26 Nisan 2015 Pazar

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ BİLGİSİZLİĞİ

Kur’an, İncil ve Tevratın Kökeninin Sümer dini oldugu İddiası…

 KUTSAL KİTAPLARIN KAYNAĞI SÜMERLERDİR  İDDİASI

   Mitlerin ortaya çıkışıyla ilgili olarak ileri sürülen dört teoriden biri, Scriptural Theory adını taşımaktadır. Bu teoriye göre, bütün mitolojik anlatılar, kutsal kitapların anlatılarından ortaya çıkmıştır, her ne kadar gerçek olaylar bozulmuş ve kimlikleri gizlenmişse de Herkül Samson’un; Arion Yunus Peygamber’in bir karşılığıdır.
Şüphesiz bu kutsal kitapların başında Tevrat gelmektedir. Yahudilerin tarih boyunca hemen hemen dünyanın her tarafına sürülmüş olması, dinlerine çok sıkı bir şekilde bağlı olmaları, kitaplarına çok önem vermeleri, bu hikayelerin hemen her yerde yayılmasına sebep olmuştur de- nebilir. Mesela Firdevsî’nin Şehnâmesi’ni okuyanlar, bu eserdeki anlatılarda yer alan pek çok hikâyede Feridun ile Nuh; Keykâvus ile Nemrut; Siyavuş ile Yusuf peygamber arasındaki derin benzer- likleri hemen fark edecektir.8 Sadece bir örnek olmak üzere Siyavuş-Yusuf mukayesesinden bir iki satır vermek istiyoruz: Sudâbe ile Siyavuş arasındaki karşılıksız aşk ilişkisi, aynıyla kutsal kitaplarda anlatılan Yusuf kıssasına benzemektedir. Siyavuş da Yusuf gibi, o güne kadar eşi benzeri görülmeyen, görenlerin aklını başından alan olağanüstü bir güzelliğe sahiptir: “Kutlu bir çocuk doğdu. Artık, tahtını göklere kadar yüceltebilirsin. / Bütün yeryüzü, bu çocuktan bahsetmeye başladı. Şimdiye kadar, böyle güzel saçlı yüz hiç kimsede görülmüş değildir” Keykâvus bir yerde Siyavuş’u överken de onun bu güzelliğine işâret edilir: “Tanrı seni öyle yaratmış ki, tanısın tanımasın, kim görse sana âşık oluyor” Sudâbe ağzından da aynı övgüler yapılmaktadır: “... yüzün bir peri yüzü gibi pırıl pırıl / Seni uzaktan görenlerin hepsi, kendisini kaybedip sana âşık oluyor” Yusuf gibi Siyavuş da başka diyarlarda büyür. Yusuf bir kuyuda bu- lunarak şehire getirilmişti, Siyavuş’un hikâyesinde ise Siyavuş’un annesi ormanda bulunarak Keykâvus’a getirilip verilmiştir. Yusuf vatanından uzakta, Mısır’da ailesine duyduğu özlemler içinde yaşar, Siyavuş da gurbet ellerde, vatanına hasret bir hâlde, bir nevi sığıntı olarak Turan ilinde yaşamak zorunda kalır. Vezirin karısı, büyük bir sevgiyle Yusuf’a âşık olur ve ondan kâm almayı diler, fakat Yusuf buna asla yanaşmayacağını, efendisine ihanet etmeye- ceğini söyler. Keykâvus’un karısı Sudâbe büyük bir tutkuyla Siyavuş’a bağlanır ve ondan kâm almak ister Siyavuş bunu şiddet- le reddeder ve aslâ ihânet etmeyeceğini söyler: “Yeryüzünün sahibi olan Tanrı beni şeytan’ın şerrinden korusun! / Ben, şeytana uyup da babama ihânet edemem” Aşkına karşılık alamayan Vezirin karısı (Zeliha) bağırıp çağırarak ileri atılır ve Yusuf’un gömleğini arka- dan yırtar. Bu feryatları duyan herkes oraya toplanır. Sudâbe bir türlü Siyavuş’u ikna edemeyince bağırıp çağırmaya başlar ve Siyavuş üzerine saldırır, bu bağırmalar üzerine herkes oraya top- lanır. “Siyavuş çıkıp gidince, Sudâbe elleriyle elbiselerini baştan başa yırttı; tırnaklarıyla da yanaklarını didik didik etti / Sonra da avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Sesi harem dâiresinden sokaklara kadar duyuldu / Bunun üzerine sarayda herkes birbirine girdi...” kültürler, anlatılar, mitsel hikâyeler, efsane ve menkıbeler, başka kültürlerde yer alan benzeri anlatı formları böylesi bir kıyas gözüyle ayrıca incelenmelidir.
   ” Dini yalanlayanlar, Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları! derler.” ( Kalem, 15 )
     Muazzez İlmiye Çığ; Kur’anı Kerimdeki bazı kıssaların, M.Ö. 3500-M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanından alındığı iddia etmiştir. Kendisi Profesör olmadığı halde 2010 yılına dek çevresince prof. Olarak tanıtılmış, sıradan bir devlet memuru olduğu halde kendisi de hiç itiraz da bulunmamıştır.
    Mezopotamya’da bulunan kil tabletler 1850 yılında bulunmuştur. Çözümleri ise ancak 20 yıl sonra 1870 yılında gerçekleşmiştir. Bu, Kuran’ın indirilişinden 1200 sene sonra bulunup, okunabilen tabletlerin Kuran’a kaynaklık ettiği iddiası anlamına gelir ki mantıksızlığı zaten ortadadır. Bu iddia sahipleri asla bunu objektif izim ve bilimsellik adı ile açıklayamazlar.  
                                        GILGAMIŞ DESTANI VE KURAN
    Gılgamış destanının kendisinden önce yazılan eski bir tabletin içerdiği bilgilerin çarpıtılmış bir versiyonu olduğu artık bilinmektedir. 1914 yılında Arno Reobel tarafından bulunan bu asıl tablette “ Çok tanrıcılığın bulunduğu iddia edilen çok önceki tarihlerde yeryüzünde tek tanrı inancının bulunduğu, insanın balçıktan yaratıldığı ve Nuh Tufanı kahramanı Ziusudra isimli kişinin vahiylere her zaman saygılı ve dindar bir kral olduğu.” bilgileri yer almaktadır.
     Anu/An: Gök tanrısı, Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, Enki: Bilgelik tanrısı, Nimmah (Ninhursag): Ana-tanrıça, Nanna (Sin): Ay tanrısı, Utu (Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna’nın oğlu, İnanna (İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası gibi birçok tanrıya inanan çok tanrılı Sümerlerin, Tek Tanrı inanışına sahip olan İslam’la kaç tane ortak özelliği vardır ki? Ayrıca Sümerlerin Destanındaki nadir bazı olayların semavi dinlerdeki olaylarla aynı olması, İslam’ın bu destandan alındığını değil, ancak ve ancak ortak köklerinin aynı olduğunu gösterir. Çünkü yüce Allah “Peygamber göndermedikçe azap etmeyeceğini” bize Kur’an da bildirmiştir. Adem’den (a.s), Hz. Muhammed’e (a.s.) kadar tüm topluluklara binlerce Peygamber gönderilmiştir. Sümerlere gönderilen Peygamber de Hz. İbrahim (a.s.)dir.Ve unutmayalım ki efsanelerin temeli gerçek olaylardır!  Katıldığı başlıca kazılar Mari (1952–1953) ve Uruk/Varka kazıları (1958-1959; 1962-1963; 1964) olan, 1914 yılında Provence’ta dünyaya gelen, ünlü Asur bilimci Jean Bottero’nun, “4 yıllık çalışmasından sonra” Fransızcaya çevirdiği ve dipnotlarla zenginleştirdiği Gılgamış destanını, Hz. Peygamber’in (a.s.) daha o devirde öğrenmesi, Yaratılış ve Nuh tufanı olaylarını oradan alıntı yapma ihtimali ne kadardır? Çünkü Sümerlerin yıkıldığı tarih esas alınsa bile, Hz. Peygamber (a.s.) ile aralarında 2500 yıllık bir süre söz konusudur.
   Peygamber Efendimizin Kuran’daki bilimsel bilgileri dönemin ileri medeniyetlerinin kaynaklarından derlediğini öne sürülür.  Bu iddiaya göre Peygamberimiz, Kuran içinde bahsedilen astronomi, embriyoloji, tıp gibi kavramları eski medeniyetlerin bilgilerinden almıştır. Örneğin astronomi ile ilgili bilgileri Sümer kayıtlarında bulmuş, tıp bilgisini ise eski Mısır papirüslerinden alarak Kuran’a geçirmiştir. Bu iddianın birçok yönden geçersiz olduğu açıktır. Öncelikle, Hz. Muhammed’in tüm hayatı boyunca böyle bir araştırmaya girmediği herkesçe bilinmektedir. Bunun aksini iddia eden de çıkmamıştır. Peygamberimizin tarihteki gelişmiş uygarlıkların lisanlarını bilmediği bellidir. Ayrıca 7. yüzyıl Arabistan’ın da büyük kütüphaneler, yazılı basın, kitapçılar veya internet ağı gibi bilgiye erişimi kolaylaştıran imkânlar mevcut değildi. Bugünün şartlarında bile, örneğin eski Mısır’ın embriyoloji bilgisini araştırmak isteyen bir insanın işi kolay değildir.  Mısır uygarlığının kuruluşu günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncelerine dayanır. Eski zamanlardan bugüne ulaşan yazılı kaynaklar kısıtlıdır, üstelik bunların hepsinin tercümeleri de mevcut değildir. Tercüme edilebilenler ise, son derece özel bilgiler içerdiklerinden her yerde bulunmazlar. Ayrıca bu tercümeleri kavrayabilmek ve yorumlayabilmek için çok detaylı bir tarih bilgisine de vakıf olmak şarttır. Kısacası böyle bir araştırma günümüz şartlarında bile son derece zordur. Kaldı ki, eski medeniyetlerden miras kalan tüm bilgilerin hepsinin doğru ve sağlıklı oldukları gibi bir durum da söz konusu değildir. Aralarında pek çok yanlış bilgiler, batıl inanışlar, hurafeler de bulunmaktadır. Eğer akılsızların iddia ettikleri gibi Kuran’ın bilimsel ayetlerinin eski medeniyetlerin kültürlerinden derlenmesi gibi bir durum olsaydı, elbette aralarında yanlış ya da tutarsız bilgilerin de bulunması gerekirdi.
      Bu nedenle Kuran’daki bilimsel ayetlerin, Peygamber tarafından başka medeniyetlerin kaynaklarından alındığı iddiası da, diğer iddialar gibi tamamen dayanaksızdır.
 
                                                             NUH VE TUFANI
    Yazısına; “Nuh”un “tufan” öyküsü de, kendisinin “ne kadar yaşadığına ilişkin açıklama da “akıl ve bilim dışılık” için çarpıcı örneklerdendir.” diye başlayan Dursun, Nuh Peygamberin Kur’an’da 950 sene yaşadığını yazdığını bunun da Tevrat’tan (Tevrat, Tekvin, 9:29) alındığını söylemektedir. Hikâye ve istihza tarzıyla kısaca anlattığı Hz. Nuh’un hayatından sonra, “Ve tüm araştırmacılar, Tevrat’taki bu öykünün kaynağının da “Sümer tufan efsanesi” olduğunda birleşirler. Tevrat’tan bin yılı aşkın bir zaman öncesinin ürünü olan Gılgamış destanı”nın  “efsane”deki adının, “Utnapiştim” olduğunu ve İlahiyatçıların da bunu kabul ettiğini söyleyerek, inandırıcı olmak için de 1932 yılına Ankara İlahiyat Fakültesinde yayınlanmış bir “araştırmayı” göstererek, “gerçekten çaplı incelemesinde” diyerek yazısını delillendirmeye çalışır.
1-  Kur’an’ı Kerim; Tevrat, Zebur, İncil’i reddetmez onların da İlahi kaynaklı olduğunu, kaynaklarının bir olduğunu ama tahrif edildiklerini söyler. Dolayısıyla onlardaki bazı bilgilerin Kur’an’la benzerlik taşıması normaldir. Tüm dinlerin özünün İslam olduğu ile ilgili çalışma sitemizdedir.
 Tefsir ilminde İsrailiyyat denen ve Yahudi kitaplarından İslami eserlere geçen bilgilerden olan ve Taberi, İbni Kesir, ve Hazin gibi tefsirlerde de geçen, Hz. Nuh’un yaşı ile ilgili rivayetler, Yahudi kökenli olan insanlardan gelen ve onların dinlerinde olan rivayetlerdir.  
2-  Hz. Peygamberin, Hz. Nuh’la ilgili kıssayı Tevrat’tan aldığını söyleyen T.Dursun, anlaşılan Nuh suresinin Mekke’de indiğinden habersizdir. Okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber’in Tevrat’ı okuması mümkün olmadığı gibi kendisinden Mekke’de bilgi alabileceği bir Yahudi de yoktur.
3-  Bilim ve Teknik dergisinin 121. sayısı 16. sayfasında şöyle bilgiler geçer: Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya’da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı. Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya’da 13, Avrupa’da 4, Amerika’da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika’nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika’nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir. İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya’nın antik şehirlerinden Ur’da uzun kazılar yaptı. Çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. Ne var ki12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı. Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti. İlk çukurdan300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ.4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip’e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir.
 “Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un öyküsü, Mezopotamya Çölü’nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu. “ (Fred Warshofsky, “Ur of the Chaldees”, Readers Digest, Aralık 1977)
Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya’daki Şuruppak kenti de Tufan’ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi’nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Schmidt’in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle demektedir: “Schmidt 4-5 metrederinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu…” Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt “tamamen nehir kökenli bir kum” olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.” (Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge Ancient History 1-2, Cambridge, 1971, s. 238 )
Tufan’dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak’ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900’lü yıllarla tarihlendirilmektedir. (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, s. 176 )
4-  Nuh aleyhisselamdan, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur’ân-ı Kerîm’de 43 yerde ismi geçer. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra’dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir. Kuran’da Nuh Aleyhisselam’ın uzun ömürlü olduğunu belirtir..
Nuh kavminin Tufandan önce yaşadığı yerin İrem şehri olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yerleşim yerinin Lut Gölü’nün güneybatısında Edom’un merkezi olduğu bildirilmektedir. (Davis, D.J.The Westminster Dictionary of The Bible. Philadelphia, 1944, s.267) Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkışıyla alâkalı olarak bazı araştırıcılar Milâttan Önce 2347 yılını (Günel, A. Türkiye Süryanileri tarihi ), bazıları da 2650 yılını vermektedirler (Sarıkçoğlu, E. Kur’an ve Arkeoloji Işığında Hz. Nuh ve Tufan Olayına Yeni bir Yaklaşım. İslam Araştırmaları Dergisi, Cilt 9, sayı:1-4, 1996, s.201 ) Bunlara dayanarak Nuh Tufanının Yaklaşık olarak Milâttan 2500 yıl önce meydana gelmiş olabileceğini söylemek mümkündür.
   29 Eylül 2013 tarihli Cihan Haber Ajansı kaynaklı habere göre, Şırnak Üniversitesi öncülüğünde Şehr-i Nuh Oteli’nde düzenlenen Uluslararası Hz. Nuh ve Cudi Dağı Sempozyumunda açıklamalarda Amerikalı Bill Crouse, yaptığı ciddi araştırmalardan sonra tufanın Cudi Dağı’nda olduğuna inandığını açıkladı: ” Bu sempozyumda çok şey öğrendim. Tarih kaynaklarını ciddi bir şekilde incelediğimiz zaman aslında geminin Cudi Dağı’nda olduğuna kanaat ettim.”
   6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri ise “Nuh’un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi” başlığıyla bir haber vermişti. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender’dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya’ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender’in, çalışmaya başlamadan önce Kur’ân-ı Kerîm’i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.
    Tahrif edilmiş olan Tevrat’ta bu tufanın evrensel olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenir. Oysa Kuran’da Tufan’ın evrensel olduğu şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan’ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh’u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (A’raf Suresi, 64) Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (A’raf Suresi, 72)
Görüldüğü gibi Kuran’da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı-korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas Suresi’nde şöyle denilir: Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)  Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh’un kavmini helak etmiştir.
Tufan hakkındaki bir başka tartışma konusu ise, suların bölgedeki bütün yükseltileri, dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran’da, geminin Tufan sonrası “Cudi”ye oturduğu bildirilmektedir. “Cudi” kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça’da “yüksekçe yer, tepe” anlamına gelmektedir. Ayrıca “cudi” kelimesinin bu anlamından, suların ancak belirli bir yüksekliğe eriştiği, karayı bütünüyle kaplamadığı anlaşılmaktadır. Yani Tufan’ın muharref Tevrat’ta ve diğer efsanelerde anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmadığı, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olduğunu Kuran’dan öğrenmekteyiz.
Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya’yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kuran’da bu olay şöyle bildirilmektedir: Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık. (Kamer:  11-13)
                                           ÇAMURDAN  YARATILMA
1) Gılgamış Destanı: “Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda ,kahraman Engidu’yu yarattım.”
2) Sümer’lilerin Enuma-eliş Destanı: “Bunun üzerine ben de Ea’nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu’nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim.”
3) Çin Efsanelerinden: “Bunun üzerine Tanrıça Ngüho yengeç elleriyle gökyüzünü yukarıya kaldırdı, denizleri yeniden sınırlarına itti. Ve çamurdan yeni bir insan türü yarattı.”
4) Mısır’da Luxor Tapınağı’nda bulunan kabartma bir resim: “Kral Amonhotap III olarak betimlenen Tanrı Khnemu çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratıyor.”
5) Hesiodos Destanı. “Namlı, şanlı Hephaisdos’u çağırdım hemen. ‘Bir parça toprak al, suyla karıştır’ dedim. ‘İçine insan sesi koy, insan gücü koy.”
6) Yunan Efsaneleri’nden: “Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum (Prometheus anlatıyor.) Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece.)
7) Tevrat’tan: “Ve Rab Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu.”
8)  Kur’an, Mü’minün 12-16: “And olsun ki Biz insanı süzme çamurdan yarattık.”,  Kur’an, Es-Safaat 11: “Hakikat Biz onları cıvık bir çamurdan yarattık.” , Kur’an, Sad 71-76: “Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal ona secdeye kapanın.”
        Allahu Teala Kitab-ı Hakiminde şöyle buyurur: “Andolsun biz her kavme Allah’a itaat edin ve Tağuta kulluktan sakının diye bir peygamber göndermişizdirDikkat edilirse ayet her kavme mutlaka  bir elçinin geldiğini ifade eder.
    İslam’ın Tarih anlayışına göre İnsanlık bir tek ana ve babadan türemiştir… Buradan da sonuç insanlar hakiki bir tevhit inancı ve Rabbani bir anlayışla Tarih sahnesinde adımlarını atmaya başlamışlardır gelecek zamanlara, zamanımıza ve bizden sonraki zamanlara. Yani insanlığın başlangıcı bir Allah inancı, Ahiret inanışı, Yaratılış bilinci ile olmuştur…Elbette bu hakiki inanca bazen zulüm yani şirk karıştıranlar olmuştur. Böylece de hak dinden uzaklaşıp zaman dilimi içerisinde adım adım ebedi gerçeklerden uzaklaşmış ve yollarını şaşırır olmuşlardır. Ama bu demek tümüyle kültürlerinin ve temel bilgilerinin hepsini unutmuşlar demek değildir. Bilakis taşıya bildikleri kadar bilgi yükünü gelecek nesillerine aktarmışlardır. Aktarmışlardır ki sosyalist düşüncenin babası Hegel’in Tarihi determinasyon düşüncesine göre de yapılacak yorum şekli budur. Çünkü Hegele göre Tarihte yaşamış milletler yaşarlar ve ölürler öldüklerinden genç medeniyetlere iyi yönlerini bırakıp tarih sahnesinden silinirler ve yeni genç medeniyet onlardan devraldığı iyilikler ve güzel yönlerle bunları daha da geliştirir. Hasılı gördüğümüz şudur ki medeniyetlerin iktibası gerçektir. Evet buram buram bir iktibas kokusu var. Ama bu yazarın diğer iddialarını kabul etmemizi de gerektirecek bir kabullenme değildir. Bilakis bu iktibas alenen Allahın elçilerinden yapılmış bir iktibastır. Çünkü Allah farklı zamanlarda farklı kavim ve gruplara elçilerini göndermiştir. Nasıl Hz.Muhammed bize Nuhun Tufanını, Musa Kıssasını, Yusuf, Yakub, İbrahim, Adem, Hud, Salih ve Şuayb peygemberlerden bahsetti ise, nasıl O bize yaratılıştan bahsetti ise o dönemde insanlığa müjdeci olarak gelen nebiler de bu kıssalardan hikayeler anlatmışlardır. Hakikat şu ki, Allah zaman zaman insanlara hatırlatıcı olarak elçilerini göndermiş ve onların bilinç altlarında yatan inanç küllenmelerini közlendirmiş ve alevlendirmeye çalışmışlardır. Nihayetinde her insan yaratılış gibi diğer Rahmani gerçeklere muhatap olmuş ve zaman dilimi içinde uzaklaşmışlar ve elbette bazı birikimler ve yaklaşım tarzlarını örf ve adetlerine geçirmişlerdir. Böylece de haliyle destanlarında ve kendilerince tarihi tutanaklarında bu meselleri işlemişlerdir.
     İşi bir başka açıdan da şu şekilde değerlendirebiliriz. Öncelikler tüm kavimler eğer bu şekilde izah etmişlerse ki tevatür olur çünkü bu kadar farklı kültürü temsil eden insanların bu kadar farklı insanların tek meselede bu kadar ortak beyanda bulunmaları yalan üzere ittifak olamaz. Çünkü bunların bu halleriyle böylesi bir yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir…
     Yaratılış safhalarını en orijinal ve musbet ilme uygun şekilde izah eden yegane eser dini kaynaklar bakımından Kur’an-ı Azimuşşandır. Mu’minun Suresinin ayetleri bu iddiayı en iyi belgeleyen Kur’an ayetlerinden sadece birisidir. Allah-u teala Kitabında Yaratılışı şu şekilde izah eder: “And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir. (Mü’minün, 12-16 ayetler)  Kur’an’ın  insan’ın bedeni gelişimi ile ilgili açıklamaları tamamen tıp ilmi ile paraleldir.
            AYNI KAYNAKTAN GELEN İLAHİ MESAJIN TARİHSEL YANSIMASI
    Tüm ilahi dinleri Allah göndermiştir. Kurallar unutulup  bozuldukça yeniden hatırlatılır. Bu gelenek son nebi Hz Muhammed’e dek devam eder. Bozulan dini metin ve ritüellerde farklılıklar olması ne kadar doğalsa , bozulmayan asıllığını muhafaza eden ritüel  ve ibadetlerinde benzerlik göstermesi o  kadar doğaldır. Birçok efsane de Nuh tufanından bahsedilmesi O’nun olduğunun ve insanların dilinde dilden dile anlatıldığının göstergesidir. Tersi Hz resulün o anlatılanları kitaba eklediğinin delili değildir. Zaten efsanelerde gerçek olan şeylerin zamanla mitleşmesi değil midir? Aynı şey ilk insanın Hz Adem olarak kabul edilmesi, yaratılışın topraktan olduğunun kabulü vs içinde geçerlidir.

 


“Güncelleme : Bu konuyu detaylıca incelediğim son çalışmam  “Sümer efsanesi THE END” adlı yazıma buradan ulaşabilirsiniz… ”
Size bir şey sormak istiyorum? Türkiye eskilerde yaşamış bir medeniyet olsa ve bir şekilde yok olmuş olsa… Sonra Türkiye’ de yaşayan halkın yaşam standartlarını, dini yaşayış biçimlerini, ekonomisini anlamak için arkeolojik çalışmalar yapılsa;
a-) Sadece Marmara Bölgesi’nden çıkan bulgulara göre Türkiye hakkında bir karara varılabilir mi? Ya da Ege Bölgesi’nden, Güneydoğu Anadolu, Doğu Anadolu, Karadeniz?
b-) Bu bölgelerin hepsi ayrı ayrı incelendiğinde karşımıza örf, töre, eğitim, dini yaşayış, eğitim düzeyi olarak bambaşka Türkiye çıkmaz mı?
c-) Tarihçiler hangi bölgeden çıkan arkeolojik kalıntıları esas aldıklarında gerçek Türkiye’yi tanımlamış olurlardı?
Cevap belli… Tüm Türkiye.
Şimdi konumuza dönersek Muazzez İlmiye Çığ’ın “Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni” adlı kitabında şöyle bir cümle var…
” Ne yazık ki, Sümer kanunlarının yazılı olduğu tabletler çok kırıklı, belki de toprak altından daha çıkarılmayanlarda var. Bu yüzden tam karşılaştırma yapıla-mı-yor.” Kitabında Sayfa 19.
Mademki tam karşılaştırma yapılamıyor ve bulgular eksik, O zaman ” Kur’an’ın ve hatta diğer dinlerin kökeni Sümer dini” gibi iddiali bir sonuca nasıl ulaşılıyor?
Zaten kitabı okurken, İslamla alakası olmayan hurafelerin sanki Kur’an da varmış gibi anlatılmasını hayretler içinde okuyorsunuz…
Muazzez Hanım, Sümerlerin tarihine vakıf olabilir! Ama Kur’an dan bihaber olduğu kesin… Kendisi mademki böyle iddialı bir kitap yazıyor, o zaman bahsettiği konuların ayet ayet Kur’an da geçtiği yerleri vermesi gerekirdi…
Sevdiğim bir söz vardır… “ Yalanın en kötüsü, doğruya en yakın olandır…” Ancak bu tür yalanlar insanların aklını bulandırabilir.
İşte bu kitapta yapılan da bu… Doğru ve doğruya yakın yanlışlar birbirine karışmış… “Bu konu Kur’an da var denilen”  birçok konu Kur’an da ol-ma-dığı gibi, olan şeyler de var…
Kitabında, Bütün dinlerin ortak noktası olarak verdiği kısımda öyle yanlış tespitler var ki? İslami bilgisi az olan biri bile bunu ayırt edebilir…  Örneğin;
” Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinleriyle Sümer dini ortak noktaları:
1- Tanrı korkusu
2- Tanrı yargılaması
3- Kurban
4- Törenler (İslamda tören ?)
5- İlahiler ( İslam’da ilahi? Hangi ayette geçer?)
6- Dualar
7- Tütsülerle tanrıyı memnun etmek ( İslamda! Hangi ayet ?)
8- İyi ahlaklı, dürüst ve haktanır olmak, büyüklere ve küçüklere saygı göstermek
9- Sosyal adalet
10- Temizlik “( kitabında sayfa 15)
İste bu ortak noktalara bakarak, Sümerlerin dini Kur’an in temeli deniliyor…
Sizce, İlk peygamber Hz Âdem insanlara Allah’ın hangi emirlerini iletti?
Bu soruya dini bilgisi az olan biri bile,  yukarıda ki 1.2.3.6.8.9.10 maddelerini hemen sıralar…
Bu ortak noktaların olması Sümerlerin dinlerin temellerini oluşturduğunu değil, Adem as dan itibaren dinin temellerinin hiç değişmediğini gösterir…
Allah adaleti gereği her ümmete aynı temel esasları tebliğ etmiştir… Her peygambere ayrı bir din göndermiş olsaydı, Hz İsa’nın dinine inanmış birinin, Muhammed as ın dinine inanmasını Rabbim ister miydi?
Sorunun temeli şu ayrıntının anlaşılmamış olması:
Hz Âdem as dan itibaren peygamberlerin tebliğ ettiği din hep İslam’dı… Ama insanlar bu temelleri saptırıp kendilerine göre dini başkalaştırdılar…
Sümer, Akad, Asur, Babil gibi medeniyetlerin dindeki esaslarıyla; Tevrat, İncil gibi kitaplarda geçen dini esasların benzerlik göstermesi Allah’ın dininin değişmediğinin kanıtıdır…
Zaten şura 13. Ayet bu durumu net açıklar…
“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır.”
Muazzez Hanım kitabında;
“Sümerlerde tanrılar ol der, o şey oluverir” diyor (sayfa 17)
Bir şeyin ol deyince oluvermesi zaten Allah’in özelliğidir… Bu Adem as dan itibaren değişmemiştir… Sümerlerde bu görüşün tek tanrıdan birçok tanrıya yayılmış olması onların, Arabistan’da yaşanan cahiliye dönemi gibi bir süreci yaşadıklarını gösterir…
İslamiyet öncesi Cahiliye dönemini incelediğinizde oruç, kurban, tavaf bunların hepsinin yapıldığını, ancak Allah adına yapılması gereken bu ibadetlerin putlar adına ve başkalaşmış bir şekilde yapıldığını görürsünüz…
Tıpkı Muazzez hanımın kitabında sayfa 18 alt metin 14 de belirttiği Sümerler orneginde olduğu gibi…
“Sümer dininde ay kültürünün önemli bir yeri vardır. Ayın ilk göründüğü gün, 15 günlük olduğu ve görünmediği günlerde tören yapılırdı. Hatta bazı yiyecekler yenil-mez-di ”
Demek ki oruç ibadetini baskalastirmislar…
Sümerlerde çıkan bu bulgular, Sümerlere de bir peygamberin geldiğini  (ki bu peygamberin Nuh as olduğu ve adının  Ziusudra olduğu,( -Ziusudra Sümer mitolojisinde Tufandan kurtulan kişidir. Üç büyük dine göre Ziusudra’nın karşılığı Nuh Peygamberdir.http://tr.wikipedia.org/wiki/Ziusudra  -)  ve onların peygamberden etkilenmesine rağmen zamanla; İbrahim as ın dinini başkalaştıran cahiliye dönemindeki putperestler gibi sapıttıklarını gösterir…
Ayrıca  “Erken dönemlerde Sümerlerin ana tanrısı An’dır…  (http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCmerler)
Demek ki Sümerler ilk başta tek tanrılıydı…
Sümerce ve Akadca yani çift dille yazılan SAG.BA tableti de Tek tanrıdan bahseder… Bu da Sümerlerde cahiliye dönemi arapları gibi (ibrahim as dan sonra) tek tanrıdan, çok tanrıcılığa geçisin  yaşandığının ispatıdır…
(SAG.BA


Avrupamerkezci “Sahte Tarih Modeli” anlayışı, insanoğlunun yeryüzünde görülmesi ile başlayan ve bugüne kadar gelen uygarlığı, bir bütün olarak görmeyi reddeder. İşte, bu  reddediş, Batı Uygarlığının Tarihi diye bir modele dönüştürülmüş bulunuyor.
Batı’da, 18-19’uncu yüzyıllarda ideolojik bir ihtiyaç olarak üretilen bu Sahte Tarih Modeli’nin ‘iki’ temel ayağı bulunuyor.  Bunlardan bir tanesi, Uygarlığın Beşiği Yunanistan/Eski Yunan miti, diğeri ise, Hıristiyan-Yahudi dinsel birlikteliği oluyor. Eski Yunan miti anlayışına göre, bugünkü Batı Uygarlığı Yunanistan’da doğmuş olup, sonrasında Roma üzerinden, Orta Çağ (Hıristiyan Feodal) Avrupa’sına, Rönesans’a ve oradan da bugünkü konumuna ulaşıyordu!...
Oysa, Batı Uygarlığı, hiç bir biçimde sadece Avrupa’ya (Batı-Batılıya) özgü bir uygarlık olmuyordu. Eski Yunan ve Roma’nın henüz birer “kulübe topluluğu” bile oluşturmadığı dönemlerde haşmetli imparatorluklar kuran, Ortadoğu’lu toplumların eseri oluyordu. Ayrıca da, “Eski Yunan” denilen insanların, bugünkü Yunanlılar ile herhangi bir akrabalık ilişkisi bulunmuyordu:  “..bugünkü Yunanistan halkının ırk bakımından Eski Yunanlılarla bağlantısı yoktur…ve bugünkü Yunanlılar kilisenin büyük etkisi ile Hıristiyanlaştırılmış olan İslav’lardı..” (x). “…gerçekte bugünkü Yunanistan halkının ırk bakımından Eski Yunanlılarla en küçük bağlantısı yoktur…bugünkü Yunanlılar kilisenin büyük etkisiyle Hıristiyanlaştırılmış olan İslavlardı.” (x) deniliyordu. Dahası da şu oluyordu: “..(Charles Seignobos'un, “Medeniyet Tarihi” isimli eserinin 441'inci sayfasında) Osmanlı devrinde Avrupa ülkelerinin teşviki ve Ortodoks kilisesinin devamlı telkini ile Yunanistan'da yaşayan Slav ve Arnavutlar ve Hıristiyan Türkler Grekleştirildiler ve Osmanlılara karşı kullanılmak üzere Grekçe konuşan yapay bir millet meydana getirildi.” deniliyordu (x). Uygarlık ve “uygarlık tarihi” ile ilgisi olmayan “bugünkü Yunan Milleti”, tıpkı bugünlerde üretilen “Kürt Milleti/Devleti” gibi “yapay millet/devlet” oluyordu... Haliyle de, Avrupamerkezci (fundemantalist) ideologlar tarafından bir hakikat olarak ileri sürülen Yunan mucizesi davası, temelsiz kuru bir iddiadan başka bir kıymet taşımıyordu (x). Ondokuzuncu yüzyılda Mezopotamya (Irak)’da başlatılan kazı çalışmaları sonucu ortaya çıkarılan onbinlerce “Çivi Yazı”lı tabletin, Perspolis (İran) kitabelerinin ve Mısır yazılarının dillerinin çözülmesi ve okunması sonucu, varsayılan “Eski Yunan miti” iflas ediyordu.
Bu ‘iflas’ üzerine, “insanlık medeniyeti”ne ilk kaynak olarak “Eski Yunanı” gösteren Avrupamerkezci ideologlar, bu defa da, Mezopotamya Uygarlığı olarak ün salmış Sümerleri, “medeniyetlerin ilk kaynağı olarak gösteriyor, her şey Sümer’e, Sümerlere bağlı diyordu…
   Her şey Sümer’e, Sümerlere (!) mi bağlı?..
Samuel Noah Kramer’in, 1956 yılında yayınlanan, “Tarih Sümer’de Başlar” isimli yayınına kadar geniş halk kitleleri, dünya tarihinin “antik Grekle (Yunanla)” başladığı masalı ile uyutuluyordu. Fakat artık, “her şey Sümer’e, Sümerlere (!) bağlı” deniliyordu. Tarih Sümer’de Başlar diyen Kramer’i tanımış ve onun eserini tercüme etmiş (!) olan Muazzez İlmiye Çığ; “Mezopotamya’daki kazılar yapılıncaya kadar, bütün (insanlık) kültürün(ün) Yunan’dan geldiği söyleniyordu. Bugün hala okuyorum, bu Yunan’dan şu Yunan’dan diye yazıyor…Avrupa’da, Amerika’da da öyle. Hayır, her şey Sümer’e bağlı.” diyordu (x). 
Peki de, her şey, “Sümer’e ve Sümerler’e mi bağlı oluyor” ya da “Tarih Sümer’de mi başlıyordu”?.. Her şeyi Sümere, Sümerlere (!) bağlayan bu “yeni model”, doğru mu oluyordu?..
Eski Yunan “masalı”na dayalı “Sahte Uygarlık Tarihi Modeli”nin yalanlanmasından sonra “kurulan” bu “Yeni (Sahte) Model”in, savunucularından Muazzez İlmiye Çığ; Sümer(!)lerin kurdukları çok tanrılı dinin, yavaş yavaş tek tanrı’ya dönüşerek bugünkü dinlerin temelini meydana getirdiğini (x), Tek Tanrılı dinlerin kaynağının Sümerler’in çok tanrılı dinleri olduğunu, onların kurdukları çok tanrılı dinin, yavaş yavaş Tek Tanrı‘ya dönüşerek bugünkü dinlerin temelini meydana getirdiğini (x) ileri sürüyordu.
Bunun yanında, Yazı’nın (!) Sümerler (!) tarafından bulunduğunu (oysa, Yazı’nın bulunması değil, sadece Çivi Yazısı’nın bulunması sözkonusu edilebilir, çünkü; Yazı'nın ortaya çıkışı bu dönemden çok daha eski bir tarihte olmuştur, üstelik de, Mezopotamya ile aynı dönemde yazı, hemen yanıbaşındaki Elam’da da yaşanıyordu), Tarih’in de Yazı’nın icadından sonra, yani M.Ö.3000/2700 ile başladığını (oysa, tarih’in başlamasından değil, sadece Mezopotamya tarihinden söz edilebilirlerse de, Mezopotamya tarihi de bu tarihten önceye; M.Ö.5500’lere kadar çıkıyor, onun hemen öncesinde de, Sus-Elam olmak üzere, insanlık tarihi geriye doğru gidiyordu); bu dönemin, “çok tanrılı” dinlerin yaşandığı bir dönem olduğunu; kültürel ve “dinsel değerlerin” de Sümerler tarafından Sami’lere (Akad, Babil, Fenikeli, Yahudi, Arap vb.) aktarıldığını ileri sürüyor ama, Sümerleri (!) ‘çok tanrıcı’ yapanların ‘SümerCİler’, yani (-aynı düşüncedeki insanları tanımlamak için kullanıyoruz) ‘Kramergiller’ ve talebeleri ‘Muazzezgiller’ olduğunu ise söylemiyor.
‘Sümer Kralı’ Kramer’in talebesi ‘diyebileceğimiz’ Sümer Kraliçesi’ Muazzez İ. Çığ; iddialarını ileri sürerken, Sümerler/M.Ö.3000 öncesi dönemlerde Tek Tanrılı din hiç yokmuş gibi, Sümerler(!)den önce medeniyet/uygarlık tarihi hiç yaşanmamış gibi bir “ön kabul” yaparak ileri sürüyor. Dahası, Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerden; Hz. Adem, Hz.İdris, Hz.Nuh, Hz.Hud ve Hz.Salih aleyhisselamlar tarihte hiç yaşamamışlar gibi; yani, Adem aleyhisselam ile, kendisinden sonraki dördüncü Peygamber olan Salih aleyhisselam arasında kalan -Hz.Adem-Şit-Enuş-Kaynan-Mehlail-Yerd-Hz.İdris-Mettuşelah-Lamek-Hz.Nuh arasında kalan dönem ile, hemen sonrasında yaşanan Hud aleyhisselam ve Ad Kavmi, onlardan sonra da yaşanan, Salih aleyhisselam ve Semud Kavmi dönemine kadar olan- yaklaşık 6000-7000 yıllık dönem (x), tarihte hiç yaşanmamışkabulü yapılarak iddialar ileri sürülüyor.
Haliyle de, Muazez İlmiye Çığ da, diğer ‘Kramergiller’ gibi; hem “Sümerler (M.Ö.3000-1750)” konusunda gerçekleri gizliyor, hem de “insanlık tarihi”ni “bilmediklerini” de bilmiyor. Çünkü, tarih/insanlık tarihi, “Sümerlerle veya Sümer’de başlamaz”, başlamıyordu...
Tarih Sümerler(!)le veya Sümer’de başlamaz, başlamıyor...
Sümer’de ya da daha doğrusu Mezopotamya’da Sümer adını alan ülkede (Aşağı Mezopotamya’da) “ilk yerleşimlerin”, Sümerler (!) ile doğduğu, insanlık medeniyetinin “ilk kaynağı”nın Sümerler (!) olduğu ileri sürülse de; Mezopotamya’daki bütün kültürel katmanların ilki’ne, yani, el değmemiş toprağa dek inen stratigrafik birikime inilmesi ile, Sümer ülkesindeki “ilk insan yerleşimleri”nin başlangıcı değişiyor, bu tarih M.Ö.5500’e kadar uzatılıyordu (başlangıçta M.Ö.3000 olarak öngörülen tarih, daha sonraları M.Ö.4000-4500’e çıkartılmış bulunuyordu). Lees ve Fargon isimli iki jeologun, Sümer Ülkesi’nin, bu tarihten çok önce su üstünde olduğu, dolayısıyla insanların buraya çok daha önce yerleşmiş olduklarını ortaya koyan delilleriyle, bölgede “ilk yerleşimlerin” tarihi daha geriye, M.Ö.5500’e çekiliyordu (x).
Çünkü, Sümerler (!) denilen insanlardan önce bölgede yerleşmiş başka halkların bulunduğu kesin doluyordu (x). Sümerler denilen halk, Aşağı Mezopotamya’nın yerlisi, -ilk halkı- olmuyordu (x), Sümerlerin, Fırat ile Dicle arasındaki bölgeye nereden ve ne zaman geldiklerinin bilinemediği söylenildiği gibi, bölgenin  ilk halkı olmadığı da ifade ediliyordu (x). Sümerler denilen halk ya da halkların, göçebe çoban toplulukları olduğu ve Güney Mezopotamya’daki yerleşik Neolitik köyler üzerine çoraklandıkları da ifade ediliyordu (x).
Demek ki de, Sümerler denilen insanlar, ne Aşağı Mezopotamya’nın “ilk halkı” oluyor, ne de “yeni bir uygarlık” ortaya çıkarmış bulunuyordu. Bu durum, Sümerler denilen insanların kendinden önceki uygarlıklardan, “maddi ve manevi miras” almış olması demek oluyordu.
İşte, Sümerler/M.Ö.3000 denilen uygarlıktan (geriye doğru), Filistin’de ortaya çıkmış uygarlığa kadar ki zaman aralığında, M.Ö.3000-M.Ö.9500 yılları arasında yaşanmış 6500 yıllık genel kültür”; insanlığın medeniyet tarihinin ilk kaynağı’nın Sümerlere (!) dayandığı ve Tek Tanrılı dinlerin kaynağının, Sümerlerin ‘çok tanrılı’ dinleri olduğu iddialarının anlamsızlığını ortaya koyuyordu. Bir başka deyişle de, sözkonusu 6500 yıllık genel kültürün uygarlığını, Sümerler denilen döneme gönderdiğini; yani “Sümer uygarlığına kaynaklık yaptığını da” ortaya koyuyor. Bilim tarihinin gerçeği bu olmasına rağmen de, daha düne kadar, ‘Eski Yunan’ miti ile insanlık alemini aldatanlar, şimdilerde de, Sümerler olarak adlandırdıkları ve Sami olmadıklarını iddia ettikleri, hayali “Eski Yunan” kavmi gibi bir ulusla, insanımızı ve insanoğlunu aldatıyor
 Bu nedenle de, sorgulanması gereken asıl mesele şu oluyor: Tarihte Sümerler denilen bir ulus yaşamış mıdır? Ya da Sümer bir ulusun adı mı oluyor?...
Sümer, bir ulusun adı mı oluyor?..
İnsanlığın Medeniyet Tarihi’nin ‘Sümerler’le başladığını, “Tek Tanrı”lı dinlerin kaynağının da, ‘Sümerler’in ‘Çok Tanrı’lı dinleri olduğunu iddia edenlere; “Kimdir bu Sümerler?” diye bir soru yönelttiğimizde; “uygarlığa köken yaptıkları” bu ulus (!) hakkında hemen hiçbir şey ortaya koyulamadığını görebiliyoruz. “Sümerler’in nereden geldiği hala tartışma konusudur.” (x), “Bu gizemli ulusun nereden geldiği karanlıktır.” (x), kökenleri hakkında hiçbir şey bilinemiyor (x) deniliyor. Dahası, Kramer’de; eski metinlerin, Sümerlerin Mezopotamya’ya gelişleri üzerine hiçbir bilgi içermediklerini söylüyor (x). Bu ve benzeri dahası açıklamalar, “kökensiz bir ulus” ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bunun sebebi ise, Sümer(ler)in bir ulus değil, “coğrafya adı” olması oluyor. Gizlenen bir gerçek de bu oluyor, Sümer bir ulusun adı değil, coğrafyanın adı oluyordu
Sümer isminin bir “ulusa değil”, Aşağı Mezopotamya’nın güney kısmına Akad’lar tarafından verilen Şumer adından alındığı belirtiyordu. Eski dönemlerde, Aşağı Mezopotamya’nın güney kısmına Sümer Ülkesi, kuzeyine ise Akad adı verilmiş bulunuyordu (x). Dicle-Fırat vadisi Sümer ve Akad adlarıyla biliniyor(yani Sümer bir ulusun değil, bir coğrafyanın adı oluyor)du (x). Geçmişte, Aşağı Mezopotamya’da Basra Körfezi yakınlarındaki “bölgenin adı”, Sümer oluyordu (x). Kramer’in söylediği de bu oluyor; eskiden Basra Körfezinin kuzeyine, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge, Sümer ülkesi olarak biliniyordu (x). “Sümer benim ülkem. Nippur’da doğduğum büyüdüğüm kent. Bu Ülke’ye atalarım binlerce yıl önce göç etmişler” (x) veya ““Ey Sümer, evren ülkeleri arasındaki koca ülke,” (x), dizelerinden anlaşılabileceği gibi de, “Sümer”; bir “coğrafyanın adı” oluyordu.
İşte, buna göre de, Aşağı Mezopotamya’da oturan sözkonusu (Sümerler denilen) insanlara, oturdukları yere nispetle Sümerler (ulusu) değil, Sümerler denilmesi gerekiyor/du.
SümerLİler yerineSümerler” denilmesi ya kasıtlı ya da en hafifinden hatalı oluyordu. Günaltay; ‘SümerLİler’ yerine ‘Sümerler’ denilmesi hatalı olmasına rağmen, biz de Sümerer yerine Sümerler diyoruz, diyordu (x). Oysa, bu hata yapılmazsa ortada Sümerler denilen bir “ulus” kalmayacağı gibi, insanlık medeniyetine “ilk kaynak” olacak “çok tanrılı” bir “ulus”tan söz edilemeyeceği de anlaşılabiliyor.
Sümerler-Kutsal Kitap/lar ilişkisi mi!..
Mezopotamya kültüründen gelen “ilk su, evrenin yaratılışı, gök ile yer’in birbirinden ayrılması, yeryüzünün düzenlenmesi, bitkilerin ve hayvanların ortaya çıkması, insanın kil’den (çamur’dan) yoğrulmuş olması, ahlaki yasalar, insanın acı çekme ve sabr/tevekkül gösterme tablosu, Tufan, ölüm ve ölüler diyarı (ahreti)” anlatan metin/şiirlerin, Kutsallıkla (din ile) gelen “bildirileri” bize hatırlatır nitelikte olması (bu durum), ‘Kutsal olanın’ Sümer(li)lerden kaynaklandığını değil, Sümer(li)ler dönemi ve öncesi dönemde yaşanan “Tevhid inancını” gösteriyor, Kur’an’ın Sümerlerden etkilendiğini göstermiyor… 
Yoksa, Kramer’in dediği gibi; “Görülüyor ki Kutsal Kitap (Tevrat) metniyle benzerlikler yok değil. Bunları belirleyelim. Her şeyden önce bu Cennet –ki Ortadoğu’da aynı kavram Sümer kökenli gibi görünüyor- belirli bir coğrafi konuma sahiptir. Gerçekten de Sümerlerin Cenneti yerleştirdikleri Dilmun ülkesi, olasılıkla, İran’ın güneybatısında bulunuyordu. Oysa, sümerleriyenen Sami halk Babilliler de kendilerine ait ‘Yaşayanlar Ülkesi’ni aynı bölgeye yerleştiriyorlardı. Kutsal Kitap’a (Tevrat’a) gelince; ‘Yahweh’nin, Doğu’nun köşesinde, cennette bir bahçe kurduğuna işaret eder (Yaradılış, II,8)…Bu bilgiler, Sümer Dilmun’yla Yahudi cennetinin tek bir kökende buluştuklarını düşünmeye olanak veriyor.”…(-Tevrat ile bir başka benzerlik olarak verilen de)…Havva’ya edilen lanet…” (x) şeklindeki benzerlik iddiaları ancak, Kutsal Kitap dedikleri Tevrat/İnciller ile sözkonusu edilebilir olur, Kur’an-ı Kerim ile ilgisi bulunmuyor…
Kur’an’ın bildirdiği Cennet, sadece Mezopotamya civarında değil, dünyada bile yok; evrenimizin hemen yanıbaşında (dışında) bizleri bekliyor, Kıyamet (Big Crunch) sonrası işlemeye başlayacak, sadece bu durum bile, Kur’an’ın farklılığını gösteriyor… Havva’ya edilen bir lanet olmadığını ise söylemeye gerek bile yok, İslam, diğer din denilenlerden ‘farkını’, ilahi olmasını hep sürdürüyor….  
Dillerin karmaşasından önce “tek dil” konuşulduğu metnin/şiirin ise, Tevrat’ın bir diğer yanlış (bilimdışı) önermesi olan “Babil Kulesi ve insanlığın doğması” hikayesini değil, Sümer(li)lerden önce yaşanan Altın Çağ dönemini ve bu döneme kadar insanlığın “aynı (tek) tanrı”ya inandığını gösteriyor ki, bu da, insanoğlunun, “Tanrı”ya ilk toplumsal isyanı olan Nuh Kavmi öncesini bildiriyor…    
Diğer taraftan, eğer Sümerler Kitab-ı Mukaddes denilen Tevrat ve İncilleri etkilemişse, Kitab-ı Mukaddes’te “Sümer’den bahsedilmeyişi” ‘sorunu’ da bulunuyor. “..akademisyenlerin genellikle Sümerle özdeşleştirdiği, ama aslında Sümercedeki ‘Sümer-Akad’ bileşik sözcüğünü karşılayan, oldukça belirsiz ‘Şinar’ sözcüğü dışında, bütün Kitab-ı Mukaddes’te Sümer’den hiç sözedilmediği görülmektedir…bu bir parça akıl bulandırıcı muammaya bir çözüm…Arno Peobel tarafından…bir makalede kısa bir yorum biçiminde önerilmiştir. Peobel’in önerisi Şarkiyatçılar arasında herhangi bir yankı uyandırmamıştır…Eğer Peobel’in varsayımının doğru ve Şem’in Şumer-Sümer ile özdeş olduğu ortaya çıkarsa, Kitabı Mukkaddes’in İbrani yazarlarının ya da en azından bazılarının, Sümerleri İbrani halkının atası olarak gördüğünü kabul etmek gerekir.” şeklindeki açıklama da zaten (x), Sümerler denilen insanlardan 19’uncu yüzyıla kadar bir şey gelmediğinin de delili oluyor…  
 Bilginin, Sümer(li)lerden, Kur’an’a geçtiği hangi akılla iddia edilebilir ki!..
Kur’an-ı Kerim’in Sümer(li)ler ‘kökeni’ olduğu iftirasını atan Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an’dan o kadar habersiz ki, Tevrat ve Kur’an’a göre tanrı 6 günde dünyayı yaratıp, yedinci gün dinlenmiş, diyor (x). Oysa, “6 günde yaratılan” ne dünyadır -çünkü evrendir-, ne de ‘yedinci gün’ Cumartesi dinlenmesi, Kur’an’da mevcut bulunuyor. Aksine, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği altı gün, hafta’nın altı (6) günü olmadığı gibi, Kur’an’ın, insanoğluna  bildirdiği, Allah’ın, “yorgunluk duyması” da sözkonusu edilemez (Kaf-50/38), edilmemesi gerekiyor. Bu gerçeğe rağmen de, bir yıl sonra çıkan, “İbrahim Peygamber” isimli kitabında da, yine aynı hatayı işliyor; “Kur’an’da da bütün varlıkların yaratılması altı gün sürüyor. Yedinci gün Allah dinleniyor.” diyor (x) ama, bilgisizliğini, bilmediğini bilmediğini de sergiliyor...
Bilmediğini de bilmeyenin, “Kur’an/Peygamber Sümerlerden aldı” demesi kolay da (!), bunun nasıl olabileceğinin de ortaya koyulması gerekiyor.
Sümerl(li)er denilen “sözde ulus/kültürün”, Kur’an’ın kökeni olduğu iddia edilebiliyorsa; o zaman, Kur’an’ın vahyedilmeye başlandığı M.S.610 civarında yaşamış (M.S.571-632) olan bir insanın, Peygamber Efendimizin; yaşadığı dönemden en az 3000 küsur yıl önce yaşamış olan Sümerler denilen insanlardan ve onlara ait Kil Tabletler’den haberdar olarak, Kur’an-ı Kerim'i yazmış olabileceği hangi akılla nasıl iddia edilebilir, oluyor?
Ya da Peygamberimizden yaklaşık 1200 yıl sonra, yani M.S.1840’larda bulunabilen ve ancak M.S.1870’lerde çözünüp-okunabilen Çivi Yazı’lı Kil Tabletler’den, Peygamber Efendimiz nasıl istifade ederek Kur’an-ı Kerim’i yazmış olabiliyor?
İslamın yayıldığı dönemde (M.S.610-632), Çivi Yazılı Tabletler okunuyordu da oradan mı alınmış, kullanılmış oluyor!..
Kil Tabletler Peygamber efendimiz zamanında “okunuyordu” da, sonrasında okunulması mı unutuldu ki, Efendimizden başkaları da okuyup istifade nasıl edememiş oluyor? 
Ya da O’nun okuması sonrası tabletler toprak altına mı gömüldü de (!), kimseler daha onları, asırlarca bulamadı da, bulunup okunacağı, 1850-70’li yıllara kadar saklı kaldı, öyle mi?..
Eğer, bu iddia edilebilecekse, bu nasıl bir saçmalık olur, oluyor?...
Kur’an’ın kökeninin Sümer kültürü olduğunu iddia etmek, bırakın ilmi olmayı, akli bile olmuyor. -Kur’an’ın yazarı Sümerlilerdir, iddiası, hangi akılla nasıl ileri sürülebiliyor?
‘Sümer Kraliçesi’ Muazzez İlmiye Çığ, ‘Sümer Kralınız’ Kramer’i de mi okumadınız; Sümerler 1850’ye kadar hiç bilinmiyordu, diyor: “Gariptir ki, bir yüzyıldan az bir süre önce Sümer kültürü hakkında hiçbir şey bilinmiyordu; hatta bir Sümer halkının ve dilinin varolabileceği de akla gelmiyordu… İkibin yıldan fazla bir süredir Sümer ismi bile insanların zihninden silinmişti…Sümerlerin diriltilmesi, ondokuzuncu yüzyıl biliminin ve klasik floloji araştırmalarının başarısıdır…19. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, bir zamanlar bir Sümer halkının ve dilinin varolduğunu hiç kimse bilmiyordu.” diyor (x). Gerçek bu olunca (o zaman), nasıl Kur’an’a, Sümerliller’den geçebiliyor!..
Sözde ‘Sümer Kraliçesi’, bu ne bilgisizlik oluyor?..      

  KUTSAL KİTAPLARIN KAYNAĞI SÜMERLERDİR  İDDİ(İFTİR)ASI

    MEZOPOTOMYA'DA BULUNAN KİL TABLETLER 1850 YILINDA BULUNMUŞ VE ANCAK 1870 YILINDA ÇÖZÜLÜP OKUNABİLMİŞTİR.YANİ KUR'AN'IN VAHYEDİLDİĞİ TARİHTEN 1200 YIL SONRA BULUNUP OKUNABİLEN  TABLETLERİN KUR'AN'A KAYNAKLIK ETMESİ NE KADAR   BİLİMSEL  VE OBJEKTİF  BİR İDDİA OLABİLİR !
   GILGAMIŞ  DESTANINI  , KENDİSİNDEN ÇOK ÖNCEKİ   BİR TARİHDE  YAZILMIŞ OLAN  ESKİ BİR TABLETİN İÇERDİĞİ BİLGİLERİ ÇARPITAN BİR VERSİYON OLDUĞU ARTIK BİLİNMEKTEDİR.1914  YILINDA ARNO REOBEL TARAFINDAN BULUNAN ASIL TABLETTE " ÇOK TANRICILIĞIN  BULUNDUĞU İDDİA EDİLEN DÖNEMDEN ÇOK ÖNCELERİ TARİHLERDE YERYÜZÜNDE TEK TANRI İNANCININ BULUNDUĞU ,İNSANIN BALCIKTAN  YARATILDIĞI VE TUFAN KARAMANI OLAN ZİUSUDRA İSİMLİ KİŞİNİN VAHİYLERE HER ZAMAN SAYGILI  VE  DİNDAR  BİR KRAL OLDUĞU " BİLGİLERİ YER ALIR !   

                                                          GILGAMIŞ, NUH  TUFANI

   Peygamber Efendimizin Kuran'daki bilimsel bilgileri dönemin ileri medeniyetlerinin kaynaklarından derlediğini öne sürülür.  Bu iddiaya göre Peygamberimiz, Kuran içinde bahsedilen astronomi, embriyoloji, tıp gibi kavramları eski medeniyetlerin bilgilerinden almıştır. Örneğin astronomi ile ilgili bilgileri Sümer kayıtlarında bulmuş, tıp bilgisini ise eski Mısır papirüslerinden alarak Kuran'a geçirmiştir.
Bu iddianın birçok yönden geçersiz olduğu açıktır. Öncelikle, Hz. Muhammed'in tüm hayatı boyunca böyle bir araştırmaya girmediği herkesçe bilinmektedir. Bunun aksini iddia eden de çıkmamıştır. Peygamberimizin tarihteki gelişmiş uygarlıkların lisanlarını bilmediği bellidir.
Öte yandan, o dönemde böyle bir araştırmanın içine girmek isteyen herhangi bir kişi, büyük zorluklarla karşılaşırdı. Şüphesiz ki 7. yüzyıl Arabistanı'nda büyük kütüphaneler, yazılı basın, kitapçılar veya internet ağı gibi bilgiye erişimi kolaylaştıran imkanlar mevcut değildi. Bugünün şartlarında bile, örneğin eski Mısır'ın embriyoloji bilgisini araştırmak isteyen bir insanın işi kolay değildir. Mısır uygarlığının kuruluşu günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncelerine dayanır. Eski zamanlardan bugüne ulaşan yazılı kaynaklar kısıtlıdır, üstelik bunların hepsinin tercümeleri de mevcut değildir. Tercüme edilebilenler ise, son derece özel bilgiler içerdiklerinden her yerde bulunmazlar. Ayrıca bu tercümeleri kavrayabilmek ve yorumlayabilmek için çok detaylı bir tarih bilgisine de vakıf olmak şarttır. Kısacası böyle bir araştırma günümüz şartlarında bile son derece zordur.
Kaldı ki, eski medeniyetlerden miras kalan tüm bilgilerin hepsinin doğru ve sağlıklı oldukları gibi bir durum da söz konusu değildir. Aralarında pek çok yanlış bilgiler, batıl inanışlar, hurafeler de bulunmaktadır. Eğer akılsızların iddia ettikleri gibi Kuran'ın bilimsel ayetlerinin eski medeniyetlerin kültürlerinden derlenmesi gibi bir durum olsaydı, elbette aralarında yanlış ya da tutarsız bilgilerin de bulunması gerekirdi. Oysa, Kuran bu tür eksikliklerden münezzehtir. İçindeki bilimsel ayetlerin hepsinin modern bilim tarafından yüzde yüz doğru oldukları ortaya konmuştur. Bu gerçek, "Onlar hâlâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı." (Nisa Suresi, 82) ayetinde de vurgulanmaktadır.
Bu nedenle Kuran'daki bilimsel ayetlerin, Peygamber tarafından başka medeniyetlerin kaynaklarından alındığı iddiası da, diğer iddialar gibi tamamen dayanaksızdır. Böyle insanların varlığı ve onlara verilmesi gereken cevap Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
İnkar edenler dediler ki: "Bu (Kur'an) olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler. Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." De ki: "Onu, göklerde ve yerde gizli olanı bilen (Allah) indirmiştir. Doğrusu O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Furkan Suresi, 4-6)
                                                             NUH VE TUFANI

Yazısına; "Nuh"un "tufan" öyküsü de, kendisinin "ne kadar yaşadığına ilişkin açıklama da "akıl ve bilim dışılık" için çarpıcı örneklerdendir. Diye başlayan Dursun, Nuh Peygamberin Kur’an’da 950 sene yaşadığını yazdığını bunun da Tevrat’tan (Tevrat, Tekvin, 9:29) alındığını söylüyor.Hikâye ve istihza tarzıyla kısaca anlattığı Hz. Nuh’un hayatından sonra, “Ve tüm araştırmacılar, Tevrat'taki bu öykünün kaynağının da "SÜMER TUFAN EFSANESİ" olduğunda birleşirler. Tevrat'tan bin yılı aşkın bir zaman öncesinin ürünü olan GILGAMIŞ DESTANI”nın  "efsane"deki adının, "Utnapiştim" olduğunu ve İlahiyatçıların da bunu kabul ettiğini söyleyerek, inandırıcı olmak için de 1932 yılına Ankara İlahiyat Fakültesinde yayınlanmış bir “araştırmayı” göstererek, “gerçekten çaplı incelemesinde” diyerek yazısını delillendirir.(!)
Önce  Ankara İlahiyat fakültesinin hangi amaçla kurulduğunun erbabına malum olduğunu söyleyip konuya geçelim.
1.1-Kur’an’ı Kerim; Tevrat, Zebur, İncil’i reddetmez onların da İlahi kaynaklı olduğunu, kaynaklarının bir olduğunu ama tahrif edildiklerini söyler. Dolayısıyla onlardaki bazı bilgilerin Kur’an’la benzerlik taşıması normaldir. Taberi, İbni Kesir, ve Hazin gibi tefsirlerde geçen Hz. Nuh’un yaşı ile ilgili rivayetler, Yahudi kökenli olan insanlardan gelen ve onların dinlerinde olan rivayetlerdir.
1.2-Hz. Peygamberin, Hz. Nuh’la ilgili kıssayı Tevrat’tan aldığını söyleyen T.Dursun, anlaşılan Nuh suresinin Mekke’de indiğinden habersizdir. Okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber’in Tevrat’ı okuması mümkün olmadığı gibi kendisinden Mekke’de bilgi alabileceği bir yahudi de yoktur.
1.3-Günümüzdeki arkeolojik bulguların tamamen doğru olduğunu varsayarak hareket eden Dursun, bu tavrıyla arkeoloji ilminin tamamen önünü kapayarak yeni bir bulguyu kabul etmeyecek bir tavır sergilemiştir.
1.4-Tevrat’ta ve Kur’an’da 950 sene yaşadığı bildirilen Nuh Peygamberin, bu kadar yaşayamayacağını söyleyerek de sanki o dönemde yaşamış, olaylara şahit olmuş gibi konuşarak “bilimi, kutsal inek” kabul eden insanın tavrını çizmiştir. Bulunacak bir arkeolojik bulgunun insanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacağından habersizdir.
1.5-Eminiz ki, Arapça cümlelerin nasıl tahrif edileceği konusunda uzman olan Dursun, Sümer yazıtlarının tercümelerine de güvenmemiş oturup Sümerceyi öğrenmiş ve yazıtları orijinalinden okuyarak konuya vakıf olmuş, okuyucusuna öyle sunmak istemiştir. Zaten bir dinler tarihi uzmanından da bu beklenir.
1.6-Hatta bununla yetinmemiş, Afrika, Mezopotamya, Amerika, Çin, eski yunan medeniyetlerini en ince ayrıntısına kadar araştırmış, 1985 te bulunan Yonaguni piramitleri ve Taiwan açıklarındaki Hujing su altı kenti hakkında yeterli araştırmaları yapmış ve hatta o bölgeye gidip, dalarak gerekli tüm belgeleri araştırmacılardan önce bulmuş tufan ile bulguları araştırmış sonra okuyucuya sunmak istemiştir.
1.7-Umarız ki, araştırmacıların dediği, "Yaratılış" ve "tufan" gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan ilk dinsel anlatılar önce Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından kayıt edildi." Cümlesindeki “kayıt” ile "ilk defa onlar tarafından yazıldı" ifadelerinin farkını kavrayabilecek anlayışa sahiptir.
2.1-Herhalde aşağıda vereceğimiz bulgulardan da haberdardı:
Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da mitolojik bir hikâye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı.Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir…
İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak görülüyordu. Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley, vakit kaybetmeden aynı yerde kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı. Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti.
     Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete uğradığı ve kültür izlerinin tamamıyla gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir. Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse tufanın ne zaman meydana geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır...
3.1-Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anıla gelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.
    Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam âlimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris (a.s) hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlâk ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hâkim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir.Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır. İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh’un (a.s.) mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh’a (a.s.)  nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh’un (a.s.) mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir. 23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır.Kabul edip etmemek kâfirlerin bileceği bir şeydir.


                      Peygamber, başka medeniyetlerin kaynaklarından aldıkları haberleri aktarıyor iddiası
     “Muazzez İlmiyesi, kendisini Çığ” gibi cehalete ve İslam düşmanlığına kadar götüren, normal düşünme yaşını bir hayli geçmiş bir antropolog’un ortaya attığı, Kur’anı Kerimdeki bazı kıssaların, M.Ö. 3500-M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanından alındığı iddiası, bazı çevrelerde yankı bulmuş ve “Mal bulmuş mağribi” gibi bu saçma iddiaya sarılmışlardır.1-Anu/An: Gök tanrısı, Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, Enki: Bilgelik tanrısı, Nimmah (Ninhursag): Ana-tanrıça, Nanna (Sin): Ay tanrısı, Utu (Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna'nın oğlu, İnanna (İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası gibi birçok tanrıya inanan çok tanrılı Sümerlerin, Tek Tanrı inanışına sahip olan İslam'la kaç tane ortak özelliği vardır ki? Ayrıca Sümerlerin Destanındaki nadir bazı olayların semavi dinlerdeki olaylarla aynı olması, İslam’ın bu destandan alındığını değil, ancak ve ancak ortak köklerinin aynı olduğunu gösterir. Çünkü yüce Allah “Peygamber göndermedikçe azap etmeyeceğini” bize Kur’an da bildirmiştir. Adem’den (a.s), Hz. Muhammed’e (a.s.) kadar tüm topluluklara binlerce Peygamber gönderilmiştir. Sümerlere gönderilen Peygamber de Hz. İbrahim (a.s.)dir.Ve unutmayalım ki efsanelerin temeli gerçek olaylardır!2-Katıldığı başlıca kazılar Mari (1952–1953) ve Uruk/Varka kazıları (1958-1959; 1962-1963; 1964) olan, 1914 yılında Provence’ta dünyaya gelen, ünlü Asur bilimci Jean Bottero'nun, "4 yıllık çalışmasından sonra" Fransızcaya çevirdiği ve dipnotlarla zenginleştirdiği Gılgamış destanını, Hz. Peygamber’in (a.s.) daha o devirde öğrenmesi, Yaratılış ve Nuh tufanı olaylarını oradan alıntı yapma ihtimali ne kadardır? Çünkü Sümerlerin yıkıldığı tarih esas alınsa bile, Hz. Peygamber (a.s.) ile aralarında 2500 yıllık bir süre söz konusudur.   Ayrıca Nuh Tufanı ile ilgili diğer bir yazı için

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder