CENNETTEN KOVULAN YILAN Hz. Adem ve Havva anamız, cennette iken şeytan onları kandırmak için çeşitli hileler düşünür.Şeytan cehennemde durmaktadır. Şeytan, insanoğlunun kendisinden üstün olduğunu hazmedememektedir.Bunun içinde ne yapıp edip, Hz.Ademe ve Havvayı günah işletmeye çalışacaktı.Bunun içinde cennette bulunan yasak meyveden onlara yedirerekten günahkar olmalarını sağlayacaktı.Fakat öncelikle cennete geçmesi gerekiyordu.Bu hiç kolay değildi.Çünkü cennetin kapısında bekçilik yapan yılan vardı.Ne yapıp edip yılanı kandırması gerekiyordu.Şeytan,bütün gücünü ve kandırıcılığını kullanaraktan yılanı ikna etti.Yılan şeytanı sırtına alarak, sürünerekten gizlice cennete soktu.Böylelikle şeytanın cennete girdiğini kimse görmemiştir. Şeytan planının ilk aşamasını gerçekleştirmiştir artık.Şimdi ise Hz.Ademe yasak elmayı nasıl yedireceğini düşünmektedir.Hz.Havva anamızı kandırarak bir kez daha başarılı olur.Böylelikle Hz.Ademe yasak meyvelerden yedirir.Allah(c.c) bunun üzerine,hem şeytanı cennete sokan yılana,hemde Hz. Adem ve Havaya ceza verir.Hz Adem ve Havva yı cennetten kovarak şimdiki kabenin bulunduğu yere indirir.Yılanın cezasına gelince.Sürünerek şeytanı cennete soktuğu için,Allah(c.c.) ayaklarını yok ederve kıyamete kadar yılanın sürünmesini ister.Artık bütün yılanlar yürüyüşlerini terk eder ve bugünkü şekilleriyle sürünmeye başlarlar.Allah(c.c.) Hz.Adem ve Havva ya yaptığı gibi,yılanıda cennetten kovar. İşte,yılanıda bölgemizde bulunan Karadağın kuzey batısında, Adakale köyünün yakınında bulunan yılanlı delik mevkisine indirir.Burada soyları çoğalan yılanlar dünyanın her tarafına yayılırlar.Buradada renk-renk,boy-boy,kör ve her cinsten yılanlar bulunmaktadır.Yüce rabbimiz yılanların yaşaması için burayada özellik vermiştir.Buranın toprağı yumuşak,sulu,kışları ılık bir özelliği vardır.Bu yüzden binlerce yılan, burada yaşamını sürdürmektedir.Yöre halkı arasında buranın toprağından yalanırsa ve cilde sürülürse yılancık ve bir çok hastalığa iyi geleceği konuşulmaktadır.Arkadaşlarla,Kızıldağ(Kızıltepe) da gezerken, Hasan Sarıkaya bir yer gösterdi. ismet, burada kışın hiç kar durmaz.Toprağı devamlı ılık olur ve burada çok yılan olur derdi. Karadağın,her köşesi gizemli ve kutsal olduğu bu efsanelerlede ispatlanmış oluyor.
Asalar fantastik edebiyatın ve sihir dolu filmlerin vazgeçilmez
unsurudur. Film sektörünün esin kaynağı olduğu çok eski betimlemelerde,
mistik kişiliklerin çoğunda bir asa vardır.
Asasıyla
denizleri ikiye ayıran Hz. Musa, Elinde asasıyla beyazlar içinde
insanlara yardım eden Hızır, ilginç asalarıyla büyücüler, kurukafalarla
bezenmiş asalarıyla voodoo rahipleri, tüylerle dolu asalarıyla
Kızılderili şamanlar, ormanın derinliklerinde asasıyla gezen yaşlı bilge
Merlin, Antik Mısır’ın firavunları ve tanrı-tanrıçaları... Hepsinde bir
asa vardır ve bellidir ki bu asalar bir sır barındırır.
Eski
geleneklerin temel inançlarında doğa ve evren dört elementin
kombinasyonları ile oluştuğu bilgisini görürüz. Ateş, hava, su ve
toprak. İşte bu dört element doğanın özünü oluşturur ve doğanın
unsurlarına sahiptir. Doğanın ötesinde ayrıca bu dört element nesnelerle
ve insanlarla temsil edilir. Her bir elementin bir yönü ve temsil
edildiği bir araç vardır. Kısacası bu dört elementin tesirlerini eski
geleneklere göre her yerde görebilirsiniz. O yüzden dolayıdır ki eskiler
bu dört elementin “bilinçlerine” saygı duyarlar ve onları yardım için
çağırırlardı. Bu çağırımlar daha çok kozmik sınırları çizmek içindir.
Element invokasyonu (element çağırımı) alemleri ayırmada, kişiyi
korumada ve kutsamada kullanılırdı. Elementler çağırılarak kişi kendini
maddi dünyadan ayırır, dört yönün güçlerini çağırır (Her element bir
yöne tekabül eder), bu elementlerin oluşturduğu çemberle korunur,
element enerjilerini nesnelere yükleyip, elementlerin o nesneleri
kutsaması istenirdi. Kısacası yaratımın ve ritüelistik çalışmaların
temelini oluştururdu. Hiçbir ritüel elementlere saygı ve onların
çağırımı olmaksızın başlamazdı.
Keltlerde ise her
bir element ayrı bir diyar olarak benimsenirdi. Rüzgar krallığı, Alev
krallığı, Deniz krallığı ve taş krallığı. Her birini yöneten bir
tanrısal varlık olduğu ve her birinin manevi alemlere açılan kapılar
olduklarına inanılırdı. Haliyle her bir krallıkta yaşayan varlıklarda
bulunurdu. Gnomlar denizkızları, semenderler, ejderhalar, ateş ördekler,
elfler, periler vb. Bu ara varlıklara da genellikle elemental doğa
ruhları (devalar) denmektedir.
Elementler ve Temsil Ettikleri
Yukarıda
da bahsettiğimiz gibi, her elementin doğanın düzeninde ve kişiliğimizde
temsil ettiği özellikler vardır. Hepsi bir yöne, bir renge tekabül eder
ve hepsinin negatif ile pozitif unsurları vardır.
Toprak
Toprak elementinin yönü kuzeydir. Rengi koyu yeşildir. (Bazı geleneklerde kahverengidir) Tabiatı soğuk ve kurudur.
Pozitif
unsurları ve sembolleri: gece yarısı, kış, şarap kadehi, davul,
törensel tuz, kristaller, mağaralar, dağlar, saygı duyma, dayanıklılık,
sahiplenme, bereket, verim, sabitlik, sorumluluk, kararlılık, başarı ve
yaşamda kararlı niyetlerdir.
Negatif unsuru ve
sembolleri: problemin çözümünde katı görüşler, isteksizlik, inatçılık,
vicdan eksikliği, tereddüt, depremler, toprak kaymaları, yıkıcılık,
yaşlılık, gazap, yok etme.
Ateş
Ateş elementinin yönü güneydir. Ateş elementinin rengi saf kırmızıdır ve tabiatı ılık ve kuru olarak düşünülür.
pozitif
unsur ve sembolleri: öğlen, yaz, hançer (kılıç) arındırma, güneş, kan,
şevk, değiştirici, tutku, cesaret, güç, liderlik, aydınlanma, kundalini
ateş.
Negatif unsurları ve sembolleri; nefret, kıskançlık, korku, öfke, ego, çatışma, şehvet yanardağ, yakıcı ateş.
Su
Su elementinin yönü batıdır. Su elementinin rengi saf mavidir ve tabiatı soğuk ve nemlidir.
pozitif
unsur ve sembolleri: günbatımı, sonbahar, su kadehi, kase, merhamet,
arp, huzurluluk, bağışlama, sevgi, sezgi, durgunluk, berraklık, aklın
barışı, akışa uyma, sanat.
Negatif unsurları ve
sembolleri: seller, sağanaklar, girdaplar, tembellik, ilgisizlik,
kararsızlık, duygusal kontrol eksikliği, emniyetsizlik, ani çıkışlar
Hava
Hava elementinin yönü doğudur. Hava elementinin rengi saf açık sarıdır. Tabiatı ılık ve nemlidir.
pozitif
unsurları ve sembolleri: gündoğumu, bahar, tütsü, kuş tüyü, değnek,
gong veya zil, bulutlar, esintiler, nefes, iyimserlik, sevinç, zeka,
zihinsel çabukluk, yenileme, değişime açıklık.
Negatif
unsurları ve sembolleri: hafif davranışlar, dedikodu, değişkenlik,
dikkatsizlik, böbürlenme, unutkanlık, fırtınalar, kasırgalar, yok
edicilik, yıkıcılık, maymun iştahlılık.
Bu dört
evrensel gücü çağırmak için öncelikle elementlerin iyi özümsenmesi
şarttı. Her bir element üzerine günlerce meditasyon yapılıp onların
doğaları keşfedilirdi. Nerede yansımaları olduğu en önemlisi içimizdeki
hangi duygularla bütünleştikleri tespit edilirdi. Bu özümsemeden sonra
çağırım için her elementin yönüne dönmek şarttı. Toprağı çağırmak için
kuzeye, suyu çağırmak için batıya, havayı çağırmak için doğuya ve ateşi
çağırmak için güneye dönülür, her birinin kutsal sembolü çizilir ve
ritüelistik araç vasıtasıyla çağırım yapılırdı.
Ateş
için bıçak, hançer, orak, athame veya kılıç kullanılırdı. Çünkü bunlar
ateşte dövülmüş nesnelerdir ve ateşin enerjisiyle yaratıldıkları için o
enerjiyi barındırırlar. Su için metal bir kadeh veya deniz kadehi denen
bir araç kullanılırdı. Kadeh, dişiliğin, akışkanlığa biçim vermenin
sembolüdür. Haliyle aynı zamanda suyunda temel sembolüdür. Kadehi deniz
kabuklarından yapmak suretiyle deniz kadehi elde edilir. Toprak için tuz
veya taşlar kullanılırdı.
Havanın ise en temel
sembolü asalar idi. Ve çağırımda asalar önemli bir noktayı temsil
ederdi. İşte bu noktada asa, eskilerin en önemli ritüelistik
araçlarından biridir. Havanın unsurlarını yani; nefes, tesir,
değiştirme, dönüştürme, çabukluk unsurlarını taşır. Bu yüzdendir ki
asalar bir şeylerin dönüştürmenin (sihrin) sembolüydüler. Bu yüzden
hemen hemen her gelenekte yer almaktadır. Eski doğa tabanlı geleneklerde
havayla betimlenen ve dönüşümün aracı olan asanın bir diğer önemli
sembolü; ağaçtır.
Asanın Ezoterik Anlamı
Asalar,
bahsettiğimiz gibi dönüşümün en önemli aracı olmuşlardır. Bazı özel
asalar dışında birçoğu ağaçlardan yapılır. Ağaçlar, gökyüzü ile
yeryüzünü birleştirmektedirler. Dallarıyla gökyüzüne doğru uzanırken,
kökleriyle yerin altına büyüyerek iki dünyayı, iki alemi, iki evreni
kısacası yukarıyı ve aşağıyı birleştirmektedir. Bu yüzden; Yukarıdakini
aşağıya, aşağıdakini yukarıya taşımakla görevli olan aracı insanların
temel sembolü ağaçlar ve ağaçlardan elde edilen asalardır.
Eski
şamanlar, yukarıdan aldıkları enerjileri halka dağıtmakla
görevliydiler. Haliyle ilahi alemle bu alem arasında aracı
konumundaydılar. İşte bu yüzden asalar kullanmakta ve bu sembolizmayı
yaşamaktadırlar. Aynı şekilde Hızır’da asa taşımakta ve ilahi olandan
gelip, maddi alemlere yardım etmektedir. Bu yüzden dolayı asa taşıyan
insanlar her daim manevi dünyalarla bağı olan “aracı” konumundaki
insanlar olarak resmedilmişlerdir. Eski resimlere bakıldığında
münzeviler her daim bu aracı olmanın tasviri olan asayla
betimlenmişlerdir. Yaşlılık, bilgelik ve asa üçlemesi parçalanmaz bir
bütünlük içermektedir. Haliyle asa, ağaç sembolünden de yola çıktığımız
gibi, bilgeliğe arayışta destek alınan bir “güçtür”. Üst alemleri ve alt
alemleri birleştiren ağacın parçası olan asa, bu ikisi arasında yol
göstericidir ve bu yüzden ermiş figürüyle birleşmiştir.
Bu
ezoterik bütünleşmenin en önemli temsili tarot kartlarındaki hermit
kartıdır. Hermit, pelerinli yaşlı bir adamdır. Bir tepenin üzerinde
durmuş sağ elinde bir fener, sol elinde ise bir asa taşımaktadır. Fener,
bilgeliğin yolunu göstermek anlamına gelir ve hermit kartı bilgeliği
arayış, münzevilik anlamına gelmektedir. Meditatif konumları, orucu,
kendini ilahi olana adamayı ve bu adanmışlık içerisinde evrenin gizli
kanunlarının keşfini anlatır. Bunun dışında tarot kartında bulunan
asalar kartı ise girişkenliği, ilerlemeyi, ustalaşmayı ve sezgisel
olarak herhangi bir yöne yönlendirilebilen güçlü enerjileri, irade
gücünü anlatır. Hermit kartını incelediğimizde ise pelerin kendini
adamışlığı ve içsel olarak kapanmışlığı, Hermit’in gözlerinin yere
bakması mütevazi olmayı, nefsin terbiyesini, bilgeliğin sessizliğini,
sol elinde tuttuğu asa, ilahi olanı keşfetmeyi, enerjileri
yönlendirebilecek irade güce sahip olmanın, ustalaşmanın, olgunlaşmanın
ve bütünleşmenin, fener ise bu elde edilen bilgelikle yolların
aydınlatılmasının sembolüdür. Öyleyse ruhsal tekamülün sembol olan
Hermit resminde bulunan asa, ruhsal yükselişin en önemli kademelerinden
birine işaret etmektedir.
Musa’nın Asası ve Mısır’ın Kutsal Asaları
Asaların,
ağaçların sembolü olduğu ve bilgelikte dönüştürücü, değiştirici ve
iradenin gücüyle yaratımın (maji) sembolü olduğundan bahsettik. Peki,
asalar sadece ezoterik semboller midir yoksa fantastik edebiyatın
vazgeçilmez öğesi olmanın dışında ruhsal bir anlam taşır mı?
Bu
noktada Hz. Musa’nın asasıyla Mısır uygarlığa bize çok büyük bir gücü
işaret etmektedir. Kuran’da Hz. Musa ve asasına karşı ilginç göndermeler
mevcuttur.
(Yine) Hatırlayın; Musa kavmi için su
aramıştı o zaman biz ona:"Asanı taşa vur" demiştik de ondan on iki
pınar fışkırmıştı böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği
rızıktan yiyin için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak
karışıklık çıkarmayın (Bakara 2/60).
"Asanla taşa
vur" diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir
insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu (A'raf 7/160).
Bu
iki ayette de görüldüğü gibi Hz. Musa’ya gelen emirle asasını taşa
vurması istenmektedir. Aslında burada akla gelen soru emredilen şeyin
“asanın kullanılması” olup olmadığıdır. Bu iki ayette de asaya vurgu
yapılması, asadaki özel bir güce işaret etmektedir. Pek tabi ki su
Allah’ın izni ve isteğiyle ortaya çıkmaktadır lakin buna vesilen olan
şey acaba majik güçleri olan bir asa mıdır? Zira Mısır kültünde her
firavunun ve tanrı-tanrıçanın asası olduğu bilinmektedir. Hz. Musa ise
Mısır bilgeliğine inisiye olmuş bir kişidir. Haliyle asa, basit bir
asanın ötesinde kozmik bir güce sahip olabilir. Bunu yine şu ayetten
yola çıkarak daha rahat anlayabiliriz:
"Sağ
elindeki nedir ey Musa?" Dedi ki: "O benim asamdır; ona dayanmakta
onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim onda benim için
daha başka yararlarda var." Dedi ki: "Onu at ey Musa." Böylece onu attı;
(bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş).
Dedi ki: Onu al ve korkma biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Elini
koltuğuna sok bir hastalık olmadan başka bir mucize (ayet) olarak
bembeyaz bir durumda çıksın. Öyle ki sana büyük mucizelerimizden
(birini) göstermiş olalım. (Taha 20/17-23)
Bu
ayette asa ile ilgili Hz. Musa, ona dayandığını (destek aldığını) ve
ağaçlardan yapraklar düşürdüğünü söylemektedir. Buradaki dayanma kısmı,
kozmik olarak enerjisel destek olabileceği gibi insani bir işlevde
olabilir. İki anlamında aklımıza gelme sebebi Kuran’daki her ayetin
içerisinde sırlar barındırmasıdır ve ayetin ilerleyen kısmında “onda
benim için başka yaralarda var.” Denmesidir. Burada gizli bir işlevden
bahsedildiği aşikardır. Kaldı ki ayetin ilerisinde, bir mucize
gerçekleşmektedir. Ayrıca Hz. Musa’nın denizi ikiye ayırmak için yine
asasını yere vurması da asaya yapılan bir vurguyu içerir:
Firavun
ve adamları gün doğarken İsrailoğlullarının peşine düştüler. Nihayet
iki taraf birbirinin görüş alanına girdiklerinde Musa’nın kavmi, “İşte
şimdi yakalandık” dediler. Musa; “Hayır, korkmayın, Rabbim benimle
beraberdir ve bana mutlaka bir kurtuluş yolu gösterecektir.” Dedi. Bu
sırada biz Musa’ya “Asanı denize vur” diye vahyettik. Vurur vurmaz deniz
ikiye yarıldı, her iki yanı sanki büyük bir dağ gibiydi. (Şuara suresi
26/60-63)
Dikkatinizi çekmek istediğim nokta;
tekrardan asasını vurması istenmesidir. Deniz kendiliğinden ikiye
yarılmıyor, birden su fışkırmıyor. İlahi boyutlardan izin geliyor ve Hz.
Musa asayı yere vurduğu anda muhteşem enerjisel değişimler oluyor;
sular çıkıyor, deniz ikiye yarılıyor. Bu noktada asanın yere vurulması
sanki enerjiyi salma veya yönlendirme anlamını taşımaktadır. Çünkü bazı
majikal çalışmalarda kapıları açmak veya kapamak için veya enerjiyi o
noktaya odaklamak için asanın sertçe yere vurulması gerekmektedir. Bu
eski çalışmalar ve bu ayetlerin ışığının paralel olması asanın ruhsal
etkisinin olabileceği anlamını taşımaktadır. Bu noktada ilgi çekici bir
diğer kısım ise, bunu sadece Hz. Musa’nın yapması değil, rahiplerinde
yapabilmesi. Rahiplerde asalarını yılana çevirebildiklerine göre,
asaların bu noktada kritik bir işlevi olduğunu düşünebiliriz. Ama Hz.
Musa ilahi destek aldığı ve enerjisel olarak rahiplerden çok daha güçlü
olduğu için, Musa’nın asası rahiplerinkini yemektedir.
Asalar
Hz. Musa’da da gördüğümüz gibi Mısır’da da çok önemli bir konumdadır.
Özellikle her firavunun kendine has bir asası olması ve bütün Mısır
tanrı ve tanrıçalarının asalarla gösterilmesi asalara verilen değeri
göstermektedir. Mısır araştırmacıları firavunların ellerinde ki asaların
bereketin ve yetkinin sembolü olduğunu düşünmektedir. Pek tabi ki bu
doğru olabilir ama asalar yapısı itibariyle farklıdır. Bu konuda bazı
araştırmacılar daha ilginç teoriler üretmektedir.
Olağanüstü Enerjiler’in yazarı Serge K. King kitabında Mısır’daki asalarla ilgili şu ilginç tespiti yapıyor:
Kralların,
kraliçelerin, prenslerin ve idarecilerin temsili heykellerinde
ellerinde tuttukları görülen on, on iki cm uzunluğunda merak uyandırıcı
çubuklar vardır. İdareciler genellikle yalnızca bir çubuk tutarken
diğerleri hemen hemen her seferinde her elde bir tane olmak üzere iki
çubuk tutar biçimde tasvir edilmişlerdir. Egyptologların elinde bunların
ne olduğuna dair hiçbir ipucu bulunmamaktadır. Çubuklar iktidar sembolü
olamayacak kadar küçüktür, çünkü birkaç metre uzaklıktan bile zor fark
edilmektedir ve işaretlemeler, boyut ve şekilleri kraliyet mühürlerine
uygun değildir. Olası bir açıklama için bir kere daha ezoterik geleneğe
geri dönebiliriz. Yıllar içerisinde çeşitli medyomların aldığı
bilgilerde çubukların amacının, bedenin enerji alanının kuvvetini bu
enerjinin iradi olarak psişik ve fiziksel hedeflere yönlendirilebileceği
bir noktaya kadar artırmak olduğu belirtilmiştir. İddiaya göre küçük
çubuklar aralarında bir akım oluşturmak amacıyla farklı materyallerden
üretilmişti. Kombinasyonlardan birinin karbon ve manyetik demir, bir
diğerinin ise bakır veya bronz ve kalay olduğu anlatılıyordu.
Bazılarının ise tüp şeklinde düzenlendiği bildiriliyordu.
***
Şimdi,
Mısır yontu ve resimlerinin belli bir görevi olması gereken esrarengiz
çubuklar tutan kişileri sergilediğini biliyoruz. Psişik kaynaklar
materyalleri ve amaçlarını tanımlamaktadır ve bu materyaller elde
tutulduğu zaman objektif bir etkinin meydana geldiği de bulgulanmıştır.
Bu gerçekler Mısırlıların bizim bilmediğimiz bir enerji formunu
kullandıklarını kanıtlamaz, ancak bunlar dikkate alınmaya değecek
ipuçlarıdır.
Ancak çubukların bedenin enerji
alanının gücünü arttırıcı bir etkileri olduğunu kabul edersek, bu
çubuklar eğer kayaları havaya kaldırmak içinde kullanıldıysa nasıl olup
da böyle bir güce dönüştürülmüştür? Elimizde yanıt olabilecek türden bir
“salon eğlencesi” vardır. Eğer bir kişi yere uzanırsa ve altı kişide
onun çevresine dizilip parmak uçlarıyla onu havaya kaldırmaya
çalışırlarsa, bunu başarmak oldukça zordur. Fakat eğer bu altı kişi sık
ve derin bir nefes alarak buna bir süre devam ederlerse, yerdeki kişiyi
çok daha büyük bir kolaylıkla kaldırabileceklerdir. Bizim teorimiz, sık
nefes sayesinde bu altı kişinin sistemlerinde ekstra vril aldıkları ve
onu parmaklarının içinden çıkan konsantre bir ışınla harcadıklarıdır.
Vrilin kuvvetlerinden birsinin levitasyon olduğu söylendiğine göre,
derin nefesten sonra yerdeki kişinin yükseltilmesinin kolaylaşması böyle
açıklanabilir. Eğer Mısırlılar çubuk veya tüpler aracılığıyla yeterli
çoklukta vril yüklemesi yapabilmekteydilerse, bunu bir başka çubuk veya
tüp içinde bir ışın şeklinde deşarj edebiliyor ve böylece bir kayayı
yerinden kaldırabiliyor olabilirlerdi. Ta ki şarj bitene kadar. Bu bir
rahibin veya görevli kişinin kayanın yeniden kaldırılabilmesini temin
edecek yeni bir yükleme gerçekleştirene kadar bir ertelemeye yol açıyor
olmalıydı. Ve kaya bu şekilde inşaat yöresine doğru hoplatılıyordu.
Fakat tabii bu yalnızca bir teoridir.
Birçok
Mısır resminde resimdeki kişilerin tuttukları görülen, egyptologların
açıklamakta zorluk çektikleri gizemli değnekler vardır. Değneğin
belirsizce bir hayvan başına benzeyen tuhaf bir başı, düz bir gövdesi ve
bir at nalı gibi iki uca ayrılan bir alt kısmı vardır. Kahire’de bir
muhafazanın içinde gördüğüm bir örnek tahtadan yapılmıştı ve alt kısmı
gümüş yapraklarla kaplanmıştı. Gümüşün elektriği geçiren en iyi doğal
iletken ve tahtanın en iyi doğal yalıtkanlardan biri olması, bir
rastlantıda olabilir veya olmayabilir. Bu kombinasyon pekala elektrik
enerjisini veya belki de vrili depolamak için tasarlanmış bir alet, bir
kapasitör yerine geçebilir.”
Serge K. King’in
bahsettiği teori doğru olabilir. Asalar belki de taşları uçurmak için
kullanılan ve evrensel enerjiyi bünyesinde saklayıp yansıtabilen özel
teknololojik aletler olabilir. Veya belki tamamen majikal yöntemlerle
çalışıyor da olabilirler. Albert Einstein’ın “Bizim bilemediğimiz bazı
sırları eskilerin sahip olduklarını kabul etmek zorundayız. 600 tonluk
bazı taş blıkların üst yüzeylerinin dışa doğru kubbeleşmiş olması olması
dikkat çekiyor. Bu ancak muazzam bir çekim veya emme kuvveti ile
meydana çıkabilecek bir fenomendir.” Sözü de Mısır’da kullanılan
asalarla ilgili teoriyi doğrular niteliktedir.
Ruhsal Olarak Asa
Aslında
bu ezoterik yansımaların ve muhteşem levitatif çalışmalar dışında,
asalar aktif olarak kullanılan bir ritüel aracıdır. Yani teorik
anlamların dışında, bu anlamları gerçekleştirecek pratik bir araçtır.
Her kültürdeki asanın yapılışı ve kullanışı farklıdır ve biraz sırlıdır.
Yukarıda Mısır asalarından ve Hz. Musa’nın asasından bahsettik. Bu
asalar belli ki farklı teknolojileri veya çok daha derin sırları
içermektedir. Kimisine göre bu Mısır asaları Atlantis'ten gelen
teknolojik araçlardır ve artık yoklardır. Ama ben burada bu
bahsettiğimiz biraz daha sıra dışı teoriler dışında, eski geleneklerde
bahsedilen sihirli asalar ve bu asaların ruhsal olarak
kullanışlarından-yapılışlarından bahsedeceğim. Burada taşları uçurmak,
denizleri ikiye ayırmak gibi fiziksel etkilerden çok “ruhsal
değişimleri” amaç edinen asalardan bahsediyoruz.
Asaların
ruhsal olarak kullanımı, var olan ruhsal enerjiyi iletmek veya evrensel
enerjiyi çekmek (paratoner gibi) şeklindedir. Bu iki yönlü kullanımda
da kişinin çok profesyonel ve enerjisel olarak kendini geliştirmesi
şarttır. Çünkü spritüel enerjilerin ve kimya-fizik yasalarından
bildiğimiz üzere ağaç maddesi, metalik maddelere göre enerjiyi
aktarmakta daha zayıftır. Bu yüzden inisiyatik gelenekte kılıçla
çalışmalara başlayan çırak, ustalaştığında asaya geçmektedir. Haliyle
asa, bu noktada çok daha etkili ama enerjisel yönlendirmeler için çok
daha zordur. Tabi ki bir o kadarda asanın yapım aşamaları çok önemlidir.
Asaların
yapımında ise öncelikle kişinin bir ağaç seçmesi çok önemlidir. Bazı
geleneklerde kişi orman içerisine girerek içsel olarak kendine yakın
hissettiği bir ağaçtan asa yaparken, kelt geleneğinde doğum tarihlerine
göre belirlenmiş ağaç seçimleri mevcuttur. Genel olarak meşe, söğüt,
fındık ağacı, mürver ağacı, akasya, dişbudak ve yabani erik ağacı
kullanılabilir. Ağacın seçiminden sonra işlenip asa haline
getirilmesinde kişi tamamen kendi emeğini kullanmalıdır. Gerekli
oymaları yaptıktan sonra, tüm diğer ek dalların uç kısımlarının
enerjinin gidişatını bozmaması için temizlenmesi önemlidir. Bu ağaç
seçimleri ve işlemeler sırasında dualar önemlidir.
Mesela
Havass çalışmalarında asa yapımı ve okumalar şöyledir; Sülalenin
eskilerinden diktiği bir incir veyahut nar ağacı, birkaç gece önceden
ayetel kürsi ve Fatiha okunmuş su ile sulanır. Ardından hayırlı bir
vakitte namaz sonrası Besmele çekilerek dualar eşliğinde dal kesilir.
Fatiha, ayetel kürsi ve çeşitli kurandan sureler eşliğinde kesme ve
yontma işlemleri yapılır. Ardından gönülden “Süleyman a.s., Davut a.s,
Musa a.s.’ye ve Talut’a nasip ettiğin kudreti banada ihsan et ey Cebbar
olan Allah'ım!” denir ve dalın bir yüzüne bakara suresinin 249. Ayeti,
diğer yüzüne Fatiha suresi yazılır. Artık bu dal cinleri kovmaktan, şifa
vermeye, define bulmaktan nice ilginç işlere yarayacağına inanılır.
Ardından
asalara kültüre bağlı olarak bazı majikal tılsımlar ve semboller
çizilir. Bunların çizimi her kültüre göre değişir. Yukarıdaki örnekte
Kuran’dan ayetlerin yazıldığından bahsetmiştik. Diğer kültürlerde bu
semboller ve çizimler ile dualar değişmektedir. Bundan sonra ise asaya
kişinin kendi isteğine göre tılsımlı şeyler asılır. Bazı eski şamanik
öğretilerde hayvan parçaları, kuş tüyleri, giysi parçaları gibi
şeylerdir. Vodoo rahipleri ise kurukafalar, kan, hayvan parçaları gibi
şeyler koymaktadırlar. Bunun dışında doğal taşlar, çeşitli bitkiler
kullanılabilmektedir.
Hayvan
parçaları kullanılmasının sebebi hayvanların ruhlarından yardım
almaktır. Böylelikle hayvanları kontrol edilebileceğine inanılır ve
rehber hayvan ruhlarının eşlik edeceği düşünülür. Uçlarına kristal veya
çevresine metal parçalar konması enerjiyi odaklamak içindir. Eğer daha
çok şifa çalışmalarında kullanılacaksa asa, asma sapı veya söğüt
ağacından yapılıp yılan şekli yapılır. Tüy konulacaksa, yerleştirilecek
tüylerin hangi hayvandan alındığı önemlidir. Her bir kuşun tüyü farklı
anlam taşınır. Bunlar dışında bir diğer en çok kullanılan nesne ise
boynuzlardır. Şamanik ve ruhsal olarak bir sonraki aşama ise enerjinin
yüklenmesi aşamasıdır.
Bu noktada kişi, asayı
alıp tüm enerjisini asaya yönlendirerek dualar okur. Kendisinin asa ile
bir olduğunu ve asaya dönüştüğünü imajine eder. Ardından irade gücünü ve
ruhsal enerjisini asaya aktarır ki, asa, iradesiyle istediklerini
yerine getirebilsin. Bu enerjinin yüklenmesi aşaması tekrarlanmalıdır.
Ne kadar sık tekrarlanırsa asayla bütünleşme o kadar fazla gerçekleşir.
Bu noktada eski öğretilere baktığımızda yüklemede yapılan değişiklerin
işlevini değiştirdiği gözlemlenir. Mesela kimisi şifa vermek için
kullanılırken kimisi hayvanlara yönelik kimisi ise daha geneldir.
Haliyle enerjinin odaklanma kısmı bu noktada önem arz etmektedir.
Çalışmalar ile öncelikle ruhsal tesirler en sonunda ise fiziksel
tesirler yapılabileceği söylenmektedir.
Ardından
yüklemeler dışında kutsamalar yapılır. Bu kutsamalar genellikle
elementler veya yapan şamanın ata ruhları veya tanrıları ile
tanrıçalarından istenmektedir. Yukarıdaki havass örneğinde ise kutsama
aşaması dua içermektedir.
Tarih sürecinde farklı
asa kullanımları gelmiştir. Batı ruhsal ekollerinde ezoterik sembollerle
süslü asalar varken, Haiti voodoosunda tüylerle kaplı enerjiyi
aktarmaya yarayan asalar vardır ve cadılık uygulamaları ile eski
paganlarda daha düz ve sade asalar göze çarpar. Daha sonra hazırlanan bu
asalar ruhsal çalışmalarda enerjileri yönlendirmek veya değiştirmek,
inisiyatik törenlerde kutsamak veya element krallıklarını açmakta
kullanılır.
Asadan Bastona
Gerek
ruhsal araçlar olarak gerekse ezoterik semboller olarak asalar
hayatımızın her daim içinde var olmuştur. Hangi birimiz küçükken yaptığı
bir asayla hayaller dünyasında kaybolmamıştır? Veya birçoğumuz orman
gezilerinde yerde bulduğumuz asaların eşliğinde gezimizi
tamamlamışızdır. Yaşlılığımızın vazgeçilmez baston figürü dahi belki de
asalardan alınan desteğin ve olgunlaşmanın bir sembolü olabilir. Geçmişe
baktığımızda ise her kültürün kendisine has asa sembolizması ve asa
geleneği olduğunu görürüz. Hal böyle olunca, asalar, her ne kadar
Hollywood filmlerinin ve fantastik edebiyatın içinde önemli bir yer
edinmişse de, gerçek hayatta hepimizin bilinçaltında önemli bir sembol
olmuştur.
Kaynaklar:
Olağanüstü Enerjiler- Serge K. King
Voodoo- Heike owusu
Antik Mısır Sırları – Ergun Candan
Merlyn Kral Arthur’un Büyücüsünün Gizli 21 Dersi – Douglas Monroe
Yüce
Kura’n Açıklamalı – Yorumlu Kuran’ı kerim Meali – Prof. Dr. Abdülkadir
Şener, Prof. Dr. Mustafa Yıldırım, Prof. Dr. M. Cemal Sofuoğlu
Büyücülük Klavuzu – Elizabeth Brooke
10 adımda Psişik Gücünüz – Cassandra Eason
............................................
İspanyol işgali öncesinde büyük kentlerde yaşam, bugünkü modern kentler gibi, son derece karmaşıktı. “Mayalar, Zamanın Çocukları” adlı makalesinde Howard LaFay şöyle yazar: “Bu dönemde, ormanın huzur verici havasında düzenlenen ezoterik ayinlerden
nasibini alan, tarımla uğraşan, barışçı sade Maya insanı imajı artık
kaybolmuştu. Yerine yaşam dolu, savaşçı ve daha ileri tarım teknikleri
kullanan bir halk gelmişti.[47] Vikingler gibi, cesaretle istilalara kalkışıyor ve ticaretle uğraşıyorlardı.”[80]
Maya toplumu bir sosyal sınıflaşma içinde yapılanmıştı. Bu sınıflaşmanın tepesinde almenehoob (“babaları ve anneleri olanlar”) denilen soylular bulunuyordu.[81] Siyasi ve dinsel makamlara yerleşmiş bu ayrıcalıklı sınıf iktidarı ve otoriteyi tekeline almıştı. Beyliğin halach uinik (alaç uinik okunur) adı verilen en üst yöneticisi dünyevi ve ruhani işlerde mutlak iktidar sahibiydi. Ona ahau da denirdi, amblemleri yuvarlak kalkan, birçok uygarlıkta olduğu gibi asa idi; bu asa yılan başlı antropomorf bir yaratık biçimindeydi. Halach Uinik makamı, silsilevi olarak babadan en büyük oğula geçerdi. Halach Uinik aynı zamanda batab ’dı, yani yaşadığı kentin mahalli başkanıydı ve beyliğin diğer kentlerinin batab ’ları (çoğulu bataboob) onun komutası altındaydı. Yüce şef olarak vergi ona verilirdi, komutanları toplantıya o çağırır ve siyaseti belirlerdi.[82] Savaşta her batab kendi askerlerine komuta ederdi.[83] Fakat bir de nacom denilen, üç yıl görevde kalan, bir başkomutan vardı ki, nacom doğrudan doğruya halach uinik ’e hesap verirdi.[84] Kademede batab 'lardan sonra, ah cuch caboob denilen kentin mahallelerinin idaresinden sorumlu olan yöneticiler bulunurdu. Bunlar kimi zaman delege olarak batab ’a eşlik eder ve ona, ayrıca, onun sözcüsü ve habercisi olarak da hizmet ederlerdi.
Bunlardan başka, ayrıca popolna ve ah holpop adı verilen, sosyal ve törensel meselelerden sorumlu memurlar bulunurdu. Memurlar kategorisinde en alt düzeyde olanlar, düzeni sağlayan ve yasanın yerine gelmesini gözeten, bir tür polis denilebilecek tupil ’lerdi.
Ahkin (çoğulu ahkincob) adı verilen din adamları sınıfı batab
’larla aynı kategoride bulunurdu. Din adamlığının kuşaktan kuşağa
geçişinde de ailevi silsile izlenmekle birlikte, bazı soylu ailelerin
bireyleri din adamı olabiliyordu. Dinsel hiyerarşinin başında ahuacán (“ağa yılan”, aua kaan okunur) adı verilen baş rahip ya da şaman başı bulunurdu. Etkinlikleri törenler, kurbanlar, kahinlik, astronomi, kronolojik hesaplamalar, hiyeroglifik yazı, dinsel eğitim (önceki dönemlerde özellikle ezoterik eğitim) ve tapınakların yönetimi üzerineydi. Kademede ahuacán ’dan sonra gelen rahiplere chilam ya da kahin denirdi, insanlara gönderilen ilahi mesajları gözlemle ve orakl benzeri çeşitli yöntemlerle anlamaya çalışır ve yorumlarda bulunurlardı.
Soylulara mensup olmaları dolayısıyla tüccarlar komutanların güçlü olanlarıyla yakın ilişki içindeydiler ve onları yollar, ekonomik olasılıklar ve diğer halkların savunma durumu hakkında bilgilendiriyorlardı. Toprak genellikle ortak kamu mülkiyeti olarak halka ait olsa da, soylular hiçbir tarımsal faaliyette bulunmamalarına rağmen tarım üretiminden büyük pay alıyorlardı. Ayrıca, soylulara av ve balıkçılık, bal, pamuk, battaniye ürünlerinden oluşan vergi ödenmekteydi; vergi kişisel hizmet biçiminde de ödenebiliyordu. Yani halk mısır ekimini ve diğer üretimlerini hem kendisi hem de soylular için yapmak durumundaydı.
Soylular sınıfının altında kalan halk, yalba uinikoob, chemal uinicoob, memba uinicoob ya da pizilcan gibi çeşitli adlarla belirtilirdi ki, bütün bu adlar " küçük insanlar" anlamına gelmekte olup “ayak takımı”nı ifade ederdi. Koloni döneminde sıkça kullanılan ad ise Náhuatl dilindeki macehual ’dı. Çoğunluğu oluşturanlara verilen “komün insanlar” adı köylüleri, balıkçıları, oduncuları, sakaları, duvarcıları, zanaatkarları, taş yontucularını, dokumacıları, nakliyecileri vb. kapsıyordu. Sosyal hiyerarşide halkın da altında olanlar kölelerdi[85]; erkek kölelere ppentocet, kadın kölelere munach denirdi. Kölelerin çocukları da köle sayıldığından, köle olarak doğmak mümkündü; köle bir çocuk ana babasıyla birlikte veya ebevynsiz olarak, ticari mal olarak satılabilirdi.
Maya toplumu bir sosyal sınıflaşma içinde yapılanmıştı. Bu sınıflaşmanın tepesinde almenehoob (“babaları ve anneleri olanlar”) denilen soylular bulunuyordu.[81] Siyasi ve dinsel makamlara yerleşmiş bu ayrıcalıklı sınıf iktidarı ve otoriteyi tekeline almıştı. Beyliğin halach uinik (alaç uinik okunur) adı verilen en üst yöneticisi dünyevi ve ruhani işlerde mutlak iktidar sahibiydi. Ona ahau da denirdi, amblemleri yuvarlak kalkan, birçok uygarlıkta olduğu gibi asa idi; bu asa yılan başlı antropomorf bir yaratık biçimindeydi. Halach Uinik makamı, silsilevi olarak babadan en büyük oğula geçerdi. Halach Uinik aynı zamanda batab ’dı, yani yaşadığı kentin mahalli başkanıydı ve beyliğin diğer kentlerinin batab ’ları (çoğulu bataboob) onun komutası altındaydı. Yüce şef olarak vergi ona verilirdi, komutanları toplantıya o çağırır ve siyaseti belirlerdi.[82] Savaşta her batab kendi askerlerine komuta ederdi.[83] Fakat bir de nacom denilen, üç yıl görevde kalan, bir başkomutan vardı ki, nacom doğrudan doğruya halach uinik ’e hesap verirdi.[84] Kademede batab 'lardan sonra, ah cuch caboob denilen kentin mahallelerinin idaresinden sorumlu olan yöneticiler bulunurdu. Bunlar kimi zaman delege olarak batab ’a eşlik eder ve ona, ayrıca, onun sözcüsü ve habercisi olarak da hizmet ederlerdi.
Bunlardan başka, ayrıca popolna ve ah holpop adı verilen, sosyal ve törensel meselelerden sorumlu memurlar bulunurdu. Memurlar kategorisinde en alt düzeyde olanlar, düzeni sağlayan ve yasanın yerine gelmesini gözeten, bir tür polis denilebilecek tupil ’lerdi.
Soylulara mensup olmaları dolayısıyla tüccarlar komutanların güçlü olanlarıyla yakın ilişki içindeydiler ve onları yollar, ekonomik olasılıklar ve diğer halkların savunma durumu hakkında bilgilendiriyorlardı. Toprak genellikle ortak kamu mülkiyeti olarak halka ait olsa da, soylular hiçbir tarımsal faaliyette bulunmamalarına rağmen tarım üretiminden büyük pay alıyorlardı. Ayrıca, soylulara av ve balıkçılık, bal, pamuk, battaniye ürünlerinden oluşan vergi ödenmekteydi; vergi kişisel hizmet biçiminde de ödenebiliyordu. Yani halk mısır ekimini ve diğer üretimlerini hem kendisi hem de soylular için yapmak durumundaydı.
Soylular sınıfının altında kalan halk, yalba uinikoob, chemal uinicoob, memba uinicoob ya da pizilcan gibi çeşitli adlarla belirtilirdi ki, bütün bu adlar " küçük insanlar" anlamına gelmekte olup “ayak takımı”nı ifade ederdi. Koloni döneminde sıkça kullanılan ad ise Náhuatl dilindeki macehual ’dı. Çoğunluğu oluşturanlara verilen “komün insanlar” adı köylüleri, balıkçıları, oduncuları, sakaları, duvarcıları, zanaatkarları, taş yontucularını, dokumacıları, nakliyecileri vb. kapsıyordu. Sosyal hiyerarşide halkın da altında olanlar kölelerdi[85]; erkek kölelere ppentocet, kadın kölelere munach denirdi. Kölelerin çocukları da köle sayıldığından, köle olarak doğmak mümkündü; köle bir çocuk ana babasıyla birlikte veya ebevynsiz olarak, ticari mal olarak satılabilirdi.
Tüylü yılan, Kolomb öncesi Mezoamerika uygarlıklarında önemli doğaüstü varlık ya da tanrı.
Bu inanışa ve yılan-tanrı tasvirlerine Meksika’dan Peru’ya kadar uzanan geniş bölgede pek çok tradisyonda rastlanır. Derisi pul yerine tüylerle kaplı olan bu tüylü yılan ya da kuş-yılan tanrıın Kiçe Mayalarındaki adı Gucumatz’dır (Gukumatz). Eski uygarlıklardan Toltekler ve Aztekler’deki adı “sakallı yılan” anlamında Quetzalcoatl (Nahuatl dilinde “ketsalkoatl” okunur) idi. Bu ad Pueblo kızılderililerinin dilinde ise “sakallı yılan” , Meksika kızılderililerinin dilinde ise “kuş-yılan” anlamına gelir. Yukatek Mayalarında bu tanrı “tüylerle kaplı yılanların Efendisi” anlamında Kukul-Kan adını almıştır. Maya dilinde “yılan” ile “gökyüzü” sözcükleri telaffuzları bakımından eşseslidir ve “kaan” olarak telaffuz edilirler. Bu tanrıın Maya dillerindeki okunuşu aslında “Kukuul kaan”dır. Proto-Türk kültürü araştırmacıları, tüylü yılan sembolünün Türk tradisyonlarında da bulunduğunu bildirmektedir. Bu tezde birleşen bilim adamlarına göre de Türklerle Mayaların akraba olduklarını söylemek yanlış değildir.
Bu tanrıla ilgili inanış ve efsanelerin, kültürden kültüre (Miştek, Toltek, Aztek, Maya, İnka, Kızılderili kabileleri) farklılıklar gösterdiğinin görülmesinin yanı sıra, her kültürde de tarihsel süreç içinde farklı versiyonlarının oluştuğu görülmektedir.
Kimi tasvirlerde tüylü yılan olarak gösterilmekle birlikte, eski metinlerde onun aslında bir yılan olmadığı, beyaz insan ırkına mensup olduğu açıkça belirtilir. İlah kimi zaman tüylü bir yılan, kimi zaman insan, kimi zaman ise yılan-insan olarak temsil edilir. (Telleriano-Remensis elyazmasında ise insanı yiyen bir yılan biçiminde temsil edilmiştir.)
Maya metinlerine göre içinde bulunduğumuz beşinci çağın atalarını imal eden tanrıdır. Aynı zamanda insanlarla bir süre yaşamış veya insanlara kendisinin tezahür ettiği bir temsilci yollamıştır.
Aztek metinlerine göre, ölümün ve dirilişin, göksel suların ve rüzgarların tanrısıdır. Aynı zamanda bir yıldız tanrıtır, sabah yıldızı tanrııdır. Bu tezahür durumunda tanrı “tan vakti yıldızının efendisi” anlamında “Tlahuizcalpantecuhtli” adını alır. Yıldızın bir de ikiz kardeşi ve yoldaşı bulunmaktadır ki, bu köpek-tanrı Xolotl’dur.( Kimileri ikiz kardeşinin Venüs olduğunu sanmaktadırlar.) Takvimi ve kitapları insanlara indiren ya da icat eden odur. İçinde bulunduğumuz beşinci güneş çağının insanlığının atalarını penisinden akan kandan imal etmiştir. İnsanlarla yaşadıktan sonra, göklere dönüşünde kalbi sabah yıldızı haline gelmiştir. Aztekler bir gün geri döneceğine inandıklarından, kral Moctezuma (Montezuma) Cortés’i bekledikleri kişi sanarak, yanılgıyla tahtını ona sunmuştur.
Bazı Toltek, Aztek, Maya ve İnka metinlerine göre, insanlarla bir süre yaşamış, onlara doğru yolu gösterdikten ve uygarlığı öğrettikten sonra göklere geri dönmüştür. Kimi metinlerde ondan tek kişi olarak değil, bir ırk veya bir topluluk olarak söz edilir ve yeryüzündeki insan vücudunu onların imal ettiği belirtilir. Örneğin, ünlü Maya kutsal kitabı Popol-Vuh’ta şöyle denir: “Onlardır vücut veren, onlardır yaratan. Onlar yeşil ve maviyle çevrilidirler. İsimleri Gucumatz’dır.” Görüldüğü gibi, metinde “onlar” zamiri kullanılmakta olup, bir topluluk söz konusudur. Bu durumda yılanın bu varlık topluluğunu yalnızca simgelemek üzere, bir sembol olarak kullanıldığı düşünülebilir. Amerika’nın eski uygarlıklarının göksel olguları simgelemede büyük ölçüde yılan sembolünü kullandıkları görülmektedir. Tüylü yılan sembolizminde, tüy yeryüzündeki birçok tradisyonda (örneğin eski Mısır tradisyonu) görüldüğü gibi, burada da hakikatin, doğruluğun, hafifliğin ve -göğe çıkmada kuşlara en büyük yardımcı unsur olduğundan- yükselmenin sembolü olarak kullanılmış olmalıdır.
- “O zamanlar, atalar tanrılarla aynı dili konuşuyorlar ve birbirleriyle mükemmel biçimde anlaşıyorlardı.” (Popol-Vuh)
- “Atalarımız orada doğdu, Dünya’da yaşadılar.” (Bir Aztek şiirinden)
TAVUS KUŞU CENNETTEN NEDEN KOVULDU?
Mavi
Tavuskuşları, Hindistan'ın altkesimlerinde yaşar ve Hindistan'ın ulusal
kuşu olarak gösterilir.Öyle ki hindistan bayrağınının ortasındaki
işaret, tavuskuşu tüyünü andırır.
Turizmin de gelişmesi ile beraber erkek tavus kuşları, ihtişamlı tüyleri için bütün ülkelerde yetiştirilmeye başlanmış.
Roma döneminde
ise, güzel ve renkli kuyruklarına rağmen, kesilerek eti tüketilen
tavuskuşları şimdi ise, sadece görüntü amacı ile besleniyorlar.Dişi
tavuskuşlar kahverengi ve gri tonlarda tüylere sahiptir.Sadece erkek
tavus kuşlarının ihtişamlı ve renkli kuyrukları bulunur.
Tavus kuşları hepçil beslenirler.Özellikle yılanlar ve kelebekler gıda kaynaklarıdır.
Tasavvufta tevazusu ile sembolize edilirler, çünkü görkemli tüylere sahip olduğu halde çamurlu ayaklarına bakar.
Tavus kuşları, Adem ile Havva'nın cennetten kovulması hadisesinde, Kuran-ı kerimde şöyle geçmektedirler;
"İblis cennetten kovulunca Adem (Aleyhis-selam)'ı de cennetten çıkarmak için fırsat kolluyordu. Cennetin kapısından çıkan Tavus kuşu ile
yılanı gördü. Onlara siz cennetten kovulacaksınız Adem de kovulacak,
beni cennete girdirirseniz, ben ona kolayını öğretirim. Siz de, Adem de
cennetten kovulmazsınız diye yemin etti.
İblis sihirle bir boncuk oldu. Tavus kuşu o
boncuğu ağzına aldı. Havva anamıza getirdi. İblis orada tekrar insan
oldu. Havva anamıza, siz bu ağaçtan yemezseniz, muhakkak kovulacaksınız
dedi ve yedirdi. Allahu Teâlâ o ağaçtan yemelerini yasaklamıştı (Sure-i
Araf, Ayet 19; Envarü'l-Aşıkîn, Sayfa: 40) O ağaç buğday ağacıdır.Adem (Aleyhis-selam) geldi. Havva annemiz yasaklanan ağaçtan yediğini söyleyince, O'da Havva cennetten kovulacak, ben ondan ayrılacağım dedi ve ondan ayrılmamak için Adem de o ağaçtan yedi.
Allahu Teâlâ Tavus kuşu, Yılan, İblis, Adem ve Havva hepsini cennetten kovdu, dünyaya geldiler. (Sure-i Araf, Ayet 24-25"
Tevrat'a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, "Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız." diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir. (Tekvîn, 3/1-6).
Kitâb-ı Mukaddesin, "İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9) ifadesinden de anlaşılacağı gibi bu yılanın şeytan olduğu söylenmektedir. Apokrif (doğruluğuna güvenilmez söz ve yazı) kaynaklarda şeytanın yılanın içine girdiği ve Havva'nın yalnız kalmasını gözleyerek ona yasak ağacın meyvesini yedirdiği nakledilmektedir. (bk. J. B. Frey, DBS, l, 112; [. Pedersen, El2 (Fr.). l, 182),
Başka bir rivayete göre ise semadan kovulan şeytan, o sırada kanatları olan ve konuşabilen yılana Âdem ile Havva'yı iğvâ etmesini öğretir. (bk, J. B. Frey, DBS, l, 125-126),
Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.
Kur'an'a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş (bk. A'râf, 7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.
Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as) ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.
Konuyla ilgili şu iki açıklamanın faydalı olacağını düşünüyoruz:
1. Hasan Basri Hazretleri demiştir ki: "Yüce Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, şeytan yerden göğe veya cennete vesvese ulaştırabilmiştir." Bu manaya göre yılan tabirinin, insan için yılan gibi zehirli bir hayati kuvvetten kinaye olduğu ve bizzat yılanın anlaşılmayacağı söylenebilir.
2. Bazı tefsirciler şöyle der: "Adem ve Havva, bazen cennetin kapısına yakın gelirler, şeytan da dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi."
Şeytanın cennetten kovulması, dışarıdan vesvesesini ulaştırmasına engel olmayacağından, bu konuda bir zıtlığın olmayacağı sonucuna varabiliriz.
Her canlı ölümü tadacaktır. Bu bakımdan arının daha önce ölmediği ve insanları iğnesiyle soktuğu için ölüm cezası verildiği gibi bilgiler İslami kaynaklara dayanmamaktadır.
(Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili; Diyanet İslam Ansiklopedisi)
Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
Kıssa malümdür ama yinede paylaşılmasında faide olacağı kanaatindeyim...
Hz Adem (As),Cennet'te iken şeytan aleyhilane onu kandırabilmek için çeşitli hileler düşünür. Şu cennete bir girsemde yasak olan meyveden Adem Aleyhisselam'a yedirsem ve onun da günah işlemesini sağlamış olsam.Tabiki hilaler düşünür ve Cennet-i alanın kapısına gelir. Cennetin kapı bekçisi ise o zaman yılandır. Şeytan bütün gücünü ve kuvvetini kullanarak yılanı ikna eder. Kandırır.
Yılan,şeytanı sırtına alır ve sürünerek gizlice içeriye girer.
Şeytanın içeriye girdiğini kimse görmemiştir.
Şeytan Cennete girdikten sonra hemen hz Adem Aleyhissellamı' kandırmanın yollarını araştırmaya başlar. Ve kandırır Adem Aleyhisselama'e yasak olan meyveden yedirir. Hz Adem bu günahı işlediği için Cennetten kovulur.Ve sıra yılana gelir...
Allah'ü teala tarafından o şeytanı mademki sürünerek şeytanı Cennete soktun, kıyamete kadar sürünmelisin buyurmuştur. Ondan sonra da yılanlar eski yürüyüşlerini terkedip ve bu günkü şekilleriyle sürünmeye başlamışlardır...İşte bir emri ilahiyi yerine getirmemenin cezası olarak o cezayı alır...
Allah'ım verilen emirleri bi hakkın yerine getirmeyi cümlemize nasip eyle... Amin
Yılan cennette Âdem Aleyhisselâm’ın hizmetçisiydi. Âdem Aleyhisselâm’ın düşmanına cennete girmesine imkân vermekle Âdem Aleyhisselâm’a ihanet etti. Burada ona düşmanlığını izhâr etmiş oldu. Yeryüzüne indiklerinde düşmanlıklar kuvvetlendi. Yılana: “Adem oğulları senin düşmanındır. Sen de onların düşmanlarısın. Onlar, nerede seninle karşılaşırlarsa, başını ezerler,” denildi.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
“Yılanları öldürün. (Özellikle) kısa kuyruklu habis, iki çizgi sahibi ebter olanı öldürün. Çünkü bunlar, gözü alır ve hamilenin hamlini düşürtürler . Hadis-i şerîfte, umûmî yılanların içine dahil olmakla beraber özellikle bu iki yılan cinsi zikredildi.
Bu hadîs-i şerîfle Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, bu iki yılanın zararına tenbih etmek istedi. Yılanlardan zararları dokunmayan ve evlerin dışında yaşayan yılanlar da yine öldürülür. Zahir olan emrin umûmî olmasıdır. Evlerde yaşayan yılanlar ise, üç gün kadar izin verilmedikçe öldürülmez.
“Muhakkak Medine-i Munevvere’de (şehir evlerinde yılan şeklinde yaşayan) cinler vardır. Onlar Müslüman olmuşlar. (Onlardan zarar gelmez). Onlardan herhangi bir şey gördüğünüzde üç gün izin verin. Eğer 3 gün sonra hâlâ size görünürlerse onu öldürün. Çünkü o şeytandır.
İbnü Melek Hazretleri, “Şerhü’l-Meşârik’te buyurdular: “Cinler, latif varlıklar olup, yılanların şekline bürünürler. Cinlerden yılan olup öldürülmekten nehyedilenler; küçük beyaz ve kıvrılmadan yürüyen yılanlardır.
Sahih (doğru olan görüş) evlerde yaşayan yılanların öldürülmelerinin yasaklanması sadece Medine-i münevvereye mahsus bir durum değildir. Belki bütün şehirlerde evlerde yaşayan yılanlar öldürülmekten nehyedilmişlerdir. (
// Rûhu’l-Beyan // ücharfbeşnokta //)
TAVUSLA DÜŞÜŞ, SİMURGLA YÜKSELİŞ
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ
VE SAFİR-İ SİMURG
Image
Hayrunnisa (ÇAKMAKÇI) TURAN*
Özet
Henry Corbin’in ‘kuş döngüsü’ (cycle de l’oiseau) olarak isimlendirdiği kuş risaleleri, bilhassa orta- çağda İslam âlimleri tarafından mükerreren kaleme alınmıştır. İbni Sina ve Gazali’nin Risaletü’t-Tayr, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr, İbnü’l-Arabî’nin Anka’ü Muğrib şeklinde isimlendirdiği seyr-i sülûk hikâyelerinin bir diğeri de Şehabeddin Sühreverdî’ye ait olan Safir-i Simurg isimli eserdir. Sührever- dî’nin ruh yolculuğunu ele aldığı söz konusu sembolik ve tasavvufî hikâye, İbni Sina’nın Risaletü’t Tayr isimli eserine dayanmakta olup, risalenin kendisinden sonra aynı konuda kaleme alınmış eserlere ışık tuttuğu bilinmektedir. ‘Fenâ fi’l-Hakk’ ya da ‘fena fillâh’ şeklinde ifade edilen, nihai gayeye erişme arzusuyla Sûfî yani sâlik’in belli makamları kat ederek yol aldığı ‘insan-ı kâmil’ yolculuğu bu çalışmada farklı bir boyutuyla ele alınacaktır. İslam mistisizminde bir zamanlar cennet kapısının bekçiliği vazi- fesini ifa ederken şeytanın kışkırtmasıyla Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulmalarına sebep olan tavus kuşu, bir anlamda insanoğlunun mütemadiyen ve mebzulen yaşayacağı buhranlara, hayat mücadelelerine, nefes aldıkça devam edecek sıkıntı ve huzursuzluklara kapı aralamıştır. Ancak tavus kuşunun söz konusu basiretsizliğini müteakip gelen düşüş nihai bir düşüş olarak insanoğlunun omuz- larına yüklenmeyerek Rahman ve Rahim sıfatlarına sahip Yaratıcının inayetiyle ikinci bir şans tanın- mıştır Âdemoğlu’na. Söz konusu şans, risalelerde Simurg ya da Anka gibi isimlerle zikredilmiş efsanevi kuş ile sembolleştirilen, Yaratıcı’da yok olmayı dünyadayken başarabilme ve böylelikle hem dünya hem de ukbâ hayatını güzelleştirebilme yolculuğuyla ilgilidir.
Anahtar kelimeler:
Simurg, tavus, seyr-i sülûk, fenâ fillâh.
THE FALL BY A PEACOCK, THE RISE BY A SIMURGH Medieval Islamic Treatises On Birds And Safir-i Simurgh
Abstract
Medieval Muslim intellectualls wrote treatises on birds which Henry Corbin called them ‘bird-cycle’.
‘Safir-i Simurgh’ of Shihabaddin Sohrawardi is another sayr al-suluq story named by Avicenna and
Al-Ghazali as ‘Risalat al-tair’, Ferid al-Din Attar as ‘Mantıq al-tair’ and İbn al-Arabi as ‘Anqa al-mugh-
rib’. Sohrawardi borrowing from Avicenna’s treatise, created a symbolic and mystic narration of the
journal of soul that became a model for later similar works. Connoted as ‘fanā fillah’ or ‘fanā fil
haqq’, the journey of a Sufi (salik) who has a desire to reach to the ultimate goal and who passes
different stages (maqamat) on the road to become an ‘al-insan al-Kamil’ and the different dimen-
sions this journey entails, is the scope of this study. In Islamic mysticism, the peacock although it
was the gape keeper of Pradise, incited by Satan brought about the expulsion of Adam and Eve,
causing thus, a continual and dreadful life struggle, unrest, and difficulties for all mankind. The im-
prudence of the peacock though is not eternal as Allah with his quality as al-Rahman and al-Rahim
gave a second chance to them. A mythical bird Simurgh or Anqa symbolized this chance. The achie-
vement of this journey will eventually bring peace and tranquility both in this world and the other.
Keywords:
Simurgh, the peacock, sayr al-suluq, fanā fillah.
Image
* Ar. Gör., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Türk İslam Sanatları Tarihi Anabilim Dalı;
hayrunnisa.cakmakci@omu.edu.tr
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ VE SAFİR-İ SİMURG
F
eridüddin Attar (ö.1221)’ın sembolik seyr-i sülûk hikâyelerinden oluşan Mantıku’t-Tayr isimli mesnevisi her ne kadar Simurg’dan ve
fenâ fillâh kavramından bahseden oldukça kap- samlı bir eser olsa da, mesnevinin kaleme alındığı dönem itibariyle kendisinden önce aynı konu üze- rine yazılmış eserlerden etkilenmiş olması gerçeği yadsınamaz. Ancak söz konusu eser, gerek tavus kuşunun gerekse Simurg’un hikâyelerini ayrıntıla- rıyla ortaya koyması bakımından ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Simurg’la ilgili olarak bilhassa Or- taçağ’da İslam düşünürleri tarafından pek çok ri- sale kaleme alınmış olmakla beraber bu çalışmada eserine ad olarak Simurg’un ismini tercih eden Sühreverdî (ö. 1191)’nin Safir-i Simurg risalesinin temel alınması tercih edilmiştir.
Image
‘Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten kovulması’ hadisesinin Türk-İslam minyatürlerinde sıklıkla işlendiği görülmektedir. Konuyla ilgili minyatür- lerde cenneti tasvir eden mimari, tabii vb. estetik unsurlar değişebilmekle beraber, Hz. Âdem, Hz. Havva, melek, tavus kuşu ve yılan karakterleri, görünümleri farklılık arz etse de kompozisyona temel karakterler olarak eşlik etmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi’nde yer alan Falnâme yazmasından konuyla ilgili bir minyatürde (Farhad vd. 2009: 69) cenneti temsil eden rengârenk çiçeklerin bulun-
Resim 1. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Falnâme, y. 1610-15,
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, H. 1703, f. 7b.
Image
Resim 2. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Falnâme, y. 1550-60,
Arthur M. Sackler Gallery, S1986.251a.
duğu zeminde, başlarındaki alevden halelerle tasvir edilen Hz. Âdem ile Hz. Havva el ele tutuşur vazi- yette ayakta resmedilmiştir (Resim 1). İncir yaprak- larıyla örtülü kasık bölgeleri dışında gövdelerinin diğer uzuvları çıplak halde tasvir edilmiş çiftten, Hz. Havva’nın sol elinde buğday başakları taşıdığı gö- rülmektedir. Arka planda cenneti betimleyen mu- karnas başlıklı sütunlar arasındaki açıklığı örten beşik kemerli alanın yan tarafındaki kapıda şaşkın bakışlarıyla bir meleğin beklemekte olduğu ve me- leğin ön tarafında, kapının eşiğinde de bir tavus ku- şunun durduğu görülmektedir. Kapının dışında ise kıvrılmış gövdesiyle siyah bir yılanın varlığı dikkati çekmektedir.
Yine bir başka Falnâme nüshasında (Farhad vd.
2009: 99) bu kez çok sayıda melek tarafından ku-
şatılmış yeşil zeminli alan üzerinde başları haleli
çiftten Hz. Âdem’in, ejderha görünümündeki yara-
tığın üzerinde oturduğu, Hz. Havva’nın da aynı
şekilde bir tavus kuşu üzerinde resmedildiği görül -
mektedir (Resim 2). Üzerindeki Arapça ‘Şeytan-ı
la‘în’ ifadesinden Lanetlenmiş Şeytan’ı temsil ettiği
anlaşılan kişi ise gri yüzlü ve yaşlı bir görünümde
tasvir edilmiştir.
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
Image
Image
HAYRUNNİSA (ÇAKMAKÇI) TURAN
Resim 3. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Hadîkatü’s-Süedâ, Bibliothéque Nationale, suppl. Turc 1088.
Resim 4. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’,
Hadîkatü’s-Süedâ, Collection Soustiel, Paris, fol. 8b
Fuzûlî’nin kaleme aldığı Hadîkatü’s-Süedâ yazma- sına ait minyatürlerden birinde (And 2010: 95) cen- netin kapısının önünde ayakta durmakta olan Hz. Âdem ile Hz. Havva el ele tutuşmaktadır (Resim 3). Yan taraflarında meleklerden oluşan bir topluluğun beklediği çifti, arkadaki köşkün pencere ve balko- nundan üç meleğin daha şaşkınlıkla seyretmekte olduğu görülmektedir. Hz. Âdem’in ayakucundaki bir tavus kuşu ile tavus kuşunun hemen ön tara- fında bekler vaziyetteki bir yılan her zamanki mev- cudiyetlerini korumaktadır. Yılanın sol tarafında ise siyah yüzlü ve siyah giysiler içindeki şeytanın bağ- daş kurarak oturmakta olduğu görülmektedir. Bir başka Hadîkatü’s-Süedâ nüshasında (Milstein 19 -
90) da bu kez kalabalık bir grup halindeki melek topluluğunun cennet köşkünün çatı, pencere, bal- kon ve kapısından kendilerini izlemekte olduğu Hz. Âdem ve Hz. Havva, cennet bahçesinde yine bir başka melek grubunun arasında bir su kanalının iki yakasında resmedilmiştir (Resim 4). Cennetten ay-
rılmak üzere olan çiftten Hz. Havva’ya üzerine otur- duğu tavus kuşu, Hz. Âdem’e de bir yılan eşlik et- mektedir. British Library’de yer alan bir başka Hadîkatü’s-Süedâ nüshasındaki minyatürde(1) de gerek cennet bahçesinden gerekse cennet köş- künün balkonundan kendilerini izleyen meleklerin arasındaki el ele Âdem ve Havva çifti diğer örnek- lerde olduğu üzere köşkün dışında ayakta durmakta ve cennetten ayrılmak için hazırlanmak- tadırlar (Resim 5). Ön planda da tavus kuşu, yılan ve gri tondaki yüzüyle şeytan kompozisyonu ta- mamlamaktadır.
1570-80 tarihli Kısasü’l-Enbiyâ nüshasına ait ‘Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulması’ ko- nulu bir diğer minyatürde (Farhad vd. 2009: 212), bir ejder üzerindeki Hz. Âdem ile bir tavus kuşu üzerindeki Hz. Havva’nın cennetten uzaklaşmaları resmedilmektedir (Resim 6). Bu kez elindeki bir sopa ile çifti Adn cenneti bahçesinden uzaklaştır-
Image
1. Söz konusu minyatüre British Library’nin internet sitesinden ulaşılmıştır. Minyatür ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.imagesonline.bl.uk/results.asp?image=036284&imagex=153&searchnum=0002.
Resim 5. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Hadîkatü’s-Süedâ,
British Library, Or. 12009, f. 7v.
makta olan bir kişinin varlığı dikkat çekmektedir. Şeytan ise, bu defa diğer minyatürlerden oldukça farklı bir biçimde melek görünümünde tasvir edile- rek ellerini adeta çifti cennetten uzaklaştırmakla ulaştığı zaferin coşkusuyla alkış tutar konumda bir- leştirerek kompozisyona katılmaktadır.
Kanatlarının üzerindeki yüzlerce nakışla sırmalara bürünmüş tavus kuşunun çirkin yılanla yoldaş olup horlanarak cennetten kovulmasının ve Hz. Âdem ile Hz. Havva çiftinin kovulmalarına sebep olmasının hikâyesi Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ında detaylı olarak anlatılmaktadır. Eserin bir bölümünde tavus kuşu ile Hüdhüd’ün aralarında geçen konuşmada, padi- şahları Simurg’un (Resim 7)(2) dergâhına varacak yüzünün olmadığını ve yalnızca dergâhının kapısı- nın önüne varmakla yetinebileceğini dile getiren tavus kuşuna Hüdhüd’ün verdiği cevap şu şekilde- dir:
Benim Simurg’la ne işim olabilir ki, yüce cennet me-
Resim 6. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Kısasü’l-Enbiyâ, y. 1570-80,
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, H. 1228, f. 3b.
kânım olsun bana yeter.
Benim dünyada başka bir işim yok, tek isteğim bir
daha cennetin yolunu bulabilmektir.
Hüdhüd kendisine dedi ki: “Ey yaptığı hatadan do-
layı yolunu kaybeden!
Padişahtan ev istenir mi?
Söyle bakalım ona yakın olmak eve sahip olmaktan
daha iyi değil midir?
Padişah evden yeğ değil midir?
Heveslerle dolu olan cennet nefis evidir. Gönül evi-
nin menzili ise sıdk makamıdır.
Hazreti Hakk azamet denizidir, Naim cenneti ise sa-
dece bir katredir Attar 2009: 81).
Küll olanın cüzle, can olanın bedenin azalarıyla işi- nin olamayacağını dile getirerek Küll adamının Küll’ü görmesini, istemesini, seçmesini, Küll olup Küll kesilmesini tavsiye eden Hüdhüd, konuşma- sına, konuya verdiği bir örnekle devam etmektedir:
Şakirdin biri üstadından sordu: “Âdem cennetten
niçin kovuldu?”
Üstadı dedi ki: “Âdem yüce cevher sahibi biriydi,
cennete kanaat etti.”
Hatiften şöyle bir ses geldi: “Ey cennete yüzlerce
bağla bağlanan.
Bizim kulumuz her iki âlemde de bizim dışımızda bir
şeyle kanaat etmemeli.
Bizim dışımızda kanaat ettiği şeyi zevale erdiririz.
Çünkü dosttan başkasına bağlanmak reva değildir.
Canın yeri cananın yanıdır. Canansız yüz binlerce
yer ne işe yarar?
Cananın dışında başka bir şeyle zinde olan biri
Âdem bile olsa sürülüp kovulur (Attar 2009: 81, 82).
Attar’ın eserinde bildirdiği esas gayenin Hakk ile vuslatı gerçekleştirme noktasındaki sembolik yorumları, bir anlamda atası cennetten kovulan Âdemoğlu için Yaratıcıda ve Yaratıcıyla kurtuluşa giden menzilde anahtar hüviyetindedir. Mevlâ- nâ’nın Mesnevisi’nde kendi tüylerini gagalayıp yo- larak bedenini çirkinleştiren tavus kuşunun hikâyesini, güzelliği gurur silahı olan tavus kuşunun dilinden bildirmektedir. İhtişamlı kanatlarından ötürü kendisine her yönden yüz bela gelen tavus kuşu misali, gururun gururlananlara yüz bela geti- receği noktasındaki görüşleri ile Mevlânâ’nın renge ve kokuya bağımlı muhatabına asıl gayeyi unutma- ması yönündeki telkinleri (Mevlâna 2004: 168) ko- nuyla ilgili derin mesajlar içermektedir. Sebep; şeytan, yılan ya da tavus her ne olursa olsun cen- netten kovulma ile neticelenecek yasak meyvenin yenmesi hadisesinin Allah’ın bilgisi dâhilinde ve tak- diriyle gerçekleştiği muhakkaktır. Aksi durumda, hadise vuku bulurken şeytana mani olunmasıyla ve cennetten kovulmaya sebep olacak suçun işlenme- mesiyle belki de bir anlamda Hz. Âdem ile Hz. Havva ‘tefekküre daha varmamış halden çıkıp kendi kuvvetlerini idrak edemeyecek, iyi ile kötü arasın- daki farkı göremeyecekti’. Vakanın bu şekilde cere- yan etmesiyle de Âdemoğlu ikilikten kurtulacak ve mutlak olanın Cihanın Canı’nın arayışına girecekti (Ayvazoğlu 1984: 24).
Sühreverdî ruhun nihai aydınlığına erişmesi ama- cıyla yaptığı yolculuğu betimleyen sembolik ve mis- tik risalesi Safir-i Simurg’da belirttiği üzere, her bir ruhun beden hapsine düşmeden önce, meleksel di- yarda mevcudiyetlerini sürdürdüğünü düşünmek- tedir. Özünde ölümsüz ve meleksel cevhere sahip olan ruh bir bedene büründüğünde, iki parçaya bö- lünmüş ve parçalardan biri cennette kalmış, diğeri beden kalesinin hapsinde düşüşe geçmiştir. Bu yüz- den bu dünyada daima mutsuz olan insan ruhu ha- kikatte diğer yarısı olan semavi ‘alter ego’sunu aramakta olup, öteki meleksel yarısına kavuşup se- mavi ikametgâhına yeniden erişemediği müddetçe nihai saadeti yakalayamayacaktır.
Bir defa gerçek benliğini temsil eden meleksel pro- totipiyle yani ruhani benliğiyle birleşmiş olan insan zekâsı, yeniden bu gerçek benliğiyle birleşmediği sürece kozmik labirentte gezinen kayıp bir çocuk misali huzura eremeyecektir (Nasr 1969: 73, 74).
Sühreverdî’ye göre selamete çıkmakla eşdeğer ni- telikteki nihai aydınlığa (işrak) ulaşmak, dünyadaki her şeyin O’nun Zatının Nûru’ndan geldiği ve tüm cemal ve kemalin O’nun cömertliğinin armağanı ol- duğu Allah’ın ihsanıyladır. İlk Mutlak Nûr’un Zatı olan Allah, sürekli ışık saçmakta, bu yolla tecelli edip her şeyi var ederek ışınlarıyla onlara hayat vermektedir (Schimmel 2001: 258). Sühreverdî’nin Lugat-ı Muran isimli risalesinde alegorik olarak de- ğindiği tavus kuşu hikâyesinde tavus kuşunun kendi güzelliğini ve yaşadığı güzel bahçeyi unutarak kara bir mahfazaya hapsedildiğinden ve günün birinde kendi kökleri hususundaki artan tüm unutkanlığına rağmen, bir esinti eşliğinde algıladığı çiçek, ağaç, gül ve menekşe kokusuyla sıra dışı bir zevk duydu- ğundan bahsedilmektedir. Bu duygu aynı zamanda burada Sûfî ruhunu temsil eden tavus kuşunu (Lopez-Baralt 1992: 83, 84), kendisini bütün maddi bağlarından bağımsızlaştırarak bu ilahi esintinin nihai kaynağı olan Allah’ı keşfetmeye yöneltmiştir. Safir-i Simurg isimli risalesinde ise, ‘sabah esintisi Simurg’un nefesiyle gelir’ şeklinde Simurg ile Yara- tıcıyı özdeşleştiren Sühreverdî, nihai derinlik anında tavus kuşu ile Simurg’un ilahi tabiatı paylaştıklarını bildirmektedir.
Mârifet makamına erişme yolculuğunu sembolik bir dille betimleyen inisiatik risaleler (Sharif 1983:
375) Sühreverdî dışında Ortacağ İslam coğrafyası- nın önde gelen düşünürleri tarafından sıklıkla ka- leme alınmıştır. Bu öykülerden bazıları birinci şahıs dilinden anlatılır; yaşanmış ruhsal serüveni yansıtır ve gerçek kişisel inisiasyon öyküleridir, bazıları me- lekler ile bazıları da –gerçekte Mürşid-i Kâmil ya da manevi rehber olan- gizemli bir şeyhle karşılaşma sahnesi ile açılmaktadır. Diğerleri bir meseller ya da simgesel öyküler dizisi şeklinde sunulmaktadır (İbni Sina vd. 1997: 120). Ahmed Gazzalî’nin Risaletu’t- Tuyur’unda söz konusu ruh yolculuğu hikâyesi “Si- murg hazretleri, izzet adasında, azamet ve kibriyâ şehrinde yaşar. Onun huzuruna varma arzusu, on- ları düşüncede ve hayrette bir kıldı. Sevk gerdanlı- ğını boyunlarına takıp iştiyak kemerini bellerine bağladılar, talep nalınlarını ayaklarına geçirdiler. Padişah’ın tahtına doğru varmak, ondan saadet hil’atini almak, onun kerem bahçesinde ve rızasının merasında otlamak için bir anda hep birlikte hare- kete geçtiler. Şevk ateşi yüreklerinde kıvılcımlanı- yor, istek diliyle yol yordam araştırıyorlardı” (İbni Sina vd. 1997: 194) şeklinde ifade edilmektedir.
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ VE SAFİR-İ SİMURG
Necm-i Râzî’nin Risaletü’t-Tuyur’unda da örneğin Simurg’la ilgili şu ifadelere yer verilmiştir: “Gönül güvercini Süleyman-ı Kibriyâ’nın fermanını alarak Kaf Dağı’na, uzaklara uçan Anka-yı Muğrib’in yuva- sına doğru yola koyulur. Bu uzun, macera dolu, hay- ret verici bir yoldur: Bu hayat yoludur!” (İbni Sina vd. 1997: 205). Necm-i Râzî’nin çağında maksadı anlatmak için kuşların dilinden hikâyeler yazmak yeni bir şey değildir; 6/12. yüzyılın sonlarında, özel- likle insanoğlunun esir kuşlara benzetilmesi ve Tan- rı’yı simgeleyen Simurg ve Anka’ya ümit bağlaması oldukça yaygın bir mazmundur. Derin düşüncelile- rin ruhu ten kafesinden felsefî ve irfânî feryatlar koparmaktadır. Toplumsal dertleri, sıkıntıları, yan- gınları olanlar da çevrenin ve toplumun tuzakların- dan, zalimlerin ve bozguncuların avlanma kafeslerinden yakınmaktadır. O günlerde İbn Si- na’nın Risaletu’t-Tayr’ı, bunun İşrak şeyhi Sühre- verdî tarafından yapılan Farsça çevirisi, Ahmed-i Gazzalî’nin Risaletu’t-Tuyur’u ve Attar’ın Mantıku’t- Tayr’ı yazılmış bulunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Necm-i Râzî bunlardan bazılarını görmüş ve oku- muştur. En azından kendi konusunu temsil olarak işlerken onlardan etkilenmiş olmalıdır (İbni Sina vd.
1997: 205, 206).
Hakikatte Simurg’u ruh kuşu olmasıyla insanın ru- hani gelişiminde son aşamanın sembolik temsilcisi olarak ele alan Sühreverdî, Simurg’a atfettiği birta- kım nitelikler eşliğinde ruhani yolculuğu somut- laştırmaktadır. Örneğin ‘Anka kuşu Kaf Dağı’nda oturarak sesiyle uyuyanları uyandırır, sesi herkese ulaşır; ama çok az kişi bu sesi işitir’ (Sühreverdi
2006: 47) şeklinde nitelendirilen durum ruh yol- culuğuna namzet kişinin birtakım merhaleler eşli- ğinde ihtiyaç duyduğu sesleri işitecek mertebeye erişeceğine işaret etmektedir. Sühreverdî’nin bildirdiği üzere İlahi tecelli öncelikle anlık ışıltılar şeklinde gelmekte ve sonrasında zihnin ve dü- şüncelerin toplu halde bulunduğu sekine duru- muna geçmektedir. Bu aşamayı müteakip mistik tüm vasıflarını yok etme safhasını yaşamaktadır. Beş aşamada değerlendirilen tevhid makamının en yüksek mertebesinde sâlik kendisini Allah’ta kay- betmektedir. Bu aşamadan sonrası ise, ebedi ha- yata girizgâhtır. Kişideki Allah sevgisini mükemmele erişmiş ruhun en yüksek mutluluk mertebesi olarak nitelendirmektedir Sühreverdî. Bu mertebe ise ha- kikatin sezgisel olarak kavranması ve nihai gerçek- liklerin idrak edilmesidir ki insan ruhu arayıcıların en asili ve hakikat, marufun en yücesidir (Smith
1937: 1171, 1172). Yine ‘Anka kuşunun gölgesi ağır hastalar için faydalı olup şifa hükmündedir’ ve ‘Onun yemeği ateşten- dir; her kim bir tüyünü sağ tarafına bağ- layıp ateşin üzerinden geçerse ateşte yanmaktan kurtulur’ (Sühreverdi 2006:
48) gibi ifadelerle fenâ makamına atıfta bulunulmaktadır.
Image
Image
Resim 7. ‘Kuşların toplanması’, Mantıku’t-Tayr, 1493, Bodleian Li- brary, Elliot 246, 25b.
Sühreverdî’ye göre aynı zamanda Si- murg’un yuvası olan tüm tohumlar ağacı, ruhun ilk şekline (şekl-i evvel) geri dö- nüşü ile irtibatlandırılmaktadır. İncil ve Kur’an’daki ifadesiyle Hz. Âdem ile Hz. Havva hikâyesi de Adn (Aden) bahçe- sinde, iyiyi ve kötüyü bilme ağacı olan kozmik ağaçla (şeceretü’l-huld) ilgili ola- rak geçmektedir (Cole 1994: 157, 158). Sühreverdî ruhunu irşad etme gayesin- deki ve hasta konumda bulunan sâlikin Kaf Dağı’na gitmesinin gerekliliğinden, orada bulunan bir ağacı öne sürerek bah- setmektedir. İşte Simurg’un yuvası da bu ağaç üzerindedir. Sâlik bu ağacı eline ge- çirmeli ve onun meyvesini yemelidir. Bundan sonra hasta doktora ihtiyaç duy- mayacak ve kendisi tabip olacaktır. Bu makam da, insânî nefsin kendisini Nurlar Nûru’nun işrakıyla idrak ettiği, kendisinin ve bütün nurların Nurlar Nûru’nun kah- hâr nûrunda yokluğa büründüğü idrak se- viyesi olmalıdır (Yenen 2007: 127).
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
HAYRUNNİSA (ÇAKMAKÇI) TURAN
Yasak ağacın meyvesinin yenmesiyle cennetten ko- vulma hadisesinde, temsili olarak bir kuşun (tavus kuşu) vakaya ön ayak olan rolü vasıtasıyla gelen dünya sürgünü, anlaşıldığı üzere yine bir başka kuş (Simurg) ile sembolleştirilen ruhani sülûk ile ukbâ refahına dönüşebilecektir. Ancak bir anlamda ha- disedeki rolü itibariyle, ibret vesikası kimliğiyle tavus kuşuna sıklıkla minyatür kompozisyonlarında yer verilmişken, ‘Yokluk’ta Varlık bulma’yı temsil eden Simurg’un tasavvufî kimliğinin, onun musav- virler tarafından tasvirini kısıtlamış olabileceğini dü- şündürmektedir.
Burada özellikle belirtmek gerekir ki, oldukça ince ve detaylı işçiliğiyle minyatür sanatının icra edilme- sinde tercih edilen konuların rastgele seçilmiş ko- nular olmadığı, ibretlik ve kapsamlı mesajlar içeren hadiselerin ya da unsurların bu sanatta bilhassa ifa- desini bulduğu düşünülmektedir. Bu perspektiften değerlendirildiğinde, elyazmalarında Simurg’un ve Simurg ile ilgili konuların tasvirine yer verilmiş ol- ması büyük önem arzetmektedir. Her ne kadar söz konusu minyatürlerde Simurg bu çalışmada vurgu- lanmaya çalışılan tasavvufî boyutundan ziyade mi- tolojik boyutuyla ele alınmışsa da, Simurg’un gerek efsanelerdeki sıklıkla feraset sahibi, ileri görüşlü, rehber vasıfları ve anaç tavırlarıyla, gerekse şifa da- ğıtıcı, tedavi edici ve yönlendirici tavsiyelerde bu- lunan hususiyetleriyle tasvir edilmiş olması onun önemini tekrar tekrar ortaya koymaktadır (3).
Daha önce de vurgulandığı üzere, minyatürlere fazla yansıtılmamış olsa da, Simurg’un ününü borçlu olduğu asıl vasfı tasavvufta kazanmış olduğu fenâ fillâh kavramıyla ilgilidir. Ancak ruh yolculuk- larının, seyr-i sülûk hikâyelerinin sembolik bir dille ifade edildiği, bilhassa Ortaçağ’da yaygınlaşan kuş risalelerinde, insan-ı kâmil olma amacıyla ruh yol- culuğuna çıkan sâlikin erişeceği nihai mertebeyi temsil etmesi, Simurg’un tasvirini zorlaştırmış ola- bileceğini düşündürmektedir. Sanatçıların bu kadar kutsiyet içeren bir makamı temsil eden bir varlığı resmetmekten kaçınmış olmaları muhtemeldir.
Böylelikle gerek minyatürlere yansıyan gerekse ri- salelerde betimlenen boyutlarıyla tavus-simurg iliş- kisi düşüş-yükseliş kavramlarına yüklenen anlam çeşitliliğiyle farklı bir zenginlik kazanmaktadır. Bir anlamda tasavvuf çevrelerinde sıklıkla dile getiri- len, bir kutsî hadisle bağlantılı olarak “Allah’ın gizli bir hazine iken bilinme arzusuyla Âdemoğlu’nu halk etmesi” anlayışı, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın günahı işlemeleri neticesinde cennetten kovulmaları hadi- sesini daha anlaşılır kılmaktadır. Bu bağlamda insa- noğlu için çetin bir mücadele kaynağını teşkil eden dünya hayatı, ümitsizliğe yer vermeyen İslam anla- yışıyla şekillenerek, mükemmele erişme noktasında insanoğluna yeni ufuklar açacaktır.
Image
3. Söz konusu Simurg minyatürleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hayrunnisa Çakmakçı, Türk-İslam Minyatürlerinde Simurg Tasviri ve İkonografisi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2011.
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ VE SAFİR-İ SİMURG
KAYNAKLAR
AND, M. (2010). Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. ATTAR, F. (2009). Mantıku’t-Tayr, çev. Sedat Baran, İstanbul: Lacivert Yayıncılık. AYVAZOĞLU, B. (1989). İslam Estetiği ve İnsan, İstanbul: Çağ Yayınları.
COLE, J. R. I. (1994). “The World as Text: Cosmologies of Shaykh Ahmad Ahsa’i”, Studia Islamica, http://www.jstor.org/stable/1595855 (11.7.2012).
ÇAKMAKÇI, H. (2011). Türk-İslam Minyatürlerinde Simurg Tasviri ve İkonografisi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ondo- kuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun.
FARHAD, M., BAĞCI, S. (2009). Falnama The Book of Omens, USA: Thames&Hudson.
İBNİ SİNA, SÜHREVERDİ, GAZZALİ, RAZİ. (1997). İslam Felsefesi’nde Sembolik Hikâyeler, İstanbul: İnsan Yayınları.
LEWIS, B., ETTINGHAUSEN, R., GRABAR, O., SAVORY, R. M. (1980). The World of Islam Faith People Culture, London: Thames
and Hudson.
LOPEZ-BARALT, L. (1992). Islam in Spanish Literature from The Middle Ages to Present, Netherlands: Brill-Leiden.
MEVLÂNÂ. (2004). Mesnevi, haz. Adnan Karaismailoğlu, c. 2, Ankara: Yeni Şafak Kültür Armağanı.
MILSTEIN, R. (1990). Miniature Painting in Ottoman Baghdad, USA: Mazda Publishers.
NASR, S. H. (1969). Three Muslim Sages, New York: Caravan Books.
SCHIMMEL, A. (2001). İslam’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
SHARIF, M. M. (1983). A History of Muslim Philosophy I, Karachi: Royal Book Company.
SMITH, M. (1937). “Three Treatises on Mysticism”, Bulletin of the School of Oriental Studies, University of London, vol. 8,
http://www.jstor.org/stable/3488545 (11.7.2012).
SÜHREVERDÎ, Ş. (2006). Cebrail’in Kanat Sesi, çev. Sedat Baran, İstanbul: Sufi Kitap.
YENEN, H. (2007). Sühreverdi Felsefesinde Epistemoloji, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İs-
tanbul.
Image
http://www.imagesonline.bl.uk/results.asp?image=036284&imagex=153&searchnum=0002 (2.2.2011).
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
Kitâb-ı Mukaddesin, "İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9) ifadesinden de anlaşılacağı gibi bu yılanın şeytan olduğu söylenmektedir. Apokrif (doğruluğuna güvenilmez söz ve yazı) kaynaklarda şeytanın yılanın içine girdiği ve Havva'nın yalnız kalmasını gözleyerek ona yasak ağacın meyvesini yedirdiği nakledilmektedir. (bk. J. B. Frey, DBS, l, 112; [. Pedersen, El2 (Fr.). l, 182),
Başka bir rivayete göre ise semadan kovulan şeytan, o sırada kanatları olan ve konuşabilen yılana Âdem ile Havva'yı iğvâ etmesini öğretir. (bk, J. B. Frey, DBS, l, 125-126),
Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.
Kur'an'a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş (bk. A'râf, 7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.
Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as) ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.
Konuyla ilgili şu iki açıklamanın faydalı olacağını düşünüyoruz:
1. Hasan Basri Hazretleri demiştir ki: "Yüce Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, şeytan yerden göğe veya cennete vesvese ulaştırabilmiştir." Bu manaya göre yılan tabirinin, insan için yılan gibi zehirli bir hayati kuvvetten kinaye olduğu ve bizzat yılanın anlaşılmayacağı söylenebilir.
2. Bazı tefsirciler şöyle der: "Adem ve Havva, bazen cennetin kapısına yakın gelirler, şeytan da dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi."
Şeytanın cennetten kovulması, dışarıdan vesvesesini ulaştırmasına engel olmayacağından, bu konuda bir zıtlığın olmayacağı sonucuna varabiliriz.
Her canlı ölümü tadacaktır. Bu bakımdan arının daha önce ölmediği ve insanları iğnesiyle soktuğu için ölüm cezası verildiği gibi bilgiler İslami kaynaklara dayanmamaktadır.
(Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili; Diyanet İslam Ansiklopedisi)
Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
Kıssa malümdür ama yinede paylaşılmasında faide olacağı kanaatindeyim...
Hz Adem (As),Cennet'te iken şeytan aleyhilane onu kandırabilmek için çeşitli hileler düşünür. Şu cennete bir girsemde yasak olan meyveden Adem Aleyhisselam'a yedirsem ve onun da günah işlemesini sağlamış olsam.Tabiki hilaler düşünür ve Cennet-i alanın kapısına gelir. Cennetin kapı bekçisi ise o zaman yılandır. Şeytan bütün gücünü ve kuvvetini kullanarak yılanı ikna eder. Kandırır.
Yılan,şeytanı sırtına alır ve sürünerek gizlice içeriye girer.
Şeytanın içeriye girdiğini kimse görmemiştir.
Şeytan Cennete girdikten sonra hemen hz Adem Aleyhissellamı' kandırmanın yollarını araştırmaya başlar. Ve kandırır Adem Aleyhisselama'e yasak olan meyveden yedirir. Hz Adem bu günahı işlediği için Cennetten kovulur.Ve sıra yılana gelir...
Allah'ü teala tarafından o şeytanı mademki sürünerek şeytanı Cennete soktun, kıyamete kadar sürünmelisin buyurmuştur. Ondan sonra da yılanlar eski yürüyüşlerini terkedip ve bu günkü şekilleriyle sürünmeye başlamışlardır...İşte bir emri ilahiyi yerine getirmemenin cezası olarak o cezayı alır...
Allah'ım verilen emirleri bi hakkın yerine getirmeyi cümlemize nasip eyle... Amin
Yılan cennette Âdem Aleyhisselâm’ın hizmetçisiydi. Âdem Aleyhisselâm’ın düşmanına cennete girmesine imkân vermekle Âdem Aleyhisselâm’a ihanet etti. Burada ona düşmanlığını izhâr etmiş oldu. Yeryüzüne indiklerinde düşmanlıklar kuvvetlendi. Yılana: “Adem oğulları senin düşmanındır. Sen de onların düşmanlarısın. Onlar, nerede seninle karşılaşırlarsa, başını ezerler,” denildi.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
“Yılanları öldürün. (Özellikle) kısa kuyruklu habis, iki çizgi sahibi ebter olanı öldürün. Çünkü bunlar, gözü alır ve hamilenin hamlini düşürtürler . Hadis-i şerîfte, umûmî yılanların içine dahil olmakla beraber özellikle bu iki yılan cinsi zikredildi.
Bu hadîs-i şerîfle Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, bu iki yılanın zararına tenbih etmek istedi. Yılanlardan zararları dokunmayan ve evlerin dışında yaşayan yılanlar da yine öldürülür. Zahir olan emrin umûmî olmasıdır. Evlerde yaşayan yılanlar ise, üç gün kadar izin verilmedikçe öldürülmez.
“Muhakkak Medine-i Munevvere’de (şehir evlerinde yılan şeklinde yaşayan) cinler vardır. Onlar Müslüman olmuşlar. (Onlardan zarar gelmez). Onlardan herhangi bir şey gördüğünüzde üç gün izin verin. Eğer 3 gün sonra hâlâ size görünürlerse onu öldürün. Çünkü o şeytandır.
İbnü Melek Hazretleri, “Şerhü’l-Meşârik’te buyurdular: “Cinler, latif varlıklar olup, yılanların şekline bürünürler. Cinlerden yılan olup öldürülmekten nehyedilenler; küçük beyaz ve kıvrılmadan yürüyen yılanlardır.
Sahih (doğru olan görüş) evlerde yaşayan yılanların öldürülmelerinin yasaklanması sadece Medine-i münevvereye mahsus bir durum değildir. Belki bütün şehirlerde evlerde yaşayan yılanlar öldürülmekten nehyedilmişlerdir. (
// Rûhu’l-Beyan // ücharfbeşnokta //)
TAVUSLA DÜŞÜŞ, SİMURGLA YÜKSELİŞ
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ
VE SAFİR-İ SİMURG
Image
Hayrunnisa (ÇAKMAKÇI) TURAN*
Özet
Henry Corbin’in ‘kuş döngüsü’ (cycle de l’oiseau) olarak isimlendirdiği kuş risaleleri, bilhassa orta- çağda İslam âlimleri tarafından mükerreren kaleme alınmıştır. İbni Sina ve Gazali’nin Risaletü’t-Tayr, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr, İbnü’l-Arabî’nin Anka’ü Muğrib şeklinde isimlendirdiği seyr-i sülûk hikâyelerinin bir diğeri de Şehabeddin Sühreverdî’ye ait olan Safir-i Simurg isimli eserdir. Sührever- dî’nin ruh yolculuğunu ele aldığı söz konusu sembolik ve tasavvufî hikâye, İbni Sina’nın Risaletü’t Tayr isimli eserine dayanmakta olup, risalenin kendisinden sonra aynı konuda kaleme alınmış eserlere ışık tuttuğu bilinmektedir. ‘Fenâ fi’l-Hakk’ ya da ‘fena fillâh’ şeklinde ifade edilen, nihai gayeye erişme arzusuyla Sûfî yani sâlik’in belli makamları kat ederek yol aldığı ‘insan-ı kâmil’ yolculuğu bu çalışmada farklı bir boyutuyla ele alınacaktır. İslam mistisizminde bir zamanlar cennet kapısının bekçiliği vazi- fesini ifa ederken şeytanın kışkırtmasıyla Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulmalarına sebep olan tavus kuşu, bir anlamda insanoğlunun mütemadiyen ve mebzulen yaşayacağı buhranlara, hayat mücadelelerine, nefes aldıkça devam edecek sıkıntı ve huzursuzluklara kapı aralamıştır. Ancak tavus kuşunun söz konusu basiretsizliğini müteakip gelen düşüş nihai bir düşüş olarak insanoğlunun omuz- larına yüklenmeyerek Rahman ve Rahim sıfatlarına sahip Yaratıcının inayetiyle ikinci bir şans tanın- mıştır Âdemoğlu’na. Söz konusu şans, risalelerde Simurg ya da Anka gibi isimlerle zikredilmiş efsanevi kuş ile sembolleştirilen, Yaratıcı’da yok olmayı dünyadayken başarabilme ve böylelikle hem dünya hem de ukbâ hayatını güzelleştirebilme yolculuğuyla ilgilidir.
Anahtar kelimeler:
Simurg, tavus, seyr-i sülûk, fenâ fillâh.
THE FALL BY A PEACOCK, THE RISE BY A SIMURGH Medieval Islamic Treatises On Birds And Safir-i Simurgh
Abstract
Medieval Muslim intellectualls wrote treatises on birds which Henry Corbin called them ‘bird-cycle’.
‘Safir-i Simurgh’ of Shihabaddin Sohrawardi is another sayr al-suluq story named by Avicenna and
Al-Ghazali as ‘Risalat al-tair’, Ferid al-Din Attar as ‘Mantıq al-tair’ and İbn al-Arabi as ‘Anqa al-mugh-
rib’. Sohrawardi borrowing from Avicenna’s treatise, created a symbolic and mystic narration of the
journal of soul that became a model for later similar works. Connoted as ‘fanā fillah’ or ‘fanā fil
haqq’, the journey of a Sufi (salik) who has a desire to reach to the ultimate goal and who passes
different stages (maqamat) on the road to become an ‘al-insan al-Kamil’ and the different dimen-
sions this journey entails, is the scope of this study. In Islamic mysticism, the peacock although it
was the gape keeper of Pradise, incited by Satan brought about the expulsion of Adam and Eve,
causing thus, a continual and dreadful life struggle, unrest, and difficulties for all mankind. The im-
prudence of the peacock though is not eternal as Allah with his quality as al-Rahman and al-Rahim
gave a second chance to them. A mythical bird Simurgh or Anqa symbolized this chance. The achie-
vement of this journey will eventually bring peace and tranquility both in this world and the other.
Keywords:
Simurgh, the peacock, sayr al-suluq, fanā fillah.
Image
* Ar. Gör., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Türk İslam Sanatları Tarihi Anabilim Dalı;
hayrunnisa.cakmakci@omu.edu.tr
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ VE SAFİR-İ SİMURG
F
eridüddin Attar (ö.1221)’ın sembolik seyr-i sülûk hikâyelerinden oluşan Mantıku’t-Tayr isimli mesnevisi her ne kadar Simurg’dan ve
fenâ fillâh kavramından bahseden oldukça kap- samlı bir eser olsa da, mesnevinin kaleme alındığı dönem itibariyle kendisinden önce aynı konu üze- rine yazılmış eserlerden etkilenmiş olması gerçeği yadsınamaz. Ancak söz konusu eser, gerek tavus kuşunun gerekse Simurg’un hikâyelerini ayrıntıla- rıyla ortaya koyması bakımından ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Simurg’la ilgili olarak bilhassa Or- taçağ’da İslam düşünürleri tarafından pek çok ri- sale kaleme alınmış olmakla beraber bu çalışmada eserine ad olarak Simurg’un ismini tercih eden Sühreverdî (ö. 1191)’nin Safir-i Simurg risalesinin temel alınması tercih edilmiştir.
Image
‘Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten kovulması’ hadisesinin Türk-İslam minyatürlerinde sıklıkla işlendiği görülmektedir. Konuyla ilgili minyatür- lerde cenneti tasvir eden mimari, tabii vb. estetik unsurlar değişebilmekle beraber, Hz. Âdem, Hz. Havva, melek, tavus kuşu ve yılan karakterleri, görünümleri farklılık arz etse de kompozisyona temel karakterler olarak eşlik etmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi’nde yer alan Falnâme yazmasından konuyla ilgili bir minyatürde (Farhad vd. 2009: 69) cenneti temsil eden rengârenk çiçeklerin bulun-
Resim 1. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Falnâme, y. 1610-15,
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, H. 1703, f. 7b.
Image
Resim 2. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Falnâme, y. 1550-60,
Arthur M. Sackler Gallery, S1986.251a.
duğu zeminde, başlarındaki alevden halelerle tasvir edilen Hz. Âdem ile Hz. Havva el ele tutuşur vazi- yette ayakta resmedilmiştir (Resim 1). İncir yaprak- larıyla örtülü kasık bölgeleri dışında gövdelerinin diğer uzuvları çıplak halde tasvir edilmiş çiftten, Hz. Havva’nın sol elinde buğday başakları taşıdığı gö- rülmektedir. Arka planda cenneti betimleyen mu- karnas başlıklı sütunlar arasındaki açıklığı örten beşik kemerli alanın yan tarafındaki kapıda şaşkın bakışlarıyla bir meleğin beklemekte olduğu ve me- leğin ön tarafında, kapının eşiğinde de bir tavus ku- şunun durduğu görülmektedir. Kapının dışında ise kıvrılmış gövdesiyle siyah bir yılanın varlığı dikkati çekmektedir.
Yine bir başka Falnâme nüshasında (Farhad vd.
2009: 99) bu kez çok sayıda melek tarafından ku-
şatılmış yeşil zeminli alan üzerinde başları haleli
çiftten Hz. Âdem’in, ejderha görünümündeki yara-
tığın üzerinde oturduğu, Hz. Havva’nın da aynı
şekilde bir tavus kuşu üzerinde resmedildiği görül -
mektedir (Resim 2). Üzerindeki Arapça ‘Şeytan-ı
la‘în’ ifadesinden Lanetlenmiş Şeytan’ı temsil ettiği
anlaşılan kişi ise gri yüzlü ve yaşlı bir görünümde
tasvir edilmiştir.
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
Image
Image
HAYRUNNİSA (ÇAKMAKÇI) TURAN
Resim 3. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Hadîkatü’s-Süedâ, Bibliothéque Nationale, suppl. Turc 1088.
Resim 4. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’,
Hadîkatü’s-Süedâ, Collection Soustiel, Paris, fol. 8b
Fuzûlî’nin kaleme aldığı Hadîkatü’s-Süedâ yazma- sına ait minyatürlerden birinde (And 2010: 95) cen- netin kapısının önünde ayakta durmakta olan Hz. Âdem ile Hz. Havva el ele tutuşmaktadır (Resim 3). Yan taraflarında meleklerden oluşan bir topluluğun beklediği çifti, arkadaki köşkün pencere ve balko- nundan üç meleğin daha şaşkınlıkla seyretmekte olduğu görülmektedir. Hz. Âdem’in ayakucundaki bir tavus kuşu ile tavus kuşunun hemen ön tara- fında bekler vaziyetteki bir yılan her zamanki mev- cudiyetlerini korumaktadır. Yılanın sol tarafında ise siyah yüzlü ve siyah giysiler içindeki şeytanın bağ- daş kurarak oturmakta olduğu görülmektedir. Bir başka Hadîkatü’s-Süedâ nüshasında (Milstein 19 -
90) da bu kez kalabalık bir grup halindeki melek topluluğunun cennet köşkünün çatı, pencere, bal- kon ve kapısından kendilerini izlemekte olduğu Hz. Âdem ve Hz. Havva, cennet bahçesinde yine bir başka melek grubunun arasında bir su kanalının iki yakasında resmedilmiştir (Resim 4). Cennetten ay-
rılmak üzere olan çiftten Hz. Havva’ya üzerine otur- duğu tavus kuşu, Hz. Âdem’e de bir yılan eşlik et- mektedir. British Library’de yer alan bir başka Hadîkatü’s-Süedâ nüshasındaki minyatürde(1) de gerek cennet bahçesinden gerekse cennet köş- künün balkonundan kendilerini izleyen meleklerin arasındaki el ele Âdem ve Havva çifti diğer örnek- lerde olduğu üzere köşkün dışında ayakta durmakta ve cennetten ayrılmak için hazırlanmak- tadırlar (Resim 5). Ön planda da tavus kuşu, yılan ve gri tondaki yüzüyle şeytan kompozisyonu ta- mamlamaktadır.
1570-80 tarihli Kısasü’l-Enbiyâ nüshasına ait ‘Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulması’ ko- nulu bir diğer minyatürde (Farhad vd. 2009: 212), bir ejder üzerindeki Hz. Âdem ile bir tavus kuşu üzerindeki Hz. Havva’nın cennetten uzaklaşmaları resmedilmektedir (Resim 6). Bu kez elindeki bir sopa ile çifti Adn cenneti bahçesinden uzaklaştır-
Image
1. Söz konusu minyatüre British Library’nin internet sitesinden ulaşılmıştır. Minyatür ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.imagesonline.bl.uk/results.asp?image=036284&imagex=153&searchnum=0002.
Resim 5. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Hadîkatü’s-Süedâ,
British Library, Or. 12009, f. 7v.
makta olan bir kişinin varlığı dikkat çekmektedir. Şeytan ise, bu defa diğer minyatürlerden oldukça farklı bir biçimde melek görünümünde tasvir edile- rek ellerini adeta çifti cennetten uzaklaştırmakla ulaştığı zaferin coşkusuyla alkış tutar konumda bir- leştirerek kompozisyona katılmaktadır.
Kanatlarının üzerindeki yüzlerce nakışla sırmalara bürünmüş tavus kuşunun çirkin yılanla yoldaş olup horlanarak cennetten kovulmasının ve Hz. Âdem ile Hz. Havva çiftinin kovulmalarına sebep olmasının hikâyesi Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ında detaylı olarak anlatılmaktadır. Eserin bir bölümünde tavus kuşu ile Hüdhüd’ün aralarında geçen konuşmada, padi- şahları Simurg’un (Resim 7)(2) dergâhına varacak yüzünün olmadığını ve yalnızca dergâhının kapısı- nın önüne varmakla yetinebileceğini dile getiren tavus kuşuna Hüdhüd’ün verdiği cevap şu şekilde- dir:
Benim Simurg’la ne işim olabilir ki, yüce cennet me-
Resim 6. ‘Âdem ve Havva’nın Cennetten Kovulması’, Kısasü’l-Enbiyâ, y. 1570-80,
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, H. 1228, f. 3b.
kânım olsun bana yeter.
Benim dünyada başka bir işim yok, tek isteğim bir
daha cennetin yolunu bulabilmektir.
Hüdhüd kendisine dedi ki: “Ey yaptığı hatadan do-
layı yolunu kaybeden!
Padişahtan ev istenir mi?
Söyle bakalım ona yakın olmak eve sahip olmaktan
daha iyi değil midir?
Padişah evden yeğ değil midir?
Heveslerle dolu olan cennet nefis evidir. Gönül evi-
nin menzili ise sıdk makamıdır.
Hazreti Hakk azamet denizidir, Naim cenneti ise sa-
dece bir katredir Attar 2009: 81).
Küll olanın cüzle, can olanın bedenin azalarıyla işi- nin olamayacağını dile getirerek Küll adamının Küll’ü görmesini, istemesini, seçmesini, Küll olup Küll kesilmesini tavsiye eden Hüdhüd, konuşma- sına, konuya verdiği bir örnekle devam etmektedir:
Şakirdin biri üstadından sordu: “Âdem cennetten
niçin kovuldu?”
Üstadı dedi ki: “Âdem yüce cevher sahibi biriydi,
cennete kanaat etti.”
Hatiften şöyle bir ses geldi: “Ey cennete yüzlerce
bağla bağlanan.
Bizim kulumuz her iki âlemde de bizim dışımızda bir
şeyle kanaat etmemeli.
Bizim dışımızda kanaat ettiği şeyi zevale erdiririz.
Çünkü dosttan başkasına bağlanmak reva değildir.
Canın yeri cananın yanıdır. Canansız yüz binlerce
yer ne işe yarar?
Cananın dışında başka bir şeyle zinde olan biri
Âdem bile olsa sürülüp kovulur (Attar 2009: 81, 82).
Attar’ın eserinde bildirdiği esas gayenin Hakk ile vuslatı gerçekleştirme noktasındaki sembolik yorumları, bir anlamda atası cennetten kovulan Âdemoğlu için Yaratıcıda ve Yaratıcıyla kurtuluşa giden menzilde anahtar hüviyetindedir. Mevlâ- nâ’nın Mesnevisi’nde kendi tüylerini gagalayıp yo- larak bedenini çirkinleştiren tavus kuşunun hikâyesini, güzelliği gurur silahı olan tavus kuşunun dilinden bildirmektedir. İhtişamlı kanatlarından ötürü kendisine her yönden yüz bela gelen tavus kuşu misali, gururun gururlananlara yüz bela geti- receği noktasındaki görüşleri ile Mevlânâ’nın renge ve kokuya bağımlı muhatabına asıl gayeyi unutma- ması yönündeki telkinleri (Mevlâna 2004: 168) ko- nuyla ilgili derin mesajlar içermektedir. Sebep; şeytan, yılan ya da tavus her ne olursa olsun cen- netten kovulma ile neticelenecek yasak meyvenin yenmesi hadisesinin Allah’ın bilgisi dâhilinde ve tak- diriyle gerçekleştiği muhakkaktır. Aksi durumda, hadise vuku bulurken şeytana mani olunmasıyla ve cennetten kovulmaya sebep olacak suçun işlenme- mesiyle belki de bir anlamda Hz. Âdem ile Hz. Havva ‘tefekküre daha varmamış halden çıkıp kendi kuvvetlerini idrak edemeyecek, iyi ile kötü arasın- daki farkı göremeyecekti’. Vakanın bu şekilde cere- yan etmesiyle de Âdemoğlu ikilikten kurtulacak ve mutlak olanın Cihanın Canı’nın arayışına girecekti (Ayvazoğlu 1984: 24).
Sühreverdî ruhun nihai aydınlığına erişmesi ama- cıyla yaptığı yolculuğu betimleyen sembolik ve mis- tik risalesi Safir-i Simurg’da belirttiği üzere, her bir ruhun beden hapsine düşmeden önce, meleksel di- yarda mevcudiyetlerini sürdürdüğünü düşünmek- tedir. Özünde ölümsüz ve meleksel cevhere sahip olan ruh bir bedene büründüğünde, iki parçaya bö- lünmüş ve parçalardan biri cennette kalmış, diğeri beden kalesinin hapsinde düşüşe geçmiştir. Bu yüz- den bu dünyada daima mutsuz olan insan ruhu ha- kikatte diğer yarısı olan semavi ‘alter ego’sunu aramakta olup, öteki meleksel yarısına kavuşup se- mavi ikametgâhına yeniden erişemediği müddetçe nihai saadeti yakalayamayacaktır.
Bir defa gerçek benliğini temsil eden meleksel pro- totipiyle yani ruhani benliğiyle birleşmiş olan insan zekâsı, yeniden bu gerçek benliğiyle birleşmediği sürece kozmik labirentte gezinen kayıp bir çocuk misali huzura eremeyecektir (Nasr 1969: 73, 74).
Sühreverdî’ye göre selamete çıkmakla eşdeğer ni- telikteki nihai aydınlığa (işrak) ulaşmak, dünyadaki her şeyin O’nun Zatının Nûru’ndan geldiği ve tüm cemal ve kemalin O’nun cömertliğinin armağanı ol- duğu Allah’ın ihsanıyladır. İlk Mutlak Nûr’un Zatı olan Allah, sürekli ışık saçmakta, bu yolla tecelli edip her şeyi var ederek ışınlarıyla onlara hayat vermektedir (Schimmel 2001: 258). Sühreverdî’nin Lugat-ı Muran isimli risalesinde alegorik olarak de- ğindiği tavus kuşu hikâyesinde tavus kuşunun kendi güzelliğini ve yaşadığı güzel bahçeyi unutarak kara bir mahfazaya hapsedildiğinden ve günün birinde kendi kökleri hususundaki artan tüm unutkanlığına rağmen, bir esinti eşliğinde algıladığı çiçek, ağaç, gül ve menekşe kokusuyla sıra dışı bir zevk duydu- ğundan bahsedilmektedir. Bu duygu aynı zamanda burada Sûfî ruhunu temsil eden tavus kuşunu (Lopez-Baralt 1992: 83, 84), kendisini bütün maddi bağlarından bağımsızlaştırarak bu ilahi esintinin nihai kaynağı olan Allah’ı keşfetmeye yöneltmiştir. Safir-i Simurg isimli risalesinde ise, ‘sabah esintisi Simurg’un nefesiyle gelir’ şeklinde Simurg ile Yara- tıcıyı özdeşleştiren Sühreverdî, nihai derinlik anında tavus kuşu ile Simurg’un ilahi tabiatı paylaştıklarını bildirmektedir.
Mârifet makamına erişme yolculuğunu sembolik bir dille betimleyen inisiatik risaleler (Sharif 1983:
375) Sühreverdî dışında Ortacağ İslam coğrafyası- nın önde gelen düşünürleri tarafından sıklıkla ka- leme alınmıştır. Bu öykülerden bazıları birinci şahıs dilinden anlatılır; yaşanmış ruhsal serüveni yansıtır ve gerçek kişisel inisiasyon öyküleridir, bazıları me- lekler ile bazıları da –gerçekte Mürşid-i Kâmil ya da manevi rehber olan- gizemli bir şeyhle karşılaşma sahnesi ile açılmaktadır. Diğerleri bir meseller ya da simgesel öyküler dizisi şeklinde sunulmaktadır (İbni Sina vd. 1997: 120). Ahmed Gazzalî’nin Risaletu’t- Tuyur’unda söz konusu ruh yolculuğu hikâyesi “Si- murg hazretleri, izzet adasında, azamet ve kibriyâ şehrinde yaşar. Onun huzuruna varma arzusu, on- ları düşüncede ve hayrette bir kıldı. Sevk gerdanlı- ğını boyunlarına takıp iştiyak kemerini bellerine bağladılar, talep nalınlarını ayaklarına geçirdiler. Padişah’ın tahtına doğru varmak, ondan saadet hil’atini almak, onun kerem bahçesinde ve rızasının merasında otlamak için bir anda hep birlikte hare- kete geçtiler. Şevk ateşi yüreklerinde kıvılcımlanı- yor, istek diliyle yol yordam araştırıyorlardı” (İbni Sina vd. 1997: 194) şeklinde ifade edilmektedir.
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ VE SAFİR-İ SİMURG
Necm-i Râzî’nin Risaletü’t-Tuyur’unda da örneğin Simurg’la ilgili şu ifadelere yer verilmiştir: “Gönül güvercini Süleyman-ı Kibriyâ’nın fermanını alarak Kaf Dağı’na, uzaklara uçan Anka-yı Muğrib’in yuva- sına doğru yola koyulur. Bu uzun, macera dolu, hay- ret verici bir yoldur: Bu hayat yoludur!” (İbni Sina vd. 1997: 205). Necm-i Râzî’nin çağında maksadı anlatmak için kuşların dilinden hikâyeler yazmak yeni bir şey değildir; 6/12. yüzyılın sonlarında, özel- likle insanoğlunun esir kuşlara benzetilmesi ve Tan- rı’yı simgeleyen Simurg ve Anka’ya ümit bağlaması oldukça yaygın bir mazmundur. Derin düşüncelile- rin ruhu ten kafesinden felsefî ve irfânî feryatlar koparmaktadır. Toplumsal dertleri, sıkıntıları, yan- gınları olanlar da çevrenin ve toplumun tuzakların- dan, zalimlerin ve bozguncuların avlanma kafeslerinden yakınmaktadır. O günlerde İbn Si- na’nın Risaletu’t-Tayr’ı, bunun İşrak şeyhi Sühre- verdî tarafından yapılan Farsça çevirisi, Ahmed-i Gazzalî’nin Risaletu’t-Tuyur’u ve Attar’ın Mantıku’t- Tayr’ı yazılmış bulunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Necm-i Râzî bunlardan bazılarını görmüş ve oku- muştur. En azından kendi konusunu temsil olarak işlerken onlardan etkilenmiş olmalıdır (İbni Sina vd.
1997: 205, 206).
Hakikatte Simurg’u ruh kuşu olmasıyla insanın ru- hani gelişiminde son aşamanın sembolik temsilcisi olarak ele alan Sühreverdî, Simurg’a atfettiği birta- kım nitelikler eşliğinde ruhani yolculuğu somut- laştırmaktadır. Örneğin ‘Anka kuşu Kaf Dağı’nda oturarak sesiyle uyuyanları uyandırır, sesi herkese ulaşır; ama çok az kişi bu sesi işitir’ (Sühreverdi
2006: 47) şeklinde nitelendirilen durum ruh yol- culuğuna namzet kişinin birtakım merhaleler eşli- ğinde ihtiyaç duyduğu sesleri işitecek mertebeye erişeceğine işaret etmektedir. Sühreverdî’nin bildirdiği üzere İlahi tecelli öncelikle anlık ışıltılar şeklinde gelmekte ve sonrasında zihnin ve dü- şüncelerin toplu halde bulunduğu sekine duru- muna geçmektedir. Bu aşamayı müteakip mistik tüm vasıflarını yok etme safhasını yaşamaktadır. Beş aşamada değerlendirilen tevhid makamının en yüksek mertebesinde sâlik kendisini Allah’ta kay- betmektedir. Bu aşamadan sonrası ise, ebedi ha- yata girizgâhtır. Kişideki Allah sevgisini mükemmele erişmiş ruhun en yüksek mutluluk mertebesi olarak nitelendirmektedir Sühreverdî. Bu mertebe ise ha- kikatin sezgisel olarak kavranması ve nihai gerçek- liklerin idrak edilmesidir ki insan ruhu arayıcıların en asili ve hakikat, marufun en yücesidir (Smith
1937: 1171, 1172). Yine ‘Anka kuşunun gölgesi ağır hastalar için faydalı olup şifa hükmündedir’ ve ‘Onun yemeği ateşten- dir; her kim bir tüyünü sağ tarafına bağ- layıp ateşin üzerinden geçerse ateşte yanmaktan kurtulur’ (Sühreverdi 2006:
48) gibi ifadelerle fenâ makamına atıfta bulunulmaktadır.
Image
Image
Resim 7. ‘Kuşların toplanması’, Mantıku’t-Tayr, 1493, Bodleian Li- brary, Elliot 246, 25b.
Sühreverdî’ye göre aynı zamanda Si- murg’un yuvası olan tüm tohumlar ağacı, ruhun ilk şekline (şekl-i evvel) geri dö- nüşü ile irtibatlandırılmaktadır. İncil ve Kur’an’daki ifadesiyle Hz. Âdem ile Hz. Havva hikâyesi de Adn (Aden) bahçe- sinde, iyiyi ve kötüyü bilme ağacı olan kozmik ağaçla (şeceretü’l-huld) ilgili ola- rak geçmektedir (Cole 1994: 157, 158). Sühreverdî ruhunu irşad etme gayesin- deki ve hasta konumda bulunan sâlikin Kaf Dağı’na gitmesinin gerekliliğinden, orada bulunan bir ağacı öne sürerek bah- setmektedir. İşte Simurg’un yuvası da bu ağaç üzerindedir. Sâlik bu ağacı eline ge- çirmeli ve onun meyvesini yemelidir. Bundan sonra hasta doktora ihtiyaç duy- mayacak ve kendisi tabip olacaktır. Bu makam da, insânî nefsin kendisini Nurlar Nûru’nun işrakıyla idrak ettiği, kendisinin ve bütün nurların Nurlar Nûru’nun kah- hâr nûrunda yokluğa büründüğü idrak se- viyesi olmalıdır (Yenen 2007: 127).
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
HAYRUNNİSA (ÇAKMAKÇI) TURAN
Yasak ağacın meyvesinin yenmesiyle cennetten ko- vulma hadisesinde, temsili olarak bir kuşun (tavus kuşu) vakaya ön ayak olan rolü vasıtasıyla gelen dünya sürgünü, anlaşıldığı üzere yine bir başka kuş (Simurg) ile sembolleştirilen ruhani sülûk ile ukbâ refahına dönüşebilecektir. Ancak bir anlamda ha- disedeki rolü itibariyle, ibret vesikası kimliğiyle tavus kuşuna sıklıkla minyatür kompozisyonlarında yer verilmişken, ‘Yokluk’ta Varlık bulma’yı temsil eden Simurg’un tasavvufî kimliğinin, onun musav- virler tarafından tasvirini kısıtlamış olabileceğini dü- şündürmektedir.
Burada özellikle belirtmek gerekir ki, oldukça ince ve detaylı işçiliğiyle minyatür sanatının icra edilme- sinde tercih edilen konuların rastgele seçilmiş ko- nular olmadığı, ibretlik ve kapsamlı mesajlar içeren hadiselerin ya da unsurların bu sanatta bilhassa ifa- desini bulduğu düşünülmektedir. Bu perspektiften değerlendirildiğinde, elyazmalarında Simurg’un ve Simurg ile ilgili konuların tasvirine yer verilmiş ol- ması büyük önem arzetmektedir. Her ne kadar söz konusu minyatürlerde Simurg bu çalışmada vurgu- lanmaya çalışılan tasavvufî boyutundan ziyade mi- tolojik boyutuyla ele alınmışsa da, Simurg’un gerek efsanelerdeki sıklıkla feraset sahibi, ileri görüşlü, rehber vasıfları ve anaç tavırlarıyla, gerekse şifa da- ğıtıcı, tedavi edici ve yönlendirici tavsiyelerde bu- lunan hususiyetleriyle tasvir edilmiş olması onun önemini tekrar tekrar ortaya koymaktadır (3).
Daha önce de vurgulandığı üzere, minyatürlere fazla yansıtılmamış olsa da, Simurg’un ününü borçlu olduğu asıl vasfı tasavvufta kazanmış olduğu fenâ fillâh kavramıyla ilgilidir. Ancak ruh yolculuk- larının, seyr-i sülûk hikâyelerinin sembolik bir dille ifade edildiği, bilhassa Ortaçağ’da yaygınlaşan kuş risalelerinde, insan-ı kâmil olma amacıyla ruh yol- culuğuna çıkan sâlikin erişeceği nihai mertebeyi temsil etmesi, Simurg’un tasvirini zorlaştırmış ola- bileceğini düşündürmektedir. Sanatçıların bu kadar kutsiyet içeren bir makamı temsil eden bir varlığı resmetmekten kaçınmış olmaları muhtemeldir.
Böylelikle gerek minyatürlere yansıyan gerekse ri- salelerde betimlenen boyutlarıyla tavus-simurg iliş- kisi düşüş-yükseliş kavramlarına yüklenen anlam çeşitliliğiyle farklı bir zenginlik kazanmaktadır. Bir anlamda tasavvuf çevrelerinde sıklıkla dile getiri- len, bir kutsî hadisle bağlantılı olarak “Allah’ın gizli bir hazine iken bilinme arzusuyla Âdemoğlu’nu halk etmesi” anlayışı, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın günahı işlemeleri neticesinde cennetten kovulmaları hadi- sesini daha anlaşılır kılmaktadır. Bu bağlamda insa- noğlu için çetin bir mücadele kaynağını teşkil eden dünya hayatı, ümitsizliğe yer vermeyen İslam anla- yışıyla şekillenerek, mükemmele erişme noktasında insanoğluna yeni ufuklar açacaktır.
Image
3. Söz konusu Simurg minyatürleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hayrunnisa Çakmakçı, Türk-İslam Minyatürlerinde Simurg Tasviri ve İkonografisi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2011.
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
İSLAM ORTAÇAĞI’NA DAMGASINI VURAN KUŞ RİSALELERİ VE SAFİR-İ SİMURG
KAYNAKLAR
AND, M. (2010). Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. ATTAR, F. (2009). Mantıku’t-Tayr, çev. Sedat Baran, İstanbul: Lacivert Yayıncılık. AYVAZOĞLU, B. (1989). İslam Estetiği ve İnsan, İstanbul: Çağ Yayınları.
COLE, J. R. I. (1994). “The World as Text: Cosmologies of Shaykh Ahmad Ahsa’i”, Studia Islamica, http://www.jstor.org/stable/1595855 (11.7.2012).
ÇAKMAKÇI, H. (2011). Türk-İslam Minyatürlerinde Simurg Tasviri ve İkonografisi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ondo- kuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun.
FARHAD, M., BAĞCI, S. (2009). Falnama The Book of Omens, USA: Thames&Hudson.
İBNİ SİNA, SÜHREVERDİ, GAZZALİ, RAZİ. (1997). İslam Felsefesi’nde Sembolik Hikâyeler, İstanbul: İnsan Yayınları.
LEWIS, B., ETTINGHAUSEN, R., GRABAR, O., SAVORY, R. M. (1980). The World of Islam Faith People Culture, London: Thames
and Hudson.
LOPEZ-BARALT, L. (1992). Islam in Spanish Literature from The Middle Ages to Present, Netherlands: Brill-Leiden.
MEVLÂNÂ. (2004). Mesnevi, haz. Adnan Karaismailoğlu, c. 2, Ankara: Yeni Şafak Kültür Armağanı.
MILSTEIN, R. (1990). Miniature Painting in Ottoman Baghdad, USA: Mazda Publishers.
NASR, S. H. (1969). Three Muslim Sages, New York: Caravan Books.
SCHIMMEL, A. (2001). İslam’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
SHARIF, M. M. (1983). A History of Muslim Philosophy I, Karachi: Royal Book Company.
SMITH, M. (1937). “Three Treatises on Mysticism”, Bulletin of the School of Oriental Studies, University of London, vol. 8,
http://www.jstor.org/stable/3488545 (11.7.2012).
SÜHREVERDÎ, Ş. (2006). Cebrail’in Kanat Sesi, çev. Sedat Baran, İstanbul: Sufi Kitap.
YENEN, H. (2007). Sühreverdi Felsefesinde Epistemoloji, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İs-
tanbul.
Image
http://www.imagesonline.bl.uk/results.asp?image=036284&imagex=153&searchnum=0002 (2.2.2011).
VAKIFLAR DERGİSİ ARALIK 2012 SAYI: 38
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder