dedikleri tarafta,
Nûşirvân oğlu Hürmüz-i Tâcdâr'ın tahtı olan yerdedir. Irâk-ı Dâdyân
yakınında Penç Hasan denilen büyük bir ova vardır. Orada yılda bir kere
40 gün 40 gece süren büyük bir pazar olur. Hind, Sind, Belh, Buhârâ,
Çîn, Mâçîn, Fağfûr, Hıtâ, Hoten ve Moskov memleketlerinden yüz binlerce
tüccar gelip alışveriş ederler. Bu Penç Hasan ziyaretgâhının dibinde bir
kavak ağacı vardır. Ama içi boştur ve otuz atlının sığacağı kadar
geniştir. Dört tarafı duvardır. Bütün halk bu ağaca inanırlar. Ama
Çerkez kavminden başka bir kavim ağaca tapmaz, ancak temaşa ederler. Ve
bütün halk bu ağacın altında İskender-i Zülkarneyn'in metfun olduğuna
inanır (Evliya 2005: IX/113).
15. İskendernâme
Evliya Çelebi, Bâyezîd asrındaki şairlerden söz ederken Karamanlı Figânî'den ve şairin henüz ele geçmeyen İskendernâme'sinden de kısaca bahseder. Buna göre Figânî, Karamanlıdır. Manzum bir İskendernâme'si vardır. Asılarak öldürülmüştür (Evliya 1996: I/142).
SONUÇ
1. Evliya Çelebi Seyahatnâme'de, İskender'e geniş yer
ayırmıştır. Ancak onunla ilgili verdiği bilgileri tek bir başlık hâlinde
ve bütün olarak değil, seyahatleri sırasında yer geldikçe parça parça
eserine not etmiştir.
2. Evliya Çelebi, İskender'den söz ederken hem yazılı hem de sözlü kaynakları kullanmıştır. Müellif Kur'ân-ı Kerîm, Târîh-i Yanvan, Târîh-i Mığdısî, Şerefnâme, Tevârîh-i Kıbtî ve Târîh-i Tuhfe
gibi eserler yanında zaman zaman adlarını zikretmeden Arap, Acem,
Macar, Nemse, Latin ve Rûm müverrihlerinin eserlerini de anmıştır.
Çelebi eserine gittiği yerlerde dinlediği İskender'le ilgili sözlü
kültüre ait anlatmaları da almıştır.
3. Seyahatnâme'de İskender'in kimliğine dair verilen
bilgilerin çoğunluğu birbiriyle örtüşmez. Eserde İskender'le ilgili
anlatılanların, bazı tutarsızlıklar ve karışıklıklarla birlikte, tarihen
yaşadığı bilinen Makedonyalı Büyük İskender'le Kur'ân'da adı geçen Zülkarneyn hakkında var olan bilgilerin toplamından ibaret olduğu görülür.
4. Seyahatnâme'de İskender'le birlikte adı geçen yerler bir
araya getirildiğinde genel hatlarıyla bir İskender coğrafyasından söz
etmek mümkündür. Bu coğrafya Avrupa ve Balkanlardan İran ve Türkistan'a
uzanan geniş bir alanı kapsar. Ancak burada verilen bilgilerden tarihî
eserlerde veya İskendernâmelerde sözü edilen güzergâhı izlemek mümkün
değildir. Diğer taraftan İskender'in bu fantastik seyahati Kaf Dağı,
Sedd-i İskender ve Bahr-ı Zulumât'a kadar ulaşmaktadır.
5. Evliya Çelebi Seyahatnâme'de, İskender'den söz eden farklı
alanlara ait eserlerde ve İskendernâmelerde farklı şekillerde geçen ya
da hiç bulunmayan bazı bilgilere ve efsanevi karakterdeki anlatmalara da
yer vermiştir. Bu bakımdan Seyahatnâme'deki bu kısımlar önemlidir. Evliya Çelebi'nin İskender'le ilgili sözünü ettiği farklı kısımlar şöyledir:
a) İskenderiye'nin sembollerinden biri olan Âyîne-i İskender'e dair
anlatılanlar İskendernâmelerde verilen bilgilerle büyük oranda
örtüşmektedir. Ancak Çelebi'nin kalkancı esnafının pîri Hz. Dâvûd'un
kalkanı ile Hz. Hamza'nın kalkanının Âyîne-i İskender'e benzetildiğine
dair verdiği bilgi farklı ve ilgi çekicidir. b) Seyahatnâme'de
tâc-ı İskender'e ait tafsilatlı denilebilecek malumat mevcuttur.
İskendernâmeler de dâhil olmak üzere İskender'le ilgili diğer metinlerde
bu malumata rastlanmaz. c) Eserde dikkati çeken hususlardan biri
İstanbul'un adının Makedonya olarak anılmasıdır. İzmit'in ise Tevârîh-i Yunaniyân'da
İskender Makedoniye olarak geçtiği bilgisi verilir. ç) İskender'in
boynuzlarının olduğundan veya boynuzlu taç ya da başlık taktığından hem
İskendernâmelerde hem de Türk dünyasının farklı yerlerinden derlenmiş
metinlerde söz edilmektedir. Ancak Çelebi'nin bu konuda anlattıkları
biraz daha farklıdır. Buna göre İskender kendisine çok acı veren
başındaki boynuzlardan birçok nehir suyunu içip deneyerek kurtulmuştur.
d) Seyahatnâme'de İskender-Hızır münasebeti çoğu metinde
rastlandığı şekilde sadece âb-ı hayat vesilesiyle değil, bazı şehirlerin
inşası, Cebrail'in getirdiği bir ağacın dikilmesi gibi işler sebebiyle
de kurulmuştur. e) Tarihî kaynaklara göre İskender, Rûmeli'den
başlayarak Hindistan'a kadar olan bölgede birçok şehir kurdurmuştur.
Evliya Çelebi bir rivayete göre bunların sayısının 700 olduğunu
söylemektedir. Seyahatnâme'de İskender-i Zülkarneyn'le birlikte anılan yerlerin en önemlileri İskenderiye şehri ve Sedd-i İskender'dir. f) Seyahatnâme'de
İskender'le ilgili anlatılan en dikkat çekici konulardan biri
İskender'in açtırdığı söylenen boğazlardır. Efsaneye göre İskender 5
yerde boğaz açtırmıştır. Bunlar içerisinde İstanbul Boğazı ve Sebte
(Cebelitarık) Boğazı da vardır. İskendernâmelerde bu konuda sadece
Mağrip melikesi Kaydâfe'nin mülkünü almak için açılan boğazdan söz
edilmektedir. g) Evliya Çelebi eserinde İskender'le Pers imparatoru Dârâ
arasında yaşanan savaşı da anlatmıştır. Bu konuda verilen bilgilerden
bir kısmı tarihî olaylarla örtüşür ancak Çelebi buralarda efsanevi
karakterde bazı anlatmalara da yer vermiştir. h) Evliya Çelebi'nin
İskender hakkında anlattığı ilginç ve farklı konulardan biri de onun
tılsımlar yap(tır)masıdır. İskendernâmelerde sadece Âyîne-i İskender
hakkında buna benzer bir hadise anlatılır. Çelebi ise Tophâne, Akye
Kalesi, Muş, Yıldırak Dağ, Dehdîvân Dağı ve Ağrıboz Boğazı ile ilgili
tılsımlardan söz eder. ı) Seyahatnâme'de nakledilen bir başka
konu, Cebrail'in cennetten getirdiği bir fidanı İskender'in Hızır'la
birlikte diktiğine dair inançtır. Yine Elburz Dağı eteğinde bulunan
büyük bir kavak ağacının altında İskender-i Zülkarneyn'in mezarının
olduğuna inanılmaktadır. Bu tür inançlar İskender'den söz eden diğer
eserlerde yer almaz.
6. Evliya Çelebi eserinde bazı yer adlarının nasıl ortaya çıktığını
İskender'le ilişkilendirerek verir. Örneğin İskender, Van Kalesi'ne Vang
adını koymuş ve bu ad daha sonra Van olmuştur. Buna benzer ifadeler
Muş, Bitlis, Dârâhiye vd. yer adları için de geçmektedir. Çelebi'nin
yarı efsanevi karakterdeki bu izahları dikkat çekicidir.
7. Evliya Çelebi ile İskender'i bir araya getiren sadece yukarıda
anlatılanlar değildir. Aslında İskender de Evliya gibi büyük bir
seyyahtır. Her ikisi de bilinmedik yerleri keşfetme, görme, öğrenme
konusunda oldukça istekli ve meraklı iki büyük isimdir. Aralarındaki
fark birinin bu uzun seyahatleri aynı zamanda gittiği yerleri ele
geçirmek için yapmasıdır.
KAYNAKÇA
AVCI İsmail (2013). "Mitoloji ve Arkeolojinin Kesiştiği Noktada Osmanlı
Edebiyatı: Tac-ı İskender'in Peşinde", Uluslararası Türk Dili ve
Edebiyatı Kongresi, 17-19 Mayıs 2013, Saraybosna, Bildiri Kitabı I, (edt. Mustafa Arslan), Saraybosna: International Burch University, s. 465-73.
BASKİ İmre (2007). "Demirkapılar (Temir Qapïγ, Vaskapu, Dömürkapu)", Turkish Studies, Osman Nedim Tuna Armağanı, II(2): 73-88.
BAŞ Gülsen (2010). "Gelenek ve Gelecek Arasında Sıkışan Bir Tarihi Kent: Bitlis", History Studies, II(2): 377-99.
BOSWORTH A. B. (2005). Büyük İskender'in Yaşamı ve Fetihleri: Fetih ve İmparatorluk, (çev. Hamit Çalışkan), Ankara: Dost Kitabevi.
EREN, Meşkûre (1960). Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi Birinci Cildinin Kaynakları Üzerinde Bir Araştırma, İstanbul: Nurgök Matbaası.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (1996). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, (haz. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (1999). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, (haz. Zekeriya Kurşun-Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (1999). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (1999). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 4. Kitap, (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (2001). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 5. Kitap, (haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman-İbrahim Sezgin), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (2002). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 6. Kitap, (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (2003). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 7. Kitap, (haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman-Robert Dankoff), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (2003). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 8. Kitap, (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı-Robert Dankoff), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (2005). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 9. Kitap, (haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman-Robert Dankoff), İstanbul: YKY.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî (2007). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 10. Kitap, (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı-Robert Dankoff), İstanbul: YKY.
Evliyâ Çelebi'nin Sözlü Kaynakları (2012). (edt. Öcal Oğuz-Yeliz Özay), Ankara: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu.
GÖKCAN TÜRKDOĞAN Melike (2009). "Ahmedi'nin 'İskendernâme'sinde Kadın Hükümdar Modeli ve Kraliçe Kaydafa", Turkish Studies, IV(7): 760-73.
İLGÜREL Mücteba (1995). "Evliya Çelebi", İslâm Ansiklopedisi, Cilt XI, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., s. 529-33.
KARATEKE Hakan ve Hatice Aynur (2012). Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin Yazılı Kaynakları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
ŞEYLAN Ali (2003). İbrâhim İbn-i Bâlî'nin Hikmet-nâme'si (149b-300a) Metin, Cilt II, İstanbul: KT Bakanlığı Yay., http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219069/h/metin.pdf (10.04.2012).
TEZCAN Nuran (2009). "Seyahatnâme", İslâm Ansiklopedisi, Cilt XXXVII, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., s. 16-9.
[1] Seyahatnâme'nin birinci cildinin kaynakları üzerine bir araştırma yapan Meşkûre Eren,
Yenuvan Tarihi ve
Aleksandr Tarihi adlı iki eserden söz eder. Eren'in çalışmasında iki ayrı eser gibi görünen bu tarih kitaplarının Evliya Çelebi'nin
Seyahatnâme'sinden
yukarıda alıntıladığımız cümlelere göre aynı eser olma ihtimali
yüksektir. Ayrıca Eren, Kaydâfe-İskender hikâyesinden hareketle
Evliya'nın kaynakları arasında
Şehnâme, Taberî Tarihi ve Ahmedî'nin
İskendernâme adlı eserinin de bulunduğunu örnekleriyle izah etmiştir (Eren 1960: 30-45). Bu konuda ayrıca bk. (Karateke ve Aynur 2012;
Evliyâ Çelebi'nin... 2012).
[2] XV. yüzyıl müelliflerinden İbrahim İbn-i Bâlî'nin
Hikmetnâme adı eserinde bu isimler Süleyman, İskender, Nemrûd ve Buhtunnasr olarak geçer (Şeylan 2003: 236).
[3] Tâc-ı İskender hakkında daha geniş bilgi için bk. (Avcı 2013).
[4] Şeref Han'ın
Şerefnâme'sine göre Bitlis'in asıl adı "Zülkarneyn"dir (Baş 2010: 378).
[5]
İskender'in ilk kurdurduğu şehir olan Aleksandropolis'ten (Dedeağaç)
yine kendi adıyla anılan ve Hindistan'a kadar olan bölgede inşa
ettirdiği bu şehirler için bk. (Bosworth 2005: 299-305).
[6] Demirkapılar hakkında ayrıntılı bilgi için bk. (Baski 2007).
[7] İskender-Kaydâfe hikâyesi hakkında daha geniş bilgi için bk. (Gökcan Türkdoğan 2009).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder