yaklaşık iki hafta önce, bir suser arkadaş,
agnostik.org ya da turandursun.com gibi sitelerde, ateistlerin
inananlara saldırı aracı olarak kullandığı soruları kopyala- yapıştır
yaparak “bir müslüman aklına takılan 91 soru” adıyla yazdığı başlığa
yerleştirmiş, bu sayede samimiyetle inananların kafasını karıştırmayı
başarmıştır.
ben de kendime ve benim durumumdaki insanlara
yardımcı olmak için 91 soruya o zamandan bu yana cevap aradım. dini
konularda engin bir bilgi birikimine sahip olmadığım için internetten
sürekli istifade etmek zorunda kaldım. aşağıda okuyacağınız cevapların
büyük çoğunluğu internetten kopyala- yapıştırla yerleştirilmiştir. yani
çoğu alıntıdır. kaynak belirtmedim, çünkü sabit bir yere bağlı kalmadım,
parçaları birleştirmek suretiyle cevapları elde ettim.
ayrıca
şunu da söylemek isterim ki, özellikle dini konularda aklınıza birşey
takıldığında, bunu başkasının aklına takmak yerine kendiniz araştırın.
bu sayede başkalarının da inancını zedeleyerek, vebal altında
kalmazsınız.
1 - neden âyetler iniş sırasına göre yazılmamıştır?
allah yanlış mı göndermiş de hz. muhammed sırasını tekrar
düzenletmiştir? ve söylendiği gibi sırasını hz. muhammed belirlediyse
neden hz. muhammed zamanında ciltlenmemiştir?
- âyetler kurandaki
sırasıyla değil, karışık inmiştir. çünkü allah ihtiyaç oldukça âyet
göndermiştir. kuran’daki surelerin hepsi kendi içinde konu bütünlüğüne
sahiptir. âyet nazil oldukça bizzat hazret- i cebrail (as) tarafından,
inen âyetin hangi sûrenin hangi âyeti olduğu söylenmiştir. sûrelerin
hangi sırada olacağına ise bir rivayete göre hz. osman’ın (ra)
halifeliği sırasında ashapla istişare edilerek karar verilmiştir.
-
kuran’ın hz. muhammed’ten sonra ciltlenmesinin sebebi ise vahiylerin
peygamber efendimizin vefatina dek gelmeye devam etmesidir. peygamber
efendimizin vefatından 9 gün öncesine kadar vahiyler kesilmemiştir.
2 - kur’an- ı kerim neden 23 yılda indirilmiştir? allah’ın insanlığa göndereceği kitabı hazırlaması 23 yılını mı almıştır?
-
kur'an- ı kerîm'in indirilmesi anlamında bazen"inzal" bazen de "tenzîl"
terimleri kullanılır. bunlardan tenzîl; kur'an'ın peyderpey, bölüm
bölüm indirilmesini ifade eder. "inzal " ise daha genel bir anlam taşır.
-
kur'an- ı kerim yeryüzüne 23 yılda parça parça, bölüm bölüm
indirilmeden önce dünya semasına toptan berat gecesinde indirilmiştir.
işte bu anlamda "inzal" ifadesi kullanılmıştır (el- bakara 2/185, ed-
duhân, 44/3; el- kadr, 97/1).
- bu ne demektir..? herşeyden
evvel; allah âyetleri zaman içinde peyderpey bildirmiştir. bunun sebebi;
kulların tam olarak idrak edememesi yahut; hayata bir anda
geçiremeyeceği durumudur.
- mesela; önce içkinin zararlarından
bahseden bir âyet ve daha sonra içkinin kesin olarak yasaklandığı âyet
inmiştir. yani rahman kullarının içkiyi bir anda bırakamayacağını
bildiğinden bu şekilde yapmıştır.
3 - kur’an- ı kerim neden hz.
muhammed öldükten sonra ciltlenmiştir? allah tüm insanlığa gönderdiği
yüce kitabı neden gönderdiği peygamberine ciltletmemiştir?
bu
sorunun cevabı, birinci soruda verilmişti. anlamayanlar için tekrar
edersek; kuran’ın hz. muhammed’ten sonra ciltlenmesinin sebebi peygamber
efendimizin vefatina dek vahiylerin gelmeye devam etmesidir.
4 -
tin sûresi 4. âyet şöyledir; “biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
peki allah insanı olabilecek en güzel şekilde yaratmışken, müslümanlar
neden sünnet olur? allah erkekleri kusurlu mu yaratmıştır da sonradan
düzeltme yapılması gerekmiştir? bu durumda sünnet olmak allah’a karşı
gelmek değil midir?
- sünnet olmak insanın fıtratından kaynaklanmaktadır.
"doğuştan
insan ruhuna yakışan hususlardan bir kısmı şunlardır: bıyıkları kesmek
(veya kısaltmak), tırnakları kesmek, koltuk altının kıllarını gidermek,
etekteki kılları gidermek ve sünnet olmak." (buhâri, libas, 51, 63, 64;
müslim, tahare, 49; ebu davud, tereccül, 16; tirmizi, edeb, 14).
-
bu bağlamda sünnet olmayı, traş olmak veya tırnak kesmek gibi
düşünebiliriz. yani bir nevi temizliktir. çünkü sünnet olmak, bilimin de
ispatladığı gibi, idrar yolu enfeksiyonlarından korunma konusunda büyük
katkı sağlar ve penis kanseri benzeri birçok hastalığa yakalanmamak
adına da faydalıdır.
- bu sebeplerden sünnet olmak allah‘ın
yarattığını değiştirmek ya da düzeltmekten ziyade temizlik ve sağlık
dolayı ile gereklidir.
5 - alâk sûresi 1. âyetteki “oku!” emriyle
kastedilen nedir? kur’an- ı kerim âyetleri yazılı olarak mı
indirilmiştir? âyetler yazılı olarak indirildiyse hz.muhammed’e söylenen
“oku!” emri neden kur’an- ı kerim’e eklenmiştir? ve gene âyetler yazılı
olarak indirildiyse neden 23 yılda indirilmiştir?
- ikra’ “oku”
diye tercüme edilse de sadece yazılı bir metni okumak anlamına gelmez.
arapçada “tilavet” sözcüğü yazılı metni okumak demektir. "ikra"
kelimesinin lugatta, okumak, tebliğ etmek, taşımak, toplamak gibi
manaları bünyesinde bulundurmaktadır. “ikra”emrinden kasıt, vahy
edilecek şeyleri okumaktır, tebliğ etmektir. kur’an- ı kerim, hz.
peygamber’e yazılı değil de hitap olarak nazil olduğu için okunacak bir
metin yoktur.
6 - alâk sûresi 2. âyette “o insanı alâktan
yarattı” yazmaktadır. alâk kelimesinin o dönemdeki en sık kullanılan ve
bilinen anlamı “kan pıhtısı”dır. günümüzde insanın kan pıhtısından
oluşmadığı bilinen bir şeydir. alâk kelimesi bilmediğimiz başka
anlamlara mı gelmektedir? ve eğer öyleyse neden dolaylı yönden
yazılmıştır? allah gönderdiği kitabı anlamamızı zorlaştırmakta mıdır?
(ek bilgi: “musevilik'de insanın bir kan pıhtısından oluştuğu söylenir
ki bunun kökeni de eski mısır'a kadar gider. eski mısır'da kadınlar
hamilelik döneminde adet olmadıkları için, akmayan kanın, rahimde
biriktiği, pıhtılaştığı ve insanın bu pıhtılaşmış kandan olduğuna
inanılırdı.”kaynak: (bkz:
#20409281))
- burada “alak” kelimesinin tercümesine bakalım. bu konuda prof. dr. mahmud esad coşan şöyle diyor:
“(halekal-
insâne min alak) "insanı kan pıhtısından yarattı." diye tercüme
edilmiş. eskiden beri böyle gelmiş, böyle gidiyor. lügata(sözlüğe)
bakmışlar, alâk kan pıhtısı demişler. insan kan pıhtısından yaratılmadı
ki... kur'an- ı kerim’de doğru... kandan mı yaratılıyor insan?.. hayır,
kanla ilişkisi yok. yaratılmanın, bebeğin oluşumunun kanla ilgisi var
mı?.. yok... yanlış tercüme. alâk ne demek?.. taallûk, alâka, ilişki
demek, yapışmak demek. araplar sülüğe de alâk derler, yapıştığı için.
şimdi embriyo diyorlar ya doktorlar, o rahmin duvarına yapışıyor ya,
onun için alâk denmiş. alâk'tan yarattı dediği o...”
- yani
burada “alak” ile kastedilen embriyodur. bilindiği gibi embriyo da
zamanla cenin ve çocuğa dönüşüyor. bu, hiçbir insanın inkâr edemeyeceği
bir gerçektir. allah, âdemoğlunu basit bir akıl yürütmeye davet ediyor,
düşünmeye sevkediyor.
7 - alâk sûresi 10. âyet’e göre kur- an
âyetleri inmeye başlamadan önce hz. muhammed namaz kılıyormuş, şimdiki
kılınan namazlarda kur- an dan sûreler okunuyor, hatta “fatihasız namaz
olmaz.” diye hadisler var ancak o zaman daha fatiha sûresi
indirilmemişti. (kaynak:
http://www.islam/-
tr.net/…- namazi- yoktur- hadisi.html) hz.muhammed’in kıldığı namazla
şimdiki kılınan namaz farklı mı? allah tarafından hz. muhammed e
öğretilen namaz aynı namaz değil mi? eğer aynı namaz değil ise bugün
kıldığımız namazı bize kim öğretti? hz.muhammedden başka allahtan vahiy
alan mı var?
- namaz islamiyet'ten önce de vardı. hatta, bugünkü
gibi günde beş vakit kılınıyordu. ısimleri, şaharit (sabah namazı),
musaf (öğle namazı), minha (ikindi namazı), neilat şerarim (akşam üstü)
ve maarib (akşam namazı) olarak halk arasında kullanılıyordu. (hayrullah
örs, musa ve yahudilik, s.399- 405; doç.dr. ali osman ateş, asr- ı
saadette islam; şaban kuzgun, hz. ibrahim ve hanifilik, s.117; epstein,
judaism, s.162.) ayrıca, namazın daha önce var olduğu kuran'ın birçok
âyetinde de bulunuyor. (al- i imran sûresi- 39, ibrahim sûresi- 40,
meryem sûresi- 31 vb.)
- yine kur’an- ı kerim, hz.ibrahim’in;
“rabb’im,
beni ve zürriyetimden bir kısmını namazı kılanlardan eyle!; rabb’imiz,
duamı kabul buyur!” (ibrahim 40) diye duâ ettiğini haber vermektedir.
kur’an- ı kerim’de yer alan,”bir zamanlar ibrahim’e beyt (kâbe’n)in
yerini açıklamış (ve ona şöyle emretmiş)tik: ‘bana hiçbir şeyi ortak
koşma ve tavaf edenler, ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için
evimi temizle” (hac 26) âyeti, hz. ibrahim’in namazının, kıyam, rükû’ ve
secde rükünlerini hâiz olduğuna işaret etmektedir.
hz.ibrahim’in
dininde namaz ibâdetinin mevcut olduğunu sözlü yahudi rivâyetlerinden de
anlamaktayız. talmud’da, hz.ibrahim’in sabahları erken kalktığı, şafak
vaktinde allah’a ibâdet ettiği, yahudilerin “şaharit” ibadetinin hz.
ibrahim’den kaldığı kaydedilmiştir (şaban kuzgun, hz. ibrahim ve
haniflik, ankara 1985, s. 176- 177)
- bugün kıldığımız şekliyle ilk namaz olayı (elbette henüz nazil olmayan fatiha hariç) şu şekilde cereyan etmiştir;
hz.
muhammed’e (sas) allah’ın (cc) ilk vahyini “oku” emri ile getiren
cebrail aleyhisselâm, aynı gecenin sabahı tekrar geldi, rasûlullah’a
(sas) abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti. müderris tahirü’l-
mevlevi, risaletin ilk günü cebrail aleyhisselâm’ın, hz. peygamber’e
imam olarak beyt- i mükerrem civarında sabah namazını kıldırdığını
nakleder. peygamberimiz (sas) aynı gün akşam namazını hatice (r.anhâ)
annemizle beraber kılmış, ertesi gün bu cemaate hz. ali (ra) eklenmişti.
-
fatiha süresinin nazil olmasından sonra hz. muhammed kendisine
vahyolunduğu şekliyle (fatiha ile) namazı ümmetine öğretti. mirac
mucizesinden sonra da namaz farz kılındı.
8 - alâk sûresi 14.
âyette ebu cehil hakkında “o allah’ın gördüğünü bilmiyor mu?”
yazmaktadır, ancak alâk sûresi kur’an- ı kerim’in ilk sûresi olduğu için
daha hz. muhammed e insanlara allah’ın varlığını tebliğ etmesi
emredilmemiştir. ıslamı insanlara tebliğ etmesi ancak peygamberliğinin
4. yılında emredilmiştir.(kaynak:
http://www.diyanet.gov.tr/…eboku.asp?Sayfa=12&yid=1) ebu cehil allah’ın varlığını ve yaptıklarını gördüğünü nereden bilebilir?
-
kuran’ın ilk nazil olan sûresi olan alak süresi iki kısma ayrılır. ılk
vahiy gelen âyetler alak süresinin ilk 5 âyetidir ve ilk kısmını
oluşturur. ikinci kısım, resulullah harem- i şerif'te namaz kılmaya
başladığı ve ebu cehil'in de onu namazdan menetmek için tehdit ettiği
zaman nazil olmuştur. yani tebliğ emrinin gelmesinden sonra inmiştir.
9
- alâk sûresi 17. ve 18. âyetler şöyledir; “17- o zaman çağırsın o
kurultayını, meclisini! 18- biz çağıracağız zebanileri.” allah’ın ebu
cehil ve meclisini yenmesi için zebanilere mi ihtiyacı vardır? allah’ın
“ol!” demesi yeterli değil midir ki allah ebu cehil’i biz zebanileri
çağıracağız diye tehdit etmektedir?
- bu âyeti anlayabilmemiz
için indiği zamanı incelememiz gerekir. rivâyete göre, hz. peygamber
(s.a.v) ibrahim'in (a.s.) makamında namaz kılarken, yanına ebû cehil
geldi ve şöyle dedi: “ey muhammedi ben sana namaz kılma demedim mi?”
bunu duyan hz. peygamber (s.a.v.) ona sert konuştu. bunun üzerine ebû
cehil: "ey muhammedi beni ne ile tehdit ediyorsun. vallahi, ben bu
vadide en çok taraftarı olan kimseyim" dedi. bu olaydan sonra yüce allah
bu âyetleri indirdi. ibn abbâs şöyle der: “eğer taraftarlarını
çağırsaydı, azap melekleri o anda onu hemen yakalayacaktı.”
görüldüğü üzere allah elçisine bu âyetlerle yalnız olmadığını, istediği an ebu cehil’i mahvedeceğini hatırlatıyor.
10
- alâk sûresi ve ardından gelen kalem sûresi sürekli ebu cehil’e
lanetler yağdırmaktadır. allah neden kendi yarattığı ebu cehil’e bu
kadar kin gütmektedir? ınsanlığa gönderdiği ilk sözleri neden bu kişiye
ayırmıştır?
- allah hic bir kuluna kin gütmez, o affedenlerin en
büyügüdür. orada bahsi gecen lanet sözleri ondan sonra gelenlere ibret
olsun diye kullanilmistir. ayrıca sekizinci soruda cevap verildiği üzere
bu âyetler kuran’ın ilk âyetleri değildir.
11 - müddessir
sûresi 31. âyette ve fatır sûresi 8. âyette geçen “allah dilediğini
şaşırtır, dilediğini de doğru yola getirir.” sözü ne anlama gelmektedir?
allah dilediğini şaşırtırsa, şaşırmış olanlar neden cehennemde
cezalandırılırlar? allah dilediğini doğru yola getirirse doğru yola
gelenler neden cennet ile ödüllendirilirler? kimin şaşırıp kimin doğru
yola geleceğine allah karar veriyorsa hesap günü nedendir?
-
allah’ın herseye gücünün yettiğini belirten âyetlerdir. kulların
şaşırması ya da doğru yola iletilmesi yaradan isterse olur, ancak bu
müdahale edeceği anlamına gelmez. yaradan kullarına peygamberler ve
kitaplar göndererek sadece yol göstermiştir. bundan sonrası kullarının
bileceği iştir. söz gelimi kimse “allah istedi diye haram yiyorum ya da
zina yapıyorum” diyemez. bunlar kulların özgür cüz’i iradesiyle
gerçekleşir. allah insanlari kendi istedigi gibi dogru yola getirmis
olsa idi, dünyanin ne geregi kalirdi? ınsanlar yaptıkları ile ahiretteki
yerlerini belirlerler. onlarca, yüzlerce günah isleyen bir kul rabb’e
siginirsa, ondan yardim dilerse ve rab onu dogru yola getirir, cünkü
allah bagislayicidir.
12 - fatiha sûresi şu şekildedir; “1-
rahman ve rahim olan allah’ın adıyla 2,3,4- hamd, âlemlerin rabbi,
rahman ve rahîm, ödül ve ceza gününün sahibi olan allah’ındır. 5- yâ
rab! kulluğu sadece sana ederiz, yardımı sadece senden dileriz. 6- bizi
doğru yola ulaştır, 7- kendilerine gazap edilenlerin ve sapıtanların
değil, nimet verdiğin mutluların yoluna.” burada görüldüğü kadarıyla
sûrenin başında “de ki!”, “onlara söyle” ya da “bana şöyle dua edin”
gibi bir cümle yoktur, kur’an- ı kerim allah kelamıysa, peygamberin
değil sadece allah’ın sözlerinden oluşuyorsa, allah burada kime
seslenmektedir? allah kime “bizi doğru yola ulaştır.” demektedir?
-
bilindiği üzere fatiha sûresi her rekatta okunur ve sûre olmasının yanı
sıra bir dua ve münacattır. fatiha sûresinin her rekatta okunmasını
isteyen yaradan, böylelikle kullarının kendisine bu şekilde dua etmesini
istiyor. dua olmasından mütevellit “de ki!”, “onlara söyle” gibi
ifadelere yer verilmemiştir.
13 - tebbet sûresinde ebu leheb e
lanet edilmektedir, onun cehenneme gideceği allah tarafından
belirtilmiştir. neden hesap günü gelmeden ebu leheb’in cehenneme
gideceği belli edilmiştir? ınsanlar hesap gününde sorgulanıp ona göre
cennete veya cehenneme gönderilmeyecekler midir? ebu leheb ve karısına
neden böyle bir istisna yapılmıştır? eğer ebu leheb sonradan tövbe edip
islama dönseydi allah onu affetmez miydi? allah bağışlayıcı değil midir?
biz aciz insanoğlunun hata yapabileceğini, ilk baştan bir dini kabul
edemeyebileceğini bilmemekte midir? allah ebu leheb’in ölene kadar
islamı kabul etmeyeceğini bildiği için ona cehennem haberini verdiyse,
yani allah onun islamı kabul etmeyeceğini başından beri biliyorsa neden
yaratmıştır? allah ebu lehebi ve karısını doğrudan cehennemde yakmak
için mi yaratmıştır?
- allah’ın isimlerinden biri de “el-
alim”dir. yani geçmişte ve gelecekte ne olursa onun bilgisi
dahilindedir. dolayısıyla allah cennetlik veya cehennemlik olduğunu
bildirdiği kimselerin gelecekte neler yapacaklarını da biliyor. onların
hayatları sonsuza kadar kalsa neyi nasıl yapacaklarını, şu anda
yaptıklarından vazgeçip geçmeyeceklerini de bilmektedir. yine aynı
nedenden dolayı, hz. ebû bekir (ra), hz. ömer (r), hz. osman (ra), hz.
ali (ra), zübeyr bin avvam (ra), ebû ubeyde bin cerrah (ra), said bin
ebî vakkas (ra), talha bin ubeydullah (r.a), abdurrahman bin avf (ra),
said bin zeyd (ra)’da cennetle müjdelenmiştir.
hz. muhammed insanları
dine tebliğ ederken zaman zaman çok zorlanmış, yorulmuş ve sabrı
zorlanmıştır. burda allah peygamberine üzülmemesini, onun cezasının
allah tarafından verileceği bildiriliyor.
14 - tebbet sûresi 4.
ve 5. âyetler şöyledir; “karısı da gerdanında fitilli bir iple odun
hamalı olarak (cehenneme girecek.)” bu âyetlerde görüldüğü üzere
cehennemdeki ateşin odun ateşi olduğu anlaşılmaktadır. ancak bakara
sûresi 24. âyette ise cehennemin yakıtının insanlar ve taşlar olduğu
bildirilmektedir. bunların hangisi doğrudur?
- cennette yanacak
olanlar taslaşmış kafirlerdir. "bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı,
taş gibi oldu ve hattâ daha da katı oldu. çünkü; taşlardan öylesi
vardır ki; yarılır ve ondan su çıkar. yine öylesi var ki; allah
korkusuyla yuvarlanıp parçalanır. allah yaptıklarınızdan habersiz
değildir." (bakara 74)
lakin süphesiz o atesi yakacak ve harlayacak maddelere de ihtiyac vardir.
15
- tekvîr sûresi 2. âyette kıyamet vaktinde yıldızların döküleceği
bildirilmektedir. yıldızların dünya üzerine düşmesi nasıl mümkün
olabilir? dünya yıldızlara göre küçük bir cisimdir ve olası bir düşme
dünya üzerinde değil, dünyanın çekim alanına girdiği yıldız üzerinde
gerçekleşebilir. ve gene dünya üzerine kaç tane yıldız düşebilir? yoksa
yıldızların dünyadan kat kat daha büyük oldukları bilinmemekte midir?
-
âyette hangi yıldızlar olduğu belirtilmemiştir. dünya’dan küçük çok
sayıda yıldız olduğu düşünülürse tahmin edilmeyecek kadar yıldız
düşebilir. allah’ın herşeye güç yetiren bir kudret olduğunu anlamayanlar
için idrak etmesi gerçekten çok güçtür.
16 - fecr sûresi 1.
âyetinde ve kur’an- ı kerim’in daha birçok âyetinde sürekli “and olsun”
diye başlayan âyetler bulunmaktadır. allah yemin eder mi? bu yeminler,
neden o dönemdeki arapların sürekli yemin etmesine benzemektedir?
-
yeminli ifadeler kullanmak, insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp
değildir. kur’ân’da geçen yeminli ifadeler de, insanın anladığı
seviyeden insana hitap eden allah’ın şüphesiz birer sözüdür.
âyetlerde
de görüleceği üzere, cenâb- ı allah bizzat kendi yüce ismi üzerine
yemin ettiği gibi (hicr, 15/92); peygamberlerine (yâsîn, 36/1),
peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere (tûr, 52/1- 3;
beled, 90/1), meleklere (sâffât, 37/1; nâziât, 79/1- 2), kur’ân’a
(vâkıa, 56/77;tûr, 52/2), kıyâmet gününe (kıyâmet, 75/1), kâinâtta var
olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme (kalem, 68/1), gökyüzüne
(burûc, 85/1; târık, 86/1), güneşe (şems, 91/1), aya (şems, 91/2),
geceye (leyl, 92/1), sabaha (fecr, 89/1), kuşluk vaktine (duhâ, 93/1),
zamana (asr, 103/1), yıldıza (necm, 53/1), havaya (zâriyât, 51/1) ve
bitkilere (tîn, 95/1) yemin etmiştir.
- cenâb- ı hak, bazen
yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım
varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve
kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir.
o'nun bu yemininden kasıt, yemin ettiği varlıkla ilgili olarak
insanların yanlış düşüncelerini düzeltmek ve insanların dikkatini
yeminden sonra gelen ifadenin önemine çekmektir
17 - inşirah
sûresinin ilk 3 âyeti şu şekildedir; “1- senin (mutluluğun) için göğsünü
açıp genişletmedik mi? 2- senden o yükünü indirmedik mi? 3- o, senin
belini bükmüştü.” ıslam alimlerine göre hz. muhammed’in mucizelerinden
birisi de “şakk- ı sadr” yani “göğüs açma” olayıdır.(kaynak:
http://www.diyanet.gov.tr/…weboku.asp?Sayfa=7&yid=1)
hz. muhammed’in kalbinin ameliyatla açılarak içindeki maddî ve manevî
pisliklerin çıkarıldığını ve bunların yerine yüksek faziletlerin
konduğunu dile getiren rivâyetlerin, olayın farklı zaman ve yerlerde
gerçekleştiğini ifade eden dört ayrı varyasyonu vardır: birinci
ameliyat, hz. muhammed henüz bebekken süt annesi halime'nin yanında
yapılmıştır. rivâyete göre hz. muhammed o sırada bir süt çocuğu olmasına
rağmen seneler sonra bu ameliyatı hatırlamış ve şöyle anlatmıştır:
"çocuktum, arkadaşlarımla bir derede oynuyorduk. üç kişi geldi,
yanlarında bir altın leğen vardı, içi karla doluydu. beni arkadaşlarımın
arasından aldılar. birisi beni yanım üstüne yatırdı, karnımı yardı. ben
bakıp duruyordum, hiç acı duymadım. karnımdan bağırsaklarımı çıkarıp
leğende yıkadı, yine karnıma koydu. öteki gelip kalbimi dışarı çıkardı,
kalbimin içinden pıhtılaşmış bir kara kan parçasını çıkarıp attı, sonra
nurdan bir mühür çıkarıp kalbimi mühürledi, sonra kalbim peygamberlik ve
hikmet nuruyla doldu, sonra kalbimi yerine koydu. üçüncüsü ise karnımın
yarılan yerini sıvazlayıp yaramı iyileştirdi.” (kaynak: mevahibü'l-
ledünniye kitabı) ıkinci ameliyat, hz. muhammed on yaşındayken
yapılmıştır. bu ameliyat hakkındaki rivâyet, ebû hüreyre kaynaklıdır.
buna göre hadise şöyle olmuştur: hz. muhammed on yaşından birkaç ay
almışken yolu çöle düşmüş. başının üstünde (gökte) iki adam
konuşuyorlarmış. birisi diğerine "bu, o mu?" diye kendisini göstermiş.
öbürü: "evet, bu o" demiş. sonra hz. muhammed’i yatırıp kansız ve acısız
ameliyatı gerçekleştirmişler. kalbinden "kin" ve "kıskançlığı" çıkarıp
"merhamet" ve "şefkat"i koymuşlar. (kaynak: ebû hüreyre) üçüncü
ameliyatın hira mağarasında yapılmış olduğu rivâyet edilmiştir. bunlara
göre mi’rac gecesi isra yolculuğu öncesinde mescid- i haram’a gelen hz.
muhammed, burada cebrail’in göğsünü yarıp kalbini zemzemle yıkadığını
bildirmiştir. dördüncü ameliyat ise göğüs yarılmasının cismani mânâda
ele alınmasını gösteren en kuvvetli rivâyetle gündeme gelmiştir. kaynağı
mirac gecesiyle ilgili olarak buhârî, müslim, tirmizî ve nesaî'de
katade'den rivâyet edilen şu hadistir; demiştir ki: bize enes b. malik
anlattı. ona da malik b. sa'saa anlatmış. efendimiz (s.a.v.) buyurmuş
ki: "ben beyt'in yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde zemzem
suyu bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar
yarıldı". katade demiş ki: enes'e ne kastediyor dedim: "karnımın
aşağısına kadar dedi". buyurdu ki: “derken kalbim çıkarıldı da zemzem
suyu ile yıkandı, sonra tekrar yerine kondu, sonra iman ve hikmet
dolduruldu, sonra burak getirildi. onun üzerinde cebrail (a.s) ile
beraber gittim, ta dünya semasına vardık..." yukarıdaki rivâyetleri
inşirah sûresi’nin ilk 3 âyeti doğrulamaktadır. hz.muhammed’in kalbi pis
midir ki temizlenmeye gerek duyulmuştur? ve bu olay neden 4 kez
tekrarlanmıştır? her seferinde hz. muhammed’in kalbi tekrar pislenmiş de
mi temizlenme ihtiyacı duyulmuştur? hz. muhammed’in kalbinin
temizlenmesi için illaki göğsünün açılması ve su ile yıkanması mı
gerekir? allah’ın “ol!” demesi yeterli değil midir? ve kötü fikirler
kalp de mi oluşur yoksa beyinde mi oluşur? temizlenmesi gereken yer kalp
midir yoksa beyin midir? ınsan kalbiyle mi düşünür?(not: 17. yüzyıla
kadar beynin işlevi bilinmiyordu, düşünme organı kalp olarak
biliniyordu.)
- kalp, said nursi’nin ifade ettiği gibi çam
kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. ılahi hakikatler
ancak kalp ile hissedilir. yani, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat
gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır.
- göğsünün açılması olayının dört kez tekrarlandığına dair kesin bilgiler olmadığı için cevap vermek manasızdır.
- ayrıca allah’ın ‘ol’ demesi şüphesiz ki yeterlidir. ancak cenab- ı hakk’ın neden böyle davrandığı bilgisi dahilindedir.
18
- kafirun sûresi’nin 6. âyeti şöyledir; “sizin dininiz size, benim
dinim bana.” bu âyet ne anlama gelmektedir? allah hz. muhammed’e artık
diğer kullarını islama davet etmemesini mi söylemiştir? yoksa “sizin
dininiz” diye bahsedilen dinler de hak dinler midir? “siz kendi
dininizde kalın, islama geçmenize gerek yok” mu denmek istenmiştir?
günümüzde kur’an- ı kerim’i okuyan bir kişi bu âyetten ne anlamalıdır?
-
“(ey muhammed!) sen, rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et. çünkü rabbin, kendi yolundan
sapanları en iyi bilendir ve o, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”
(nahl, 16/125)
- ıslam zorbalık dini değildir. çağırdıkların
davetini kabul ederlerse ne ala, yok eğer etmezlerse onlara asla kötülük
etme ve iyilikten ayrilma denmektedir. hak din islam’dır, lakin hak din
insanları tabii olmaları konusunda zorlayacak olsa idi onun güzelliği
nerede kalırdı? aslına bakarsak orada geçen insanın din seçme
özgürlüğüdür.
kısacası demek istediği “biz size dogru olanı
gösteriyoruz, lakin inanıp inanmama özgürlüğüne sahipsiniz,
inanmadığınız takdirde başınıza neler geleceğini de söylüyoruz. biz,
üzerimize düşen vazifeyi yerine getirerek sizi iyi bir dil ile davet
ettik”
19 - alâk sûresi 2. âyeti şöyledir; “o insanı alâktan(kan
pıhtısı) yarattı.”. necm sûresi 32. âyette ise “... o sizi topraktan
yarattığı zaman da, …” cümlesi geçmektedir. abese sûresinin 17,18 ve 19.
âyetleri sırasıyla şöyledir; “17- o kahrolası insan, o ne nankör şey!
18- o yaratan, onu hangi şeyden yarattı? 19- onu bir damla sudan
yarattı, sonra da onu biçimlendirdi.”, murselat sûresi 20. âyet
şöyledir; “biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı?”, furkan sûresi
54. âyet şöyledir; “o, sudan bir insan yaratan, onu soy sopla (devam
eden bir düzene) koyandır. rabbinin her şeye gücü yeter.”, meryem sûresi
67. âyet şöyledir; “o insan, daha önce hiçbir şey değilken, bizim
kendisini yarattığımızı düşünmez mi?”, enam sûresi 2. âyet şöyledir; “o,
sizi topraktan yaratan, sonra da bir süre belirleyendir. başka bir
belirli süre de onun katındandır. sonra kalkıp (allah hakkında) hâlâ
şüphe ediyorsunuz.”, secde sûresi 7. âyet şöyledir; “o, yarattığı her
şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya topraktan başlayandır.”, rum sûresi
20. âyet şöyledir; “onun (varlığının) delillerinden biri de sizi
topraktan yaratmasıdır. sonra siz, (yeryüzünde) gezip dolaşan birer
beşer oldunuz.”, nur sûresi 45. âyet şöyledir; “allah, her hayvanı (her
canlıyı) sudan yarattı. onlardan kimisi karnı üstünde sürünmektedir.
onlardan kimisi iki ayakla yürümektedir. yine onlardan kimisi dört
ayakla yürümektedir. allah, ne dilerse yaratır. şüphesiz allah’ın her
şeye gücü yeter.”, enbiya sûresi 30. âyet şöyledir; “inkâr edenler,
göklerin ve yerin bitişik olduğunu, sonra bizim onları ayırdığımızı
görmediler mi? biz, hayatı olan her şeyi sudan yarattık. hâlâ
inanmıyorlar mı?” bu âyetlerin hangisi doğrudur? allah insanı hangi
şeyden yaratmıştır?
- alak süresinin 2. âyetinde geçen “alak (kan
pıhtısı)”ın ne olduğunu altıncı soruda açıklamıştık. bu âyetlerin hepsi
şüphesiz ki doğrudur. çünkü allah insanı hem topraktan, hem sudan; yani
çamurdan yaratmıştır.
20 - kadr sûresi 1. âyette “o kur’an’ı,
kadir gecesinde gerçekten biz indirdik.” yazmaktadır. kur’an- ı kerim
bir gecede mi inmiştir, yoksa 23 yılda mı inmiştir? eğer kadr sûresi 1.
âyette yazan gibi bir gecede indiyse neden aynı zaman tebliğ
edilmemiştir? ve neden hz. muhammed kur’an’ı kitap haline getirmemiştir?
kur’an bir gecede indiyse 23 yıl içerisinde hz. muhammed’in
karşılaştığı olaylardan sonra inen âyetler nedir? kur’an bir gecede
indiyse neden hz. muhammed’ e bir süre vahiy gelmemesinden sonra
müşriklerin hz. muhammed’e “rabbin seni unuttu mu? yanlız mı bıraktı?”
gibi sözlerinin ardından duha sûresi 3. âyet olan “rabbin seni terk
etmedi, darılmadı” âyeti indirilmiştir.
- kadir suresinde
kastedilen kuran’ın tamamı değil, alak sûresinin ilk beş âyetidir. yani
“indirdik” sözünden anlamız gereken “indirmeye başladık”tır. kuran’ın
bir gecede inmediğini, peyderpey ve ihtiyaca göre gönderildiğini daha
önce sorulan ikinci ve beşinci sorularda anlatmıştık.
21 - ilk
olarak büruc sûresi 21- 22. âyetlerde ve daha sonra kur’an’ın birçok
yerinde geçen “levh- i mahfuz” kur’an- ı kerim’e göre kainatta olmuş
veya olacak olan her şeyin eksiksiz olarak yazılı olduğu allah katında
bir kitaptır. bu kitapta şu an bu yazıyı okuduğunuz dahi yazmaktadır,
siz daha doğmadan önce yazılmıştır. enam sûresi 59. âyet’e göre bir
yaprağın yere düşüşü dahi bu kitapta yazılıdır. buna göre; önünde içki
şişesi duran bir insan düşünelim, bu kişi içkiyi içip içmeyeceğine henüz
karar vermemiş, yani içip içmeyeceğini kendisi bilmiyor, ancak levh- i
mahfuz da onun içkiyi içip içmeyeceği çoktan yazılı bile, bu durumda bu
kişi içkiyi içerse günaha girmiş oluyor, ama daha o doğmadan çok önce o
içkiyi içeceği levh- i mahfuz da yazılı, bu kişinin levh- i mahfuz da
yazılı olanın dışında hareket etmesi imkansız, bu sebeple bu kişi neden
cezalandırılır? bu kişi sadece allah’ın kainatta onun için yazdığı rolü
oynuyor, aksini yapması mümkün değil, allah bu kişiyi kendi yazdığı rolü
oynadığı için neden cezalandırıyor?
- levh- i mahfuzu kader
olarak tanimlamak mümkündür ve kader insana farkli yollar tanir. kader
gidilecek yollarin getireceklerini bilir, lakin insan bilmez ve secimi
cüz’i iradesine göre kendisi yapar.
- yani kişi içkiyi içerse,
“kaderde içki içmek varmış” diyemez. çünkü bu tercihi hür iradesiyle
yapmıştır. kısacası allah kullarının ne yapacağını bilir ancak müdahale
etmez. çünkü kullanmasını bilenler için beyin vermiştir. beynini
kullanarak karar vermesini bekler. allah kendi yazdığı rolü oynadıkları
için cezalandırmıyor, beynini kullanıp akletmedikleri için
cezalandırıyor.
22 - bir üst soruda bahsedilen “levh- i mahfuz”
ne için vardır? allah unutacağı için mi yapacaklarını bir kitaba
yazmıştır? unutmak insanlara mahsus değil midir? allah neden bir kitaba
ihtiyaç duyar?
- insanın hayatı boyunca başından geçen hallerle
beraber, kısmen çevresinde olan olaylar ve değişiklikler bir çekirdek
kadar küçük olan hafızasına yerleştirilir. elbette bu hıfz ve muhafaza,
bir muhasebe içindir. ta ki mahşer günü hesap vaktinde, yaptıklarını ve
olanları hafızasından hatırlasın ve mutmain olsun.
işte insanın
hayatı nasıl bu şekilde hafızasında kaydedilip yazılıyorsa, kâinatta
olan her türlü hadise de zayi olmayıp, külli hafıza olan levh- i
mahfuzda kaydedilmiştir. her iki muhafaza örneği de cenab- ı hakk’ın
hafîz isminin tecellisidir.
23 - karia sûresinde kıyamet günü
anlatılmaktadır 6,7,8 ve 9. âyetler şöyledir; “6- 7- işte o zaman,
tartısı ağır basan kimse var ya, o hoşnut bir hayattadır. 8- 9- tartısı
hafif gelen kimse var ya, onun anası, varacağı yer, hâviyedir.(kızışmış
ateş)” bu âyetlere göre hesap gününde günahları ağır gelen cehenneme,
sevapları ağır gelen ise cennete gidecektir. ıslama göre günah işleyen
bir kişi bu günahlarının cezasını ahirette çekmeyecek midir? sevapları
günahlarından çok olursa diğer cezalarını çekmeden doğrudan cennete mi
gidecektir? ve günahları çok olan inanan bir kişi cehennemde
günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girmeyecek midir? hesap
gününde ya cennet ya cehennem mi vardır?
- evet islam’a göre -
peygamberler hariç- günahsız hiç kimse olmadığından herkes cehennemi
tadacaktır. kimi hiç azap çekmeden çıkacak; kimi az, kimi çok, kimi de
sonsuz olarak kalacaktır.
“içinizde cehenneme uğramayacak hiç kimse
yoktur. bu, rabbinin kesin hükmüdür. allah’tan sakınanları oradan
kurtarır; zalimleri [kâfirleri] de dizüstü çökmüş olarak orada
bırakırız.) [meryem 71, 72]
görüldüğü üzere herkes cennete
gitmeyecektir. öncelikle herkes cehennemi görecek. kimi hiç azap
çekmeden çıkacak; kimi az, kimi çok, kimi de sonsuz olarak kalacaktır.
cehenneme girip, oradan çıkan kimse, ebedi cennetliktir. bir âyet- i kerime meali de şöyledir:
(her
insan ölümü tadacaktır. kıyamet günü, ecirleriniz size mutlaka
ödenecektir. cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse
artık kurtulmuştur.) [âl- i imran 185]
yine peygamber efendimiz:”
(kalbinde zerre kadar imanı olan cehennemde sonsuz olarak kalmayacak,
cehennemden çıkarılacaktır.) [buhari, müslim]” buyurmuştur.
hesap gününde cennet, cehennem ya da araf vardır.
24
- kaf sûresi 6. âyet şöyledir; “(kafalarını kaldırıp) üzerlerindeki
gökyüzüne, onu nasıl yaptığımıza, onu nasıl süslediğimize bakmıyorlar
mı? onun hiçbir çatlağı yoktur.” gökyüzünde çatlak olabilir mi? o
zamanlar dünyanın yuvarlak olduğu bilinmiyordu ve gökyüzü kubbe gibi
dünyanın üzerine kapatılmış sanılıyordu ama allah bunu bilmiyor muydu?
dünyanın döndüğüne ve dünyadan başka gezegenlere dair neden hiç bir âyet
kur’an- ı kerim’e konulmamıştır? gökyüzü ile ilgili bir başka âyet de
ra’d sûresi 2. âyettir; “allah, gördüğünüz gökleri direksiz
yükseltendir. …” diye başlayan âyette görüldüğü gibi gene gökyüzünün
dünya üzerinde kubbe gibi durduğu ve direkler olmadan allah’ın onu gökte
tuttuğundan bahsedilmektedir. hicr sûresi 14. âyette ise; “üzerlerine
gökyüzünden kapı açsak da, oradan yükselseler,” denmektedir, gökyüzünden
yukarıya çıkılamaz mı? gökyüzünden dışarı çıkılabilmesi için allah’ın
kapı açması mı gerekir? o zaman ay’a giden insanlar nasıl gitmiştir?
mars’a giden keşif araçları nasıl gidebilmiştir? dünya dışına gönderilen
sayısızca uydu nasıl gitmiştir? fatır sûresi 41. âyette ve hacc sûresi
65. âyette bahsedildiği gibi gökleri yere düşmesin diye allah tutuyorsa,
gökyüzünde boşlukta duran insan yapımı uyduları gökte kim tutmaktadır?
meryem sûresi 90. âyette “bu sözden dolayı, az daha gökler çatlayacak,
yeryüzü yarılacak, dağlar yıkılıp gidecekti.” ve şura sûresi 5. âyette
de “gökler, üstlerinden çatlayıverecekmiş gibi titreşiyorlar. …”
denmektedir.burada gene gökyüzünün çatlayabilecek bir şey olduğundan
bahsedilmektedir. enbiya sûresi 30. âyet ise şöyledir; “inkâr edenler,
göklerin ve yerin bitişik olduğunu, sonra bizim onları ayırdığımızı
görmediler mi? biz, hayatı olan her şeyi sudan yarattık. hâlâ
inanmıyorlar mı?” gökler ve yer bitişik olabilir mi? gökyüzü dünya
üzerinde bir kapak gibi midir ki ilk başta bitişik olabilir? gene enbiya
sûresi 32. âyette “gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. onlar, onun
âyetlerinden yüz çeviriyorlar.” denmiştir ve gökyüzünün tavan gibi dünya
üzerine kapalı olduğu açıkça belirtilmiştir. murselat sûresi 9. âyette
“o gökyüzü açıldığı zaman,”, tekvir sûresi 11. âyette “gökyüzü
sıyrıldığı zaman,” ve nebe sûresi 19. âyette de “gökyüzü açılır da kapı
kapı olur.” denmektedir, gökyüzü üzerimize kapalı bir şey midir ki
açılır?
- allah şüphesiz ki dünya’nın yuvarlak olduğunu, diğer
gezegenlerin varlığını biliyordu. ama kuran tüm kainatın ve zamanların
anlayacağı dilde inmiştir. kaldı ki kuran’ın bahsetmediği binlerce
gerçek var. şüphesiz ki bahsedilenler, bahsedilmeyenlerden daha lüzumlu
görülmüş. mesela “kuran neden çikolatadan bahsetmiyor, allah çikolatayı
bilmiyor mu?” diye bir soru da aynı zihniyetin ürünüdür.
- hicr
süresinin 14- 15. âyetlerinde “onlara gökten bir kapı açsak, oradan
yukarı durmadan çıksalar: "gözlerimiz perdelendi. daha doğrusu
büyülendik." derler. “ demektedir. anlatılmak istenen “bu kafirler kapı
açıp yükseltsek de yarattığımız evrenin azametini görseler yine de inkar
ederler.”dir. 600’lü yıllarda evrenin çatlaksız gören gözlerin âyetleri
anlamasını kolaylaştırmak için “kapı açılması” ifadesi kullanılmıştır.
-
âyetlerde bahsedilen “allah’ın tutması” denildiğinde gerçek anlamda
havada tutan bir varlık anlaşılmamalıdır. şüphesiz ki bahsedilen
yerçekimsiz boşluğun allah tarafından yaratıldığıdır. yani aynı mantıkla
insan yapımı uyduları da allah tutmaktadır.
buradaki asıl yanlış
kuran’ı bugünün bilim ve teknolojisi ile değerlendirmeye kalkmaktır. az
önce de söylediğim gibi kuran tüm alemlere ve zamanlara gönderilmiştir.
ama indiği devirdeki insanların anlayabilmesi için basit metaforlar
kullanılmış.
25 - kaf sûresi 38. âyet şöyledir; “yemin olsun ki,
biz gökleri, yeri ve o ikisi arasındakileri altı günde yarattık. bu,
bize bir yorgunluk da dokunmadı.”, yunus sûresi 3. âyet şöyledir;
“şüphesiz sizin rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
egemenliği arşa kuran, işlerini evirip çeviren allah’tır. onun izninin
dışında hiç bir şefaatçi yoktur. ışte bu özellikleri olan allah, sizin
rabbinizdir, ona ibadet edin. artık düşünmez misiniz?”, furkan sûresi
59. âyet de şöyledir; “(o allah), gökleri, yeri ve aralarındakileri altı
günde yaratan, sonra arşa egemenliğini kurandır. …. “, yukarıdaki
âyetlerde belirtildiği üzere kainat 6 günde yaratılmıştır. gün kavramı
dünyanın kendi etrafında bir tur dönmesine verilen zaman değil midir?
allah dünyanın döndüğünü ve dünyanın bir dönüşü kadar geçen sürenin bir
gün olduğunu bilmemekte midir? dünya yaratılırken, yani daha dönecek bir
dünya var olmamışken gün neye göre hesaplanır? ve kainatı yaratmak
allah’ın 6 gününü mü almıştır? allah’ın ol demesi yeterli değil midir?
bakara sûresi 117. âyet ile yukarıdaki âyetler neden birbiriyle çelişir?
bahsedilen bakara sûresi 117. âyet şudur; “o, göklerin ve yerin
sanatkârane yaratıcısıdır. o, bir işi yapmak isteyince, ona yanlızca
“ol!” der, o da oluverir.”
- kuran'da bildirilen 6 günlük süreyi,
6 devre olarak da düşünebiliriz. çünkü zamanın göreceliği dikkate
alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, dünya üzerinde algılanan
24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. ancak evrenin bir başka
yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir
zaman dilimidir. nitekim âyetlerde (secde sûresi, 4; yunus sûresi, 3;
hud sûresi, 7; furkan sûresi, 59; hadid sûresi, 4; kaf sûresi, 38; araf
sûresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin"
kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet"
anlamlarına da gelmektedir.
insan anne karnında 6 safhada
yaratıldığı, dünyada ve berzahda 6 dönem geçirdiği gibi, 1 gün de 6
dönem ve devir geçirerek diğer güne geçiyor. hatta her şeyin doğumu,
kemali, ihtiyarlığı, ölümü, berzahı, unutulması gibi 6 devir geçirdiğini
söylemek mümkündür.
demek ki 6 gün kainatın ilk doğuşundan ve yaratılışından, haşir sabahına kadar geçen zaman, devir ve dönemi içine almaktadır.
26
- tarık sûresi 6. ve 7. âyetler insanın yaradılışından bahseder, o
âyetler şöyledir; “6- o, atılan bir sudan yaratılmıştır. 7- o(su), bel
ile göğüs arasından çıkar.” bu âyetlerde görüldüğü üzere kur’an- ı kerim
de meni’nin bel ile göğüs arasından çıktığı söylenmektedir. ancak
günümüzde bilinmektedir ki meni bel ile göğüs arasından değil,
testislerden gelir. allah meni’nin testislerde üretildiğini bilmemekte
midir? eğer biliyorsa neden insanlara bel ile göğüs kafesi arasından
geldiğini söylemiştir?
- şüphesiz ki herşey yaradanın ilmi
dahilindedir. altıncı âyette kuvvetle atılan, dökülen bir sıvıdan yani
meniden bahsolunuyor. plexus solaris ve böbreküstü sinir merkezleri, bel
(omurga) ile göğüs kafesi arasında bulunmaktadır. bu sıvının kuvvetle
atılma işi, bu iki sinir merkezinin beraber çalışması sonucu olmaktadır.
anlatılan budur.
27 - hz. muhammed’in mucizelerinden birisi de
“şakk- ı kamer” yani ayın yarılması olayıdır. hz. muhammedin ayı bir
parmağıyla ikiye bölmesi bir çok hadiste de geçer ve kur’an- ı kerim de
kamer sûresi 1. âyeti “kıyamet saati yaklaştı, ay yarıldı.” ıle bunu
doğrular. ay'ın yarılması hakkındaki rivâyetlere bakarsak dolunay
sırasında ve ay doğarken olduğunu görürüz, eğer ay arap yarımadası
üzerine yeni doğuyor ise onun doğusunda kalan çin- hindistan gibi
astronomi ile ilgilenen büyük medeniyetler için de ay görünüyor
olmalıydı. fakat onlar ay'ın yarılması gibi mucizevi bir olayı
kaydetmemişlerdir. ay’ın yarılması’nı sadece müslümanlar mı görmüştür?
eğer ay kur’an- ı kerim de de belirtildiği gibi gerçekten bölündüyse
neden dünya üzerindeki hiçbir medeniyet bunu kaydetmemiştir?
-
ay'ın iki parçaya ayrılması, insanların uykuda veya evinde olduğu bir
zamanda ani ve kısa süreli olarak gerçekleşti. ay'ın her gün farklı
saatlerde dogması ve farklı menzillerde bulunmasının yanısıra, o asırda
gökyüzünü sürekli inceleyen âlimler de yok denecek kadar azdı. aynı
zamanda bazı ülkeler sis ve bulut gibi engellerden, bazıları da saat
farkından dolayı ay'ı göremiyordu. meselâ bu mucizenin gerçekleştiği
saatte ingiltere ve ispanya'da güneş yeni batıyor, çin ve japonya'da
sabah oluyor, amerika'da ise gündüz saatleri yaşanıyordu. ay'ın
görülmesi için yeterli olan şartlar, arap yarımadasının dışında en iyi
hindistan'da gerçekleşmiş ve dhar şehri kralı raja bjoh ve raiyeti
tarafından bütün teferruatıyla takîp edilmişti. chamai nehri kıyısındaki
sarayının balkonundan ay'ın ikiye ayrıldığını gören kral, önce dünyanın
sonunun geldiğini zannederek büyük bir korkuya kapılmış, daha sonra da
bunun arabistan'da zuhur ettiğini duyduğu peygamber'in bir mucizesi
olabileceğini tahmin ederek vezirini mekke'ye göndermişti. raja'nın
veziri efendimizle (sav) görüşme şerefine erişmiş ve şakk- ı kamer o'nun
mucizesi olduğunu anlayarak islâmiyeti seçmişti.
bugün bu bahtiyar hükümdarın torunları olan bjohzadeler, hindistan'daki dhar şehrinin hemen dışında ikâmet ediyorlar.
şakku'l-
kamer mucizesi, sadece raja ve saraydakiler tarafından görülmemiş.
hindistan halkı tarafından da seyredilmişti. mucizenin gerçekleştiği
tarih, daha sonra bir başlangıç yılı olarak kabul edildi ve bazı eserler
üzerine işlendi. hatta bu ülkede ele geçirilen bir heykelde: ''ay'ın
ikiye yarıldığı senede yapılmıştır." ifadesi bulunuyordu. bu durum bazı
müfessirler tarafından sıkça nakledilmiş ve çok önemli bir delil olarak
gösterilmiştir.
- on dört asır önceki astronomi ilminin ve
haberleşme imkânlarının yetersizliği sebebiyle, tam olarak görülemeyen
veya görüldüğü halde haber olarak yaygınlaşanı ayan şakk- ı kamer
mucizesi, 4 mayıs 1967 yılında florida'daki cape kennedy uzay üssü'nden
fırlatılan orbiter 4 uydusundan çekilen ay fotoğraflarıyla ister istemez
gündeme gelmiştir. orbiter 4'ün bu çalışmasında, ay'ın dünyamızdan
görülmeyen arka yüzü resimlenmiş ve 3000 km. mesafeden çekilen yakın
plân fotoğraflarıyla ay yüzeyinin %95'lik bölümü incelenebilmiştir. 67-
1805 numara ile arşivlenen bu fotoğraflarda, daha önce küçük bölümler
halinde çekilen ay fotoğraflarında farkedilemeyen bazı hususlar göze
çarpmaktadır. ay'ın arka yüzeyi, uzunluğu 240 genişliği de 8 kilometreyi
bulan bir yarık tarafından boylu boyunca kuşatılmaktadır. bu çatlağın
merkezi, 65 derece güney ve 105 derece doğu olarak belirlenmiştir. tabii
sebeplerle meydana gelen çatlaklar, dalgalı ve düzensiz bir çizgi
oluşturdukları halde, bu çatlak mükemmel bîr düz çizgi şeklindedir. özel
bir sebebe dayandığı intibaını uyandıran çatlaklar, ay'a ilk defa ayak
basan astronot neil armstrong'un da dikkatini çekmiş ve kendi ifadesiyle
onu hayrete düşürmüştür.
28 - kamer sûresi 17, 22, 32 ve 40.
âyetleri şöyledir; “and olsun ki, biz düşünüp öğüt alınsın diye kur’anı
kolaylaştırdık. fakat var mı bir düşünen?” bu âyetlere göre allah bizim
anlamamız için kur’anı kolaylaştırdığını söylemektedir. yani herhangi
bir alimin kur’anı bize açıklamasına yada herhangi bir tefsir kitabına
gerek yoktur. allah’ın bize emrettiklerini anlamamız için kur’an- ı
kerim yeterlidir. kur’an- ı türkçe olarak okuyup da kafasına takılan
yerleri soran bir kişiye, sen onun hikmetini anlayamazsın demek
yersizdir, hatta günahtır, çünkü allah kur’an- ı bizim için
kolaylaştırdığını söylemektedir. birçok soruda da “çeviri hatası” cevabı
verilmektedir, arapça öğrenip kur’anı öyle okunması gerektiği gibi
insanlar çok çok zor bir yola yönlendirilmektedir. ancak kamer sûresi
17, 22, 32 ve 40. âyetleri bize kur’anın kolaylaştırıldığından bahseder,
yani arapça öğrenip öyle okumaya gerek yoktur. ayrıca allah gönderdiği
kitabın 1400 yıl sonra başka dillere tercüme edileceğini de biliyordur,
yani çeviri de hata olması da mümkün değildir. 1400 yıldır hiç kimse
düzgün bir şekilde kuranı türkçe ye yada başka dillere çevirememiş
midir? düzgün çevrilemediği ve herkesin anlayamayacağı iddiası
yukarıdaki âyetlere tamamen terstir ve kur’an- ı yalanlamak anlamına
gelmektedir. bu durumda kur’an da yazılanlar mı uygulanmalıdır, yoksa
bazı hocaların söyledikleri mi uygulanmalıdır?
- öncelikle
âyetler yanlış çevrilmiş. âyetlerde (ve lekad yessernel kur’âne lîz
zikri fe hel min muddekir) demektedir. lîz zikri, yani zikir için
kolaylaştırdık demektedir. kuran’ı tam layıkı ile anlayabilmek için
kuran arapçası öğrenmek gerekir. eğer bunu yapamıyorsanız, o zaman güzel
bir tefsirden kuran’ı okuyabilirsiniz. kuran’ı anlamak, anlayarak
inanmak gerekir. aksi halde körü körüne bağlanmak bağnazlık olur ki
cenab- ı hak da bunu istemez.
elbetteki kuran’da yazılanlar uygulanmalıdır.
-
ayrıca “allah gönderdiği kitabın başka dillere çevrileceğini biliyor
mu?” sorusundan “çeviride hata olmaması mümkün değildir.” çıkarımı nasıl
yapıldı, anlamak çok zor.
29 - sad sûresi 77. âyette ve araf
sûresi 13. âyette şeytanın adem’e secde etmediği için cennetten
kovulduğu yazmaktadır. araf sûresi 20,21 ve 22. âyetlerde ise şeytanın
cennette adem ve eşini kandırarak yasak meyveyi yemesini sağladığı
yazmaktadır. allah’ın cennetten kovduğu şeytan cennete nasıl
girebilmiştir? şeytan cennete girerken allah fark etmemiş midir?
insanın
asıl vatanı cennettir. bu bakımdan ilk insan cennette yaratılmıştır.
hz. adem ( a.s) cennete olmakla beraber, allah onları o haliyle cennette
bırakmak için yaratmamış, onları daha ulvi bir gaye olan çoğalma ve
imtihan vesilesi olmak gibi büyük bir gaye için yaratmıştı. bu hikmetten
onların malum hatayı işlemelerine meydan verdi.
şeytanın cennete girişi ve âdem (as) ile havva'ya yaklaşması konularında kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.
hasan
basri hazretleri demiştir ki: “yüce allah’ın vermiş olduğu bir kuvvet
ile, şeytan yerden göğe veya cennete vesvese ulaştırabilmiştir.”
bazı
tefsirciler şöyle der: “adem ve havva, bazen cennetin kapısına yakın
gelirler, şeytan da dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde
meydana geldi.”
allah, imtihan gereği olarak, şeytanın vesvesesini hz. adem aleyhisselama işittirmiştir.
30
- allah neden adem ve havvaya bir ağacın meyvesini yemeyi
yasaklamıştır? şeytanın onları kandırdığını bilerek bir meyve yüzünden
neden adem ve havvayı dünyaya göndermiştir?
- öncelikle cenab- ı
hakk'ın, hz. âdemi (as) yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına
dikkat edelim. bakara sûresinde şöyle anlatılmaktadır:
““hani, rabbin
meleklere, 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. onlar,
'bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?'
dediler. allah da onlara, 'sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.'
dedi.” (bakara, 2/30)”
yani allah(c.c) tabiki herşeyin
bilincinde. sonra adem’e emrediyor. ”“ey âdem! sen ve eşin cennette
kalın. dilediğiniz yerden yiyin. fakat şu ağaca yaklaşmayın. yoksa
zalimlerden olursunuz.(araf, 19)”
fakat adem pek kararlı gözükmedi;
“doğrusu
bundan önce âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz
onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık." (taha, 20/115)”
sonuç
olarak, cenab- ı hak adem ve havva’yı dünyaya göndermek için şeytanın
onlara vesvese vermesine göz yummuştur. çünkü, cenab- ı hakk'ın insanı
yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi, ancak hz. âdem (as) ve
havva'nın cennetten yeryüzüne inmesiyle mümkün olmuştur.
31 -
araf sûresi 35. âyet şöyledir; “ey adem oğulları! size ne zaman
içinizden rasuller gelir de, her kim bunlara karşı çıkmaktan sakınır,
kendini düzeltirse, artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklardır.” bu âyette geçen “size ne zaman içinizden rasuller
gelir de” cümlesi ne anlama gelmektedir? hz. muhammed son peygamber
değil midir? allah hz. muhammedden sonra daha başka rasul göndereceğini
mi söylemektedir? eğer hz. muhammed son peygamber ise neden bu âyet
gönderilmiştir?
- her kavim, ayrı bir dil konuşur ve her devirde, her kavmin içinde mutlaka allah'ın resûl'ü vardır (mu'minûn- 44)
bu
âyet, bunu ispat etmektedir. allahû tealâ, mu'minûn sûresinde
insanların çoğundan, burada azından bahsetmektedir. risaletle vazifeli
kıldığı resûl ölse, allahû tealâ derhal yeni birisini beas eder,
vazifelendirir. hiçbir zaman, hiçbir kavmi boş bırakmaz.
bu âyet gelecekten değil, geçmişten ve o andan bahsetmektedir.
32
- araf sûresinde hz. musa nın mucizelerinin anlatıldığı kısımda 107.
âyet şöyledir; “bunun üzerine asasını bırakıverdi, birden o, koskoca bir
ejderha kesiliverdi.” şuara sûresi 32. âyet de şöyledir; “(bunun
üzerine musa) asasını bırakıverdi, o birden apaçık bir ejderhaya
dönüşüverdi.” hz. musanın asasının bir ejderhaya dönüştüğü
anlatılmaktadır, ancak ejderha çok eski uygarlıkların inandığı çin
mitolojisinde efsanevi bir yaratıktır, gerçekte ejderha diye bir canlı
yoktur. allah neden hz. musanın asasını çin mitolojisindeki efsane bir
yaratığa dönüştürmüştür?
- âyette (fe elkâ asâhu fe izâ hiye
su’bânun mubîn) “su’banun” büyük yılan manasını taşır. fakat bazı
çevirmenler (meal yazanlar) anlatımı kuvvetlendirmek için “ejderha”
demişlerdir. zaten bu âyette dikkat çekilmesi gereken yılan ya da
ejderha olması değil, asanın bir hayvana dönüşme mucizesidir.
33 -
araf sûresi 123,124. âyetler şöyledir; “firavun, “ben, size izin
vermeden ona iman mı ettiniz? şüphesiz bu sizin yerli ahaliyi oradan
çıkarmak için şehirde planladığınız bir hiledir. yakında anlarsınız.
kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra
hepinizi çarmıha gereceğim” dedi.” burada bahsedilen firavunun sözleri
allah’ın sözlerine neden bu kadar çok benzemektedir? maide sûresi 33.
âyet ise şöyledir; “allah’a ve rasulüne savaş açanların, yeryüzünde
bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, öldürülmeleri veya asılmaları
veya elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden
sürülmekten başka bir şey değildir. bu, onların dünyada çekecekleri bir
zillettir. ahirette ise, kendilerine büyük bir azap vardır.” görüldüğü
gibi allah da aynı firavun gibi suçluların elleri ve ayaklarının çapraz
kesilmesini emretmektedir. allah firavundan mı esinlenmiş de böyle bir
cezayı kullarına uygun görmüştür?
- önce çaprazlama konusunu ele
alalım. el ve ayakları çaprazlama kesme uygulamasını aslında
putperestler kendilerine boyun eğmeyenlere/müslümanlara uygulamaktaydı
ve âyette bahsedilen de, peygamber döneminde bundan vazgeçmeyen
zalimlere karşı aynı şekilde karşılık vererek savunma mücadelesi
yapılmasıdır. yani o dönemde durup dururken müslümanlara saldıran ve
bundan da, yani savaştan vazgeçmeyen, barışa yanaşmayan zalimlere karşı
nefsi müdafa mücadelesi ve “kısas” istenmektedir sadece. kuran'ın
anlattığı üzere, müslümanlara karşı putperestler bu çaprazlama
uygulamasını eskiden beri (özellikle mısır firavunları)
gerçekleştirmekteydiler.
- texe marrs'ın codex magica isimli
kitabında da anlattığı üzere antik mısır dininde "x" yani "çaprazlama
işareti" güneş tanrısı osiris'in simgesiydi ve bu yüzden onlar için
kutsaldı . mısır kralları gömülürken elleri ve ayakları çapraz
pozisyonuna getirilirdi. eski mısır medeniyetinden kalma yazıtlarda,
tapınak ve piramitlerin duvarlarında da x sembolü sıkça görülmektedir.
ayrıca kendilerine karşı gelenleri cezalandırırken yine bu çaprazlama
ritüelini kullanırlardı.
- ayrıca kuran’da sadece burada değil,
birçok yerde allah ve kendisini tanrı zanneden firavun aynı sözleri
söylemektedir. mesela; kur?an- ı kerim, s¸u ifadeleri firavun?un
agˆzından nakletmektedir:
“andolsun ki, egˆer benden bas¸ka ilah
edinirsen, seni zindana atarım (şuara 29) sözleriyle firavun, hz.
musa?yı tehdit ederken, bas¸ka bir yerde “...ey ileri gelenler, sizin
için benden bas¸ka ilah oldugˆunu bilmiyorum...(kasas 38) demektedir.
yine bir bas¸ka yerde halkına topluca “ben sizin en yüce rabbinizim
(naziat 24)” demektedir. bu sözler, yüce allah?ın s¸u ifadeleri ile
benzerlik arz etmektedir: “...benden bas¸ka ilah yoktur, s¸u halde
benden korkup sakının...(nahl 2)” “gerçekten ben, ben allah?ım, benden
bas¸ka ilah yoktur...(taha 14), ”ve allah ile beraber bas¸ka bir ilaha
tapma. o?ndan bas¸ka ilah yoktur...(kasas 88)”, “...ben sizin
rabbinizim, öyleyse bana kulluk ediniz. (enbiya 92)” s¸imdi, firavun?un
agˆzından nakledilen sözlerle, yüce allah?ın bu ifadeleri arasında
benzerlik var diye bu âyetlere ve onların hükümlerine itiraz etmeye
kalkıs¸manın, hiçbir sagˆlam dayanagˆının olmadıgˆı açıktır.
34 -
araf sûresi 136. sûre şöyledir; “biz de mucizelerimizi yalanladıkları
ve onlara kulak asmadıkları için kendilerinden intikam aldık, onları
denizde boğduk.” allah kendi yarattığı kullarından intikam alır mı?
ıntikam duygusu insanlara özgü bir duygu değil midir?
- yüce
allah'ın isimlerinden biri “el- muntakim”. intikam alan, suçluları
müstahak oldukları cezaya çarpan anlamında. kur'an'da, "intikam aldık",
"intikam alır", "biz intikam alıcıyız", "allah intikam sahibidir"
ifadeleriyle geçer.
peygamberimiz , "allahü teâlânın halk arasında
evliyası, açlık ve susuzluk ehlidir. allahü teâlâ onlara eza edenden
intikamını alır ve ona cenneti haram eder" buyurur ve allah'ın
zalimlerden intikam alan olduğuna dikkat çeker.
allah, inkarcıları,
suçlu günahkarları cezalandırır, zulmedenlerden mazlumların hakkını
alır, tümüne gazaplanır, tümünden intikam alıcıdır. allah'ın ne gazabı
ne intikamı kuşkusuz insanlarınkine benzemez.
35 - araf sûresi
179. âyet şöyledir; “yemin olsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu
cehennem için yarattık. onların kalpleri vardır, onlarla duyup
anlamazlar, onların gözleri vardır, onlarla görmezler, onların kulakları
vardır, onlarla işitmezler. onlar hayvanlar gibi, hatta daha
şaşkındırlar. ışte bunlar, gafillerdir.” allah insanlardan ve cinlerden
birçoğunu sadece cehennem için mi yaratmıştır? eğer allah bazı kişileri
cehennem için yaratmışsa sınav bunun neresindedir? bu kişiler cehennem
için yaratıldıkları halde allah’ın yaradışına karşı gelip iman etme
ihtimalleri var mıdır? ve “onların kalpleri vardır, onlarla duyup
anlamazlar” kısmında insanın kalple anladığı söylenmektedir, ancak
günümüzde bilinmektedir ki kalbin görevi vücuda kan pompalamaktır, bir
şeyleri anlamak kalbin değil beyinin görevidir, allah bunu bilmemekte
midir?
- yirmi birinci soruda cevap verildiği gibi dünyadaki
olmuş olacak herşey levhi mahfuz’da yazılıdır ve cenabı hak tarafından
bilinmektedir. ancak müdahale olmaksızın insanlar düşünmezler ve
akletmezler.
şöyle düşünün; öğretmensiniz ve sınav hazırladınız. çok
tembel bir öğrenciniz var ve sınavı veremeyeceğinden eminsiniz. siz
ders anlatırken onun duymaması ya da öğrenmemesi için çaba harcamadınız.
herkesle aynı şartlarda dersi dinledi ya da dinlemedi. ama şimdiye
kadar hiçbir sorunuza cevap verememiş, dersle ilgilenmemiş vs. bu
durumda “ heralde bu dersten kalacak” diyebilirsiniz. cenab- ı hak’tan
tek farkınız siz kesinlikle diyemezsiniz.
ya da başka bir örnek
verecek olursak; gün sonunda havanın kararacağını herkes biliyor. oysa
kimse dünyanın dönmesine müdahale edemez. ama bu böyle bilinir. işte
bunun gibi biz dünya gibi döneriz, allah müdahale etmez ama dönüşün
sonunda kararacağımızı ya da aydınlanacağımızı bilir.
bu
kişilerin iman etme ihtimalleri tabi ki var ama yüce allah izin
verdiyse. onyedinci soruda cevap verdiğimiz üzere maddî kalbin îmân,
ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. kalplerin
bazıları mühürlenmiştir bu sayede duyup anlamazlar. âyette kastedilen
budur.
36 - yasin sûresinde hesap gününün anlatıldığı kısımda
59,60,61. âyetler şöyledir; “59- (allah onlara şöyle diyecektir:) ey
günahkârlar! bugün (bir kenara) ayrılın. 60- 61- ben, sizden “ey
ademoğulları! şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır.
bana kulluk edin. doğru yol, budur!” diye söz almadım mı?” allah arada
bir elçi olmadan direk insanlarla mı muhatap olmuştur? allah bu âyette
bizden söz aldığını mı söylemektedir? eğer allah bu âyetlerde
belirtildiği gibi kendisine söz verenlere hesap soruyorsa, bugün dünya
üzerindeki yaşayan insanların hepsinden allah söz mü almıştır? yoksa
kur’an- ı kerim ahiret gününe kadar yaşayacak olan tüm insanlığa değil
de, sadece hz. muhammed’in kavmine mi gönderilmiştir?
- kuranyalnız hz. muhammed’e değil, tüm insanlara gönderilmiştir. bu sebepten allah’ın aracısız konuşmasına şaşırmamak gerekir.
-
âyette bahsedilen söz “kalu bela” olayıdır. şöyle ki, allah dünyayı ve
içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün
insanların ruhlarını yaratmıştır. bunları ruhlar âlemi denilen bir
âlemde bir araya getirmiştir. “ben sizin rabbiniz değil miyim? “ diye
sormuştur. ruhlar da, “evet, sen bizim rabbimizsin, sana ibâdet eder,
senden yardım dileriz" demişlerdir. işte bu konuşmanın vuku bulduğu
zamana, “kâlû belâ” denir.
yani islamiyet’e göre söz araplardan
ya da türklerden değil, yaratılmışların hepsinden alınmıştır.
dolayısıyla kuran’ı kerim’in tüm insanlığa gönderildiğini buradan da
anlayabiliriz.
37 - fatır sûresinde denizlerden bahsedilen
kısımda 12. âyette şunlar söylenmektedir; “... onda (suları) yarıp giden
gemiler görürsün. (allah bunları) onun nimetlerinden elde etmeye
.(çalışasınız diye yaratmıştır.) belki şükredersiniz.” bu âyette
bahsedildiği gibi, gemileri, denizlerden faydalanabilmemiz için doğrudan
allah mı yaratmıştır?
- herhangi birşeyi “yarattım” diyebilmek
için, o şeyin bütün sebep ve donanımlarını da yaratmak gerekir. aksi
halde ortaya konan şey keşif ya da icattan başka birşey değildir. keşif
(buluş), allah’ın kainatta koymuş olduğu bir adet, bir sünnettir. uçak,
tren, otomobil gibi nimetlerin insanlara hediye ve ikram edilmesi bu
keşifledir. yoksa hiçten ve yoktan var etmek, ya da var olan unsurlardan
bir hayat inşa etmek sadece allah’a mahsus bir mühürdür, kimse taklit
edemez.
gemileri doğrudan allah yaratmamıştır. zaten âyette kastedilen de bu değildir.
38
- fatır sûresi 24. âyet şöyledir; “şüphesiz biz seni, müjdeleyen ve
(onunla) uyaran biri olarak gerçek ile gönderdik. kendilerine bir
uyarıcı gelmeyen hiçbir topluluk yoktur.” afrika kıtasında daha hiç
diğer insanlarla karşılaşmamış kabileler yaşamaktadır, bunlara uyarıcı
gönderilmiş midir? kutuplarda yaşayan insanlara uyarıcı gönderilmiş
midir? çine, japonyaya, singapura uyarıcı gönderilmiş midir? adalarda
yaşayan insanlara uyarıcı gönderilmiş midir? himalayalarda dağlarda
yaşayan insanlara uyarıcı gönderilmiş midir? eğer bunların hepsine bir
uyarıcı gönderilmişse neden hiçbirinin yazılı eserlerinde kur’an- ı
destekleyen eserler yoktur, neden her birinin eserlerinde geçen yaratıcı
inanışı farklıdır? ve eğer eskiden yaşayan tüm insanlara uyarıcı
gönderilmiş ise bugün bize neden gönderilmemektedir? ya da bugün daha
hiç başka insanlarla karşılaşmamış kabilelerde yaşayan insanlara bir
uyarıcı gönderilmemektedir? üzerlerinden geçen uçağı canlı sanarak ona
ok atan kabilelerin yaşadığı günümüzde neden bu insanların binlerce din
ve kutsal kitap arasından islamı ve kur’anı kendilerinin bulup, öğrenip,
iman etmeleri beklenmektedir?
- kuran’ı kerim’de "içinde
peygamber olmayan hiç bir millet yoktur"(fâtır, 24) deniyor. bu durum
gösteriyor ki her kavme, her millete peygamber gönderilmiştir. hadis
kitaplarında, bir rivâyette 124 bin, diğer bir rivâyette de 224 bin
peygamber gönderildiği bildirilmektedir. hadis usulü açısından bu
rivâyetlerin hepsi tenkid edilebilir. ancak, ister 124 bin, ister 224
bin olsun, sayı mühim değildir. mi'ıhim olan husus şudur: allah, hiç bir
devri boş bırakmamış hemen her devirde peygamber göndermiştir. ta ki
son peygamber hz. muhammed’e kadar. ondan sonra dünyada yaşanacak
gelişmelerden cenab- ı hak elbette haberdardır. ıslamiyet’in ve
kaidelerinin hz.muhammed’ten sonra hızla öğrenilceğinin bilincindedir.
şu an dünyanın neredeyse tamamı islam’dan haberdardır. dolayısıyla yeni
peygambere ihtiyaç yoktur.
yine de islamiyet’ten haberdar
olmayan veya olmadan bu dünyadan ayrılmış insanlar olabilir. allah
onların akıbeti hakkında şöyle buyuruyor:” peygamber göndermedikçe
(hiçbir millete) azab edecek değiliz.” (isra 15) dolayısıyla kendilerine
peygamber gönderilmemiş kimseler, ya da peygamberler, kitaplardan
bihaber yaşayan insanların, azab olacakları da söylenemez.
39 -
meryem sûresi 27. ve 28. âyetler şöyledir; “27- hamile olduğu halde
halkının yanına geldi “ey meryem! alışılmadık bir şey getirdin!”
dediler. 28- “ey harunun kız kardeşi! baban, kötü bir adam değildi. anan
da bir kahpe değildi.” bu âyetlerde hz. meryemin harun adında bir
kardeşi olduğundan bahsedilmektedir. ancak hz. meryemin harun adında bir
kardeşi yoktur. hz. musa’nın ise harun ver meryem adında kardeşleri
vardır. yoksa iddia edilen gibi kur’an tevrattan mı türemiştir?
tevrattan alıntılar yapılırken böyle bir yanlışlık mı yapılmıştır?
kur’an da bahsedilen meryem hz. ısanın annesi olan meryem midir, yoksa
hz.musa ve hz.harun’un kız kardeşi olan meryem midir?
- kur’an- ı
kerim’de anlatılan musa aleyhisselam ile meryem validemiz ve onun oğlu
isa aleyhisselam arasında çok zaman vardır. tarih açısından meryem
validemiz ile musa ve harun aleyhimesselamın kardeş olmaları mümkün
değildir. ayrıca arapçada eb (baba), eh (kardeş) ve uht (kızkardeş)
kelimeleri birçok durumda geniş mânada kullanılır. gerçek bir kardeşlik
değil, akrabalık ve mensubiyet bildirir.
kuran’ın tevrat’tan
türemesi olayına gelince, ikisi de hak kitaptır. yani yazarı aynıdır.
dolayısıyla benzerlikler olması doğal karşılanmalıdır. zaten, kuran'da
var olan sosyal içerikli temaların hemen hemen hepsi, tevrat'ta da
vardır. özellikle tevrat'ın kuran'ın oluşturulması üzerindeki etkisinin
oldukça büyük olduğu gözlenmektedir. bu konuda somut birkaç örnek vermek
gerekirse, ebu hüreyre şöyle demektedir:
"ehl- i kitap (yahudiler),
tevrat'ı ibranice olarak okur, bize de arapça olarak açıklamasını
yaparlardı. buna karşı muhammed bize, 'siz onları ne doğrulayın, ne de
yalanlayın' diyordu." (tecrid- i sarih, diyanet tercemesi, no: 1679).
bir diğer örneği de halife ömer'den dinleyelim:
"ehl-
i kitap kendi aralarında tevrat okurken, ben de onları dinlerdim.
gerçekten kuran ile tevrat arasında herhangi bir fark görmezdim"
(vahidi, eshab- ı nüzul, bakara sûresi, 98.âyet)
gerek bu
ifadeler, gerekse kuran ile tevrat'ın birlikte incelenmesi halinde
ortaya çıkacak olan tıpatıp ortak noktalar- benzerlikler gösteriyor ki;
gerçekten kuran'ın oluşturulması sırasında tevrat kültürü fevkalade
etkili olmuştur.
40 - meryem sûresi 83. âyet şöyledir; “bizim o
şeytanları kâfirlerin üzerine saldığımızı, onları (günahlara)
yönlendirdiklerini görmedin mi?” şeytanları allah mı kâfirlerin üzerine
salmıştır? onları günaha yönlendirsinler diye mi şeytanları üzerlerine
salmıştır?
- şeytan, cennet’ten kovulduktan sonra, insanları
azdırmak için kıyamet gününe kadar izin almıştır. imanlı insan şeytanın
varlığını lehine çevirebilir. çünkü şeytanla mücadele etmek insanın
derecelerini yükseltir. şeytan, devamlı insana allah'ın emirlerinin
tersini yapmasını emreder. insan da şeytanın emirlerini yapmayıp,
allah'ın emirlerini yaparsa allah katında büyük derecelere yükselir.
şeytanı insanlara musallat etmek sûretiyle, allah'ın emrini tutacak
insan ile, tutmayacak insan ayırt edilir. böylece, bu imtihan dünyasında
kötü ruhlu insan ile iyi ruhlu insan birbirlerinden ayrılır. şeytan
imandan kuvvetli değildir.
dolayısıyla cenab- ı hak, şeytanı bir
iman turnasolu olarak yaratmıştır. şeytan, allah’ın izni ile herkese
musallat olur, gerçek iman sahipleri bundan kazançlı çıkarken,
münafıklar ve müşrikler cehennemdeki yerini sağlamlaştırır.
41 -
isra sûresi 45 ve 46. âyetler şöyledir; “45- sen kur’an okuduğun zaman,
biz seninle ahirete inanmayanlar arasına görünmez bir örtü koyarız. 46-
onu anlamalarına engel olsun diye, kalplerinin üzerine kabuklar
geçiririz, kulaklarına da ağırlıklar koyarız. kur’an’da rabbini tek
olarak andığın zaman, ürkerek arkalarına dönüp giderler.” enam sûresi
25. âyet de şöyledir; ”içlerinden kimisi seni kur’an okurken dinler.
ancak biz, onların kalplerine onu zevkle anlayıp dinlemelerine engel
olan kabuklar geçirmişizdir. onların kulaklarında da bir ağırlık vardır.
her mucizeyi görseler de, ona iman etmezler. hatta sana geldiklerinde,
seninle tartışırlar. ınkâr edenler, “bu, öncekilerin masallarından başka
bir şey değildir!” derler.” bu âyetlerde ahirete inanmayanların kur’anı
anlamamaları için allah’ın onların kalplerinin üzerine kabuk geçirdiği
yazmaktadır. ınanmayan kişi kur’anı dinlemeden nasıl körü körüne
inanabilir? allah neden inanmayanların kur’anı anlamasını
engellemektedir? ınanmayan kişiler anlasın da iman etsin diye kur’an
gönderilmişken, neden allah inanmayanların kalplerine kur’anı
anlamasınlar diye kabuklar geçirmektedir?
- aslında insan
kendisine engel olur. kuran insan doğruyu gösterir de onu anlamak
istemeyenin kulaklarına ağırlık gelir (dinlemez, dinlediğini anlamaz),
kalbine perde (âyetleri anlamaya karşı isteksizlik) iner. dolayısıyla
inanmak istemeyen kişi kendini kapatır.
mesela hz. muhammed’i üç
gece üst üste dinleyen ebu cehil, daha sonra kendisine kuran hakkında
fikri sorulduğunda “biz abdilmenafoğulları’yla şeref konusunda mücadele
içindeyiz. onlar yedirdiler, biz de yedirdik. onlar fedakârlık yaptılar
biz de fedakârlık yaptık. onlar verdiler. biz de verdik. bu yarışta
dizler üzerine çökünceye kadar devam ettik. biz bu konuda yarışa çıkmış
iki at gibiydik. şimdi onlar “bizden bir peygamber çıktı, kendisine
gökten vahiy geliyor” diyorlar. peki biz ne zaman buna ulaşacağız.”
allah’a yemin ederim ki, asla o’na inanmam, siz de asla ona inanmayın ve
onu doğrulamayın.” demiştir. çünkü bu kur’an’ın ana eksenini oluşturan
tevhid inancı, onların makamlarını ayrıcalıklarını ve ululuklarını
tehdit ediyordu. bu nedenle ondan uzak kaçıyorlardı. allah'a ulaşmayı
dilemedikleri sürece bu engeller onlarda hep mevcut olacaktır.
kişi
nefsini köreltir, gerçekten kitabı ve emirlerini anlamaya çalışırsa bu
kabukları kaldırmış olacaktır. kuranın, en önemli özelliği insanı insana
anlatmasıdır. kuran bir aynadır. kişi okurken kendini aramıyorsa,
okuduklarından anlayacağı tanrı denen birinin sana anlattıklarından ve
emirlerinden ibaret olacaktır. denildiği gibi kişinin anlamasına engel
olan tanrı değil kişinin kendisidir.
42 - isra sûresi 73, 74 ve
75. âyetler şöyledir; “73- az daha seni bile, sana vahiy ettiğimizden
başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi. o
zaman, seni dost edineceklerdi. 74- eğer biz sana direnç vermemiş
olsaydık, az daha onlara az bir şey kayacaktın. 75- o zaman biz sana,
hem hayatın acısını, hem de ölümün acısını tattırırdık. sonra bize karşı
kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” allah bu âyetlerde hz.
muhammede neden kızmaktadır? hz. muhammed yanlış bir iş yaptığı için mi
allah ona kızmaktadır? ınşirah sûresi ilk 3 âyetinde bahsedildiği gibi
allah hz. muhammedin göğsünü açıp temizlememiş midir? buna rağmen hz.
muhammed nasıl allah’ı kızdıracak bir şey yapabilir? yoksa “şeytan
âyetleri” denilen âyetler gerçek midir? allah bunları vahiy ettiği için
mi hz. muhammede kızmıştır? şeytan âyeti meselesi şöyledir; "şeytan
âyetleri" diye ünlenen sözlerin önce kuran'a âyet olarak sokulduğu, bu
sözlerde "lat, uzza, menat" adlı tanrıçalar övüldüğü için
putataparların, peygamber ve inanırlarıyla birlikte secde ettikleri, bir
olay olarak kaynaklarda yer alır ve hadislerce desteklenir. hadis 1:
“peygamber mekke'de necm sûresini okurken secde etti ve onunla birlikte,
aldığı toprağı alnına götüren yaşlı birinin dışında müslüman ve
putatapan herkes secde etti." (kaynak: buhari (hadis no:555), tirmizi ve
öteki hadis, fıkıh kitapları.) bu hadise göre şu sorular sorulabilir;
1- peygamberin can düşmanı diye nitelenen putataparlar nasıl oldu da,
hz. muhammed ile bir araya gelebildiler? 2- putataparlar nasıl oldu da,
hz. muhammed ile birlikte secde ettiler? diğer bir hadis ise şöyledir;
“peygamber mekke'de iken necm sûresini okuyordu. "lat'ı, uzza'yı ve bir
öteki, üçüncü (put) olan menat'ı gördünüz mü?” diyen yere gelince
şeytan, peygamberin diline şunu atıverdi; “işte bunlar, yüce
turnalardır. şefaatleri de elbette ki umulur." bunun üzerine
putataparlar: "muhammed daha önce değil, bu gün tanrıçalarımızı iyi
sözlerle andı!" dediler. yine bunun üzerine peygamber secde etti ve
onlar da secde ettiler. ışte bu nedenle de allah şu âyeti indirdi; “(ey
muhammed!) senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, şeytan onun
okudukları arasına, bir şeyler katıp bırakmasın. allah, şeytanın
bıraktığını bozar, kendi âyetlerini güçlendirir. allah bilendir,
hikmetlidir." (hacc sûresi, âyet:52) (anlatan peygamberin arkadaşları:
abdullah ibn abbas'ın da içinde olduğu bir topluluk. kaynak: süyuti, ibn
hacer) bu olaya göre hz. muhammed vahiy okurken şeytan ona başka
âyetler okutmuştur. şeytan nasıl olur da allah’ın peygamberini
kandırabilir? şeytan hz. muhammedi kandırırken allah neden fark etmemiş,
yada müdahale etmemiştir? allah sonradan mı fark edip yeni âyetler
göndererek durumu düzeltmiştir?
- âyetlerde, mekkelilerin
peygambere karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. bu oyunların
ilki onların peygamberimizi allah’ın kendisine vahyettiği gerçeklerden
saptırıp, o’nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. halbuki peygamber
doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.
onlar çeşitli metodlar
deneyerek bu amaçlarına varmak istediler… bu tekliflerden biri “sen
bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de
senin ilahına kulluk yapalım.”
bu tekliflerden diğeri “allah nasıl kâbe’yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız” demeleridir.
bu
tekliflerden biri de: “onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı
oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir…
isra
suresindeki ayetler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor,. yüce
allah’ın, peygamberi bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve onu
saptırmalardan koruması ile o’na nedenli büyük bir lütufta bulunduğunu
hatırlatıyor, ona kızmıyor.
ayrıca göğsünün temizlenmesi bu tekliflere meyletmesine bir engel oluşturmaz.
“şeytanın
ayetleri” hikayesine gelirsek; 2007 yılında “şeytan âyetleri” kitabının
yazarı salman rüşdi’ye ingiliz kraliçesi tarafından şovalyelik nişanı
verildi. 1988 yılında yayınlanan şeytan âyetleri romanı özetle hz.
muhammed’in okuduğu kuran’a şeytan tarafından putlara övgüler
karıştırıldığı iftirasını içeriyordu. dolayısıyla ödül müslüman
ülkelerin büyük tepkisine neden oldu. pakistan ve iran’ın ingiltere
büyükelçileri ünvanın verilmesini kınadılar.
hikayeye göre hz.
peygamber “şeytan âyetleri”ni araya koymuş ve okumaya devam etmiş. sonra
da müşrikler “şimdi muhammed ile aramızdaki farklılıklar sona erdi”
diyerek sevinmişler. âyetler şöyle:
necm 19- 20: gördünüz mü o lat ve uzza’yı? ve üçüncüleri olan ötekini, menat’ı.
buradaki “gördünüz mü?” ıfadesi peşinden gelen şeyi reddetmek ve tahkir etmek için kuran’da kullanılan bir kalıp.
şeytan âyetleri : bunlar yüce kuğu kuşları (garanik) (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur.
necm
21- 23 : demek erkek size, dişi o’na öyle mi? o zaman bu, insafsızca
bir taksim! bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden
başka bir şey değildir. allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.
onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. halbuki
kendilerine rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
çelişki
çok açık. önce putlar yeriliyor, sonra - sözde- övülüyor, sonra da
tekrar yeriliyor. bunu dinleyen, o zamanın şüpheci, radikal ve şiddetli
müşriklerinin kanmaları mantıklı mı?
hikayeye göre garanik vakasından
sonra isra/73- 75 ile hz. peygamber azarlanmış. daha sonra da hac/52
ile teselli edilmiş ve “şeytan âyetleri” nesh (iptal) edilmiş. işin
garibi isra sûresi, yani sözde “azarlama”, habeşistandan dönüş olayından
5- 6 yıl sonra; hac sûresi, yani sözde “teselli” ve “iptal”, ise
“azarlama”dan 2 yıl sonra nazil olmuştur. herhalde şeytanın karıştırdığı
âyetlerin düzeltilmesinin hemen yine necm sûresinde yapılması yerine 7-
8 yıl sonra hac sûresine yamandığı bu senaryoyu aklı başında kimse
kabul etmez. zaten bu âyetlerin ait oldukları sûrelerin akışı içinde bu
şekilde anlaşılmaları da mümkün görülmüyor.
aktarılanlar rivâyet
açısından da oldukça zayıf. bir kere rivâyetlerde ibn abbas hariç hiç
sahabe adı geçmiyor. yani hiç peygamberi görmemiş kişiler olayı
aktarıyor. ibn abbas da olay esnasında 2- 3 yaşında. rivâyetlerde
şeytanın sözü 15- 16 farklı şekilde naklediliyor. hz. peygamberin durumu
ise bazen uyuklarken, bazen namaz kılarken, bazen de kureyş
kulüplerinde vs. şeklinde 10- 11 farklı şekilde nakledilmiş.
rivâyetlerin bu kadar farklı olması, hikayenin uydurma olduğunun açık
delili.
sahih hadisleri rivâyet eden hiç bir kitabın bunu
nakletmemesi, hiçbir sikanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivâyet
etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir. nakledenler, sadece tuhaf
şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile tarihçilerdir.
43
- hûd sûresi 13. âyet şöyledir; “yoksa “onu kendi uydurdu?” mu
diyorlar. de ki: “haydi onun gibi uydurma on sûre getirin. allah’tan
başka gücünüzün yettiğini de çağırın. eğer doğru söylüyorsanız, bunu
yaparsınız.” bu âyete göre kimse kur’an âyetlerine benzer on sûre
yazamaz. ancak etrafta bir sürü sahte âyetler ve sahte kur’anlar
dolaşmaktadır. onların hiçbiri kabul edilmese bile, şu an ben oturup on
tane âyet uydursam kur’anın doğruluğu bozulacak mıdır? hiç kimse on tane
âyet uyduramaz mı?
- evet, kimse kuran- ı kerim gibi bi kitap
yazamaz. sen de yazamazsın. nitekim kuran’da “ve eğer kulumuza
indirdiğimiz (kur'ân)’dan şüphe içindeyseniz, haydi onun benzerinden bir
sûre getirin. eğer (iddianızda) doğru kimseler iseniz allah’tan başka
şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın! ” (bakara, 23) “ denir.
kur'ân
insanlığın en dâhi edebiyatçılarını, en harika hatiplerini, sahasında
en ileriye gitmiş âlimlerini, en meşhur şairlerini bir benzerini yapmaya
davet edip, tam bin beş yüz senedir meydan okumaktadır.
kuran allah’ın kelamıdır. çünkü;
-
kurân- ı kerim'in lafzında, manasında, üslubunda, nazmında ve beyanında
hayret verici bir farklılık ve üstünlük vardır. kurân'ı inceleyen dâhi
edebiyatçılar "kurân'ın öyle bir tatlılığı ve tazeliği var ki, insan
sözüne benzemez." demişlerdir. çok meşhur bir yazarın dahi, kıymetli bir
eserini ikinci defa okumak çoğu zaman usanç verir. hâlbuki kur'ân 15
asırdır usandırmaksızın tekrar tekrar okunmakta ve hakikatli bir
tatlılık, hayret verici bir tazelik ve harika bir gençlik ortaya
koymaktadır.
- kur'ân şahsi, toplumsal ve siyasi hayata verdiği yön
ile insanların kalplerinde, ruhlarında ve akıllarında öyle büyük bir
inkılâp yapmıştır ki; kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, inatçı,
adetlerine son derece bağlı, büyük bir toplumu o zamanın en yüksek
medeniyet seviyesine çıkartmıştır. hiçbir insan sözü, toplumlara yön
verip köklü değişiklikler yapacak ve bunu 15 asır devam ettirip idare
edecek derecede tesir gösteremez.
- kur'ân kâinata ve insana dair her
şeyi içinde bulunduran bir kitaptır. bir insanın bütün ilimleri
kapsayan, geçmiş ve gelecekten haber veren, insanlığın maddi ve manevi
tüm ihtiyaçlarına çözüm getiren bir kitabı yazabilmesi mümkün değildir.
-
kurân'da birbirine benzer veya zıt manadaki kelimeler aynı adette
bulunur. buna "kelimelerin geçiş adetleri arasındaki tevafuk (denklik)"
denilir.
mesela, benzer kelimelerde:
" ???? (de!)" emri 332 defa geçer. bu emir kipinin (dedi- dediler) gibi fiil olarak kullanılışı yine 332'dir. .
" ?????? (ay)" kelimesi bir yılın ayları kadar yani 12 defa geçmektedir.
" ????????? (günler)" kelimesi bir ayın günleri kadar yani 30 defa geçmektedir.
" ????? ? (gün)" kelimesi ise bir yılın günleri kadar yani 365 defa geçmektedir.
zıt kelimelerde:
"iman" kelimesi 25, zıttı olan "küfür" kelimesi 25 defa geçmektedir.
"melek" kelimesi 88, zıttı olan "şeytan" kelimesi 88 defa geçmektedir.
"adalet" kelimesi 15, zıttı olan "zulüm" kelimesi yine 15 defa geçmektedir.
kurân'da
daha bunlar gibi pek çok tevafuk vardır. kurân'ın 6666 âyetten oluşan
bir kitap olduğu göz önünde bulundurulursa, bir insanın bunları düşünüp
yapması mümkün değildir.
44 - hûd sûresinde nuh peygamberin
anlatıldığı kısımda 40. âyet şöyledir; “nihâyet emrimiz geldiğinde ve
tandır kaynadığında şöyle dedik: “geminin içine her birinden ikişer
çift, aleyhinde hüküm verilmiş olan dışında aileni ve iman edenleri
bindir!” onunla beraber çok az kişi iman etmişti.” bahsedilen âyette nuh
peygamberin her hayvandan ikişer çift gemiye koyması emredilmiştir,
bilim adamlarının araştırmaları şöyle demektedir; “bilim insanları son
araştırmada 8 milyon 700 canlı türü tespit etse de aslında doğal
hayattaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceği tahmin ediliyor.
günümüzde bilim insanları her yıl 15 bin yeni tür keşfediyor.
teknolojinin ilerlemesiyle araştırmaların hızlanabileceği söyleniyor.”
(kaynak:
http://www.ntvmsnbc.com/id/25244635)
bu bilgilere göre günümüzde sadece tespit edebildiğimiz 8 milyondan
fazla canlı türü vardır, tahmin edilense yaklaşık 100 milyon canlı türü
olduğu yönündedir, günümüzde keşfedilmeyenleri saymazsak nuh peygamber
bu 8 milyon 700 canlı türünden her birinden bir dişi bir erkek 2 şer
tane toplamda 17 milyondan fazla canlı türünü ne kadar zamanda
toplamıştır? kutuplardaki penguenlerden, çindeki pandalara kadar,
yırtıcı hayvanlardan, zehirli örümceklere kadar tüm bu hayvanları
tehlikesizce nasıl yakalamayı başarmıştır? ayrıca 17 milyon hayvanın
sığacağı büyüklükte bir gemiyi nasıl yapabilmiştir? dünyanın en
kalabalık 2. şehri olan istanbul’un nüfusu bile 13 milyonken 17 milyon
canlının sığacağı büyüklükte devasa bir gemi nasıl olabilir? ve nuh
peygamber her birinin farklı gıda ihtiyaçları olan 17 milyon hayvanı
nasıl besleyebilmiştir?
- aynı âyeti elmalı şu şekilde tefsir ediyor;
“buna
göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil
olmak üzere bütünü ve her tarafı değildir. o devirde insan ile meskun
olan kısımlarını hesaba almak gerekecektir. o devirde hz. nuh'un bütün
insanlara mı yoksa, kendi kavmine mi peygamber gönderildiği bahis konusu
edilecektir, ki, bu noktada ihtilaf vardır. o devirde henüz insanlar
âdem'den beri bir tek kavim halinde miydiler, yoksa değişik kavimlere
ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış mıydılar? şurası kesindir ki, hz.
nuh'un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde
tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir.”
demek ki
tufanın umumiliği zan ve tahmine dayanmaktadır. dinimizin bu konuda açık
bir iddiası yoktur. bu konuda çoğu araştırmacı da bu tufanın bütün
dünyayı değil, o erken dönemde mesela mezopotamya vadisi gibi bütün
insanlığın tek bir bölgede yaşaması hasebiyle yalnız o vadideki bütün
insanlığı kaplamış olduğunu savunuyor. yoksa en fazla bir dağ zirvesi
genişliğinde olan bir gemiye 17 milyon hayvan nasıl sığacak? üstelik
tefsirlerde bu dağın musul yakınlarında alçak bir dağ olduğu
bildiriliyor.
sonra yalnız amerika'da yaşayan lama gibi, avustralya'da yaşayan kanguru gibi hayvanlar, denizleri aşıp nasıl gelecek?
45
- hicr sûresi 9. âyet şöyledir; “şüphesiz bir uyarı ve öğüt (olan
kur’an’ı), biz indirdik biz. onu, mutlaka biz koruyacağız.” bu âyette
allah kur’an’ı koruyacağını söylemektedir. peki hz. muhammedin vahiy
katiplerine yazdırdığı ilk nüshalar neden korunmamış ve yok olup
gitmişlerdir? hz. muhammedin sakalı, hırkası, sandaletleri bile günümüze
kadar saklanabilmişken, allah’ın gönderdiği ve koruyacağına söz verdiği
kur’an- ı kerim neden günümüze kadar saklanamamıştır? neden kaynağını
bilmediğimiz, sadece rivâyetlere bağlı olarak bildiğimiz hz.muhammed’in
ölümünden sonra başkaları tarafından yazılan kur’an- ı kerim’in
doğruluğuna inanmak zorundayız? kur’an- ı kerim’in yazılması
araştırıldığı zaman şu bilgiler karşımıza çıkmaktadır; “hz. peygamber
okuma yazma bilmediği için, vahiy halinde inen âyetler hafızasına
işlenip kalırdı. hz. muhammed de bunları unutmaz, yıllarca sonra tek
hecesi fark etmeksizin aynını tekrarlardı. müslümanlar bu âyetleri
ezberlerler, okuma yazmasını bilenler de yazılı haliyle tespit
ederlerdi. zamanla vahyedilen (vahiy halinde inen) âyetler
ezberlenirken, bunları ezberleyenler “hafız” diye tanımlanmışlardır.
aradan zaman geçtikçe bu hafızlardan bazıları savaşlarda şehit düştüler,
bazıları da ecelleriyle öldüler. bu durumda âyetleri ezbere bilenlerin
sayısı azalmağa başlamıştı. papirüslere, kemik ve tahtalara, pişirilmiş
tuğlalara, deri üzerine yazılmış sûreleri bir arada toplamayı ilk
düşünen halife ebubekir oldu. her sûre kağıt, ya da kurutulup işlenmiş
deri üzerine yazılmaya başlandı. böylece kur’anın ilk olarak bütün
halinde yazılı şekli ortaya çıktı ve buna “sayfalar” anlamına gelen
“suhuf” adı verildi. halife ebubekirin ölümünden sonraki halife ömer de
aynı işi sürdürdü. belirli bir süre kur’an nüshaları çok kişinin elinde
suhuflar halinde kaldı. ömerden sonra halife olan osman, kuranın tek
kitap olarak düzenlenmesini emretti. yazılı bütün nüshalar bir araya
getirildi. ıncelemeler sonucu, ortada sadece beş adet güvenilir nüsha
olduğu anlaşıldı. görevlendirilen özel bir kurul karşılaştırmaları,
düzeltmeleri yaparak, her türlü kuşkudan uzak, kesin bir nüshayı meydana
getirdi. elde edilen nüsha hattatlar tarafından yazılarak çoğaltıldı.
doğruluğundan şüphe edilen öteki nüshaların hepsi ortadan kaldırıldı.”
(kaynak:
http://www.birdunyabilgi.org/…i-
kerim- nasil- yazildi) araştırınca da görülmektedir ki, bir dönem
birkaç farklı kur’an meydana çıkmış, o dönemin bazı insanları tarafından
aralarından doğru olduklarına inandıkları birisi seçilmiş, diğer
nüshalar imha edilmiştir. bu kişiler hangi nüshanın doğru olduğunu
nereden bilmişlerdir? allah’dan onlara hangisinin doğru olduğu hakkında
vahiy mi gelmiştir? allah koruyacağına söz verdiği kur’anın değişik
kopyalarının çıkmasına müsaade ederek, ve ilk yazılan nüshalarının
günümüze ulaşmamasını sağlayarak neden inananları şüpheye düşürmektedir?
ınsan bunları düşündüğü ve şüpheye düştüğü için günaha mı girer? ve
allah daha önce gönderdiği zebur, tevrat ve incil’i neden korumamıştır?
bu kitapların insanlar tarafından değiştirileceğini bilmemekte midir?
neden yüzyıllarca insanların değiştirilmiş kitaplara inanmasına müsaade
etmiştir?
- kaybolan nüshalar gibi bir durum sözkonusu değildir.
bu durumu öyle kabul etsek bile cebrail’in her ramazan’da o güne kadar
gelen âyetleri hz. muhammed ile hatim etmesinden dolayı kaybolsa bile
hemen telafi edileceğini düşünebiliriz.
samimiyetle inanan kişi,
ilk ayetler kaybolsa bile bunda şüphe uyandıracak birşey olmadığını
bilir. kitaplara inanmak imanın şartlarından biri olduğundan, kişi eğer
şüpheye düşerse imanı zedelenir, tam manasıyla iman etmiş sayılmaz.
kuran’ı
kerim zaten bugüne kadar korunmuştur. eğer soruda ebu bekir’in
topladığı mushaf’ın korunmamasından söz ediliyorsa, o konudaki
rivâyetler de şöyledir;
“ebu bekir tarafından iki kapak arasına
toplanan bu nüsha, ebu bekr öldükten sonra ömer'e geçti. ömer öldükten
sonra da kızı hafsa'ya geçti. osman kendi döneminde bunu hafsa'dan
isteyerek çoğalttı ve islam merkezlerine gönderdi. sonra da hafsa'ya
iade etti. sonra ne oldu? et- taberanî'nin güvenilir yolla salim'den
aktardığına göre medine valisi mervan, hafsa'ya adam göndererek belki de
osman’ın izni ile bu nüshayı o’ndan istedi. hafsa vermedi. hafsa
öldükten sonra (h.41) mervan, ibnu ömer'e adam göndererek ‘bu nüshayı
bana gönder’, dedi; o da gönderdi. böylelikle bu nüshanın mervan
döneminde emevilere geçtiğini görüyoruz. nüshanın bundan sonraki akıbeti
konusunda herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. büyük bir ihtimalle
uzun süre emevilerin elinde kalmış, emevilerin yıkılışı sırasında
değerinden dolayı biri tarafından alıkonmuştur.”
- öncelikle bugün elimize ulaşan kuran’ın nasıl cem edildiğine bakalım,
âyetler hz. muhammed’in vefatından dokuz gün öncesine kadar geldiğinden onun zamanında kitap haline getirilememiştir.
hz.
ebu bekir döneminde yemame savaşı’nda 700 kadar hafızın ölümü üzerine,
kuran toplatılmasına karar verilmiş ve bu görev vahiy katiplerinden olan
ve o sıralarda genç ve mükemmel bir dimağa sahip olan zeyd bin sabit’e
verilmiştir. yardımcısı da hz. ömer tayin edilmiştir. ebu bekir, ömer ve
zeyd’e şu talimatı vermişti: "mescid’in kapısına oturun. her kim ki,
size allah’ın kitab'ından olduğuna dair iki şahidle yazılı bir şey
getirirse hemen onu yazınız." ömer bunun üzerine mescid’in kapısına
geldi. "her kim ki, rasûlullah’dan kur’an namına bir şey aldıysa onu
getirsin." dedi. heyet bu getirilen âyetleri sahifelere, levhalara ve
hurma dallarına yazıyorlardı.
yani hafızalardakilerin kuran’a
geçmeleri için en az iki tane “yazılı âyet” getirmeleri gerekiyordu.
sadece tevbe sûresinin son âyeti ebu huzeyme’nin evinde yazılı olarak
bulunmuş, başka örneğine rastlanmamıştır. tabi ki onun da hafızalardaki
şekliyle aynı olduğu görülmüştür
hamidullah bu olayı şöyle anlatır:
"zeyd,
esasen kur'an’ı ezbere biliyordu. böyle olmakla beraber daha ileri bir
ihtiyat tedbiri olmak üzere, kaleme alacağı her bir âyet veya kelime
için hz. peygamber'in huzurunda arzadan geçirilmiş, mukabele edilmiş iki
ayrı yazılı vesikanın şahadetine müracaat etmesini halife ebu bekir
o’na emretti. halka, yanlarında saklamakta oldukları bu nüshaları zeyd
ve arkadaşlarına göstermek üzere mescidu'n- nebi'ye getirmeleri
duyuruldu. bu çalışma böylece sona erdirildiğinde, zeyd ibnu sabit
hazırlanan nüshayı yeniden iki defa baştan sona okudu ve varsa bütün
noksan ve kusurlar izale edildi."
görüldüğü gibi kuran’ın tek mushaf halinde toplanması hz. ebu bekir döneminde gerçekleşmiştir.
hz.
osman döneminde ana dili arapça olmayanlar üzerinde farklı kıraatler
ortaya çıkmış, bu da beraberinde itilafları meydana getirmiştir. mesela;
huzeyfetu’l- yeman şam ordularıyla ermenistan ve azerbaycan üzerine
yürümüştü. gazve esnasında şamlı askerlerle ıraklı askerlerin kur’an
okuyuşunda ihtilaf ettiğini gördü ve ihtilaflardan endişelenerek
tedirgin oldu. olay tekfir noktasına varıyordu. durumu halife’ye
iletti.”"ey mü'minlerin emiri! kalk! müslümanlar, kur’an’ın kıraatinde
hrıstiyanlarla yahudilerin ihtilafları gibi ihtilaf etmeden önce bu işin
çaresine bak." dedi” bunun üzerine hz. osman hz. ebu bekir’in
toplattığı "hafsa mushafı"nı istedi. osman, hafsa'daki mushaf’ı getirtip
çoğaltmaları için dört kişi görevlendirdi: zeyd, abdullah ibnu zübeyr,
said ibnu as, abdurrahman ibnu haris. zeyd dışında üçü kureyşli'dir.
ıhtilaf ederlerse o'nu kureyş lehçesi ile yazmalarını emretti. el-
buhari'nin diğer rivâyetine göre diğer üç üye de ensardır: muaz, ubey
ibnu ka'b ve zeyd ibnu sabit.
komisyonun çalışması beş sene
sürdü. "hazırlanan bu yedi nüsha medine mescidi’nde herkesi mutmain
kılmak üzere halkın huzurunda alenen okundu ve sonra her bir nüsha, 26.
yılda hududları medine'den taşıp batı’da ispanya'nın güneyine, doğu'da
ceyhun nehri'nin ötesine çin'e dayanmış geniş islam yurdunun muhtelif
eyalet merkezlerine gönderildi. öyle emredildi ki bundan böyle kur'an
nüshaları, mutlaka bu resmi kopyalara uygun ve mutabık olacak ve farklı
bulunanlar imha edilecekti."
ıı. komisyon'un ihtilaf ettiği noktalar
da önemsizdir. örneğin tabut kelimesi "yuvarlak t " ile mi "açık t" ile
mi yazılacak? osman kureyş yazımı üzere "açık t" ile yazmalarını
istemiştir.
allah teâlâ'nın kur'an- ı kerim'i koruma vadinin bir
tecellisi olmalıdır ki, bu yedi nüshadan üçü günümüze kadar
gelebilmiştir. bu üç nüshadan biri, osmanlılar'ın medine'den çıkarken
yanlarında getirdikleri ve halen topkapı sarayı'nda bulunan nüshadır.
ikincisi timur'un şam'dan alıp götürdüğü nüshadır ve halen taşkent'te
bulunmaktadır. üçüncüsü ise ingilizlerin moğol hükümdarlarının
sarayından alıp londra'ya götürdükleri ve india offica kütüphanesine
koydukları nüshadır. araştırmacılar bu üç nüsha üzerinde yaptıkları
inceleme sonunda hem muhteva hem de şekil bakımından tam bir uygunluk ve
birlik bulunduğunu tespit etmişlerdir.
cenabı hak zebur, tevrat
ve incil’in korunamayacağını, değiştirileceğini şüphesiz ki biliyordu.
zaten onları korumak için resullerine söz de vermemiş. hz. muhammed ve
kuranın dünyaya ineceği çok önceden belliydi. tevrat, incil ve zebur
değiştirilmeseydi, belki de kuran’a ve islamiyet’e lüzum olmayacaktı.
ama allah herşeyi bilendir. bu yüzden bu kitapları korumamıştır.
46
- enam sûresi 38. âyette kur’anı kerim hakkında şu sözler geçer; “biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” ancak orucu nelerin bozduğu,
nasıl namaz kılınacağı, neyin helal neyin haram olduğu gibi çok önemli
konular ve buna benzer yüzlerce şeyin nasıl yapılacağı kur’an da
yazılmamış, hadislerle, rivâyetlerle açıklanmıştır. hatta bundan dolayı
mezhep ayrılıkları oluşmuştur. hangi mezhebin doğru olduğunu nereden
bilebiliriz? allah hiçbir şeyi eksik bırakmadık dediği kur’an da neden
bir çok şeyi açıklamamıştır? tek güvenilir kaynak olarak gördüğümüz
kur’anı kerimde açıklanmayan konuları araştırmak için başvurduğumuz,
hadislerin, hocaların hangilerinin doğru olduğuna nasıl karar
verebiliriz? allah neden çoğu şeyi eksik bırakarak mezhep ayrılıklarının
oluşmasına neden olmuştur?
- cenab- ı hak insan yaşayışına dair
herşeyin kuran’da yazsaydı, hz. muhammed’e gerek duyulmayacaktı. ancak
kuran insanın bütün durumlarda nasıl davranması gerektiğini anlatan bir
kitap değil. eğer öyle olsaydı binlerce sayfa içeren bir kitap olması
gerekirdi. bunun için hz. muhammed’in yaşamı incelenmelidir. onun yaşamı
dört dörtlük bir müslümanın yaşamıdır. kendisi namazı, orucu bozan
şeyleri söylemiş ya da işaret etmiş hadislerle günümüze kadar gelmiştir.
bunların farklı yorumlanması mezhep ayrılıklarını oluşturmuştur.
islamiyet’te
dört hak mezhep vardır. (hanefilik,hanbelilik, malikilik ve şafilik) bu
dört mezhep arasında çok büyük uçurumlar yoktur. yani bu dört mezhep
arasında “x mezhebi doğru, y mezhebi yanlış” gibi bi çıkarımda bulunmak
son derece yanlıştır.
mesela hz. peygamber (asm.) efendimiz namaz
kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. hz. ayşe (r.a.)
validemiz taşı peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere
atarlar. peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını
kılarlar. hanefi mezhebi imamı, imam azam ebu hanife hazretleri ile
şafii mezhebi imamı, imam şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele
alırken bu meseleyi değerlendirirler. imam- ı azam hazretleri,
“peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için
efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; şafii hazretleri abdestin
bozulmasını hz. ayşe (ra.) validemizin peygamber (asm.) efendimizin
alnına dokunmasına bağlamıştır. böylece hanefi mezhebinde az bir kan
abdesti bozan sebeplerden biri olurken, şafii mezhebinde kadının
temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. görüldüğü gibi
her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.
47
- enam sûresi 92. âyet şöyledir; “bu, indirdiğimiz mübarek bir
kitaptır, kendinden öncekileri doğrulayıp onaylayandır. (bunu, sana)
şehirlerin merkezi olan (mekke’dekileri) ve çevresindekileri uyarman
için (gönderdik). ahirete iman edenler, onlar namazlarına dikkat
ederler.” kur’an- ı kerim ve hz. muhammed sadece mekke ve
çevresindekileri uyarmak için mi gönderilmiştir? eğer öyle değilse neden
bu âyette “tüm dünyadakileri uyarman için” değilde “mekke ve
çevresindekileri uyarman için” diye yazmaktadır? ve gene sadece mekke ve
çevresindekileri uyarmak için gönderilmediyse neden hz. muhammed tüm
dünyayı dolaşıp kur’anı tüm dünya insanlarına tebliğ etmemiştir?
-
âyette mekke'nin çevresinden kasıt tüm yeryüzüdür. esasen bu âyette
mucizevi bir haber de bulunmaktadır. mekke'nin dünyanın merkezi olduğunu
savunan teori bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır. jeoloji
uzmanları, saat ayarlamasında greenwich'in değil mekke'nin ölçü alınması
gerektiğini de ifade etmişlerdir.
bütün şehirlerin anası,
merkezi demek olan (ümmü'l- kurâ) mekke'nin bir ismidir ki cihanın
merkezi, bütün yaratılmışların kıblesi demek gibidir. uyarı, mekke'nin
kendisine değil, halkına olacağı bilindiğinden mânâ, mecaz veya mecaz
isnadı sûretiyle "ümmü'l- kurâ halkı" demektir. "ve men havleha"
çevresindeki bütün insanlığı denilmesi de buna karinedir.
şüphe
yok ki "mekke" denilmeyip de "ümmü'l- kurâ" denilmesi, mekke'yi âlemdeki
bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir. ve bundan
dolayı "ve men havleha" de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer
çevresinde bulunanların hepsi demek olur. bununla beraber "ümmü'l- kurâ"
merkezlik mânâsı dikkat nazarına alınmaksızın "mekke" demek gibi
düşünülürse, "ve men havleha"'dan mekke çevresi, mekke civarı, bundan da
nihâyet arap yarımadası düşünülür.
o dönemde tek ulaşım aracının
deve ya da at olduğu düşünülürse, hz. muhammed’in dünyayı dolaşıp
islam’ı tebliğ etmesi akıllara zarar bir düşünce olurdu. onun zamanında
bütün arabistan yarımadası, 4 halife devrinde de kuzey afrika ve
ortadoğu islam’ı cihad yoluyla tanımış ve tecih etmiştir. şüphesiz ki
allah resulüne bunları bildirmiştir.
zaten cenab- ı hak "ey muhammed!
biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik." (sebe', 34/28) buyurarak hz. muhammed’in sadece arap halkına
değil, bütün insanlara gönderildiğini açıklığa kavuşturmuştur.
48
- enam sûresi 162, 163. âyetler şöyledir; “de ki: “benim namazım,
ibadetlerim, hayatım, ölümüm alemlerin rabbi olan allah’ındır. onun
ortağı yoktur. ben, bununla emronuldum ve ben, allah’a boyun eğip teslim
olanların ilkiyim.” bu âyetlerde söylenene göre hz. muhammed allah’a
boyun eğip teslim olan ilk kişidir. peki ondan önce gelen peygamberler
allah’a boyun eğmemişler midir?
- âyette (lâ şerîke leh(lehu), ve
bi zâlike umirtu ve ene evvelul muslimîn) denir. yani “müslüman
olanların ilki” islamiyet ve müslümanlık yeni bir din olduğuna göre ilk
müslümanın da peygamber efendimiz olduğunu söylemek çok normaldir.
eğer âyeti “teslim olanların ilkiyim” şeklinde çevirecek olsak da yine yanlış olmaz. çünkü;
ve
kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye
(dememeniz için), senin rabbin, âdemoğullarının sırtlarından onların
zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu.
(allahû tealâ şöyle buyurdu): “ben, sizin rabbiniz değil miyim?” dediler
ki: “evet, (sen, bizim rabbimizsin), biz şahit olduk.” (araf 172)
hepimiz
oradaydık. daha bedenlenmemiştik. ruhlarımız bize üfürülmemişti, fizik
bedenlerimizin içinde nefslerimiz yoktu. o zaman, ilk teslim olan
peygamber efendimiz (s.a.v) idi. hz. âdem de insanlardan da hiçbiri
henüz yaratılmamıştı.
49 - saffat sûresi 6. âyet şöyledir;
“muhakkak ki biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.” dünyadan
milyonlarca kat büyük olan yıldızlar süs için mi yaratılmıştır? ve yakın
gök diye bahsedilen yer neresidir? bizden miyarlarca ışık yılı
uzaklıktaki yıldızlar yakın gök de midir?
- hz muhammed bu konuda;”yıldızlar üç maksatla yaratıldı:
1- allah onları semaya zinet ve süs kıldı.
2- şeytanlara atılacak taş kıldı.
3-
geceleri istikamet tayin etmede işaretler kıldı.” demiştir. dolayısıyla
yıldızların yaratılmasında başka manalar aramak boşunadır.
allah,
kitabında “böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti
(yarattı, tamamladı). her gök katına kendi emrini vahyetti. ve dünya
semasını kandillerle muhafaza ederek süsledik. işte bu, azîz ve alîm
olan (allah'ın) takdiridir. (fussilet 12)” buyuruyor. birinci gök (yakın
gök) katı, bütün yıldızlardan, galaksilerden sonra allah'a doğru
yükselen yolların ilkidir.
50 - lokman sûresi 10. âyet şöyledir;
“(o) görmekte olduğunuz gökleri direksiz yarattı, sizi sarsmasın diye
yeryüzüne dağlar dikti, onda her tür hayvanı üretip yaydı. gökyüzünden
bir su indirdik ve (onunla) orada her faydalı bitkiden çifter çifter
bitirdik.” bu âyette konuşan kimdir? bu âyet allah’ın ağzından mı
yazılmıştır, yoksa hz. muhammedin ağzından mı yazılmıştır? ve gene
âyette “sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar dikti” denmektedir, ancak
günümüzde dünyanın farklı yerlerinde her gün depremler meydana
gelmektedir, yeryüzü sürekli sarsılmaktadır, bizi sarsmaması için
dikilen dağlar işlevini yerine getirememekte midir?
- kuran’ın
hz. muhammed tarafından yazılması mümkün değildir. zaten kendisi ümmi
idi. burada sorulması gereken soru “allah neden kendisinden o (hu ve)
diye söz ediyor?” bunun cevabı gerekçeleriyle şu şekilde sıralanabilir;
a.
arapça gramer açısından, daha önce geçen allah lafaza- i celalin tekrar
edilmesi yerine, ona ait zamiri kullanmak daha edebîdir.
b. allah’a
ait “hu ve” "o", zamiri kullanıldığı zaman, muhatabın hayalinde,
mertebece kendisinden ve her şeyden çok yüksek olan bir varlık canlanır
ve yaratılmışlık ve yaratıcılık ilişkilerinden başka, onunla –deyim
yerindeyse, haşa- bir akrabalık bağının olmadığı gerçeğinden hareketle
ona karşı nazlanmayı değil, niyaz ve duayı, kulluk ve ibadeti esas alan
bir tutum ve davranış içinde olur.
c. “hu ve” zamiri kur’an’da
kullanılırken, allah’ın mutlak bir varlık olduğunu gösterir. ihlas
sûresinin başında yer alan “kul hu ve”de olduğu gibi, başka bir şeye ait
olduğunu gösteren bir işaret, bir karine olmadığı zaman, doğrudan
mutlak varlık olan allah’ı gösterir.
d. bu zamir kur’an’da, özellikle
ihlas sûresindeki gibi “mutlak” olarak ifadesinde “şuhudî tevhid”
vardır. yani bu ifade “lâ meşhude illa hu” manasına gelir. varlıkta her
şey allah’ı göstermektedir. her şey onun isim ve sıfatlarının birer
yansımasıdır ve onun fiilleridir. onun için her şey onu gösteriyor,
demektir.
e. kur’an’da “ben- biz" tabirleri kullanıldığı gibi, allah
ve diğer isimleri de kullanılmaktadır. insanlar, allah’ın mahiyetini
bilemezler. onun isim ve sıfatlar gibi unvanlarla tanırlar. allah lafza-
i celal, bütün isim, sıfat ve unvanları içine alan kapsamlı bir ism- i
azamdır. söz gelimi, halık denildiği zaman, yaratıcı, gafur denildiği
zaman bağışlayan, rezzak denildiği zaman rızık veren akla gelir. oysa
allah denildiği zaman hem rezzak, hem gafur, hem halık gibi bütün isim
ve sıfatları akla gelir. bu sebeple allah lafza- i celal kur’an’da iki
bin küsur defa zikredilmiştir. insanlar ancak allah lafza- i celalin
penceresinden onun isim, sıfat ve zat- i akdesini mülahaza edebilirler.
bu mülahazayı zihinlere yerleştirmek için bu isim sıkça nazara
verilmektedir. bu ismin üçüncü tekil şahıs gibi kullanılması ayrıca
büyüklüğü de ifade etmektedir.
f. allah kendisini, "allah, hakim
rahim" gibi isimlerle de tanıtmıştır. çünkü allah, kendisini kullarına
tanıtmak istiyor. allah’ı tanımak ise, onun vasıflarını gösteren
unvanlarla mümkündür. unvan ise, isim ve sıfatlarla ortaya konur. bu
sebeple, allah kur’an’da, kullanılan herhangi bir ifadenin manasına
uygun olarak belli isim ve sıfatlarını aklın nazarına vermiştir. yoksa,
hiç görmediğimiz, sıfatlarını hiç duymadığımız, mahiyetini hiç idrak
etmediğimiz bir varlığın “ben” diyerek kendini bize tanıtması mümkün mü?
deprem
konusuna gelince; depremler tektonik hareketler sonucu levhaların
çarpışması ve volkanik faaliyetler sonucu oluşur, dağ ve deprem arasında
doğru bir orantı vardır, bilimsel olarak bunu görmek zor değildir.
depremde zemin etkisi asıl depremin şiddetini belirler. eğer yer
kayalıksa veya dağ kayalıksa depreme karşı direnci fazladır.
51 -
zümer sûresi 6. âyette “size hayvanlardan sekiz çift indirdi.”
denmektedir. allah bize sadece sekiz çift hayvan mı indirmiştir? o zaman
diğer binlerce hayvan türünü kim indirmiştir?
- allah’ın kastettiği hayvanlar cennetten indirildiği rivâyet edilen hayvanlardır. allah ayetlerinde;
("143-
(allah, erkek ve dişi olmak üzere) sekiz eş (yarattı)! koyundan iki,
keçiden iki!..." "144- deveden de iki, sığırdan da iki..." (en'am, 143-
144) ) demiştir.
görüldüğü gibi birinci âyetteki "sekiz çift"
tabiriyle kasdolunan mana türkçemiz açısından dört çift oluyor. arab
dilinde sekiz çift denilince, "toplam sekiz ferdden oluşan dört çift
manası" kasdediliyor. her dilin kendine göre bazı üslubları vardır.
çiftlerin sayıyla ifadesi noktasında iki dil arasındaki fark başka dört
çift daha var zannına sebeb oluyor. halbuki indirildiği bildirilen
hayvanlar saydığınız dört çiftten ibarettir.
52 - zümer sûresi
10. âyet şöyledir; “de ki: “ey iman eden kullarım! rabbinizden takva ile
korunun. bu dünyada iyilik yapanlara, bir iyilik vardır. allah’ın
yarattığı yeryüzü, geniştir. sadece sabredenlere sevapları sonsuz
ödenir.” bu âyette hz. muhammed insanlara “ey iman eden kullarım!”
demektedir. ınsanlar hz. muhammed’in kulları mıdır? bu âyet neden
“sadece allah’a kulluk edin.” sözleriyle çelişir?
- daha önce 36.
soruda cevap verildiği üzere; kuran hz. muhammed’e değil, insanlara
gönderilmiştir. bu sebepten allah’ın aracısız konuşmasına şaşırmamak
gerekir. âyetler allah’ın sözleridir. bunu okuyan kişinin, kendisine
hitap edenin allah değil de hz. muhammed olduğunu sanıyorsa, kendisinin
zaten günah ehliyeti yoktur. inanıp inanmamak da özgürdür.
53 -
fussilet sûresi 9,10,11 ve 12. âyetler şöyledir; “9- de ki: “siz
gerçekten, yeryüzünü iki günde yaratanı inkar edip duracak, hâlâ ona
ortaklar koşacak mısınız?” o, bütün alemlerin rabbidir. 10- hem orada,
onun üstünde dağlar yaptı, arayanlar için eşit olmak üzere orada
yaşayanların azıklarını belirledi. (bütün bunlar) dört günde (oldu). 11-
sonra, o bir duman iken, göğe yöneldi. ona ve yeryüzüne, “haydi, ikiniz
de ister istemez gelin!” dedi. “isteye isteye geldik!” dediler. 12- bu
şekilde onları iki günde, yedi gök olmak üzere yerine koydu, her göğe de
işini (kendisinde nelerin meydana geleceğini) vahiy etti. yakın göğü,
kandillerle donattık ve koruduk. ışte bütün bunlar, o çok güçlü olan ve
her şeyi bilenin belirlemesi ile olmaktadır.” bu âyetlere göre iki günde
yeryüzü yaratılmıştır, dört günde yeryüzünde dağlar yapılmış ve
arayanların azıkları eşit olarak dağıtılmıştır, iki günde de yedi gök
olmak üzere gökler yaratılmıştır, yani toplamda evren 8 günde
yaratılmıştır. ancak araf sûresi 54. âyet, hud sûresi 7. âyet, yunus
sûresi 3. âyet, furkan sûresi 59. âyet, secde sûresi 4. âyet, kaf sûresi
38. âyet ve, hadid sûresi 4. âyette evrenin 6 günde yaratıldığı
söylenmektedir. bunların hangisi doğrudur? evren kaç günde
yaratılmıştır? ve gene fussilet sûresi 12. âyette konuşan hz. muhammed
midir yoksa allah mıdır?
- bu âyetler dikkatli okunursa, dünya’nın 6 günde yaratıldığı idrak edilecektir.
âyette
yerin yaratılmasının iki günde olduğu bildirilmektedir. 10. âyette ise
dağların ve besinlerin takdir edilmesinin 4 günde olduğu söylenmektedir.
yerin ve göğün yaratılış süreci beraber gerçekleşmiştir. allah göklerin
ve yerin birlikte iken onları birbirinden ayırdığını âyette
bildirmektedir:
o inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta)
göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık …… (21 enbiya
sûresi, 30)
yer yaratıldığında gök de diğer yandan aynı zamanda
yaratılmaktadır. 11. âyete bakarsanız burada, sonra duman halinde olan
göğe yönelindiğinden söz edilir.
bu ifadeden de anlaşılacağı gibi bir
gök vardır. daha önceden var edilmiştir. dolayısı ile bundan sonra bir
yaratma söz konusu değildir. 12. âyete bakılırsa burada var olan göğün 7
kat olarak düzenlendiğinden söz edildiği görülecektir. bu âyette geçen
ifade yaratmaktan farklıdır. yaratmak için “haleke” ( ??? ) fiili
kullanılırken, bu âyette geçen kelime yaratma değil düzenleme anlamına
gelen “qadeye” ( ?????) kelimesidir. yani burada yaratılmış var edilmiş
bir şeyin daha sonradan düzenlenmesi söz konusudur. bu düzenleme 2 gün
sürmüştür. bu bir yaratılma değil bir düzenlemedir sadece. o yüzden 6
günde yaratmanın dışında bir süreci ifade eder. yaratılmanın olduğu
kısım 9 ve 10. âyetlerde bildirilen 6 günde tamamlanmıştır. dolayısıyla
yaratmanın 8 gün sürmesi söz konusu değildir.
ayrıca daha önce
defalarca söylediğimiz gibi kuran hz. muhammed’in değil, cenab- ı hakkın
sözleridir. konuşan elbette cenab- ı hak’tır.
54 - fussilet
sûresi 44. âyet şöyledir; “eğer onu yabancı dilde bir kur’an yapsaydık,
“âyetleri açıklansaydı ya! araba, acemce(farsça) (yabancı dilde) bir
kur’an mı?” diyeceklerdi. de ki: “o iman edenler için bir rehber ve
şifacıdır. ıman etmeyenlerin ise, kulaklarında bir ağırlık vardır. o,
onlara karşı körlüktür. (bu kur’an), onlara uzak bir yerden
bağırılıyormuş (gibi gelir).” bu âyette allah kur’an’ı arapça
indirmesinin sebebini, araba arapça bir kur’an indirdiği şeklinde
açıklamaktadır. başka bir dilde indirseydik araba yabancı dilde bir
kur’an mı? şeklinde sorular sorulacağı için arapça indirildiği
söylenmektedir. peki aynı soruyu günümüz insanları sormaz mı? türk’e
arapça bir kur’an mı? japon’a arapça bir kur’an mı? hindu’ya arapça bir
kur’an mı? şeklinde sorular sorulmaz mı? allah kur’anı araplara arapça
indirmiştir. peki neden türklere türkçe, ya da fransızlara fransızca bir
kur’an indirmemiştir?
- bu âyette allah kur’an’ı arapça
indirmesinin sebebini, araba arapça bir kur’an indirdiği şeklinde
açıklamamaktadır. mecaz anlatım sözkonusudur. kuran başka bir dilde
inmiş olsaydı, hz. muhammed’e “araba acemce kuran olur mu?”
diyeceklerdi. kendi dillerinde olduğu halde anlamaktan acizler.
günümüzde
aynı soruyu gerçek müslüman sormaz. çünkü hz. muhammed’in son peygamber
olduğunu, bu sebepten türk’e türkçe kuran gelmesinin mümkün
olmayacağını bilir.
55 - şura sûresi 32 ve 33. âyetler şöyledir;
“32- denizde o dağlar gibi akıp giden (koca koca gemiler de) onun
varlığının delillerindendir. 33- dilerse o, rüzgarı durduruverir de,
(gemiler) onun üzerinde sabit kalıverirler. şüphesiz bunda, çok sabreden
ve çok şükredenler için, (onun varlığı hakkında) deliller vardır.” bu
âyetlerde rüzgar olmazsa gemilerin ilerleyemeyeceğinden
bahsedilmektedir, ama günümüzdeki motorlu gemiler rüzgardan bağımsız
hareket etmektedirler. rüzgar kesiliverirse bu motorlu gemiler de
ilerleyemezler mi?
- bu âyette belirtilen geminin o dönemde
insanların gördüğü ve rüzgar ile hareket eden gemiler olduğu
anlaşılmaktadır. ayrıca âyette geçen “gemi” kelimesi incelendiğinde konu
daha iyi anlaşılacaktır. arapça’da genel anlamda “gemi” kelimesinin
karşılığı “el- sefinu” dur. fakat bu âyette “el- cevari” kelimesi
kullanılmıştır. tercüme edildiğinde bu kelime de gemi olarak meallerde
çevrilmektedir. bu kelime cereyan etmek, akmak anlamına “cerea”
fiilinden türer. eski türkçe’de kullanılan “ceryanda (rüzgarda)kalmak da
bu kökten gelir. harfi cer ile kullanılırsa “cereyne” kelimesi de
“gemilerin hoş bir rüzgar ile onları alıp götürdüğü..” anlamına
gelmektedir. yine aynı kökten türeyen “cariyetün” kelimesi ise gemi,
bulut, rüzgar anlamlarında kullanılmaktadır. (kaynak: kuran’ı kerim
lşügatı, timaş yayınları, syf:121)
dolayısıyla bu kelimeyi
sadece gemi olarak çevirmek tam karşılığını vermemektedir. türkçe’den
bir örnek vermek gerekirse “yelkenli” kelimesi bir gemi türüdür. ama bu
kelimenin içinde o geminin nasıl hareket ettiği de anlatılmaktadır.
yelkenli dendiğinde bu tür gemilerin rüzgar ile hareket ettiği ifade
edilmiş olur. benzer şekilde yukarıdaki âyette gemi diye çevrilen “el-
cevari” kelimesinin içinde rüzgar ile hareket ettiği ifadesi zaten
vardır. bu anlam kelimenin kökünde mevcuttur. sonuç olarak âyette ifade
edilen, o dönemde insanların gördüğü, rüzgarla hareket eden gemilerdir.
zaten o âyette kullanılan ve gemi olarak çevrilen kelimenin kendisi de
rüzgarla hareket eden gemi anlamına gelmektedir.
56 - şura sûresi
40. ve 41. âyet şöyledir; “40- kötülüğün cezası, onun benzeri bir
kötülüktür. kim de kendisine kötülük yapanı affeder ve (onunla
arasındaki ilişkilerini) düzeltirse, bunun ödülü allah’a aittir. o
kesinlikle zalimleri sevmez. 41- kim zulmedildikten sonra öcünü alırsa,
bunlara ceza için bir yol yoktur.” bu âyetlerde kötülüğün cezasının
bunun benzeri bir kötülük olduğu ve bunun bir günahı olmadığı
söylenmektedir. buna göre bir kişinin eşine tecavüz edilse, onun da o
kişinin eşine tecavüz etmesinde bir günah yok mudur? peki tecavüz edilen
kişinin hakkı nerededir?
- islam’da tecavüzün bedeli tecavuz edenin evli veya bekar olmasına göre cezanın şekli/oranı değişir.
ehli sunnete göre zina eden "bekar"ın cezası :
"zina eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek vurun" (nur, 2)
“bundan sonra, tövbe eden ve kendini düzeltenler başka. allah‘ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (nur 5)
ehli sunnete göre zina eden "evli"nin cezası :
"müslüman
bir kimsenin kanı şu üç durumda helal olur. zina eden evli kimse, nefse
karşılık nefsi ve islâm toplumundan ayrılarak dinini terkedeni
öldürmek" (buhârî, diyât, 6; muslim, kasâme, 25, 26; ebu dâvud hudûd, 1;
tirmizî, hudûd, 15, diyât, 10; nesâî, tahrîm, 5, kasâme, 6; ibn mâce,
hudûd, dârimî, hudûd 2, siyer, ıı).
“eğer ceza vermek isterseniz
size ne yapıldıysa onun dengiyle ceza verin. katlanacak olursanız
kuşkusuz bu, katlananlar için daha iyidir.” (nahl 126)
burada bu
kişinin yaptığı suçun dengi ceza, allah’ın haram kıldığı bir fiil olduğu
için o yola gidilemez. dolayısıyla onun yerine geçecek bir ceza yani
bir tazminata hükmetmek gerekir. bu da o kızın dengi bir kızın mehri
kadar bir mehir ödetilmesidir.
bu hükümde kadın ile erkeğin farklı
olmalarının sebebi: erkek zina fiilini bizzat yapan ve bunun için
âletini kullanan kimsedir. halbuki zina fiili ölüm tehdidi ve zorlama
sebebiyle dahi ortadan kalkamayan bir haramdır ve işleyenden - hiçbir
halde- günah sakıt olmaz.
kadına gelince; o zina fiilini bizzat
yerine getirmiyor, bu fiili onun üzerinde bir başkası işliyor, kadının
yaptığı mani olmamak ve teslim olmaktır; zaruret halinde bu teslimiyet -
günahsız olarak- caizdir. nitekim öldürülmesinden korkarak dinin emir
ve yasaklarının yerine getirilmesini temin vazifesini terkeden kimseye
de günah yoktur. (el- mebsut, c. xxıv, s. 138)
kadın zinaya zorlanır ve bu fiili işlerse bütün islâm bilginlerine göre kadına had (muayyen şer'i ceza) gerekmez
57
- gayişe sûresi 6. âyette günahkârlar hakkında şöyle denilmektedir;
“onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur.” hakka sûresi 36. âyette
ise gene günahkârlar hakkında şöyle denir; “irinden başka yiyeceği de
yoktur.” ancak duhan sûresi 43. ve 44. âyetler ise şöyledir; “43,44-
muhakkak ki zakkum ağacı, günahkârın yemeğidir.” bu âyetler neden
birbiriyle çelişir? gayişe sûresinde günahkârlar kuru dikenden başka bir
şey yemeyecek denilirken ve hakka sûresinde “irinden başka yiyeceği
yoktur.” denilirken, neden duhan sûresinde “zakkum ağacı günahkârların
yemeğidir.” denilmektedir?
- gayise sûresinde acı, pis kokulu ve
dikenli bir ağaçtan bahsedilir, lakin ismi verilmez. dari kelimesi acı,
pis kokulu ve dikenli bir ağaç anlamına gelir. duhan sûresinde ise o
agacın ismi verilir, yani zakkum. türkçe'de zehir, acı anlamlarına gelen
zıkkım kelimesi şeklinde günlük hayatta kullanılmaktadır.
58 -
zariyat sûresi 49. âyet şöyledir; “düşünesiniz diye her şeyden iki çift
yarattık.” ancak günümüzde bilinmektedir ki, iki cins olmayan, sadece
bölünerek üreyen binlerce canlı türü vardır. allah bunları bilmemekte
midir?
- âyette allahın herşeyi zıddı ile kaim kılarak çift
yarattığını beyan ediyor, hayvanlardan ya da insanlardan bahsetmiyor.
ıyi- kötü, güzel- çirkin, sıcak- soğuk, günah- sevap vs. görüldüğü gibi
her biri diğerinin tamamlayıcısı. allah yarattığı bu zıtlıklardan
bahsediyor.
59 - kehf sûresi 50. âyet şöyledir; “bir zamanlar
meleklere, “adem’e secde edin!” demiştik de, iblis’in dışında hepsi
secde etmişlerdi. o, cinlerdendi. rabbinin emrinden çıktı. “onlar size
düşman iken, şimdi siz, beni bırakıp onu ve soyunu koruyucular mı
ediniyorsunuz?” bu, zalimler için ne kötü bir karşılıktır!” bu âyette
meleklere “adem’e secde edin!” denildiğinden ve iblisin secde
etmediğinden bahsedilmektedir ve ardından iblis için “o cinlerdendi.”
denilmektedir. ıblis meleklerden midir yoksa cinlerden midir?
-
âdem (a.s) yaratıldığı zaman allahû tealâ'nın huzurunda melekler ve
cinler vardı. bu cinlerden bir tanesi de iblisti. cinler iki gruba
ayrılırlar:
birinci grup: cin olarak vasıflandırılanlardır.
ikinci grup: aslında cindir ama şeytanlar olarak vasıflandırılırlar. (şeytani cinler)
iblis ve iblisin kabilesi şeytanlardır. yani şeytani cinlerdir.
60
- kehf sûresi 86. âyet şöyledir; “sonunda güneşin battığı yere vardığı
zaman, onu balçıklı bir suda batıyor buldu. bir de onun yanında
(inkarcı) bir topluluk buldu. biz, (ona şöyle) dedik: “ey zülkameyn! ya
onları cezalandırırsın veya onlara güzelce davranırsın!” bir insan
güneşin battığı yere nasıl varabilir? dünyanın yuvarlak oluşu ve kendi
etrafında dönüşü sebebiyle güneş her an bir yerlerde batıyor, bir
yerlerde ise doğuyor olarak görünür. allah dünyanın yuvarlak olduğunu ve
döndüğünü bilmemekte midir? ve güneş akşamları dünya üzerinde balçıklı
bir suya mı batar?
- bu âyette iki yerde geçen ve türkçeye “batmak” olarak çevrilmiş iki kelime var. bunlara bir daha bakalım:
‘sonunda
güneşin battığı ( mağrib) (????) yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu
bir gözede batmakta ( garabe) (???) buldu, yanında bir kavim gördü.‘ (18
kefh sûresi, 86)
yukarıdaki âyette güneşin suyun içine
batıyormuş gibi bir ifade olduğunu iddia ediliyor. şimdi “güneşin
batması” ile, “bir şeyin suda batması” türkçede aynı kelime olabilir,
fakat bu kelimeler arapçada ayrı kelimelerdir. bu farkın bilinmemesi son
derece yanlış iddiada bulunulmasına neden oluyor.
güneşin batması
“garebe” fiiliyle ifade edilir. hatta bu kökten türeyen kelimeler
türkçeye‘de geçmiştir. örneğin “garb”(???) ya da “mağrib”(????) aynı
kökten türeyen kelimelerdir, “batı” (yön) anlamlarına gelir.
bir
nesnenin suda batması ise “gareke”(???) fiilidir ve “garabe” (???)den
farklı bir fiildir. bu kelime de aslında türkçeye geçmiştir. suya gark
oldu derken bu fiili kullanırız. kuran’da, da bir şeyin suyun içine
batması anlamında bu kelime kullanılır, mesela kehf sûresinde:
‘…. "içindekilerini batırmak ( garake) (???) için mi onu deldin?....‘denmektedir (18 kefh sûresi, 71)
şimdi
güneşin batmasıyla, bir şeyin suda batmasının türkçede batmak fiiliyle
kullanıldığını, arapçada ise farklı kelimeler olduğunu anladık.
dolayısıyla yukarıdaki âyette de güneşin suyun içinde bir cisim gibi
batmasından bahsedilmesi söz konusu değildir. bizim anladığımız (normal
muhakemesi olanların anladığı) şekildeki güneşin batışıdır.
61 -
nahl sûresi 79. âyet şöyledir; “(allahın emrine) boyun eğerek göğün
boşluğunda uçan kuşlara bakmazlar mı? onları orada allah’tan başka ne
tutmaktadır? elbette iman edecek bir topluluk için bunda ibretler
vardır.” bu âyette gökteki uçan kuşları allah’ın gökte tuttuğu
söylenmektedir. peki günümüzdeki uçakları gökte kim tutmaktadır?
-
uçaklar sahip olduğu mekanizma ve mühendislik tasarım gereği havada
durmaktadır. ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki kuşlar harika uçuş
tekniğiyle uçak teknolojine ilham kaynağı olmuştur. en uygun malzeme ve
en düşük maliyetlerle en verimli tasarımları üretmeye çalışan
mühendisler, doğadaki bu üstün tasarımı çok uzun zamandır taklit
etmektedirler. örneğin;
- uçak kanatlarının içi, kuş kemiklerinde
olduğu gibi boştur. kemiklerde dayanıklılığı korumak için kemiğin iç
çeperinde, karşılıklı yüzeyler arasında uzanan ince kirişler bulunur.
uçak mühendisliğinde de aynı tür kirişler kullanılır ve bunlar kanadın
iç kısmında kanadı şiddetli ve değişken hava akımlarına karşı birarada
tutan iskelet görevi görür. "warren kirişleri" olarak bilinen bu
kirişler kuşlardaki kemiklerden kopyalanmıştır.
- uçağın yükseklik
seviyesini kontrol etmede kullanılan, kanattan aşağı doğru sarkan
kanatçıklar, kuşun yere konma sırasında yaptığı kanat hareketlerini
taklit edecek şekilde düzenlenmiştir.
- uçaklar tıpkı kuşlardaki gibi havanın direncini kıracak bir burun şekline sahiptir.
bu benzerliklerden sonra denilebilir ki uçakları dolaylı olarak havada tutan da allah’tır.
62
- nahl sûresi 67. âyet şöyledir; “hurma ve üzümlerin meyvelerinden, hem
sarhoşluk veren bir içki, hem de güzel, hoş bir rızık edinirsiniz.
şüphesiz bunda aklı olan bir topluluk için elbette bir ders ve ibret
vardır.” bu âyette hurma ve üzümlerden sarhoşluk veren bir içki
edinirsiniz diyor ve bunun hakkında kötüdür, haramdır gibi bir şey
söylenmiyor. gene nahl sûresi 115. sûre de ise şöyle deniliyor; “allah
size sadece ölü etini, kanı, domuz etini, allahtan başkası adına
kesilmiş hayvanları haram kıldı.” hacc sûresi 30. âyet de de şu cümle
geçmektedir; “... size okunup bildirilenlerin dışındaki bütün hayvanlar,
size helal kılındı. ...” bu âyetlere göre içki haram değil midir? ve
gene bu âyetlere göre eşek eti, köpek eti ..vs. haram değil midir?
-
nahl sûresi 67.âyette “ve min semerâtin nahîli vel a’nâbi tettehîzûne
minhu sekeren ve rızkan hasenâ(hasenen), inne fî zâlike le âyeten li
kavmin ya’kılûn” deniyor yani “hurma ve üzümden, şeker (hurma şerbeti,
üzüm suyu, şıra) ve güzel bir rızık edinirsiniz. muhakkak ki bunda, akıl
eden bir kavim için elbette bir âyet vardır.” manasına geliyor. yani
sanıldığı gibi “sarhoşluk veren içki” ifadesi bir yalandır. kuran’da bir
kaç yerde içki kelimesi geçmektedir ancak içkinin “içilen şey” manasına
da geldiği unutulmamalıdır.
kuran’da “"o peygamber onlara temiz
şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar. " (a'râf, 7/157) âyet- i
kerimesi hz. peygambere "pis şeyleri haram kılma" yetkisi vermektedir.
köpeklerin,
ehli eşeklerin ve katırların yenmesi haramdır. çünkü köpek pis
şeylerdendir. bunun delili ise peygamber (a.s.m)'in: "köpek pistir, onun
bedeli de pistir." hadisidir. diğer taraftan peygamber efendimiz (asv)
hayber günü ehli eşeklerle katırların etlerini yemeyi yasaklamıştır.
63
- müminün sûresi ilk 6 âyeti şu şekildedir; “1- müminler gerçekten
kurtuluşa ulaştılar. 2- onlar, namazlarında huşu içindedirler. 3- onlar,
yararsız sözden uzak dururlar. 4- onlar zekat vermek için çalışırlar.
5- onlar (meşru olmayan cinsel ilişkiye girmeyerek) namuslarını korurlar
6- (onlar) ancak, eşleri ve ellerinin altındaki cariyeleriyle (cinsel
ilişkide bulunurlar). onlar elbette (bu meşru olanlarla bulundukları
ilişkiden dolayı) kınanmazlar.” mearic sûresi 29. ve 30. âyetler de
şöyledir; “29- onlar, apışlarını, ırzlarını korurlar. 30- ancak eşleri
ve elleri altında bulunan cariyeler hariç. çünkü onlar, bunda
kınanmazlar.” müminün sûresi 6. âyette geçen eşleri ve ellerinin
altındaki cariyeleriyle cinsel ilişkide bulunurlar sözü ne anlama
gelmektedir? cariye: dişi köle demektir. allah köleliği yasaklamamış
mıdır? kendinden güçsüz, sahipsiz bir kadını zorla köle yapmak islamda
günah değil midir? allah’ın katında tüm insanlar eşit değil midir?
üstünlük ancak takvada değil midir? allah neden köleliği kaldırmamıştır?
ve neden cariyelerle cinsel ilişkiye girmeyi helal kılmıştır?
-
öncelikle islam’da cariyenin ne olduğu bilinmelidir. cariye türk dil
kurumu’na göre kadın köle demektir ama islamiyet’te cariye; savaşta esir
edilen, savaşa bizzat katılan kadın asker, düşman safları içinde yer
alan kadınlardır.ve sonuçta artık cariyelik konusu tarihi ilgilendiren
bir konu haline gelmiştir ve tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi
günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir.
kur’an’da “cariye”
kavramı geçmez. sadece "meleket aymanukum" kavramı geçer. meleket
eymanukum: harfi harfine “sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. bu
deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor;
1- veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak
2- savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak.
yani
ister hür ister esir böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle
evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. çünkü “sağ elin
sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi
olmaktır. zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz
konusu olmadığı mekke dönemi âyetlerinde de geçmektedir (70/30). bu
kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah
bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi
olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. demek ki
savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest
bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat
onlarla cinsel ilişkiye girilemez.bunun için her normal kadınla
yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. buna ise “eş” denilir.
islam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz
vermez.
şimdi bu bilgileri öğrendikten sonra sorulara tek tek
yanıt verelim. evet islamiyet köleliği yasaklamıştır. kadının arzusu
olmadan ve nikahsız cinsel ilişkiye müsade edilmez.
64 - bakara
sûresi 106. âyet şöyledir; “biz, bir âyetten her neyi nesh eder veya
unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. allah’ın
her şeye gücü yeten olduğunu bilmez misin?” nesh: "kaldırma, hükümsüz
kılma" anlamına gelmektedir. allah yanlış yapar mı ki sonradan o âyeti
nesh ederek yerine yenisini gönderir? ayrıca kadr sûresi 1. âyette
yazdığı gibi kur’an- ı kerim kadir gecesinde inmemiş midir? yani toptan
bir şekilde inmemiş midir ki allah sonradan üzerinde değişiklik yapar?
kur’an’ın birçok yerinde belirtildiği gibi kur’an- ı kerim allah katında
bir kitap olan “levh- i mahfuz”(bkz:
soru 21)
da yazılıdır. burada ezelden beridir yazılı olan bir kitap neden hz.
muhammed zamanında değiştirilmektedir? allah hata yapar mı? ayrıca bu
âyetler fatır sûresi 43. âyette yazan “sen allah’ın kanununda bir
değişiklik bulamazsın. sen, allah’ın kanununda bir başkalaşma da
bulamazsın.” sözleriyle neden çelişmektedir?
- nesih lügatte
değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef yapmak
demektir. cenab- ı hak ve âyeti nesh ederse ondan daha hayırlısını
getirir. nesh, peygamber kıssaları ile cennet ve cehennemi bildiren
âyetlerde olmaz. yalnız, emir ve yasaklarda olur. nesh; emir ve
yasakları değiştirmek demek değil, bunların yürürlük zamanlarının
bittiğini haber vermektir. kur’an- ı kerim, tevrat ve incil’i nesh edip
yürürlükten kaldırdı.
nitekim müşrikler de “allah âyet değiştirmez.
sen bu âyeti uydurdun. şimdi yerine yerleşmeyince onu değiştiriyorsun."
dediklerinde, cenab- ı hak;
“"âyetleri biz değiştiririz. ve allah neyi indireceğini bildiğine göre.(nahl 101)" buyurmuştur.
nesh'e
konu olan bazı âyetler de insanlık âlemine ayrı bir sahada ders
verirler. meselâ, içki kademeli olarak yasaklanmıştır. bunda, insanları
bir yanlıştan çevirme hususunda sabırlı olunması ve onlara kabulde
zorlanacakları son sözü, hemen başta söylemenin doğru olmayacağı
hususunda çok güzel bir ilâhî irşat saklıdır. kaldı ki, bu âyetlerin de
mânâları yine doğrudur. ilk âyet, "içkide bazı faydalar olmakla birlikte
zararının daha fazla olduğu" yolundadır. bu hüküm bu gün de doğrudur.
alkolün ilâç sanayiinde kullanıldığı, yahut alkol almanın kişiye geçici
bir rahatlık getirdiği yine bugün de bir vakıadır. ikinci kademede,
içkili iken namaza yaklaşılmaması emredilmiştir. bu hüküm de yine
geçerlidir. içkili bir insanın namaza yaklaşmaması bu gün de gereklidir.
üçüncü safhada içki tamamen yasaklanmış ve haram kılınmıştır.
şimdi sorulara cevap verirsek; cenab- ı allah hata yapmaz, o her türlü noksanlıktan münezzehtir.
kuran
kadir gecesi toptan inmemiştir. berat gecesi, kur'an- ı kerim'in levh- i
mahfûz'dan dünya semasına toptan indirildiği gecedir.
allah
yarattıklarının alışkanlıklarını birden bırakmasında zorlanacağını
bildiğinden, bazı âyetleri kademe kademe (nesh ederek) indirmiştir.
bütün
bu nesihler, temel ve itikadî(yukardaki feth ve fatır sûrelerinde
işaret edilen) hükümlerde değil, ibadet ve muamelata dair fer’î
hükümlerde gerçekleşmiştir. yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere
geldi, diye hükmetmiştir.” temel hükümler bütün peygamberler için
aynıdır; değişmez, nesh olmaz. meselâ, imanın rükünleri bütün hak
dinlerde aynıdır ve ibadet bunların hepsinde vardır. ama ibadetin fer’î
hükümlerinde, yani teferruatında farklılıklar görülür. ibadetin şekli,
vakti, kıblenin yönü gibi hükümlerde nesh söz konusu olmuştur.
görüldüğü
üzere fatır sûresinde kastedilen allah’ın temel kanunları değişikliğe
uğramamıştır. değişikliğe uğrayan fer’i hükümlerdir. o da inananların
haramlara daha çabuk adapte olmasını sağlamak içindir.
65 -
bakara sûresi 178. âyette şöyle denilmektedir; “ey iman edenler!
öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı: özgüre özgür, köleye
köle, dişiye dişi.” kısas: “bir suçluyu, başkasına yaptığı kötülüğü
kendisine aynı biçimde uygulayarak cezalandırma” demektir. (kaynak:
http://www.tdk.gov.tr/….gts.51633720700da0.55240907)
yani allah burada diyor ki, bir kişi sizden birisini öldürürse, sizinde
ondan birisini öldürmeniz size farzdır. sûrede ayrıca “özgüre özgür,
köleye köle, dişiye dişi” denilmektedir, yani birisi sizin kölenizi
öldürürse siz de onun kölesini öldürün denilmektedir. burada öldürülen
kölenin suçu nedir? allah köleliği kaldırmamış mıdır? tüm insanları eşit
saymamış mıdır? allah köleleri insan yerine koymamakta mıdır ki, birisi
sizin kölenizi öldürürse siz de onun kölesini öldürün diye
emretmektedir? günümüzde karısı öldürülen bir insanın, öldüren kişinin
karısını öldürmesi farz mıdır?
- âyetin tamamını okursak;”ey
âmenû olanlar! katl (öldürülme) konusunda kısas üzerinize yazıldı. hüre
hür, köleye köle, dişiye dişi (kısas olunur), fakat kim, onun
(öldürülenin) kardeşi tarafından bir şey ile (bir diyet karşılığı)
affolunursa (bağışlanırsa), o taktirde gereken, örfe tâbî olunması ve
ona (affedene), (diyetin) ihsanla ödenmesidir. işte bu, rabbinizden bir
hafifletme ve bir rahmettir. artık kim bundan sonra haddi aşarsa
(saldırıya kalkarsa) o zaman onun için elîm bir azap vardır.”
demektedir. yani kısas uygulamak, intikam almak yetkisi kardeşe
verilmiştir. eğer öldüren kişi affedilirse öldürenin de severek bir
diyet ödemesi gerekir.
fakat kısas caiz kılınmıştır. çünkü kısas,
hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. kısasın meşru oluşunda akıl
sahibi olan insanlar için büyük bir hayat vardır. affın kıymeti de buna
bağlıdır. gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı
zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan
kısasın meşru oluşu da hayatın ve yaşama hakkının en büyük
müeyyidesidir. şöyle ki:
1- önce bu, hem katil olmak isteyecek
kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında kuvvetle hayatı
korumaya sevketmektedir. çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve
öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği
olarak, öldürmekten vazgeçer. böylece hem kendisi hayatta kalır, hem de
karşısındaki.
2- bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama
hakkını da güvenceye alma vardır. çünkü bu şekilde öldürmenin önüne
geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgili olması
düşünülen insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir
garantidir. zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları
arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük çarpışmalara (kan davalarına)
sebep olabilir.
akıl sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak
olan haklı kısasın meşruluğu, bütün bu fitnelerin ve heyecanların önüne
geçeceği için, toplumun yaşamasına sebep ve yaşama hakkına garanti olur.
bu faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde olmayan saldırgan
öldürmelerde ve affın mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.
kısas
islami mahkeme soruşturması ve delillerin toplanması, suçun sabit
olması, hakim kararı ile olur. şer'i bir hükümdür. yani islam’da "allah
(c.c.) kısası helal kıldı. ben de gidip öldüreyim" diye bir şey yoktur. o
şekilde öldüren de katil olur. aynı kan davası gibi. allah (c.c.)
korusun. islam’da intikamdan önce adalet vardır. herkes kendi adaletini
arasaydı anarşi olurdu. bırakın öldürmeyi bir tokat atmanın kısası bile
mahkeme iledir.
diğer yandan; bir düşünün. allah (c.c.) korusun,
babanı ya da kardeşini, anneni ya da evladını bir katil öldürdü. ne
düşünürdün? nasıl bir ceza verilmesini isterdin? ya da katili senin
eline verseler ne yapardın?
allah (c.c.) katında mü'min, kafir,
müşrik kim olursa olsun can kıymetlidir. haksız yere kimsenin katil
olmaya, can almaya hakkı yoktur. can alanın öldürülmesi evvela allah
(c.c.)'ın hakkıdır. ikinci olarak ölenin yakınlarının hakkıdır. rabbimiz
yine merhametinden dolayı hakkından vaz geçiyor ve kararı sana
bırakıyor. yani ölenin yakınlarına.
burada kısasa kısas,
ifadesiyle kastedilen, öldürülen kişi toplumun hangi tabakasına mensupsa
o kişinin kısas edilmesi gerekir. yani birini öldürdüğünüzde kısas
olarak “benim kölem ölsün” diyemezsiniz. sizin ölmeniz gerekir.
nitekim
cenab- ı allah bu konuda “hiçbir kimse başkasının suçundan dolayı
sorumlu tutulamaz.” (bk. necm, 53/38)” diyerek haksız cinâyeti haram
kılmıştır.
66 - bakara sûresi 187. âyette oruç şöyle
tanımlanmaktadır; “ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce
seçilinceye kadar yiyin, için. sonra da ertesi geceye kadar orucu tam
tutun.” kısaca denilmektedir ki güneşin doğuşundan batışına kadar oruç
tutun. ancak dünyanın yuvarlak olması sebebiyle, ekvatordan kutuplara
doğru gidildikçe güneşin doğuş ve batış süresi değişir, hatta kutuplarda
6 ay gece, 6 ay gündüz olmaktadır. kutuplarda yaşayan bir insanın oruç
tutması nasıl mümkün olabilir? bir kişi nasıl 6 ay boyunca yemek yemeden
ve su içmeden durabilir? ve bunu senede 30 defa yapması gerekir! bu
nasıl mümkün olabilir? allah kutuplarda gece ve gündüzün 6 ay sürdüğünü
bilmemekte midir? yoksa enam sûresi 92. âyette söylendiği gibi kur’an
yalnızca mekke ve çevresindekilere mi gönderilmiştir?
- islamiyet
sadece mekke ve çevresine değil, tüm insanlığa gönderilmiştir. yani
evrenseldir. enam sûresinde demek istenenin öyle olmadığı 47. cevapta
anlatılmıştı. o dönemde kutuplarla ilgili âyetin nazil olmaması,
kutupların varlığının cenab- ı hak tarafından değil, müslümanlar
tarafından bilinmemesidir.
o halde orada bulunan bir müslüman nasıl namaz ve oruç ibadetini yerine getirebilir?
bu konuda hz. muhammed’in hadislerinde şöyle belirtilmektedir:
“ hz. peygamber
-
- "deccalın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır. sonraki
günleri de beri geldikçe kısalacaktır." buyurduğunda sormuşlar:
—
ya resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını
bildirdiğiniz o günde namazlar nasıl kılınacaktır? şöyle cevap
vermiştir:
— takdir olunarak! yani uzun günün saatleri takdir edilerek. hesaplanarak. (müslim, kitabu’l- fiten ve eşrâtu’s- sâat, 20)”
demek
ki, resûlüllah (asm)'ın haber verdiği (takdir olunarak) kelimesi bize
meseleyi hallettirmektedir. böylece beş vakit namazını en yakın normal
vakitli ülkenin saatına ayarlayarak kılan kimse huzura kavuşur,
yanılmaktan kurtulmuş olur.
bu mevzuda prof. hamidullah "islâm'a giriş" kitabında şöyle diyor:
—
islâm din- hukuk âlimleri umumiyetle 45 derece arz dâiresindeki
saatlerin (vakitlerin) 90 derecede yâni kutuplarda muteber olduğunu
açıklar. (45) derece ile (90) derece arasındaki bölgelerde güneşe değil,
saate göre hareket edilir. namaz için böyle olduğu gibi, oruç v.s. ıçin
de böyledir."
bu mevzuu etraflıca inceleyen "kaynaklarıyla islâm hukuku"nda ise nihaî hüküm şöyle verilmektedir:
—
altı ay gece, altı ay gündüzün devam ettiği ülkelerde normal vakitleri
(yâni gece ile gündüzü) bulunan en yakın - 45 enlemdeki- ülkelerin
saatleri uygulanarak namaz ve oruç ibadeti yerine getirilir."
67 -
bakara sûresin 191, 192 ve 193. âyetleri şöyledir; “191- onları nerede
yakalarsanız öldürün. sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. fitne
öldürmeden daha ağırdır. yalnız mescid- i haram yakınında onlar sizinle
savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. ancak sizi öldürmeye
kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. kâfirlerin cezası böyledir. 192-
artık şirkten vazgeçerlerse şüphesiz ki allah çokça bağışlayandır, çokça
acıyandır. 193- hem bir fitne kalmayıp din yalnız allah’ın oluncaya
kadar onlarla çarpışın. vazgeçerlerse, artık düşmanlık ancak zalimlere
karşıdır.” kâfirlerin cezası ölüm müdür? günümüzde nerede bir kâfir
görülse öldürülmeli midir? dünya nüfusunun %19.6 sını kapsayan 1.3
milyar müslümanın dışında kalan ve dünya nüfusunun %80.4 ünü kapsayan
5.6 milyar insanın hepsi öldürülmeli midir?
- bahsedilen
âyetlerde cenab- ı hak “onları (size savaş açanları), bulduğunuz
(yakaladığınız) yerde öldürün. sizi çıkardıkları yerden (mekke'den) siz
de onları çıkarın. fitne (çıkarmak), (adam) öldürmekten daha şiddetlidir
(kötüdür). mescid- i haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de
onlarla orada savaşmayın. fakat eğer (orada) sizinle savaşırlarsa (sizi
öldürmeye kalkarlarsa), o taktirde (siz de) onlarla savaşın (onları
öldürün). kâfirlerin cezası işte böyledir. (bakara 191)” “bundan sonra
eğer (inkârdan ve savaştan) vazgeçerlerse, o taktirde muhakkak ki allah,
gafûr'dur (mağfiret edendir), rahîm'dir (rahmet sahibidir). (bakara
192)” “ve fitne kalmayıncaya ve dîn, allah için oluncaya kadar onlarla
savaşın (onları öldürün). bundan sonra eğer vazgeçerlerse o zaman
zâlimlerden başkasına karşı düşmanlık yoktur.(bakara 193)” demektedir.
yani sizinle savaşanlarla savaşın demekte ve düşmanlığı bütün müslüman
olmayanlarla değil sadece zulüm yapanlarla sınırlıyor.
kuran’da
geçen cihad kavramında ne yazıkki kaydırma sözkonudur. bütün din
alimleri “insanlar kendi menfaatleri için savaş ilan edemezler”
görüşünde birleşmişlerdir. fakat burda en önemli sorun
şurdadır:”kuran’da anlatılan cihad bir savunma savaşı mıdır? yoksa
müslümanların kendilerin olmayan herkesle savaşma özgürlükleri var
mıdır?” bu konuda çoğu islam fıkıhçısı “müslümanlar ancak kendilerine
savaş açılırsa savaşabilirler.” görüşünde sabittir.
nitekim
kuran:” zulme uğramaları sebebiyle savaşanlara (savaşmaları için) izin
verildi. ve şüphesiz allah, onlara yardıma muhakkak ki kaadirdir.(hac
39) ” demektedir. yine yüce allah :”ve sizinle savaşanlarla (sizi
öldürenlerle), allah'ın yolunda savaşın (siz de öldürün) ve aşırı
gitmeyin. muhakkak ki allah, aşırı gidenleri (haddi aşanları) sevmez.
(bakara 190)” diyerek müslümanarın hangi şartlarda savaşması gerektiğini
belirtmiştir.
aşağıdaki âyetlerde belli olduğu üzere cenab- ı
hak keyfi savaşı, sırf müslüman değil diye savaşmayı haram kılmıştır.
insanlara inanç hürriyeti tanımıştır.
“dinde zorlama yoktur. çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir”(bakara 256)
“eğer
rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi. o
halde insanları hep mümin olsunlar diye sen mi zorlayacaksın?” (yunus
99)
“de ki: “hak, rabbinizdendir. artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (kehf 29)
“de
ki: «ey insanlar! rabbinizden size gercek gelmistir. dogru yola giren
ancak kendisi icin girmis ve sapitan da kendi zararina olarak
sapitmistir. ben sizin bekciniz değilim.» (yunus 108)
“(1)de ki: ey
kâfirler (2) sizin taptıklarınıza ben tapmam. (3) siz de benim taptığıma
tapıcılar değilsiniz. (4) ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim.(5) siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. (6) sizin dininiz
size, benim dinim banadır.” (kafirun sûresi)
68 - bakara sûresi
29. âyet şöyledir; “o yeryüzünde her ne varsa, hepsini sizin için
yaratandır. sonra iradesini göğe yöneltip onları yedi gök halinde düzene
koydu. o her şeyi çok iyi bilendir.” allah burada önce yeri sonra göğü
yarattığını söylemektedir. ancak naziat sûresi 27,28, 29 ve 30. âyetler
ise şöyledir; “27- sizi yaratmak mı daha zor, yoksa gökyüzünü mü? o
allah, onu yarattı. 28- ona, boyuna yükseklik verdi ve onu bir düzene
koydu. 29- gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı. 30- ondan sonra da
yeryüzünü döşedi.” naziat sûresinde ise önce göğü daha sonra yeri
yarattığını söylemektedir. allah önce gökleri mi yaratmıştır, yoksa yeri
mi yaratmıştır? ayrıca enbiya sûresi 30. âyette şöyledir; “inkâr
edenler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, sonra bizim onları
ayırdığımızı görmediler mi? biz hayatı olan her şeyi sudan yarattık.
hâlâ inanmıyorlar mı?” bu âyette ise başlangıçta göklerin ver yerin
bitişik olduğu ve allah’ın onları ayırdığı yazılmaktadır. bu âyetler
birbiriyle neden çelişir?
- bu iki âyet zahirde birbirine zıt
gibi gözükmektedir. zira bakara sûresinde yeryüzünün önce
yaratıldığından, nâziat sûresinde ise gökyüzünün önce yaratıldığından
bahis edilmektedir.
bakara sûresinde yeryüzünün, nâziat sûresinde ise
gökyüzünün önce yaratılmasından bahsedilmiştir. birbirine zıt gibi
görünen bu iki ifadenin izahı şudur;
yeryüzünün yaratılması,
gökyüzünün yaratılmasından öncedir. lakin yeryüzünün döşenmesi, yani
dağlarının, denizlerinin ve içindeki mahlûkların tamamıyla yaratılması
ve yeryüzünün kemal şeklini alması, gökyüzünün yaratılmasından sonradır.
demek ilk önce yeryüzü yaratılmış, sonra gökyüzü yaratılmış ve daha
sonra da yeryüzü döşenmiştir.
bu şuna benzer: mesela iki kitap
yazacaksınız, bir kitaba başladınız ve bir bölümünü yazdınız. daha sonra
kitabı tamamlamadan ikinci kitaba geçerek onu yazdınız ve bu ikinci
kitabı bitirdiniz. sonra da birinci kitaba tekrar dönerek kaldığınız
yerden onu da tamamladınız.
aynen bunun gibi, yeryüzü ve gökyüzü de
allah- u teâlâ’nın iki farklı kitabıdır. cenab- ı hak ilk önce kudret
kalemiyle yeryüzü kitabına başlamış ve bu kitabın bütün fasıl ve
bölümlerini tamamlamadan ikinci kitabı olan gökyüzü kitabına geçmiştir.
gökyüzü kitabı kudret kalemiyle tamamlandıktan sonra da iradesiyle
tekrar yeryüzünü kitabına yönelmiş ve bu kitabın son şeklini vermiştir.
hikmet- i ezeli böyle tecelli etmiştir.
69 - enfal sûresi 1. âyet
şöyledir; ”sana ganimetlerin (nasıl bölüşüleceğini) soruyorlar. de ki:
“ganimetler, allah ve rasulünündür. onun için siz müminlerseniz,
allah’tan korkun da birbirinizle aranızı düzeltin, allah’a ve rasulune
itaat edin.” bu âyette savaş ganimetlerinin allah ve rasulune ait olduğu
söyleniyor. allah’ın savaş ganimetlerine ihtiyacı mı vardır? gene enfal
sûresi 41. âyette ise şöyle denilmektedir; “biliniz ki, ganimet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, allah’a, peygambere, ona
yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır.” 1.
âyette ganimetlerin hepsi allah ve rasulünündür denirken, 41. âyette
karar değiştirilmiş, ganimetlerin beşte biri allah’ın, peygamberin, ona
yakın olanların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır
denmiştir. allah neden ilk başta ganimetin hepsi allah ve resulünündür
derken sonradan karar değiştirmiştir?
- “ganimetlerin allah’a ait
olması”, onların hükmünün, taksimat işlerinin allah’a ve onun elçisine
ait olduğu anlamındadır. yani, ganimetler herkesin keyfine göre, alacağı
bir mal değildir. onların asıl sahibi allah’tır. öyleyse ganimetler,
allah’a ve onun emirlerini tatbik eden peygambere aittir. hz. peygamber
(a.s.m), onları allah’ın emirleri doğrultusunda mücahitler arasında
taksim eder.
bu âyet, bedir ganimetleri konusunda mücahitler arasında meydana gelen tartışmalar üzerine nazil olmuştur.
bu
âyet, ganimet ile ilgili hüküm ve uygulamanın ilk aşamasını
açıklamaktadır. hz. peygamber (sav) bedir savaşı'nda alınan ganimetlere
bu âyetin hükmünü uygulamış, tamamı kendisine bırakılmış bulunan
ganimetin beşte birini bile ayırmadan hepsini gazilere dağıtmıştır.
sonra ganimetin beşte birini ayırmasını, geri kalanı savaşa katılanlara
dağıtmasını bildiren 41. âyet gelmiş ve bu âyetin hükmünü
değiştirmiştir.
70 - enfal sûresi 65. âyet şöyledir; “ey
peygamber! müminleri cihada teşvik et. eğer sizden sabredecek yirmi kişi
olursa, iki yüz kişiye galip gelirler. eğer sizden yüz kişi olursa,
inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. çünkü onlar, hakkı ve sonucu
iyi kavrayamayan, anlayışsız bir topluluktur.” bu âyette görüldüğü gibi
allah sizden bir kişi onlardan on kişiye bedeldir diyor. enfal sûresi
66. âyet ise şöyledir; “şimdi allah, sizden yükü hafifletti. sizde bir
zayıflık olduğunu bildi. şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa, iki
yüz kişiye galip gelirler. eğer sizden bin kişi olursa, allah’ın izni
ile iki bin kişiye galip gelirler. allah, sabredenlerle beraberdir.” bu
âyette ise sizden bir kişi onlardan iki kişiye bedeldir denilmektedir.
allah neden ilk başta bir müslüman on kişiye bedel derken sonradan karar
değiştirmiş ve bir müslüman iki kişiye bedeldir demiştir? allah ilk
başta bir müslümanın kaç kişiye bedel olacağını yanlış mı hesaplamıştır?
allah hata yapar mı?
- iki âyet dikkatli okunduğunda farklı iki
durumdan söz edildiği anlaşılacaktır. 65.âyette bir müslüman kişi inkar
eden 10 kişiye bedel olduğu bildirilmektedir. bu kişilerin zaafsız
olmaları halinde bu oran geçerlidir. 66. âyette ise zaaf halinde olanlar
için farklı bir durum bildirilir. zaaf halinde olan yüz kişinin, iki
yüz kişiyi yeneceği bildirilir. iki âyet arasında bir çelişki yada bir
birinin hükmünü kaldırması diye bir şey söz konusu değildir. zaaf
olmaması durumunda 65. âyetteki hükümler geçerli iken, zaaf durumunda
66. âyetteki hükümler geçerlidir.kısaca müslümanın şuur seviyesine göre
âyet , mü'minin şuurunu kafir sayısı ile kıyaslamaktadır. şuurlu mü'min
10 kafire bedelken , iman ve şuuru azaldıkca bu sayı aşağı doğru
inmektedir
71 - secde sûresi 3. âyet şöyledir; “yoksa “onu
uydurdu” mu diyorlar? hayır, o, rabbinden gelen gerçeği (anlatan bir
kitaptır). (bunu sana), kendilerine senden önce bir uyarıcı gelmemiş
olan bir topluluğu uyarasın diye (gönderdik). belki doğru yolu
bulurlar.” allah burada bu topluluğa daha önce bir uyarıcı
göndermediğini söylüyor. ancak al- i imran sûresi 183. âyet ise
şöyledir; “onlar şöyle dediler: “allah bize şöyle ant verdi: bize ateşin
yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiçbir rasule inanmayacağız.” de
ki: “size benden önce bazı rasuller mucizelerle gelmiş ve o dediğinizi
de getirmiş idi. sözünüzde doğruysanız, onları niçin katlettiniz.” bu
âyette ise allah’ın daha önce rasuller gönderdiği ve o topluluğun onları
katlettiği söyleniyor. bu âyetlerin hangisi doğrudur?
- ali imran sûresi 183. âyetin açıklaması “peygamber efendimiz (s.a.v) onlara:
-
"allah'ın kitab'ı geldi. ben allah'ın nebîsi'yim, peygamberi'yim. bana
tâbî olun. bu devirde biz varız. ve allah'ın güzelliklerini çoğunuz
yaşamıyorsunuz;yaşayanlara bir diyeceğimiz yok, onlar zaten
kurtulmuşlardırama yaşamayanlar, gelip bize tâbî oldukları taktirde
mutlaka kurtuluşa ulaşacaklardır." diyor.
- onlar da diyorlar ki:
-
"hayır. bizim kitabımızda, tevrat'ta bir ateşin gelip yiyeceği bir
kurban olmadıkça, onu bir mucize olarak bize göstermedikçe hiçbir resûle
tâbî olmamamızı allah bize emretti. bizden ahd aldı."
şeklinde
yapılıyor. âyette de görüldüğü üzere hz. muhammed kutsal kitabı tevrat
olan bir kavimle, yani yahudilerle (israiloğullarıyla) konuşuyor. secde
süresinde ise hz. muhammed’in arap halkından çıkan ilk peygamber olduğu
söyleniyor.
gerçekten de arap halkından daha önce bir peygamber çıkmamıştı. hz. muhammed ilk ve sondu. âyet bunu söylüyor.
yani âyetlerde çelişki yoktur. bütün âyetler olduğu gibi bu iki âyet de doğrudur.
72
- uhud savaşından önce allah müslümanlara al- i imran sûresi 125.
âyette şu sözü vermiştir; “evet, siz sabreder, itaatsizlikten
sakınırsanız, onlar da şu dakika üzerinize geliverirlerse, rabbiniz,
işaretli beş bin melekle size destek çıkacaktır.” allah neden destek
olarak melekler gönderir? eğer allah müslümanların kazanmasını
istiyorsa, sadece bir sözüyle bir anda tüm kâfirleri helak edemez mi?
ayrıca uhud savaşını müslümanlar kaybetmişlerdir. allah söz verdiği beş
bin meleği göndermemiş midir? ya da gönderdiyse beş bin melek de
kâfirleri yenememiş midir? allah kaybedilen savaştan sonra şu âyeti
göndermiştir, al- i imran sûresi 153. âyet; “o sırada siz boyuna
uzaklaşıyordunuz, kimseye dönüp bakmıyordunuz. peygamber ise, arkanızdan
sizleri çağırıp duruyordu. bunun üzerine allah sizin elinizden kaçıp
giden zafere ve başınıza gelen musibete üzülmemeniz için, sizi keder
üstüne kederle cezalandırdı. allah, ne yaptığınızı bilmektedir.” allah
kullarını üzülmemesi için mi keder üstüne kederle cezalandırmıştır?
-
savaşlar, insanların cüzi iradeleriyle aldıkları kararlar neticesinde
gerçekleşir. mesela ben şu an bunları yazıyorsam, allah istediği için
değil, ben istediğim için (cüzi irademle) yazıyorum. cenab- ı hak cüzi
iradeyle alınan kararlara pek müdahale etmez. o sebepten “ol” demesi
muzafferiyete kafiyken, bunu yapmamıştır. ayrıca uhud savaşı müslümanlar
için bir sınav arz eder. bu savaş sonunda münafıklarla, samimi
müslümanlar arasındaki fark iyice belli olmuştur. bu sebepten allah
müslümanların yenilmelerine izin vermiştir.
diğer sorulara gelirsek; lise tarih bilgisine sahip her insan uhud savaşı’nın hikayesini bilir. ancak yine de tekrar edelim;
uhud
savaşı öncesi, nasıl bir taktik izleneceği konusunda vahiy gelmemişti.
hz. muhammed bu hususta vahiy gelmediği için her zamanki gibi istişare
edilmesine karar verdi. kendisi şehir dışındaki meydan savaşından ziyade
şehrin içerden savunulmasını istiyordu. ancak yapılan oylama sonucu
meydan savaşında karar kılındı.
hz muhammed cumartesi günü ordusuyla
birlikte uhud’a hareket etti. peygamberimiz, uhud’a varınca harp için en
uygun yeri seçti. ordunun düzen ve intizamını bizzat peygamberimiz
tanzim etti. sağ ve sol kanadını düzene soktu. islâm ordusunun arkasında
uhud dağı vardı. yüzleri medîne’ye doğruydu. sol tarafında da bir vâdi
vardı. bu vâdide ayneyn geçidi denilen dar bir geçit bulunuyordu.
müşriklerin buradan taarruz etme ihtimâli olduğundan peygamberimiz (sas)
abdullah bin cübeyr (ra) başkanlığında ayneyn geçidine elli okçu
yerleştirdi. abdullah bin cübeyr hazretlerine; “siz bizi arkamızdan
koruyacaksınız. düşman gerek gâlip gelsin, gerekse mağlup olsun benden
emir almadıkça kesinlikle yerinizden ayrılmayacaksınız.” buyurarak kesin
tâlimat verdi.
savaşın başlarında düşman yirmi kadar ölü
vermiş, düşman safları bozulmuş, kaçmaya başlamışlardı. kureyş ordusu
içinde bulunan kadınlar da feryadlar kopararak dağa kaçışmaya
başladılar. bu, savaşın birinci safhası oldu. artık harp bitmiş gibiydi.
kureyşliler savaş meydanını terk edip yanlarında getirdikleri malları
bırakıp, mekke’ye doğru kaçmaya başlayınca, islâm askerleri de çok
sevinmişler, harp bitti diye ganîmetleri toplamaya başlamışlardı.
ayneyn
geçidine yerleştirilen müslüman okçu birliği bu durumu görerek,
“arkadaşlarımız ganîmet toplamaya başladı. biz de arkadaşlarımıza
katılalım. artık harp bitti. görevimizi tamamladık.” diyerek
peygamberimizin emrini unuttular. ayneyn geçidini terk ettiler. ayneyn
geçidinde abdullah bin cübeyr’le birlikte sâdece sekiz kişi kalmıştı.
okçuların
yerlerinden ayrıldığını gören hâlid bin velid hemen hücûma geçti.
abdullah bin cübeyr’le sekiz arkadaşını şehit etti. müslümanların
beklemediği bir anda arkadan saldırdı. herşey birdenbire değişti. islâm
askerleri bir anda ne olduğunu şaşırdılar. kaçan kureyşli müşrikler de,
hâlid bin velid’in arkadan hücum ettiğini görünce tekrar geri döndüler.
müslümanlar iki ateş arasında kaldılar ve mağlup oldular.”
allah
(c.c) uhud savaşında müslümanlara; eğer sabreder, allah'tan gerektiği
gibi sakınır, muhammed (s.a.s)' in emrine itaat ederler ve kafirler de
onlara ansızın saldırırlarsa, beş bin melekle yardım edeceğine dair söz
vermişti. fakat müslümanlar allah (c.c)'nun özellikle yardım için
koştuğu bu şartları uhud' da yerine getirmedikleri için allah (c.c)
onlara meleklerle yardım etmedi. çünkü onlar savaş esnasında sabretmeyip
ganimet derdine düşerek, mevzilerini terk etmişlerdi. şâyet allah (c.c)
uhud savaşında onlara meleklerle yardım etseydi hezimete uğramaz,
muzaffer olurlardı.
son soruya gelirsek; evet allah üzülmemeleri için
müslümanları kederden kedere uğratıyor. çünkü allah inanan kuluna
üzülmeyi yasaklıyor. onun kendisine teslim olmasını ve her koşulda
kadere imanın, tevekkül etmenin lüksünü yaşamasını istiyor. bu yönde
kulunu eğitmek için de canlardan ve mallardan kısıyor, türlü belalar
isabet ettiriyor, kederden kedere uğratıyor. uyanık olup şeytanın
telkinlerine kapılmamak lazım. çünkü üzülmek şeytanın telkinidir.
inanan, her şerde bir hayır olduğunu bildiği için gevşeyip üzülmez.
73
- ahzab sûresi 50. âyet şöyledir; “ey peygamber! biz, sana şunları
helal kıldık: mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, allah’ın sana ganimet
olarak verdiklerinden elinin altındaki cariyeyi, amcanın kızlarından,
halalarının kızlarından, dayının kızlarından, teyzelerinin kızlarından
seninle beraber hicret etmiş olanları. bir de mümin bir kadın, kendini
(mehirsiz olarak) peygambere hibe eder, peygamber de onu nikâh etmek
isterse, onu, diğer müminlere değil sadece sana (helal kıldı). onlara,
eşleri ve elleri altında bulunan cariyeleri hakkında ne farz kıldığımızı
biz biliriz. bunları, sana darlık olmasın (diye yaptık). allah, çok
bağışlayan, çok acıyandır.” allah burada “allah’ın sana ganimet olarak
verdiklerinden elinin altındaki cariyeyi” sözüyle hz. muhammede savaşta
esir aldığı kadınları helal kılmıştır. savaşta bir kadını esir alıp onu
köle yapmak allah katında helal midir? allah savaşta esir alınan
kadınları ganimet olarak mı görür? o kadınların hakları yok mudur ki,
doğrudan peygambere helal kılınmıştır? ayrıca günümüzde bilinmektedir ki
akraba evliliklerinde sakat doğum olma oranı çok yüksektir. peki allah
neden hz. muhammede akrabalarının kızlarını helal kılmıştır? ahzab
sûresi 52. âyette şöyledir; “bunun dışındaki kadınlar sana helal olmaz.
bunları başka eşlerle değiştirmek de olmaz. ısterse güzellikleri çok
hoşuna gitsin. ancak elinin altında bulunan cariyeler, (bu hükmün)
dışındadır. allah, her şeyi gözetleyendir.” gene bu âyette de cariyeler
normal insanlardan farklı görülmektedir, cariyeler her türlü helaldir ve
istenirse başka cariyelerle değiştirilebilir. allah köleliği neden
serbest bırakmıştır? o köleler de allah’ın kulu değil midir? günümüzde
kimsesiz bir kadını yakalayıp onu köle yapmak, ve kendisiyle istenilen
şekilde cinsel ilişkiye girmek helal midir?
- cariyenin ne demek
olduğunu 63.soruda açıklamıştım. tekrar etmek gerekirse; cariye; savaşta
esir edilen, savaşa bizzat katılan kadın asker, düşman safları içinde
yer alan kadınlardır.
islamiyet kız çocuklarının diri diri
toprağa gömüldüğü bir coğrafyada ortaya çıktı. o devirde kadınların
ganimet olarak alınması çok yaygındı. dolayısıyla insanlığın yarası olan
böyle bir meseleyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, o
zamanki durum zaten buna müsait de değildi. esaret müessesesinin
kaldırılması henüz yeni kurulmakta olan islâm devleti için birtakım
güçlükler getirebilirdi. şöyle ki:
her hususta olduğu gibi
dinimizin cihad anlayışı diğer milletlerin savaş anlayışından farklıdır.
dinimizin cihaddan gayesi, zulmetmek, kan dökmek, kuru kuruya beldeler
fethetmek değil, cenab- ı hakkın ismini duyurmak, islama yöneltilen
hücumları önlemek, insanlara dünya ve âhiret saadeti temin etmektir. bu
sebeple düşman da olsa savaşa fiilen iştirak etmedikçe, kadınları,
çocukları ve ihtiyarları öldürmek peygamberimiz tarafından
yasaklanmıştır. fakat bunları serbest bırakmanın islâm devleti için bir
tehlike olacağı da ortadadır. çünkü bir kaç yıl sonra nüfusları yeniden
artacağından müslümanlar için bir tehlike teşkil etmeleri mümkündür. bu
durumda bunların esir alınması artık bir zaruret haline gelmişti.
diğer
taraftan, karşı taraf, müslümanları esir etmekten geri durmuyordu.
dengenin temin edilmesi için müslümanların da onlardan esir almaları
gerekiyordu. böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf
kuvvetten düşürülüyordu. ayrıca alınan esirlerle müslüman esirler takas
yapılarak müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. yine esirler fidye
karşılığı serbest bırakılmakla islâmiyetin yayılması için maddî destek
temin ediliyordu.
görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa
islâmiyet icat etmemiştir. birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar
ortadan kaldırmamışsa da, onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde
ıslâh etmiştir.
islamiyet, normal insanı köle yapmıyor. vatana, cana,
mala ve namusa kasteden düşman esir alındığında, öldürülmeyip, o da
razı olursa köle oluyordu. ayrıca dinimiz, köleyi azat etmek için
çeşitli yollar koymuş ve köle azat etmeyi ibadet olarak bildirmiştir.
mesela ramazan orucunu veya yeminini bozanın, bunun kefareti olarak,
varsa bir köle azat etmesi gerekir. dinimizin köleye verdiği hakkı,
gayrimüslimler kendi halkına bile tanımıyor.
işte bu sebeplerden
dolayı kadınların ganimet olarak alınması dinimizce caiz kılınmıştır.
kadınlara, istediği takdirde hz. muhammed’e cariye olabilme hakkı
tanınmıştır. yani cariye olan kadınlar bırakın köle gibi muamele
görmeyi, islam nizamında ve hz. peygamber (asm)’in yuvasında birer hanım
efendi statüsüne girmiş ve bütün müminlerin annesi sayılmıştır.
efendimizin ibrahim adındaki oğlu, müslüman olan ve peygamber efendimiz
(asm) tarafından azat edilen hz. mariye’dendir. bundan daha büyük şeref
mi vardır?
kuran’da evlenilmesinde bi sakınca görülmeyen kimseler
zikredilmiştir. kesin bir dille “evlenilmeli” denmemiştir. ayrıca
sadece hz. muhammed’e değil, tüm müslümanlara helal kılınmıştır. ancak
dinimizde, kuzenle evlenmek tenzihen mekruhtur. bir hadis- i şerifte
buyuruluyor ki:
(kuzenlerle evlenince, çocukları zayıf, hastalıklı olabilir.) [ihya]
demek ki, peygamber efendimiz de bunu tavsiye etmiyor. allahü teâlâ kullarına helal kılmışsa, kim ne diyebilir ki?
yukarda
açıkladığım gibi, allah yukarda saydığım zaruretlerden dolayı kadın
ganimet almayı caiz kılmıştır. yoksa kölelik islamiyet’te yasaktır. bu
âyeti günümüz şartlarıyla değerlendirip ‘cariye’ almak yanlıştır. o
zamanın durumuna istinaden indirilmiştir.
74 - ahzab sûresi 53.
âyet şöyledir; “ey iman edenler! vaktine bakmaksızın, size yemek için
izin verilmedikçe, peygamberin evlerine girmeyin, fakat çağırıldığınız
zaman da girin. yemeği yediğinizde, hemen dağılın. söz, sohbet için de
izinsiz girmeyin. çünkü bu (davranışınız), peygambere sıkıntı veriyor,
(ancak bu rahatsızlığını) size (söylemekten) utanıyor. ancak allah,
hakkı söylemekten sıkılmaz. hem onlara (eşlerine), gerekli bir şey
soracağınız zaman, bunu onlara bir perde arkasından sorun. böyle
yapmanız, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha
temizdir. sizin, allah’ın rasulüne sıkıntı vermeniz olamaz. o (öldükten)
sonra, ebedi olarak eşlerini nikâhlamanız da olamaz. çünkü bu günah,
allah katında çok büyüktür.” allah neden tüm insanlığa ve ahiret gününe
kadar gelecek olan herkese gönderdiği kitabına peygamberin evine olur
olmaz girmeyin, o sıkılıyor, gibi âyetler eklemektedir? bugün bu âyeti
okuyan kişiye hitap etmediği apaçık ortadadır. peki neden kur’an- ı
kerime yazılarak bu âyet tüm insanlara gönderilmiştir? bu âyet de “levh-
i mahfuz”(bkz:
soru 21) da yazılı mıdır? ayrıca neden hz. muhammed öldükten sonra eşlerinin başkalarıyla evlenmesi haram kılınmıştır?
-
bu âyet her ne kadar hz. muhammed’e hitap inmişse de tüm müslümanları
da ilgilendirmektedir. hatta böyle bir âyetin bulunması kur'an'ı
kerim'in ne kadar yüce ve her alanda doğruyu gösteren bir kitap olduğunu
gösterir. burada her insan pay çıkarmalı ve başka insanların evlerine
girip çıkmadan önce, onlarla sohbet etmeden önce izin almalı. cahiliye
dönemi araplarına yol göstermek için inmiş ancak bugün bile böyle cahil
insanlar mevcut ve bu âyet onlara yol gösterecek nitelikte. işte bu
yüzden kur'an her dönemde insanlara doğru yolu gösterecek nitelikte,
kutsal kitapların sonuncusu ve bozulmamış bir kutsal kitaptır.
- evet her âyet gibi bu âyetler de levh- i mahfuz da yazılıdır.
-
hz. muhammed’in zevceleri tüm müslümanların anası sayılmıştır. yine
kuran’ı kerim annelerle evlenmeyi caiz kılmaz. bu nedenle peygamber
efendimizin mübarek zevceleriyle evlenmek haram sayılmıştır.
75 -
ahzab sûresi 60 ve 61. âyetler şöyledir; “60- yemin olsun, münafıklar,
kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde dedikodu çıkaranlar
(yaptıklarından) vazgeçmezlerse, seni onların başına musallat ederiz.
sonra orada, senin yanına çok az yanaşabilirler.” 61- onlar, lanete
uğramışlardır. nerede ele geçirilirlerse, tutulurlar ve öldürülürler.”
bu âyetlere göre şehirde dedikodu çıkaranları öldürmek farz mıdır?
günümüzde dedikodu yapan birini gördüğümüzde onu öldürmek üzerimize farz
mıdır? öldürmezsek günaha girmiş olur muyuz?
- âyette bahsedilen
dedikoducular münafıklar ve medine ve civarındaki yahudilerdi. bunlar
çıkardığı dedikodularla müminler arasında nifak tohumları ekiyor,
bozgunculuğa yol açıyordu.cenab- ı hak bu âyetleri indirerek,
müslümanların onları uyarmasını, aksi takdirde öldürülmelerini
buyurmuştur.
daha önce emrolunduğu gibi, islam’a bir saldırı varsa,
savaşmak ve öldürmek caiz kılınmıştır. münafıklar da çıkardığı
dedikodularla islam dinine zarar verdiklerinden öldürülmelerinde bir
beis yoktur. tabi ki bu dedikodular günümüzdeki dedikodulardan çok
farklı olduğundan, bugün dedikodu yapanın öldürülmesi gibi birşey
sözkonusu değildir.
76 - nisa sûresinde miras paylaşımının
anlatıldığı 11, 12 ve 176. âyetler şöyledir; “11- allah size
çocuklarınızla ilgili miras paylaşımında şunu emrediyor: erkeğe, iki
kadının payı kadar. eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler,
bunlara terekenin üçte ikisi. eğer bir tek kız ise, o zaman ona yarısı.
eğer çocuğu varsa, anne- babanın her birine ölenin terekesinden altıda
bir. ama çocuğu yok da anne- babası varis bulunuyorsa, annesine üçte
bir. eğer ölenin kardeşleri de varsa, o zaman annesine altıda bir.
(bunlar) hep, (ölenin) yaptığı vasiyet yerine getirildikten veya borcu
ödendikten sonradır. babalarınız ve oğullarınız, onların hangisinin
fayda bakımından size daha yararlı olduğunu bilemezsiniz. bütün bunlar
allah’tan size bir emirdir. kesinlikle allah, her şeyi en iyi şekilde
bilendir, yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunandır.
12- eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı sizindir.
yok, eğer bir çocukları varsa, o zaman terekesinin size (düşen payı)
dörtte birdir. (bunlar), ettikleri vasiyet yerine getirildikten veya
borcu ödendikten sonradır. onlara da, eğer çocuğunuz yoksa, sizin
terekenizden dörtte bir. yok, eğer bir çocuğunuz varsa, o zaman onlara
terekenizden sekizde bir. (bunlar), ettiğiniz vasiyet yerine
getirildikten veya borcu ödendikten sonradır. eğer bir erkek veya kadına
(çocuğu ve babası olmadığından) kelale yoluyla (yan koldan) varis
olunuyorsa bir erkek kardeşi veya kız kardeşi bulunuyorsa, her birine
altıda bir. eğer bundan fazlaysalar, o zaman üçte birine ortaktırlar.
bunlar, zarar verme kastı olmaksızın, edilen vasiyet yerine
getirildikten veya borcu ödendikten sonradır. bunların hepsi allah’tan
fermandır. allah hem her şeyi en iyi şekilde bilendir, hem de kullarına
merhametle davranandır. 176- senden fetva istiyorlar. de ki: babası ve
çocuğu olmayanın (mirasıyla) ilgili fetvayı size allah veriyor. bir kişi
ölür de, çocuğu olmayıp bir kız kardeşi varsa, buna terekenin yarısı
verilir. eğer onun, (kız kardeşinin) çocuğu yoksa o, buna (tamamen)
varis olur. eğer onlar iki kız kardeşseler, bunlara onun terekesinden
üçte ikisi verilir. eğer (ölenin) erkekli kadınlı kardeşleri varsa, o
zaman erkeğe iki kadın payı kadar (verilir). allah, bunu size
şaşırıyorsunuz diye açıklamaktadır. allah, her şeyi çok iyi bilendir.”
şimdi bu âyetlere göre birkaç farklı şekilde miras paylaşımı yapmaya
çalışalım, örnek 1: 120.000 lira parası olan, çocuğu, anne- babası,
kardeşleri olmayan bir kadın vasiyet ve borç bırakmadan ölür ve geride
sadece kocasını bırakırsa yukarıdaki âyetlerden “eğer bir çocukları
yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı sizindir.” sözüne göre paranın
60.000 lirası kocaya verilir, ama geri kalan 60.000 lira hakkında bir
hüküm yoktur. kalan para ne yapılmalıdır? örnek 2: 120.000 lira parası
olan, çocuğu, kardeşleri ve babası olmayan bir kadın vasiyet ve borç
bırakmadan ölür ve geride sadece kocası ve annesini bırakırsa “çocuğu
yok da anne- babası varis bulunuyorsa, annesine üçte bir.” sözüne göre
40.000 lira anneye verilir, “eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin
terekesinin yarısı sizindir.” sözüne göre de 60.000 lira kocaya verilir,
bu durumda kalan mirasın 40.000 + 60.000 = 100.000 lirası
paylaştırılmıştır, peki kalan 20.000 lira ne yapılmalıdır? örnek 3:
120.000 lira parası olan, kardeşleri olmayan bir adam, vasiyet ve borç
bırakmadan ölür, geriye üç kız çocuğu, annesi, babası ve karısı kalırsa;
“eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler, bunlara terekenin
üçte ikisi.” sözüne göre 80.000 lira kalan üç kız çocuğuna vermelidir.
“eğer çocuğu varsa, anne- babanın her birine ölenin terekesinden altıda
bir.” sözüne göre 20.000 lira anneye, 20.000 lira da babaya
verilmelidir. “yok, eğer bir çocuğunuz varsa, o zaman onlara(eşlerinize)
terekenizden sekizde bir.” sözüne göre 15.000 lira da eşlere
verilmelidir. bu durumda 80.000 (kız çocuklarına) + 20.000 (anneye) +
20.000 (babaya) + 15.000 (eşlerine) = toplamda 135.000 liraya ihtiyaç
vardır, ancak ölen adamın sadece 120.000 lirası vardır, 15.000 lira
eksik çıkmaktadır. böyle bir miras paylaşımını yapmak matematiksel
olarak imkansızdır. örnek 4: 120.000 lira parası olan, çocuğu ve babası
olmayan bir kadın vasiyet ve borç bırakmadan ölür, geriye annesi, kocası
ve bir öz kız kardeşi kalırsa; “çocuğu yok da anne- babası varis
bulunuyorsa, annesine üçte bir.” sözüne göre 40.000 lira annesine
verilmelidir. “eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı
sizindir.” sözüne göre kocaya 60.000 lira verilmelidir. “bir kişi ölür
de, çocuğu olmayıp bir kız kardeşi varsa, buna terekenin yarısı
verilir.” sözüne göre 60.000 lira da kız kardeşe verilmelidir. bu
durumda 40.000 (anneye) + 60.000 (kocaya) + 60.000 (kız kardeşe) =
toplamda 160.000 liraya ihtiyaç vardır, ancak ölen kadının sadece
120.000 lirası vardır. 40.000 lira eksik çıkmaktadır. kur’anın emrettiği
şekilde mirası paylaşmak yukarıdaki durumlarda imkansızdır. allah nasıl
böyle bir yanlış yapabilir? allah matematik hatası yapabilir mi?
-
aslında problemin kaynağı kuran’ın bu âyetlerinde verilen oranları
“mutlak” oranlar olarak kabul etmekten kaynaklanıyor. yani örneğin 3 kız
kardeş için verilen 2/3 oranı “mutlak” bir oran farz ediliyor. bu
oranlar mutlak oranlar mı, yoksa bir tür “tavan” ya da “taban” değerler
mi?
bu amaçla öncelikle nisa/11 ve nisa/12 âyetlerini incelemek
gerekiyor. âyetlerin sonunda yer alan ifadeler bu açıdan oldukça önemli:
“ferıdatem minellah” ve “vesıyyetem minellah”. sadece ikişer tane
arapça kelime! bu ifadelerden yola çıkarak bu oranların mutlak olduğu
kesinlikle iddia edilemez. kuran’da bu oranların “sabit” ya da “mutlak”
olmadığına dair delil hemen bu âyetlerin devamında mevcut… sûrenin 13 ve
14. âyetleri aynen şöyle: „ işte bunlar allah'ın sınırlarıdır şeklinde
çevrilen ifadenin arapçası "tilke hududu(a)llah". yani bu oranlar sadece
birer sınır ve asıl olan bu “sınır” değerlerini aşmadan onlara
yaklaşmak… dolayısıyla bu oranların “mutlak” olduğunu iddia etmenin
hiçbir temeli yok… allah’ın emri olan şey bu sınırlara riâyet etmek! bu
sınırlara riâyet etmek ise onları aşmamak ve onlara mümkün olduğunca
yaklaşmak ile olur.
77 - nisa sûresi 24. âyette şöyle
denilmektedir; “bir de savaş esiri olarak ellerinizin altında bulunan
cariyeler dışında, evli kadınlar (da size haram kılındı).” bu âyete göre
savaş esiri olarak alınan kadınlar evli de olsa, onlar müslümanlara
helaldir. normalde evli bir kadın müslümanlara haram iken savaşta esir
olarak alınan evli bir kadın müslümanlara neden helal kılınmıştır? allah
esir alınan kadının hakkını gözetmez mi?
- cariye; “savaşta esir
edilen, savaşa bizzat katılan kadın asker, düşman safları içinde yer
alan kadınlar.” demekti. yani islam’da köle veya cariyenin tek asli
kaynağı savaştır. savaş dışında esareti kesinlikle yasaklar.
islamiyet
savaş sırasında evlilik akdini geçersiz kılar. yani savaşan kadınlar o
sırada nikahsızdır. onlarla nikahlanabilmek için de rızalarının olması
gerekir. yani cariyeler onay vermezlerse nikahlanamazlar.
cenab- ı
hak savaş esirleri ile ilgili iki hüküm belirtiyor. biri zina konusunda,
cariye kadınların zina yapmaları halinde yarı yarıya ceza almalarını
emrediyor (nisa 25) diğerinde ise cariyelerle evlenirken, cariyeler
üzerinde hukuken tasarruf etme hakkına sahip olanın iznini şart koşuyor.
bu ya devlet olur, ya da şahsın kendisi olur. yani izinle gerçekleşir.
bu iki âyetin dışında kuran’da ve sünnette cariyelerle ilişki konusunda
hür kadınlardan farklı olarak hiçbir hüküm yoktur.
78 - nisa
sûresi 82. âyet şöyledir; “hâlâ kur’anı iman ile düşünmezler mi? eğer o,
allah’tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı, elbette içinde birçok
karşıtlık bulacaklardı.” allah burada kur’anda karşıtlık bulamazsınız
demektedir. peki yukarıdaki sorularda sorulanlar birer karşıtlık değil
midir?
- karşıtlık sanılanların, verilen cevaplarla karşıtlık
olmadıkları düşünen beyinler için ispat edildi. eğer biraz okunursa
hiçbir karşıtlık olmadığı rahatlıkla görülebilir.
79 - nisa
sûresi 89. âyet şöyledir; “onlar, kendilerinin inkâra saplandıkları
gibi, sizin de sapıp onlarla beraber olmanızı isterler. onlar, allah
yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden hiç kimseyi dost edinmeyin.
yok, eğer aldırmazlarsa, o zaman onları bulduğunuz yerde tutun, öldürün.
onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.” bu âyete göre,
müslüman olmayan herkes öldürülmeli midir? eğer bir kâfir görüp de onu
öldürmezsek allah’ın emrini uygulamadığımız için günaha mı girmiş
oluruz?
- islamiyet’in inanç özgürlüğü sağladığını 67. sorunun
cevabında âyetlerle açıklamıştım. allah'ın genel kaidesi; odur ki;
islâm'a bir saldırı olmadıkça, karşı tarafa bir saldırıda
bulunulmayacaktır. dolayısıyla “sen kafirsin” diyerek birini öldürmek
allah’ın emri olamaz. bu âyet müslümanlar arasında çıkan bir itilaf
üzerine inmiştir. şöyle ki;
münafıklar mekke'den medine'ye
gelerek peygamberimizle beraber bir kaç gün kalmışlardı. bilâhare
geldiklerine pişman olup, birbirlerine «biz, muhammed'den izin isteyelim
ve geri mekke'ye gidelim, babalarımızın diniyle meşgul olalım» demişler
ve gelip peygamberimize «yâ resûlallah bize bu medine'nin havası iyi
gelmedi. izin ver de mekke'ye gidelim ve dinimiz üzere kalalım»
demişlerdi. peygamberimiz de bunların isteklerini kabul etmiş ve
kendilerine izin vermişti. peygamberimizin yanından ayrılan o münafıklar
mekke'ye gidip, müşriklerle birleşmişler ve küfürlerini ilân
etmişlerdi. daha sonra müşriklerle birlikte ticaret yapmaya
başlamışlardı. münafıklar bir ara ticaret maksadıyla şam'a giderken
durum müslümanlar tarafından öğrenilir ve yolları kesilir. malları
ellerinden alınır, kâfir oldukları için öldürülmek istenilir. fakat
müslümanların bir kısmı, onların da müslüman oldukları gerekçesiyle buna
mani olmak istemişler. zira müslümanların bir kısmı o münafıkların
dinlerinden döndüklerini bilmiyorlardı ve onun için de onları müdâfaa
ediyorlardı. halbuki diğer müslümanlar onların dinlerinden döndüklerini
çoktan öğrenmişlerdi. bunun için de onların yollarını kesip, mallarını
ellerinden alıp, kâfir oldukları için, de öldürmek istiyorlardı.
böylece
münafıklar hakkında karar verme hususunda müslümanlar ikiye
ayrılmışlardı. allah bu ikililiği sonlandırmak için bu âyeti indirerek
öldürülmelerinin caiz olduğunu beyan etmiştir.
80 - muhammed
sûresi 7. âyet şöyledir; “ey iman edenler! eğer siz allah’a yardım
ederseniz, o da size yardım eder, ayaklarınızı sağlamlaştırır.” bu
âyette allah iman edenlerden yardım istemektedir. allah insanların
yardımına muhtaç mıdır? allah insanlardan yardım ister mi?
-
burada anahtar kelime “en- nasr”dır. bu kelime “nusret / yardım”
manasına gelir. muhammed sûresindeki ilgili âyette yer alan anahtar
kelime ( nasr) kökünden gelen iki muzari / gelecek zaman kipine ait fiil
vardır ki "yardım etme"yi ifade ederler; “tensurû- yensur- u”. bu
âyetin meali şöyledir:
“ey iman edenler! eğer siz allah’a
(allah’ın dinine) yardım ederseniz, o da size yardım eder ve savaşta
ayaklarınızı sabit kılar / kaydırmaz.”
âyette meal olarak yer alan
“eğer siz allah’a yardım edersiniz...” ıfadesi - parantez içinde
gösterildiği üzere- “allah’ın dinine yardım...” manasında
kullanılmıştır. çünkü, allah’ın dinine taraftar olanlar, allah’a
taraftar olmuş olurlar. allah’ın dinine yardım edenler de allah’a yardım
etmiş sayılırlar. kur’an’da “eğer siz allah’a yardım edersiniz...”
ıfadesinin tercih edilmesi, müminlerin gönlünü okşamak, şevklerini
kamçılamak, kendilerini onurlandırmak içindir. yoksa, allah’ın hiç
kimsenin yardımına muhtaç olmadığı açık bir gerçektir.
81 -
talak sûresi 4. âyet şöyledir; “hayızdan kesilmiş kadınlarınız, eğer
şüphelendiyseniz, onların iddeti de üç aydır, hayız görmeyenler de öyle.
hamile olanların süreleri, doğumlarını yapmalarıdır. her kim allah’a
(karşı gelmekten) korunursa, allah onun için işinden dolayı bir kolaylık
verir.” bu âyette “hayız görmeyenler de öyle.” kısmı ne anlama
gelmektedir? ıslamda daha hayız (adet) görmeye başlamamış çocuklarla
evlenmek serbest midir ki onları boşamak hakkında âyet vardır?
- adet olmayan milyonlarca kadın mevcut ve sebebi ise üretken çağdaki kadınların adet görmemesi durumu, yani “amenore”dir.
âyet
3 tür kadından bahsediyor, adetten kesilen- yaşlı- , hiç adet görmeyen -
hasta- ve hamile olan kadınlar. sıralamaya bakınca her kadının içinde
olabileceği 3 dönem ve her dönemdeki kadınlarda "yetişkin".
82 -
münafikun sûresi 4. âyet şöyledir; “sen onları gördüğün zaman,
vücutları, görüntüleri senin hoşuna gider. (bir şey) söylerlerse,
dediklerine kulak verirsin. onlar (birbirlerine) dayanmış keresteler
gibidirler. her bağırmayı, yüksek sesi kendi aleyhlerine sanırlar. onlar
düşmandır. onun için onlardan sakın. onları allah gebertsin! (haktan
batıla) nasıl döndürülüyorlar!” bu âyet allah’ın kelamı mıdır, yoksa hz.
muhammed’in kelamı mıdır? eğer allah’ın kelamıysa allah neden “onları
allah gebertsin!” demektedir?
- âyette “öldürsün, helak etsin, kahretsin” manalarına gelen “kâtele- hum(u)” filli kullanılmıştır.
kahretmek,
arapçada bir deyimdir. birini kötülemek, yani onun çok kötü biri
olduğunu bildirmek için, “allah kahretsin” denir. kur’an- ı kerim, o
halkın lisanıyla indi. başka türlü bildirilse anlaşılmaz. halkın
lisanıyla söylenirse anlaşılır. kaldı ki cenab- ı hakkın isimlerinden
biri de “kahreden” manasındaki “el- kahhar”dır.
allahü teâlâ,
birçok âyetinde, din düşmanlarına lanet etmiş, yani o kulların rahmetten
uzak olduğunu bildirmiştir. (bakara 89, bakara 159, nisa 46, maide 64,
tevbe 30, araf 44, rad 25, ahzab 57)
daha önce 43. soruda cevap
verildiği üzere şüphesiz ki bu âyet de allah kelamıdır. allah çoğu yerde
kendisinden bahsederken “o” veya “biz” demiştir. bu da kuran’ın
mükemmel edebi yönü ve belagat özelliklerinden kaynaklanır.
bununla
beraber, bahane aramaya çalışanlar kur’an’ın her tarafında sıkça
kullanılan “ben” kelimesini görselerdi, bu zamirin hz. muhammed (asv)’e
ait olduğunu ve dolayısıyla kur’an’ın onun uydurduğunu söylemeye - daha
fazla- cüret gösterirlerdi. kur’an’ın mevcut üslubu bu gibi şüphelerin
ve bahanelerin kapısını da kapatmıştır.
83 - mücadele sûresi 12.
âyet şöyledir; “ey iman edenler! peygambere gizlice bir şey söylemek
istediğiniz zaman, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka sununuz. bu,
sizin için hem bir hayır, hem de daha iyi bir temizliktir. ancak gücünüz
yetmezse, şüphe yok ki allah, çokça bağışlayandır, çokça acıyandır.” bu
âyette görüldüğü gibi allah insanlara peygamberle konuşmadan önce
sadaka sunulmasını emretmiştir. ancak bir sonraki âyet olan mücadele
sûresi 13. âyet ise şöyledir; “ya! gizlice bir şey söylemeden önce
sadakalar sunmaktan korktunuz mu? madem ki yapmadınız, allah da size
tövbe lütfetti, artık namaza devam edin, zekatı verin, allah ve rasulüne
itaat edin. allah her ne yaparsanız, haberdardır.” bu âyette ise
denilmektedir ki, madem ki sadaka sunmadınız, allah sizi affetti diyerek
bir önceki âyette emredilen sadaka sunma şartı kaldırılmıştır. allah
gönderdiği emirlerde değişiklik yapar mı? allah bir önceki âyeti yanlış
mı göndermiştir de bir sonraki âyette verdiği hükmü değiştirmiştir? eğer
kur’an- ı kerim ahiret gününe kadar ve tüm insanlara gönderildiyse
bugün bu âyetleri okuyan kişi bundan ne anlamalıdır? günümüzde yaşayan
insanların peygamberi ziyaret etmesi ihtimali yoktur. o zaman bu âyet
neden kur’an- ı kerim’e eklenmiştir?
- mücadele sûresi’nin 12.
âyetinde allah iman edenlerden peygamber ile görüşmeden önce sadaka
vermelerini emretmektedir. 13. âyette ise peygambere sadaka vermeden
görüşenleri eleştirmekte ve onların tövbe etmelerini istemektedir. 13.
âyette bildirilen şey, 12. âyette bildirilen hükmü kalkmamaktadır. yine
peygambere görüşmeden önce sadaka verilmesi hükmü geçerlidir. sadece
bunu yapmayanların tövbe etmesi bir sonraki âyette bildirilmektedir.
kuran
evrenseldir ve yaşamış ya da yaşayacak tüm insanlar için
gönderilmiştir. bu ve bunun gibi bazı âyetlerin günümüzde hükmü kalmamış
olabilir. ancak o dönemde ortaya çıkan dini yaymak için, o döneme ait
âyetlerin de olmaması düşünülemez.
84 - hz. muhammed’in
kölelerinden “maria” ile ilişkisi hakkında birçok kaynakta ve çoğu islam
kaynaklarında geçen rivâyetler, bunu destekleyen hadisler ve kur’an- ı
kerim âyetleri vardır. ıbn- i cerir ve ibni ishak'ın aktardıkları bir
hadiste şöyle denir: “peygamber efendimiz hz. hafsa'nın evinde oğlu
ibrahim'in annesi mariye ile birlikte olmuştu. hz. hafsa buna alınmış ve
bunu kendisini küçük düşürücü bir olay olarak algılamıştı. bunun
üzerine peygamberimiz, o'na bir daha mariye ile birlikte olmayacağına
söz vererek yemin etmişti. ayrıca bunu kimseye söylememesini istemişti.
ancak hz. hafsa gidip olayı hz. aişe'ye açmıştı.” rivâyetler ise
şöyledir; “mısır piskoposu hz. muhammed'e 4 cariye armağan eder.
bunlardan biri de maria'dır (mariye, hz.mariye). maria kipti
hristiyandır. bu cariye hz.muhammed'e bir erkek çocuk doğurmuş
(ibrahim), ama bu çocuk 16 aylıkken ölmüştür. bir gün hz. muhammed
karılarından hafsa bint- i ömer'in evindeyken maria da içeridedir ve
hafsa ortalıkta yoktur.hz. muhammed maria ile ilişkiye girer, tam bu
sırada hafsa içeri gelir, ortam gerilir. hafsa "benim günümde, benim
yatağımda neden bu köle ile birlikte oluyorsun" diye kızar. hz. muhammed
onu sakinleştirmek için kendisinden sonra ebubekir'in, ondan sonra da
hafsa'nın babası ömer'in halife olacağını söyler. tabi ki bu
"sevindirici" haber hafsa'nın sinirini geçirmez. bunun üzerine muhammed
hafsa'yı sakinleştirmek için maria ile bir daha yatmayacağına dair yemin
eder. ama bunu kimseye söylememesini ister. hafsa'nın siniri geçmesine
geçmiştir de hz. muhammed maria'dan bir türlü vazgeçememektedir. bunun
üzerine kendisine yardımcı olan şu âyetler iniverir; (tahrim sûresi ilk 5
âyet): “1- ey peygamber! sana allah’ın helal kıldığını niçin haram
edersin, hanımlarının hoşnutluğunu ararsın? bununla birlikte allah çok
bağışlayandır, çok acıyandır. 2- allah size, yeminlerinizi bozabilme
imkânı sağlamıştır. allah, sizin koruyup kollayanınızda. her şeyi bilen,
her şeyi sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunan odur. 3- hani
peygamber, hanımlarından bazısına gizlice bir söz söylemişti. ne zamanki
o, onu haber verdi, allah da peygambere onu açtı. açınca peygamber o
hanımına birazını anlattı, birazından ise geri durdu. ona bunu, bu
şekilde anlatıverince “bunu sana kim haber verdi?” dedi. “bana her şeyi
çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olan (allah) peygamberlikle
bildirdi” dedi. 4- eğer allah’a tövbe ederseniz, ne iyi! çünkü ikinizin
de kalpleri eğildi. yok, eğer ona karşı birbirinize yardım ederseniz,
haberiniz olsun ki, allah onun koruyup kollayanıdır. hem ayrıca cebrail,
müminlerin salih olanları, onlardan sonra, melekler de (onun)
destekleyicisidir. 5- eğer o sizi boşarsa, rabbi ona sizin yerinize
sizden daha hayırlı eşler verir. (bu yeni eşler, allah’a) boyun eğen,
iman eden, namaz kılan, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan gerek dul,
gerek bakire (hanımlardır).” olayı destekleyen bazı hadisler ise
şunlardır; mariya olayı: hadis no : 0838, ravi: enes, tanım: “resulullah
(sav)’ın zaman zaman birleştiği bir cariyesi vardı. hz. aişe ve hz.
hafsa peşini bırakmadılar. sonunda resulullah bu cariyeyi nefsine haram
etti. bunun üzerine: “ey peygamber, sen zevcelerinin hoşnutluğunu
arayarak, allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram
ediyorsun?…” diye başlayan tahrim süresi nazil oldu.” kaynak: nesai,
işretu’n- nisa, 4, (7, 71) taberi olayı şöyle anlatır: “gün,
hz.muhammed’in hanımlarından hafsa’nın günüydü. o gün hz.muhammed,
hafsa’yla cinsel ilişkide bulunmak üzere kalkıp evine gider. ama
hafsa’yı evde bulamaz. tam o sırada, bir zamanlar, mısır mukavkısı’nın
kendisine armağan ettiği cariyelerden mariya çıkagelir. hz.muhammed,
cariyeyi hafsa’nın yatağına atar ve işini görmeye başlar.
hz.muhammed’in, cariyesiyle yatması doğaldır. kur’an da, hanımlarının
dışında cariyeleriyle de yatmasına olanak verilmiştir. (bkz. ahzab
sûresi, âyet: 50, 52.) ne var ki cariyeyle özgür (hurre) olan bir
kadının, üstelik ömer kızının, hafsa’nın yatağında beraber olmaktadır .
ışte bu olağan değildir. terslik bu ya, o sırada, hafsa da
çıkagelmiştir. hz.muhammed’in mariya ile ilişkisini görünce büyük tepki
gösterir: “tann elçisi! sen beni kötü duruma düşürdün, aşağıladın. öyle
birşey yaptın ki, benzerini hiçbir karına yapmadın! benim günümde, benim
sıramda ve benim yatağımda bir cariyeyi yatırıp yapıyorsun!” sonra
hz.muhammed’le hafsa arasında şu konuşma geçer: hz.muhammed: “hafsa!
marya’yı kendime haram etsem de ona bir daha yaklaşmasam; bundan hoşnut
olur musun?, hafsa: “evet!”, hz.muhammed: “vallahi billahi mariya ile
bir daha yatmayacağım!” hz. muhammed hemen ant içmiştir. hz.muhammed:
”hafsa! aramızda kalsın, bunu sakın kimseye söyleme, olmaz mı?”, hafsa:
“tamam!” ne var ki, hafsa bu durumu aişe’ye anlatır.(bkz:
taberi, camiu’l- beyân, 28/102.)
olayın duyulması ve hanımlarının aralarında dayanışmaya gidip kendisine
karşı tavır alması üzerine hz. muhammed eşlerini terk eder ve bir odaya
uzvete çekilir. hz.muhammed’in eşlerini boşadığı dedikodusu yayılır.
bir rivâyete göre ise cezalandırmak için sadece hafsa’yı boşamış ve
diğerleriyle de 1 ay beraber olmamaya yemin etmiştir. hafsa ömer’in,
ayşe ise ebubekir’in kızıdır. babalarının konumuna güvenerek asiliğe
cesaret edebilmişlerdir. 4. âyette geçen “ikiniz” sözü ayşe ile hafsa’yı
kasteder. ömer, olayı öğrenince hiddetle hz.muhammed’e gider ve
görüşmek ister. 3 kez geri çevrilen isteği sonunda kabul edilerek içeri
alınır ve bu görüşmeden sonra tahrim âyetleri gelir. ardından hafsa ile
nikah tazelendiği ve 29. gün eşlerine dönüp ayşe’yle beraber olduğu
söylenir. ayşe, henüz bir aylık sürenin dolmamış olduğunu düşünerek
kendisine sorar: “hani sen, bir ay boyunca hanımlarından uzak duracağına
dair yemin etmemiş miydin? bugün daha otuz gün bile olmadı; yirmi
dokuzuncu gündeyiz!”. hz. muhammed kendisine şu yanıtı verir: “bu ay
yirmi dokuz gün çeker.” olayı destekleyen bir diğer hadis ise şöyledir;
hz. aişe: “ma era rabbeke illa yüsariu fi hevake” mealen: “bakıyorum da
senin efendi tanrın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için
koşuyor.” (kaynak: buhari, hadis no: 1721)” bu rivâyetler doğru mudur?
eğer doğruysa kur’an da açıklanmayan milyonlarca şey varken, tüm evreni,
yıldızları, galaksileri yaratan allah neden böyle çok küçük olaylarla
yakından ilgilenmekte ve bu âyetleri tüm insanlığa göndermektedir? eğer
bu rivâyetler yanlışsa tahrim sûresi ilk 5 âyeti ne için indirilmiştir?
ayrıca kur’an- ı kerim bir günde (kadir gecesi) indirilmemiş midir?
neden olaylar olduktan sonra başka başka âyetler inmektedir? bu âyetler
de, zamanın başlangıcından beri her şeyin yazılı olduğu allah katında
bir kitap olan “levh- i mahfuz” da yazılı mıdır?
- öncelikle
tahrim olayı ile iki rivâyet var. birincisi hz. muhammed’in bal şerbeti
içmeyeceğine dair yemin ettiği ve yeminini bozabileceği üzerine allah’ın
bu âyetleri indirdiğine dairdir ki çelişkilerle doludur. pek ihtimal
verilmemekle birlikte kesin bir dille “yalandır” diyemeyiz.
ikinci rivâyet de sorudaki şeklinden biraz farklı olarak şu şekilde anlatılır:
““bir
gün rasûlullah zevcesinin babasının evine gitti. orada babasıyla sohbet
etti. bunun üzerine rasûlullah da cariyesi mariye’yi çağırttı ve onunla
beraber hafsa'nın o sırada boş olan hücresinde ilişkide bulundu. o
sırada hafsa babasının evinden döndü ve hz. peygamber ile mariye’nin
kendi odasında birlikte olduklarını görünce, şiddetli bir şekilde
kıskançlığı tuttu ve, “ey allah’ın rasulü, benim hücremde, benim günümde
ve benim yatağımda bunu nasıl yaparsın?” bunun üzerine hz. peygamber,
“sus, sana bir sır vereyim, onu gizle, kimseye söyleme. ona senin için
bir daha yaklaşmayacağım” dedi. ancak hafsa sözünü tutmayarak derhal
aişe’ye gitti ve bu durumu ona müjdeleyerek hz. peygamber’in cariyesini
kendine haram kıldığını söyledi.” (böylece çok kıskandıkları mariye’den
kurtulmuşlardı.) bunun üzerine rasûlullah hanımlarını terk ederek
mescitteki meşrebe denilen yere çekildi ve 29 gün kadar orada kaldı.
işte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu.”
nesei’de geçen rivâyette
şöyle aktarılıyor: “rasûlullah’ın (s) cariyesi vardı ve onunla ilgilenip
onunla birlikte oluyordu. âişe ve hafsa o cariye ile ilgilenmesini
istemeyip kıskandıkları için rasûlullah (s) o cariyeyi kendisine haram
kılıncaya kadar rahat bırakmadılar da allah, tahrim sûresi’nin 1 ila 4.
âyetlerini indirdi.”
öncelikle kabul etmek gerekir ki hz.
muhammed bir insandı ve erkekti. her erkek gibi onun da şehvani hisleri
olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekir. daha önce gelen peygamberlerin
sonuncusu hz. isa’nın mesajları yanlış anlaşılmış ve hristiyanlar
kendisine “tanrı’nın oğlu” yakıştırmasını yapmışlardır. yüze allah bunu
bildiğinden bu olayı kendisine yaşatarak, hz. muhammed’in bir insan
olduğunu, beşeri özelliklerinin bulunduğunu anlatmak istemiş olabilir.
sorudaki
hikayede yanlış rivâyetler mevcuttur. mesela hz. muhammed’in
kendisinden sonra kimin halife olacağına işaret etmediği nettir. eğer
etseydi sakife olayı yaşanmazdı. bir diğeri hz. ömer’in hiddetle hz.
muhammed’e kızıp hiddetle onunla görüşmek istemesidir. bu olamaz çünkü
hz. ömer’in peygambere olan hürmetini ve muhabbetini herkes bilir.
sonuncu yanlış ise, hz. aişe’nin “mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu
hevâke” sözlerinin ünlü ateist turhan dursun tarafından “bakıyorum da
senin efendi tanrın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için
koşuyor.” şeklinde çevrilmesidir. hz. aişe validemizin hz. peygambere bu
sözleri söylemeyeceğini çocuklar bile akledebilir. bu sözlerin doğru
çevirisi ”vallahi rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini
görüyorum” şeklindedir.
- rivâyetlerin doğruluğu hakkında net
bilgilere sahip değiliz. ancak yukarıda yazdığım rivâyetin doğruluk payı
büyük. yüce allah “küçük” birşeyle ilgilenmemiş, yaşayan ve yaşayacak
tüm müslümanlara örnek olarak yolladığı elçisinin ne yapması gerektiğini
beyan etmiştir. kendini sürekli tekrar eden sorulardan dolayı daha önce
defalarca kez söylediğim gibi kuran bir gecede (berat gecesi) levhi
mahfuz’a inmiştir. el- alim ismine sahip allah bu olayların da cereyan
edeceğini biliyordu ve bu yüzden henüz vuku bulmadan levh- i mahfuz’a
yazmıştı.
85 - tevbe sûresi 5. âyet şöyledir; “(içinde
savaşılması) haram olan aylar çıktı mı, müşrikleri nerede bulursanız
öldürün, yakalayın, hapsedin, onların bütün geçitlerini tutun. eğer
tövbe ederler, namazı kılıp zekatı verirlerse, yollarını serbest
bırakın. çünkü allah çok bağışlayan, çok acıyandır.” burada bahsedilen
“haram aylar” islamiyetten önce de arap kabilelerinde bulunan, sürekli
savaş olması sebebiyle bazı aylarda savaşmayı yasaklayan kurallardır.
haram ayları allah mı belirlemiş ve bu aylarda savaşılmasını haram
kılmıştır, yoksa cahiliye dönemindeki arapların uyguladığı kuralları mı
kur’an- ı kerim’e eklemiştir? ayrıca bu aylar dışında nerede bir müşrik
görülürse öldürülmeli midir? müşriklerin cezasını ahirette allah
vermeyecek midir? allah neden tüm müşriklerin öldürülmesini emretmiştir?
yukarıdaki âyet bakara sûresi 256. âyet ile neden çelişir? bahsedilen
âyet; “dinde zorlama yoktur. doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır.
artık her kim tâğûtu inkâr eder, allah’a da iman ederse, işte o, en
sağlam tutamağa, ki onun için kopmak yoktur, yapışmıştır. allah işitir,
bilir.” bu âyetlere göre dinde zorlama var mıdır yoksa yok mudur?
-
islâm'dan önce arap kabileleri arasında, vuruşmanın, muharebenin haram
kılındığı zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarına "eşhuru'l-
hurum": haram aylar, denir. bu dört haram ay, hz. ibrahim ve hz. ısmail
peygamberler zamanından beri biliniyordu. hz. ibrahim ve ismail’de
allah’ın elçileri olduğuna göre bu aylar kuran’da geçtiği gibi allah
tarafından haram kılınmıştı.
müşriklerin öldürülmesi konusuna
gelince; burada söz konusu olan zaman, hz. peygamberin ve ilk
müslümanların müşriklerle savaş halinde olduğu zamandır. aynı sûrenin 2.
âyetine bakılırsa allah müşriklere 4 ay süre tanımıştır. bu müddet
zarfında onlara ilişilmeyecektir. fakat eski hallerine devam ederlerse,
ölüm fermanı söz konusudur.
bunu şöyle bir örnekle anlatalım: bir komutan askerlerine şu emirleri vermiş olsun:
— siz insanları barışa davet edin, bu konuda zorlayıcı olmayın.
— size karşı savaşırlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın, aşırı gitmeyin.
— eğer sizinle anlaşma yapmak isterlerse onlarla anlaşın.
— anlaşmaya sadık kalmayıp bozarlarsa onları nerede bulursanız öldürün.
bu
emirler arasında bir çelişki var mı? müşrikler hz. muhammed ve ilk
müslümanlara allah yolundan döndürmek için türlü işkenceler yaparken,
allah’ın müslümanlara müşrikler için “sakın öldürmeyin. onlar da benim
kulum.” demesi beklenemez, değil mi?
- ayrıca dinde zorlama olmadığı 67. soruda âyetlerle açıklandı.
86
- bir çok hadis ve rivâyete göre hz.muhammed’in 47 yaşındayken 6- 7
yaşında olan hz. aişe evlendiği ve 9- 10 yaşındayken de gerdeğe girdiği
anlatılmaktadır. bu hadislerden bazıları şöyledir; muhammed el-
buhari'nin sahih- i buhari'de aktardığına göre aişe şöyle demiştir:
“peygamber (47 yaşındayken) benimle 6 (yaşında) bir kızken nişanlandı.
medine'ye gittik ve beni- el- haris bin hazrec'in evinde kaldık. sonra
hastalandım ve saçlarım döküldü. daha sonra saçlarım büyüdü ve annem,
ummü ruman, salıncakta kız arkadaşlarımla oynarken yanıma geldi. beni
çağırdı, yanına gittim, bana ne yapacağını bilmiyordum. elimden yakaladı
ve beni kapıda bekletti. soluğum kesilmişti, nefesim yerine geldiğinde,
biraz su aldı ve yüzümle başımı bu su ile ovdu. daha sonra beni eve
aldı. evde ensâr`dan birtakım kadınlar hazır bulunuyordu. bunlar bana:
"hayır ve bereket üzere geldin, hayırlı kısmet getirdin!", dediler.
annem beni bu kadınlara teslîm etti. bunlar da benim kılığımı,
kıyâfetimi düzlediler ve resûlullah'a teslîm ettiler. ensâr kadınları
beni resûlullah`a takdîm ettiklerinde ben 9 yaşında bir kızdım.”
(kaynak:
http://hadis.ihya.org/buhari/konu/955.html ve
http://1.bp.blogspot.com/…kwfrbuyos/s1600/aise1.jpg)
yine aişe'nin, muhammed el- buhari'nin sahih- i buhari'de aktardığı
başka bir hadise göre: “ben henüz mekke’de, sokakta oyun oynayan bir kız
iken muhammed'e kamer sûresi âyeti nâzil oldu.” (kaynak:
http://tr.wikipedia.org/wiki/aişe_bint_ebu_bekir)
bir başka hadis şöyledir; ”resul- i ekrem'in yanında iken oyuncak
bebeklerle oynardım. emsallerim(ve arkadaşlarım) oynamak için bana
geldiklerinde resul- i ekrem'den çekinirlerdi, fakat resul- i ekrem bana
geldikleri için sevinirdi. bir gün resul- i ekrem bana:
'bunlar(oyuncaklar)nedir?' diye sordu. ben: 'bunlar benim kız
çocuklarımdır' dedim.” (gazali,ihyau' ulumiddin 1975,c.2,s.693) diğer
bir hadis ise şöyledir; "benim kızlardan birtakım ahbaplarım vardı.
onlarla kızlara ait oyun oynardık. biz oyun oynarken (muhammed) eve
gelirse oyun arkadaşlarım saklanırlardı. çok defa resul- i ekrem bu kız
arkadaşları benimle oynasınlar diye beni gönderirdi." (sahih- i
buhari,hadis no:2003,c.12,s.152- 153;ayrıca sahih- i buhari,c.3,s.60 ve
sahih- i buhari,c.8,s.105) araştırmaların sonuçları ise şöyle
demektedir; “hz. aişe’nin hz. peygamber ile evlilik yaşı konusundaki
tartışmaları maddeler halinde verip, her bir madde içinde; bu görüşlerin
eleştirilerini yaptıktan sonra, kendi görüş, değerlendirme ve
cevaplarımızı da aynı madde içinde belirteceğiz. mevlana şibli “asr- ı
saadet” isimli eserinde; hz. aişe’nin doğum tarihi ile ilgili bilgilerin
güvenilir olmadığından hareketle evlilik yaşını tespit etmeninde mümkün
olamayacağını, dolayısıyla rivâyetlerde belirtilen yaşın, kuşkulu
olduğunu söylemiştir. aynı görüşe rıza savaş’da katılmaktadır. ıslam
tarihi kaynaklarında, hiçbir sahabînin doğum tarihi konusunda net bir
bilgi yoktur. “asrı saadet” isimli esere yaptığı (ilave) açıklamalarda
ö. rıza doğrul’un da belirttiği gibi, o dönemde, bugünkü gibi nüfus
daireleri yoktu ve kimsenin doğum kaydı yapılmıyordu. nitekim günümüzde
bile, özellikle kırsal kesimde, doğan çocukların doğum kaydı
yapılamamakta, çocukların ailelerine çocuğun yaşı sorulduğunda, tarih
olarak “ekinler biçildiği zamanda, narlar kızardığında, bir kış günü
veya şu önemli olay olduğunda doğdu” şeklinde cevaplar alınmaktadır. o
dönemde bütün sahabilerin yaşları, genelde ölüm zamanındaki yaşlarına
göre hesaplanıyordu. bu ilkeden hareketle, hz. aişe’nin vefat
tarihinden, yaşı çıkarıldığında yaklaşık olarak doğum tarihi
bulunabilir. ıslam tarihçileri, hz. aişe’nin vefat tarihi olarak genelde
h. 58 yılını, vefatı sırasındaki yaşı olarak da 66 yaşını
vermektedirler. bir kısmı, vefat tarihi olarak h.56- 59'u, vefatı
sırasındaki yaşı olarak da 65- 67 yi belirtseler de, çoğunluğu birinci
görüşte müttefiktirler. böylece hz. aişe’nin vefat esnasındaki yaşından,
vefat tarihini çıkardığımızda (66- 58=8) hicret sırasında hz. aişe’nin
yaşının 8 olduğu ortaya çıkar. hicretten bir yıl sonra evlendiğine göre
ise evlilik yaşı 9 olacaktır. ıbn kesir bu yaşta evlendiği konusunda
hiçbir ihtilafın(anlaşamamazlığın) olmadığını belirtir.” (yazar: mehmet
azimli (yrd. doç. dr. dicle üniversitesi ilahiyat fakültesi) kaynak:
islami araştırmalar, cilt 16, sayı 1/2003, detaylı bilgi:
http://www.bilimfelsefedin.org/?p=144)
bir çok islam araştırmacısı hz.aişenin evlendiğinde 7- 8 yaşlarında
olduğu konusunda hemfikirdir ancak o zamanki çağlarda kız çocuklarının
daha çabuk ergenliğe ulaştığını savunmaktadırlar. bu konu
araştırıldığında ise karşımıza şu bilgiler çıkmaktadır; bugün suudi
arabistan'da kız çocukların ilk adet görme yaşına dair elimizdeki
araştırma bu yaşın günümüzde ortalama 13.05 olduğunu söylüyor. (kaynak:
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/15573847)
işin daha ilginci 20 yıl önce suudi arabistan'da kızların ilk adet
görme yaşı günümüzden biraz daha yüksekti. yani 13.22 bu anlamda kız
çocukları git gide daha erken bir dönemde adet görmeye başlıyorlar.
aşağıdaki görsel suudi arabistan'da günümüzdeki ortalama düzenli adet
görme yaşını (ilk adet görme yaşı değil) gösteriyor. buna göre 9, 10
veya 11 yaşında düzenli adet gören kız çocukların sayısı sıfıra çok
yakın iken 12 yaşındaki kız çocuklarda düzenli adet görülme oranı %10'un
bile altındadır. 13 yaşındakilerin sadece %20'sinde adet görülürken 14
yaşında düzenli adet görenlerin oranı %35, 15 yaşında düzenli adet
görenlerin oranı ise %50'dir. yani 15 yaşındaki kızların ancak yarısı
düzenli adet görmektedir. (bakınız aşağıdaki tablo) unutmamalı ki kız
çocukların ilk gördükleri adetler çoğunlukla vücuttaki hormon
düzenlenmesi ile ilgili olup bu adetler yumurtasız gerçekleşir, yani
üremeye hizmet etmez. (ilgili tablo:
http://g1210.hizliresim.com/12/s/f7gxb.png)
benzer bulgulara fransa, abd, almanya gibi ülkelerde de
rastlanılmıştır. ılk adet görme yaşının günümüzde giderek daha erken bir
yaşta olmasının sebebi günümüzde yaşam, sağlık ve beslenme şartlarının
git gide iyileşmesidir. şu aşağıdaki tabloda da ülkelerin ve yılların
karşılaştırmasını okuyabilirsiniz. (ilgili tablo:
http://g1210.hizliresim.com/12/s/f7gzr.jpg)
örneğin fransa'da son 200 yıl içinde ortalama ilk adet görme yaşı 1840
yılında 15,3 iken bu rakam düzenli bir şekilde inişe geçmiş ve günümüzde
fransa'da kız çocukların ilk adet görme yaşı 12.4'e inmiştir. (ilgili
tablo:
http://g1210.hizliresim.com/12/s/f7gwh.gif)
bu anlamda antik çağlarda kız çocukların günümüzden daha erken bir
dönemde ilk adetlerini gördüğü bir safsata ve kandırmacadır. (kaynak 1:
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/15573847 kaynak 2:
http://www.mum.org/menarage.htm kaynak 3:
http://thesocietypages.org/…- at- first- menstruation/ kaynak 4:
http://ipac.kacst.edu.sa/edoc/ebook/1652.pdf)
ve bilindiği gibi hz. aişe’nin çok istemesine rağmen hiç çocuğu
olmamıştır, bir kaynak bu konu hakkında şöyle der; “çok istemesine
rağmen asla çocuk sahibi olamamıştır. hamile bile kalamamış. buna da
eğer ciddi bir kaza veya hastalık geçirmediyse ancak iki şey sebep
olabilir. 1- doğuştan gelen genetik bozukluk. 2- çocuk yaşta cinsel
ilişkiye zorlanma sonucu cinsel organ ve rahimde oluşan kalıcı hasarlar.
birincisi birkaç bin vakada bir görülebilecek bir hadise iken ikincisi
gerçekleştiği takdirde sonuçları neredeyse garanti edilecek ve akla en
mantıklı gelen cevaptır.” (kaynak: (bkz:
#30508402)) hz. muhammed 47 yaşındayken neden 7 yaşında bir kız çocuğuyla evlenmiştir?
-
cahilliye döneminde kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. bu
dönemde sağ kalan kız çocuklarının yaşı sayılmıyor, ancak kadın olduktan
sonra (adet gördükten sonra) yaşını saymaya başlıyordu. o halde
ortalama 9- 10 yaşında adet gören hz. aişe’nin 10+6=16 yaşında
nişanlandığını, 10+9=19 yaşında da evlendiğini gösterir.
-
sözkonusu kamer süresinin âyeti 614 yılında ibn erkam’ın evinde iken
nazil olmuştur. hz. aişe “ben henüz mekke’de, sokakta oyun oynayan bir
kız iken” dediğine göre o tarihte 7- 8 yaşlarında bir kız olması
beklenir ki evlendiğinde en az 16- 17 yaşında demektir.
- şimdi de hz. aişe’nin sanıldığından çok daha büyük olduğunu ispatlayalım;
*risâletin
ilk günlerinde müslüman olanların isimleri sıralanırken, ablası esmâ
vâlidemiz’le birlikte âişe vâlidemiz’in adı da zikredilmektedir. dikkat
çekici olan bu zikrin, hz. osmân, zübeyr ibn avvâm, abdurrahmân ibn avf,
sa’d ibn ebî vakkâs, talha ibn ubeydullah, ebû ubeyde ibn cerrâh ve
erkam ibn ebi’l- erkam gibi ‘sâbikûn- u evvelûn’ tabir edilen en
öndekilerin hemen arkasından; abdullah ibn mes’ûd, ca’fer ibn ebî tâlib,
abdullah ibn cahş, ebû huzeyfe, suhayb ibn sinân, ammâr ibn yâsir ve
habbâb ibn erett gibi isimlerden de önce gerçekleşiyor olmasıdır. demek
ki âişe vâlidemiz, o gün küçük de olsa ‘irade’ beyanında bulunabilecek
bir çağda ve ilk müslümanlar arasında yer alabilecek bir durumdadır.
*ablası
esmâ vâlidemiz’in konumu da bu kanaati güçlendirmektedir; zira onun, on
beş yaşında iken müslüman olduğu ve 595 yılında dünyaya gelmiş olduğu
bilinmektedir. bütün bunlar, risâletin ilk yılı olan 610 tarihini
göstermektedir. demek ki âişe vâlidemiz, yaşı küçük olmasına rağmen 610
yılında müslüman olmuştur. bunun için o gün onun, en azından beş, altı
veya yedi yaşlarında olması gerekir ki, on üç yıllık mekke hayatıyla en
az yedi aylık medine günleri de bu tarihe ilave edildiğinde onun, allah
resûlü ile evlendiği gün –risâletten beş yıl önce dünyaya gelmiş olma
ihtimalini esas alacak olursak- en azından on sekiz yaşında olduğu
sonucu ortaya çıkmaktadır.
*âişe vâlidemiz’in mekke yıllarıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralar da bunu destekler mahiyettedir. mesela:
a)
risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas
olarak kabul gören fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi mekke’de
dilenirken gördüğünü söylemesi;
b) mekke’nin en sıkıntılı
günlerinde allah resûlü’nün sabah- akşam kendi evlerine geldiğini ve bu
sıkıntılara dayanamayan babası hz. ebû bekir’in de habeşistan’a hicret
teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması;
c) ilk
defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha
sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine
iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi;
d) "biz isâf ve
nâile’yi, kâbe’de cürüm işlemiş ve bu sebeple allah’ın kendilerini taş
haline getirdiği cürhümlü bir adamla kadın olarak duyup dururduk."
gibi
ifadelerle ilk günlerle ilgili nakillerde bulunması gibi daha pek çok
hâtırat, daha ilk günlerden itibaren onun, gelişmeleri takip edebilecek
bir çağda olduğunu ifade etmektedir.
*efendimiz’le izdivacı söz
konusu olduğu günlerde âişe vâlidemiz’in, mut’im ibn adiyy’in oğlu
cübeyr ile sözlü oluşu da bu kanaati güçlendirmektedir. burada ayrıca
dikkat çeken husus, söz konusu teklifin, havle binti hakîm gibi aile
dışından birisi tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır. açıkça bu onun,
o gün evlilik çağına gelmiş ve evlendirilebilecek genç bir kız olduğunu
ifade etmektedir.
*âişe vâlidemiz’in anabir kardeşi olan hz.
abdurrahman ile arasındaki yaş farkı da ipucu sayılabilir. bilindiği
gibi hz. abdurrahman, hz. ebû bekir’in büyük oğludur ve ancak
hudeybiye’den sonra müslüman olacaktır. bedir’de, babasıyla
karşılaşmamaya özen gösteren de odur ve o gün abdurrahman, yirmi
yaşındadır. buna göre o, 604 yılında doğmuş olmalıdır. kardeşler arası
yaş farkının genelde bir veya iki olduğu bir toplumda, ağabeyi 604
yılında dünyaya gelen bir kardeşin 614 yılında doğması ve tabii olarak
iki kardeşin arasında on yaş gibi bir farkın meydana gelmiş olma
ihtimali çok zayıftır ve bunu destekleyen herhangi bir delil de
bulunmamaktadır.
görüldüğü gibi buhari’nin hadisi hariç 9 yaşında
evlendiğine dair hiçbir kanıt yoktur. hadisi kesin doğru kabul etsek
bile ilk paragrafta neden öyle dediğini açıklamıştım.
87 -
islamiyetten önceki arap mitolojisi araştırıldığında mekke’de bulunan
360 adet puttan en bilinenleri ay tanrısı olan al- ilah ve 3 kızı al-
lat, al- uzza ve al- manat’tır. bu al- ilah’ın kızları kur’anda da
geçer. (bkz: necm:19 ve soru 43) hatta hz. muhammed’in babasının adı da
“abdullah”tır yani “abd al- ilah” bu da al- ilah’ın kulu anlamına
gelmektedir. buradan hz.muhammed’in ailesinin de ay tanrısı olan al-
ilah’a taptıklarını anlayabiliriz. “british müzesinde babil bölümünde
bölüm b de 3- 4 heykel ve onların önünde 1 heykel şeklinde heykeller
vardır. arkadaki 3- 4 heykel ellerini müslümanların dua ederken
açtıkları gibi açmış önlerindeki "ay tanrısı" na dua ediyorlar bunun
ismi al- ilah. al- ilah ın kızları al- lat, al- uzzat, al- manat ta bu 3
yıldız olarak simgeleniyordu.” (kaynak: the archeology of world
religions, jack finegan, 1952, p482- 485, 492) (görsel:
http://www.bible.ca/islam/islam-
hazor1.gif) müslümanların dua ediş şeklinde ellerini hafif kapatarak
açmış ay tanrısı al- ilah'a dua ediyor. aşağıdaki görselde ise al-
ilah'ı simgeleyen bir adam ve islamiyetin sembolü hilal görünmektedir.
(görsel:
http://www.bible.ca/…slam/islam-
babylonian- moon.gif) bulunan diğer heykellerin de al- ilah’a dua
ederken aynı müslümanlar gibi ellerini havaya açtıkları görülmektedir.
(görseller:
http://www.bible.ca/…islam- hazor- hands- worship.gif,
http://www.bible.ca/…slam- hazor- hands- worship2.gif,
http://www.nccg.org/islam/hazor4.gif)
islamiyetin sembolünün hilal olması ve her caminin minaresinde hilal
sembolünün bulunması ise al- ilah’ın ay tanrısı olmasıyla bir bağlantısı
olabileceği konusunda soru işaretleri oluşturmaktadır. ışte eski
mısırlıların "sin" adını verdiği (bkz:
ya sin sûresi)
ve eski putperest arapların ise "al- ilah" adını verdikleri ay tanrısı
al- ilah ve onun 3 kızı al- lat, al- uzza, al- manat (bkz: necm:19- 20)
(görsel:
http://www.bible.ca/…m-
babylonian- 2100bc- nannar.jpg) “araplar islamiyet öncesi dönemde kabe
deki 360 tane put arasından en yükseği, en güçlüsü olarak ay tanrısını
görüyor ve buna al- ilah (en güçlü ilah) şeklinde ellerini iki yana
açarak dua ediyorlardı. yani arapça da "ilah" olan tanrı kelimesi
islamiyetle beraber "allah" a dönüştürüldü.” (kaynak: southern arabia,
carleton s. coon, washington, d.c. smithsonian, 1944, p.399) “çeşitli
arap kabileleri aslında bu ay tanrısına değişik adlar veriyordu
bunlardan bazıları "sin", "hubal" ve kureyş te al- ilah. dil bilimciler
"allah" kelimesinin "al- ilah" tan türediğini söylerler.” (kaynak: islam
muhammed and his religion, arthur jeffery, 1958, p 85, muhammad at
mecca, w. montgomery watt, 1953, p 23- 29) “"allah" kelimesi
islamiyetten önceki arap yazıtlarında bulunmuştur.“ (kaynak:
encyclopedia britannica, i:643) “islamiyet öncesi bazı putperestlerin
ilginç gelenekleri vardı bunlar ramazan dedikleri ayda 1 ay oruç
tutarlar, mekke ye hacca gidip kabe’nin etrafında 7 kez dönerler, "kara
taş" ı kutsal sayar onu öper ve günde 4 veya 5 vakit namaz(salat)
kılarlar şeytan taşlarlardı. tabi bunlar kur’an da da bulunur.” (kaynak:
is allah the same god as the god of bible?, m. j. afshari, p 6, 8- 9,
islam, beliefs and observances, caesar e. farah) “ay tanrısını ifade
eden "al- ilah" kelimesi islamiyet öncesi dönemde arap şiirlerinde
yaygın olarak kullanılıyordu.” (kaynak: encyclopedia of islam, eds.
lewis, menage, pellat, schacht; leiden: e.j.brill, 1971, iii:1093)
müslümanlar neden putperestlerin al- ilah’a dua ettikleri gibi allah’a
dua ederler? ay tanrısı olan al- ilah’ı simgeleyen ay neden islamın da
simgesidir ve tüm minarelerin üstünde ay simgesi bulunur? allah’ın adı
neden al- ilah a bu kadar çok benzemektedir? allah kendisine isim
seçerken ay tanrısı olan al- ilah tan mı esinlenmiştir?
- allah
inancı islam öncesi diğer hak dinlerden geliyordu. islam dininin ilk
geldiği dönemde ibrahim dininden gelen “hanef” dini de bu ortamda
bulunmaktaydı. bunlar dinlerini dejenere etseler de ibrahim’in dininden
gelen birçok ibadeti ve inancı korumayı başarmışlardı. o yüzden islam
öncesinde de allah inancı ve hac, namaz, oruç gibi ibadetler de bozulsa
da hala mevcuttu. dolayısıyla islam geldiğinde bu kavram ve ibadetleri
onlardan almamış, aksine onları ilk defa insanlara buyuran allah,
hataları düzelterek tekrar hz. muhammed vasıtasıyla tüm insanlara
emretmiştir.
- ay tanrısı arkeolojik bulgularda “sin” olarak geçer.
allah (el- ilah) kelimesinin ay tanrısı olduğu iddiasını destekleyecek
hiçbir kanıt yoktur. buna rağmen bu tarz iddialarda birkaç resim koyup
altına böyle bir yorum yazarak ay tanrısının allah olduğunu iddia
ederler.
- camilerin tepesine ay sembolü konması peygamberimizin
döneminde kullanılan bir sembol değildir. hatta halifeler döneminde de
kullanılmamıştır. bu adeti ilk yapanlar emeviler de olmamıştır. bu adet
ilk defa araplar tarafından değil, türkler tarafından uygulanmıştır.
alparslan 1064'te ani'yi fethedince camiye çevrilen katedralin
kubbesindeki büyük haç indirilip yerine büyük bir hilal konulmuştur. ve
bundan sonra bu uygulama gelenek haline gelmiştir.
- allah kelimesi
“el- ilah”tan gelir. “el” takısı ingilizcedeki “the” gibidir. allah (el-
ilah) “the god” anlamına gelir. yani allah el- ilah belli bir ilahtır.
bu kelime sadece arap dilinde yoktur. arapçanın mensubu olduğu sami
dillerinde de bu kelime vardır. örneğin ibranice’de “elohim” ( tanrı)
kelimesi bu kökten gelir. ayrıca yine aynı dil ailesinden gelen ve
hz.isa’nın ana dili olan aramicede de aynı kelime vardır. hem de
arapçadaki “ilah” kelimesiyle aynı kelimedir. okunuşu da aynıdır.
bu
konuda aramice bir sözlüğe ulaşamayanlara bir filmi kaynak olarak
gösterebiliriz. mel gibson’un yönettiği “passion” filminde, konu
orijinali gibi olması için o dönemde konuşulan diller seçilmiştir.
filmde, isa rolünde oynayan kişi de aramice konuşmaktadır. bu filmde bir
çok yerde tanrı kelimesi kullanırken aramice “ilah” şeklinde telaffuz
edilir. ( bu filmi seyretme imkanı bulunanlar, hz. isa rolündeki kişinin
çarmıha gerildiği sahnede, aramice allah’a dua ederken “ilah” diye
seslendiğini duyabilirler, yine benzer bir şeyi yahudi rolündeki kişinin
hz. isa’yı sorgularken, “sen allah’ın oğlu musun?” diye sorarken, yine
aramice “ilah” kelimesini söylediğini duyabilirsiniz.”) eğer el- ilah ay
tanrısıysa, hz. isa’da bu tanrıya inanıyordu. ona bu isimle dua
ediyordu. böyle bir şey söz konusu değildir. hz. muhammed’in seslendiği
allah ile hz. isa’nın seslendiği allah aynıydı. ve o her şeyin
yaratıcısı olan eşi ve benzeri olmayan yüce allah’tır.
allah kuran’da insanları aya güneşe değil sadece allah’a tapmaları gerektiğini şöyle vurgulamaktadır:
gece,
gündüz, güneş ve ay o'nun âyetlerindendir. siz güneşe de, aya da secde
etmeyin. allah’a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. eğer o'na
ibadet edecekseniz. (fussilet 37)
88 - azhab sûresi 56. âyeti
şöyledir; “şüphesiz allah, (rahmeti ve nimetleriyle) ve melekleri (de
onun bağışlanması için dua ederek), peygambere salât ve selamda
bulunurlar. ey iman edenler! siz de ona salâvat getirin, ona tam bir
bağlılıkla selam verin. (kendisine bağlılığınızı bildirin)” allah kendi
yarattığı hz. muhammede salât mı eder?
- allah bu âyette
peygamberi hz. muhammed’in kendi nezdinde ve yüce varlıklar olan
melekler katında üstün bir makamı olduğunu bildiriyor. kendisinin hz.
muhammed (s.a.v.) ı övdüğünü, meleklerin de onun için duada
bulunduklannı bildiriyor ve yeryüzünde yaşayan biz insanların da onu
övmemizi emrediyor.
âyette "salât" kelimesi geçmektedir. bu
kelime, allah’a isnad edildiğinde 'rahmet", meleklere isnad edilginde
"dua ve af dileme" anlamına gelmektedir.
nitekim allah aynı
sûrenin 43. âyetinde “sizi (nefsinizin kalbini), karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için, üzerinize salâvât (vasıtasıyla nur) gönderen, o
ve o'nun melekleridir ki o, mü'minlere rahîm(dir). (rahîm esmasıyla
tecelli eden).” diyerek cenab- ı hakk’ın kendi kullarına da salat ettiği
yani rahmet ettiği bildiriliyor.
89 - nur sûresi 2. âyet
şöyledir; “zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz değnek
vurun. allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, allah’ın
koyduğu cezayı uygulama konusunda bunlara acıyacağınız tutmasın.
müminlerden bir gurup bunlara uygulanan cezaya tanıklık etsin.” kur’anı
kerim de binlerce tür suçun cezaları belirtilmemişken, allah neden bazı
şeylerin cezalarının insanlar tarafından bu dünyada verilmesini
emretmiştir. milyarlarca galakside bulunan milyarlarca gezegeni yaratan
allah, neden böyle basit şeylerle uğraşmaktadır? bu dünyada işlenen
suçların cezasını ahirette allah vermeyecek midir?
- allah bakara
sûresi 178. âyette “kısas” hükmünü vererek çoğu suçun cezasını
belirlemiştir aslında. zina edenin suçu kısasla ödenmeyeceğinden onlara
da bu cezayı uygun görmüştür. insanlar tarafından verilmesinin nedeni,
değnek vurulan kişinin topluluk içinde cezasını çekmesinden mütevellir
onu utandırmak ve cezanın caydırıcılığını arttırmaktır.
- insanlığa
gönderilen bir kitapta, insani bir durumun “basit” diye addetmek çok
saçmadır. allah günahkar kullarını hem bu dünyada hem de ahirette
cezalandırır. bunu âyetlerde de bildirmiştir. (hud 32, al- i imran 56,
araf 165, hud 81,82, tevbe 70, hac 42- 45, furkan 38, kaf 14, necm 50-
53, fecr 13- 14, araf 130)
90 - islam dininde neden kadınlar
ikinci plandadır? miras bölüşülürken neden erkeğe 2 kadın hakkı verilir?
(bkz: nisa:11) neden iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine
denktir? (bkz: bakara:282) neden erkekler birden fazla kadınla
evlenebilirken kadınlar birden fazla erkekle evlenemezler? allah kadın
ve erkekleri birbirlerine eş olsunlar diye yaratmamış mıdır? kur’anda
neden hep erkeklere hitap edilir? neden kadınlar muhatap alınmayarak
“kadınlarınıza söyleyin” ile başlayan âyetler vardır? cennette erkeklere
“göğüsleri yeni tomurcuklanmış eşler” (bkz: nebe:33) vadedilirken,
kadınlara neden birşey vadedilmemiştir?
- islamiyet’ten önce
kadının hiç değeri yoktu. araplar, kız çocuklarını diri diri
gömüyorlardı. kâbe etrafında bile kadınlar çıplak dolaşırlardı.
müslümanlık gelince bu kötü âdetler son bulmuştur. hür dünya dedikleri
ülkelerde ve islam ülkeleri denilen arap ülkelerinde denilerek, kadınlar
da, fabrikalarda, tarlalarda, ticarette, erkekler gibi çalışıyorlar.
çoğunun evlendiklerine pişman oldukları, mahkemelerin boşanma davaları
ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmektedir.
-
müslümanlıkta kadın sultandır. dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe
de çok mesuliyet yüklemiştir. islamiyet’te kadın ev içinde ve dışında
çalışmak, para kazanmak zorunda değildir. evli ise erkeği, evli değilse
babası, babası da yoksa, en yakın akrabası çalışıp onun her ihtiyacını
karşılamaya mecburdur. kendisine bakacak hiç kimsesi bulunmayan kadına,
devletin yardım sandığı bakmalıdır. islamiyet’te geçim yükü erkek ve
kadın arasında paylaştırılmamıştır. bir erkek, hanımını tarlada,
fabrikada veya herhangi bir yerde çalışmaya zorlayamaz. eğer kadın
isterse ve erkek de razı olursa, kadın kendine uygun bir işte
çalışabilir. fakat, kadının kazancı kendisinindir. müslüman kadının ev
işi yapması bir ihsandır, çok sevaptır. yapmazsa, günaha girmez. zorla
yaptırılamaz. resulullah efendimizin zamanından bugüne kadar, müslüman
kadınlar bu ihsanı yapmıştır.
- dinimizin ıslah edip düzelttiği
müesseselerden birisi de "miras" hukukudur. başta cahiliye dönemindeki
araplarda olmak üzere çin, roma, japon hukukunda kadın mirastan tamamen
mahrum bırakılmıştı. kızın, babasının malında hiçbir hakkı yoktu. miras
doğrudan doğruya erkek evlada geçer, kız çocuklarına hiçbir şey
verilmezdi. işin acı tarafı şu ki, bu batıl adet hala ülkemizin bazı
bölgelerinde yaşamaktadır. erkek çocuklar mirasla servet ve varlık
içinde yüzerken, aynı babanın çocuğu olan kızlar fakr- u zaruret içinde
çırpınmaktadır. birçok hayati meselelerde olduğu gibi, bunda da köklü
değişiklikler yapan ve yenilikler getiren dinimiz asırlar boyu devam
eden bu zulme son verdi.
- islamın çizdiği hayat prensibine göre,
kızın çalışıp kazanma mecburiyeti yoktur. o tüketici durumundadır. bu,
ona layık görülen bir şefkat ve merhametin neticesidir. kız, baba evinde
bulunduğu müddetçe ihtiyaçları babası ve onun yerindeki yakın erkek
akrabaları tarafından karşılanır, gözetilir, himaye edilir. evlendikten
sonra da geçimi, nafakası ve ihtiyaçları kocasının üzerine geçer. kadın,
kendi malını, evin ihtiyaçları için harcamaya zorlanamaz.
-
kadın evlenirken erkekten mehir alır, bölgenin adetine göre pek çok
hediyeye sahip olur. erkek devamlı sûrette harcarken, kadının malı
artarak devam eder, çoğalır. erkek evlendikten sonra üzerine aile yükü
binecek, kendisinin, çoluk çocuğunun, hatta anne- babası ve muhtaç
oldukları takdirde dinen bakmakla mükellef olduğu akrabalarının
nafakalarını karşılamak durumunda kalacaktır.
- kadının birden
fazla evlenmesi fıtratına (yaratılışına) uygun değildir. hamilelik ve
hayız gibi zamanlarda, kadın kocasının cinsel isteklerine karşılık
veremediği için, erkekler açısından bu durum daha da zor olmaktadır.
dört erkeğin harama girmeden bir kadını paylaşması mümkün
görülmemektedir. erkeklerin fıtratı da bu durumu kabul etmeye müsait
değildir. kısacası hem erkeklerin hem de kadınların fiziki ve ruhi
yapıları, bir kadının aynı anda birden fazla erkekle evli bulunmasına
uygun değildir. ki zaten kur'an- ı kerim bize öncelikle tek eşliliği
tavsiye etmektedir. ancak şartlar gereği birden fazla evliliğin gerekli
olduğu durumlarda adaletli olmayı emretmektedir. diğer taraftan erkeğin
uzun müddet yaşlılık yıllarına kadar cinsel arzusunun devam etmesi,
kadının hem arzularının erken kesilmesi hem de ayın belli zamanlarında
adet halinde olması ve bazen hamile kalarak uzun müddet cinsel ilişkiye
girememe gibi durumlar dikkate alınınca, olayın boyutları daha iyi
anlaşılacaktır.
- bir kadın ve erkeğin birleşmesinden meydana
gelen çocuğun annesi bellidir; fakat babası belli olmasa nesiller
karışır. şâyet bir kadın birkaç erkekle evlilik yapsa o zaman doğan
çocuğun kime isnat edileceği belli olmaz. düşünün bir kadının dört tane
kocası var. hepsi de kadınla yakınlık kuruyor. doğacak çocuk kime ait
olacak. anne bir baba dört tane.
- “… ve onlara (cennetliklere)
orada (cennette) temiz eşler vardır.” burada anlatılmak istenen cennette
kadın- erkek herkesin evli olması, temiz eşlere sahip olmasıdır ve
cinsiyetsiz bir cümledir !
- şahitlikte mesele kadının
yaratılışı ile doğrudan alakalıdır. onun psikolojik yapısının bir
gereğidir. kadının esas mizacı heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. bunun
için düşünceler, aklından çok kalbine işler, tesirleri de o şekilde
gelişir. hadiseler karşısında pek tarafsız kalamaz. merhamet ve şefkat
tarafı ağır bastığından hadiselere sezgisiyle yaklaşır. bu
hususiyetlerinden dolayı kur'an, "kadınlar unutabilirler, onun için
şahitlikte onlara bir yardımcı verilmeli" diyor. islamiyet şahitlik
meselesinde kadına erkek kadar bir mükellefiyet yüklemeyip, iki kadının
şahitliğini, bir erkeğe denk tutmakla onun hakkını zayi etmemiş, aksine
onu korumuş, bir günaha düşmesini önlemiştir. çünkü şahitlik büyük
mesuliyet gerektiren bir iştir, ağır bir vazifedir.
- islamiyet
kadını büyük günahlara düşmekten korumuş, onun bazı zaaflarına kapılıp,
heyecanlanarak yahut hissi davranarak yalancı şahitlik gibi bir günaha
girmesine mani olmuştur. yanına bir yardımcı kadın vererek bunun
tedbirini almıştır. işte bundan dolayı bazı şahitliklerde iki kadın bir
erkek yerine geçmektedir.
- bazen kadınlar şahitlik yapacağı
meselede kıskanç davranabilir, rekabet hissi baskın gelebilir. bunun
için hadisenin bazı taraflarını gizleyerek, adaletin tecellisine gölge
düşürebilir. fakat iki kadın şahitlik yaparsa, birisinin gizlediğini
öbürü açığa vurarak şüpheler ortadan kalkmış olur. islam hukuku, zina,
içki ve hırsızlık gibi had cezalarını gerektiren suçlarda ve kısas gibi
cezalarda kadını muaf tutmuş, onun şahitliğini kabul etmemiştir. bu
davalardan zina cezasında dört erkeğin, diğerlerinde ise iki erkeğin
şahitliğini esas almıştır. alış- veriş, ticaret, nikah, talak gibi
muamelata giren davalarda ise iki erkek yoksa, bir erkekle iki kadının
şahitliğini şart koşmuştur. fakat erkeklerin vakıf olamayacağı,
bekaretin tespiti, doğum anında anne ve çocukla ilgili vuku bulacak
hallerde, süt kardeşliğinin tespiti gibi meselelerde tek kadının
şahitliği de kafi gelmektedir. hatta, hz. ömer boşanma hadisesinde bile
bir kadının şahitliğini kafi görmüştür. çünkü şahitlikte asıl mesele
hakkın zayi olmaması, adalete gölge düşürülmemesi, hakkın tecelli
etmesidir. had cezalarında ve kısasta kadının şahitliğine müracaat
edilmemesinin bir hikmeti, bu çeşit meselelerde en ufak bir şüpheye
mahal verilmemesi hassasiyetidir. çünkü kısas gibi bir davada eksik bir
beyanla, bir hak zayi olabilecek veya bir insanın kısas edilmesi söz
konusu olacaktır. kadınlardaki unutkanlık ve hislerine mağlup olmak gibi
bir arıza bu meseleye gölge düşürebilir.
- ayrıca kuran’daki birçok
ayette allah kullarına direkt seslenmek yerine hz. muhammed’e “de ki”,
“onlara söyle” vs. şeklinde hitap etmiştir. bu sebepten “kadınlarınıza
söyleyin” ifadesi anormal karşılanmamalıdır.
91 - saffat sûresi
125. âyet şöyledir; “yaratanların en güzelini bırakıp ba’l (adlı puta)
mı tapıyorsunuz?” allah neden burada kendisini “yaratanların en güzeli”
diye tanımlamaktadır? allah’tan başka yaratıcı mı vardır?
- allah
bununla bize bu yaratıcı varlığı (insanı) yaratanın kendisi olduğunu ve
yaratabilen bir varlık yaratmanın yaratmada varılabilecek son nokta
olduğunu anlatmaktadır. insan yoktan var edemez, ama var olanı
kullanarak geliştirdiği ürünlere bakarsak ne denmek istendiğini daha iyi
anlarız. allah "yaratanların en güzelidir". çünkü o yaratabilen bir
varlık yaratmıştır. buradan da anlıyoruz ki yüce allah’ın amacı insanın
yaratıcı yönünü ortaya çıkarmaktır. bu âyet yüce allah’ın insanın
medeniyet kurmasını ve teknoloji/sanat/bilim geliştirmesini
amaçladığının bir göstergesidir.
- hayatının oldukça uzun bir
dönemini ateist olarak geçirdikten ve ateizmi savunan pek çok eserler
verdikten sonra, fikrini değiştiren ve “bir tanrı var” diyerek deizme
dönen ünlü ingiliz filozof anthony flew, yaşadığı dönüşümü anlattığı
kitabı “there is a god” adlı eserinde nobel ödülü sahibi george wald’ın
şu görüşüne yer vermekte ve buna katıldığını söylemektedir: “ıt is mind
that has composed a physical universe that breeds life, and so
eventually evolves creatures that know and create: science- , art- , and
technology- making creatures.” türkçesi: “fiziksel evreni yaratan bir
akıldır (tanrı’yı kastediyor), öyle ki sonunda bilen ve yaratan
varlıklar ortaya çıksın: bilim, sanat ve teknoloji geliştiren
varlıklar”. anthony flew, bir deist olarak tanrı’nın planını ve evrende
insan varlığının anlamını işte böyle kavrıyor: “yaratan bir varlık
yaratmak”.
son sözü de kuran’da "yaratanların en güzeli"
ifadesinin kullanılması için söyleyelim: bazıları kuran’ı peygamberin
uydurduğunu söylerler. bir adam düşünün, "allah’tan başka ilah yoktur"
diyerek putlara karşı bir mücadele başlatsın, allah’ın bir olduğunu
sürekli tekrar etsin ve kitabına (!) "yaratanların en güzeli" ifadesini
koysun. ben buna inanmam. sırf bu "yaratanların en güzeli" ifadesi bile
kuran’ın allah’tan olduğunun, hz. muhammed’in sözlerinden oluşmadığının
delillerinden biridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder