(Alıntı- Marifetname)
Bu dünyâ, (güneş, ay, yılzdızlar. gezegenler ve bilmediğimiz diğer ecsâm) birinci kat semânın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. Birinci kat sema ve içindekiler, ikinci kat semânın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci kat sema her biri diğerinin yanında o nisbette yer kaplar.
Vesia kürsiyyuhus-semēvēti vēl ard.
Vesia kürsiyyuhus-semēvēti vēl ard.
“Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onları süsledik.”
“Burç, lügatte kale, hisar, menzil, büyük yıldız manasınadır. Cem’i “buruç”tur. Gökte güneşin, ayın ve seyyâre denilen yıldızların bulundukları menzillere, medârlara, hareket noktalarına burûç denilmektedir ki, başlıca on iki burca ayrılmıştır. Bunlara; Hamel, Sevr, Cevzâ, Seratân, Esed, Sünbüle, Mîzân, Akrep, Kavs, Cedi, Delv, Hût namı verilmiştir. Bunlardan Esed burcu güneşe, Seratân burcu kamere aittir. Hamel ve Akrep burçları, Merih yıldızına, Sevr ile Mîzân burçları Zühre yıldızına aittir. Cevzâ ile Delv burçları da Zuhâl yıldızına ait bulunmuştur…”
Burç kavramı Astronomi’de: “Güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği belli sembollerle gösterilen on iki takımyıldızdan her biri” olarak tanımlanmaktadır.
İnsanlık tarihinde burçlarla ilgili en erken bilgilere Sümerler döneminde rastlanmıştır. Konu daha sonra farklı birçok uygarlıkta ve Yahudi-İbranî literatüründe de yer almıştır. Bu kaynaklarda burçların sayısının on iki ol- duğu bilgisine rastlanılmakla birlikte, zikredilen sayının daha fazla olduğunu söyleyenler de olmuştur. Örneğin “Milattan önce IV. Yüzyılda yaşayan Grek matematikçisi Eudoxus kırk dört burç adı saymaktadır. Ptolemy/Batlamyus (m.s. 100–178) ise kırk sekiz burç sıralar.” Ptolemy ve Eudoxus tarafından yapılan bu sınıflandırmalar sadece kuzey yarım küre gök haritasını ifade et- mektedir. Güney yarım küre gök haritasındaki takımyıldızları daha sonraki dönemlerde belirlenmiş ve gökyüzündeki takımyıldızlarının sayısı bazı as- tronomlar tarafından yüz sekize kadar çıkartılmıştır. Son olarak, Uluslararası Astronomi Birliği gökyüzünü seksen sekiz takımyıldıza bölmüştür.18 Bu da bize göstermektedir ki Astronomi ilmi açısından burçları on iki ile sınırlan- dırmak mümkün değildir. Burçların sayısının daha fazla olduğunu ifade eden Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö. 1361/1942) on iki burcun itibari olduğunu, diğerlerinin değil de bu on ikisinin “burç” olarak adlandırıldığı malumatına yer vermektedir. Bu gün kullanıldığı şekliyle on iki burcun adları ise Latin literatüründe ortaya çıkmıştır.
Yeryüzünde meydana gelen olayların, gök cisimlerinin özellikleri ve hareketleri ile ilgili olduğu prensibi üzerine kurulu olan astroloji bilimi, İslâm literatüründe ilm-i nücûm, ilm-i ahkâm-ı nücûm, ilmü’t- tencîm gibi isimlerle anılır. Her insan, hayvan, bitki ve maden gök cisimlerinin etkisi altındadır. Gök cisimlerinin etkisi, her birinin kendi özellikleri, dünya ve diğer yıldızlara göre olan konumlarına göre değişir; bunları bilmek ve bunlardan hüküm çıkarmaksa müneccimin görevidir. Astroloji, sultanların saraylarında olduğu gibi halk arasında da yaygınlaşmış, özellikle hüküm çıkarmakla ilgili kısımlar pek çok kitapta ele alınmıştır.
İlm-i ahkâm-ı nücûm’un temeli olan yedi gezegen (seyyâre) Kamer’e (Ay’a) olan uzaklıklarına göre, Zuhal (Satürn), Müşteri (Jüpiter), Mirrih (Merih), Şems (Güneş), Zühre (Venüs), Utarid (Merkür) şeklinde sıralanır. Bu yıldızların belirli özellikleri vardır: Zuhal nahs-ı ekber, Müşteri sa‘d-ı ekber, Mirrih nahs-i asgar, Zühre sa‘d-i asgar, Utarid debîr-i semâ, Şems neyyir-i a‘zam, Kamer neyyir-i asgardır. Şems’i gezegenler arasında sultan-ı cihan kabul eden müneccimlere göre diğer gezegenlerin, sultanın mahiyetinde görevleri vardır. Buna göre Kamer veziri, Zühre çalgıcısı, Müşteri kadısı, Utarid kâtibi, Zuhal hazinedarı ve Mirrih seraskeridir.
Şems’in dönencesi burç denen on iki kısma ayrılmış, her kısımdaki sabit yıldızlar ise durum ve şekillerine göre isim almışlardır. Bunlar Hamel (Koç), Sevr (Boğa), Cevza (İkizler), Seretan (Yengeç), Esed (Aslan), Sünbüle (Başak), Mizan (Terazi), Akreb (Akrep), Kavs (Yay), Cedy (Oğlak), Delv (Kova) ve Hût (Balık) burçlarıdır.
Arapların çölde yaptıkları gözlemlere göre Kamer, felekleri yirmi sekiz gecede kateder. Kamer’in, her gece bulunduğu yere göre tespit edilmiş yirmi sekiz menzili vardır. Bu yirmi sekiz menzil sırasıyla şunlardır: Şerateyn, Butayn, Süreyya, Deberân, Hek‘a, Hen‘a, Zirâ‘, Nesre, Tarfe, Cebhe, Zübre, Sarfe, Avvâ, Simâk, Gafr, Zubânâ, İklîl, Kalb, Şevle, Ne‘âyim, Belde, Sa‘d-ı zâbih, Sa‘d-ı Bulâ‘, Sa‘dü’s-su‘ûd, Sa‘dü’l- ahbiye, Ferg-i evvel, Ferg-i sânî ve Rişâ. Bu menzillerin kimi uğurlu, kimi uğursuz olarak nitelendirilmiş, buna göre her menzilde yapılması gereken işler tespit edilmiş
Burç kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de tekil isim olarak yer almaz. Çoğulu “Burûc” ise Kur’ân’da dört yerde geçmektedir. Ayrıca kelimenin, tefe’ül/لعّ فت babındaki kullanımı Ahzab Sûresi 33. âyette ve aynı bâbtan türeyen bir ism-i fâili de Nûr Sûresi 60. âyette mevcuttur. Türevleri ile Kur’ân’da toplam altı âyette yedi kez geçen kelimenin bu âyetlerde kullanıldığı anlamları şu şekilde tespit etmek mümkündür:
Semâ kavramı; Kur’ân-ı Kerîm’de, her hangi bir mekânla irtibatlandırılacak şekilde yukarı, üst, yüksek anlamlarında da kullanılmıştır. Bu kullanım, birçok mekânsal yüksekliği içerisinde barındırmaktadır. Örneğin Kur’ân’da; ‘evin tavanı’ için semâ kelimesi kullanılırken; kelimenin, atmosferin yeryüzüne en yakın olan ve içerisinde hava olaylarının (bulut, rüzgâr, yağış v.s.) gerçekleştiği katmana da sema denmiştir. Bununla birlikte ‘en yakın gök’ terkibindeki gök kelimesi, yıldızlarla süslendiği Kur’ân’da ifade edilen ve yıldızların tamamının içerisinde bulunduğu alan manasındadır. O halde Kur’ânî bağlamda burçlara bir yer tespit edebilmek için, Kur’ân’da semâ kavramı ile tam olarak neyin kastedildiğine odaklanmak gerekmektedir. Dolayısıyla kavramın bütün bu kullanımlarına ek olarak Kur’ân’daki “yedi kat gök” ifadesi de burada önem arz etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde gökyüzünün yedi kat olarak yaratıldığı vurgulanmaktadır. Farklı âyetlerde de en yakın göğün yıldızlarla süslendiğine işaret edilmektedir. İşte bu iki husus, bizim “yedi kat gök” kavramını anlamlandırmada hareket noktamız olacak niteliktedir. Konuya tam da bu noktadan bakan Ahmed Naim’in (ö. 1353/1934) tespitleri ise, üzerinde durulmaya değer nitelikledir. O, Kur’ân’daki “yakın göğün yıldızlarla süslendiği” bilgisinden yola çıkarak birinci semâyı, yıldızların bulunduğu alanın ötesinden başlatmaktadır. Daha sonra da yıldız ve gök cisimlerini kuşatan yakın semâyı ikinci bir semâ’nın, onu da kuşatan üçüncü bir semâ’nın olduğunu ve bunun yedi semâya kadar vardığını ifade eder. Ahmed Naim, Yedi kat göğü böyle bir uzaklık/büyüklük ile ele aldıktan sonra Hz. Peygamber’in (a.s.) bir hadîsini zikrederek gökler ile ilgili şu tabloyu ortaya koyar. İlgili hadîs’te Peygamber Efendimiz Ebu Zer’e hitaben: “Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yer Kürsî’ye nispeten bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkasından fazla bir şey değildir. Arş’ın Kürsî’ye nazaran büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir.”1 buyurmaktadır. Her ne kadar “en yakın sema” olarak bahsedilen kısmın -Ahmed Naim’in ifade ettiği gibi- yıldız ve gök cisimlerinin bulunduğu alandan ötesi için kulla- nılabilmesi muhtemel olsa da; “en yakın semâ” lafzıyla işaret edilen yerin biz- zat bu gök cisimlerini içine alan mekân manasında olması da mümkündür. Birinci semânın maddî alem diğerlerinin ise mânevî semâlar olduğu şeklindeki görüşleri de dikkate alacak olursak Astronomi’nin inceleme alanı olan gök ile Kur’ân’ın bahsettiği gök birbirinden ayrılmaktadır. Ancak her halükarda araştırmamızın konusunu teşkil eden burçlar (ya da takımyıldızlar) hem âyetlerde ifade edilen en yakın gök içerisinde hem de Astronomi’nin çalışma alanı içerisinde değerlendirilecek bir konudur.
Allah Teâlâ’nın gökyüzünde burçlar yarattığı ve yine o burçları onlara bakanlar için süslediği ve taşlanmış her şeytana karşı koruduğu, oradan kulak hırsızlığı yapanlar (şeytanlar) bulunursa onları takip eden bir alev topunun olacağı ifade edilmektedir.
Âyetleri bir bütün olarak ele aldığımızda, burçlar ile şeytanların kulak hırsızlığı yapmaya çalışmaları arasında bir bağ ortaya çıkmaktadır. Aradaki bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde yorumlanmasıyla, Kur’ân-ı Kerîm’deki burçların ne anlama geldiği daha belirginleşecektir. Bu durumda Hicr Sûresi’nde yer alan istirak-ı sem’/kulak hırsızlığı kavramıyla yakından alakalı âyet-i kerîmeleri de analize dahil etmek gerekecektir.Cinlerin kulak hırsızlığı yapmaya çalışmaları Saffât sûresinde şöyle anlatılmaktadır: “Biz en yakın göğü, bir süsle; yıldızlarla süsledik. Ve onu itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk. Onlar artık mele-i a’lâya kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar. Kovulup atılırlar ve onlar için sürekli bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delip geçen bir parlak ışık takip eder.”
Olay, Cin sûresinde ise şöyle zikredilir: “Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık. Fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki biz onun bazı kısımlarında dinlemek için oturacak yerler bulup otururduk. Fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev huzmesi buluyor. Bilmi- yoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa rableri onlara bir hayır mı diledi?” Şuarâ sûresindeki ayetlerde ise: “O’nu (Kur’ân’ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez; zaten buna güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır.”
Hicr, Saffât, Cin ve Şuarâ Sûreleri’nde anlatılan, cin ve şeytanların semâdaki burçlara çıkıp kulak hırsızlığı yapmaya çalışmalarını Rasulullah (a.s.) şöyle anlatmıştır:
“Cenab-ı Hak gökyüzündeki meleklere bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman Allah Teâlâ’nın -düz bir taş üstünde (hareket ettirilen) zincir sesi gibi (mehabetli) olan- bu ilahi hükme melekler tamamıyla inkiyâd ederek (korku ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler, Ceb- rail ve Mikail gibi mukarrabîn meleklerine:
—Rabbiniz ne söyledi? Diye sorarlar. Mukarrabîn melekleri:
—Allah’ın söylediği hak sözdür, diye Allah’ın hüküm ve takdirini bildirir- ler ve: Allah yücedir, Allah büyüktür, derler. Bu suretle kulak hırsızı şeytanlar Allah’ın o emir ve takdirini işitirler. O sırada kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazır- lanmış) bulunurlar. Şeytanlar bu vaziyette iken bazı defa meleklerin diyaloğunu işiten en üstteki şeytana bir ateş parçası yetişip altındaki şeytana o haberi işittir- meden onu yakar. Bazı defa da ateş erişmeyip altındaki şeytana haberi verir. O da altındakine vererek bu suretle yere kadar haber ulaşır ve sihirbazın ağzına verilir. Şimdi sihirbaz o haberle beraber yüz yalan uydurup (halka söyler) ve emr-i ilahi yeryüzünde tahakkuk edince sihirbaz doğru çıkmış olur ve ondan bu haberi işitenler halka:
—Nasıl size vaktiyle şöyle şöyle olacak diye bunları birer birer haber verme- miş miydim? Gördünüz ya sihirbazın gökyüzünden işittim dediği sözünü hak ve doğru buluyoruz, derler.”
Diğer bir rivâyet şöyledir:
Abdullah İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Peygamber’in Ensar’dan olan sahabeden biri bana haber verdi ki kendileri bir gece Rasulullah (a.s.) ile beraber otururlarken bir yıldız atılmış /kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasulullah da onlara: “Cahiliye devrinde bunun gibi bir yıldız atıldığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: “Allah ve Resulü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu ve büyük bir kimse öldü derdik.” dediler. Rasulullah: “Şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lakin ismi çok mübarek ve âli olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman hameletu’l-arş tesbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli tesbih eder. Nihâyet bu tesbih şu yakın semâ ehline ulaşır. Sonra arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, arşı taşıyan meleklere: Rabbiniz ne buyurdu? diye sorarlar. Onlar da bu taraftakilere, Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahalisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu yakın semâ’ya ulaşır. Bu esnada cinler, kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi dostlarına fırlatırlar /söylerler ve bu yıldızla kendileri taşlanırlar. İşte bu vecih üzere yani kendisinde hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey, sabittir, vakidir. Lakin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar.”
Konuyla ilgili benzer bir rivâyette de İbn Abbas (r.a.) kendi ifadesiyle konuya şöyle değinir:
“Cinler göğe çıkarlar ve vahyi dinlerlerdi. Bir kelime işittikleri vakit ona, dokuz ilave ederlerdi. O kelime hak, ilave ettikleri şey ise batıl oluyordu. Rasulullah (a.s.) gönderilince, (gökteki) oturma yerlerinden atıldılar. Sonra durumu İblis’e anlattılar. Bu hadiseden (Peygamberin gönderilmesinden) önce (cinleri kovmak için) yıldız atılmıyordu. İblis onlara: “Mutlaka bu, yeryüzünde meydana gelen bir hadise yüzünden olmuştur!” dedi. Sonra İblis, askerlerini gönderdi. Bunlar Rasulullah’ı (a.s.) iki dağ arasında -zannedersem Mekke’de, dedi- ayakta namaz kılarken buldular. Sonra İblis ile buluştular ve ona bildirdiler. İblis: “Dünyada meydana gelen hadise işte budur!”dedi.”
İlgili âyetler ve bu hadîslerin ışığında, burçların “meleklerin içerisinde iskan ettikleri mekanlar” olduğu fikri daha da ön plana çıkmaktadır. Zaten yukarıda Atıyye bin Sa’d’dan zikredilen görüşte burçlar; “İçerisinde muhafızları olan saraylar” olarak tavsif edilmişti. Ayrıca Saffât Sûresi’nin baş kısmı da konumuzla ilgili bir muhtevaya sa- hiptir. Allah (c.c.) bu âyetlerde saf saf dizilen, haykırıp da süren (yani def edici) ve o yolda zikir okuyanlara yemin etmektedir. Daha sonraki âyetler ise Allah’ın tek olduğu, yer, gökler ve bütün maşrıkların rabbi olduğunu ifade eder ve sonrasında da kulak hırsızlığı yapmaya çalışanları anlatır. Burada adeta bir ordu gibi saf saf duran oraya gelen casusları def eden ve orada zikir61 oku- yan meleklerin varlığından bahsedilmektedir.62
Bu durumda burçlar; Zemahşerî (ö. 538/1144) ve Kadı Beydavî’nin (ö. 685/1286) vermiş olduğu farklı manada da anlaşılabilir: “Burçlar: gök kapılarıdır. İndirilecekler oradan indirilir.” Bu yorum, Kur’ân’da bahsedilen burçların mahiyeti ve işleviyle alakalı tamamlayıcı bir yorum niteliğine sahip görünmektedir.
İçerisinde meleklerin bulunduğu ve Allah Teâlâ’nın emirlerinin kendile- rine iletildiği hisar, kale veya burçlar ile ilgili bu bilgiler, bize; burçların yeryüzündekileri andırırcasına âlî bir mevkide, gösterişli, korunaklı, muhkem olmasının yanında güçlü muhafızlar tarafından da hiçbir taviz verilmeksizin korunduğunu göstermektedir. Nitekim burçların, yer halkı ve hatta bütün kâinat için önemli haberlerin bulunduğu ve buralarla ilgili verilen ilahi hü- kümlerin burçlarda bulunan görevli melekler tarafından tekrar edilip o emir- lerin icra edilmeye başlandığı çok stratejik bir nokta olduğunu söyleyebiliriz.
Öyleyse Astronomi ilmi içerisinde farklı sayılar ile ifade edilen burçlar en yakın semâ içerisinde tahayyül edilen sayılardan çok daha fazla da olabilir. Ayrıca burçların Kur’ân-ı Kerîm’de konu edilmesi, Astronomi’dekinden, gaye olarak da farklılık arz etmektedir. Binaenaleyh araştırma hedef, teknik ve yön- temleri açısından Astronomi “takımyıldızları” olarak tanımladığı burçların nasıllığı üzerinde araştırma yaparken Kur’ân, onların ne için var olduğundan bahsetmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de burçların bu şekilde ele alınması aynı zamanda Astroloji’de konu edilen burçlar ve mahiyetinden ciddi oranda bir farklılık arz eder. Burçların mahiyeti ile ilgili zikredilen hususlardan yola çıkarak burçların yeryüzü için aktif bir rolü mümkün görülebilir. Ancak böyle bir etki, onların bizzat var oluşları ile değil de ilahi emirlerin oradan icraata konulması şeklin- dedir. Dolayısıyla da Astroloji’deki burçların insan karakterinin oluşmasına etki etmesi fikrinden farklı bir durumdur.
Âyetlerdeki burç ifadesiyle; Astronomi ve Astroloji’de incelenen burçların kastedildiğini serdeden müfessirlerin görüşleri âyetin muhtemel anlam- ları içerisinde görülebilir. Ancak özellikle yukarıda değindiğimiz hususiyetlerden dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de burçlarla kastedilenin, hem Astronomi hem de Astroloji’deki manasından farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu haliyle de burçların mahiyeti ve işlevlerinin geçmişte ve günümüzde genel olarak kabul edilenin aksi bir konumda olduğu sonucuna varılabilir.
Gerek Astroloji ve gerekse burçlarla alakalı bir diğer konu da kehanet- tir. Astrologlar, gök cisimlerinin hareketleri ve konumlarından istifade ederek muhatabına gelecek ve geçmiş ile ilgili haberler de vermektedirler. Bu çıkarımlarda ise burçlar ön planda tutulmaktadır.
Gelecekten haber verme konusu gerek Kur’ân-ı Kerîm’de ve gerekse Hz. Peygamber’in (a.s.) hadîs-i şerîflerinde kesin ifadelerle işlenmiştir. Gelecek, her şeyden önce İslamî literatürde gaybî bir konudur. “Gayb”a ait konular ise -İslam düşüncesinde- tasarrufu sadece Allah’a (c.c.) ait konulardır ve yine O’nun tasarrufuyla kendisine bu ilmden verilen kişilerce (bir kısım gaybî ko- nular) bilinebilir. Bu ise çok sınırlıdır ve “hariku’l-âde/sıra dışı/mucize” olarak kabul edilir. Bu durumda mahiyet itibariyle kehânetin, hakikat ile bir alakası olmadığı gibi dinen de yasaklandığını görüyoruz.
Hz. Peygamber (a.s.), “Arrâf ” denilen ve gelecekten haber verdiğini söyleyen kişilere gidip onları tasdik edenlerin, kendisine indirilen Kur’ân’ı inkâr ettiğini” ifade eder. Bir hadîsinde ise “Böyle kişilerin kırk gece namazı kabul olmaz” der.
Başka bir rivâyette Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî: “Ben, ‘Ya Rasulallah! Bir takım işler vardır ki, cahiliye devrinde biz onları yapardık. Bizler kâhinlere giderdik.’ der. Rasulullah da (a.s.): ‘Sizler kâhinlere gitmeyiniz.’ buyurur. Bunun üzerine (Muaviye) tekrar: ‘Biz teşe’um ederdik’ der. Rasulullah: ‘Bu herhangi birinizin gönlünde hissettiği asılsız bir şeyden ibarettir. Binaenaleyh böylesi asılsız şeyler sakın sizleri kastedip giriştiğiniz işlerden men etmesin.’ buyurur.”
İSLAM'A GÖRE ASTROLOJİ NEDİR?
Astroloji, yıldızların hareketlerinden hüküm çıkartma bilimidir. İnsanların kendilerini ve başkalarını daha iyi tanımasını temin eder. Yunanca Astra (yıldız) ve Logos (mantık) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir.
Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların insanların üzerindeki etkisini yorumlayan ve binlerce yıllık istatistiklere dayanan Astroloji, insanlık tarihi kadar eski bir bilim olarak kabul edilir. Bir başka ifadeyle Astroloji bilimlerin en eskisidir ve bir çok alanda uygulanmaktadır.
MÖ 3000 yıllarında Kaldaeliler’in bu ilmi en açık şekilde uyguladıkları, ancak ilk kayıtların çok daha eskilere, MÖ 5000 yıllarına dayandığı bilinmektedir. Tarihi kayıtlara göre, her çağda bütün medeniyetlerde Astroloji ilminin uygulandığını görüyoruz. Babillilerde, Mısırlılarda, Hintlilerde, Çin’de, Mayalarda, Yunanlılarda, Romalılarda, Araplarda ve Osmanlılar’da uygulandığı kayıtlar arasındadır.
Alemlerin yaratıcısı olan Allah (cc), insanlara doğru yolu göstermeleri için gönderdiği peygamberlerin her birine farklı konularda ilim vermiştir. Kalemi bulan ve onunla yazı yazabilen ilk peygamber olan İdris Aleyhisselam’a da “Burçlar İlmi/Astroloji” (İlm-i Nücum) verilmiştir. Dini kayıtlara göre, Allahü Tealanın izniyle göğe çıkan ve 4. Kat Sema’nın kendisine mekan olduğu ifade edilen İdris Aleyhisselam bu ilmiyle Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların, insanlar ve diğer yaratıklar üzerindeki etkisine vakıf olmuş, bunu ümmetine anlatmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de burçlarla ilgili olarak mealen “And olsun, gökte burçlar yarattık ve onu gözleyenler için hayrete düşürecek yıldızlarla süsledik” (Hicr-16) ve “Gökte burçlar kılan, onların içine bir aydınlık ve nurlu bir Ay var eden (Allah) ne yücedir” (Furkan-61) gibi ayetler yer almaktadır.
Bir çok İslam alimi de, Astroloji ilmini inceleyerek bu konuda eserler vermişlerdir. Bunlardan birisi olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname” adlı eserinde Astroloji ile ilgili hayli bilgi aktarmıştır. Marifetname’de, büyük İslam Alimi Seyyid Şerif Cürcani’nin “Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için Astronomi ilmi, Allahü Tealanın varlığını anlamaya çok yardım eder” dediği belirtiliyor. Yine aynı eserde İmam-ı Gazali’nin (ra) “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü Tealanın varlığını ve kudretini anlayamaz” ifadelerine yer veriliyor.
Burçlar ve gezegenler sebeptir
Marifetname’de Astroloji ile ilgili olarak özetle şu ifadeler yer almaktadır:
“Yıldızlar, meleklerin elinde mecbur ve hüküm altındadır. Melekler de Allah’ın (cc) emri altındadır. Hepsi de O'nun irade ve kudreti ile hareket ederler. Mesela, Güneş kuru, sıcak tabiatlıdır. Ay ise soğuk ve rutubetlidir. Yıldızlar bu keyfiyetleri ile alemde etkili olurlar. Fakat bütün bu işlerin sadece yıldızlara bağlanması yanlış olur, çünkü yıldızlar da, Hak Tealanın hükmüyle bu tasarrufu yapmaktadır.
Uzaydaki yıldızlar ve güneş sistemindeki gezegenler ateş, hava, su, toprak gibi unsurlar ile madenler, bitkiler ve hayvanlar üzerinde etkili olurlar. Gerçek etkili olan ise Allahü Tealadır. Burçlar ve gezegenler ise sebeptirler."
Bütün gök cisimlerinin yer cisimleri üzerinde çeşitli etkileri olduğuna işaret edilen Marifetname’de, insanların, şekil, hal, ahlak ve tavırlarının; henüz ana rahminde nutfe iken, burçlardan gelen kozmik ışınımın ihtiva ettiği mananın beyinlere işlenmesi ile meydana geldiğine işaret edilmektedir.
Hüseyin Türkoğlu'nun Burçlar adkı kitabından (Sarı Papatya Yayınları] alıntıdır
Uzaydaki yıldızlar ve güneş sistemindeki gezegenler, ateş, toprak, hava, su gibi unsurlar ile madenler, hayvanlar ve bitkiler üzerinde etkili olurlar. Gerçek etkiyi yaratan ise Allahü Tealadır. Burçlar ve gezegenler sebeptirler.
(Alıntı- Marifetname)
“Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onları süsledik.”
“Burç, lügatte kale, hisar, menzil, büyük yıldız manasınadır. Cem’i “buruç”tur. Gökte güneşin, ayın ve seyyâre denilen yıldızların bulundukları menzillere, medârlara, hareket noktalarına burûç denilmektedir ki, başlıca on iki burca ayrılmıştır. Bunlara; Hamel, Sevr, Cevzâ, Seratân, Esed, Sünbüle, Mîzân, Akrep, Kavs, Cedi, Delv, Hût namı verilmiştir. Bunlardan Esed burcu güneşe, Seratân burcu kamere aittir. Hamel ve Akrep burçları, Merih yıldızına, Sevr ile Mîzân burçları Zühre yıldızına aittir. Cevzâ ile Delv burçları da Zuhâl yıldızına ait bulunmuştur…”
Burç kavramı Astronomi’de: “Güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği belli sembollerle gösterilen on iki takımyıldızdan her biri” olarak tanımlanmaktadır.
İnsanlık tarihinde burçlarla ilgili en erken bilgilere Sümerler döneminde rastlanmıştır. Konu daha sonra farklı birçok uygarlıkta ve Yahudi-İbranî literatüründe de yer almıştır. Bu kaynaklarda burçların sayısının on iki ol- duğu bilgisine rastlanılmakla birlikte, zikredilen sayının daha fazla olduğunu söyleyenler de olmuştur. Örneğin “Milattan önce IV. Yüzyılda yaşayan Grek matematikçisi Eudoxus kırk dört burç adı saymaktadır. Ptolemy/Batlamyus (m.s. 100–178) ise kırk sekiz burç sıralar.” Ptolemy ve Eudoxus tarafından yapılan bu sınıflandırmalar sadece kuzey yarım küre gök haritasını ifade et- mektedir. Güney yarım küre gök haritasındaki takımyıldızları daha sonraki dönemlerde belirlenmiş ve gökyüzündeki takımyıldızlarının sayısı bazı as- tronomlar tarafından yüz sekize kadar çıkartılmıştır. Son olarak, Uluslararası Astronomi Birliği gökyüzünü seksen sekiz takımyıldıza bölmüştür.18 Bu da bize göstermektedir ki Astronomi ilmi açısından burçları on iki ile sınırlan- dırmak mümkün değildir. Burçların sayısının daha fazla olduğunu ifade eden Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö. 1361/1942) on iki burcun itibari olduğunu, diğerlerinin değil de bu on ikisinin “burç” olarak adlandırıldığı malumatına yer vermektedir. Bu gün kullanıldığı şekliyle on iki burcun adları ise Latin literatüründe ortaya çıkmıştır.
Yeryüzünde meydana gelen olayların, gök cisimlerinin özellikleri ve hareketleri ile ilgili olduğu prensibi üzerine kurulu olan astroloji bilimi, İslâm literatüründe ilm-i nücûm, ilm-i ahkâm-ı nücûm, ilmü’t- tencîm gibi isimlerle anılır. Her insan, hayvan, bitki ve maden gök cisimlerinin etkisi altındadır. Gök cisimlerinin etkisi, her birinin kendi özellikleri, dünya ve diğer yıldızlara göre olan konumlarına göre değişir; bunları bilmek ve bunlardan hüküm çıkarmaksa müneccimin görevidir. Astroloji, sultanların saraylarında olduğu gibi halk arasında da yaygınlaşmış, özellikle hüküm çıkarmakla ilgili kısımlar pek çok kitapta ele alınmıştır.
İlm-i ahkâm-ı nücûm’un temeli olan yedi gezegen (seyyâre) Kamer’e (Ay’a) olan uzaklıklarına göre, Zuhal (Satürn), Müşteri (Jüpiter), Mirrih (Merih), Şems (Güneş), Zühre (Venüs), Utarid (Merkür) şeklinde sıralanır. Bu yıldızların belirli özellikleri vardır: Zuhal nahs-ı ekber, Müşteri sa‘d-ı ekber, Mirrih nahs-i asgar, Zühre sa‘d-i asgar, Utarid debîr-i semâ, Şems neyyir-i a‘zam, Kamer neyyir-i asgardır. Şems’i gezegenler arasında sultan-ı cihan kabul eden müneccimlere göre diğer gezegenlerin, sultanın mahiyetinde görevleri vardır. Buna göre Kamer veziri, Zühre çalgıcısı, Müşteri kadısı, Utarid kâtibi, Zuhal hazinedarı ve Mirrih seraskeridir.
Şems’in dönencesi burç denen on iki kısma ayrılmış, her kısımdaki sabit yıldızlar ise durum ve şekillerine göre isim almışlardır. Bunlar Hamel (Koç), Sevr (Boğa), Cevza (İkizler), Seretan (Yengeç), Esed (Aslan), Sünbüle (Başak), Mizan (Terazi), Akreb (Akrep), Kavs (Yay), Cedy (Oğlak), Delv (Kova) ve Hût (Balık) burçlarıdır.
Arapların çölde yaptıkları gözlemlere göre Kamer, felekleri yirmi sekiz gecede kateder. Kamer’in, her gece bulunduğu yere göre tespit edilmiş yirmi sekiz menzili vardır. Bu yirmi sekiz menzil sırasıyla şunlardır: Şerateyn, Butayn, Süreyya, Deberân, Hek‘a, Hen‘a, Zirâ‘, Nesre, Tarfe, Cebhe, Zübre, Sarfe, Avvâ, Simâk, Gafr, Zubânâ, İklîl, Kalb, Şevle, Ne‘âyim, Belde, Sa‘d-ı zâbih, Sa‘d-ı Bulâ‘, Sa‘dü’s-su‘ûd, Sa‘dü’l- ahbiye, Ferg-i evvel, Ferg-i sânî ve Rişâ. Bu menzillerin kimi uğurlu, kimi uğursuz olarak nitelendirilmiş, buna göre her menzilde yapılması gereken işler tespit edilmiş
Burç kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de tekil isim olarak yer almaz. Çoğulu “Burûc” ise Kur’ân’da dört yerde geçmektedir. Ayrıca kelimenin, tefe’ül/لعّ فت babındaki kullanımı Ahzab Sûresi 33. âyette ve aynı bâbtan türeyen bir ism-i fâili de Nûr Sûresi 60. âyette mevcuttur. Türevleri ile Kur’ân’da toplam altı âyette yedi kez geçen kelimenin bu âyetlerde kullanıldığı anlamları şu şekilde tespit etmek mümkündür:
Semâ kavramı; Kur’ân-ı Kerîm’de, her hangi bir mekânla irtibatlandırılacak şekilde yukarı, üst, yüksek anlamlarında da kullanılmıştır. Bu kullanım, birçok mekânsal yüksekliği içerisinde barındırmaktadır. Örneğin Kur’ân’da; ‘evin tavanı’ için semâ kelimesi kullanılırken; kelimenin, atmosferin yeryüzüne en yakın olan ve içerisinde hava olaylarının (bulut, rüzgâr, yağış v.s.) gerçekleştiği katmana da sema denmiştir. Bununla birlikte ‘en yakın gök’ terkibindeki gök kelimesi, yıldızlarla süslendiği Kur’ân’da ifade edilen ve yıldızların tamamının içerisinde bulunduğu alan manasındadır. O halde Kur’ânî bağlamda burçlara bir yer tespit edebilmek için, Kur’ân’da semâ kavramı ile tam olarak neyin kastedildiğine odaklanmak gerekmektedir. Dolayısıyla kavramın bütün bu kullanımlarına ek olarak Kur’ân’daki “yedi kat gök” ifadesi de burada önem arz etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde gökyüzünün yedi kat olarak yaratıldığı vurgulanmaktadır. Farklı âyetlerde de en yakın göğün yıldızlarla süslendiğine işaret edilmektedir. İşte bu iki husus, bizim “yedi kat gök” kavramını anlamlandırmada hareket noktamız olacak niteliktedir. Konuya tam da bu noktadan bakan Ahmed Naim’in (ö. 1353/1934) tespitleri ise, üzerinde durulmaya değer nitelikledir. O, Kur’ân’daki “yakın göğün yıldızlarla süslendiği” bilgisinden yola çıkarak birinci semâyı, yıldızların bulunduğu alanın ötesinden başlatmaktadır. Daha sonra da yıldız ve gök cisimlerini kuşatan yakın semâyı ikinci bir semâ’nın, onu da kuşatan üçüncü bir semâ’nın olduğunu ve bunun yedi semâya kadar vardığını ifade eder. Ahmed Naim, Yedi kat göğü böyle bir uzaklık/büyüklük ile ele aldıktan sonra Hz. Peygamber’in (a.s.) bir hadîsini zikrederek gökler ile ilgili şu tabloyu ortaya koyar. İlgili hadîs’te Peygamber Efendimiz Ebu Zer’e hitaben: “Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yer Kürsî’ye nispeten bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkasından fazla bir şey değildir. Arş’ın Kürsî’ye nazaran büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir.”1 buyurmaktadır. Her ne kadar “en yakın sema” olarak bahsedilen kısmın -Ahmed Naim’in ifade ettiği gibi- yıldız ve gök cisimlerinin bulunduğu alandan ötesi için kulla- nılabilmesi muhtemel olsa da; “en yakın semâ” lafzıyla işaret edilen yerin biz- zat bu gök cisimlerini içine alan mekân manasında olması da mümkündür. Birinci semânın maddî alem diğerlerinin ise mânevî semâlar olduğu şeklindeki görüşleri de dikkate alacak olursak Astronomi’nin inceleme alanı olan gök ile Kur’ân’ın bahsettiği gök birbirinden ayrılmaktadır. Ancak her halükarda araştırmamızın konusunu teşkil eden burçlar (ya da takımyıldızlar) hem âyetlerde ifade edilen en yakın gök içerisinde hem de Astronomi’nin çalışma alanı içerisinde değerlendirilecek bir konudur.
Allah Teâlâ’nın gökyüzünde burçlar yarattığı ve yine o burçları onlara bakanlar için süslediği ve taşlanmış her şeytana karşı koruduğu, oradan kulak hırsızlığı yapanlar (şeytanlar) bulunursa onları takip eden bir alev topunun olacağı ifade edilmektedir.
Âyetleri bir bütün olarak ele aldığımızda, burçlar ile şeytanların kulak hırsızlığı yapmaya çalışmaları arasında bir bağ ortaya çıkmaktadır. Aradaki bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde yorumlanmasıyla, Kur’ân-ı Kerîm’deki burçların ne anlama geldiği daha belirginleşecektir. Bu durumda Hicr Sûresi’nde yer alan istirak-ı sem’/kulak hırsızlığı kavramıyla yakından alakalı âyet-i kerîmeleri de analize dahil etmek gerekecektir.Cinlerin kulak hırsızlığı yapmaya çalışmaları Saffât sûresinde şöyle anlatılmaktadır: “Biz en yakın göğü, bir süsle; yıldızlarla süsledik. Ve onu itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk. Onlar artık mele-i a’lâya kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar. Kovulup atılırlar ve onlar için sürekli bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delip geçen bir parlak ışık takip eder.”
Olay, Cin sûresinde ise şöyle zikredilir: “Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık. Fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki biz onun bazı kısımlarında dinlemek için oturacak yerler bulup otururduk. Fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev huzmesi buluyor. Bilmi- yoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa rableri onlara bir hayır mı diledi?” Şuarâ sûresindeki ayetlerde ise: “O’nu (Kur’ân’ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez; zaten buna güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır.”
Hicr, Saffât, Cin ve Şuarâ Sûreleri’nde anlatılan, cin ve şeytanların semâdaki burçlara çıkıp kulak hırsızlığı yapmaya çalışmalarını Rasulullah (a.s.) şöyle anlatmıştır:
“Cenab-ı Hak gökyüzündeki meleklere bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman Allah Teâlâ’nın -düz bir taş üstünde (hareket ettirilen) zincir sesi gibi (mehabetli) olan- bu ilahi hükme melekler tamamıyla inkiyâd ederek (korku ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler, Ceb- rail ve Mikail gibi mukarrabîn meleklerine:
—Rabbiniz ne söyledi? Diye sorarlar. Mukarrabîn melekleri:
—Allah’ın söylediği hak sözdür, diye Allah’ın hüküm ve takdirini bildirir- ler ve: Allah yücedir, Allah büyüktür, derler. Bu suretle kulak hırsızı şeytanlar Allah’ın o emir ve takdirini işitirler. O sırada kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazır- lanmış) bulunurlar. Şeytanlar bu vaziyette iken bazı defa meleklerin diyaloğunu işiten en üstteki şeytana bir ateş parçası yetişip altındaki şeytana o haberi işittir- meden onu yakar. Bazı defa da ateş erişmeyip altındaki şeytana haberi verir. O da altındakine vererek bu suretle yere kadar haber ulaşır ve sihirbazın ağzına verilir. Şimdi sihirbaz o haberle beraber yüz yalan uydurup (halka söyler) ve emr-i ilahi yeryüzünde tahakkuk edince sihirbaz doğru çıkmış olur ve ondan bu haberi işitenler halka:
—Nasıl size vaktiyle şöyle şöyle olacak diye bunları birer birer haber verme- miş miydim? Gördünüz ya sihirbazın gökyüzünden işittim dediği sözünü hak ve doğru buluyoruz, derler.”
Diğer bir rivâyet şöyledir:
Abdullah İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Peygamber’in Ensar’dan olan sahabeden biri bana haber verdi ki kendileri bir gece Rasulullah (a.s.) ile beraber otururlarken bir yıldız atılmış /kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasulullah da onlara: “Cahiliye devrinde bunun gibi bir yıldız atıldığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: “Allah ve Resulü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu ve büyük bir kimse öldü derdik.” dediler. Rasulullah: “Şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lakin ismi çok mübarek ve âli olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman hameletu’l-arş tesbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli tesbih eder. Nihâyet bu tesbih şu yakın semâ ehline ulaşır. Sonra arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, arşı taşıyan meleklere: Rabbiniz ne buyurdu? diye sorarlar. Onlar da bu taraftakilere, Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahalisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu yakın semâ’ya ulaşır. Bu esnada cinler, kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi dostlarına fırlatırlar /söylerler ve bu yıldızla kendileri taşlanırlar. İşte bu vecih üzere yani kendisinde hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey, sabittir, vakidir. Lakin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar.”
Konuyla ilgili benzer bir rivâyette de İbn Abbas (r.a.) kendi ifadesiyle konuya şöyle değinir:
“Cinler göğe çıkarlar ve vahyi dinlerlerdi. Bir kelime işittikleri vakit ona, dokuz ilave ederlerdi. O kelime hak, ilave ettikleri şey ise batıl oluyordu. Rasulullah (a.s.) gönderilince, (gökteki) oturma yerlerinden atıldılar. Sonra durumu İblis’e anlattılar. Bu hadiseden (Peygamberin gönderilmesinden) önce (cinleri kovmak için) yıldız atılmıyordu. İblis onlara: “Mutlaka bu, yeryüzünde meydana gelen bir hadise yüzünden olmuştur!” dedi. Sonra İblis, askerlerini gönderdi. Bunlar Rasulullah’ı (a.s.) iki dağ arasında -zannedersem Mekke’de, dedi- ayakta namaz kılarken buldular. Sonra İblis ile buluştular ve ona bildirdiler. İblis: “Dünyada meydana gelen hadise işte budur!”dedi.”
İlgili âyetler ve bu hadîslerin ışığında, burçların “meleklerin içerisinde iskan ettikleri mekanlar” olduğu fikri daha da ön plana çıkmaktadır. Zaten yukarıda Atıyye bin Sa’d’dan zikredilen görüşte burçlar; “İçerisinde muhafızları olan saraylar” olarak tavsif edilmişti. Ayrıca Saffât Sûresi’nin baş kısmı da konumuzla ilgili bir muhtevaya sa- hiptir. Allah (c.c.) bu âyetlerde saf saf dizilen, haykırıp da süren (yani def edici) ve o yolda zikir okuyanlara yemin etmektedir. Daha sonraki âyetler ise Allah’ın tek olduğu, yer, gökler ve bütün maşrıkların rabbi olduğunu ifade eder ve sonrasında da kulak hırsızlığı yapmaya çalışanları anlatır. Burada adeta bir ordu gibi saf saf duran oraya gelen casusları def eden ve orada zikir61 oku- yan meleklerin varlığından bahsedilmektedir.62
Bu durumda burçlar; Zemahşerî (ö. 538/1144) ve Kadı Beydavî’nin (ö. 685/1286) vermiş olduğu farklı manada da anlaşılabilir: “Burçlar: gök kapılarıdır. İndirilecekler oradan indirilir.” Bu yorum, Kur’ân’da bahsedilen burçların mahiyeti ve işleviyle alakalı tamamlayıcı bir yorum niteliğine sahip görünmektedir.
İçerisinde meleklerin bulunduğu ve Allah Teâlâ’nın emirlerinin kendile- rine iletildiği hisar, kale veya burçlar ile ilgili bu bilgiler, bize; burçların yeryüzündekileri andırırcasına âlî bir mevkide, gösterişli, korunaklı, muhkem olmasının yanında güçlü muhafızlar tarafından da hiçbir taviz verilmeksizin korunduğunu göstermektedir. Nitekim burçların, yer halkı ve hatta bütün kâinat için önemli haberlerin bulunduğu ve buralarla ilgili verilen ilahi hü- kümlerin burçlarda bulunan görevli melekler tarafından tekrar edilip o emir- lerin icra edilmeye başlandığı çok stratejik bir nokta olduğunu söyleyebiliriz.
Öyleyse Astronomi ilmi içerisinde farklı sayılar ile ifade edilen burçlar en yakın semâ içerisinde tahayyül edilen sayılardan çok daha fazla da olabilir. Ayrıca burçların Kur’ân-ı Kerîm’de konu edilmesi, Astronomi’dekinden, gaye olarak da farklılık arz etmektedir. Binaenaleyh araştırma hedef, teknik ve yön- temleri açısından Astronomi “takımyıldızları” olarak tanımladığı burçların nasıllığı üzerinde araştırma yaparken Kur’ân, onların ne için var olduğundan bahsetmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de burçların bu şekilde ele alınması aynı zamanda Astroloji’de konu edilen burçlar ve mahiyetinden ciddi oranda bir farklılık arz eder. Burçların mahiyeti ile ilgili zikredilen hususlardan yola çıkarak burçların yeryüzü için aktif bir rolü mümkün görülebilir. Ancak böyle bir etki, onların bizzat var oluşları ile değil de ilahi emirlerin oradan icraata konulması şeklin- dedir. Dolayısıyla da Astroloji’deki burçların insan karakterinin oluşmasına etki etmesi fikrinden farklı bir durumdur.
Âyetlerdeki burç ifadesiyle; Astronomi ve Astroloji’de incelenen burçların kastedildiğini serdeden müfessirlerin görüşleri âyetin muhtemel anlam- ları içerisinde görülebilir. Ancak özellikle yukarıda değindiğimiz hususiyetlerden dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de burçlarla kastedilenin, hem Astronomi hem de Astroloji’deki manasından farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu haliyle de burçların mahiyeti ve işlevlerinin geçmişte ve günümüzde genel olarak kabul edilenin aksi bir konumda olduğu sonucuna varılabilir.
Gerek Astroloji ve gerekse burçlarla alakalı bir diğer konu da kehanet- tir. Astrologlar, gök cisimlerinin hareketleri ve konumlarından istifade ederek muhatabına gelecek ve geçmiş ile ilgili haberler de vermektedirler. Bu çıkarımlarda ise burçlar ön planda tutulmaktadır.
Gelecekten haber verme konusu gerek Kur’ân-ı Kerîm’de ve gerekse Hz. Peygamber’in (a.s.) hadîs-i şerîflerinde kesin ifadelerle işlenmiştir. Gelecek, her şeyden önce İslamî literatürde gaybî bir konudur. “Gayb”a ait konular ise -İslam düşüncesinde- tasarrufu sadece Allah’a (c.c.) ait konulardır ve yine O’nun tasarrufuyla kendisine bu ilmden verilen kişilerce (bir kısım gaybî ko- nular) bilinebilir. Bu ise çok sınırlıdır ve “hariku’l-âde/sıra dışı/mucize” olarak kabul edilir. Bu durumda mahiyet itibariyle kehânetin, hakikat ile bir alakası olmadığı gibi dinen de yasaklandığını görüyoruz.
Hz. Peygamber (a.s.), “Arrâf ” denilen ve gelecekten haber verdiğini söyleyen kişilere gidip onları tasdik edenlerin, kendisine indirilen Kur’ân’ı inkâr ettiğini” ifade eder. Bir hadîsinde ise “Böyle kişilerin kırk gece namazı kabul olmaz” der.
Başka bir rivâyette Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî: “Ben, ‘Ya Rasulallah! Bir takım işler vardır ki, cahiliye devrinde biz onları yapardık. Bizler kâhinlere giderdik.’ der. Rasulullah da (a.s.): ‘Sizler kâhinlere gitmeyiniz.’ buyurur. Bunun üzerine (Muaviye) tekrar: ‘Biz teşe’um ederdik’ der. Rasulullah: ‘Bu herhangi birinizin gönlünde hissettiği asılsız bir şeyden ibarettir. Binaenaleyh böylesi asılsız şeyler sakın sizleri kastedip giriştiğiniz işlerden men etmesin.’ buyurur.”
İSLAM'A GÖRE ASTROLOJİ NEDİR?
Astroloji, yıldızların hareketlerinden hüküm çıkartma bilimidir. İnsanların kendilerini ve başkalarını daha iyi tanımasını temin eder. Yunanca Astra (yıldız) ve Logos (mantık) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir.
Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların insanların üzerindeki etkisini yorumlayan ve binlerce yıllık istatistiklere dayanan Astroloji, insanlık tarihi kadar eski bir bilim olarak kabul edilir. Bir başka ifadeyle Astroloji bilimlerin en eskisidir ve bir çok alanda uygulanmaktadır.
MÖ 3000 yıllarında Kaldaeliler’in bu ilmi en açık şekilde uyguladıkları, ancak ilk kayıtların çok daha eskilere, MÖ 5000 yıllarına dayandığı bilinmektedir. Tarihi kayıtlara göre, her çağda bütün medeniyetlerde Astroloji ilminin uygulandığını görüyoruz. Babillilerde, Mısırlılarda, Hintlilerde, Çin’de, Mayalarda, Yunanlılarda, Romalılarda, Araplarda ve Osmanlılar’da uygulandığı kayıtlar arasındadır.
Alemlerin yaratıcısı olan Allah (cc), insanlara doğru yolu göstermeleri için gönderdiği peygamberlerin her birine farklı konularda ilim vermiştir. Kalemi bulan ve onunla yazı yazabilen ilk peygamber olan İdris Aleyhisselam’a da “Burçlar İlmi/Astroloji” (İlm-i Nücum) verilmiştir. Dini kayıtlara göre, Allahü Tealanın izniyle göğe çıkan ve 4. Kat Sema’nın kendisine mekan olduğu ifade edilen İdris Aleyhisselam bu ilmiyle Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların, insanlar ve diğer yaratıklar üzerindeki etkisine vakıf olmuş, bunu ümmetine anlatmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de burçlarla ilgili olarak mealen “And olsun, gökte burçlar yarattık ve onu gözleyenler için hayrete düşürecek yıldızlarla süsledik” (Hicr-16) ve “Gökte burçlar kılan, onların içine bir aydınlık ve nurlu bir Ay var eden (Allah) ne yücedir” (Furkan-61) gibi ayetler yer almaktadır.
Bir çok İslam alimi de, Astroloji ilmini inceleyerek bu konuda eserler vermişlerdir. Bunlardan birisi olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname” adlı eserinde Astroloji ile ilgili hayli bilgi aktarmıştır. Marifetname’de, büyük İslam Alimi Seyyid Şerif Cürcani’nin “Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için Astronomi ilmi, Allahü Tealanın varlığını anlamaya çok yardım eder” dediği belirtiliyor. Yine aynı eserde İmam-ı Gazali’nin (ra) “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü Tealanın varlığını ve kudretini anlayamaz” ifadelerine yer veriliyor.
Burçlar ve gezegenler sebeptir
Marifetname’de Astroloji ile ilgili olarak özetle şu ifadeler yer almaktadır:
“Yıldızlar, meleklerin elinde mecbur ve hüküm altındadır. Melekler de Allah’ın (cc) emri altındadır. Hepsi de O'nun irade ve kudreti ile hareket ederler. Mesela, Güneş kuru, sıcak tabiatlıdır. Ay ise soğuk ve rutubetlidir. Yıldızlar bu keyfiyetleri ile alemde etkili olurlar. Fakat bütün bu işlerin sadece yıldızlara bağlanması yanlış olur, çünkü yıldızlar da, Hak Tealanın hükmüyle bu tasarrufu yapmaktadır.
Uzaydaki yıldızlar ve güneş sistemindeki gezegenler ateş, hava, su, toprak gibi unsurlar ile madenler, bitkiler ve hayvanlar üzerinde etkili olurlar. Gerçek etkili olan ise Allahü Tealadır. Burçlar ve gezegenler ise sebeptirler."
Bütün gök cisimlerinin yer cisimleri üzerinde çeşitli etkileri olduğuna işaret edilen Marifetname’de, insanların, şekil, hal, ahlak ve tavırlarının; henüz ana rahminde nutfe iken, burçlardan gelen kozmik ışınımın ihtiva ettiği mananın beyinlere işlenmesi ile meydana geldiğine işaret edilmektedir.
Hüseyin Türkoğlu'nun Burçlar adkı kitabından (Sarı Papatya Yayınları] alıntıdır
.
“Yedi Gök, Yer ve bunlarda bulunanlar, O’ nu tespih
ederler” / “Yedi Göğü ve Yerden bir o kadarını da
yaratan Allah’tır” / “Yerde olanların hepsini sizin için
yaratan O’ dur. Sonra Göğe doğru yönelerek Yedi Gök
halinde onları düzenlemiştir. O her şeyi bilir” / “ Yedi
Göğünde Rabbi, yüce Arşın Rabbi Kimdir? De” /” Allah’ın,
Göğü Yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz?”
/ “Gökleri Yedi kat üzerine yaratan O dur” / “Allah
bunun üzerine yedi kat Gök var etti ve her Göğün işini
kendisine bildirdi” (1)
Önceden de söylediğimiz gibi, Kur’an’da geçen Yedi Gök
kavramı gerçekte, mekaniksel anlamda bildiğimiz,
gezegenlerin, Güneş etrafında belli yörüngelerdeki
hareketleri değil, bu yörüngelerle ifade edilen atom
altı boyutlara, bir başka deyişle, Bilinç (Mana)
boyutlarına işaret etmektedir. Keza yedi Yer (Arz)
kavramını da, birini yaşadığımız maddesel dünya ya da
madde olarak algılanan tüm yapı şeklinde ele alırsak,
diğer altı boyutu da yine atom altı boyutta yer alan
ışınsal (İkiz) boyutlar olarak düşünmemiz gerekir. Yedi
farklı boyuttan bakış açısını ifade eden bu Yedi Gök
kavramındaki her bir boyut, Bütünün bilgisine ait
kodları kendi boyutlarınca barındıracak şekilde
birbirlerini kapsayarak sıralanmaktadırlar. Öyle bir
kapsamadır ki bu, her bir boyut sonsuz ve sınırsız olsa
da bir üst boyuta göre, bir hiç hükmündedir. (2)
İçinde bulunduğumuz maddesel boyut da dâhil olmak üzere,
Yerlere Ve Göklere ait tüm bu boyutların, kendi türünden
dalgasal yapılı olduğunu da hatırlamakta yarar var.
Özetle, beş duyu
dünyamızın dışında, ama boyutsal derinliğinde, altı
farklı boyutun, Yerin (Arzın) olduğu ve bu boyutlarda
yaşayan varlıkların, canlıların bulunduğu bununla
birlikte, yine o boyutlardan bakıldığında diğer sayısız
gök cisimlerinin ikiz yapılarında da sayısız canlı
türlerinin bulunduğu, Gök katmanları olarak ifade edilen
Yedi farklı boyutun, Bilinç Boyutu olarak var olduğu,
her biri bir üst boyuta göre (boyut indinde) hiç
hükmünde kalan (3) boyutlardan, Yedinci
boyutta oluşan bir oluşumun, direkt değil, sırasıyla alt
boyutlara doğru yansıyarak (boyutsal dönüşümlere
uğrayarak) dört boyutlu uzay-zamanda ve bize görünmeyen
diğer mekân ve zamanlarda açığa çıkmakta olduğu
söylenmektedir. Bu nedenle gök katları içindeki bir
boyutta yaşanılanlar, bir üst boyut ya da boyutta
yaşanılmış olandan başka bir şey değildir (bu olayın,
detaylı olarak kaleme alacağım Stringlerle de nasıl
uyumlu olduğunu hayretle göreceğiz). Bu boyutsal
anlamdaki Gök Sistematiği, kendini üç boyutlu uzay-zaman
içinde de yansıtmış durumdadır. Bu nedenle hücresel
boyut, onu meydana getiren moleküler boyut içinde bir
hiç hükmünde iken, aynı şekilde moleküler boyutta, atom
boyutu ya da seması, atom seması da, kuark-parçacık
boyutu, bu kuark- tanecik boyutu da foton seması içinde
bir hiç hükmündedir. Resulullah bu konuda, “Birinci
kat semâ ikinci kat semâ içinde çöle atılmış bir yüzük
halkası gibidir. İkinci kat sema ise üçüncü kat semâ
içinde, çöldeki bir yüzük halkası gibi kalır… Yedinci
kat semaya kadar bu böylece devam eder… Dünyanız ve Yedi
kat semâ ise, Kürsü de Kürsü de Arş’ın içinde yine çöle
atılmış bir yüzük halkası gibi kalır” diyerek
bin dört yüz yıl öncesinden ancak bugünün teknolojisiyle
anlaşılabilecek bir gerçeği, boyutsallığı da kapsayacak
şekilde ifade etmiştir. Dolayısıyla bu ifade, Afaki
olarak Makroskopik boyutlarda evrenin sınırsızlığına
doğru olan hiyerarşik durumu izah ettiği gibi, aynı
zamanda Enfüsi olarak da Boyutsallığa doğru olan
hiyerarşik durumu açıklamış olmaktadır. Bunun yanında,
“Allah yedi kat göğü ve
yerden de onların bir mislini yaratmıştır, emir
aralarından nazil olmaktadır” ayetindeki,
Emrin Boyutsal İnişini, Enfüsi boyutlardan nasıl
olduğunu da artık anlamış olmaktayız.
Bu öze doğru boyutsal katmanlar dolayısıyladır ki,
Allah’ın İlim ve Kudretinin en geniş Kemal mahallerinden
biri olan Kabe’nin beş duyu algı dünyamızda belli bir
kütlesi, hacmi, yüksekliği...olmasına karşın, her bir
boyutta da karşılığı bulunmakta, varlığı Arş’ a (Arş
boyutuna) kadar uzanmakta, o boyutlarda da hükmünü
varlıklar üzerinde icra etmektedir. Keza o dönem
insanının hem aklının ret edemeyeceği hem de derinlikli
anlamı verecek şekilde, “Güneş’in Arş’a gidip orada
secdeye kapandığını” söyleyen hadiste de
Güneş dediğimiz yapının da Arş’a (Arş Boyutuna) kadar
yapısının devem ettiği ve Bilinçli bir yapı olduğu
belirtilerek Güneşin secdeye kapanmasıyla yani, Allah’ın
İlminde yok olduğu ya da başka bir ifadeyle, öze doğru
olan boyutsal yapıları itibariyle Allah’ın ilminde bir
İlmi suret olarak yokluktan ibaret olduğu söylemektedir.
Tıpkı Miraçta, madde (ki bu, bildiğimiz anlamda madde
değil, tüm kainatı meydana getiren dalga okyanusudur) ve
mana boyutsal sınırında Cebrail (as)’ın “ bir adım
daha atarsam yanarım, yok olurum yani, varlığım gerçekte
yokluk olan İlmi suretler olarak devam eder”
demesindeki gibi. Böylece kimisi, Resulullah’a bakıp onu
çarşı pazarda dolaşan kendi gibi birisi olarak görüp
değerlendirirken, kimisi de onu gördüğünde (mecazen)
boyunun Arşa kadar uzandığını söyleyerek yani, Şuurunun,
Varlığının, Benliğinin Arş’ a kadar uzanmakta olduğunu,
her boyutta varlığının devam ettiğini görüp
değerlendirmekteydi.
Resulullah’ın Miraçta 7. Katta (boyutta) Hz İbrahim
(as)’ı, sırtını Beyti Mamura (Kabe’nin o boyuttaki
varlığına) dayar bir şekilde görmesi ve Efendimize,
“Senin mekanın ve ümmetinin mekanı burasıdır”
demesi, Hz Muhammed’in (sav) ve Muhammedilerin (sıradan
Müslümanları kastetmiyorum) tüm Bilinç Boyutlarını
Kapsayan 7. Bilinç Boyutundan tüm varlığı
değerlendirebileceğini anlatmaktadır. Yedinci boyutla
birlikte Ruh Boyutunu, yani, Galaktik Bilinç- Ruh adı
altında tüm yıldız sistemlerini ve yanı sıra diğer tüm
Galaktik Bilinçleri ve Sistemlerini ve O Bilinçlerin
sonsuz sayıdaki zuhurlarını müşahade ettikten ve tüm bu
sistemi oluşturan Kalemin, Kalemlerin hışırtısını,
sesini duyduktan yani, Kozmik Bilincin (Ki, Kalemle
işaret edilen Akıldır) holografik özellikli manalarının
ritmik dansını, bu manaların bu sistemlerde ne şekilde
ve nasıl açığa çıkıp tüm bunları meydana getirdiğini
zerresine kadar müşahade ettikten sonra yaratılmışlıkla
yaratılmamışlık sınırı olan ve Sidrei Münteha denilen
Boyutsal sınıra gelmiş, Kozmik Bilincin artık varlığa
dönük yönü değil, Öze dönük yönündeki Rabbi ile görüşmek
yani, Hakikatının Boyutlarıyla Boyutlanmak yolunu
tutmuştur. Bu arada, çağdaş bilimin de bize söylediği
gibi, Boyutsallığın olduğu yerde mekansallık,
mekansallığa bağlı hareket ve zaman kavramları tamamen
düşer. Bu yüzden Resulullah’ın Miracının Kudüs’ ten
sonraki bölümünün, gerek ışınsal boyutları (Yerin
katlarını) gerekse de Gök (Sema) katlarını gezmesi ve
Rabbiyle buluşması, ne bedenen ne de Ruh bedenin
mekansal hareketiyle olmuştur. Tüm bunlar Şuursal bir
olaydır ki bu da Boyutsallık kavramıyla ancak
anlaşılabilmektedir. Aynı şekilde, Kuran’ın indirilmesi
denilen olay da, Kur’an’ın mekansal gökten gelmesiyle
alakalı olmayıp Boyutsal anlamda, önce Levhi Mahfuza
inmesi yani, Rabbani Hükümlerin Ruh adlı meleğe
yüklenmesi, bu Evrensel Gen hükmünde olan, Evrenin
ezelden ebede kadar olan tüm programlarının bulunduğu
Levhi Mahfuzdan da bir defada yani, “an” içinde Dünya
semasındaki Beyti Mamura (Güneş Sistemimize), oradan da
Hz Muhammed’in (sav) Bilinci ile bize bölüm, bölüm
bildirilmesi, dünya boyutunda açığa çıkması olayıdır.
Böylece Resulullah, “an” içinde bir defada Okuduğu
Sistemi, insanların hazmedebilmesi, anlayabilmesi için
pey der pey belli bir sistemle boyutumuzda açığa
çıkartmıştır.
Çok daha enteresan olanı, “Bu Sema nedir?” diye
soran kimseye Resulullah, “sizden men edilmiş bir
dalgadır” diye cevap verirken, bir başka hadiste de
“bu Sema nedir bilir misiniz? Dürülmüş bir dalga,
korunmuş bir tavandır” demesidir. Birinci hadiste,
varlığın her boyuttaki Tekilliğini de göz önüne
aldığımızda, “Semanın bizden men edilmiş bir dalga”
olması, Semanın beş duyumuza göre gerçekte Afakta
uzayın derinliğine doğru olmak yerine, dışımızda değil,
özümüzde olarak, varlığın aslının bilinçli enerji
dalgaları olduğunu ya da varlığın bu men edilmiş
yani sınırlı ve maddesel algılamalarımız dolayısıyla bir
türlü fark edemediğimiz enerjiden meydana geldiğini
açıkça söylerken ikinci hadiste ise, yine Semanın,
Semaların eşyanın (şeylerin) özüne doğru olarak
“dürülmüş bir dalga” yani, her an yeni bir şan,
şekil, biçim alarak açığa çıkan, manalarla işlenmiş,
kodlanmış, işaretlenmiş enerji-data boyutu ve
dolayısıyla onun projeksiyonuyla oluşmuş yine
bilgi-enerji yapıyı tarif etmekte olup bunun da korunmuş
yani, Mutlak Bilincin eseri olarak, her an yeni
bir şanda dönüşümlerle varlığını sonsuza dek sürdüren
boyut olduğunu ifade etmektedir, bir anlamda. Bu
arada, yine dikkat ederseniz Dine alenen karşı olanlar,
buraya kadar anlattıklarımız ve anlatacağımız İlimsel
mucizelerin hiçbirinden bahsetmemekte, bunlara hiç
değinmemekte, tamamıyla görmezden gelmekte, bunun yerine
o dönemin düşmanları gibi egolarına, gerçek sandıkları
sanal benliklerine, yediremedikleri, hazmedemedikleri
gerçekleri, maalesef tamamen çarpıtma ve gerçeği olmayan
hayallerle süsleyerek, insanları kandırıp aldatma yoluna
gitmektedirler.
“Gökleri, Yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde
yaratan...Rahmandır” / “Rabbiniz, Gökleri ve Yeri altı
günde yaratan ve sonra Arş’ a hükmeden... Allah’tır” /
“Ant olsun ki Gökleri, Yeri ve İkisinin arasında
bulunanları altı günde yarattık” / “Gökleri ve Yeri altı
günde yaratan O dur” / “Gökleri, Yeri ve arasında
bulunanları altı günde yaratan... Allah’tır” / “Doğrusu
sizin Rabbiniz, Gökleri ve Yeri altı günde yaratıp...işi
düzenleyen Allah’tır”/ “ Allah bunun üzerine iki gün
içinde Yedi Gök var etti ve her Göğün işini kendine
bildirdi” / “ Deki, siz Yeri iki günde yaratanı mı
tanımıyor ve O’na eşler koşuyorsunuz?. İşte alemlerin
Rabbi O’ dur” / “Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi,
onda bereketler yarattı, rızklarını arayanlar için,
oradaki gıdaları ölçü ile dört günde taktir etti”. (4)
Bu konuya “ Arz-Arş - 6” başlıklı makalemiz başta
olma üzere birçok yazıda değinmiştik. Şimdi ise, bu
ayetlerin bilimsel açıdan yorumlarına geçmeden önce,
aydın, ilerici geçinen bu yüzdende Kur’an ve
Resulullah’ı bir şeyler öğrenmek amacıyla samimi olarak
sorgulamak yerine, acımasızca eleştirmeye çalışan din
karşıtları, maalesef, çok daha zeki olduğunu kanıtlamak
için, ilkokul çocuğunun bile yapmayacağı mantık
hatalarıyla dolu birtakım çeşitli zeka oyunları ile güya
ayet ve hadislerde yanlışlıklar aramaktadırlar.
Dolayısıyla, bunlardan birkaçına bakarak, onların diğer
konulara olan bakış açılarındaki hataları da çok
rahatlıkla görebiliriz. O birkaç şeyden biri de, Kuran
ve Hadislerde geçen, “gün” kavramıdır. Onlar kısaca
şöyle demektedirler: “ Birkaç ayette evrenin altı veya
yedi günde yaratıldığını söylerken, bir başka ayette ise
iki günde yaratıldığını, yeryüzünün ise bir yerde iki,
bir başka yerde ise dört günde yaratıldığını söylemekte
ve ayrıca bu çelişkinin yanında, gün kavramının güneş
sistemi ve dünyanın oluşumundan sonra insanların tespit
ettiği bir kavram olduğunu ve ondan önce böyle bir
şeyden bahsedilemeyeceğinden, bir başka ayette ise (en
üstte yer almakta), Göklerin yaratılmasının, Yerin
(Dünyanın) yaratılmasından sonra anlatıldığından böyle
anlatımların doğru olamayacağı” belirtilerek Kuran ve
bununla ilgili Hadislerin yanlışlığını öne
sürmektedirler. Aslında etiketleri, unvanları ne olursa
olsun onları ciddiye alıp kalemimin mürekkebini bile
boşa harcamak istemem. Üstelik ne anlatırsak anlatalım
yine aynı şeyleri temcit pilavı gibi konuşmaya devam
edeceklerdir. Çünkü onlar, daha işin başından öğrenmek
için yola çıkıp sorgulamıyor, veri tabanlarının gereği
olarak şartlanmışlıklarını ve sanılarını, Dinde görmeye
ve bunu insanlara göstermeye çalışıyorlar. Ne ilginçtir
ki, Kuran ve hadisler canlı ve şuurlu bir biçimde,
onların görmek istediklerine, veri tabanlarına ayna
olmaktadır. Bu yüzden bu konularda beyni bulananlara
kısa da olsa bir açıklama yapmam gerekiyor.
Öncelikle, Kuran, zaman ve mekandan münezzeh ya da zaman
ve mekanın geçerli olmadığı bir boyuttan açığa çıktığı
içindir ki, bulunduğu devrin kelimeleriyle kayıtlı
olmayıp kelimelerin işaret ettiği anlamlar itibariyle
her dönem ve zamana hitap etmekte, her çağın soru ve
sorunlarına cevap verebilmektedir. Keza Hadisler de.
Aksi taktirde Kuran’ın ve Hadislerin evrenselliği
tamamıyla laftan öteye geçmezdi. Bu yüzden birçok
yazımızda değindiğimiz üzere, nasıl ki “Gökler” derken
mekansal anlamda Göklerden bahsetmiyorsak bunun yerine
bunları, bilinen maddesel boyutların alt boyutları
olarak düşünmemiz gerekiyorsa aynı şekilde, “gün” derken
de bildiğimiz günleri değil, bu “gün” kavramını, “an”
anlamında ele alıp “an”daki var oluşlar olarak
düşünmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla var olan, boyutlar
ve bu boyutlara karşılık gelen “an” lar ve bu boyut
içinde yer alan zaman ve bu zaman kavramına dayalı olan
“devirler” dir. Biraz daha açarsak, gün kavramı, zaman
ve mekanının bulunmadığı boyutlarda Allah’ın İlminde ya
da bunun Ruha yansıması olan Mutlak Bilinçteki
suretlerde “an” anlamını alırken, bunun çokluk boyutunda
veya uzay-zamanda aldığı isim ise yine bir anlamda “an”
anlamında düşünebileceğimiz, “devir” olarak geçmektedir.
Yani, zaman ve mekanın geçerli olmadığı boyutlarda “an”
kavramı, uzay-zamanda açığa çıktığı zaman kendini
“devir” olarak göstermektedir. Başka bir deyişle, zaman
içindeki oluşumlarda belli “uzay-zaman dilimleri”, devir
olarak adlandırılmaktadır, bizlerin olayı daha iyi
görebilmemiz, işin sistemini anlayabilmemiz için. Bugün
bilim de, Kuantum Kozmolojisini de kapsayacak şekilde
saf enerji ve devamı olan enerji-parçacık düzeyinden,
evrenin şu anki görünümüne kadar evren tarihini de
“devirler, dönemler” olarak anlatmaktadır. Nobel ödüllü
ünlü Stephan Weinberg’in “İlk Üç Dakika” adlı
eserinde “Evreni altı film karesinde”
incelediğini yedinci karede ise, bunun tamamlandığını
okuyabilirsiniz.
Bu nedenle
Tevrat’ ta (Old Testament) geçen şekliyle, “Allah’ın
evreni altı günde yaratıp yedinci günde istirahat
etmesi” olayı zahiri yönüyle, bize göre belli zaman
dilimlerini ifade eden evrenin altı devirde
yaratıldığını yedinci günde ise, olayın kemale ulaştığı
(erdiği), tamamlandığı anlamına gelirken, Batıni yönüyle
ise Kainatın, altı “an” daki, Boyuttaki yaratılışı
anlatılmaktadır. Burada öncelikle dikkat edilmesi
gereken bir husus, “devirlerin” ya da “an” ların
sayısından çok, “devirin” ya da “an’ ın” kendisidir.
Çünkü bir “devir veya “an’ a ”, birden çok “devir ya da
an’ ın” sığması dolayısıyla, onları da tek bir “an ya da
devir” şeklinde düşünebileceğimiz gibi, birkaç “an veya
devir” şeklinde de mütalaa edebiliriz. Hal böyle olunca,
altı ya da yedi “an’ ı ya da devir’ i”, iki, üç,
dört..., “an ya da devir” olarak düşünebiliriz ki,
Kuran’da, iki günde, dört günde yaratılışın olduğunun
söylenmesinin bir nedeni de budur. Keza Resulullah’ın,
“ Allah toprağı Cumartesi günü yarattı. Ondaki
dağları Pazar günü yarattı. Ağaçları Pazartesi günü
yarattı. Mekruhları Salı günü yarattı. Nuru Çarşamba
günü yarattı ve onda hayvanları Perşembe günü yaydı. Hz
Ademi Cuma günü ikindi vaktinden sonra, ikindi ile gece
arasındaki gündüz vaktinin en son saatinde en son mahluk
olarak yarattı” ifadesindeki yeryüzünde olan
yaşamı yedi güne karşılık gelecek şekilde yedi devirde
anlatması da bu gerçeğe dayanmaktadır. Kaldı ki, bunun
bir de Boyutsal anlamı vardır. Zaten iki günde göğün
yaratıldığını, Yerin de (Arzın da) dört günde
yaratıldığını belirtmesi, yine altı gün eder ki, bir
önceki açıklama açısından da birbirini bütünlemektedir.
Ayrıca, varlık boyutlarda da “an” tabiri
kullanılmaktadır. Mesela, madde boyutumuz tek bir “an”
olarak mütalaa edilirken, Cinlerin boyutu farklı bir
“an” da,...vs. nitelendirilmesi gibi.
Bu anlatım
şeklinin anlamına gelince, bu tarzdaki ifadelerin
insanda ezberi bozup, tefekkür mekanizmasını devreye
sokarak birden fazla anlamlara, boyutların, sistemlerin
varlığına ve işleyişine işaret etmek için olduğunu
görmekteyiz. Bununla paralel din karşıtlarının hep
eleştirdikleri iki konudan ilkinde, Kuran’ın dağınık,
birbirinden kopuk yani, anlatılan bir şeyin bir anda
biterek bir başka konuya geçmesi ve o konunun tekrardan
başka yerde tekrardan ifade edilmesi..vs şeklindeki olan
tarzıdır ki, bunun nedeni de başka anlamları yanında
yine aynı sebebe yani, insanı, beynini bloke eden
ezberden kurtarıp düşündürmeye yönlendirmek olup bu
durum, Kur’an’ ın zaman ve mekana bağlı
olmayan bu yapısının boyutumuza yansımasından başka bir
şey değildir. Böylece, zamanın olmadığı boyutta
öncelik ve sonralık kavramı ortadan kalktığı için
Kuran’ın birkaç ayetinde önce, yerin yaratılışı, sonra
da Göğün yaratılışı neden-sonuç ilişkisine dayalı
olmayan şekilde anlatılmıştır. Yani, zamanlamaya bağlı
bir oluşumu değil, “an” içinde tek bir karedeki olayı,
ayrı, ayrı anlatmasıdır. Yer ve Gök kavramını boyutsal
anlamlarıyla ele aldığımızı düşünsek bile, bu boyutlar
demin belirttiğiz gibi, bildiğimiz zaman içinde değil,
“an” olarak mevcut olduklarından ve daha üst bir “an” da
değerlendirildiğinden o boyut gereğince
bildiğimiz anlamda sıralama olmaksızın anlatılmıştır. Bu
tür anlatım tarzıyla da zamanın ve dolayısıyla mekanın,
sanal ve hayal olduğunu vurgulayarak insanları,
neden-sonuç ilişkisine bağlı olan boyutlardan
sıyrılmasını sağlayıp, Bilincini, Benliğini daha Öz
boyutlarda, “an” da, tanıması, madde boyutlarını da bu
boyut açısından, “an” dan değerlendirme yapmasını
sağlamayı amaçlamasıdır. Diğer ayetlerde ise, olaylar
nedensellik ilkesince anlatılmaktadır.
Kur’an adı
altında Evrensel Sistemi okuyan Evliyanın açıklamalarına
baktığımızda da, insanların dünyanın merkez, yıldız
olarak kabul ettikleri gezegen ve yıldızların ise, bu
dünya etrafında döndüğünü düşündükleri devirde, önce
Evrensel Ruhun yaratıldığını sonra da Kürsünün
(Galaksilerin), sonra da bu Kürsüde yer alan yıldızların
ve en sonunda da gezegen ve Dünyanın yaratıldığını
söylediklerini görüyoruz. Eğer Kur’an, gerçekten iddia
ettikleri gibi bir şeyden bahsetseydi, o insanlar, ancak
yüzyılımıza ait modern bilimin söyleyebildiği böyle bir
şeyden bahsedebilirler miydi? Elbette hayır. İkinci
eleştiri konusu ise, Kuran’da sık, sık tekrarların
olması durumu. Şunu kesin olarak belirtmek gerekir ki,
Kuran’da asla tekrarlar, tekrarlamalar yoktur. Bizler
kelimelerin, cümlelerin derinliğini, hangi boyuttan
ifadeler olduğunu anlayamadığımız, beş duyuda olaylara,
kavramlara yaklaştığımız ya da o boyutlara ait verileri
değerlendiremediğiz için, bazı şeylerin hep
tekrarlandığını zannetmekteyiz. Mesela yukarıdaki
ayetlere dikkat edersek, yaratma işlemini gerçekleştiren
hakkında kiminde Rab, kiminde Allah, Kiminde ise Rahman
kelimesi geçtiğini görmekteyiz. Bu da bize aynı şeyin
farklı boyutlardan olan ifadesini, oluşumunu, oluşum
şeklini, bakış açısını...vs göstermektedir. Görüldüğü
üzere Kur’an neden, nasıl ve nelerden bahsetmekte, Dini
eleştirenler nelerden bahsetmekte. Anlamlar arasında her
hangi bir ilişkinin olmadığı her şekilde açıkça
görülmektedir.
Kaynakça: Hz Muhammet Neyi Okudu, Yenilen, Akıl Ve İman,
Kendini Tanı, Hz Muhammet Mustafa (Sav) II, İnsan Ve
Sırları I – Ahmet Hulusi / Cum’ a, Kuran da İnsan- 4,
Boyut Kavramı, Zaman - Ahmet Fevzi Yüksel,
www.sufizmveinsan.com )
1. İsra-44,
Talak-12, Bakara-29, Müminun-86, Nuh-15, Mülk-3,
Fussilet -12
2. Bunu
kafada canlandırmak için mesela, sonsuz uzunluktaki tek
boyutlu uzayın (çizginin), sonsuz genişlikte iki boyutlu
uzay (yüzey) içinde, bu yüzeyin de bu iki boyutlu uzayın
sonsuz tanesinin oluşturduğu üç boyutlu uzay (hacim)
içinde bir hiç olması gibi, düşünebiliriz.
3. Bkz. Arz-Arş - 1
4. Furkan-59, Araf-54, Kaf-38, Hud-7,
Secde-4, Yunus-3, Fussilet-9, Fussulet-12, Fussulet-10
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder