1-4- İfadesi güzel, parlak kitap, açıkça ortaya koyup açıklayan kitap ki, kastedilen Kur'ân'dır. Levh-i Mahfûz, diyenler de vardır. Tilavetle okuyacağız.
TİLAVET: Takip etmek, arkasına düşmektir. Râgıb'ın açıklamasına göre özellikle Allah Teâlâ'nın indirilmiş kitaplarını ya okumak veya içindeki emir ve yasağı, teşvik ve sakındırmayı dikkatle takip etmektir. Demek ki tilavet okumaktan bir yönden daha özeldir. Burada ise Cebrail aracılığı ile okumak ve indirmekten mecazdır. Onlardan bir zümreyi ki, İsrailoğullarıdır. Deniliyor ki, kahinin birisi Firavun'a şöyle demiş: İsmail oğullarında bir çocuk doğacak, senin devletin onun eliyle gidecek. Çünkü o cidden bozgunculardandı. Bir maksadı için yeryüzünü bozguna uğratmaktan çekinmezdi.
5-6- Onun için bu kadar günahsız çocukları, peygamberlerin çocuklarını kesiyor, kızları erkeksiz bırakarak dilediği gibi kullanmak istiyor. "Firavun ve Hâmân'a gösterelim" yani korktukları şeyi başlarına getirelim, İsrail oğulları sebebiyle devletlerinin sona ermesini, kendilerinin yok olmasını görsünler. Hâmân, Firavun'un veziridir. Hem onları önderler yapalım, yani din ve dünyada öncül kendilerine uyulur imamlar. Hem de onları o varisler yapalım, yani "Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına, batı taraflarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrail oğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helak ettik" (A'râf, 7/137) âyetinde açıklanan varisler
7-8-9- "Musa'nın annesine vahyettik..." Bu vahyin peygamberlik vahyi değil, ilham veya rüya demek olduğunu söylüyorlar. Demek ki ilham, kelâmcıların dediği gibi genel için ilim sebeplerinden olmamakla beraber, sahibi için ameli gerektirecek bir kuvvet olabilir. Bundan dolayı burada "Çünkü biz sana onu geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız." ilâhî vaadi tahkik sigası ile kesinlik de ifade etmektedir. Hem bir annenin yavrusunu emzirmek doğal duygusu kadar kuvvetli bir kesinlik. Şu halde peygamberin peygamberliği değilse de velilerin kerameti çeşidinden olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılıyor ki bu ilham, Musa doğduktan sonra olmuş ve biraz emzirilmiş, bu emzirme müddeti üç ay denilmiştir. Nil, "hatâ"dan değil "hatîe" dendir. Çünkü kelime "hatâ"dan olsaydı "muhtiîn" denilirdi. Bu âyet "Kendilerine bir düşman ve bir tasa olması için" hikmetinin sebebini açıklamaktır. Yani cani oldukları için Allah tarafından o şekilde imtihan olacaklardı. Yoksa caniler onu bırakmazlardı.
10-13- Musa'nın anasının da kalbi yani gönlü bomboş sabahı etti. Bunun açıkça ifadesi, ne olup bittiğinden hiçbir haber almayarak şaşkınlık ve tasadan gönlüne hiçbir şey girmiyor, aklı sıfıra inmiş bir halde, demektir. Az daha onu meydana çıkaracaktı, telaş ve acele ile haber alacağım diye, yaptığını sezdirecek Musa'yı ele verecekti. Onun, yani Musa'nın kız kardeşine kardeşinin izini takip et, ne olduğundan bir haber al, demişti.
Türkçede müzekker ve müennes zamiri ayrılmadığından Türkçede "kızkardeşine" denilince annesinin kız kardeşine denilmiş gibi anlaşılıyor. Halbuki değil dir. Şu halde görünen "kendi kızına" denilmesi iken "Musa'nın kızkardeşi" denilmesi şefkatin özellikle vurgulanması bakımından daha beliğ olmuştur. Yani kendi kızı olduğu için değil. Musa'nın kızkardeşi olduğu için takibini istemişti. O da onu uzaktan gözledi ve gördü onlar, yani Firavun ailesi, farkında değillerdi, gözettiğinin veya kızkardeşi olduğunun farkına varmıyorlardı.
Meâl-i Şerifi
14-21- 14- Musa yiğitlik çağına girip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükafatlandırırız.
15- Musa, halkının habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbirleriyle döğüşür buldu. Kendi tarafı olan, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. "Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşmandır" dedi.
16- Musa, "Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!" dedi; Allah da, onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok merhamet edici olan ancak O'dur.
17- Musa, "Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım" dedi.
18- Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse feryad ederek yine ondan imdat istiyor. Musa ona dedi ki: "Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!"
19- Musa, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde ille yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!"
20- Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve dedi ki: "Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim."
21- Musa korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. "Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar" dedi.
Meâl-i Şerifi
22- Medyen'e doğru yöneldiğinde: "Umarım Rabbim beni doğru yola iletir." dedi.
23- Musa, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan bir çok insan buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara "Derdiniz nedir?" dedi. Şöyle cevap verdiler: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır. "
24- Bunun üzerine Musa, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım" dedi.
25- Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi. "Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor." Musa, ona (Hz. Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o, "korkma, o zalim kavimden kurtuldun" dedi.
26- (Şuayb'ın) iki kızından biri: "Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır" dedi.
27- (Şuayb) Dedi ki: "Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni iyi kimselerden bulacaksın."
28- Musa şöyle cevap verdi: "Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım demek ki, bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir."
22-28- "Medyen", yukarda geçtiği üzere Şuayb (a.s)'ın memleketidir.
VÜRÛD, suya gitmek, SUDÛR, sudan dönmek olduğu gibi, ISDAR da hayvanları sudan çekip götürmektir.
RİÂ': Raî'nin çoğulu, çobanlar, ZEVD: Engel olmak ve geri çekmek; yani diğerleri sularken, bu ikisi hayvanlarını sakındırıp duruyorlar. Burada iki mânâ vardır: Birisi harfi, "fakir" kelimesinin sılası ve fiili muzari mânâsına olmak üzere "Yarab her ne hayır indirirsen muhtacım" demektir. Birisi de harfi illet için olmak üzere "Yarabbi! Hakkımda hayır olmak üzere başıma getirdiğin bu kadar olaylardan dolayı bir fakir oldum, çok muhtacım" demektir ki, bu mânâ daha uygundur.
Meâl-i Şerifi
29- Artık Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber, yahut ısınmanız için o ateşten bir parça getiririm" dedi.
30- Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: "Ey Musa! Bil ki ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."
31- Ve "Asânı at!" denildi. Musa (attığı) asâyı yılan gibi debrenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Musa! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın." (buyuruldu.)
32- "Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır." (diye seslenildi)
33- Musa dedi ki: "Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum."
34- "Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum."
35- Allah buyurdu: "Seni kardeşinle destekliyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tabi olanlar üstün geleceksiniz."
36- Musa onlara apaçık âyetlerimizi getirince, "Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik" dediler.
37- Musa şöyle dedi: "Rabbim, kendi katından kimin hidayet rehberi getirdiğini ve hayırlı akibetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki zalimler, kurtuluşa eremezler."
38- Firavun: "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki, Musa'nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir." dedi.
39- O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zalimlerin sonu nice oldu!
41- Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
42- Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır.
29- "Musa süreyi tamamladı". İlk bakışta hangi müddeti ödediği belli olmuyor gibi ise de düşünülünce fazlasını ödediği, yani on yıl çalışma müddetini tamamladığı ve hiçbir müddeti kalmadığı anlaşılır. Çünkü cömert olan sözünü yerine getirir, bu husustaki kaynaklar da buna işaret etmektedir. Hatta bazılarına göre on sene daha fazla kaldığı rivayet edilmiştir.
Ve ailesiyle yürüdü, yola çıktı, nereye gidiyordu? Bu açıklanmıyor, bazıları Mısır'a demişler ve fakat "Beni hemen öldürmelerinden korkarım." demesi buna aykırı görünür. Bazıları da Kudüs'e demişler ki daha doğru ve daha uygun görünür. Tûr tarafından yani dağ yönünden bir ateş hissetti, gördü. Dikkat edilirse bu ifade son derece basit ve açık görünmekle beraber, işaret ettiği şeylerde açıklamalara sığmayacak bir çok derinlikler vardır. Mesela "if'âl" babından veya "mufâale" babından olması mümkün olan bir his ve duygu ifade etmekle birlikte, kaba bir duygunun değil, yakınlık ifade eden derin ve insanî bir ince duygunun ifadesidir. Nitekim "Eğer onlarda bir olgunlaşma hissedip görürseniz" (Nisa, 4/6) âyetindeki "olgunluk görmek" de derin bir duygudur. Şüphesiz "ehasse" denilmeyip de "ânese" denilmesi, özel bir incelik taşımaktadır. Bunu ancak zevk takdir eder kelimesindeki tenvinin belirsizliğindeki gariplik ve acaiplik de öyledir. Belki ondan size bir haber getiririm. Demek ki yolda, bir haber almaya muhtaç sıkıntılı bir durumda bulunuyorlardı, bunu şu rivayetlerle açıklamışlardır:
1- Kış mevsiminde ailesiyle, malıyla çıkmış ve Şam melikinden korkarak ana yoldan başka bir yol tutmuştu, karısı hamileydi. Çölde gidiyor, yollarını bilmiyorlardı, bu yürüyüş onu soğuk karanlık bir karlı bir gecede Tûr'un sağına, batı tarafına götürmüştü.
2- Hanımına gösterdiği titizlikten geceleyin arkadaşları ile buluşur, gündüz onlardan ayrılırdı. Bir gün yolu şaşırdı, gece geldi çattı. Derken hanımının doğum sancıları tuttu. Çakmağını çaktı ateş almadı, bir de baktı uzaktan bir ateş parlıyor; işte o vakit "Durun, dedi, ben bir ateş hissettim, belki ondan size bir haber getiririm yahut ateşten bir parça..."
30- Derken oraya varınca nida olunup seslenildi vâdinin sağ kıyısından. Musa'ya göre sağ veya "eymen" sözünün bir diğer mânâsıyla, vâdinin en uygun kıyısındaki. "Sağdan itibaren" ifadesine göre, işaretle sağ demek olur. O mübarek buk'ada.
BUK'A: Yanındaki araziden bir başka türlü olan arazi parçası demektir.
Mübarek olması, Allah Teâlâ'nın özellikle âyet ve nurlarının orada ortaya çıkmış olması, yani peygamberliğin ve Allah ile konuşmanın burada meydana gelmiş olması sebebiyledir. Ağaçtan seslenildi. Bu ağacı bazıları Unnab kına; bazıları semüre, deve dikeni cinsinden bir çöl ağacı; bazıları avsec, yani sincan dikeni veya Musa ağacı denilen dikenli bir ağaç; bazıları da ulleyk, yani sarmaşık veya böğürtlen diye rivayet etmişlerdir. Alûsî diyor ki: Bu günkü Tevrat'ta bahsedilen de Ulleyka'dır. Bu ibaresi den bedel-i iştimaldir. Ağaç seslendi değil, ağaçtan seslenildi şöyle diye:
Ya Musa! Hakikat ben'im, ben âlemlerin Rabbı Allah. Tâhâ Sûresi'nde "Ey Musa muhakkak ben, senin Rabbinim" (Tâhâ, 19/12) diye seslenildi, Neml Sûresi'nde de "Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır! Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksiklerden münezzehtir!" (Neml, 27/8) diye seslenildi, diye geçmişti. İmam Fahreddin Razî bu farkların sebebini anlatmak için der ki: "Bunların arasında zıtlık yoktur. Allah Teâlâ hepsini anlatmış, fakat her sûrede o seslenmenin bir kısmını nakletmiştir." Kâdî ve Ebu's-Suûd da "Fark yalnız sözdedir, asıl kastedilen mânâda farklılık ve zıtlık yoktur" demişler; bu ise Kur'ân yalnız mânâyı hikaye etmiş demek olacağından "nidâ" (seslenme)nin bir söz ve ses değil, yalnız bir mânâdan ibaret olduğunu zannettirebileceği gibi, kıssanın üç sûrede tekrar edilmesinin sebebini de açıklamıyor. Halbuki her birinde kıssa, sadece bir tekrardan ibaret olmayıp diğerlerinde söylenmeyen bir yönüyle açıklanmış olduğundan Razi'nin dediği gibi "nida" (seslenme)nin içinde bulundurduğu ifade de budur. Hepsinin ortaya çıkardığı gerçek Musa (a.s)'nın bir sözü, söz olarak işitmiş olmasıdır.
Burada Mûtezile demişlerdir ki açıkça gösteriyor ki, Musa (a.s) seslenmeyi ağaçtan işitmiştir. Ve bu seslenme ile konuşan da Allah Teâlâdır. Halbuki, yüce Allah bir cisimde olmaktan münezzehtir. Demek ki, yüce Allah'ın konuşması, ancak bir cisimde söz yaratmaktır. Buna karşı kelâm sıfatının ezelî olduğunu kabul eden Ebu Mansur Matüridî ve Maveraünnehir Türk âlimleri derler ki: "Allah Teâlâ'nın zatı ile ezelî olan kelâm-ı kadîm, işitilmez, işitilen ancak ses ve harflerdir. Ve işte ağaçta yaratılan ve ondan işitilen, odur.
Ebü'l-Hasen-i Eş'arî de demiştir ki: "Cisim ve araz olmayan zatının görülmesi mümkün olduğu gibi, harf ve ses olmayan ilâhî kelâmının da işitilmesi mümkündür." İmam Gazali de, bunu desteklemiştir. Sofiyye'den bazıları da demiştir ki; ses ile söylenen sözü işitti ve bu, yüce Allah'ın hikmeti gereğince, dilediği şekillerden birinde görünmesinden sonra oldu. Öyle ki, her türlü mekan, zaman ve eksikliklerden beri olan Allah Teâlâ görünmesine rağmen, yine kendi zatî hali üzere, hatta bu kayıttan bile uzak olarak bakî ve ebedî idi. Sahih hadiste rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ, kıyamet gününde kullarına bir surette görünecek, ben Rabbinizim, diyecek de tanımayacaklar, sonra diğer bir surette görünecek o zaman tanıyacaklar. Eğer o zaman böyle görünse idi, daha sonra mikatta "Bana (kendini) göster, göreyim" (A'râf, 7/143) dileğine ihtiyaç duymaz veya "Sen beni asla göremezsin" (A'râf, 7/143) kelâmı ile karşılanmaz veya "Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü" (A'râf, 7/143) tecellisi daha o zaman olmuş olurdu.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, Musa (a.s)'ya vahiy seslenmesi ile seslenildi "Vahyedilene kulak ver" (Tâhâ, 20/13) âyeti buna delildir, demiş; âlimlerin çoğunluğu buna razı olmamış. Allah Teâlâ ona vasıtasız söz söyledi, buna delil, "Ve Allah, Musa ile gerçekten konuştu" (Nisâ, 4/164) âyetidir. Zira vahiy olsaydı, peygamberler arasında "kelim"ismi, Hz. Musa'ya özellikle verilmezdi. "Festemi' limâ yuha" da vahiy ile değil, açık söz ile söylenmiştir, demişlerdir. Fakat burada "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, Hakim'dir." (Şûrâ, 42/51) âyetini unutmamak gerekir. Çünkü diğer müfessirler de Musa'ya olan konuşmanın "illa vahyen" kısmında dahil olduğunu söylemişlerdir. Şu halde Hasan-ı Basrî Hazretlerinin maksadının bu olması gerekir. Çünkü bu âyette vahiy, elçi göndermek suretiyle vahye karşılık söylendiğinden vasıtasız vahiy demektir. Bu da yalnız mânânın kalbe verilmesiyle olabileceği gibi, lafzın verilmesiye de olabilir ve Musa'ya da böyle olmuştur.
31- Üzerine atfolundu, yani bir de şöyle seslenildi: Bırak o asânı. Bu gibi "fâ"lara "fasîha" denilir, hal delaletiyle hazfolunmuş cümleleri haber verir ki: "Bunun üzerine bıraktı, bırakınca sanki bir yılan imiş gibi oynamaya başladı, öyle oynuyor görünce" demektir.
"Ey Musa! Yaklaş, korkma. Çünkü sen gönderilen peygamberlerdensin." Bu cümlede bir "kavl" takdir edilmiştir. Yani böyle denildi. Çünkü Neml Sûresi'nde geçtiği üzere "(Korkma) çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz" (Neml, 27/10) buyurulmuştur. Ceyb aslında gömleğin, cübbenin baş tarafındaki açıklığa denir ki, koyun dediğimiz yaka açığıdır. Bildiğimiz ceb için kullanılması daha sonra olmuştur.
32-35- Korkudan açılan kollarını kendine çek. Cenah'tan kastedilen iki koldur. Bu emir, iki mânâ'ya işaret eder: Birincisi, bu yerde muhabbet ve sevgiden korkup kaçma da kollarını kavuşturup emre hazır ol. İkincisi; herhangi bir korku durumundan da kaçma, etrafını derle topla, cesaret göster demektir. İşte bu ikisi, asâ ile beyaz el ki, birisi korkutur, birisi aydınlatır ve teşvik eder. Ve sizin için bir kudret ve saltanat vereceğiz. Yani büyük bir sataşma ve galibiyet kuvveti vereceğiz de ikinize de erişemeyecekler. Ne el uzatabilecekler, ne de manen ve maddeten, ilim ve delil yönünden derecenize ulaşabilecekler...
Âyetlerimiz hakkı için, mucizelerimiz, bilhassa o iki mucize sayesinde siz ve size tabi olan galip geleceksiniz. Demek yalnız kendileri değil, kendilerine uyanlar da galip gelecekler.
36- Bu dediler, yani senin âyet diye getirdiğin başka değil uydurma bir sihir, yani eskiden bilinmeyip yeni icad olunmuş bir sihir veya hiç aslı esası olmayıp yalnız göz boyama kabilinden olan bir sihir veya Allah'a iftira edilen bir sihir ki şimdiye kadar içimizde görülmediği gibi biz bunu, böyle bir sihri veya bu davayı eski atalarımızdan da işitmedik. Demek ki yeni muvaffakıyetler yeni âyetlerle meydana geliyor, gerçekten faydalı olan şeyleri eskiden yoktur diye reddedenler mahrum kalıyor.
37- Onun için onların, yeni çıkmış sihir demelerine karşı Musa da şöyle dedi: Rabbim daha iyi bilir. Katından hidayetle gelen kim ve hayırlı akıbetin kimin olacağını, yani bu dünya yurdunun sonunda hayırlı akıbet kimin olacak, akıbetin iyisi de olur, kötüsü de nitekim; "Sonunda... akıbetleri pek fena oldu" (Rûm, 30/10) buyurulmuştur. Fakat çoğunlukla "(En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir." (Kasas, 28/83) gibi ile kullanıldığı zaman hayırlısı demek olur. Burada da kaydıyla hayra iyiliğe işaret olunmuştur. Muhakkak ki bu zalimler felah bulmaz, zulüm ve haksızlık edenler murada eremez, Hakk'ın âyetlerini, delillerini uydurma sihirdir diye reddedenlerin haksız zalimler olduğunda ise şüphe yoktur.
38- Firavun ise, bak ne zalim! Cemiyetini toplayıp da dedi ki: Ey millet, ey şu gözler dolduran topluluk, ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. Çok iyi bilir ki, şu mahlukatı yaratan kendisi değildir, kendisini de bir yaratan vardır. Fakat uluhiyetin yalnız Allah'ın olduğunu tanımıyor. Yaratmak ve yaratıcılık kavramlarına haksızlık ediyor, hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi koyarmış ve kendi dilediği gibi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak üst bir makam ve kuvvet yokmuş gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar, onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasın, hep onu sevsin, hep ondan korksun, hep ona kul olsun, ona tapsın istiyor, hem mabudluk iddia ediyor, hem de sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum diyor. İlk önce yoktur demiyor, bilmiyorum diye insaflı görünmek istiyor. Göklerin ve yerin Rabbi sanki gökyüzünü araştırmakla görünmesi gereken bir cisim ve bir cismi varmış gibi zannettirerek halka karşı ilim ve fen yolunda bir oyun ve tuzak yapmak üzere de diyor ki: Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine bir ateş yak, tuğla pişir demeyip bu sözü kullanması, kerpiçi pişirip tuğla yapmayı ilk defa Firavun düşünmüş olduğundan bu şekilde sanatı öğretmiş olduğu söyleniyor. Hem bana bir kule yap, gökyüzünü araştıracak bir rasat kulesi yap. Belki çıkar Musa'nın ilâhını öğrenmiş olurum, ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir. Yani âlemlerin Rabbı tarafından peygamberlik davasında yalancı olduğunu zannediyor ise de her ihtimale karşı sanki ilim ve irfan içerisinde bilfiil araştırma yaparak o yalanı meydana çıkaracak ve eğer onun ilâhını bulursa, sanki onun da hakkından gelecekmiş gibi görünmek istiyor. Bazıları bunun sadece laftan ibaret kaldığını ve öyle bir kule ile göğe çıkmanın akla ters düştüğünü söylemişlerse de, diğer taraftan böyle bir kulenin yapılıp yıkıldığını nakletmişlerdir.
39- O ve askerleri haksız yere büyüklük taslamak istedi. Bilmiyorum demekle kalmadı. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği üzere "Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim" (26/19) dedi. Nâziât Sûresi'nde de geleceği üzere etrafındakileri toplayıp "Ben sizin en yüce rabbinizim" (79/24) diye bağırdı. Ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve ordularını yakalayıp da denize atıverdik. Şimdi bir bak zalimlerin sonu nice oldu!
41- Biz onları öyle öncüller, öyle başkumandanlar yaptık ki ateşe çağırırlar, cehenneme götürecek iş ve hareketlere davet ederler de kıyamet günü yardım görmezler
42- hem bu dünyada arkalarına bir lanet taktık. Allah'ın, meleklerin ve insanların lanetlerini hem de kıyamet günü onlar, o çirkin, o nefret edilmiş ve o kovulmuşlardandırlar. Çünkü tekebbür yalnız Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bir kudsî hadiste "Kibriya benim ridam, azamet izarımdır; her kim bunlardan birisinde benimle çekişirse, ben onu ateşe koyarım" buyurulmuştur. Onun için, ondan başkasının kibirlenmesi, haksız ve boş yere kibirlenmedir.
Gelelim kıssadan hisseye:
Meâl-i Şerifi
43- Andolsun ki biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya olur ki düşünür, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab'ı (Tevrat'ı) vermişizdir.
44- (Resulüm!) Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden değildin.
45- Bilakis biz (o zamandan senin zamanına kadar) nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; aksine biz (başka) peygamber göndermiştik.
46- (Musa'ya) seslendiğimiz zaman da, Tûr'un yanında değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik), ola ki onlar düşünüp öğüt alırlar.
47- Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik).
48- Fakat onlara tarafımızdan o hak (peygamber) gelince, "Musa'ya verilen (mucizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi?" dediler. Peki daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? "Birbirini destekleyen iki sihir" demişler ve şunu söylemişlerdi: "Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz."
49- (Resulüm!) De ki: "Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve Musa'ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!"
50- Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.
43- Andolsun biz Musa'ya o kitabı, yani Tevrat'ı verdik. İlk nesilleri yok ettikten sonra. Demek ki, Kur'ân lisanında birinci nesil Firavun'un helaki ile sona eriyor. Ve işte Tâhâ Sûresi'nde Firavun'un "Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak!" (Tâhâ, 20/51) sorusuna "Musa, onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır, ne de unutur" (Tâhâ, 20/52) cevabının mânâsının bu olduğu, buradan anlaşılıyor. Firavun'un yok olmasından veya Tevrat'ın indirilmesinden İslâm'ın doğuşuna kadar "Kurûn-ı vustâ (orta nesiller) oluyor. İslâm'ın doğuşu ile de ahir zaman, yani "Kurûn-ı uhra" (son nesiller) başlıyor. Demek ki, Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilmesi ile birinci nesiller kapanıp orta nesiller açıldığı gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi ile orta nesillere son verilip son nesiller başlıyor. Ancak Hz. Musa'nın peygamberliğinden Firavun'un suda boğulmasına kadar olan zaman ilk nesillere dahil edildiği gibi, Hz. Muhammed'in hicretine kadar olan müddet de orta nesillere dahil edilerek İslâm tarihi Hicret'ten başlamıştır.
İşte Tevrat'ı birinci nesillerin helakınden sonra insanlar için apaçık deliller hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere verdik olur ki, düşünür, öğüt alırlar, diye. Önceki nesillerin halini düşünür, ibret alırlar da Firavun ve askerleri gibi zulüm, haksızlık etmezler, ateşe girmezler, diye. Bu şekilde Tevrat'ın indiriliş hikmetini açıkladıktan sonra, Kur'ân'ın indiriliş hikmeti ile Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini anlatmak için buyuruluyor ki:
44- Sen ise batı tarafında, o dağın batı yakasında Musa'nın levhaları aldığı mikat yerinde değildin. Musa'ya o emrimizi vahyettiğimiz sırada, yani o vahiy ve Tevrat ile hüküm verip peygamberliği işini sağlamlaştırdığımız zaman, Musa'nın yanında olmadığın gibi şahidlerden de, görenlerden de değildin. O zaman o sırada hazır mevcutlardan da değildin.
45- Ve fakat biz nice nesiller var ettik, birinci nesillerin helakinden sonra Tevrat'ın hidayet coşkunluğu ile orta nesiller meydana geldi. Onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Zamanın geçmesiyle kocadılar, şaşkınlaştılar, o neşe köreldi. O iman dinçliği, o amel kudreti kalmadı, kalpler katılaştı, din duygusu söndü, çeşit çeşit bid'atlar, ihtilaflar, bozmalar ile şeriat ve hükümler bozuldu, özellikle sonlarına doğru günah ve uyuşukluk çoğaldı. Bundan dolayı ilâhî hikmet gereği yeni bir ruh ile, yeni bir hukuk gerekti. Musa'nın hissettiği o ateşi yeniden duyurmak, Allah sevgisi ile yeni bir hayat istek ve arzusu vermek için yeni bir kitap, yeni bir peygamberle haberleri ve hükümleri yenilemek gerekti; bu sebeple, sana vahiy gönderip bunları bildirdik. Tevrat, orta nesilleri aydınlatmak için verildiği gibi, bu şekilde Kur'ân da orta nesillerin uyuşukluğuna son verip yeni nesilleri aydınlatmak için gönderildi.
Fıkıhta "ezmanın teğayyürü ile ahkamın teğayyürü inkâr olunamaz" (Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr edilemez) kaidesinin bir aslı demek olan bu veciz âyet, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamber olarak gönderilmesinin bir sırrını ve hikmetini göstermekte ve Kur'ân'ın her zaman hakim olabilmesinin esas yönünü anlatmaktadır ki, uzun zaman geçerek eskimiş olan insan toplumunu ilâhî bir emir olan bir doğuş "son bir doğuş" ile yenilemek kanunu, bunun doğruluğunu ispat eden Hadid Sûresi'nde gelecek olan "İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen gerçek için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor. Aklınız ersin diye gerçekten, size âyetleri açıkladık." (Hadîd, 57/16-17) âyetidir. "Allah Teâlâ bu ümmete muhakkak her yüz sene başında dinini yenileyecek kimse gönderir." mânâsındaki hadis-i şerif dahi asırdan asra bu âyetlerin tatbikatına teşvik edici ilâhî bir vaaddir. Bunun ilmî ve âmelî iki yönü vardır:
İlmî yönünü Kur'ân'da, amelî yönünü de Resulullah'ın sünneti ile ümmetin yaşadığı tarih içerisinde aramalıdır. "Âlimler peygamberlerin varisleridir" Hadis-i Şerifinin mânâsı da bu şekilde ortaya çıkar. Fakat dini yenilemek, dinde aslı olmayan bid'at meydana getirmek, demek olmadığını unutmamalıdır. Asılsız bid'atlar, hevadır, toplumu gençleştirmez bozar, ihtilafa düşürür, sapıtır. Hadis-i Nebevide buyurulduğu gibi "her bid'at dalalettir, her dalalet ateştedir." Bu açıklamadan anlaşılır ki, burada Peygamberin ilmindeki üstünlüğü anlatmak için getirilen bu âyette ince ve apaçık bir icaz vardır. Sebep zikredilmiş nail olunmasının asıl hedefi olan müsebbeb, hazfedilip sonra "aksine biz başka Peygamberler göndermiştik" diye anlatılmıştır. Asıl mânâ da şudur: "Sen ne orada, ne o zamanda hazır değildin ki, onları, bilesin, fakat biz vahiy ile Peygamberlik verdik de bildin, sebebi de zaman uzamakla orta nesiller eskimiş, dinler bozulmuş olduğundan, yenilemek için yeni bir peygamberin gönderilmesi gerekmiş olmasıdır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Hazır ve şahid değil ise başkalarından öğrenmiş olamaz mı? buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Sen Medyen halkı içerisinde bulunup âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değildin, burada Medyen halkı "zikri hâs, irade-i âmm" kabilindendir. Maksat hiç kimseden okuyup öğrenmedin, demektir. Bunun bu şekilde söylenmesi Musa ile mukayeseye bir işaret olması içindir. Yani Musa'nın Medyen'e gittiği ve orada, eğleştiği bilinmekte. O, orada bir talim görmüş olabilir, fakat sen öyle de değilsin. Bulunduğun yerde kimseden okuyup öğrenmediğin herkesce bilinmekle beraber, onun Medyen'e gidip eğleştiği gibi, dışarda kalıp ders almadığın da bilinmektedir. Fakat peygamberlik verip gönderen biz olduk.
46- Hem o seslenmeyi, yani "Ey Musa, ben bil ki âlemlerin Rabbiyim! Ve asânı at". seslenmesini yaptığımız vakit de Tûr'un yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin ki senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için gerek ki düşünürler, nasihat dinlerler, akıllarını başlarına alırlar diye.
Bu kavimden maksat Arab'dır deniliyor. Gerçi Arab'a daha önceleri Hz. İsmail gelmişti. Fakat o Musa'dan önce evvelki nesillere aittir. Söz ise orta nesillerdedir. Orta nesiller zamanında onlara hiçbir peygamber gelmemiştir.
RAHMET, âlemler için rahmet, olmakla beraber, korkutmaya bunlardan başlanılması, şimdiye kadar kendilerine hiçbir korkutucu gönderilmemiş olmasından dolayı, hepsinden daha çok merhamete layık olmalarındandır. Onun için bu nokta şu âyette özellikle hatırlatılıyor.
47-48 "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde derler ki..." İşte sen bu hikmetlerle Musa'ya verilenden daha önemli bir kitap ile rahmetin ta kendisi olarak gönderildiğin halde bu suretle tarafımızdan kendilerine hak, o hak olan Kur'ân geldiği zaman, ders almadılar da Musa'ya verilen gibisi verilse ya, dediler. Ya bundan öne Musa'ya verileni inkâr etmediler de mi? İki sihir ortaya çıktı, birbirlerine yardım ediyorlar, dediler. Tevrat'ı da Kur'ân'ı da cazibesiyle insanı kandıran ve fakat aslı olmayan bir sihir saydılar. Ve biz hiç birine inanmıyoruz dediler. Mekkeliler, yahudilere bir bayramlarında içlerinden bir heyet gönderdiler, onlara Peygamber efendimizden sordular, onlar da "Biz Tevrat'ta bütün vasıflarıyla buluyoruz" dediler. İşte bu heyet dönüp yahudilerin söylediklerini haber verdiği zaman, Mekke müşrikleri böyle dediler. İşte bu Kur'ân'ın fesahat ve belagatine hayran olmakla beraber hak ve gerçek olduğuna inanmayan kâfirler de öyle derler.
49- De ki! Allah katından bu ikisinden, yani Tevrat ve Kur'ân'dan daha doğru, daha hidayete ulaştıran bir kitap getirin ben ona tabi olayım eğer doğrularsanız. Bunların insan aldatmak için uydurulmuş bir sihir oldukları iddiasında doğru iseniz, daha doğrusunu getirmeniz gerekir; getirin bakalım, fakat ne mümkün. Allah tarafından Tevrat ve Kur'ân'dan daha doğru yolu gösteren bir kitap getirilebilir mi?
50- Eğer sana cevap verip uymazlarsa, daha doğrusunu getiremezlerse -ki getiremeyecekleri muhakkaktır.- artık bil ki, sırf hevalarına uyuyorlar. Halbuki Allah'tan hiçbir delil olmaksızın yalnız heva ve hevesine uyandan daha sapkın, daha şaşkın kim olabilir? Elbette Allah zalimleri doğru yola çıkarmaz.
Meâl-i Şerifi
51- Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye, sözü (vahyi) birbiri ardınca ulamışızdır.
52- Ondan (Kur'ân'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler.
53- Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman "O'na iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik" derler.
54- İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.
55- Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz" derler.
56- (Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.
57- "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme'ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58- Biz, maişetleriyle şımarmış nice memleketi helak etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara biz varis olmuşuzdur.
59- Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.
60- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesidir. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi?
51- Onlara sözü uladık durduk, yani Kur'ân âyetlerini birbiri ardınca göndermeye devam ettik ki düşüneler, dinleyip düşünüp de iman edeler diye.
52-54- Bundan, yani Kur'ân'dan önce kitap verdiklerimiz, yahudilerden içlerinde Ebu Rifaa bulunan on kişi iman etmiş, kendilerine eziyet edilmişti. İncil ehlinden kırk kişi Resulullah'a peygamberliğinden önce iman etmişlerdi; otuz ikisi Cafer b. Ebu Talib ile beraber Habeşistan'dan gelmiş, sekizi de Bahîra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris, Nâfi' ve Temim Şam'dan gelmişlerdi. Bu âyetin indirilmesine sebep bunlar olmuş ise de âyetin mânâsının gelişine göre kitap ehlinden bütün iman edenleri içine almaktadır. Buna onlar, haklarında sözü uladıklarımız değil de onlar iman ediyorlar iki kere, biri önceden İslâmları biri de sonradan İslâm oluşları üzerine kötülüğü iyilikle savarlar, günahları ibadet ve taat ile giderirler, çünkü "Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) âyeti açıktır. Peygamber efendimiz, Muaz (r.a)'a demiştir ki, "Kötülüğün arkasından bir iyilik yap, onu mahveder." Bununla beraber, ezayı, yumuşaklıkla; kötülüğü, iyilikle; şerri, hayır ile; bilgisizliği ilim ile; öfkeyi, yutmakla; şirki "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmekle" diye de tefsir etmişlerdir. Dilimizde:
İyiliğe iyilik her kişinin kârı (işi)
Kemliğe (kötülüğe) iyilik er kişinin kârı (işi)
diye meşhur olan söz de bu mânâyadır.
55- Sakat söz, Mücahid, eziyet ve sövmek demiş; Dahkâk, şirk demiş; İbnü Zeyd, Resulullah''ın vasıflarını yahudilerin değiştirmesi demiştir. Ondan yüz çevirirler "Boş bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler" (Furkan, 25/72) âyetine uyarak vakar ile. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size, diye ateşkes anlaşması yaparlar. "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfirûn, 109/6) demek gibi. Bu selam, hayır dileme selamı değil. "Kendini bilmez kimseler kendilerine laf attıklarında (incitmeksizin) 'selam!' derler (geçerler)" (Furkan, 25/63) gibi veda selamıdır. Yani kavga etmeyelim, Allah'a ısmarladık, yerindedir.
56- Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Burada hidayetten maksat yalnız sözle iyiliğe sevk değil, bilfiil o yola eriştirmektir. Onun için "Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin." (Şûrâ, 42/52) âyetine zıt olmaz. Bu âyet evveline ve sonrasına bakarak Resulullah'ı teselli içindir. Çünkü ilk önce merhamete layık görüldüğü için korkuttuğu, müslüman olmalarını şiddetle istediği kavminin, yakından sevdiği hemşehrilerinin, akrabasının, gelen hakka iman etmeyip bulundukları halde ısrar etmeleri, Kur'ân'ı dinler dinlemez "Biz buna iman ettik, biz önceden de müslümanlardan idik" diyen yabancıların aksine olarak peygamberlik bereketinden mahrum kalmaları kendisini üzmüştü. Buharî, Müslim ve diğer birçok hadis kitaplarında ve tefsirlerde bunun bilhassa Ebu Talib sebebiyle indirildiği rivayet edilir. Bununla beraber, Fahreddin Razî, bu âyetin görünüşünde Ebu Talib'in küfrüne bir delil olmadığını özellikle hatırlatmıştır.
57-60- Sözün gelişine göre, indiriliş sebebi şu âyetle anlatılıyor denebilir: Bir taraftan da doğrusun amma dediler biz o doğruya uyar, seninle beraber olursak derhal çarpılır yerimizden yurdumuzdan oluruz.
HATF, yırtıcı kuşların av kapması gibi süratle çarpıp almaya denilir.
TEHATTUF da bu şekilde çarpılmaktır. Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdi Menaf, Resul-i Ekrem (s.a.v) efendimize gelmiş de demiş ki: "Biz biliyoruz sen şüphesiz hak üzeresin ve fakat korkuyoruz, sana tabi olup da Araplara muhalefet edersek, biz bir yiyimlik başız, bizi yerimizden çarpıp, kapışıverirler." Buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Ya biz onlara emin bir ev olan Harem'i mekan kılmadık mı? Atıf olup Ma'tüfu mahzuftur. takdirindedir. Yani, biz onları koruyup da mekanlarını emniyetli bir Harem kılmadık mı? Etrafında Arapların çarpışıp durduğu Beytin hürmetiyle muhterem ve içindekiler için emniyet evi bulunan bir Harem Ona her şeyin ürünleri toplanıp getirilecek, yani iman edildiği takdirde çarpılıp alınmak şöyle dursun, emniyet ve hürmet daha da artacak ve şimdiki gibi sınırlı bir şeklide toplanma ile kalmayıp ilerde her taraftan her şeyin meyve ve ürünleri toplanıp getirilecek. Kendi katımızdan bir rızık olmak üzere ve fakat onların çoğu bilmezler de Allah'tan korkacakken başkalarından korkarlar. Başkalarının çarpmasından değil, Allah'ın azabından korkulmak gerektiğini hatırlatmak için buyuruluyor ki:
"Biz refahlarından gelirlerinden dolayı şımarmış nice memleketleri helak etmişizdir..."
Meâl-i Şerifi
61- Şu halde, kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz, ardından ona kavuşan kimse, (sırf) dünya hayatının geçici zevkini yaşattığımız ve sonra kıyamet gününde (azab için) huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi midir?
62- O gün Allah onları çağırarak, "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz, hani nerede?" diyecektir.
63- (O gün) haklarında azaba itilme, hükmü gerçekleşen kimseler, "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak, işte bu azmışları da öylece azdırdık. (Onların suçlarından) beri olduğumuzu sana arzederiz. Zaten onlar aslında bizlere tapmıyorlardı." derler.
64- "(Allah'a koştuğunuz) ortaklarınızı çağırın!" denir, onlar da çağırırlar; fakat kendilerine cevap vermezler ve (karşılarında) azabı görürler. Ne olurdu (dünyada iken) doğru yola girselerdi!
65- O gün Allah onları çağırıp "Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diyecektir.
66- İşte o gün onlara bütün haberler kapkaranlık olmuştur; onlar birbirlerine de soramayacaklardır.
67- Fakat tevbe ederek, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, o, kurtuluşa erenler arasında olmayı umabilir.
68- Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şanı yücedir.
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
69- Rabbin, onların, sinelerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ
وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ
70- İşte O, Allah'tır. O'ndan başka tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O'nundur, hüküm O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
71- (Resulüm!) De ki: "Düşündünüz mü hiç, eğer Allah üzerinizde geceyi tâ kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka size ışık getirecek tanrı kimdir? Hâlâ işitmeyecek misiniz?"
72- De ki: "Haber verin bakayım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?"
73- Rahmetinden dolayı, Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz (gündüzün) ise O'nun lütuf ve kereminden (rızkınızı) arayasınız. Umulur ki şükredersiniz.
74- Ve hele o gün Allah onları çağırarak: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani, nerede?" diyecektir.
75- (O gün) her ümmetten bir şahit çıkarır, "Haydin, kesin delilinizi getirin!" deriz. O zaman bilirler ki, hakikat Allah'a aittir ve uydurageldikleri şeyler (putlar) de kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır.
61-75- İhzar edilenlerden. İHZAR yakalanıp hakkın huzuruna getirilmek. Biz onları kendi azdığımız gibi azdırdık, yani biz kendi hevamızla azdığımız gibi onları da zorla değil kendi istekleriyle azdırdık. Onlar bize tapmıyorlardı, kendi keyiflerine tapıyorlardı. Rabbin neyi dilerse yaratır ve seçer. Yani dilediğini yaratır ve yarattıklarından dilediğini de seçer beğenir. Peygamberlik, şefaat gibi yüksek işlere getirir. Onların seçme hakkı yoktur. Bundan dolayı onların Allah'tan başka ortaklar ve şefaatçiler seçmeye ve tayine hakları yoktur. Sermedi, aralıksız, devamlı, demektir.
Meâl-i Şerifi
76- Karun, Musa'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez."
77- "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."
78- Karun ise: "O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).
79- Derken Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, "Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir" dediler.
80- Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, şöyle dediler: "Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir."
81- Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.
82- Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de: "Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da, az da verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflah olmazmış" demeye başladılar.
76- Firavun siyasî zulüm ve baskıda alem (sembol) olduğu gibi, Karun da malî baskı ve vurgunculukta alemdir. Bu şekilde Karun hikayesi, ihtikarcı, vurguncu bir kapitalist kıssasıdır.
Musa'nın kavminden idi. Yani İsrail oğullarından ve Musa'nın akrabasından idi. Derken onlara karşı azgınlık etti, vurgunculuk yaptı, zekatını vermedi, Musa'ya isyan etti.
77-82- Ve dünyadan da nasibini unutma. Dünyadan nasibi, bazıları helal dünya rızkı ve meşru dünya zevki diye anlamak istemişlerse de, o geçici dünyanın kendisi demektir. Asıl dünyadan nasib ise "Dünya ahiretin tarlasıdır." hadisi gereğince, ahiret için edinilen faydalı şeyler, ahirete kalacak âmeldir. Yoksa dünyadan nasib bir kefendir.
"Bir kefen alma telaşı ile yokluk çölünden varlık pazarına birkaç çıplak gelmiştir."
Yeryüzünde bozgunculuk aramaz. Bu kadar hazineyi saklayıp da serveti hapsetmek aslında bozgundur. Kendimdeki ilim sayesinde bu ilme bazıları ticaret ve iktisad ilmi demişler, bazıları da "el-kimya" ilmi demişlerdir. Ya bilmiyor muydu? Yani, yalnız ilmi ile olsa önceki nesiller içinde ondan daha kuvvetli ve daha çok servetli (Firavun gibi) kimseleri Allah'ın helak etmiş olduğunu bilmiyor mu idi? Niye bu ilmi ile istifade etmedi?
Halbuki suçlulara günahlarından soru da sorulmaz. Yani filan suçu, günahı işleyen kimdir? diye araştırmak için ne şundan, ne bundan ve ne de kendilerinden sorulmaya gerek görülmeksizin Allah tarafından bilinmektedirler. Meleklerce de yüzlerinden bilinir ve derhal yaka paça tutulurlar. "Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar." (Rahmân, 55/41).
Meâl-i Şerifi
83- İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.
84- Kim bir iyilik getirirse ona ondan daha üstün karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.
85- (Resulüm!) Kur'ân'ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir."
86- Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun. Bu ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
87- Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma!
88- Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
83- O ahiret evi, son yurd, yani cennet. Biz onu, o kimseler için kılarız ki yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemezler. "Ulüvv"den maksat, ululanmak, imana tenezzül etmemek, kibirlenmek, kafa tutmak; fesad ise, herhangi bir şeyi ve malları faydalanılabilecek halden çıkarmak ve özellikle Rabbına isyan ile kendi nefsini heder etmek, yok etmektir. Yani yeryüzünde Hakk'a karşı kibir ve ihtiras ile Firavun gibi ululanmak, baskı yapmak da istemezler; Karun gibi baskı ve isyan ile fesat da arzu etmezler. Hz. Ali (r.a) den rivayet edilir ki: "Bu âyeti valilerden ve diğer kudreti bulunan insanlardan adalet ve tevazu sahibi olanlar hakkında indi." der imiş. Hatem-i Tâî'nin oğlu Adiy, Peygamber efendimizin huzuruna geldiği zaman kendisine bir minder konulmuştu, o yere oturdu. Peygamber efendimiz de: "Ben şehadet ederim ki sen yeryüzünde ne ululuk, ne fesat arzu etmiyorsun buyurdu; bunun üzerine derhal müslüman oldu". Tâbiîn'den Fudayl bu âyeti okur okur, burada bütün emeller gitti, dermiş.Ömer b. Abdulaziz de, vefatına kadar bu âyeti tekrar tekrar okur, dururmuş. Ve o güzel akibet, Cennet korunan muttakiler içindir. Bu cümlenin tekrardan ibaret olmaması için ayrıca bir faydayı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Kendileri Firavun ve Karun gibi olmayı arzu etmemekle beraber Firavun ve Karun gibilerin ortaya çıkmasına meydan vermemek için de sakınıp korunan muttakiler, demek olur. Biraz sonra "Sakın kâfirlere arka çıkma", "Sakın müşriklerden olma" âyetleri de bunu açıklar.
84- İyi amma ahirette ne var? Her kim iyilikle gelirse, o takva ile sonunda Hakk'ın huzuruna varırsa o vakit ona ondan daha hayırlısı, daha güzeli var, daha güzeli, daha fazlası. Her kim de kötülükle gelirse artık o kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları ile cezalanırlar. Kötülüğün cezası onun gibi kötülük olur, güzellik olmaz.
85- Herhalde sana bu Kur'ân'ı farz kılan, yani bu Kur'ân ile ameli farz kılan Cenab-ı Hak elbette seni dönülecek yere döndürecektir. Bu âyet Mekke'den hicret esnasında Cuhfe'de indiğine göre, meâd, ölüm; döndürmekten maksat ise Mekke'ye geri döndürülmedir. Yani ahirete irtihal etmeden önce seni bu çıktığın yere geri getirecek, Mekke'yi fethettirecektir.
86-87- Hem sen bu kitabın sana indirileceğini umuyor değildin. Okur yazar değildin. Ancak bu, Rabbinden bir rahmet olarak indirildi. İşte geri gelmen de, böyle ümid edilmezken yalnızca Rabbinden bir nimet olarak meydana gelecektir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma, topluluklarına katılıp, küfürlerine kuvvet vermekten korun. Ve sakın o kâfirler seni, Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Geçmişe ve geleceğe ait bu haberler, bu vaadler, bu emirler bu yasaklar hep Allah'ın âyetleridir. Bunların sana indirildikten sonra, tebliğinden, tatbikinden vazgeçirtmesinler. Ve Rabbine davet et, herkesi O'na ibadet ve tevhide çağır ve sakın o müşriklerden olma, yani
88- Allah'ın yanında diğer bir ilâha çağırma O'ndan başka ilâh yok, O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır. Yani O'nun zatından başka herşey, her mevcud aslında, yokluk demektir. Çünkü O'ndan başka her şeyin varlığı kendinden değil, Allah Teâlâ'ya dayandığından her an yok olmayı kabul edici ve yok olmaya hazır olmakla aslında yok demektir veya yok olacaktır. Ancak O zatında diri, ezelî ve ebedî, varlığı kendisiyle var olandır. Çoğunun tercih ettiği mânâ budur. Diğer bir mânâya göre, "vech", kastedilen ve yönelinen yön mânâsına olarak O'nun yüzünden, yani O'nun rıza ve hoşnutluğu kastedilen yönden başka, her şey helaktedir demek olur ki, ahiret nimetlerinin fani, geçici olmadığını anlatır. Bir de her şeyin Allah Teâlâ'ya yönelik yüzü, Allah'ın ilmindeki gerçek şekli demek olur ki, her şeyin Allah'a dönüşü bununladır. Hüküm O'nun, başkasının değil. O'ndan başka hüküm ve hükümet, kanun çıkarmaya ve kanun yapmaya kalkışanların hepsinin hükmü bozulur, ancak O'nunki bozulmaz ve hep O'na döndürüleceksiniz, hepiniz ölümünüzden sonra O'nun huzuruna götürülecek, mahkeme olunacak, ona göre cezanız, mükafatınız ne ise alacaksınız. İşte bütün kıssaların sonu işte bu "Ve hep O'na döndürüleceksiniz." hükmüdür. Kimin haddinedir ki bu hükme boyun eğmesin!
İslâm'da Kazâ ve Kader
Prof Dr. Muhit Mert
Kazâ ve kader, İslâm inancının temel kavramlarındandır. İlmî çevrelerde ikisi birlikte tek kavram gibi kullanılsa da, halk arasında kader kavramı daha yaygındır. Biz önce bu iki kavramın Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı kullanılışlarına verilen mânâları tespit edeceğiz, sonra da kelâm ilminde bir terim olarak kullanıldığı mânâyı izah etmeye çalışacağız. Kazâ ve kader kelimeleri Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok değişik mânâda kullanılmıştır.
Kazânın Anlamları
Kazâ lügatte; hükmetmek, yapmak, tamamlamak, ölmek, öldürmek, beyân etmek, yerine getirmek, mecbur etmek ve borcunu ödemek gibi çeşitli mânâlara gelir. (bkz. Fîruzâbâdî, Kâmûsu'l–muhit, s.1708). Kur'ân-ı Kerîm'de kazâ kelimesi genelde fiil formunda geçer ve şu mânâlarda kullanılır:
1. فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ "Onları yedi gök olarak iki günde yarattı." (Fussilet Sûresi, 12) âyetindeki "kadâ" kelimesi yaratmak mânâsındadır. (Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhid, s.306; Bâkıllânî, et-Temhid, s.367).
2. وَقَضَيْنَا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ فِي الْكِتَابِ "Biz kitapta İsrail oğullarına bildirdik." (İsrâ Sûresi, 4) âyetindeki " وَقَضَيْنَا kadaynâ" ifâdesi bildirmek, haber vermek, yazmak anlamlarındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; Bâkıllânî, a.g.e., s.367; Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu usûli'l-hamse, s.770).
3. وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُوا إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti." (İsrâ Sûresi, 23) âyetinde "kadâ" kelimesi, emretti ve vacip kıldı mânâsındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; Bâkıllânî, Temhid, s.367; Kâdî, a.g.e., s.770)
4. فَاقْضِ مَا أَنْتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا "Öyleyse yapacağını yap, sen ancak dünya hayatına hükmünü geçirebilirsin." (Tâhâ Sûresi, 72) âyetinde " اقْضِ ıkdı" kelimesi, yapmak, " تَقْضِي takdî" ifâdesi ise hükmetmek anlamındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; İbn-i Kesir, Tefsir, III/490.)
5. فَلَمَّا قَضَى مُوسَى الْأَجَلَ Musa süreyi tamam-ladığında..." (Kasas Sûresi, 29) ve فَإِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ "Hac ibadetinizi bitirdiğinizde Allah'ı zikrediniz." (Bakara Sûresi, 200) âyetlerindeki " قَضَى kadâ" kelimeleri ise, tamamlamak ve bitirmek mânâsındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; Kâdî, Şerh, s.770.)
6. مُوسَى فَقَضَى عَلَيْهِ فَوَكَزَهُ "Musa ona bir yumruk vurdu ve onu öldürdü." (Kasas Sûresi, 15) âyetindeki " فَقَضَى عَلَيْه kadâ aleyhi" ifâdesi öldürmek anlamındadır. (Âlûsî, Rûhu'l-meâni, XX/54.)
مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ فَمِنْهُم "Kimisi sözünü yerine getirip o yolda canını vermiş, kimisi de canını vermeyi beklemektedir." (Ahzâb Sûresi 23) âyetindeki "قَضَى نَحْبَهُ kadâ nahbehu" tabiriyle ölmek kastedilmiştir. (Isfahânî, el-Müfredat, s.406; Zemahşerî, Keşşaf, III/232.)
Kaderin Anlamları
Kader ise lügatte, ölçü, bir şeyi ölçüye göre tayin ve tespit etmek mânâlarında kullanılır. (İbn Manzur, Lisânü'l–Arab, VI/382–384.)
Kur'ân-ı Kerîm'de kader kelimesi hem isim hem de fiil formlarında kullanılmakta ve şu anlamlara gelmektedir:
1. إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ "Biz, her şeyi bir kadere göre yarattık." (Kamer Sûresi, 49) âyetindeki " بِقَدَرٍ kader" kelimesine İmam Matüridi "ölçü" mânâsı vermiştir (Matüridi, Tevhid, 307). Yineوَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍمَعْلُومٍ «Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak bilinen bir kaderle indiririz." (Hicr Sûresi, 21) âyetindeki "بِقَدَر kader" kelimesine hem "ölçü" hem de "önceden takdir" anlamı vermiştir (Matüridi, Tevilat, VIII, 22).
2. وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ "Her şey onun yanında bir mikdar iledir." (Ra'd Sûresi, 8) âyetindeki "مِقْدَار mikdar" kelimesine "takdir" anlamı vermiştir (Matüridi, Tevilat, VII, 394).
2. وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى "Takdir edip yol gösteren..." (A'lâ Sûresi, 3) âyetindeki " قَدَّرَ kaddera" kelimesi bir ölçüye göre yapmak ve yaratmak anlamındadır. Bu ölçü "eşyayı cins, nevi, fert, sıfat, fiil ve ecel açısından kendine mahsus ölçüsüne göre yapmak" olarak tefsir edilmiştir. (Âlûsî,Tefsir, XXX/104.)
3. اَللّٰهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ "Allah dilediğine rızkı bollaştırır ve daraltır (bir ölçüye göre verir)" (Ra'd Sûresi, 26) âyetindeki "يَقْدِرُ yakdiru" kelimesi, daraltma olarak izah edilmiştir. (Matüridi, Tevilât, VII, 424; Isfahânî, Müfredat, s.396).
مِمَّا آتَاهُ اللّٰهُ لِيُنفِقْ ذُو سَعَةٍ مِنْ سَعَتِهِ وَمَنْ قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ فَلْيُنفِقْ "Rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendine verdiği kadarından nafaka ödesin" (Talâk Sûresi, 7) âyetindeki " قُدِرَ kudira" kelimesi de bu mânâda kullanılmıştır.
4. لاَ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُوا "Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler." (Bakara Sûresi, 264) âyetindeki " يَقْدِرُونَ yakdirûne" kelimesi, güç yetirmek anlamına gelir.
5. إِلاَّ امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرِينَ (Hicr Sûresi, 60);
إِلَّا امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِرِينَ (Neml Sûresi, 57) "Yalnız karısının, geride azaba uğrayanların içinde kalmasını takdir ettik." Âyetlerindeki " قَدَّرْنَا kaddernâ" fiiline Matüridi takdir etmek ve yazmak anlamları vermiştir. (Matüridi, Tevilât, VIII, 45; Tevhid, 307). Aynı şekilde وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ "Biz orada seyahat etmelerini takdir ettik." (Sebe Sûresi, 18) âyetindeki " قَدَّرْنَا kaddernâ" kelimesine de aynı mânâyı vermiştir. (Matüridi, Tevhid, 307).
6. وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهِ "Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (En'âm Sûresi, 91; Hac Sûresi, 77; Zümer Sûresi, 67) âyetlerindeki " مَا قَدَرُوا mâ kaderû" ifâdesi "bilemediler" demektir. (Matüridi, Tevilât, V, 138).
Kazâ-Kaderin Terim Anlamları
Müslümanların dilinde âdeta tek bir kavram hâline gelmiş olan bu iki kelime, kök mânâlarının dışında kelâm ilminde ıstılâhî bir mânâ da kazanmıştır. Cürcânî bu ıstılâhî mânâyı şu şekilde tarif etmektedir: "Kazâ; mahlukat için ezelden ebede kadar cârî olacak durumlar hakkında Allah'ın küllî hükmünden ibarettir." (Cürcânî, et-Tarîfât, s.177). "Kader ise; kazâya uygun olarak mümkün varlıkların birer birer yokluktan varlığa çıkmasıdır." (Cürcânî, Tarîfât, s.174).
Yukarıda zikrettiğimiz bu ıstılâhî mânâya göre mümkün varlıkların yokluktan varlığa çıkmalarında, yani yaratılmalarında iki merhaleden bahsedilmektedir. Bunun birinci merhalesi; Allah'ın mahlûkat hakkındaki hüküm ve takdiridir. İkinci merhalesi ise; bu takdire uygun olarak eşya ve hâdiselerin zaman içinde yaratılmasıdır. Ehl-i Sünnet kelâmının Eş'arî ekolü, birinci safhayı kazâ, ikinci safhayı ise kader olarak isimlendirirken; Mâturîdî ekolü, birinci safhayı kader, ikinci safhayı kazâ olarak isimlendirmektedir.
Eş'arîler kazâyı, Allah'ın eşyayı ileride olacağı şekil üzere ezelde irâde etmesi; kaderi ise, Allah'ın eşyayı dilediği muayyen bir cihet, hususi bir takdir ve ölçüyle yaratması şeklinde tarif ederler. (Bâcûrî, Şerhu Cevhereti't-tevhid, s.239-240). Buna göre kazâ, zâtî sıfatlardan ilim sıfatına râci'dir ve kadîmdir. Kader ise, fiilî sıfatlardan tekvin sıfatına râci'dir ve hâdisdir. Çünkü Eş'arîler, tekvin sıfatını subutî ve müstakil bir sıfat olarak görmezler. Onlar tekvini, itibarî, izafî görür ve diğer fiilî sıfatlar gibi Allah'ın zâtıyla kâim olmayan hâdis bir sıfat olarak kabul ederler. (bkz. Fethullah Huleyf, Mukaddimetu Kitabi't-tevhid, s.20).
İmam Mâturîdî kazânın, hüküm vermek, yaratmak, bildirmek, emretmek, bir işi bitirmek gibi mânâlara geldiğini âyetlerle izah etmekte, fakat kazânın ıstılâhî tarifine bu mânâlardan hangisini esas aldığını bildirmemektedir. (Mâturîdî, Tevhid, s.306). Çok kullanılması ve ihtilâfa konu olması dolayısıyla kader kavramına daha çok önem atfeden İmam Matüridi bu kavramın Kur'ân'da; zaman- mekân, iyi-kötü, güzel-çirkin vb. özelliklerle varlıkların varoluş biçimi ve zaman ve mekânda hak-bâtıl cinsinden olacak her şeyin ve bunlara verilen karşılıkların beyanı olmak üzere iki temel mânâda kullanıldığını söylemektedir. (Mâturîdî, Tevhid, s. 307).
Kendisinden sonra gelen Mâturîdî ekolü kelâm-cılarından Nureddin es-Sâbûnî, kazânın "sağlam bir şekilde yapmak" mânâsını ıstılâhî tarife esas olarak almıştır. Kaderi ise, her mahlûkun meydana geleceği, güzellik-çirkinlik, fayda-zarar gibi sıfatlarını, zaman-mekân gibi ortamını ve ona terettüp eden sevap-ikap gibi neticelerini belirlemesi olarak tarif etmektedir. (Sâbûnî, el-Bidâye fi usûli'd-din/Mâturîdiyye Akâidi çev. Bekir Topaloğlu, s.77-78.) Buna göre kader eşyanın vaz oluş plânı, kazâ ise, varlıkların Allah tarafından mükemmel, muhkem bir şekilde meydana getirilmesidir. Bir Eş'ari ekolü kelâmcısı olan Taftazânî de kazâ-kader meselesini Mâturîdîler gibi izah etmiştir. (Taftazânî, Şerhu'l-Akâid, s.112-113). Aslında Mâturîdîlerle Eş'arîler mahiyet itibariyle aynı şeyden bahsetmekte, fakat isimlendirmeyi değişik yapmaktadırlar. Eş'arîlerin kazâ dediğine Mâturîdîler kader, kader dediklerine de kazâ demektedirler. Buna göre, Ehl-i Sünnet'in bu iki kolu arasındaki ihtilâf lâfzî bir ihtilâftan öteye geçmemektedir.
Kazâ-kader meselesinde isimlendirmeden daha önemli olan husus; Allah'ın takdirinin ve kulların irâdî fiillerinin meydana gelişinin kelâmcılar tarafından nasıl anlaşıldığı hususudur. Kulların iradî fiillerinin dışında, yaşadıkları bütün hâdiselerin, kâinattaki varoluş ve yokoluşların, Allah'ın kazâ-kaderiyle meydana geldiği hususunda şüphe ve ihtilâf yoktur. Bu, bütün müminlerin ittifakla kabul ettikleri bir husustur. Dolayısıyla onun üzerinde durmayacağız. Esas ihtilâfa konu olan husus, kulların fiillerinin kazâ-kaderle olan münasebeti olduğundan, biz bu hususu inceleyeceğiz.
Kazâ-Kader Anlayışları
Cebriyye, adından da anlaşılacağı üzere, insan fiillerinde zorunlu kader anlayışını ileri süren ekoldür. Bunlara göre, insanın irâdî fiilleri dâhil her şey Allah'ın takdiriyle ve cebren meydana gelmektedir. İnsan hiçbir seçme hürriyeti olmaksızın kaderde yazılı olanı işlemekte, fiilleri karşılığında sevap-ikap da cebren verilmektedir. Halbuki bu konuda "Allah küfürlerinden dolayı onların kalblerini mühürlemiştir." (Nisâ Sûresi, 155) âyeti gibi tek bir âyet bile, onların iddialarının tam aksine, yaptığı işlerde insanın bir seçme özgürlüğü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Cebriyye'nin bu zorunluluk anlayışları karşısında insanın mesuliyetini izah edebilmek için fiillerini kendisinin yaptığını ve dolayısıyla sorumlu olduğunu iddia eden Mutezilî kelâmcılar çıkmıştır. Mutezile, insanın hiçbir fiilinin Allah'ın kazâ ve kaderiyle olmadığı, bilakis insanın kendi fiilini meydana getirdiği ve buna göre de ceza veya mükâfâtı hak ettiği görüşündedir. (Aliyyü'l-Kârî, Şerhu'l-Fıkhi'l-ekber, s.65). Mutezilîler bu görüşlerini tefviz kavramıyla açıklarlar. Onların ıstılâhında tefviz, sorumlu olabilmesi için fiillerinin insana bırakılması anlamına gelir. Mutezilî âlim Kâdı Abdulcebbâr, "Eğer insanın fiilleri Allah'ın takdiri ve mahluku olsaydı insanın o fiillerine karşılık medih ve zem olmazdı, sevap ve ikap terettüp etmezdi." sözüyle ifade ve insan fiilleriyle ilgili olduğunda kaderin beyân anlamına geldiğini âyetlerden deliller göstererek izah eder (Kâdı, Şerh, s.770).
Ehl-i Sünnet âlimleri, insan fiillerinin kaderle alâkasını hem kabul etmiş hem de konuyla ilgili ortaya çıkan problemleri çözmek için gayret sarf etmişlerdir. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, "Kulların bütün fiilleri, Allah'ın meşîeti, ilmi, kazâsı ve kaderiyledir." (Ebu Hanîfe, el-Fıkhu'l-ekber, s.5) diyerek insan fiillerinin kazâ-kaderle ilişkili olduğunu ifâde etmektedir. Ancak bu ifadeden cebir anlayışı çıkması da mümkündür. Bu yüzden Ebû Hanîfe Hazretleri, Levh-i Mahfuz'daki bu yazmayı, "hüküm olarak değil vasıf olarak yazma" şeklinde kayıtlamaktadır. (Ebû Hanîfe, el-Fıkhu'l-ekber, s.4). Buna göre İmam-ı Âzam, kazâ-kaderi Allah'ın ilim sıfatına dayandırmakta ve hükmen yazmadığı hususlarda ise bir mecburiyet, bir zorunluluk oluşturmadığına kanaat getirerek insanın mesuliyeti problemini halletmektedir. Fıkh-ı Ekber şârihi Ebu'l-Müntehâ bunu; "Meselâ Allah, Ali mü'min olsun, Zeyd kâfir olsun diye yazmadı, böyle yazmış olsaydı, Ali imâna Zeyd de küfre zorlanmış olurdu. Çünkü Allah'ın vukûuna hükmettiği şey mutlaka olacaktır. Allah'ın hükmünü geri çevirecek yoktur. Lâkin Allah; Ali iradesi, kudreti ile imanı tercih edip küfrü istememesiyle mü'min olacak, Zeyd de iradesi, kudreti ile küfrü tercih edip imanı istememesiyle kâfir olacak diye Levh-i Mahfuz'a yazmıştır." şeklinde açıklar. (Ebu'l-Müntehâ, Şerhu'l-Fıkhi'l-ekber, s.32). İmam-ı Âzam yine cebrî kader anlayışını nefyetme sadedinde insanın iman ve küfürden hâlî/boş olarak yaratıldığını, daha sonra bunlardan birini kendi iradesiyle tercih ettiğini söylemektedir.
İmam-ı Âzam'ın yolundan giden Mâturîdîler insanın fiillerinin Allah'ın kazâ-kaderiyle meydana geldiği, kaderin Allah'ın ilmi olduğu ve ilmin de insanı bir şeyi yapmaya zorlamadığı görüşünü benimseyerek insanın fiillerinde mecburiyeti problemini ortadan kaldırmaya çalışırlar (Sâbûnî, a.g.e., s.71-72). Buna göre insanın iradî fiilleriyle ilgili olarak Allah'ın bir takdirde bulunması onu önceden bilip yazması anlamına gelir ve bu bilgi insanı o şeyi yapmaya zorlamaz. Eş'arîler de aynı şekilde insanın fiillerinin Allah'ın kazâ ve kaderiyle meydana geldiğine inanmakta ve bunu delilleriyle açıklamaktadırlar (Eş'arî, el-Lüma', s.116 vd.).
İmam-ı Âzam'ın insanın fiillerini kader konusuna dâhil etmesi ve bunu Allah'ın ilmi olarak açıklaması, sahabeye ve özellikle de Hz. Ömer'e (ra), onlardan da Hz. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) dayanmaktadır. Kaderin ilm-i İlâhî olduğunu gösteren bir rivayet şöyledir: Bir adam Abdullah ibn-i Ömer'e (ra) gelerek: "Ey Ebû Abdurrahman! Bir topluluk zina ediyor, içki içiyor, hırsızlık yapıyor ve adam öldürüyor, sonra da bunlar Allah'ın bilgisiyle oluyor diyorlar, ne dersin?" deyince o gazaplanmış ve şöyle demiştir: "Sübhânallah! Onlar Allah'ın ilminde olanı yapıyorlar; fakat Allah'ın ilmi onları yaptıklarına zorlamıyor ki! Nitekim babam Ömer, Hz. Peygamber'den şöyle bir hadîs rivâyet etmiştir: "Size nispetle Allah'ın ilmi, sizi altında barındıran gökyüzü ve sizi üstünde taşıyan yeryüzü gibidir. Siz nasıl ki yeryüzünden ve gökyüzünden dışarı çıkamazsınız, Allah'ın ilminden de çıkamazsınız. Yeryüzü ve gökyüzü nasıl ki sizi günah işlemeye zorlamazsa Allah'ın ilmi de zorlamaz." (İbnü'l-Murtazâ, Tabakâtu'l-Mu'tezile, Beyrut 1961, s.12). Bu rivayette insan fiillerinin Allah'ın ilmi dâhilinde gerçekleştiği ve Allah'ın bilgisinin insanları icbar etmediği daha açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Hz. Ömer, Şam'daki karantina bölgesinde Ebû Ubeyde b. Cerrah'la (ra) aralarında geçen konuşmada da insan fiilleriyle ilgili kaderi (bir rivayete göre kazayı) yine Allah'ın ilmi olarak tefsir etmişti. 18/639 yılında Suriye'de sahâbenin önde gelenlerinden pek çoğunun vefat ettiği bir veba salgını olmuş, Hz. Ömer de bu durumu yerinde görmek için Suriye'ye gelmişti. Hz. Ömer karantina bölgesine girip girmeme konusunda yanındaki sahâbîlerle istişâre ettikten sonra salgın bölgesine girmeyip geri dönmek isteyince, Ebû Ubeyde (ra): "Yâ Ömer! Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyince, Hz. Ömer de: "Ey Ebû Ubeyde! Keşke bu sözü senden duymasaydım! Evet, Allah'ın kaderinden kaçıp yine O'nun kaderine sığınıyoruz. Farzet ki develerin, bir tarafı otlu diğer tarafı kıraç olan bir vadiye inmiş olsun. Onları otlu yerde otlatsan da, kıraç yerde de otlatsan da yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?" diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf da (ra): "Ben Resulullah'ın; ‘Bir yerde veba olduğunu duyarsanız, oraya girmeyin, şayet salgın sizin bulunduğunuz yerde ise, oradan çıkmayın.' buyurduğunu işittim demiştir." (Müslim, Selâm, 32). Hz. Ömer, menfi olsun müsbet olsun insanın bütün yaptıklarının da, tedbire riayet etmenin de kader olduğunu vurgulamış ve bunu güzel bir örnekle açıklamıştır. Bu izahdan onun kaderi, Allah'ın ilmi olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Kısacası Mutezile insan fiillerinde kaderin payını kabul etmezken, Cebriyye ve Ehl-i Sünnet bu payı kabul etmektedir. Burada kaderin payı, öncesinde fiili bilmek ve kul irade ettiğinde onu yaratmaktır. Cebriyye, fiillerinde insana hiçbir şekilde hürriyet tanımazken, Ehl-i Sünnet insanın irâde ve seçme hürriyetini kabul etmektedir. Buna göre kulların bütün fiilleri Allah'ın yaratması, irâdesi, hükmü, kazâ ve kaderiyledir; fakat bu hususta cebir ve zorlama yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak, insana bir irâde vermiş ve onu isteklerinde serbest kılmıştır. İnsan bu ihtiyarını, tercih hakkını isterse iyi yola, isterse kötü yola sevk eder. Cenab-ı Hak da onu yaratır.
Sonuç
Sonuç olarak, kader denince akla hemen insanın kaçamadığı cebrî bir kader anlayışı gelmemelidir. Kaderi; mahlûkatın yaratılış plânı, irademiz dışında başımıza gelen hâdiseler ve insanın iradî fiillerinin takdiri olmak üzere üçe ayırmak lâzımdır. Kaderin taalluk ettiği bu üç durumdur.
Mahlûkatın yaratılış plânı açısından baktığımızda kader, yaratıkların sayı, şekil vs. bakımından miktarı ve takdiridir. Bunda cebir vardır, yani yaratılış cebrî-lutfîdir. Her bir varlık kendine özgü bir şekil içinde meydana gelmektedir. İnsan dâhil hiçbir varlığın, zaman, mekân ve şekil itibariyle kendi seçimiyle varlık dünyasına çıkmadığı bir gerçektir. Bunlar, Allah'ın mutlak irâde ve takdiriyle olmaktadır. Kaderin bu taalluku, hem "Allah her şeyi yaratmış ve her birine muayyen bir nizam vererek mukadderâtını tayin etmiştir." (Furkân Sûresi, 2) mealindeki âyette hem de "Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene evvel mahlûkatın kaderini tayin ve tespit etmiştir." (Müslim, Kader, 16) mealindeki hadîste açıkça beyan edilmiştir.
İrademiz dışında başımıza gelen hâdiseler de cebrîdir ve biz onlara sadece maruz kalırız. Bazen onların tedbirlerini almak isteriz; fakat bu defa da başkalarına maruz kalırız. Kaderin bu taalluku da, "Yeryüzünde size isabet eden hiçbir musibet yoktur ki daha önceden bizim yazmış olduğumuz bir kitapta bulunmasın. Bu Allah için çok kolaydır." (Hadid Sûresi, 22) mealindeki âyette ve benzeri âyetlerle açıkça belirtilmiştir. Hadîslerde de bunların Allah'ın takdiri ve yazmasıyla olduğu ifade edilmiştir. Bunu gösteren bir rivayette Abdullah b. Abbas (ra) şöyle anlatır: Bir gün Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) terkisinde idim: "Ey delikanlı sana bazı sözler öğreteceğim." buyurdu ve şunları söyledi: "Allah'ı(n emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı(n emir ve yasaklarını) gözetirsen, O'nu karşında bulursun. İsteyeceğin zaman Allah'tan iste, yardım gerektiğinde Allah'tan yardım talebinde bulun. Bil ki, ümmet sana bir hususta fayda vermek üzere toplansalar ancak Allah'ın sana yazdığı bir hususta fayda sağlayabilirler. Bir hususta zarar vermek için toplansalar, yine sadece Allah'ın senin için yazdığı bir hususta zarar verebilirler. Kalem kalkmış, sayfa kurumuştur." (Tirmizi, Kıyame, 59).
İnsanın iradî fiillerinin takdiri anlamındaki kadere gelince bu da, ya Hz. Ömer'in anlayışında olduğu gibi Allah'ın önceden bilmesidir ki, bunda cebir yoktur. Bu bilgi ve iradenin insanı bir şeyler yapmaya zorlamadığı da unutulmamalıdır. İnsanlar programlanmış robotlar değillerdir. İnsan düşünen, kararlar veren ve almış olduğu bu kararları uygulayan bir varlıktır. Hayatın gerçekleri de bize bunu göstermektedir. Ancak insanın bütün fiilleri de, kaderin bir neticesi olup Allah'ın ilim ve irâde sıfatlarına bağlıdır. Aksi takdirde O'nun bazı şeyleri bilmediğini ve mülkünde irâde etmediği birtakım fiillerin meydana geldiğini söylemek gerekir ki bu, ulûhiyet makamı için düşünülemeyecek bir eksiklik ve âcizliktir. Şu hâlde âlemde vukû bulan iyi ve kötü bütün fiillerin, hâdiselerin Allah'ın takdiri ve dilemesiyle gerçekleştiğine inanmak gerekir.
*Hitit Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi.
Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder