ÇAMURDAN YARATILIŞ Creation of humans from clay
In circa 300BC, the Egyptian version of the creation of humans from clay on Khnum's potter's wheel, became monotheistically rewritten into the story of #AdamandEve and the Garden if Eden:
“We created man from sounding clay, from mud moulded into shape [altered black mud].” — #Quran Surah 15:26
Other derivatives
● Mayan #myth holds that Tepeu and Kukulkán (#Quetzalcoatl) made the first humans from clay, but they were unsatisfactory.
● The #Māori people of New #Zealand believe that #TāneMahuta, god of the forest, created the first woman out of clay and breathed life into her.
● In #Akkadian literature, the creation from clay model is the dominant image of the origin of man.
● In Africa, the #Yorubaculture holds that the god Obatala likewise created the human race.
● In Chinese myth, the #goddess #Nuwa created the first humans from mud and clay.
In terminology, soul mate, or “soulmate” or “split soul theory”, is an Egyptian-Greek religio-mythology, clay creation myth based, origin of humans model, which posits that humans originated in pairs, bound in one body, with one original soul, but were "split" in two, supposedly for doing something offensive to the gods, after which the newly separated humans forever wandered the earth in search of their long lost soul mate so to reunite their incomplete souls and become one again.
Mısır mitolojisindeki yaratıcı tanrı Khnum, çömlekçi çarkında, insanı yaratırken, eşi tanrıça Heket ise, anne rahminde düşmeden önce, ona can katıyor. Bu sahneye, Kitabı Mukaddes'in Yeremya bölümünde, üstü kapalı olarak değinilmektedir.
Kurbağa, yaşamının çoğu kısmını geçirdiği suyla, kuvvetli biçimde ilişkili olduğu için, bu ruh hayvanı, ayrıca, Ay enerjisi ve Ay tanrıçası ile de bağlantılıdır. Onun, gece etkin olduğu gerçeği, bu çağrışımı güçlendirmektedir. Kurbağaya, kişisel ongun olarak yakınlık hissedenlerin karşı, sezgi dünyası, dişil enerjiler ve doğa ve unsurların sihiri bakımından huzurlu olabilirsiniz.
İnsanın çamurdan yaratıldığına dair inancın tarihi yerleşik yaşama geçiş kadar eskidir. Sınıflı toplumun ortaya çıkışı, beraberinde tarım ve zanaatta uzmanlaşmayı ve düzeni getirdi. Artık dış dünya korkutucu ve düzensiz değildi. İnsan üretim mantığından kaynaklanan algılayışla yaşamı kavramak ve bir nebze olsun bilinmezlikten kurtulmak maksadıyla teorik bir çerçeve çizmeye başladı. Günümüze dek ulaşan inançların hücreleri bu dönemlerde oluştu. Öyle ya, toplum hayatında nasıl bir işbölümü, düzen ve bu düzene liderlik eden biri varsa, dış dünyada böyle bir uyum içerisinde olmalıydı. Tasarımlar, tasarımı yapanın kendisiyle sınırlıdır. İnsan çiftleşerek ürüyorsa, bitkiler, hayvanlar ve cümle canlılar öyle üremeliydi. Doğa çiftleştirildi. Gök eril/dişil, yer dişil/ eril tasavvur edildi. Göğün simgesi su ile yerin simgesi toprak çiftleşince, ürün olarak sadece bitkileri değil, hayvanları ve en önemlisi insanoğlunu var etti.
Sümerler, Fırat ve Dicle arasında, bereketli toprakların yanı sıra, bir bataklık ,bir çamur deryası üzerine kurmuşlardır devletlerini. Bu coğrafya hayal güçlerini doğrudan etkileşmiştir. Sümer mitolojisinde, insan şekli verilen bir kil canlandırılır. İlk insan böyle yaratılır. Gılgamış’ta Enkidu çamurdan yaratılır. “Enki konu üzerinde düşünür, “iyi ve soylu şekillendiricilerin” başına geçer ve annesi Nammu’ya, ilksel denize şöyle der:
Ey ana, adını koyduğun yaratık, var edildi,
Onun üzerine tanrıların imgesini ( ?) yerleştir;
Deniz dibinin yüzeyindeki kilden yüreğini yoğur,
İyi ve soylu şekilleyiciler kili berkitecekler,
Sen, sen onun uzuvlarını ortaya çıkar;
Ninmah, senin üstünde çalışacak,
(Doğum) tanrıçaları . . . sen biçimlerken yanında olacaklar,
Ey ana (yeni doğanın) yazgısını belirle,
Ninmah onun üstüne tanrıların kalıbını (?) yerleştirecek,
Bu insandır…” (1)
Tevratın çamurdan yaratılma ile ilgi bölümleri aşağıdadır:
“RAB Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu.” (Tevrat, yaratılış,2:7) (2)
“Toprağa dönünceye dek
Ekmeğini alın teri dökerek
Kazanacaksın.
Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın
Ve yine toprağa döneceksin.” (Tevrat, yaratılış,3:19) (3)
Lütfen anımsa, balçık gibi bana
Sen biçim verdin,
beni yine toprağa mı döndüreceksin? (Tevrat, eyüp,10:9) (4)
Tanrı’nın önünde ben de tıpkı
Senin gibiyim,
Bende balçıktan yaratıldım. (Tevrat, eyüp,33:6) (5)
Eski Mısırdaki 18. hanedan dönemine ait ilahilere göre, tanrı insanı çömlekçi çarkında şekillendirmiştir. O Baş Çömlekçidir. (6)
Yunan mitolojisine göre; “Prometheus: En yaratıcı ve akıllı Titan; çamurdan ölümlü insan yaratmıştır.” (7)
Eski Çin efsanelerine göre; “Nugua, Sarı Nehir boyunca süzülerek bu nehir yatağındaki maddeyi kullanarak insanı oluşturmaya karar verdi. Nehrin kıyısına oturarak nehir yatağından avuç avuç ıslak çamur aldı ve onlardan küçük insanlar oluşturdu. Onları kendine benzeti (…) Onlara yaşam soluğu üfledi. “ (8) Görüldüğü üzere senaryo çok benzer: çamur, şekil verme, üfleme(ruh). Şunu da belirtmek gerekir ki canlılığı veren ruhtur. Yani mitsel her türlü inancın mantığında canlı hücre fikri yok. Canlı hücrenin keşfi günümüzden ancak 150-200 yıl geriye gider. Şimdi kimileri, çamurdan insan heykeline üflendikten sonra onun kompleks bir yapıda canlandığına kanaat getirmiş. Bu zihniyet ve türevleri canlının kompleksliğinden yola çıkarak evrim teorisine saldırıyorlar (evet eleştirerek değil bayağı bir üslupla saldırarak) ama kendi argümanları bırakın ispatlanmayı, bilimin inceleme alanına bile giremiyor. Akıllı tasarımcılar fantezi fabrikası gibi çalışıyorlar. Laboratuardan veya doğadan elde ettikleri bir tek bulgu yok. Sonuçlar üzerinde lafazanlığa soyunmuşlar. Bir kahvehane muhabbetidir almış başını gidiyor.
Yeni Zelanda yerlilerinin efsanelerine göre; İnsan kızıl çamurdan (Adem kelimesinin anlamı kızıl çamur) yaratılıyor ve tanrı ona yaşam soluğu üflüyor. (9) Ruh fikrinin nefes alıp vermeden kaynaklandığını, ruh derken de nefesin kastedildiğini bilmek gerekiyor. İnsan ölünce soluk durduğu için ruhun uçup gittiğine inanılıyor, tabi insanoğlu çözüm bulamadığı soru ve sorunlarda hayal gücüne sıklıkla başvuruyor.Nijerya yerlilerinin inançlarına göre insan balçıktan yapılıyor ve gökyüzünün hakimi Olorun ona soluk üflüyor. (10)Bolivya yerlilerinin inançlarına göre yaratıcı Virakoça kuşları yarattı. “Sonra yeryüzünde dört ayak üstünde yürüyen hayvanları ve karınları üzerinde sürünen canlıları yarattı.” Taşları şekillendirerek insanı yarattı. (11) “Dört ayak üstünde yürüyen ve karınları üstünde sürünen” ifadelerinin hemen hemen aynısı Nur Suresi 45. ayetinde geçiyor. Kamerunlu yerli kabilesi Pangveler’e göre insan çamurdan yaratılan bir kertenkeleden geliyor. (12)
Dönemi için gayet bilimsel düşünen “DEMOKRİTUS(MÖ 430) , yaşamın çamurdan ilkel bir şekilde oluştuğuna(…) inanmıştı” (13)
Önemli düşün insanlarımızdan İlhan Arsel ilginç bir noktaya temas buyuruyorlar: “Bazı ayetlerde “çamur”dan söz edilmekte; başka bir yerde kullanılan çamurun “süzme çamur” olduğu bildirilmekte; başka bir surede “yapışkan, cıvık çamur” deyimi yer almakta. Bazı ayetlerde “pişmiş çamur” ya da “kuru çamur” söz konusu oluyor. Bazı ayetlerde toprak deniyor.” (14)
Dünyanın dört bir yanında yer alan irili ufaklı pek çok toplumda doğayı çıplak gözle gözlemlemenin sonucunda insanlar çamuru kendi varlıklarının biçimsel formu görmüşlerdir. Sümer, Mısır, Babil , Hristiyan ve Yahudi inançları başta olmak üzere tüm kadim Ortadoğu inançları insanın yaratılışını çamurla açıklamaya çalışmıştır.
KAYNAKÇA
Samuel Noah Kramer, Sümerler, s.198-199, (çev. Özcan Buze), Kabalcı Yayınevi, 2002, İstanbul
Tevrat, s. 3, Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001, İstanbul
Tevrat, s. 5, Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001, İstanbul
Tevrat, s. 642, Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001, İstanbul
Tevrat, s. 664, Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001, İstanbul
E. A. Wallis Budge, Mısır’da Ölüm Sonrası Fikri, s. 30, (çev. Rengin Ekiz), Ege Meta Yayınları, 2001, İzmir
Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, s. 33, 4. Baskı, İmge Kitabevi, 2006, Ankara
Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, s. 564, 4. Baskı, İmge Kitabevi, 2006, Ankara
Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, s. 611, 4. Baskı, İmge Kitabevi, 2006, Ankara
Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, s. 634, 4. Baskı, İmge Kitabevi, 2006, Ankara
Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, s. 734, 4. Baskı, İmge Kitabevi, 2006, Ankara
Muazzez İlmiye Çığ, Ortadoğu Uygarlık Mirası, s. 177, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, 2003, İstanbul
Ali Demirsoy, Evrenin Yaratılışı, s. 68, 8. Baskı, Meteksan, Ankara, 2004
İlhan Arsel, Kuran’ın Eleştirisi 2, s. 156, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, 2004, İstanbul
ÇAMURDAN YARATILIŞ:
Çamurdan yaratılış efsanesi Kuran'dan önceki putperest dinler de de vardır. Hatta Tevrat'ın bu görüşü sümerlilerden, Kuran'ın ise tevrattan aldığını iddea eden cahiller de var .
Gılgamış Destanı - M.Ö. 2000 "Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda ,kahraman Engidu'yu yarattım."
Mısır'da Luxor Tapınağı'nda bulunan kabartma bir resim - M.Ö. 1400 "Kral Amonhotap III olarak betimlenen Tanrı Khnemu çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratıyor."
Sümer'lilerin Enuma-eliş Destanı - M.Ö. 1100 "Bunun üzerine ben de Ea'nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu'nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim."
Hesiodos Destanı - M.Ö. 750 "Namlı, şanlı Hephaisdos'u çağırdım hemen. 'Bir parça topral al, suyla karıştır' dedim. 'İçine insan sesi koy, insan gücü koy."
Çin Efsanelerinden "Bunun üzerine Tanrıça Ngüho yengeç elleriyle gökyüzünü yukarıya kaldırdı, denizleri yeniden sınırlarına itti. Ve çamurdan yeni bir insan türü yarattı."
Yunan Efsaneleri'nden: "Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum (Prometheus anlatıyor.) Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece.)
Tevrat'tan: "Ve Rab Allah yerin toprağından Adam'ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu." "And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." (Mü'minün, 12-16 ayetler.)
İslâm Dışı İnançlarda Ruh Telâkkileri
Coyotte
Avustralya
yerlileri ruhun, fizik ölümle birlikte bedenden ayrıldığına inanırlar. Buna
göre ruh, Ruhlar Âlemi’nde kısa bir süre misafir olduktan sonra tekrar bir
insan bedenine girer. Fakat aynı bölgedeki Gnanji Kabilesi ise ölen bir
kadının ruhunun bedeniyle birlikte ortadan kalktığına inanır. Yine Avusturya
yerlileri ruhun ebadının bir tohum tanesi cesametinde olduğuna inanmaktadırlar.
Pennefather yerlileri, kalbte yerleştiklerine inandıkları “ngai"
adı verilen, ikinci bir ruhun varlığını kabul ederler. Buandikler de,
insanın çift ruhlu olduğuna inanırlar. Ölümden sonra bu ruhlardan biri denize,
diğeri de bulutlara gider (yükselir). Bigambullar, ruhun insan
hayattayken de bedeni terkedebildiğini düşünürler. Buna göre, ölüm düşüncesi
ruhun bedenden ayrılması durumunu ifâde ediyorsa o halde “canlılık prensibi”ni
oluşturan da ruhtur. Ngarigo hâdisesinde, içgüdüsel bir hayaletlere
inanma isteği ve merakı hasıl olur. Bu durum Avrupa’da hâlâ yoğun biçimde
mevcuttur. Ngarigo cenaze töreninde, bir nehrin bir yakasından öbür yakasına
dikkatlice geçilir. Bu ritüelin (ayinin) amacı hayaletin onları takib
edemeyeceği ihtimalinin sağlanmasıdır.
Yeni
Guinea’daki Tamiler de insanın çift ruh taşıdığına inanırlar. Bu
ruhlardan biri uzun diğeri kısadır. Uzun olan ruh, insanın “gölge”sidir ve
rüyâlarda bu ruh hâkimdir. Kısa ruh ise ölüme kadar bedeni hiç terketmez ve
ölümle birlikte Lamboam adı verilen Ruhlar Âlemi’ne gider. Bir diğer
Yeni Guinea kabilesi olan Windessiler de insanın çift ruhlu olduğuna
inaırlar. Buna göre, kadının ölümüyle birlikte her iki ruh da “Aşağı Dünya” adı
verilen yere gider. Fakat erkeğin ik ruhundan biri “Aşağı Dünya”ya giderken,
diğeri bir başka erkeğin bedenine girer. Solomon ada yerlileri iki tür
hayalete –ruha değil- inanmaktadırlar. Birinci grupta güçlü hayaletler, ikinci
grupta ise zayıf hayaletler bulunur. Tonganlar, asillere ait ruhların
ölümden sonra ilahî bir kimlik kazandığına inanırlar, orta sınıf insanların ise
ruhu yine yükselir ancak ilahî bir nitelik kazanması sözkonusu değildir,
sıradan bir figür olarak kalırlar; üçüncü gruptaki insanların yani yoksulların
ve hizmetkarların ise ruhları yoktur, yani onlar hayvanlar gibi fizikî bir
ölümle birlikte yok olurlar. Dr. C. E. Fox’a göre, Solomon adalarındaki San
Cristobal halkı, insanın çift ruhlu olduğuna inanırlar. Bu ruhlardan birine
“Adaro” denir ki, bu gölge-ruhtur ve “eril karakterli”dir. İkinci ruh ise
“Aunga” adını alır ki, bu ruh sakin, sevimli ve “su karakterli”dir. Hayatî prensip
“Baş”tır ve Adaro, kişinin ölümünden sonra başa duhûl edebilir. Aunga ise
ölünün bütün vücuduna hatta eşyasına girebilir. Üstelik Aunga, kişi hayattayken
de başın tepe noktasından (vertex) bazen de ağız, kulak ve burundan da girip
çıkabilir. İnsanın ölümünden sonra Adaro (olumsuz ruh) başka bedenlere de
gidebilir. Samoa yerlilerinden bazıları, ölüm ânında ruhun bedeni terkettiğini
gördüklerini söylemektedirler. Buna göre ruhun ebadı, terkettiği insanın
ebadıyla aynıdır. Sosyete ada yerlileri ölen kişinin ruhunun gelecekten
haber verme kabiliyetinde olduğunu ve bu haberleri dirilere ulaştırmakla
yükümlü olduğunu savunurlar. Bu topluluk ruhun insanın böbreklerinde olduğuna
inanırlar. Hawai yerlilerine göre ruh, insanın gözyüvarlarına özellikle
de gözyaşı bezlerine yerleşmiştir. Onlar da çift ruhun varlığına inanırlar.
İlginç bir çift ruh inancı Filipin Bagoboları’nda dikkat çekmektedir.
Buna göre, vücudun her yarısında ayrı bir ruh bulunmaktadır. Soldaki ruh uyku
sırasında bedeni terkeder ve ölümden sonra şeytanın ruhu haline gelir, insanın
bütün talihsizliklerini, kötülüklerini, hastalıklarını tevarüs eder (üstüne
alır). Buna karşılık sağdaki ruh nazik ve lâtiftir. Ölümden sonra “Aşağı
dünya”da atalarının ruhlarıyla birleşir. Hollanda Borneosu’nda insan ruhuna
“Antu” adı verilir ve bu ruh devasa boyutlardadır. Bu ruh 3 ilâ 7 kere
reenkarne olur (tenasuh, yeniden bedenlenme) ve en sonunda mükemmelleşip
uçuşkan hale gelir ve atmosfere karışarak sonlanır eşdeyişle insan ruhu
sonludur.
W. J. Perry’ye göre, Selebes
adalarında yaşayan Toradja kabilesi ruhun, insanın gölgesi olduğuna
inanır. Bu ruh genelde başın en üst noktasından (vertex) bazen de burun, kulak,
ağız veya eklem yerlerinden vücudu terkeder. Bedeni terkettikten sonra farklı
biçimlere girebilir. Söylentiye göre, iki Toradja erkeği uyurken, birisi, bir
farenin arkadaşının burnu etrafında dolaştığını görür ve bu fareyi öldürür.
Fare öldükten hemen sonra da arkadaşının öldüğüne şahid olur. Ruh hayvan
formundayken başka ruhları da ziyaret edebilir. Burada da bir düaliteyi
(ikilik) gözleyebiliyoruz. Hayalet ile ruh arasında bir ayırım yapmak
gerekirse, ruhun “soluk”la doğrudan bağlantılı olduğunu görüyoruz. Hayaletlerin
ise nefesle bir ilgileri bulunmamaktadır. Gilbert ada yerlileri,
çocukların doğuştan ruh sahibi olmadığına inanırlar. Çocuğun doğuşundan
itibaren 2-3 gün boyunca yakın akrabaları etrafında sür’atle dansederler ve
bebeğe gelmesi muhtemel olan ruhun dikkatini çekerler. Bu topluluğa göre de
insanın gölgesi aynı zamanda onun ruhudur. Bu ruh ölümden sonra 3 gün boyunca
bedenin etrafında dolaşır ve daha sonra da göğe yükselir. Oradan da “Ada
cenneti”ne gider. Marshall ada yerlilerine göre, insan ruhu akışkan, hızlı
hareket eden ve şeffaf yapıdadır.
Afrika
kabilelerinden olan Bariler ruhun sonsuza kadar varolduğuna inanırlar. Bontgolar’a
göre, ruh karanlık ve gölgelerle dolu sık ormanlarda yaşar. Masai ve Bahima
kabilelerine göre ölümsüzlük krallara ve aristokratlara mahsus bir imtiyazdır.
Batı Afrika’da yaşayan Tshi kabilesi ruha “Kra” adını verir. Bu ruh insanın
şahsî ruhu olmaktan çok “RUH’UN RUHU” olarak tanımlanabilir. Bir diğer Batı
Afrika kabilesinde ise insanın çift ruhlu olduğuna inanılır. Buna göre, “Eril
ruh” kötü ve şiddet yanlısıdır. “Dişil ruh” ise iyi ve naziktir. Yoruba
kabilesine göre insan 3 ruhludur: Biri başta, biri midede diğeri ise “el ve
başparmağı”nda yerleşmiştir. Nijerya’daki Hausa ve Kuzey Kongo’daki Bavili
yerlileri 4’lü manevî sistemi kabul ederler: Ruh, gölge, hayat ve çift.
Hausalar’a göre tabiat insanın hem içinde hem dışındadır. Bambula
kabilesi ise yukarıda zikredilen ruhanî elemanlara bir 5.yi ekler ki, bu da çok
kötü insanlara has bir niteliktir ve ölümle ortadan kalkmaz.
Nijerya
yerlilerinden olan İbolar insan ruhunun cansız varlıklara ve eşyaya da
duhûl edebildiğine inanırlar. Buna karşılık hayvan ruhunun böyle bir kabiliyeti
yoktur. Bantular ise hayvanların ruh taşımadığını savunurlar. Hayvanlar
insan ruhu “Ngoma”ya bağlıdırlar. Banyankole kabilesine göre, dişi
hayaletler kabilenin çocuklarına ve kadınlarına zarar verebilecek
karakterdedirler. Dahomey’de, kralın ruhu aynı anda birden fazla yerde
bulunabilme kabiliyetindedir. Örneğin Kral Gézu aynı ânda tahtında, savaş
alanında ve annesinin bedeninde görülmüştür. Yine Gézu kraliyet ailesine mensub
diğer bireylerin kılığında da görünmüştür. Orta Afrika yerli kabilelerinden
bazılarında kralın hayaleti aslan veya başka güçlü hayvanların bedenine
girebilir. Ashanti kabilesi ruhun rüzgâr karakterki olduğunu kabul
ederler. Böylelikle bedenini terketmiş olan insan ruhu insanlara dokunmak
suretiyle zarar verebilir. Bu inanışın motiflerine İrlanda folklorunda da
rastlanması ilgi çekicidir. İrlandalı bir Aran kadını Lady Gregory’ye
şöyle der: “Bazen bulut kılığına giriyorlar bazen de fırtına!" Aynı
anlayış, Eski Yunan düşüncesinde de mevcuttur: Buna göre rüzgâr ile yeraltı
tanrıları ve ölüm arasında bir bağlantı vardır.
Rasmussen’e göre,
Eskimolar insanın beden, ruh ve isim-ruh’tan oluştuğuna inanırlar. Ruh esas
bileşendir ve sık sık bedeni terkeder ve geri döner, ayrıca insanı gölgesi aynı
zamanda onun ruhudur. Bu ruh cesameti itibariyle insan bedeninden daha
küçüktür. Büyücüler bu ruhu görebilirler. Bu ruh bazı cadılar tarafından
çalınabilir. İsim-ruh adı verilen ruh ise ikinci bir ruh rolünü üstlenir ve
fizik yaşamı kontrol eder. Bu anlamıyla “can” rolünü yüklenir. Ölümden sonra bu
isim-ruh hamile bir kadının bedenine girer ve onun çocuğunu kontrol etmeye
başlar. Yalnız bu durumda büyücünün müdahalesi de gereklidir.
Kuzey
Amerika yerlilerinin ruh konusundaki inançları Eskimolar’ınkiyle benzerlik
arzeder. Chippewalar ruha “O’chechag” adını verirler ve bu ruhun bilinçdışılık
ve trans duyumlarında bedeni terkettiğine inanırlar. Hayvanların ve eşyanın da
ruhu vardır.
Animism (Cancılık) en
çok eski Çin’de gelişmiştir. Eski Çin düşüncesine göre, insan ruhu Yin ve Yang
adı verilen iki bileşenden meydana gelir. Bu iki bileşen, iyilik ve ışığın ve
kötülük ve karanlığın temsilcileridir. Ölümden sonra sayısız ruh biraraya gelir
ve ortak eyleme geçerler. Eşyanın da ruhu vardır. Örneğin uçan nesnelerin ruhu
özel bir koku yayarlar. Bir anlamda Çinliler hayaletler ve ruhlarla hayatın her
alanında içiçedirler.
Brahmanizm; Brahm
kelimesi nefes, rüzgâr ve ruh anlamlarına gelir. Buna göre, Brahma “Havada
oturan ve her yöne aralıksız esen büyük bir yel gibi, bütün varlıklar bende
yerleşmişlerdir." der. Brahmanlar, bireysel ruhun, tümel ruhtan
doğarak yine ona dönmek suretiyle ebedî varlığını koruduğu inancındadırlar.
Buddhaizm’de ruhun
belli bir başlangıcı yoktur.
Platon, ruhun geçici
bir hayat kalıbına girmeden önce Allah katında, saf bir öz hâlinde varolduğuna
inanır. Bu “prééxistancialisme” (Preeksiztansiylizm: Önceden varoluşçuluk)
anlayışıdır. Platon’a göre, ruh beyinde yer alır.
Pélagisme (Pelajizm)
ise insanî özgürlüğü “prédestination” (predestinasyon: Öncel takdir) dan
kurtulmak için şöyle bir inanç getirmişlerdir: Bir beden doğmak üzereyken Tanrı
o beden için ayrı bir ruh yaratır ve bu suretle ruhlar bedenlere paralel olarak
çoğalırlar.
Saint Augustin, Martin Luther ve Leibniz, ruh’un ilk atamızda (Hz.
Âdem’de) “tohum” halinde bulunduğunu ve ondan bütün kuşaklara yayıldığını
savunurlar. St. Augustin, bu olayı meş’alenin diğerlerini tutuşturmasına
benzetir.
Créationiste (Kreasyonist:
Yaratılışçı) Hristiyanlar, ruhun Tanrı tarafından ayrıyeten yaratıldığına
inanırken, Traducianıste (Tradüsyanist: Verâsetçi) Hristiyanlar ise
çocukların ruhu babalarının ruhundan doğar iddiasındadırlar.
Homeros, ruhun bir
nefes olarak ölen insanın ağzından ve yaralarından çıkıp, sonra gölge haline
geldiğini, nihayet bir duman olarak dağıldığını söyler.
Pythagoras, ruhu herşeye
hayat ve hareket veren ince ve hulûl edici bir rüzgâr olarak kabul eder.
Pythagoras ruhun beyinde olduğunu kabul eder.
Avdira (Abdera)
okulunun kurucuları olan Dimokritos ve Leukippos’a göre, ruh ateşli bir
atomdur.
Aristotelis (Aristoteles),
ruhun hayatı kabul edebilen cisimlerde gerçekten belirebilen bir kuvvet, beden,
biçim ruhtur. Ruh 3 basamaklıdır. Bitki ruhu, Hayvan ruhu, İnsan ruhu. Her
basamak bir üsttekinin maddesidir. Bitkilerde yalnızca özümseme ve üreme ruhu
vardır. Hayvan ruhu, devim-istek-duyumla belirir ve bitki ruhuna eklenir.
Akılla beliren insan ruhuysa kendinden önceki bütün ruhları kapsar. Bitki ruhu,
Hayvanlık biçiminin maddesi, hayvan ruhu ise insanlık biçiminin maddesidir. Bu
basamakların tabanında “biçimsiz (Amorf) madde”, tepesindeyse “maddesiz biçim”
vardır. Aristo’ya göre, ruh kalpte yerleşmiştir. Madde ilk biçimlenişinde (ilk
ruhla yüklenmesinde) –ki bunun nedeni, biçimler biçimine (ruhlar ruhuna)
duyduğu özlemle gerçekleşmiştir- 4 ana biçimde belirir: Toprak, su, hava, ateş.
Spiritüalistler’e
(Ruhçular) göre, ruh bedenden bağımsız ayrı ve özel bir hassadır.
Pantesitler
(Kamutanrıcılar), organizmayı reddeder ve bütün varlığa ruh atfında bulunur.
Hilozoizm (Madde-Canlıcılık)
de buna çok yakın bir anlayışı savunur.
Epikürienler ve Stoacılar
ise ruhun da ince (rafine) bir madde olduğunu kabul ederler.
Neo-Platonienler (Yeni
Platoncular) madde ve ruh ikiliğini reddederler.
Descartes, ruhun mekânsız
olduğunu ve bedenle özdeşleşmiş olduğunu söyler. Aynı Descartes daha sonraları,
ruhun beyinde bulunan “kozalak bezi”nde (Glande Pinéale) bulunduğunu iddia
eder. Epifenomenoglar (Olaycı-Olgucular), İnteraction (karşılıklı
etkilenimciler) kuramcıları da Neo Déscartien (Yeni Descartes’çı) felsefeye
bağlıdırlar.
Goethe ise ruhsuz
maddenin ve maddesiz ruhun olamayacağını savunur.
Leibniz, ruhun beden
üzerine etkisini Ezelî âheng kuramıyla açıklar.
Villis, ruh için
"Hayatî Âlev" tanımlamasını yapmaktadır.
Materyalizm’e
(Maddecilik) göre, ruh organik fonksiyonlarının basit bir hassasıdır.
Behavıourısm’e
(Biaviurizm: Davranışçılık okulu) göre, bütün ruhî olaylar uyarım (stimulus) ve
cevabtan (réponse) ibaret davranışlardır.
Felsefî Tanımı İtibariyle Ruh:
Fr:
Âme, İng: Soul, Yun: Psykhe, Al: Seele, İt: Anima.
Canlı
organizmanın duyusal yanı. Canlı organizmanın maddi yanını dile getiren beden
deyimine karşılık canlı organizmanın maddesiz yanını dilegetiren ruh deyimi,
“uçucu gaz” anlamındadır. İslâm’da ruh ve nefs birbirine yakın anlamlar
taşırlar. Canlı organizmalar arasında “insan ruhu”nu dilegetirmek amacıyla
“Nefs-i Nâtıka” (Düşünüp, söyleyebilen can) deyimi kullanılır. Canlı
organizmalar arasında hayvan “ruhlu” (psykhe), insan ise hem ruhlu hem tinli
(pneuma, spirit) bir varlıktır.
Arabça’daki
"Ruh" kelimesinin kökeni "yel, hava, rüzgâr" anlamına gelen
“Rıh” kelimesidir. “Kokulu hava” anlamına gelen “Râyiha” sözcüğü de bu kökten
türemiştir.
Yehova Şahitleri’nin Değerlendirmeleri:
"Ruh
diyarından yeryüzüne gelen Hz. İsa (İsa Mesih), olumsuz ruhî varlıkları
doğrulamıştır. Kendisinin birçok defa İblis’ten bahsettiğini ve onu, “yalanın
babası” ve “katil” olarak adlandırdığı yazılıdır. (Yuhanna, 8/44). İblis, Hz.
İsa’ya yerin bütün krallıklarını gösterek şunları söylemektedir: “Eğer yere
kapanıp bana tapınırsan bütün bu şeyleri sana veririm.” Hz. İsa bu teklife
şöyle cevab verir: “Çekil şeytan, çünkü Allah’a tapacak ve yalnız ona kulluk
edeceksin”. Bu diyalogtan sonra İblis, Hz. İsa’yı terkeder.
İsa
Mesih bu tecrübede kim tarafından deneniyordu? Gerçek bir varlık tarafından mı,
yoksa yalnızca bir “kötülük vasfı” tarafından mı? Eğer sadece bir kötülük vasfı
tarafından denendiyse, bu vasıf kimde bulunuyordu? Bu kötülük bizzat İsa
Mesih’in içinde miydi? Eğer öyleyse Hz. İsa’nın günahsız olduğu tezi doğru
olmazdı. Fakat Allah’ın sözü olan Mukaddes Kitab’ta, Hz. İsa’nın, “suçsuz,
lekesiz ve günahkârlardan ayrılmış” olduğu yazılıdır. (İbraniler, 7/26).
Mukaddes Kitab ayrıca şunu da söyler: “O günah işlemedi ve O’nun ağzında hile
bulunmadı.” (İ. Petrus 2 /22). Bu nedenle Hz. İsa, bizzat kendi içindeki
kötülükle konuşamazdı. O, yaşayan, ruhî bir varlıkla konuşuyordu. Buradan
İblis’in ruh diyarında yaşayan gerçek bir varlık olduğu anlaşılıyor.
Fakat,
İblis nasıl meydana geldi? İşi tam olan Allah’ın kötü bir varlık yaratmayacağı
bellidir. Böyle birşey hem mantığa hem de Allah sevgisine aykırıdır.
Dolayısıyla, daha sonra İblis haline gelen ruhî varlığın, Allah’ın bir yaratığı
olarak diğer milyonlarca melek, yani “Allah’ın oğulları” gibi kâmil ve kusursuz
olması gerekir. (Eyyub 38/7). O halde kendisi nasıl kötü oldu? İlk erkek ve
kadın yaratıldıktan sonra, bu ruhî varlık Allah’a isyan etme eğilimine
girmiştir. Bunun temel nedeni özündeki tapınılma arzusudur. Hz. Adem ve Hz.
Havva, onun için bir alternatif, bir ortak niteliğindeydi. İblis’in çözümü,
onları Allah’a karşı isyan etmeye zorlamak oldu. Aden’de, İblis yılanı
kullandı. Böylece Mukaddes kitab, İblis’i “eski yılan” yani kâinata kötülüğü ve
isyanı sokan olarak teşhis etti. (Vahiy, 12/9;2. Korentliler 11/3).
İblis,
itaatsizliğe ve kötülüğe sapan yegane ruhî varlık değildi. Allah çok sayıda
mukaddes melek yaratmıştı. Tekvin (Genesis) bölümünün 6/1-5 ayetlerinde Nuh’un
günlerindeki tufandan önce, “Allah’ın oğulları”ndan (meleklerden) bazılarının
maddi bedenler aldıklarını, gerçek meskenleri olan gökleri terk ederek, insan
biçimine girdiklerini açıklar. Bunu neden yaptılar? Görünüşü güzel olan insan
kızlarıyla evlenerek beşerî ihtiraslardan zevk almak için. Bu, Allah’a karşı
bir itaatsizlik hareketiydi ve Mukaddes Kitab bu hadiseyi “zina etmiş ve başka
bedenlerin ardına düşmüş” Sodom ve Gomorrhea’daki halkın hareketine benzetir.
(Yahuda 6/7). Aynı şekilde, melaikenin cinsel münasebette bulunmak üzere yere
inip insan bedenine bürünmeleri, onların semavî hüviyetlerine aykırıydı.
Onların bu hareket tarzı, anormal bir nesil olan “zorbalar” olarak adlandırılan
“Nefilim” dahil, birçok kötü sonuçlara yol açmıştır. “Allah’ın bu oğulları”
isyankâr hareketleriyle kendi kendilerini cinler haline getirmişler ve cinlerin
reisi olan İblis’in tarafına geçmişlerdir.
Bütün
küreyi sarmış olan Nuh’un günlerindeki tufan, bütün kötü insanları helâk ettiği
zaman, bu sadakatsiz melekler insanî bedenlerini terk ederek ruh diyarına
döndüler. Fakat Allah’ın mukaddes meleklerinin oluşturduğu teşkilâtta tekrar
yer almalarına müsade edilmedi. Bunun yerine alçaltılmış bir ruhî karanlık
durumuna getirildiler. (2. Petrus, 2/4). Allah, tufandan sonra, bu cin haline
gelmiş olan meleklerin bedenlenip maddileşmelerine izin vermemiştir. Fakat
onlar hâlâ kadınların ve erkeklerin üzerinde tehlikeli bir kudret icra
edebilirler. Şeytan, bu cinlerin yardımıyla dünyayı saptırmaya devam ediyor.
(Vahiy 12/9).
Yuhanna
kitabında, İsa Mesih’in, İblis’i 3 defa, “bu dünyanın reisi” olarak
adlandırdığını biliyoruz. (Yuhanna, 12/31; 14/30; 16/11). Mukaddes Kitab,
“Bütün dünya kötü olanın kudretinde bulunmaktadır” der. (1.Yuhanna 5/19). Bütün
dünya hükümetlerini de İblis idare ediyor. Hz. İsa da, İblis’in yerin bütün
krallıkları üzerinde hüküm sürdüğünü yalanlamadı. Vahiy 13/17’de, ona (İblis’e)
her sıpt ve kavm ve dil ve millet üzerinde selâhiyyet verildiği
belirtilmektedir. 10 boynuzlu canavarla sembolize edilen yaratık, İblis’in ta
kendisidir. O nedenle, Hz. İsa, “Benim krallığım bu dünyada değil” demiştir.
Cinlerin
birçok erkek ve kadını saptırmak için kullandıkları bir usul de spiritizma
(ruhçuluk)dır. Spiritizma, cinlerle temasa geçmek demektir. Spiritizma,
insanları cinnî etki altına sokar. Falcılık, sihirbazlık, afsunculuk, büyücülük
v.s hepsi de cinciliktir. Bu gibi şeylerle uğraşanlar Allah’ın düşmanı olurlar.
Astroloji de bu faaliyetlerden biridir ve Allah’a karşı gelmeyi içerir. Aziz
Pavlus (Saint Paul), “Şeytanın kendisi nur meleğinin suretine girer, onun
hizmetçileri de salâh hizmetçileri kılığına bürünür” der. (2.Korentliler,
11/14-15).
Eski Ahid, (Tevrat, Old
Testament, Ahd-i Atik) de "Tekvin" (Genesis, Oluş) bölümünde
Yahova’nın (Yahve) ruhu, kendisinden bir soluk (nefes) olarak fışkırır ve
yaratmak için ise suların üzerinde rüzgâr gibi dolaşır.
Tevrat
bir de Allah’ın ruhundan söz eder: “Rabb’in ruhu, Saoul’dan çekildi ve Rab
tarafından bir kötü ruh ona ıstırab verdi.” (Birinci Krallar, 16/14-15) ve;
“Allah tarafından Saoul’a ruh gelince Davud tamburu eline alıp çalar ve Saoul
da rahatlayıp ferahlayınca, kötü ruh üzerinden giderdi.” (B.K. 18/23)
Yahudiler’in
Talmud kitabı, ruhların düşecekleri zamana kadar kapatıldıkları bir mağaradan
sözder. Bu ruhlar bazen, Allah’ın tahtı altında bir ihtiyat alanında
bekletilirler. Bazen de, bedene geçmiş bulunan salih ruhlara eşlik ederek
göklere dönerler. Bunlar, öteki hayat hazineleri ve kutsal dualar arasında 7.
Gök’te otururlar. Ruhlar, İlahî özdendir. Uyku esnasında yeryüzünün her yerini
dolaşır ve rüya görürler.
Sir
Thomas Browne, "Birçokları ruhun durumunu tasvir etmek için büyük
sıkıntı çekerler” diyor. Günümüz uygar insanı ruh ve ölüm ötesi mevzuunda ciddi
bir araştırma ve düşünceye sahib değildir. Hatta belki de ilkel düşünce sahibi
adam daha ciddiydi denebilir. Hele mistik yönü itibariyle ilkel adam, uygar
adamdan daha derinlikliydi. Onun için bilmek inanmaktı. Ya bizim bilmediğimiz
birşeyler biliyordu, ya da bilip de unuttuğumuz şeyleri...
İlkel
eskatoloji’ye (ölümötesi bilimi) göre ölen bir insanın ruhu aşağıdaki seyri
izlemekteydi:
1-Genellikle
bir refakatçinin eşliğinde yargılama alanına (salonuna) gidiyor ve orada sonsuz
acılara veya zevklere ulaşıyor,
2-
Ruhlar âlemine doğru yollanıyor ve buraya ulaşmadan önce kuvvetle muhtemelen
şeytanların azabına uğruyor,
3-
Dünyada yaşadığı bölgeden çok uzak olmayan bir adaya, bir mağaraya ya da bir
ormana doğru yönleniyor ve orada diğer hayaletlerlerle (ruhlarla) birlikte
ölümötesi yaşamına devam ediyor. Zaman zaman yakınlarını ziyaret ediyor,
4-
Onları, mezarını ziyaret etmeleri konusunda uyarıyor ve kabile ya da kasaba
halkıyla yakın temas halinde,
5-
Kimi zaman bir başka insanın vücuduna giriyor. Bu olay hemen ölüm sonrasında
bir süre gerçekleşiyor.
Ruhun
yukarıdaki seyri izlemediği istisnaî durumlar ise şöyle:
-Katledilmiş
olmak,
-İntihar
etmiş olmak,
-Hayvanlar
tarafından öldürülmüş olmak,
-Vücudu
tam oluşmamış olmak (özürlü v.s.),
-Kadının
doğum esnasında ölmüş olması,
-Çok
küçük yaşta ölmüş olmak (rüşdünü ispat etmeden).
Buna
mukabil kişinin dünya hayatındaki ibadetinin ölümötesinde bir karşılığı
olmadığı inancı hâkimdir.
Ruhun
kaç evre geçirdiği konusu ise çok tartışmalıdır. Güney Hindistan’ın yüksek
bölgelerinde Todalar adında oldukça ilkel bir halk yaşamaktadır. Toda
eskatolojisine göre, Amnodr (öte dünya) Batı’ya doğru uzanır ve Nilgiri
Tepeleri’nin ötesinde güneş tarafından aydınlatılır. Amnodr, tanrı On’un
yönetimi altındadır. Ölülerin ruhları burada yaşarlar ve dünyada sürdükleri
hayatın aynısını sürdürürler. Ruh, Amnodr’a belli yollardan gelir. Sıcak taş
adı verilen bir taş bu yolun ilk aşamasında aşılır. Bir sonraki taş Panipikârs
adlı taştır. Daha sonra bir orman boyunca yürünür, her ruh vücudundan neşet
eden bir bıçakla yolu üzerinde bulunan ağaçların gövdesine bir işaret yapar
(kazır). Sonunda bir köprüye gelinir, kötü bir hayata sahib olanlar
(günahkârlar) köprüden aşağı düşerler ve yılanlar tarafından yutulurlar. Ancak
öyle durumlar vardır ki, ruh bu nehirden kurtulabilir ve geri kalan bölümüyle
birleşebilir (Araf esprisi).
Gilbert ada
yerlilerine göre, günahların cezası sürekli ertelenir. Avustralya ilkellerine
göre, ruh göğe yükselir ve zaman zaman yere iner. Bundan amaç, müşkülü olanlara
yardım etmektir.
Wotjolar’a göre, ruh
belli bir süre mağarada ikâmet eder.
Wiradjuriler’e göre, ruh
büyük bir ağaçta oturur.
Bigambullar, ölülerin
gölgeleri çok uzaklara giderler.
Alcheringa inancında,
ruhlar yeniden bedenlenene (reincarnation) kadar ruhlar âleminde beklerler. Bu
inanç Kuzey kabilelerinin genel inancıdır.
Maori inancına
göre, ölümü müteakip 3 gün boyunca ruh cesedin başında bekler. Bilahare
gölgeler âlemine gider. Gittikleri yer, dünyanın en karanlık, en derin yeridir.
Bunlar afet olarak dünyaya geri dönerler. Önemli insanların ruhları ise göklere
yükselir.
Britanya
Yeni Guinesa’sındaki Koritalar ruhun ölümden sonra İdu adlı dağa
gittiğine, fakat orada belirli bir süre kaldığına inanırlar.
Mafalu inancına göre
de ruh dağa çıkar ve oarada yumuşak bir ışık ya da büyük bir mantar biçimini
alır.
Monumbo inancına
göre, ruhlar hayvan ya da bitki kılığına bürünürler.
Yeni Kaledonyalılar,
ruhun bir denizin sonunda bulunan güzel bir yere (toprak) gittiğine inanırlar.
Bu ülke, Pott adasının kuzey doğusunda bulunur. Burada uykusuz bir hayat
sürerler her gün mezarlarından çıkarlar.
Melanezya inancında,
ruh ölüm adalarını dolaşır fakat arada bir doğduğu yere geri döner, kendini
gösterir ve duyurur.
Sosyete adası
yerlilerine göre, ruh ormana gider ya da bir eşyaya dönüşür.
Hawaililer’e göre,
sıradan insanların ruhları yeraltına inerler ve orada kertenkelelere veya
kelebeklere dönüşürler. Görkemli ruhlar ise göklere yükselirler.
Hollanda
Borneosu yerlilerine göre, ruh bir ağacın tepesinde görünmez bir yuva
yapar ya da tepelerde dolaşır. Ruh her hâl-ü kârda ateş tepesini aşmak
zorundadır. İyi ruhlar alevleri nasıl aşacaklarını bilirler ancak kötü ruhlar
ateşin içine yuvarlanırlar. Fakat imhâ olmadıkları için yeniden döngünün içine
girerler.
Dyaklar’a göre ruh
göğe yükselir.
Ballaus düşüncesinde
ruhlar âlemi yeraltındadır. İyi ve Kötü ruhlar ayrı ayrı bölümlerde yaşarlar.
Sibuyowlar’a göre
insanın 7 hayatı vardır. Buna göre birinci hayat dünya hayatı, son hayat ise
cennet hayatıdır.
Desunlar, ruhun
Kinabalu Tepesi’ne gittiğine inanırlar.
Watubela’da
(Endonezya), ruh doğu Seran’daki dağa gider.
Minabassa’da (Celebes)
kaydadeğer ruhların göğe yükseldiğine, sıradan ruhların ise ormana gittiğine
inanılmaktadır.
Marshall ada
yerlilerine göre, ruh ölümü izleyen altı gün boyunca mezarda bekler. Daha sonra
Narikrik adasına gider. Orada şeytanla karşılaşır, bilahare Eorerok’a geçer ki
burası gölgeler adasıdır.
Mortlock ada yerlileri
(Carolines) ruhun bir deniz kuşuna dönüştüğüne inanırlar. Eğer iyi bir ruhsa,
cennete ilahî bir refakatle gider.
Yap ada
yerlileri, ruhun zekî veya idiot bedenlere göre değişik bir serüven izlediğine
inanırlar. Falraman denen bir yere giderler.
Huron yerlilerine
göre kötü ruh, uzun ve meşekkatli bir sürecin sonunda güneşe ulaşır. Mezarda
kaldığı sırada zaman zaman sosyal olaylara katılır ve mezara bırakılan
yemekleri yer.
İroquoi yerlilerine
göre, ruhun dünyadan cennete yolculuğu bütün bir yıl sürer. Ruh, yolculuğa
hazır oluncaya kadar mezarda kalır. Mezarda sürekli bir ışık vardır. Böylece
ruh kendi yemeğini pişirebilir.
Chippewalar, eşyanın ve
hayvanların da ruhu olduğuna inanırlar. Eğer bir insan bu eşyaya veya hayvana
kötülük ederse ölümötesi dönemde onların hayaletleri tarafından rahatsız
edilecektir. Buna mukabil iyi ruhlar, ölümötesi hayatlarını dans ederek, şarkı
söyleyerek ve mantar yiyerek geçirirler.
Eskimo inancına
göre, ruh ya göklere yükselir ya da denizin dibine gider. Fakat her iki yerde
de zevk içindedir.
Yucatan’daki
Maya yerlilerine göre ruh (pishan) göklere yükselir.
Kelt inancına göre
ölümötesi hayat, dünya hayatının aynısıdır. Aynı keyifler, aynı problemler ve
aynı ihtiyaçlar ruhu beklemektedir. Ve ruh, aynı evlerde, aynı alanlarda ve
aynı toplumda yaşar.
Sümerlere Göre İnsanın Yaratılışı
Sümer mitolojisinde insanın tanrılara hizmet etmesi için yaratıldığı anlatılır. Hava tanrısı Enlil tanrılara hizmet etmeleri maksadıyla Enki'nin tavsiyesiyle tahıl tanrıçası Aşnan ile sığır tanrı Lahar'ı yaratmıştır. Ancak bu iki tanrı bir gün öyle bir kavgaya tutuşmuşlar ki tüm işleri yapmaz olmuşlar. Kendilerine hizmet edilmeyen tanrılar, yeryüzündeki işleri yapmaktan yorulmuşlar ve bu konuyu Enki'ye götürüp şikayette bulunmuşlar. Uyuduğu için olan bitenden haberi olmayan Enki, tanrıça Nammu ve doğum tanrısı Ninmah'a insanı yaratması emrini vermiştir. Ninmah ve Nammu "derin suların üzerindeki" "balçığı" kararak şekil bakımından tanrılara benzeyen, ancak onların ölümsüzlük yeteneklerine sahip olmayan insanı yaratmışlar. İnsanın yaratılışı şerefine verilen şölende bütün tanrılar içerek sarhoş olmuşlar. Sarhoşluğun tesiriyle Ninmah'ın yarattığı altı insanın hepsi kusurlu olmuş. Ardından Enki'nin yarattığı insan da akli ve fiziksel bakımdan kusurlu olmuş. Hatasını düzeltmesi için Ninmah'tan yardım isteyen Enlil'i tanrı Ninmah yaptığı hatadan dolayı lanetlemiş.Sümerlerde insanın yaratılışına dair diğer bir hikaye günümüz Adem inancına da kaynaklık ettiği düşünülen Adapa efsanesidir. Yasak meyve, cennet ve sonsuz yaşamdan kovulma, medeniyet bilgilerine veya sanatlarına sahip olma gibi Adem'e atfedilen diğer sıfat ve fiillere benzer niteliklere sahiptir.
..
KALP KAVRAMI VE KALP KAVRAMININ MÜTERADİFLERİ
İnsanın organları içerisinde önemli bir konuma sâhip olan kalbi, Gazzâlî
düşüncesinde ele almadan önce, kalbin lügatlerde ne anlama geldiğini, Kurân ve
sünnette hangi mânada kullanıldığını ve kalp kavramının müteradiflerini
inceleyeceğiz. Acaba kalbin kelime ve terim anlamları nelerdir? Müteradifleri var mıdır varsa nelerdir? Bu gibi sorular üzerinde konuyu ele alacağız.
1. Kalbin Kelime ve Terim Anlamı
Kalp, ka-le-be fiilinin masdarıdır. Çoğulu kulûb, eklâb, kılebe ya da eklub
olup,1 akıl, merkez, iç, öz, esas, cevher, meselenin ruhu anlamlarını taşır. Fiil halinde kullanılınca, devirmek, zihninde evirip çevirmek, bozmak, duruma uymak, değiştirmek, bir şeyi bulunduğu halden bir başka hale çevirmek, altını üstüne getirmek mânâlarını ifade etmektedir. Kalbe kalp denilmesi, çeşitli etkiler sebebiyle sürekli bir değişim içerisinde bulunmasından ya da insanın maddî ve manevî varlığının özünü oluşturmasındandır. Vücutta kan deveranını gerçekleştirmesi ve irade, idrak, duygu ve bilgi gibi manevî dinamikleri, aksiyon haline çevirmesi sebebiyle de bu ismi aldığı söylenebilir.
Manevî dinamiklerin müşahhas bir şekilde tezâhürüne sebep olması, müşahhas
tezâhürlerden manevî sonuçlar çıkarabilmesi de kalbin bu çevirici özelliğini teyid
etmektedir . Kalp terim olarak iki anlamda kullanılmıştır:
Birincisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru yerleştirilmiş çam
kozalağına benzeyen ve yapısı, dokusu ve bizâtihî müteharrik olma gibi özellikleri itibariyle bedendeki diğer uzuvlardan farklı olan ve vücutta kan deveranını gerçekleştirmek suretiyle insan hayatının devamını sağlayan özel bir et parçasıdır.
Dilimizde yürek diye meşhur olan bu et parçası, tıp ilminin meşgul olduğu cismânî kalptir. İkincisi ise birincisinin ilahî ve rûhânî boyutu ve aynı zamanda şuur, vicdan, idrak, duygu, akıl ve irâde gücünün merkezi olan bir varlıktır. Tasavvuf ehli buna “hakîkat-ı insâniyye”, filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikati (benliği) de işte bu kalptir. Bu yönü itibariyle insana “âlim”, “ârif” ve “müdrik” denilmiştir. Allah’a muhatap olan, sorumlu tutulan, cezâ gören, mükâfat alan hep bu nûrânî cevherdir.6 Umûmiyetle gönül derken kastettiğimiz bu kalp, âdeta ruhumuzun bir gözüdür. Basîret, bunun nazarı; akıl, ruhu; irâde, bir kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi telakkî edenler de çoktur. Kur’anda ve Sünnette, Kur’an ilimlerinde, din ilminde, ahlak ilminde ve edebiyatta kalp denilince bu ikinci mâna kastedilir. Kalbin diğer anlamları daha çok mecâzen verilmiş mânalardır. Kalp için “kabiliyetlerin toplamı”9, “ruh ve nefis arasında insaniyeti tahakkuk ettiren nûrânî bir vâsıta”10 “insanın iç dünyası”11 gibi tarifler de yapılmıştır. Râğıb el-İsfehânî (v. 502/1108) can/ruh,12 ilim,13 anlayış, 14 şecaat15 ve korku16 gibi kalbe ait mânaların, Kur’ân-ı Kerim’de zaman zaman kalp kelimesiyle ifâde edildiğini söyler. Lügatlerde kalp kelimesinin zaman zaman “fuâd”, “akıl”, “bir şeyin özü”,“ortası” ve “hakikati” gibi anlamlarda kullanıldığına da işaret edilmiştir.
Tasavvufta ise değişik anlamlar taşır. Şöyle ki, a) İlâhî hitabın mahalli ve
muhatabı. b) Marifet ve irfan denilen tasavvufî bilginin kaynağı, keşf ve ilham
mahalli. c) İlâhî genişlik (vus’at-i ilâhiye) mahalli; Allah’ın evi, yere ve göğe sığmayan Allah’ın içine sığdığı yer. d) Tecellî aynası ilâhî isim ve sıfatların en
mükemmel şekilde tecelli ettiği yer. e) Kalp gözü (aynu’l-kalb, çeşm-i dil). Bu gözle insan gayb ve ilâhî âleme ait hususları görür. f) Kalb-i vücûd. Varlığın kalbi, insan-ı kâmil gibi. Kalp Kavramının Müteradifleri Kalp kavramının müteradifleri, lügat âlimlerini, müfessirleri, tasavvuf ehlini büyük ölçüde meşgul etmiş ve buna bağlı olarak da farklı yorumlar ortaya çıkmıştır.
Söz konusu kavramlardan kastımız; Sadr, Fuâd, Nefs, Akıl, Lübb’tür. Biz aşağıda bu kavramlar hakkındaki lügat âlimlerinin görüşlerini, Kurân ve sünnette hangi
mânalara geldiğini ele alacağız.
2.1. Sadr
Sadr kelimesi: Arapça’da sadera fiilinin mastarıdır. Çoğulu sudûr olarak gelir.
Sadır, lügat itibariyle isim olarak, göğüs, kutu, hazîne, yürek, kalp, gönül, bir şeyin baş tarafı veya en üst kısmı, kişinin yöneldiği taraf, boyundan karın boşluğuna kadar olan vücudun ön kısmı anlamına geldiği gibi, reis ve kumandan manasına da gelir. Fiil olarak kullanılınca: Çıkmak, ileri gitmek, ortaya çıkmak, kabarmak, ayağa kalkmak, vücûda getirmek, ürünün çıkması, ilan etmek, olmak, ısrarla istemek, zorla almak, vazgeçirmek, dönmek, mânâlarını ifâde etmektedir. Sadr kelimesi, kalbi içine alması (mahalliyet) veya kalbin, sadrın bir parçası olması (cüz’iyyet) sebebiyle zaman zaman kalp anlamında da kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerimde geçen kalp kavramının akıl ve ilim, sadr kelimesinin ise bunlarla birlikte şehvet, gazap ve nefsânî arzular anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Hakîm Tirmizî, sadr kavramını izah ederken, onun, kalbin dış bölgesi olduğunu söyler. Bu ismin verilmesine sebep olarak da kalbin başlangıcı olmasını gösterir. Ona göre sadr, vesvesenin, kibrin, kinin, şehevî arzuların, temennî ve ihtiyaçlara ait duygu ve düşüncelerin mahallidir. Zaman zaman daralıp genişleyebilir. İslâm nurunun ve kesbî ilimlerin korunma mahallidir. Sadrı gözün beyazına, kalbi gözün siyahına, fuâdı ise, gözbebeğine benzetir. Fuâd içerisindeki kalbin nuruna gelince, onu göz bebeğinin sahip olduğu ışığa eş değer sayıp lüb kavramıyla ifâde etmektedir.
Sadr kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette kullanılmıştır. Bunlardan bir
kısmı şöyledir:
a) Allah Teâlâ’nın göğüslerde olanı bilmesini ifâde eden âyetler: “Allah’tan
korkun; çünkü Allah, göğüslerin içindekini bilir”25,“Rabbin elbette göğüslerinin
gizlediğini de onlar ın açığa vurduklar ını da bilir.”26
b) Sadrın açılması (şerh) ve daralması (diyk) ile ilgili âyetler: “Allah kimi
doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.”27, “Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?”28
c) Sadrın şifâ bulmasını ifâde eden âyetler: “Ey insanlar, size Rabbiniz’den bir
öğüt, göğüslerde olan (sıkıntılar)a bir şifâ ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir”29, “Onlarla (müşriklerle) sava şın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azâp etsin, onlar ı rezil etsin, sizi onlar ın üzerine getirsin ve müminler topluluğunun göğüslerine şifâ versin.”
Sadr kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz konusu kullanım yerlerinden başka “arzu
ve ihtiyaç mahalli”31, “kalplerin bulunduğu mekân” , “bilgilerin korunduğu yer” “kin”, “kibir” , “korku” ve “vesveselerin yer ettiği mahal” gibi tabir ve
hususlar içinde kullanılmıştır.
2.2. Fuâd
Lügatte kalp anlamına gelen fuâd kelimesi, Arapça’da “f-’e-d” kökünden
türeyen bir isimdir. Çoğulu “ef’ide”dir.38 Yanıp tutuşmak anlamındadır. Kalbe bu
ismin verilmesi sevgi ve acı gibi duygular sebebiyle yanıp tutuşmasındandır. 39
Ayrıca onun kızartılmış et renginde olması da bu ismin verilmesine sebep olmuş
olabilir. Nitekim ateşte kızartılmış et, feîd diye vasıflandırılır. 40
İlahi tecellileri üçüncüsüdür.
temaşa ve seyretme mahalli olup atvar-ı seb’anın Kalbe nisbeti, göz bebeğinin göze, ceviz özünün cevize nisbeti gibidir. Kalp sadrın ortasında olduğu gibi fuâd’ta kalbin ortasındadır.42 Zaman zaman, kalbin ortası, kılıfı, içi gibi mânâlarda da kullanılmıştır. Fuâdı kalbin kılıfı diye tarif edenler, kalbi de
siyah noktacığın (süveydâ) adı olarak değerlendirmişlerdir. Fuâd kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de on altı yerde zikredilir. Kur’an’da geçtiği itibariyle, sorumlu tutulan,44 tasdik ve tekzip eden, 45 meyleden, 46 cezalandırılabilen ve halden hale çevrilebilen48 bir özelliğe sahiptir. Bu özelliklerden hareketle fuâd
kelimesinin, kalp kavramı ile eş anlamlı (müterâdif) olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim bir hadis-i şerifte kalp ve fuâd kelimeleri bir arada kullanılmıştır: “Yemen halkı size geldi. Bunlar, gönülleri (ef’ide) çok yufka ve leri (kulûb) pek yumuşak
kimselerdir”49 Bir diğer rivâyette “leri çok zayıf, gönülleri pek ince”50 ifadesi
geçmektedir. Bu hadislerde geçen iki kelimenin, te’kid için tekrar edildiğini
söyleyenler varsa da in vasfı incelik, fuâdın vasfı yumuşaklık olduğundan vasıflarına uygun olarak zikredilmiştir.51
2.3. Nefs
Nefs kavramı lügatlerde bir şeyin tamamı, cevheri, ruh, hayatın ilkesi, can, kişi,
kendi, öz varlık, bir şeyin zatı ve kendisi, şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i
nefsaniye, fıtrî meyl, bedenin hissî istekleri gibi manalara gelir. 52
Istılah olarak da şu tariflerin yapıldığını görmekteyiz:
Cürcânî (v. 816/1413) nefs kavramını, “Hayat, his ve irâde gücünün taşıyıcısı
olan latîf cevherdir” şeklinde tanımlar ve “Bu cevher, bedenin aydınlatıcısıdır. Işığı bedenin iç ve dışını (zâhir ve bâtınını) aydınlatırsa uyanıklık; yalnız içini aydınlatırsa uyku; her ikisini de aydınlatmayacak olursa ölüm meydana gelmiş olur”53 tesbitinde bulunur.
Gazzâlî (v. 505/1111) nefs kelimesinin birçok anlamının olduğunu ifade
ettikten sonra özellikle ikisi üzerinde durur. Ona göre insanda bulunan gazap ve
şehvet gücüne topluca nefs denildiği gibi, “insanın hakikatı”, “zâtı” diyebileceğimiz manevî latîfeye de nefs adı verilmiştir. Râzî’ye (v. 606/1209) göre nefs, bir cevherdir ki bütün idrakler, fiiller ona aittir. Nefsin bedene ilgisi
vasıtası iledir. Nefs, kalp aracılığı ile bedenin diğer uzuvlarına etki eder. Bedenin her bir uzvu nefsin âleti konumundadır. Meselâ göz görme, kulak işitme ve dil konuşma aracıdır. Elmalılı (v. 1361/1942) da nefsi, “Ruh ile bedenden mürekkep olan zât veya bedeni müdebbir olan ruhtur”56 şeklinde tarif ettikten sonra, bunun kalp ve ruh mânasına geldiğini ayrıca şer’î örfte, şehvet ve gazabın temeli olan nefsânî kuvvetin de nefs diye isimlendirildiğini ifâde eder.57
Nefs kavramıyla ilgili Süleyman Ateş şu izahı yapar: “Aslında nefs, nefes alan
canlı anlamına gelir. Her canlı şeyde ruh vardır. Organizma içinde bulunan can (ruh), nefistir. Çünkü onun hayatı nefes (solunum) iledir. Esasen esinti, rüzgâr anlamına gelen ruh da hayat soluğu demektir. Bu soluk maddeye girince nefs adını alır. Ruh denince, maddeden soyutlanmış can anlaşılır. Ne bedene, ne de bedenli bir canlıya ruh denmez. Ruh, canlının bedensiz varlığıdır. Bedene hayat veren ruhtur”
Nefs, Kur’an’da ve Kur’an’a dayanan tasavvufta önemle üzerinde durulan
temel bir kavramdır. Yine nefs, Allah tarafından insanlara yaşamaları, beslenip
büyümeleri, çoğalmaları için gayret ve enerji kaynağı olarak verilmiş bir kuvvettir. Fakat nefsin isteklerine tamamen uymamaları ve Allah’ın emir ve yasaklarıyla çizilen sırat-ı müstakîmin hudutları arasında tutulması kendilerine emredilmiştir.
Hiçbir zaman tamamen doyurulamayacak olan nefsin istekleri aklın, toplumun ve terbiyenin baskısıyla şuur altına hapsedilir.59
Sûfîler, nefs terimiyle, kulun kötü vasıflarıyla yerilen, kınanan, hoş karşılanmayan huy, fiil davranış ve eğilimlerini kasteder. Kötü özellikler ikiye
ayrılır. Birincisi iradesine bağlı olarak işlediği, dine aykırı ve günah dediğimiz
davranışları, ikincisi de, hoş karşılanmayan kötü huylardır. 60
Hakîm Tirmizî (285/898)’ye göre nefs, temelde cismânî özellikler taşımakla
birlikte, soyut bir karakter de arzetmektedir. O şöyle der:
“Nefs’in özü, dumana benzer sıcak bir rüzgar, kötü davranıştan doğan bir
karanlıktır. Nefsin ruhu aslında nûrânîdir. Bu nurluluk, güzel davranış ve samimi bir yakarışla birlikte Allah’ın yardımıyla güzelleşmeye başlar. Nefsin güzelleşmesi, ancak kulun kötü heveslerine karşı koyması, ondan yüz çevirmesi, açlık ve şiddetle onu yenmesiyle gerçekleşir. Tasavvufî düşüncede nefsin nasıl eğitilip güzel huylarla donatılabileceği üzerinde durulur. Tasavvufta “Nefsini bilen Rabbini bilir” düsturuyla farklı bir nefs anlayışının hâkim olduğunu görmekteyiz. Kavramın “nefs”, “enfüs” şekilleri, Kur’an’da daha çok, çeşitli varlıkların kendilerine (zatlarına) delâlet eden dönüşlü zamir olarak kullanılmıştır. “İçinizdekini (Mâ fî enfüsiküm) açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir”63 âyetinde olduğu gibi nefs kavramının, bazen kalp (iç âlem) ve bazen de can anlamında kullanılmıştır. Kelime Kur’an’da mutlak olarak kullanıldığında ise genelde insana delâlet eden ve dilimize “kişi” ya da “kimse” diye tercüme edebileceğimiz bir mânaya gelmektedir.66 Kur’an-ı Kerim’de nefs, zaman zaman günaha temâyülün ve dünyaya ait isteklerin odak noktası olarak gösterilir. Günaha düşüren,68 bâtıla teşvik eden69 odur. Hevâ ve hevese tabi olmak70 ve cimrilik71 gibi kötü huyların temelinde onun fonksiyonu büyüktür. Bu sebeple nefsi kontrol altında tutmak gerekmektedir. Kısaca nefs kavramı, kelime olarak farklı anlamlara gelse de, İslam âlimlerince bu kavrama farklı anlamlar yüklense de bizim düşüncemize göre doğru olan yaklaşım şudur; insana nefhedilen (üfürülen ) ve Rabbin emrinden ya da Rabbin emri cinsinden ibaret olan “ruh” bedene taalluk edince “nefs” adını alır. Bu “nefs”, ilâhî bir düzenlemeyle belli bir şekil aldıktan sonra, ilham yolu ile fücur ve takvâ adı verilen bozulma ve korunma melekeleri diyebileceğimiz kabiliyet tohumlarıyla mücehhez kılınır. İnsan Allah’ın fazlı ve rahmeti sayesinde yaptığı iyi amellerle nefsine ilhâm edilen fücûru temizler ya da etkisiz hale getirir ve takvâyı geliştirirse kurtulmuş olacak, aksi halde hüsrânda kalacaktır.
2.4. Akıl
Akıl, arapça bir kelimedir. Sözlük anlamı, ahmaklığın zıddı, ilim ve idrak
mânasına geldiği gibi, mani olmak, engellemek, alıkoymak ve bağlamak anlamına da gelir. Akla bu ismin verilmesinde, sahibini kötülüklerden menedip tehlikelerden alıkoyması etkili olduğu söylenmektedir. Çoğulu ukûldur.73
Aklın bir başka manası ise “bilmek, anlamak, şuurlu olmak, duymak, temkinli
ve işinde gücünde derli toplu olmaktır.”
Akıl kelimesi Latincede “ratio”, “intellectus” kelimeleriyle ifade edilirken,
Yunancada “naus” kelimesi ile ifade edilmektedir. Bir çok ilim dalının ilgisi dolayısıyla aklın muhtelif tarifleri yapılmıştır.
Râğıb el-İsfehânî (v. 243/1108) şöyle der: “İlmi elde etmeye yarayan güce akıl
denir. Yine insanın bu kuvve ile elde ettiği ilme de akıl adı verilir. Bunun için Hz Ali (v. 40/660), aklın “matbû” (doğuştan sahip olunan) ve “mesmû” (matbû akılla elde edilen) olmak üzere iki kısım olduğuna işâret etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de gereği gibi kullanılmadığı için yerilen akıl, mesmû akıldır. Akılsızlık sebebiyle kuldan sorumluluğun kalktığı bildirilen yerlerde ise akıldan maksat, matbû akıldır”. Gazzâlî (v. 502/1111) aklın birçok anlamda kullanıldığını ifade ettikten sonra şu iki mâna üzerinde durur:
Birincisi, eşyânın hakikatini bilmektir. Bu anlamda akıl, kalpte bulunan ilim
sıfatına verilen isimdir.
İkincisi ise ilimleri idrak eden cevher anlamındadır. Bu durumda ise akıl, kalp
mânasına gelir.
Seyyid Şerif Cürcânî (v. 816/1413) ise akılla ilgili birçok tarife yer verir.
Bazıları şunlardır:
Akıl, hakikatte maddeden mücerred ise de, maddî fonksiyonların icrâsında
onunla bereber bulunan bir cevher olup kişilerin “ben” diye tarif ettikleri “nefs-i
nâtıka” dır. Kalpte bulunan ve kendisiyle doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın bilindiği nurdur. Esasen akıl, zihin ve nefs aynı hakikattır. Bu bir tek hakikate, idrak edici olması yönüyle akıl, bedene etkisi sebebiyle nefs, idrâke kabiliyetli olması itibâriyle de zihin denilmiştir.78
Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942)’da aklı, madeni kalp ve ruhta, şuâsı
dimağda bulunan ve duyu organları ile elde edilemeyen şeyleri idrak eden manevî bir nur olarak tarif eder.
Ayrıca akıl ilahi bir mevhibedir, Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimettir.
İlahi bir cevher ve nurdur.”80; “Akıl, sadece insanlara has olan bir kuvvet ve onların hayatlarını korumaları için verilmiş ilâhî bir yeti, silahtır.”81 şeklinde tarif edenler de vardır.
Felsefede ise akıl, “ruhî kuvvetlerin en güçlüsü ve en şereflisi, en üstünü”olarak kabul edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam
kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına
girmesini sağlayan akıldır. Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.83 Kur’an-ı Kerim “ancak bilenlerin akledebileceğini”84 söyler. Bu gücü ve bu bilgiyi kullanmadıkları için kâfirleri, “...Onlar sa ğırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler”85 diyerek yermiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir”86 âyetiyle bütün insanlığı uyarmış ve akıllarını kullananların cehennem azabından kurtulacakaları87 belirtilmiştir. Kur’an’ın birçok âyetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de,eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi deverilmiştir. Nitekim “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır”88 âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.
Sonuç olarak, “akıl, “iyi” ile “kötü” yü “doğru” ile “yanlışı” ayırmakta bize
yardımcı olur; ilâhî emirlere uymakta bize yol gösterir; Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmemizi sağlar.”
2.5. Lüb
Lüb kelimesi sözlük manası öz, iç, akıl ve cevher demektir. Çoğulu elbâb
şeklinde gelir. Kelime çoğu zaman içi yenip dışı atılan ceviz gibi kabuklu meyve ve sebzelerin içini (özünü) ifade için kullanılır.90
Ayrıca vehim ve hayal kabuğundan arındırılmış ve kutsiyet nuru ile
aydınlatılmış halis, saf ve tam akıl anlamına da gelir.91 Bazı âlimler akıl ile lüb
arasında fark bulunduğunu, bu sebeple her “lüb sahibi”ne akıllı denildiği halde, her akıllıya “lüb sahibi” denilemeyeceğini ifade ederler. Lüb kavramı, Kur’ân-ı
Kerim’de her türlü şâibeden uzak, saf, temiz ve tam akıl anlamında kullanılmıştır. Ülü’l elbâb şeklinde terkip olarak kullanıldığında ise içi çürük veya kof olmayan,
sağlam özlü, temiz akıllı kimseler anlamına gelir.93
Lüb kavramı, normal akıldan ziyâde, hidâyet nuruyla aydınlanmış akıldır.
Nitekim Kur’an’da ilâhî hükümlerin inceliklerini, 94 takvânın en önemli azık
olduğunu,95 hikmetin önemini,96 ilâhî öğütlerin kıymetini, 97 yerlerin ve göklerin yaratılış hikmetlerini98 görüp anlayan ve ibret alanların ancak ülü’l-elbâb olduğu vurgulanmaktadır.
İdrak ve duyguların merkezi ve insanın maddî-manevî varlığının özünü
oluşturması sebebiyle kalbin, lüb kavramının müteradifi olduğu söylenebilirse de
esasen “lüb”, kalbin en önemli fonksiyonu olan idrak, anlayış ve ibret alma
melekesinin (akıl) îmanla aydınlanmış halinin adıdır.
Buraya kadar anlattığımız kalbin farklı anlamları kalbi, sadece fizîki bir organ,
bedenin bir parçası olarak değil, aynı zamanda mânanın, rûhun merkezi olarak
algılamamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Bütün bunlardan yola çıkarak kalbi,hayatımıza yön veren, aldığımız kararları geçirdiğimiz, süzdüğümüz bir süzgeç olarak düşünebiliriz. Bu süzgeç mâhiyetinde olan kalbin fonksiyonunu daha iyi icrâ edebilmesi, yani iyi ve kötü olanı birbirinden ayırdedebilmesi için sağlıklı bir kaynaktan beslenmesi gerekmektedir. Bu da ilâhi kaynaklı olmalıdır.
Kalp ile ilgili terimleri bu şekilde anlattıktan ve genel bir değerlendirme
yaptıktan sonra Gazzâlî’de kalp kavramına geçebiliriz.
BİRİNCİ BÖLÜM
GAZZÂLÎ’DE KALP KAVRAMI, MÂHİYETİ VE ÖNEMİ
İnsanın dünyevî ve uhrevî hayatı için son derece önemli olan kalp, asırlar
boyunca müslüman düşünürler tarafından incelenmiştir. Bu düşünürlerin başında hiç şüphesiz Gazzâlî gelmektedir. Biz de bu bölümde Gazzâlî’nin kalp kavramı,mâhiyeti ve önemi hakkındaki görüşlerini ele alacağız.
1.1. Gazzâlî’de Kalp Kavramı Gazzâlî’nin düşünce sisteminde hemen her zaman nefs, ruh ve akıl kavramlarına kalp kavramı da ilave edilir. Ama ne olursa olsun, bu alâkanın yanında kalp, kendisi daima üstün bir unsurdur. Kalp terimi düşünürümüzün bilgi anlayışında bir yandan akıl ile aynileştirilirken, öte yandan tasavvufî bilginin fevkalâde mühim bir kaynağı olarak gösterilir ve ondan; bilen, idrak eden, irfan sahibi bir güç diye söz edilir. Gazzâlî’ye göre kalp, melekût âlemindendir. Ameller ve organlar mülk âlemindendir. Bu iki âlem arasındaki ince bağ o dereceye ulaşmıştır ki, bazı insanların iki âlemin birliğine hükmetmelerine vesîle olmuştur. Melekût âleminin bilgisi muâmele ilminin dışında kalırsa da bu iki ilim arasında bağlantı vardır. Kalp, şahsiyetin merkezî terimidir. Zira mahlûkât içinde insana üstün mevkiî sağlayan marifetin istidâdı kalp iledir. Kalp, şehirde melik gibidir. Kalbin beden ile sıkı bir ilişkisi de söz konusudur. Nitekim kalbin kendi âlemi ve etki sahası olan beden üzerindeki işlerini zihin ve dimağ vasıtasıyla düzenlediği, fonksiyonlarını onlarla icrâ ettiği görüşüyle karşılaşırız. Dolayısıyla Gazzâlî fonksiyonel açıdan kalbi maddî ve manevî olmak üzere iki açıdan ele alır:
“Birincisi, insanın sol tarafında sol memenin altına doğru yerleştirilen çam
kozalağı şeklinde bir et parçası demektir. Bunun içinde karıncık ve kulakçık diye
anılan boşlukları vardır. İçi siyah kan doludur. Cismanî olan bu kalp, tababeti
ilgilendirir. Bu kalp, insanlarda olduğu gibi hayvanlarda ve hatta ölülerde de vardır. Bir et parçası olan bu kalp, bizim için mühim sayılmaz. Zira bu kalp, değil insan da,hayvan da bile görülebilecek maddî bir varlıktır.
İkincisi, gözle görülmeyen ruhanî bir varlık olmasıdır ki, kalb-i ruhanînin kalb-
i cismanî ile bir alakası vardır. İşte insanın hakikatı bu ruhanî kalptir. İnsanda
anlayan, âlim ve arif olan bu merkezdir. Hitap edilen, îkab ve îtab edilen ve aranan yine bu kalptir. Bunun cismanî olan kalp ile alakası vardır. Ruhanî olan kalbin, cismanî kalp ile alakasını anlamakta çoklarının aklı hayretlere düşmüştür. Bu alaka, arzın cisim ile veya sıfatının mevsuf ile veya âleti kullanan kimsenin alet ile veya bir yerde oturan kimsenin o mekân ile olan alakası gibi midir? İnsanlar bunda şaşırmışlardır. Bu hususların izahını iki sebebe binâen mahzurlu görüyor ve bu yüzden izahından sarf-ı nazar ediyoruz. Birincisi, bu ciheti açıklamanın mükâşefe ilmi ile alakasının olmasıdır. İkincisi, bunun hakikatini ortaya çıkarmak, ruhun esrarını açıklamayı gerektirir. Hâlbuki Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) konuşmadığı ruh hakkında başkasının laf etmeye hakkı yoktur.”105
Gazzâlî, bu mânevî kalbin ruh olduğunu da şöyle ifâde ediyor:
“İkinci manadaki kalp, Allah’ın emânetini yüklenen, mârifetle (ilim) süslenen
kendisinde ilim yerleşen, belâ (evet) sözüyle fıtraten tevhîdi söyleyen insânî ruhtur.
O, âdemoğlunun aslı, meâd (âhiret) âleminde kâinatın nihâyetidir.”106 Fıtraten tevhîdi kabul eden bu kalp, günahlar, dünya alâkaları, kötü karakterler sebebiyle başka yönlere döndürülmüş olduğundan ve kirlendiğinden dolayı dünya hayatında hakikatler kendisine perdelenmiştir. Bu perdeler kalbin temizlenmesi ve nurlanmasıyla kaldırılabilirse yine fıtratının bilgilerine kavuşacaktır. Bu kalp, Allah’ın emir âleminden107 olduğundan, ancak zikirle tatmin olur.108 Allah’ı andığı halde tatmin olmayan kalpler perdeli ve hastadır.
Gazzâlî bu bağlamda kalp kelimesiyle çoğu zaman müterâdif kullandığı ruh
hakkında şu beyanatta bulunur: “Ruh kelimesi iki mânâda kullanılır. Birincisi:
Kaynağı, cismânî kalbin boşluğunda bulunan bir lâtîf cisimdir. Damarlar vasıtasıyla bedenin her tarafına yayılır. Görmek, duymak, koku almak benzeri hâsselerle hayat nûrunun buradan âzâlara akması, odanın köşelerinde dolaştırılan lambadaki ışığın o köşeleri aydınlatmasına benzer. Zira lambadaki ışığı hangi köşeye getirirsen orayı aydınlatır. Hayat, o köşede meydana gelen aydınlık gibidir. Ruhun sereyânî (yayılmayla alâkalı) ve bâtınî hareketi, o lambanın köşelerde dolaşması gibidir. Lambayı elde köşelere dolaştırdıkları gibi, ruhu da damarlar vasıtasıyla bedende dolaştırırlar. Tabipler “ruh” dedikleri zaman bu mânâyı kastederler ki, kalp hararetinin yaktığı lâtîf bir buhar demektir. Bunu açıklamak, gayemizin dışındadır.
Allah’a yaklaşmak için kalbin tedâvisi ile uğraşan din tabiplerinin, bu ruhu
açıklamakla bir alâkaları yoktur. İkincisi: O (ruh), insanın görülmeyen, müdrik ve âlim olan bir parçasıdır. Kalbin gerçek anlamı olan ilâhi bir lâtifedir. Ruh ve kalp ilâhî lâtife anlamında aynı tarzda birlikte kullanılmaktadır. Allah’ın “Sana ruhtan sorarlar. De ki Ruh, Rabbimin emrindendir.”110 âyetindeki muradı da bu ruhtur. Bu acâib bir Rabbânî emirdir ki bunun hakîkatini akıl ve fehimlerin çoğu anlamaktan âcizdir.”
Gazzâlî, emir âlemini şöyle anlatıyor:
“Âlem-i emr’den ölçü ve takdîri bulunmayanları kastediyoruz. Maddî ve
cismânî âlemin hakîki varlığı yoktur. Onların âlem-i emr’e nisbetle varlığı,
cisimlerdeki gölge gibidir. İnsanın gölgesinde insanın hakîkati yoktur. İnsanın
şahsında da vücûdun hakîkati yoktur. Vücût sadece hakîkatin bir gölgesinden
ibârettir. Fakat hepsi de Allah’ın yaratıkları cümlesindendir.”
Gazzâlî, insanın muhatap ve mükellef yönünü teşkil eden mânâdaki ruh’a
bâzen nefs-i nâtıka ve rûhu’l-mutmainne bazen de sadece ruh diyor. Bu ruh, cisim ve araz değildir. Çünkü o, Allah’ın emir âlemindendir. Allah’ın emir âlemi, akl-ı evvel, levh, kalem gibi araz ve cisim olmayan ilâhî bir kuvvettir. Hissedilmeyen, akılla anlaşılabilen mücerret aydınlıktır. Maddeden ayrı cevher-i ferttir. Ruh, cevherlere ait vasıfları kabul edip, bozulmayan, dağılmayan, ölmeyen, belki bedenden kıyâmet gününde tekrar girinceye kadar ayrılır. Felsefî ilimlerdeki kesin deliller ve açık ispatlarla doğrulanmıştır ki “nefs-i nâtıka” cisim ve araz olmayıp tam aksine sâbit, daimî ve bozulmayan bir cevherdir. Bu ulvî ve anlaşılmayan ruh’tan ayrı insanda tabiî ve hayvânî ruhun da var olduğunu Gazzâlî şöyle ifâde ediyor: “Tabiî ruh gıda isteyen, tasarrufa sahip, karaciğerde bulunan kuvvettir. Sindirim ve boşaltım bunun emrindedir. Hayvânî ruh lâtif bir cisimdir. Kalbe konmuş ışık veren lamba gibidir. Hayat da bu lambanın
aydınlığı, his ve hareket nûru, şehvet harâreti, gadap dumanı, ciğerde bulunan gıda isteyen kuvvet yardımcısı, hizmetkârı gibidir. Bu bütün hayvânatta bulunur. Bu ruh bedenin ölmesiyle ölür. Allah’u Teâlâ’nın hitâbı ve şeriatın teklîfi bu rûha değildir. Zira hayvânat mükellef ve şeriatın ahkâmına muhâtap değildirler.”114 Bu tabiî ve hayvânî ruh, onun (asıl ruhun) askerleridir.
Gazzâlî, beden ile ruh arasındaki alâkayı da şöyle izâh ediyor:
“Beden rûhun âletidir. Rûhun zâtı, bedenin cüzlerine bitişik değil, ondan ayrı
da değildir. Belki bedene ilişerek bedeni aktif hâle getirmiş ve feyizlendirmiştir.
Rûhun ilk zâhir olduğu yer dimağdır. Çünkü beyin onun özel olarak zuhûr ettiği
yerdir. Beynin ön kısmını bekçi, koruyucu olarak, ortasını vezîr olarak, arkasını da hazîne ve hazînedar eylemiştir. Bedenin bütün cüzlerini de kendisine yaya ve atlı asker kılmıştır. Hayvânî rûhu hizmetçi, tabiî rûhu vekîl yapmış, bedeni merkep, dünyayı meydan, hayâtı azık ve mal, hareketi ticâret, ilmi kazanç, âhireti maksat, şeriatı yol ve metod, nefs-i emmâreyi gözcü ve koruyucu, nefs-i levvâmeyi uyarıcı, beş duyuyu câsus ve yardımcı, dini zırh, aklı üstad, hissi talebe kılmıştır. Bunların hepsinin ötesindeki gözetleyici âlemlerin rabbi olan Allah’tır.” Gazzâlî, rûhu bedende garip olarak görüyor: “Onun yüzü aslına ve döneceği yere doğru oluyor. Beşerî kirlerle kirlenmediği ve kuvvetli olduğu takdirde daha çok ilâhî kaynaktan istifâde eder. Ruh cevher-i ferttir, bu cevher bir mahalde oturmaz, bir mekânda sâkin olmaz. Beden rûhun mekânı değil, âletidir.” Maddî âlemle alâkası, bedeni bir âlet olarak kullanmasından ibâret olan rûhun tatmîni zikrullah ve ma’rifetullah iledir. Diğer maddi hususlar onu tatmin etmez. “Ruh bu sefer müddetince ancak ilim talebiyle meşgul olur. Çünkü ilim âhirette süsü, zîneti olacaktır. Zira mal ve evlât dünyâ hayatının süsüdür. Rûh-u mutmainne yâni kalp, ancak ilim ister, ancak ona râzı olur. Bütün ömrü boyunca ona çalışır. İlimle süslenir. Mükâfât vaktine kadar ilimden başka bir şey kabul ederse de bu bedenin ihtiyâcı içindir, yoksa onun zâtını istemez.”“Ruh, bedene suyun kaba dolması gibi hulûl eden bir cisim değildir, araz da değildir. Belki araz olmayan bir cevherdir. Zira kendini ve yaratanını tanır, mahlûkâtı ve arazı idrak eder.”Gazzâlî’nin düşüncesinde nefis kavramı ruh, kalp ve akıl kavramlarıyla bâzen müterâdif (eş anlamlı) olarak kullanılır. Bu durum nefsin ifâde ettiği muhtelif mânâlardan ve durumlardan, kazandığı vasıflardan ortaya çıkmaktadır. Nefis hakkında müterâdif lafızlar dörttür: “Nefs, kalp, ruh ve akıl.”
Gazzâlî, İhyâ’da nefsin iki mânâya geldiğini, bunlardan birinin insanın kötü ve
hayvânî vasıflarını ihtivâ eden, diğerinin ise insanın hakîkatı veya kendisi olduğunu söyler.
“Bu söz (nefis) iki mânâda kullanılır:
Birinci mânâ: İnsanda gazab ve şehvet kuvvetini toplayan bir mânâda
kullanılmasıdır. Tasavvuf erbâbı ekseriyâ bu kelimeyi, bu mânadâ kullanmışlardır. Zîra onlar nefs demekle insanda kötü vasıfları toplayan bir aslı kasteder ve nefs ile mücâdele edip onu kırmak lâzımdır derler.
İkinci mânâ: Kalp ve ruh kelimelerinde anlattığımız ikinci mânâdır ki insanın
hakîkatı ve kendisi demektir. Fakat bu nefs hallerinin (durum) ihtilafı sebebiyle
muhtelif niteliklerde vasıflanır. Meselâ, emir ve irâde altına girip şehvetlere karşı
koyabilmesi sâyesinde sükûna kavuştuğu zaman ona “nefs-i mutmainne” denir.
Nitekim bu gibi nefisler hakkında Allah’u Teâlâ: “Ey huzûr içinde olan nefis! Sen
Rabbinden hoşnut, Rabbinde senden hoşnut olarak Rabbine dön”122 buyurmuştur. Şüphesiz birinci mânâdaki nefsin, Allah’a dönmesi düşünülemez. Zîra o nefis, dâima Allah’tan uzaklaştırıcıdır ve aynı zamanda şeytânın avânesidir. Ne zaman tam mânâsıyla sükûna kavuşmaz fakat şehvetlere karşı nefsi müdâfaa eder ve ona karşı direnmeğe çalışırsa, buna da “nefs-i levvâme” denir. Zîra sâhibinin mevlâsına karşı ibâdetindeki kusûrundan dolayı sâhibini yerer. Allah’u Teâlâ’nın “Yine hayır, kınayan nefse yemin ederim”123 buyurması ile bu nefis beyân buyurulmuştur. Şayet şehevî nefis ile muâraza etmez, şehvetlerin arzûlarına ve şeytanat yollarına uyar giderse, buna da “nefs-i emmâre” denir. Nitekim Allah’u Teâlâ Yûsuf (a.s.)’tan veya Aziz’in hanımından hikâye yolu ile: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis dâima kötülüğü emredicidir”124 buyurmuştur. Bununla beraber kötülüğü emreden nefsin, birinci mânâda anlatılan nefis olduğunu söylemek de câizdir. Şu halde birinci
mânâdaki nefis, son derece mezmûm, ikinci mânâdaki nefis ise makbûldür. Çünkü Allah’u Teâlâ’yı ve diğer mâlûmâtı bilen insanın zâtı ve hakîkatı demektir.”Düşünürümüz Meâricu’l-Kuds isimli eserinde nefsi iki mânâya ayırıyor:
“Nefs iki mânâya gelir: Birincisi, kötü sıfatları toplayan mânâ ki aklî
kuvvetlere zıt olan hayvânî kuvvetlerdir. İkincisi, onunla insanın hakîkatı murâd
olunur. Her şeyin nefsi onun hakîkatıdır. O, mâkûlâttan olan cevherdir ki o,
açıklayacağımız gibi melekût ve emir âlemindendir.”126
Meâricu’l-Kuds’ta varlıklar arasında insanın yerini ve nefsi, nebâtî, hayvânî ve
insânî nefs olarak üçe ayırıyor.127
“İnsanı, nebatta ve hayvanda olan şeylerde ortak buluruz. İnsan cüz’îleri beş
duyusuyla idrâk eder, küllîleri aklî şuurla idrâk eder. Duyularda (havâs) hayvanla müşterek, akılda ise ayrıdır.”
Nefsten kastedilen; cüz’îleri idrâk etmesi veya gıdayı araması, hareket etmesi
gibi kuvvetler olmayıp, bunun dışında küllîyi idrâk eden insânî nefstir. Nitekim
Risâletu’l-Ledunniyye’de “Nefs ile gıdayı arayan kuvveti, hareket ettiren kuvveti
kasdetmiyorum. Zira bu kuvvetlere hayvânî ruh denir.”129 diyor.
Gazzâlî, nefsi, insana has maddî olmayan bir cevher olarak telakkî ediyor.
“Nefis maddeden ve cismânî sûretlerden münezzehtir.”130 “İnsan nefsi maddî
değildir.” gibi ifâdeleriyle nefsi maddî oluşun üstünde tutuyor. Varlığını ve bir
cevher olduğunu ise şöyle isbât ediyor:
“Nefsin cevher olduğunun beyânı, şeriat ve akıl cihetinden sâbittir. Şeriatın
bütün hitapları nefsin bir cevher olduğuna delâlet eder. Yine öldükten sonraki cezâlar da nefsin cevher olduğuna delâlet eder. Bu maddî olmayan nefis, duyu organlarıyla anlaşılmaz ancak düşünce ile bulunur. İnsanın varlığı ancak düşünce ile anlaşılan asıl varlığıdır. Gazzâlî, aklın ve nefsin duyulara üstünlüğünü ve insanın aslı olduğunu “Mişkâtu’l-Envâr”da şöyle açıklıyor:
“Göz kendisini göremez, akıl ise başkasını ve kendisini idrâk eder. Çünkü
nefsinin bilgisini idrâk etmeye kâdirdir.” Gazzâlî, nefsi ve nefsi-nâtıkayı birbirinden ayırıyor. Ona göre insan, tabiî ruh; hayvânî ruh; nefs-i nâtıka’dan müteşekkildir. Nefs-i nâtıka (nefs-i mutmainne)’ya tasavvuf erbâbı kalp der. Nefs-i nâtıka diri, faaliyet gösteren, idrâk edendir. Tasavvuf erbâbı hayvânî ruha nefs der. İnsanda kendisine has diğer bir mânâ vardır ki, bununla mükellef ve muhâtap olur, o da nefs-i nâtıka ve rûhu’l-mutmainne’dir. Bu ruh cisim ve araz değildir. Çünkü o, Allah’ın emir âlemindendir. Allah’u Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir.”, “Ey nefs-i mutmainne” dediği bu ruh, Allah’u Teâlâ’nın emir âleminden olan ve akl-i evvel, levh, kalem gibi araz ve cisim olmayan ilâhî bir kuvvettir. Hissedilmeyen, akılla anlaşılabilen mücerred aydınlıktır, maddeden ayrı cevher-i ferttir. Bu maddî olmayan cevher insanın aslı, anlayan, ilimlerin Allah tarafından oraya bir vâsıtayla akıtıldığı bir cevherdir. Gazzâlî, akıl terimini de nefs, kalp ve ruh terimleriyle çok yakın bir ilişki içinde ele alır, hatta bazen bunları müteradif (eş anlamlı) terimler olarak da
kullanır. Düşünürümüz aklı, dinin kendisi üzerine kurulduğu ve ilahi teklife muhatap,dolayısıyla sorumluluğu nispetinde yetkileri olan en önemli insani güç olarak vasıflandırır. Keza, yaratılıştan insanda var olan ve kendisiyle eşyanın hakikati idrak edilen bir nurdur.
İnsanın yükümlü ve sorumlu tutulabilmesi için onda bulunması gereken en
önemli meleke akıl melekesidir. Aklı olmayanın dinî sorumluluğu da yoktur.
Öyleyse insanda öncelikle bulunması gereken akıldır. Akıl olduktan sonra dinî
sorumluluklar başlar ve Allah’ın yarattığı en mükemmel varlık olan insan, akılla dini birleştirdiği zaman bir değer kazanır. Gazzâlî, insanların aklın tarif ve hakikati hususunda ihtilafa düştüklerini, akıl kelimesinin müşterek birçok manalara geldiğini, “ayn” kelimesinde olduğu gibi müşterek birçok manalarda kullanılan kelimelerin kapsadığı bütün manalarını bir araya toplayan bir tarifin doğru olmadığını ve aklın dört manada kullanıldığını kabul eder. Ona göre:
1. Akıl, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliktir. İnsan akıl sayesinde nazarî
ilimleri öğrenmeye istidat kazanır ve birçok gizli hüner ve sanatları öğrenir.
2. Mümeyyiz bir çocuğun caiz olan şeyleri caiz, muhal olanları da muhal
olarak bilmesi de aklın anlamlarından birini teşkil eder. İki sayısının bir sayısından büyük olduğu, bir sözün hem doğru hem yanlış olamayacağı gibi.
3. Tecrübeden elde edilen bilgilerle akıl arasında bir ilişki kurularak,
tecrübelerin olgunlaştırdığı kimseye akıllı, bunun aksine cahil ve ahmak denmesi
aklın anlamlarından birini oluşturur.
4. İşlerin neticesini önceden kavramak demektir. Bu anlamıyla akıl, insanı
hayvandan ayıran bir özelliktir. Akıl, cehaletten kurtaran, insanı burhan ışığı sayesinde şeytanın vesveselerinin yanıltmasından koruyan önemli bir insanî güçtür. Gazzâlî’ye göre aklın verdiği hükümler doğrudur. Gazzâlî aklı, bilginin
kaynağı, esası ve doğuş yeri olarak kabul eder. İlmin kaynağı, doğuş yeri ve kökü akıl olduğuna göre burada aklın şerefi de ortaya çıkmış olur.145
Gazzâlî’ye göre saf akıl, dinin temel inanç konularını belirleme hususunda
âcizdir. Ancak akıl ve şeriatı birleştirmeyen de sapıklığa düşer. Çünkü akıl, ilaç ve hastalıklardan uzak göz, Kur’an ise, ışık saçan güneş gibidir. Kur’an nuruyla iktifa edip akıldan yüz çeviren kimse, gözlerini yumarak ışığa bakan kimse gibidir. Şeriatla birlik olan akıl ise, nur üzerine nurdur.
Yine Gazzâlî’ye göre akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü Allah’ın
emanetleri akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah’ın
rızasına mazhar olur. Yukarıda da ifade edildiği gibi Gazzâlî ilmin kaynağını, doğuş yeri ve kökünü de akla dayandırır. Ancak burada akıl ile kastedilen, yakin gözü ve iman nurudur.
Gazzâlî’ye göre muhtelif manalarda müştereken kullanılan aklın iki manası vardır: Birincisi, eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıldır ki, kalpte bulunan ilim sıfatından ibarettir. İkincisi ise, ilimleri anlayan manası murat olunur ki, o zaman da kalbin kendisi olur. Hâlbuki biz biliriz ki, her âlimin, bizâtihi kendisiyle kaim olduğu bir varlığı vardır. İlim, o varlığa giren bir vasıftır. Sıfat ise, mevsufun aynı değildir. İlim manasında olan akıl, araz’dır. Araz’ın bir mahalle ihtiyacı olduğu için, ilk yaratılmasına ihtimal verilemez. 148
Gazzâlî, yukarıda aklın eş anlamlısı olarak zikrettiğimiz dört lafzın, çok kimse
tarafından birbirine karıştırıldığını ifade ederek, konuya belirli ölçüde açıklık
getirecek yorumunu şöyle yapar:
“İnsan kalbinde, maddî gözün kusurlarından uzak bir iç göz (kalp gözü) vardır.
Bu, nur ismine daha lâyıktır ve buna bazen akıl, bazen ruh, bazen de insanî nefis
denir. Gazzâlî bu açıklamasından sonra, söz konusu bilgi kaynağı için söylenen
çeşitli tabirleri bir tarafa bırakmak gerektiğini, çünkü terimlerin çokluğundan,
anlamların da çok çeşitli olduğunun zannedileceğini belirtir ve adı geçen terimlerin aynı anlama geldiğini çok açık bir biçimde söyler. Ona göre kalp’teki bu göz akıllıyı, çocuktan, deliden ve hayvandan ayıran şeydir. Ancak, halk (cumhur)’ın anlayışına ve tarifine uygun olarak buna akıl adını verir. Maddî yani beden gözünün kusurlarından uzak olduğu için akıl, nur adı verilmeye daha lâyıktır.”Gazzâlî, kişinin şehvet, gazap ve şeytana itaat ettiğinde bir takım kötü huylara sahip olacağını belirttikten sonra sorunu şöyle irdelemeye çalışır: “Gazap, şehvet ve şeytanı, Rabbânî sıfatı olan aklının sevk ve idaresi altına alsa, Rabbânî sıfatlardan olan ilim, hikmet, yakîn ve eşyanın hakikatini idrak, her şeyi olduğu gibi anlamak gibi hasletler kalbinde yerleşir, ilim ve basîret sayesinde hâkimiyet sağlar. İlmin kemali sayesinde herkesin önüne geçmeye hak kazanır. Gazap ve şehvete itaat ihtiyacı kalmaz. Böylece şehveti zapt edip itidale getirmesinden namus, kanaat,huzur, zühd, verâ, takvâ, neşe ve güzel suret meydana gelir. Ayrıca hayâ, zekâ açıklığı, hoş görülük, müsamaha ve benzeri güzel huylar meydana gelir. Yine gazabına hâkim olup onu itidale sevk etmekle şecaat, kerem ve lütufkârlık, nefis hâkimiyeti, sabır, hilim, bağışlayıcı olmak, metanet, vakar ve benzeri iyi hasletlere sahip olur.”
Yine Gazzâlî’ye göre, aklı nazara almadan yalnız taklit ile yetinmek cehalettir.
Kur’an ve Sünnetin nurunu atarak yalnız akıl ile yetinmek de aldanmaktır. Akıl,
Kur’an ve Sünnetin nurunu bir arada bulundurmak lazımdır. Zira aklî ilimler
besinler, şer’î ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir insan, tedavi edilmeden yediği
yemeklerden zarar görür. Kalbî hastalıklar da aynı şekilde şeriattan faydalanılan
ilaçlarla tedavi edilirler. Bu ilaçlar da kalbi düzeltmek için peygamberlerin tatbik
ettikleri ameller ve ibadet vazifeleridir. Şer’i ibadetlerle hasta kalpleri tedavi etmeyip aklî ilimlerle yetinenler, hastayı tedavi etmeden ona kuvvetli yemek yedirip daha çok zarar verenlerin durumuna düşerler. Aklî ilimlerle şer’î ilimlerin birbirlerini nakzettiklerini ve bunların bir arada bulunmasının mümkün olmadığını sananlarda ise basiret körlüğü vardır. Akıl, hizmet edilen reistir. Ona hizmet eden ise vezîri (bedeni düzenlemek için olan) amelî akıldır. Beden nefsin âlet ve bineğidir. Nefis işlerin hakikatleri kendisinden istinbat olunan ilimlerin başlangıcı olacak bilgileri duyularla elde eder.Sonra amelî akla hizmet eden vehimdir. Vehme iki kuvvet yardım eder. Bunlardan biri, kendisinden sonra diğeri ise öncedir. Sonraki kuvvet hâfıza kuvveti, önceki kuvvet ise hayvânî kuvvetlerin toplamıdır. İstek kuvvetine şehvet ve gadap hizmet eder. Şehvet ve gadaba hizmet eden kuvvet ise adaleleri hareket ettiren kuvvettir. İşte orada hayvânî kuvvetler son bulur. Hayvânî kuvvetlere de nebâtî kuvvetler hizmet eder. Nebâtî kuvvetler ise üçtür: Bunlar; doğurtan, büyüten, besleyendir. Bunların baş kuvveti ise doğurtan kuvvettir. Bu kuvvetlere dört kuvvet yardım eder. Bunlar; çekici, tutucu, hazmedici, atıcı kuvvetlerdir.152
Düşünme gücü, beynin ortasındadır. Melik gibi beynin ortasında oturur. Hayal
gücü beynin ön kısmındadır. Burada bütün haberler toplanır. Hâfızanın yeri beynin arka tarafıdır. Düşünme gücüne yardım eder. Kuvve-i nâtıka (konuşma) melike tercümanlık eder. Âmile (bilen güç) kâtibi olarak çalışır. Duyu organları casuslarıdır. Bunlar arasında melik (akıl) yaptığı iş ve diğerlerini kullanması bakımından en şereflisidir. Böylece nefis, düşünme gücü vâsıtasıyla melik olur ve etraflıca düşünür, tahmin ve takdir eder, bilinenler yoluyla bilinmeyenleri bulma, gibi deruhte ettiği vazifeler diğerlerinin vazifelerinden daha üstün ve daha şereflidir. Bu misâl, Kâ’b el-Ahbâr’ın rivâyetine yakındır: “Bir gün Hz. Âyşe (r.a)’nin yanına geldim ve bana:
İnsanın gözleri yol göstericidir, kulaklar ı haber toplayıcıdır, lisânı tercümandır, elleri kanatlardır, ayaklar ı postadır, kalbi meliktir. Melik iyi olursa askerleri de iyi olur.” diyerek Rasûlullah (s.a.v.)’den böyle işittim dedi.
Duyu organıyla idrak edilmeyenler ancak akılla idrak olunurlar. Allah’ı
bilmenin yolu, eserlerini araştırma ve bunlar üzerinde düşünme yoludur.154
1.2. Gazzâlî’ye Göre Kalbin Mâhiyeti
İslam düşünce tarihinde kalple ilgili en geniş değerlendirmeler, hiç şüphesiz
sûfiler tarafından yapılmıştır. Mutasavvıflar kalbin mahiyetine yönelik değişik
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı mutasavvıflar, kalbin mahiyetinin bilinebileceğini, ancak bu ilme herkesin
vakıf olamayacağını belirtmişlerdir. Nitekim bu konuda Gazzâlî (v. 505/1111) şöyle der: “kalp derken, “yürek” dediğimiz et parçasını kasdetmiyorum. Aksine kalp, duyuların anlayamadığı, Allah’ü Teâlâ’nın sırlarından biri ve ilahi bir latifedir. Buna bazen “insanın ruhu”, bazen de “Nefsi Mutmainne” adı verilir. Bu konuda söylenebilecek son söz şudur: “Kalp, şu görülen varlıklardan daha yüce ve değerli bir cevher ve bir emr-i ilâhîdir.”155 Kalbi, “cismanî kalple ilgisi bulunan rabbânî bir latifedir” diye tanımladıktan sonra bu ilginin keyfiyetini iki sebepten dolayı açıklayamayacağını belirtir. Birincisi, konu ilm-i mükâşefe ile ilgilidir. İkincisi de Hz. Peygamber (s.a.v)’in bile açıklamaktan kaçındığı ruh sırrını ifşâ sayılma endişesidir. Kısaca o, kendisinin de ruhâni kalbin hakikatini değil sadece vasıf ve hallerini tanıtmaya çalıştığını ifade eder. Burada düşünürümüzün ruhâni kalbin mahiyetinin ifade edilemez bir şey mi olduğu yoksa, onun ifadesini sakıncalı bularak sadece tezâhürlerini ve sıfatlarını anlatmakla yetinmeyi mi uygun bulduğu hususundaki düşüncesini tam olarak tesbit etmek mümkün görünmemektedir. İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624)’ye göre bu ilme herkesin vâkıf olamayacağını, ancak seyrû sülûkünü gereği gibi tamamlamış ve velâyet makamına ulaşmış kimseler erişebilir.158 Yani kalp ilmi, bir anlamda havâs (seçkinler) ilmidir. Binâenaleyh bu ilmi, ehli olmayan kimselere açıklamak doğru değildir. Aynı endişeler sebebiyle İbrahim Hakkı Erzurûmî (v. 1195/1780) kalbin mahiyeti ile ilgili olarak “Onu bilen demez, söyleyen bilmez” demiştir .Bazı sûfiler ise kalbin mahiyetinin bilinmeyeceğini söylemektedirler. Nitekim Ali. b. Sehl el-İsfahânî’nin şöyle dediği nakledilir: “Hz. Adem’in yaratılışından kıyamete kadar insanlar, “kalp! , kalp!” der, dururlar. Ben ise kalbin ne olduğunu ve nasıl olduğunu bana vasfedecek bir er görmeyi o kadar çok arzu ettiğim halde yine de göremem.”160 Hücvîrî (470/1077) önceki görüşe şu sözleriyle katılır: “Halk et parçası olan yüreğe kalp adını verir. Oysa bu et parçası, delilerde, çocuklarda ve meczuplarda bile vardır. Ama yine de bunlar kalpsizdirler. Şu halde kalp nedir? Kalp adına duyduklarımız ibare ve sözden başka bir şey değildir. Yani eğer “akl”a kalp ismini verecek olursak, o kalp değildir. “Ruh”a kalp desek o da kalp değildir. “İlm”e kalp desek o da kalp değildir. Binâenaleyh Hakk’ın tecelli ve ilhamlarının kalbe nüzül gerçeğinden başka kalp adına söylenecek bir başka söz mevcut değildir.”161
Kalbin mahiyetinin bilinemeyeceği ya da sözle ifadesinin mümkün
olamayacağı iddialarına rağmen birçok sûfi, kalple ilgili beyanlarda bulunmuşlardır. Ancak şunu ifade edelim ki kalbin mahiyetine yönelik ortak bir tarifin varlığından bahsetmek zordur. Yapılan izahların büyük bir kısmında kalbin rabbânî bir latîfe olduğu üzerinde durulmuş ve bu latîfenin çam kozalağı (sanavberî) şeklindeki cismânî kalple ilişki içinde olduğu vurgulanmıştır, denilebilir. Bu anlayışa göre kalp, insanın bilen, idrak eden, muhatap alınan ve sorumlu tutulan yegâne hakikatidir. Kur’an’da ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde değil işlevleri ve nitelikleri üzerinde durulmuştur. Kur’an ve hadiste geçen kalp kelimesi insanın anlama, kavrama, düşünme ve şeylerin hakikatini bilme yönünü, başka bir ifâdeyle insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel niteliğini dile getirir. İnsanın idrak eden, bilen ve kavrayan163 tarafı olduğu için kalp ilâhî hitâba muhataptır,yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalp olduğu Kur’an ve hadislerde açıkça ifâde edilmiştir.164 “Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar”165; “Akletmek için onlarda kalp yok mu?”166; “Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır”167 meâlindeki âyetler kalbin idrak, ilim, marifet ve düşünme aracı olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı kalp (fuâd) sorumludur. 168
Bazı âlimler de kalbin yedi tabakasının olduğunu söyler: Bunlardan birincisi,
vesvese ve İslâm’ın mahalli olan sadr; ikincisi, imanın mahalli olan kalp; üçüncüsü, yaratıklara yönelik sevginin bulunduğu şeğaf; dördüncüsü, Hakkı müşâhede yeri olan fuâd; beşincisi Hak Teâlâ’nın muhabbetinin yer aldığı habbetü’l-kalp; altıncısı, dinî ilimlerin mahalli olan süveydâ; yedincisi ise ilâhî sıfatların tecellî mekânı olan mühcetü’l-kalptir.
1.2.1. Kalbin Değişkenliği
Kalp kelimesinin lügatte “bir şeyi bulunduğu halden bir başka hâle çevirmek”
anlamına geldiğini ifade etmiş ve kalbe kalp denilmesinin, çeşitli etkiler sebebiyle
sürekli bir değişim içinde bulunmasından kaynaklandığını belirtmiştik. Gazzâlî
kalbin değişmesine yönelik şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Kalp, her taraftan yağan mermilerin bir hedefidir. Atılan oklardan biri kalbe değdiği zaman, ondan müteessir olur ve onun tesirinde kalır. Başka taraftan bunun zıddı olan birşey isabet ederse, bu defa vaziyeti değişir. Meselâ şeytan gelip onu kötülüğe davet ettiği zaman, melek gelir onu iyiliğe çeker. Bir şeytan gelir kötülüğe davet eder, öbür şeytan gelir başka bir kötülüğe davet eder. Bir melek bir iyiliğe çekerken bir diğeri de bir başka iyiliğe çağırır. Bazen iki melek ve iki şeytan arasında münâzaa olur. Hiçbir vakit boş kalmaz.”
Gazzâlî’ye göre kalpler hayır ve şer üzerine sebatta ve bunlar arasında tereddüt etmekte üçe ayrılırlar:
Birincisi: Pisliklerden temizlenip riyâzet ile tezkiye ve takva ile tamir edilen
kalptir. Melekût âleminden ve gayb hazinelerinden hayır hâtıraları bu kalbe akıtılır. Bunun neticesinde akıl hatıra gelen şeyler üzerinde düşünmeye, hayrın inceliklerini kavramaya, hayrın yararlılıklarının sırlarına muttali olmaya yönelir ve tüm hakikatler basiret nuruyla önüne serilir, o hayrın yapılmasına hükmeder, teşvikte bulunur,
onunla amel etmeye çalışır. Melek bu kalbe baktığında cevherinin kaliteli, takva ile temizlenmiş, aklın ışığıyla aydınlanmış, marifet nurlarıyla mamur hale getirilmiş, kendisinin inip karargâh kuracağı bir mekân olması için elverişli görür.
İkincisi: Heves ile dolmuş rüsvay ve perişan olan kalptir. Kötü huy ve pis
şeylerle kirlenmiş kalptir. Meleklerin kapıları kapanmış, şeytanların kapıları ardına kadar açılmış olan kalptir. Bu kalpteki şerrin ilk başlangıcı heveslerden kaynaklanan bir hatırın burada çakıp belirmesidir. Bu grupta değerlendirilen kalp sahibinin aklı heveslere hizmet etmeye alıştığı, bunun ile ünsiyet kurduğu, sürekli bir biçimde hevesler için çareler düşündüğü, heva ve arzuları gerçekleştirmeye yardımcı olduğu için nefis aklı istila eder ve ona karşı arzulara destek verir. Bunun sonucunda aklın orduları çekilip savunma yapamadıkları için sine heveslerle genişler, hevesi zulmetleri burada yayılır, heveslerin yayılmasının doğal bir sonucu olarak faaliyet alanı genişlediği için şeytanın hükümranlığı güç kazanır ve arzuları süslemeye, aldatmaya, kuruntulara yönlendirmeye başlar, yaldızlı sözler telkin edip kendisini aldatır.
Üçüncüsü: Hevâ hâtıraları kalpte canlanır ve kalbi kötülüğe çeker. Öte yandan
îmân hâtıraları gelir ve kalbi iyiliğe iter. Nefis, şehvet kuvveti ile şer hâtıralarının
yardımına koşar. Şehveti takviye eder ve bu gibi gayr-ı meşrû istifâdeleri
kuvvetlendirir. Öte yandan akıl, iyilik hâtıralarına doğru gider ve şehveti def’eder, kötü işlerini takbîh ve techîl eder. İşte böylece iki kuvvet arasında bocalar durur, nihâyet lâyık olduğu tarafa galebe çalar. Gazzâlî kalbin şeytânî ve melekî tarafa meyilli olduğunu bir kez daha vurgulamakta ve şöyle demektedir: “Şeytânî sıfatlar kalpte gâlip ise, şeytan galebe çalar ve kalp Allahü Teâlâ’nın ve dostlarının askerlerinden uzaklaşarak şeytânın ordularına meyleder ve kaderine uygun olarak, âzâları Allah’tan uzaklaşmasına sebep olan tarafa akar gider. Şayet melekî hasletler kalpte gâlib ise, kalp şeytânın iğvâsına ve peşin zevklere olan teşvîkine meyletmez. Onun âhireti küçümsemesine değer vermez. Belki Allahü Teâlâ’nın ordusuna meyleder. Kazâ ve kaderine uygun olarak tâat ve ibadet âzâlarında görülür. Hulâsa, kalp, Rahmân’ın iki parmağı arasında devreder durur. İki parmak bu iki kuvvettir. Bu iki kuvvetin câzibesi arasında devreder. Kalpte gâlib olan işte budur. Sağa sola döner bir kuvvetten diğerine intikal eder durur. Kur’ân-ı Kerim’de kalbe nisbet edilen sertlik, yumuşaklık, hassaslık, körlük, anlayışsızlık, itmi’nân, ve teslîmiyet gibi vasıflar, kalbin çok çeşitli hallerinin olabileceğini gösterdiği gibi kalplerin kayabileceğini, çevrilebileceğini ya da sebatkâr kılınabileceğini182 konu edinen âyetler de kalbin her an değişkenlikle yüz yüze bir konumda bulunduğunu açıkça beyan etmektedir. Kur’an’da kalbin değişkenliği kalp, zeyğ, sarf ve sağy kelimeleri ile ifade edilmiştir. Zeyğ ve sağy kelimeleri, sapmak, dönmek ve meyletmek mânasına gelirken, sarf kelimesi, bir nesneyi bir durumdan diğer bir duruma döndürmek ya da bir hali diğer hale çevirmek anlamında kullanılmıştır.185 Söz konusu kelimelerin geçtiği bazı âyetler şunlardır: “Yine ona iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onlar ın gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz”186, “Bir zaman Mûsa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah’ın size gönderilmiş peygamberi olduğumu kesin olarak bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Ne zaman ki onlar haktan saptılar (zâ ğû), Allah’ta onlar ın kalplerini eğriltti (azâ ğa)”187, “Bir sûre indirildiği zaman,
(münâfıklar göz kırpıp alay ederek) birbirlerine bakar (ve): (Çevreden) sizi birisi
görüyor mu? diye sorarlar, sonra da sıvışıp giderler (insarafû). Anlamayan bir
gürûh (kavim) olduklar ından Allah da onlar ın kalplerini çevirmiştir (sarafa)” Bu âyetlerde açıkça görüldüğü gibi kalp, zaman zaman olması gereken çizgisinden ya da yönelişinden sapabilmektedir. Bu değişimin her an mümkün olabileceğini Hz. Peygamber (s.a.v.) “Kalp, bomboş bir arazide rüzgârlar ın oraya buraya savurduğu bir kuş tüyüne benzer”189 sözleriyle dile getirmiştir.
1.2.2. Kalbin Etkiye Açık Oluşu
Gazzâlî’nin ifadelerinden anladığımıza göre kalp, temiz ve kirli olması çok şey
ifâde eden hassas bir uzuvdur, çünkü Allah’ın nazar ettiği yerdir. Bütün organların başı (reis) olması nedeniyle de onun sağlığı veya bozulması diğer organları da bu yönde etkiler. İlham gibi vesvese de kalbe bağlıdır. Gözün ve kulağın olduğu gibi kalbin dış âleme kapanması mümkün değildir. Bu sebeple iç ve dış tesirlere daima açık bulunur.190 Nitekim Hz Peygamber (s.a.v.), fert ve toplum olarak kişilerin davranışlarının doğrudan kalbe etkisini, namaza dururken safları bizzat kendi elleriyle düzelttikten sonra söylediği şu sözleriyle dile getirmiştir: “Kar ışık durmayın ki kalpleriniz ayr ılığa düşmesin!” “Vallahi ya saflar ınızı düzeltirsiniz yahut Allah kalplerinizi ba şka yönlere çevirir!” Meselâ, cismani, hissî ve süflî terimleriyle de ifâde edilen dış âleme yönelik bulunan duyular, bâtın nur’u da denilen kalbi meşgul edip kendi âlemine yani, gayb ve melekût âleminden his âlemine çevirmeye çalışırlar. Bu anlamda insan, iç (kalbî) dünyası ile dış dünyası arasında geçen bir mücâdele alanı olarak görünür. Kalbe gelebilecek tehlikeler, ârız olabilecek hastalıklar neredeyse hissedilmeyecek kadar gizli olduğu için, onun kontrolü de çok güçtür. Gazzâlî kalbin etkiye açık oluşu hakkında şöyle demektedir: “Kalp, ya birçok kapıları olup bu kapılardan içeriye haller dökülen bir kubbe veya her taraftan oklar yağdırılan bir hedef veya karşısına konulan suretleri arka arkaya yansıtan bir ayna yahut kendisine doğru açılmış çeşitli kanallardan suların akıtıldığı bir havuz gibidir. Her an için değişen bu eserlerin her hal ve tavırda kalbe akmaları ya zâhir kuvvetleri ile olur ki bunlar beş duyudur veya bâtından olur ki bunlar da insanın mizâcından meydana gelen ahlâk, gazab, şehvet ve hayal kuvvetleridir. İnsan dış hassâlardan (duyu) biri ile bir şey anladı mı, kalbinde bir eser hâsıl olur; yine bunun gibi fazla yemek ve mizaçtaki kuvvet sebebiyle şehveti heyecâna geldiği zaman kalbine tesir eder.” Kötü huyları kara dumana benzeterek, gönül aynasını nasıl kararttığını Gazzâlî şöyle açıklamaya çalışır: “Kötü huylar kara duman gibidir. Gönül aynasına yükselir, aynaya uğraya uğraya onu karartır ve kör bir hâle, ilâhi nuru alamaz bir vaziyete gelir. İşte bu, kalbin mühürlenmesi ve kalp kararması demektir.” Gazzâlî’ye göre günah çoğaldıkça kalp mühürlenir ve bu sırada kalp, Hakk’ı görmekten, dinin iyiliklerini anlamaktan uzaklaşır, âhirete kıymet vermez, dünyaya ehemmiyet vermeye başlar ve tamamen dünyaya bağlanır. Âhiretle alakalı sözler bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar. Bu sözler kalbinde yerleşmez, kendisini tevbeye ve noksanlarını telâfiye tahrik etmez. İşte bunlar âhiretten ümitsiz kimselerdir. Kalbin günahlarla kapkara kesilmesinin anlamı budur.
1.2.2.1. Kalbi Şeytan ve Meleğin Yönlendirmesi
Vücudûn en uç noktalarına kadar kan pompalayan canlılık ve hareket getiren
kalp, aynı zamanda düşünceleri hareketlendiren, davranışları şekillendiren ve
yönlendiren bir karar merkezidir.198 Yaratılışı itibariyle müsavi bir şekilde meleğin ilhamı ile şeytanın vesvesesini kabul edecek haldedir. İnsan şehvet ve gazaba uyarsa, hevâ vasıtasıyla şeytanın tasallutuna uğrar. Bu suretle kalp şeytana yataklık yapmış olur. Zira hevâ, şeytanın barınağıdır. Şayet şehveti ile mücâhede eder ve onu nefsine musallat kılmaz da melekler ahlâkına bürünürse, işte onun kalbi de meleklerin dolup taştığı bir merkez haline gelir.199 Hadîs-i şerifte bu durum şöyle dile getirilmiştir:
“Muhakkak ki şeytanın ve meleğin insanoğlunun kalbi üzerinde yönlendirici etkisi vardır. Şeytanın etkisi, kötülüğe sevk etmeye ve hakkı yalanlamaya, meleğin etkisi ise hayra ve hakkı tasdik etmeye yöneliktir. Meleğe ait hayra yönelik tesiri gönlünde hisseden kimse, bunu Allah’tan bilsin ve Allah’a hamdetsin. Kötülük tarafına çekmeye çalışan bir tesir hisseden kimse de, şeytandan ve şerrinden Cenab-ı Hakk’a sığınsın.” İnsandaki asıl varlık olan rûhun yardımcı kuvveti melek onu aslındaki iyiliklere götürmekte, Şeytan ise insanın maddî yapısının isteklerini vâsıta olarak kullanıp insanı bu maddî isteklere daha da teşvik ederek hırslar, ihtiraslar oluşturmakta bu aşırı alâkalar günâha götürmekte, böylece rûhun aslî temizliğinden uzaklaşarak kötülüğü emreden nefs’e ve şeytana uymağa sebep olmaktadır. İç ve dış tesirler sonucu kalpte hâsıl olan en kuvvetli tesir hâtıralardır. Yani düşünce ve zikirden hâsıl olan şeylerdir. İradeyi tahrik eden bu hâtıralardır. Hâtıra arzuyu tahrik eder; arzu azmi, azim niyeti, niyet de âzâları harekete geçirir ve iş olur. Arzu ve rağbeti tahrik eden hâtıralar da ikiye ayrılır: Bir kısmı ileride zararı dokunacak olan kötülüğe, diğer kısmı ise ileride faydası dokunacak olan iyiliğe tahrik eder. Bunlardan iyiliğe davet eden iyi hâtıralara ilhâm, kötülüğe davet edene de vesvese denmiştir. Hayra davet eden hâtıranın sebebine melek, şerre davet eden hâtıranın sebebine şeytan denir. Gazzâlî, davranışlarda insanın yanlışlıklara, yanılmalara düşmesinin bilmemekten değil, bedenin şehvet, öfke gibi enerjilerine, hevâ’ya ve şeytana tâbî olmaktan doğduğunu belirtiyor.
Meleklerin ruhâniyetleri insanın rûhî durumuna münasip olursa meleklerin
indiği ve zuhûr ettiği bir yer olur; böylece melekler, o şahsın lisânıyla konuşur, şahıs da onların kelâmıyla konuşur, onların gözüyle görür.203
Ne zaman ki, nefsanî arzulara uyularak dünya sevgisi kalbe galebe çalarsa,
şeytan vesvese için çare bulmuş olur. Ne zaman ki kalp, Allah’ın zikri ile meşgul
olursa şeytan uzaklaşır ve kalbe girme imkânları daralır, yerini hemen melek alır ve ilhâma başlar. Şeytan ve meleğin askerleri arasındaki koğuşturma, kalbin harp meydanında devam eder. Bunlardan biri galebe çalar ve açılan kapıdan içeri girer, orada oturur veya mesken tutarsa, diğerinin orada dolaşması artık hiçbir mana ifade etmez. Nice kalpler var ki, onları şeytan orduları fethetmiş ve onlara mâlik olmuştur. Âhireti arkaya atıp dünyalığı tercih eden vesveselerle kalbi doldurmuşlardır. Bunların, kalbi istilâlarının ilk yolu şehvet ve hevâya uymaktır. Bundan sonra kalp, ancak şeytanî kuvvetlerden tahliye ile feth edilir. O kuvvetler de hevâ ile şehvettir. Bunları boşalttıktan sonra da, Allah’ı zikretmekle kalbi tâmir etmek gelir. Kalpten şeytanın vesvesesini atmak ancak o vesveseyi veren şeyden başkasını kalbe koymakla mümkündür. Allah’ı zikirden başka kalbe ne korsan, şeytanın vesvesesine yardımcı olabilir. Kalbi şeytanın vesvesesinden koruyan, ancak Allah’ı anmaktır.
1.2.2.2. Kalbi İnsan ve Çevrenin Yönlendirmesi
Bedenin ıslahı ve fesadı kendisine bağlı olan, her an vücut uzuvlarına dilediğini
yaptıran kalp, herhangi bir konuda karar verirken ona telkin edilen iyi veya kötü
düşüncelerin şu veya bu oranda etkisinde kalır. İşte bu düşünceler hadiste belirtildiği gibi Rahman olan Allah’ın tasarrufunun insan kalbine olan uzantılarıdır. Allah bu telkinler aracılığıyla kulun kalbini istediği yöne çevirir. 207 Hz. Peygamber de “Ey kalpleri halden hale değiştiren Allahım! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl!” şeklindeki duâ ve niyazlarıyla kalbin tesir ve telkin altında kalması gerçeğine ve bu hususta alınması gereken tedbire dikkat çekmiştir. İnsan ve çevresi kalbe tesir eden başlıca âmillerin başında yer alırlar. Kur’an-ı Kerîm cin şeytanlarıyla birlikte insan şeytanlarının mevcûdiyetine dikkat çekerek kalplere vesvese veren bu tür yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmak gerektiğini bildirmiştir. İnsan görünümlü şeytan kalpli idarecilere karşı ihtiyatlı olmamızı telkin eden hadîs-i şerif ise meselenin bir başka delilidir.
Her çeşit mânevi oluşumun meydana geldiği kalp, genellikle çevresindeki
müsbet ya da menfî bütün faaliyetlerden etkilenir. Yâni insanlar beraber oldukları kimselerin özelliklerine göre olumlu ya da olumsuz karşılıklı tesir altında kalırlar. Nitekim Resûlullah’ın iyilerle oturup kalkan kimseyi misk satan kişiyle arkadaşlık yapana, kötülerle düşüp kalkanı da demirci dükkânın da bulunan kimseye benzetmesi zikredilen gerçeği dile getirmektedir. Tabii ki bütün bu karşılıklı etkileşme kalpten başlar. Gerçekte Allah’ı tanıyan ona itaat eden kalp olduğu gibi isyan eden de odur. Uzuvlarda görülen nurlar kalpteki îmân ve itaat güzelliğinin bir bakıma dışa yansımasıdır.213 Bu sebeple ilim ve irfânıyla mânevî derinlik kazanmış kimselerin tavır ve bakışlarının kalpler üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Hz. Peygamber’in “Mü’minin ferasetinden sakınınız! Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar”214 beyânı bu noktaya işâret etmektedir. Yine “mü’min mü’minin aynasıdır” hadîsinde ifâde edildiği gibi kişinin güzel huylarla donanması, o huylara sahip temiz kimselerle beraber bulunmasına bağlıdır. Nitekim “ey îmân edenler Allah’tan korkun ve sadık kimselerle beraber olun!”216 âyet-i kerîmesi insanların iyilerle bir arada bulunmasını emrederken “hatırladıktan sonra zâlim kavmin yanında oturup kalma!” buyruğu da insana manevî kirler bulaştıracak özellikteki kimselerle uzun boylu ülfet etmemeyi emretmiştir. Zira manevî lekeler kalp üzerine düşmekte, sakınılmadığı takdirde kalbi tamamen kaplayarak karartmaktadırlar.
Gazzâlî, insanın bulunduğu ortama göre huyunun da değişeceğini belirterek
şöyle demektedir: “İnsanlarla karışmakla işlenecek günahlardan biri de, kiminle
oturursan onun sıfat ve huyunun sana da geçmesidir. Senin ise bundan haberin
olmaz. Tabiatın ondan o huyları çalar. Bu anlaşılmaz, fakat büyük günahlara sebep olur. Allah’u Teâlâ’yı unutanla oturmak gibi. Çünkü dünyayı sevenleri, dünya için çalışanları görende de bunun nümûnesi meydana gelir. Sevmese, kötü bilse de fısk ve günah işleyenleri gören, bu günahı fazla görmekle günah, gözünde küçük ve hafif görünür. Hangi günahı fazla görürse kalbinden onun inkârı kalkar. Bu sebeptendir ki bir âlimde ipek kaftan görseler, herkesin kalbi o âlimi kötüler. Bu âlimin arkasından hergün konuşurlar. Ama bu işi kötü görmezler. Hâlbuki gıybet etmek, ipek giymekten daha fenadır. Hatta zina etmekten de daha büyük günahtır. Fakat çok gördükleri ve işittikleri için, çok karşılaştıkları için gıybetin kötülüğü kalplerinden silinmiştir. Allah’u Teâlâ’yı unutanların hâlini dinlemek bile zararlıdır. Ashâb-ı Kirâmın ve büyüklerin hâlini dinlemenin faydalı olması gibi” İnsanın görüp işittiği her şeyden etkilendiği bir gerçektir. Bu sebepledir ki Yüce Allah, kalplerini inkâr kaplamış kimseleri îmâna davet ederken, kevnî âyetlere bakıp ibret almalarını ister. Kur’an’da sık sık “göğün yükseltilişine”220, “yerin bir döşek gibi serilişine”221, “dağların dikilişine”222, “güneşe”223, “aya”224, “esen rüzgâra”225, “yağan yağmura”226 ve “bitkilerin yerden bitirilişine”227 bakılması ve ibret alınması tavsiye edilerek âdeta kalplerin çalıştırılması murâd edilir. Nitekim bir âyette : “(Sana kar şı çıkanlar) hiç yeryüzünde dola şmadılar mı? Zira dola şsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulaklar ı olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur”228 buyrulmuştur. İnsan topluluklarının kitle olarak da kalbî yönelişleri etkilediği bir realitedir. Toplumun kabulleri çoğu kez benimsenmekte ve irâdenin belirlenmesinde yönlendirici olmaktadır. Binâenaleyh ferdin içinde yaşadığı yakın çevresi, kalbî tercihleri açısından son derece etkilidir.
Derleme YAVUZ TELLİOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder