5 Ekim 2015 Pazartesi

Tevessül ve İstiğâse Anlamı:





İstiğâse'nin Anlamı:
Nasıl ki :
الإستنصار "imdada koşulmasını istemek";
الإستعانة "yardım, talep etmek" ise:
الإستغاثة de, "sıkıntının giderilmesini istemektir."

(el-İstiâne'nin anlamı,el-İstinsar'ın anlamından daha geniştir.el-İstinsar yenmeye çalışan bir rakibe karşı yardım istemektir. el-İstiâne ise, her türlü yardım isteme için kullanılır, bk. Ebû Hilâl el-Askeri, el-Fârûku'l-Luğaviyye, Kum -1353 h. s.156).Tercemede bu farkı belirtmek için el-İstinsar kelimesini, "imdada koşulmasını istemek" şeklinde terceme ettik.)

Kulun gücü bu işlerden hangisine yetiyorsa, o şey kendisinden istenebilir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yapmakta olduklarınızı görendir. (Enfâl: 72)

"Ey iman edenler! Allah’ın şiarlarına, haram olan aya, (Allah’a takdim edilen) kurbanlığa, gerdanlık (lı hayvan)lara, rablerinden ticari bir kazanç ve rıza aramak maksadıyla beyti Haram’a gelenlere saygısızlık etmeyin! İhramdan çıktığınız zaman avlanın! Sizi Mescidi Haram’dan engelledikleri için bir kavme olan kininiz, sakın sizi tecavüze sevketmesin. İyilik ve takvada yardımlaşın! Günah işleme ve düşmanlık yapmada yardımlaşmayın! Allah’tan korkun! Muhakkak ki Allah, cezası şiddetli olandır."(Mâide: 2)

Allah'tan başkasının güç yetiremediği şeye gelince: o yalnızca Allah'tan istenir.

Bu nedenle müslümanlar, Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den "istiğase"de bulunmazlardı.

Buhâri'nin Sahih'inde belirtildiği gibi) onunla "istiska" (yağmurun yağmasını istemek) ve onunla "tevessül" ederlerdi.

Buhâri'nin söz konusu rivayetinde şöyle denilmektedir:

Ömer b. el-Hattab, Abbas aracılığıyla "istiska" ederek dedi ki:

"Allah'ım, kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda Sana Peygamberimizle tevessül ediyorduk, bize yağmuru yağdırıyordun. Şimdi Sana, Peygamberimizin amcasıyla tevessül ediyoruz; bize yağmur ver". (Buhârî, İstiska 3, Fedâilu Ashâbi'n-Nebi 11)

Bunun üzerine yağmur yağdı.
Ebû Davud'un Sünen'inde de şu rivayet vardır:

"Birisi Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:

"Allah'la senden şefaat diliyoruz, seninle de O'ndan", dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Allah'ın şânı bundan yücedir; O'nunla kullarının hiçbirinden şefaat istenmez" buyurmuştur". (Ebû Dâvud, Sünnet 19)

Böylece, kendisiyle Allah'tan şefaat istemesini kabul etmiş, ama Allah'la kendisinden şefaat istenmesini reddetmiştir.

   Müslümanlar, kıyamet gününde Peygamberimizin şefaat edeceği ve insanların kendisinden şefaat isteyecekleri konusunda görüş birliği etmişlerdir.

Fakat Ehl-i Sünnete göre büyük günah işlemiş olanlara şefaat edecektir.

Vaîdiyye'ye göre ise, sevabın arttırılması hususunda şefaat edecektir.

Allah'a bir peygamberle tevessül edip:

"Sana resulünle tevessül ediyorum" diyenin gerek Arapçada, gerekse diğer dillerde hakikat üzere Resulünden "istiğasede" bulunduğu anlamına geldiği iddiasına gelince:

Bu, bütün milletlere iftiradır. Bunu söyleyen, aslında hiçbir dili bilmiyor demektir. Aksine milletlerin hepsi bilir ki, kendisinden "istiğasede" bulunulan; kendisinden istenen ve dua edilen makamındadır.

İster Yaratıcıdan "istiğasede" bulunulsun, ister yaratılmışlardan "istiğasede" bulunmuş olsun farketmez. Hepsi de, kendisinden istenen ile kendisiyle isteneni biribirinden ayırırlar.

Kuldan, kendi gücü dahilinde olan bir şey için yardım istenir, yani "istiğasede" bulunulur.

Böyle bir şey için de Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) yaratılmışlar içinde kendisinden "istiğasede" bulunulacak en faziletli kimsedir.

Eğer biri, kendisinden "istiğasede" bulunacağı kimseye hitaben:

"Falanla, ya da falanın hakkı için senden istiyorum" diyecek olsa, hiç kimse, onun tevessül ettiği o şahıstan "istiğasede" bulunduğunu söyleyemez. Aksine, "istiğasede" bulunduğu, kendisine dua ettiği; ondan istekte bulunduğu kimsedir.

Bu sebepledir ki Esmâ-i Hüsnâ'nın açıklanması konusunda eser yazan kimseler "el-Muğis"in, icabet eden mânasında olduğunu söylemişlerdir. Lâkin "iğase" daha çok fiillerde, icabet ise sözlerde olur.





Tevessül ve İstiğâse

Muhammed İbnü Ahmed Ali es-Sindî el-Ensârî en-Nakşibendî el-Medenî
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِمِ
Bütün hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah'a, salât ve selâm da yaratılanların en hayırlısı peygamber-lerin efendisi ile âlinin ve arkadaşlarının tamamına olsun…
Bundan sonra…[1]
-----------------------------------------------
[Sindî’den İstenen Fetvâ ve
Sonra O’na Yapılan Bir İ’tirâz]
-----------------------------------------------
(Bize) şöyle bir suâl gelmiştir:
“İstiğâse/yardım istemek ve bir kimsenin, ister Medine-i Müşerrefe’de olsun, isterse dışında olsun, ‘imdadıma yetiş yâ Resûlellâh!...’ diye hitâbta bulunması câiz midir, değil midir?
Eğer bu işin caizliğine hükmedilirse,
Bu iş sadece Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şahsına mı aittir? Yoksa, mesela ‘Ey Efendim Abdulkâdir!..[2] İmdadıma yetiş!...’, ‘Ey Efendim Hâce Nakşibend!..[3] Bana yetiş!..’ denilmesi gibi, yeryüzündeki bütün velileri de içine alır mı?
Aynı şekilde, bu (câizdir) söz(ün)e de i’tirâz gelmiş ve
‘Her hangi bir sıkıntıdan ve benzerinden kurtulmak Allah'ın elindedir; herhangi bir şekilde bir velîye veya bir Nebî’ye ait değildir. Evet, Velîler ve Peygamberler (kulların) toplanma yeri olan Arasat’ta şefâat edeceklerdir. Ancak bu, şu vakte hâs/özel ve (Allah celle celâlühû'nün) izin ve emir şartına bağlıdır. İznin ve emrin olmadığı bir yerde onlardan şefâat taleb etmek, mühim işlerde Onlardan meded ve yardım istemek neredeyse fayda vermeyecek, hatta sahih/câiz olmayacak bir iştir. Bu (fayda vermez ve câiz değildir) ve benzeri sözler, -Allah celle celâlühû sayılarını artırsın- büyük âlimler katında makbuldür. Bize bu mevzuda acil fetva verin. İnsanlar, içinden çıkılmaz bir hale düştüler. (Tarafımızdan Sizden) istenilen, Kitab'dan ve Sahih Hadis’den açık delillerdir” denilmiştir. (Suâl ve İ’tirâz Bitti.)
-----------------------------------------------
[Sindî’nin, İstenenFetvâya Verdiği Cevâbı]
-----------------------------------------------
Ben (Sindî bu suâle cevâb olarak şöyle) derim:
Allah celle celâlühû'dan yardım isteyerek günahlardan kaçmak ve sevabları yapmak için (kulların elinde) hiçbir güç yoktur; (bunlar) ancak Allah celle celâlühû'nün yardımı ile mümkündür. Ey Allahım!.. Bilmediklerimizi bize öğret ve ilmimizi artır. Bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi (hidayetten) kaydırma ve kendi katından rahmetini bize hibe eyle. Muhakkak ki sensin, sensin karşılıksız ve bol veren.[4]
Bundan sonra…
(S أَغِثْنِي يَارَسُولَ اللهِ)
”Yetiş imdâdıma, ya Resûlellâh!...” diyen kimsenin sözünü kötü ya da çirkin görülen bir şey olarak kabûl etmemek açık bir şeydir. Çünki bunda/bu sözü inkârda, ya bir ölünün şuurunun (idrâkinin) varlığının ve işitilebilecek şeyleri işitmenin inkar edilmesi (veya ileride sözü edilecek i’tirâzlar) vardır.
Buna şöyle cevab verilir:
-----------------------------------------------
[Ölen Kimse, Öldükten Sonra da Şuurlu Olur ve İşitilebilecek Şeyleri İşitmez mi.]
-----------------------------------------------
Ölen kişinin ölmesinden sonra da şuurunun bulunduğunu ve işitilebilecek şeyleri işitmesini gerektirecek deliller kuvvetli sahîh hadislerde sâbittir, vardır:
(Birinci Hadîs):
İmâm Buhârî'nin Ebû Sâid el-Hudrî radıyallâhu anhu’dan rivayeti:
Rasûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdular:
"Cenaze (tabuta) konulub da, adamlar onu omuzlarına aldıkları zaman, eğer cenaze sâlih biriyse, şöyle der: ‘Beni acele acele götürün, yerime ulaştırın.’ Şâyet sâlih biri değilse, şöyle der: ‘Yazıklar olsun size!.. Onu (cesedimi) nereye götürüyorsunuz?’ Onun (bu) sesini insanların dışındaki her şey işitir. Eğer insan işitecek olsaydı, bayılır(düşer)di.”[5]
Bu hadis, ölünün, evvelâ kendisini taşıyanları, ikinci olarak da kendisini götürmelerini hissettiğini ve işinin neyle, hayırla mı şerle mi neticeleneceğini tam bir bilgiyle[6] bilmesinin var olduğunu ifade eden delillerdendir.
O delillerden biri de,
(İkinci Hadîs):
İmam Buhârî'nin[7] kısa, İmam Taberânî’nin[8] de uzun olarak[9] Enes radıyallâhu anhu'dan rivayet ettiği hadistir:
“Yemâme (muhârebesi) gününde (harb bitince ve) insanlar aralanınca Sâbit İbnü Kays'a, “baksana ey amca!..” dedim. Onu karışık sözler söyler halde buldum. “Biz Rasûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’le beraber böyle harb etmezdik. Akranlarınızı ne kötü alıştırdınız!.. Ey Allah'ım!.. Şunların getirdiklerinden ve yaptıklarından sana sığınıyorum” de(miş)di. Sonra harb etti ve nihayet şehid edildi. Üzerinde kıymetli bir zırh vardı. Ona bir Müslüman uğrayıp o zırhı aldı.
Müslümanlardan bir adam uyurken, Sâbit radıyallâhu anhu rüyasında O’na geldi ve (şöyle) dedi: “Sana bir vasiyette bulunacağım. Sakın ha ‘bu karışık bir rüyadır’ deyip de onu zayi etme!.. Ben şehid edildiğim zaman zırhımı falanca kişi aldı. Onun evi, insanların (oturdukları mıntıkanın) en uzağındandır. Çadırının yanında oynaşan bir at vardır. Bu at o zırha bir eski ip fazlasıyla bağlanmıştır. Üzerinde de atın üzerine bağlanan bir şey/çul vardır. Halid radıyallâhu anhu'ya git, O’na emret, o zırhı alsın ve Ebu Bekr radıyallâhu anhu'ya, ‘üzerimde falancanın şu kadar alacağı bulunduğunu ve falanca kölenin de azad edilmiş bir köle olduğu’nu söylesin.”
Adam uyandı, Halid'e geldi ve O’na (rüyâyı) haber verdi. Bunun üzerine Hâlid zırha bir adam gönderdi ve (adam) onu anlattığı gibi getirdi. Daha sonra adam rüyasını Hz. Ebu Bekr radıyallâhu anhu’ya haber verdi. O da ölünün vasiyyetini yerine getirdi.”[10] (Rivâyet Bitti.)
Bunu, Beğavî[11] de başka bir senedle Atâ el-Horasânî yoluyla Sabit İbnü Kays'dan uzun olarak rivayet etti.[12]
Bu kıssa, ölünün, diri tarafından ona yapılanı hissettiğini, hattâ dirinin onun malından gizlediği şeyi ve yerini tam olarak bildiğini ifâde etmektedir.
Eğer, ‘bu (hâdise), Allah celle celâlühû'nün o günde vasiyet etmeye güç yetiremezler[13] âyetinin açık manasına tersdir,’ dersen,
Ben şöyle derim: Bu ayet, (insanların) üzerlerine ansızın kıyamet kopup da vaktin darlığından dolayı vasiyet edemeyecekleri hakkındadır. Nitekim Hâzin[14] rahimehullah dahi Tefsîr’inde[15] buna işâret etmiştir.
(Üçüncü Hadîs):
O delillerden biri de Şeyhayn'ın[16] (Buhârî ve Müslim’in) Enes radıyallâhu anhu'dan, O’nun da Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’den rivayet ettiği şu hadistir:
“(Ölen) kul, kabre konulduğu ve arkadaşları dönüp gittiğinde, onların ayakkabı seslerini işitir. O'na iki melek gelir ve onu oturturlar…”[17] (Rivâyet Bitti.)
Bu hadisde, ölünün, ayakkabı seslerini işitmesinin sübutu vardır. O zaman, konuşulan sözleri işitmesi daha evlâdır. (Sözleri haydi haydi işitir.)
İbnü Hümâm rahimehullâh'ın,[18] "Hanefi âlimlerinin çoğu, ‘Ölü ayakkabı seslerini işitir’ hadisine, ‘bu ilk kabre konulma anında süâl'e mukaddime olması hâline aittir’ "[19] (şeklindeki) sözüne gelince… (Bu dediği, hâdîs’in) açık manasına ters düşmektedir. Tam tersine, açık olan, -ölünün devamlı işiteceğine dair ileri sürdüğümüz deliller sebebiyle- bu hal (işitme) kabirde devamlıdır.
(Dördüncü Hadîs):
O delillerden biri de, (Müslim ve Nesâî tarafından rivâyet edilen) Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in (Cennetü’l)-Baki'yi ziyaret etmesi ve o(rada gömülü ola)nlara selam verip, "Eymüminler topluluğu yurdu!.. Selâm üzerinize olsun… Yarında vaad edildiğiniz şey size geldi. Muhakkak biz de inşâellâh size kavuşacağız"[20] şeklindeki sözleriyle onlarla konuşmasıdır.
Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in, anlamayacak ve duymayacak kimselerle konuşması akla sığmaz ve boş şey görülür. Bu konuşma sadece Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem'e ait de değildir. Aksine her bir ziyaretçinin kabir ehline "esselamu aleyküm" demesi yerleşmiş bir sünnettir.
Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in, ölüye, "esselamu aleyküm" değil de "aleykesselâmu" diye selâm vermesinin nasıl anlaşılacağında (âlimler) şunları söylediler:
Bundan maksad, esselamu aleyke’yi yasaklamak değildir. Tam tersi, ondan, ölüden selâmı cevaplaması umulmayınca, onun hakkında selam(kelimesin)’in önce vaya sonra gelmesinin serbest olduğu ve ona selam verilebileceği, ama onun bunu alamayacağı anlaşılır.
(Beşinci Hadîs):
Bu delillerden biri de, Buhârî[21] ve Müslim’in, Katade’den yaptıkları rivayetdir. O şöyle dedi:
Enes İbnü Mâlik radıyallâhu anhu, Ebû Talha radıyallâhu anhu’dan naklederek şöyle anlattı: Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem Bedir gününde emretti; Kureyş ulularından yirmi dört kişinin cesedi Bedir kuyularından çok pis bir kuyuya atıldılar. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem düşmana galib gelince o meydanda üç (gün üç) gece dururdu. Bedir’de üçüncü gün olunca, bineğini istedi ve hemen binek hazırlandı. Sonra ilerledi. Ashabı da peşinden gittiler. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem kuyunun başında dikildi ve onlara kendi isimleri ve babalarının isimleriyle seslenmeye başladı:
“Ey filan oğlu falan, ey falan oğlu filan!... Allah celle celâlühû ve Rasûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'e itaat etmeniz sizi sevindirmez miydi? Biz, Rabbimizin va’dini (zaferi) hakk olarak bulduk. Siz de Rabbinizin va’dini (azabını) ‘gerçek’ buldunuz mu?
Hazreti Ömer radıyallâhu anhu, “Ya Resûlellah!.. Ruhları olmayan cesetlerle ne konuşuyorsun?” dedi. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem de, ‘Canım elinde olan Allah celle celâlühû'ya yemin olsun ki, söylediğimi siz onlardan daha iyi duymuyorsunuz; ancak onlar cevap veremezler’ buyurdu.” (Hadîs Son Buldu.)
Böylece Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem, Ömer radıyallâhu anhu’nun, dirilerin konuştukları sözleri ölülerin işitmesini ihtimâlden uzak görmek(teki) zannını düzeltti ve onların işitmesinin dirilerden daha fazla olduğunu[22] anlattı.

İbnü İshâk[23] bazı ilim ehlinin (kendine) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Ey kuyu ahalisi!... Nebiniz için ne kötü yakınlardınız!. Siz beni yalanladınız, insanlar tasdik etti; siz beni (yurdumdan) çıkardınız, insanlar (bana) kucak açtı; siz benimle savaştınız, insanlar bana yardım etti. Allah celle celâlühû sizi, benden yana olan kötü yakınlığınız ile cezalandırsın. Siz, güvenilecek bir kimse olduğum halde beni hâinlikle suçladınız; doğru kimse olmama rağmen beni yalanladınız.[24]

Zürkânî[25] "el-Mevâhib Şerhi”nde[26] Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in ‘onlar size cevab veremezler’ sözü hakkında şöyle dedi:
Yani ölüler, onlara/dünyadaki canlılara cevab verme izni olmadığı için (dirilere cevab veremezler). Çünki, Allah celle celâlühû "bu gün onların konuşamayacağı gündür; onlara izin de verilmez ki, özür beyan etsinler"[27] buyurmuştur. (Bu meselede) asıl olan budur. O yüzden, bazılarına konuşma izni verilme ihtimâli bulunması sebebiyle, bazı ölülerin canlılarla konuşması buna zarar vermez. (Zürkânî'nin Sözü Bitti)
Süheylî,[28] öz olarak şunları söyledi: Hadisin kendisinde, Sahabenin ‘leş olmuş kimselerle mi konuşuyorsun’ demesi sebebiyle (Allah’ın), Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir mu’cize verdiğini gösteren yan vardır. (Süheylî’nin Sözü Bitti.)
Onun (Süheylî’nin) sözünde şu görüşe işaret vardır: Bedir ölüleriyle konuşmak hadisi Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e ait bir haslet ve mu’cizedir. Nitekim Buhârî,[29] Katâde radıyallâhu anhu’dan “Allah celle celâlühû onları diriltti de Nebi sallallâhu aleyhi vesellem’in sözünü, azarlama, küçültme, pişmanlık ve hasret olsun diye onlara işittirdi” dediğini rivayet etmiştir.

Bu hadiseyi buna/mu’cizeye yormanın sadece bir ihtimâl ve te’vîl olduğu da gizli değildir; ki, (ölülerin) işitme(si)nin imkânsız olmasına bir delil bulunmadıkça böyle bir te’vîle gidilmez. Oysa Allah celle celâlühû işittirmeye ve hissettirmek için hisleri var etmeye kâdirdir.
-----------------------------------------------
[Âişe Radıyallâhu Anhâ’nın Ölülerin İşitmesini İnkâr Etmesi]
-----------------------------------------------
Eğer dersen ki;
Hz. Aişe radıyallâhu anhâ Hz. Ömer radıyallâhu anhu’nun (ölülerin işiteceği) rivayetini kabul etmedi ve şöyle dedi:
“Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Ölüler şu anda onlara dediğimin hak olduğunu biliyorlar.”[30]
Sonra da Âişe radıyallâhu anhâ şu ayeti okudu: Sen ölülere işittiremezsin.”[31]
Nitekim İmam Buhârî de (bu ihtilafı) rivâyet etti. (İ’tiraz Bitti.)
-----------------------------------------------
[Âişe Radıyallâhu Anhâ’nın İnkârına Verilen Cevâb]
-----------------------------------------------
(Şöyle deriz:)
Buna birkaç şekilde cevab verilir:
Birincisi: Süheylî'nin dediğidir: Ölüler bu halde -Aişe radıyallâhu anhâ’nın da kabul ettiği gibi- (söyleneni) biliyorlarsa, o zaman Hz. Ömer radıyallâhu anhu’nun söylediği gibi işitmeleri de caizdir. Hem de bu (işitme) lafz(ın)ı rivayet etmekte Ömer radıyallâhu anhu tek kalmamıştır.
Bu rivayet, oğlu Abdullah (ibnü Ömer) radıyallâhu anhumâ[32] ve Ebû Talha radıyallâhu anhu’dan da sâbit olmuştur.[33]
Aynı şekilde, “bilmek”, “işitme”ye bağlı değildir. Sonra, ölülerin işitmesi ya başlarındaki kulaklarıyla (hisleriyle) olur. Bu (Ehl-i Sünnet’in de[34] görüşü olan) suâl esnasında ruhun cesedin tamamına ya da bir kısmına iâde edilmesi hâlindedir. Ya da ruhun asla cesede (tamamına veya bir kısmına) döndürülmeyip suâlin direkt ruha yapılacağını söyleyenlere göre kalbin ya da ruhun kulaklarıyla olur.[35]
İkincisi: O’nun/Âişe radıyallahu anhâ’nın bu işitmeye, "sen ölülere işittiremezsin,"[36] ve "sen kabirdekilere işittirici değilsin"[37] ayetleri ile karşı çıkması, Kuyu Ehli hadisindeki (ölülere işittirmenin Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e) hâs olduğunu iddia eden kimseyi reddetmektedir. Çünki, bu hadîsde, âyetin açık manasına bakılarak Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in (ölülere sözünü) işittirmesi açıkça inkâr edilmektedir. Üstelik, Allah celle celâlühû’nun, bu hâli, ölülerin tamâmında, onlara seslenildiği zaman, (bu seslenme) hangi şahıstan olduysa ve hangi zamanda olursa yaratmaya gücü yeter.
Üçüncüsü: Alimler, Âişe radıyallâhu anhâ’nın inkârını kabül etmemişlerdir.
İsmailî[38] şöyle dedi:
Âişe radıyallahu anhâ’da son derece anlayış, zekâ, çok rivayet etme ve ilmin derinliklerine dalmak vardı. Sağlam bir râvinin rivayeti, ancak onu nesh veya tahsis edecek, veyahud da imkansız kılacak onun gibi bir rivayetle reddetmek mümkün olur. Hem de Âişe radıyallâhu anhâ’nın inkâr ettiği ile, O’ndan başkalarının “sâbittir” dediklerinin/işitmenin arasını birleştirmek (ve barıştırmak) mümkün iken bu nasıl olabilir? Çünki Allah Teâlâ'nın "sen ölülere işittiremezsin" ayeti Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in "onlar şu anda işitiyorlar"[39] hadisine zıt değildir. Zîrâ işittirmek, işittirenden sesi kulağa ulaştırmaktır. O zaman Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in sesini onlara ulaştırmakla onlara işittiren Allah celle celâlühû'dür, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem değildir. Böylece âyetle hadis arasını barıştırmak hâsıl olmuştur.
Âişe radıyallâhu anhâ’nın, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in sadece "onlar elbette biliyorlar" dediği şeklindeki cevabına gelince… Onu şâyet Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’den veya -O, kıssaya şahid olmadığı için- başkasından işittiyse, bu ("onlar elbette biliyorlar" sözü), "işitiyorlar" rivayetine zıt değildir. Çünki bilmek (daha önce de söylediğimiz gibi) işitmeye mani değildir. Tam tersi onu kuvvetlendirir. Zîrâ konuşulan kimsenin (kendine söyleneni) bilmesi âdette/insanlar arasında ola gelene göre ancak işitmesiyle olur.[40]
Dördüncüsü: İki ayette geçen "ölüler” ve “kabirde olan kimseler"den anlatılmak istenen, onların, vaazları işitmekten tesirlenmemeleri cihetiyle kalbleri ölmüş kimseler olmaları itibarıyla mecazen kâfirler olmasıdır. Onların evleri, şu ölü kalblerinin bulunduğu cesedleridir. Cesedleri sanki onların kabirleridir. Bu (te'vîl), sözün hakîkî manasına bakmaksızın olur. Kafirlerin işitmemesinden murad edilen, -iki ayetin de kâfirlerin imana davet edilmeleri ve buna icabet etmemeleri hakkında inmiş olduğu deliliyle- hakkı kabûl etmemeleridir.
Beşincisi: Âişe radıyallâhu anhâ bu fikrinden dönmüştür. Bunun da delîli, (İmâm Kastallânî’nin) el-Mevâhibü'l-Ledünniyye’de söylediği şu sözlerdir:[41]
Garîb bir şeydir ki, Ebû Talhâ radıyallâhu anhu’nun hadisinin benzeri, İbnü İshâk'ın el-Meğâzî'sinde, hasen bir isnad ile Âişe radıyallâhu anhâ’dan yapılan Yûnus İbnü Bükeyr’in[42] rivayeti mevcûddur. O hadîsde, "siz, onlara dediğimi (onlardan) daha iyi işiten değilsiniz" ifâdesi vardır. Bu hadisi, İmam Ahmed hasen bir isnad ile rivayet etti.[43]
Belki de Âişe radıyallâhu anhâ, yanında birçok Sahabî’nin rivayetinden bir haberin sabit olması sebebiyle görüşünden vaz geçti ve onlara muvafık rivayette bulundu. Onun inkârının özü de Bedir savaşında hazır olmamasıdır.
Yine O’nun, görüşünden vazgeçtiğini kuvvetlendiren şeylerden biri de İmam Tirmizî'nin[44] şu rivayetidir:
Âişe radıyallâhu anhâ, kardeşi Abdurrahmân İbnü Ebî Bekr radıyallâhu anhu’nun kabrini ziyaret edince O’na hitab etti ve şöyle dedi:
"Vallahi (ölümün esnasında) yanında olsaydım seni mutlaka öldüğün yere defnederdim. Eğer sana (ölümüne) şahit olsaydım, seni ziyaret etmezdim.”
Yine (O’nun, görüşünden döndüğünü pekiştiren rivayetlerden biri de),
Ahmed'in Hz. Âişe radıyallâhu anhâ’dan şöyle dediğine dâir yaptığı rivayetdir: “Rasûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ebu Bekir radıyallâhu anhu kabirlerine konulduktan sonra ben orada elbisemi çıkarırdım. Çünki biri kocam, diğeri de babamdı. Ne zaman ki oraya Ömer radıyallâhu anhu da defnedilince ondan haya ettiğimden artık kendimi örterdim.”[45]
Bu rivayette de Âişe radıyallâhu anhâ’nın, ölünün, konuşulanı işitmes(i) şöyle dursun, dirinin şeklini (bile) idrak ettiğini isbâtı vardır.
-----------------------------------------------
[Hanefî Âlimlerinin Çoğuna ve İbnü Hümâm’a Göre “Ölü Bir Şey İşitmez” mi?]
-----------------------------------------------
Eğer dersen ki; İbnü Hümâm[46] ‘Feth’inin Cenazeler Kitabı’nda şöyle demektedir: “(Hanefî) âlimlerimizin çoğu, Kitabu’l-Eymân’ın ‘vurmakla yemin etmek’ bâbında, açıkça, ‘bir kişiyle konuşmayacağına’ dâir yemin eden kimse, onunla öldüğünde konuşsa, yemini bozulmaz; çünki bu yemin, adamın anlaması hâlindeki konuşmasıyla gerçekleşir; ölü ise böyle değildir’ dediklerine göre, ölü bir şey işitmez.” Buna rağmen senin bu anlattıkların nasıl doğru olabilir?
Derim ki; Şâri’ sallallâhu aleyhi ve sellem’in lafzından "ölü onların (kabrin başındaki dirilerin) ayakkabı seslerini işitir"[47] ve "siz onlardan daha çok işitiyor değilsiniz" sözü, bir de onlara selam vererek konuşması ile ölünün işitmesinin sübûtu kesinleştikten sonra, hakkın eteğine takılan insaflı bir Âlim için, ancak Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediğine dönmek O’nun dediğiyle hükmetmek, ona dayanmak ve O’na muhalefeti terk etmek yakışır. İsterse bunu söyleyen (İbnü Hümâm gibi) çok büyük kimse olsun.
Şu şiiri söyleyenin Allah hayrını bol versin:
İlim, Allah'ın ve Resûlü’nün dediğidir,
Eğer sahihse (bu hadîs); ve İcma'dır. Bun(lar)da cahil ol.[48]
Sakındır, bilmemek yüzünden muhalefet edeni
Sokanı Resûl ile Fakîh'in görüşü arasına.
Cemâlüddîn el-Hâdî İbnü İbrahim de şöyle dedi;
Nebi Muhammed’in üzerinde olduğuna sarıl
Bırak dilediğini diyenin dediğinden
Odur, razı olunan yol ve öyle mezheb ki,
Onun üzerinden geçtiler ilk asırların hayırlı insanları.
Peygamber ve Sahabesinin yakın olduğuna yakın ol,
Dinden yana. Diğerlerini uzakta bırak.
Onlar parlak benekler ve ötelerin efendileridirler.
Onlar dünyânın susuzları, tepelerin nûrudur.
Sen onların dürüstlüklerinin yollarından gitmezsen
Onların sözlerinden vesilelere yapışmazsan
Büyük bir payı kaçırırsın ve olmazsın,
Doğru yoldan hakka ulaşan.
Onların yoluna sarıl; düşmekten kurtulursun
Ve onlarla mertebelerin en yükseğine çıkarsın.
-----------------------------------------------
[İbnü'l-Hümâm'ın Sözünün Îzâhı Nasıldır?]
-----------------------------------------------
(Ayrıca), İbnü'l-Hümâm'ın bahsettiği yemin meselesine şöyle (de) cevab verilir:
Yeminler Örf üzerine kurulmuştur. Ondan (yeminin bozulmadığından), ölünün işitmediği lâzım gelmez. Nitekim (âlimlerimiz), ‘biri et yemeyeceğine yemin etse, sonra da balık yese, -Allah celle celâlühû onu taze et[49] diye isimlendirmesine rağmen- yemini bozulmaz..’ demişlerdir.
İbnü'l-Hümâm Fethu'l-Kadîr de[50] Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem'i ziyaret faslında fıkıhçıların şöyle dediğini anlattı:
Kabir ziyaretinde evlâ olan baş tarafından değil de ayak ucu tarafından gelmektir. Çünki ölünün gözü yandan ileriye baktığından birincisinde ölü için eziyet vardır. (İbnü’l- Hümâm’ın Sözü Bitti)
İbnü'l-Hümâm rahimehullah burada, ölünün ‘görmek hissi’nin var olduğunu söylemiştir. Halbuki ‘görmek,’ ‘işitmek’ hissi’nden daha zayıftır; çünki ‘görmek’ için ışığa ihtiyaç varken ‘işitmek’ için yoktur. O, ölünün görmesi ile ziyaret eden arasında toprak tabakalarının engel olmayacağını da ifade etmiştir. (Bu sabit olunca), işitmek hissinin, alıştığı şeyden/duymaktan imkânsızlık içinde olmaması daha evlâdır.
Sonra, şâyet, geri adım atsak bile işitmenin olmadığını söylemek bilmemeyi îcâb ettirmez. Çünki işitmek bedendeki uzuv/organ ile olur; halbuki beden çürümüş olur; ama ilim (bilmek) ruh ile olur. O ise kalıcıdır ve onun bilmesi bedenî bir uzuv ile değildir. Onun ilmi, gözden ışık çıkışı ile kulağa sesin ulaşmasıyla değil, aksine görülen ve işitilen şeylerle olur. Nitekim bazı Müslümanlar Allah celle celâlühû'nün işitmesi ve görmesini görülen ve işitileni bilmesiyle te'vîl etmişlerdir.
Salihlerden olan şu ölüler, beşeri sıfatlardan soyulduktan, düşük dünya ile olan alakaları kesildikten ve kendilerine ebedi saadeti gerektiren Allah celle celâlühû'ya kavuşmakla rahatladıktan sonra, üzerlerine hazret-i Kayyûmiyyet nurları dökülür ve nihâyet (bu nûrlar) onlara her gizliyi apaçık yapar, topraktan perdeleri ve uzun mesafeyi onlardan kaldırır. Bu bazı diri kimseler için dünyâ hayâtında (da) gerçekleşmiştir. Nitekim, Ömer'in hayatındaki[51] "Ya Sâriye dağa (doğru yanaş)” sözü buna işâret etmektedir. Ya (dünyevî perde ve bağlardan) soyunup rahata eren ve Allah celle celâlühû'ya kavuşup şakîliğin îcâblarından kurtulan kimse için ne demeli?!...
Şöyle diyenin Allah hayrını bol versin:
Leyla ortaya çıktığı zaman tamamım (her yerim) gözler olur.
O bana seslendiği zaman da her yerim kulaklar olur.
-----------------------------------------------
[Ölü Kendini Ziyaret Edenlerin Hallerini Bilir mi?]
----------------------------------------------
Ölünün ziyaret edenlerin hallerini bildiğine dair de çok haberler ve eserler gelmiştir. Aynı şekilde, ölünün Âhiret işlerini dinin hakikatını ve doğruluğunu bilmesinde de hiç şüphe yoktur. O zaman dünya hallerini ve işlerini bilmesinin sabit olduğu da mümkin olsun.
-----------------------------------------------
[Ruhun Ölülerle Beraber Kalması ve Âlem-i Berzah'ta İlmin Bulunmasının Delili Var mıdır?]
----------------------------------------------
Ruhun ölenlerle kalmasıyla birlikte, Âlem-i Berzah'ta onlar için ilmin hâsıl olmasının delili ise hadislerde gelen şu haberlerdir:
(Birinci Haber):
(Ahmed, Ebû Dâvûd, Hâkim ve başkalarının rivâyeti): "Şehidler Allah celle celâlühû katındaki nimetleri görünce, Allah sübhânehû ve teâlâ’ya ‘kardeşlerimize bu halimizi kim haber verir?’ dediler. Allah Teâlâ da ‘onlara ben haber veririm’[52] buyurdu ve şu ayet-i celileyi indirdi:
"(Ey Habibim sallallâhu aleyhi ve sellem!..) Sakın ha! Allah celle celâlühû yolunda öldürülenleri ölüler zannetme. Aksine onlar, Allah celle celâlühû'nün kendilerine verdikleriyle seviniyor oldukları halde Rableri katında rızıklandırılan dirilerdir.”[53] (Hadîs Bitti.)
(İkinci Haber):
Yine (Buhârî’deki) rivayet(ler)de şöyle gelmiştir: “Bi'ru Meûne faciasında şehid edilen Kurrâ/Kur’ân hâfızları "kardeşlerimize haber ver ki, biz Rabbimizle karşılaştık (O’na kavuştuk.) O bizden razı oldu, bizi de kendinden razı kıldı"[54] dediler. Bu, Kur'ân’dan okunan bir ayet idi de tilaveti nesh olundu.”[55] (Haber Bitti.)
(Üçüncü Haber):
Hadiste şöyle gelmiştir: Ölü, iki meleğin cevablarını hayırla verince, kabri nurlandırılır ve ona, ‘damadın uyuması gibi uyu’ denilir. Ölü de onlara ‘aileme döneyim de bunu onlara haber vereyim (mi?)’[56] der. (Haber Bitti.)
Bununla, ‘ölünün, ehlini, kardeşlerini ve dostlarını bilmekte olduğu’ anlaşılmış oldu.
Kâfirlerin tekrar dünyaya dönmeyi temenni edecekleri ve dostlarının kendilerini saptırmalarından dolayı pişmanlık duyacakları Kur'ân ile sabittir. Nitekim şöyle diyecek: "Keşke ben falancayı dost edinmeseydim."[57]
Onlar, arkadaş ve kardeşlerini Kıyamet gününde bilince, (onları) kabirde bilmeleri daha evlâdır ve ihtimâle daha yakındır.
Sonra, ölülerin işiteceği ve bileceğinin sübûtu hakkında açık sahih delilleri getirdikten sonra böyle bir evleviyete/önceliğe de ihtiyaç kalmaz. İşte bu yüzden, onu/kabirdeki bilmeyi ancak haberleri (hadisleri) bilmeyen veya dini inkâr eden bir kimse reddedebilir.
-----------------------------------------------
[Ölüler Konuşurlar Veya Kur’ân Okurlar mı?]
-----------------------------------------------
Ölüler hakkında işitmenin de üstünde bir hakîkat vardır. O da konuşmaları ve Kur'ân-ı Kerim okumalarıdır. (Bu, birçok noktaya dayanır:)
Birincisi: Ölenlerin sözlerinden bir çoklarının işitildiği sâbit olmuştur. Bunu önceden söylemiştik. Onlardan biri de Rib'î İbnü Hirâş'dır.[58] Birçok kişinin[59] açıkça ifâde ettiğine göre bu zat öldükten sonra konuşmuştur.[60]
İkincisi: Bu (öldükten sonra konuşmak ve okumak), İmam Tirmizî'nin İbni Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan rivayet edip hasen kabul ettiği rivayete göre olmuş bir şeydir:
İbni Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan şöyle dedi:
Sahabe-i Kirâm rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn'den bazısı kabir olduğunu bilmediği bir yere çadır kurdu. Bir de ne görsün ki orası bir insanın kabri… (O kabirdeki ölü) Mülk sûresini bitirinceye kadar okudu. Sahabî Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve “ya Resûlellah!.. Ben bilmeden çadırımı bir kabrin üzerine kurdum. Bir de ne göreyim ki orası bir insanın kabri; Mülk suresini bitirinceye kadar okudu” dedi.
Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem de, "(Mülk sûresi azabı) men edici ve (kabirdekini azabdan) kurtarıcı bu sûredir; onu kabir azabından kurtarır" buyurdu.[61] (Hadîs Bitti.)
Bu kadarı, ölülerin işitmeleri, (bir takım şeyleri) anlamaları, dirilere konuşmaları ve Kur'ân okumalarının isbâtı için yeterlidir. Artık bunu inkar etmek isteyenin inkârının hiçbir îzâh yanı olamaz.
-----------------------------------------------
[Allah’dan Başkasına Seslenmek Câiz Değil midir?]
-----------------------------------------------
(Fetvâyı soran ve i’tirâzı yapanın) Allah celle celâlühû'ndan başkasına seslenmeyi inkâr etmesi ve ‘bu câiz değildir’ demesine gelince….
O'na şöyle cevap verilir: Bu,
(Bir): İbnü’s-Sünnî'nin[62] "Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle"sinde[63] “Kişi Ayağı Uyuştuğu Zaman Ne Der?” babında, Ebu Saîd el-Hudrî radıyallâhu anhu’nun yaptığı şu rivâyetle reddedilmiştir:
"Ben bir seferinde İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ ile beraber yürüyordum ve onun ayağı uyuştu, bir kenara oturdu. Bir adam, ‘en çok sevdiğin birini zikret/an’ dedi. İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ da ‘Yâ Muhammedâhu/Ey Muhammed!.. Yetiş…’ dedi. Sonra kalktı ve yürüdü.” (Hadîs Bitti)
(İki): (Buna) İbnüs-Sünnî'nin yine Abdurrahman İbnü Sa'd'dan yaptığı (şu) rivayetle de cevab verilir:
Abdurrahman İbnü Sa'd şöyle dedi:
“Ben İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ’nın yanında yürüyordum. Birden ayağı uyuştu. ‘Ey Ebâ Abdirrahmân ne oldu ayağına?’ dedim. ‘Şuradan sinirler toplandı’ dedi. ‘İnsanlardan en çok sevdiğin kişiyi çağır’ dedim. O da ‘Ey Muhammed!...’ dedi ve sinirleri hemen açıldı.”[64] (Hadîs Bitti)
(Üç): (İbnüs-Sünnî'nin) yine Heysem İbnü Cahş'dan yaptığı rivayet de (buna) cevap olur.
O (Heysem) şöyle dedi:
“Biz Abdullah İbnü Amr İbni Âs ile beraberdik. Onun ayağı uyuştu da yanındaki birisi ‘en çok sevdiğin kimseyi an’ dedi. O da, ‘Ey Muhammed!..’ dedi. Sanki bağından kurtulmuştu.” (Hadîs Bitti)
Bu eserlerden, ölüye seslenilmenin, (seslenene) yakın olsun, uzak olsun câiz olduğu çıkarılır.
Bunu/câizliği teşehhütte "Ey Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem!.. Allah celle celâlühû'ün selamı rahmeti mağfireti senin üzerine olsun" hıtabı da kuvvetlendirir.
Çünki "أَىُّ" “eyyü”nün nidâ harf(ler)indendir. Üstelik bunda ölüye, ölmesinden sonra hitâb etmek/onu karşısına alıp konuşmak vardır. Bundan bu câizliğin ölüye yakın olmak şartı ile sınırlı olmadığı da çıkarılır; hatta bu hükümde uzak olmak ve yakın olmak birdir. Çünki namaz kılan nerede olursa olsun teşehhüdünde bu sözü söylemekle emrolunmuştur.
-----------------------------------------------
[Allah’dan Başkasından Meded İstemek Câiz Değil midir?]
-----------------------------------------------
Allah celle celâlühû'dan başkasından istiğâse’yi/yardım istemeyi caiz görmeyene gelince… Ona şöyle cevap verilir: Bu inkâr,
(Bir): Tabarânî'nin "el-Kebîr"inde, râvîleri sağlam bir isnad ile Ukbe İbnü Ğazvan radıyallâhu anhu’dan yaptığı rivayet ile reddedilmiştir.
Ukbe İbnü Ğazvan radıyallâhu anhu Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Sizden biriniz bir şey kaybederse veya hiçbir insanın olmadığı bir yerde yardım murâd ederse, şöyle seslensin: Ey Allah'ın kulları bana yardım edin. Çünki Allah'ın sizin görmediğiniz kulları vardır.”[65]
(Taberânî şöyle ilâve etti:) Bu tecrübe edilmiştir. (Tabarânî'nin Rivâyeti ve Sözü Bitti).
(İki): İbnü Ebî Şeybe "el-Musannef"inde[66] Abdullah İbnü Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan mevkuf olarak şöyle dediğini rivayet etti:
"Sizden birinizin hayvanı kaybolursa, ‘Ey Allah'ın kulları!... Allah’ın rahmeti üzerinize olsun; bana yardım edin’ desin.”[67]
(Üç): “İstenmeyen bir şeyden dolayı ölüye sığınmak” hakkında İbnüs-Sinnî’nin "Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle"sinde Ali radıyallâhu anhu’dan şöyle dediğine dâir yaptığı bir rivâyet gelmiştir:
"Yırtıcılardan korktuğun bir vadide bulunduğunda ‘aslanın şerrinden, Daniyel’e ve …‘a sığınırım’ de.” [68]
(Dört): Üstelik, “Nebilerin (öldükten sonra da) diri olmaları” sahih isnadlarla ve kuvvetli delillerle sabittir. Onlara ve husûsiyyetle Nebimiz’e salât ve selamların en üstünü olsun. Allah celle celâlühû ve meleklerinin, salât ve selâmı her bir salat edenden, Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştırmaları da[69] (yine sahih isnadlarla ve kuvvetli delillerle) sâbittir.
-----------------------------------------------
[Nebileri Uyanıkken Görmek Mümkin midir?]
-----------------------------------------------
Peygamberleri uyanıkken gören kimsenin bu sözü (şayet sahtekâr değilse) inkâr edilmez. Çünki,
(Bir): Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem, Mûsa aleyhisselâm’ın yüksek sesle telbiye[70] getirdiğini görmüştür.
(İki): Aynı şekilde, Yûnus[71] aleyhisselâm’ı da görmüştür.[72]
Üstelik Allah celle celâlühû’nün birtakım kâfirleri, azablandırmak, küçük düşürmek ve Müslümanlara ibret olmaları için diriltmesi de inkar olunacak bir şey değildir.
(Üç): İmam Tabarânî, "el-Evsat"ında,[73] İbnü Ebî’d-Dünyâ[74] ve başkaları[75] İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ’dan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
“Ben Bedir’in etraflarında dolaşırken, bir de baktım ki, çukurun birinden boynunda zincir bulunan bir adam çıkıverdi ve bana ‘Ey Abdullah!.. Bana su ver!.. Ey Abdullah!.. Bana su ver!..’ diye seslendi. Bilmiyorum, ismimi mi bildi veya Arabların seslenişiyle mi seslendi? Aynı çukurdan bir de eli kamçılı olan siyah bir adam çıktı ve bana ‘Ey Abdullah!.. Ona su verme, o kâfirdir’ diye seslendi. Sonra da ona kamçıyla vurdu ve nihâyet (o kâfir) çukura geri döndü. Hemen süratli bir şekilde Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldim ve bunu haber verdim. Bana, ‘gerçekten onu gördün mü?.’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘O, Allah'ın düşmanı Ebû Cehl İbnü Hişâm'dır. Bu da Kıyamet’e kadar devâm edecek olan azabıdır,’ dedi.” (Rivâyet Bitti.)
(Dört): İbnü Ebî’d-Dünyâ Şa'bî'den[76] rivayet etti:
Bir adam, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi:
Ben Bedir’e uğramıştım. Yerden çıkan bir adam gördüm, başka bir adam da elindeki gürzle ona vurup yerine sokuyordu. Sonra o adam tekrar çıkıyor ve o da onu (yine) vurup yerine sokuyordu. Bunu defalarca yaptı. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem “O, Ebu Cehl İbnü Hişâm’dır. Ona Kıyamete kadar böyle azab edilecektir” buyurdu. (Hadîs Bitti.)
Zürkânî, "Şerh'ul-Mevâhidu’l-Ledünniyye"de[77] şöyle dedi: Açık olan o dur ki, Şa'bî'nin rivayetinde ismini zikretmediği bir adam diye bahsettiği mübhem/bilinmeyen kişi İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ’dır. Ancak başkası olması da muhtemeldir. O zaman, Ebu Cehl'i gören kişi, birden fazladır. (Zürkânî’nin Sözü Bitti.)[78]
-----------------------------------------------
[Kaç Çeşit Tevessül Vardır?]
-----------------------------------------------
Semhûdî,[79] "Vefâu’l-Vefâ"da[80] şöyle dedi:
Bil ki, Nebi sallellâhu aleyhi ve selem ile, Rabbi katındaki rütbesi ve bereketi ile Rabbinden yardım ve şefâat istemek, Nebilerin ve Resûllerin işlerinden, Selef-i Salihîn’in de âdetlerindendir. Bu iş, her hâlde, O’nun yaratılmasından önce de, sonra da, dünya hayatında da, kabir hayatında ve Kiyamet meydanında da gerçekleşir.
-----------------------------------------------
Birinci Hal
Nebi Sallallâhu Aleyhi ve Sellem İle Yaratılmasından Önce Tevessül Etmek
-----------------------------------------------
Bu hususta Nebiler’den -Allah’ın salâtları ve selâmı tamâmının üzerine olsun- eserlerde/Sahâbî rivâyetlerinde gelmiştir. Biz bunlardan Hâkim'in de içinde olduğu kalabalık topluluğun yaptığı bir rivâyet ile yetineceğiz.
Hâkim,[81] isnadının sahih olduğunu söylerek Hz. Ömer radıyallâhu anhu’dan Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu dediğini rivayet ediyor:
“Âdem aleyhisselam (malum) hatayı[82] işleyince, ‘Ya Rabbi beni bağışlaman için Muhammed sallellâhu aleyhi vesellem’in hakkıyla[83] senden istiyorum’ dedi. Allah Teâlâ, ‘Muhammed sallellâhu aleyhi vesellem’i henüz daha yaratmadığım halde nereden biliyorsun’ buyurdu. Adem aleyhisselâm, ‘Ya Rabb! Sen beni kendi elinle yarattığında bana kendi ruhundan üflediğinde başımı kaldırdım, Arş’ın direkleri üzerinde Lâilâhe illellâh Muhammedün Rasûlüllâh yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, sen ancak mahlûkatın en sevimlisini kendi ismine eklersin’ dedi. Allah Teâlâ, ‘Doğru söyledin, ey Âdem!.. O, bana yaradılanların en sevgilisidir; O’nun hakkıyla istediğin için seni bağışladım. Eğer Muhammed sallellâhu aleyhi vesellem olmasaydı seni yaratmazdım’ buyurdu.
Tabârânî,[84] bu hadisi, sonuna "O, senin zürriyetinden son peyğamberdir" cümlesini ekleyerek rivayet etti.
İmâm Sübkî[85] şöyle dedi:
Sahîh olan Mağara Hadîsinde[86] de olduğu gibi, amellerle[87] -yaratılmış olmalarına rağmen- tevessül etmek caiz olunca, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile istemek evlâ olarak caizdir. Âdette, bir kimsenin bir şahsın yanında değeri ve kadri olsa ve ğıyabında onunla/değeri olan kimseyle o şahsa tevessül edilse, sözü edilen şahıs kendisiyle tevessül edilen kimseye bir ikrâm olarak bu isteği yerine getirir. Bazen de sevilen veya hürmet edilen kimseden söz etmek[88] istenilenin kabûlüne sebeb olur.
Bu hususta, tevessül, istiğase, şefaat istemek ve teveccüh tabirlerinin kullanılması aralarında hiçbir fark yoktur. Bunun manası, ihtiyaç hususunda bi kimse ile bir varlığa yönelmektir. Bazen rütbe sahibi biriyle ondan yüksek olana tevessül edilir.
-----------------------------------------------
İkinci Hal
O’nunla, Yaratılmasından Sonra, Dünyada Yaşadığı Müddet İçinde Tevessül Etmek.
-----------------------------------------------
İçlerinde Nesâî ve Tirmizî'nin de bulunduğu cemaatın rivayeti ettiği hadîs bu babtandır.
Tirmizî,[89] "Cami"inde, Dualar Babı’nda, Osman İbnü Huneyf radıyallâhu anhu’dan rivayet etti:
“Gözleri özürlü bir adam Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ‘Allah cellecelâlühû'dan bana âfiyet ve şifâ vermesini iste’ dedi. Nebi sallellâhu aleyhi ve selem, istersen düa edeyim, istersen de sabret ki, bu senin için daha hayırlıdır. Adam, ‘dua et’ dedi. (Nebi sallallâhu aleyhi ve selem) O’na, abdest almasını, abdestini güzel etmesini ve şu düayı yapmasını emretti:
Ey Allahım!... Ben senden istiyorum. Sana rahmet peygamberi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile yöneliyorum. Ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem!... Hâcetimin yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Ey Allahım!... O’nu, hakkımda şefaatçı yap.”
Tirmizî, “bu, Hasen Sahih Ğarib’tir; bunu ancak bu vechiyle/isnâdla biliyoruz” dedi. Beyhakî[90] de Sahîhdir deyip şu eklemeyi yaptı: "Adam, gözleri görüyor olarak kalktı." Bir başka rivayette,[91] "adam denileni yaptı ve şikâyetinden kurtuldu" denildi.
----------------------------------------------
Üçüncü Hal
Nebi Sallallâhu Aleyhi ve Sellem İle Vefatından Sonra Tevessül Etmek
-----------------------------------------------
Tabarânî, "el-Kebîr"inde[92] daha önce geçen Osman İbnü Huneyf radıyallâhu anhu’dan şöyle rivayet etti:
“Bir adam, hâceti için Osman radıyallâhu anhu’ya gelip gidiyor, ama Osman radıyallâhu anhu O’na iltifat etmiyor ve hâcetine bakmıyordu. Adam İbnü Hüneyf radıyallâhu anhu ile karşılaştı ve hâli ona şikayet etti. İbnü Huneyf de O’na şöyle dedi: Abdest yerine git; abdest al ve namaz kıl. Sonra da, ‘Ey Allah’ım!.. Ben rahmet Nebîsi olan Nebîn Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum. Ey Muhammed!.. Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum’ şeklinde duâ et ve hâcetini söylersin.. Adam gitti ve onun dediğini yaptı. Sonra Osman radıyallahu anhu'nun kapısına geldi. Hemen kapıcı adamın elinden tuttu ve O’nu Osman radıyallâhu anhu’nun yanına soktu. Osman radıyallâhu anhu da O’nu yanında bir mindere oturttu ve hâcetini sordu; adam da hâcetini anlattı. Osman radıyallâhu anhu da adamın ihtiyacını gördü ve O’na, ‘ihtiyacını söylemedin; nihâyet şimdi görüldü’ dedi. ‘Hangi ihtiyacın varsa, söyle’ dahi dedi. Adam Osman radıyallâhu anhu’nun yanından çıktı, İbnü Hüneyf radıyallâhu anhu ile karşılatı ve, ‘Allah celle celâlühû hayırla mükafatlandırsın. Sen benimle konuşuncaya kadar benim ihtiyacım görülmüyor, bana da iltifat edilmiyordu’ dedi. İbnü Huneyf radıyallâhu anhu da O’na şöyle dedi: ‘Yemin olsun ki bunu ben söylemedim. Ancak Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. O'na gözünü kaybetmiş/kör olmuş biri halinden şikayet etti. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem O’na, ‘İstersen duâ edeyim, istersen sabret’ dedi. Adam, ‘Beni tutup götürecek kimsem yok; bu hal/körlük ve sahibsizlik bana meşakkat veriyor’ dedi. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem, O’na, ‘Abdest alınacak yere git ve abdest al; sonra iki rekat namaz kıl; sonra da bu duâları yap’ dedi. İbnü Hunefy radıyallâhu anhu, ‘Yemin olsun ki, biz oradan ayrılmamıştık; konuşmamız uzamıştı. Nihâyet adam (denileni yaptı ve) yanımıza geldi. Sanki, daha önce O’nda asla böyle bir özür yoktu’ dedi. (Rivâyet Bitti.)
Bunun benzerini Beyhakî[93] iki yoldan rivayet etti.
Taberânî el-Kebîr’inde[94] ve el-Evsat’ında,[95] içinde Ravh İbnü Salah'ın[96] -ki O’nu, kendisinde bir zayıflık bulunmasına rağmen İbnü Hıbbân[97] ve Hâkim sağlam bulmuştur; diğer ravileri de sahihin râvîleridir-[98] yer aldığı bir isnâd ile Enes İbnü Mâlik’in şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“Ali radıyallâhu anhu’nun anası Fâtıme binti Esed bin Hâşim vefat edince, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem onun yanına girdi, başı yanında oturdu ve "Ey anamdan sonra anam olan!... Allah celle celâlühû sana rahmet etsin" dedi, ona övgülerini söyledi ve hırkasıyla onu kefenledi; sonra da Üsame İbnü Zeyd, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ömer İbnü’l-Hattâb ve siyah bir köleyi kabri kazmaları için çağırdı. Onlar kabrini kazdılar. Lahd'e kadar varınca Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem lahd'ı kendi kazdı. Toprağını da kendi eliyle çıkardı. Kabir tamamlanınca Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem kabre girdi ve oraya yattı. Sonra da,
‘Dirilten ve öldüren Allah celle celâlühû’dür; O, ölmeyecek olan bir diridir; Ey Allah'ım!... Nebin ve benden önceki Nebilerin hakkı için/hatırına ve hürmetine Anam Fatıma binti Esed'e mağfiret eyle; O’na delilini/cevaplarını telkin et; kabrini genişlet. Sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin’ buyurdu.
O’na dört defa tekbir getirdi ve Abbâs ve Ebu Bekir radıyallahu anhumâ ile beraber O’nu Lahd'e yerleştirdi.” (Rivâyet Bitti.)
Bundan, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer Peyğamberler ile tevessül ettiği anlaşılıyor. Ümmet’inin bundan engellenmemesi ise daha evladır.
----------------------------------------------
[Ölümünden Sonra Ondan Düâ İsteyerek Tevessül Etmek]
-----------------------------------------------
Tevessül bazen de ölümünden sonra, hayatında olduğu gibi ondan düa isteyerek olur. Bu da Beyhakî'nin[99] ve İbnü Ebi Şeybe'nin[100] Mâlik'üd-Dâr'dan[101] yaptıkları rivayetlerinde vardır.
Mâlikü’d-Dâr şöyle dedi:
Hz. Ömer radıyallâhu anhu zamanında insanlara kıtlık isabet etti. Bir adam Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve "Ya Rasûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem!... Ümetin için Allah'tan yağmur iste; onlar kıtlıktan kırıldılar" dedi. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem rüyasında o adama geldi ve Ömer’e git ve selam söyle; kendilerine yağmur verileceğini haber ver, Ona akıllı davranmasını tavsiye ettiğimi söyle dedi. Adam, Ömer radıyallâhu anhu’ya geldi ve (bunu) O’na haber verdi. O da ağladı ve Ey Rabbim!.. Ancak âciz kaldığım meselelerde eksiklik yapıyorum dedi. (Haber Bitti.)
Seyf[102] rüyayı görenin Sahabe’den Bilal İbnü Hâris el-Müzenî[103] olduğunu söylemiştir.[104]
Burada delil alınacak nokta, Nebi sallellâhu aleyhi ve selem kabirdeyken O’ndan yardım istemenin ve şu halde Rabbine düâ etmesininin imkânsız olmadığdır. Kendisinden isteyenin isteğini bilmesi de haberde gelmiştir.
-----------------------------------------------
[İşi Kulun Kendisinden İstemek Sûretiyle Tevessül]
-----------------------------------------------
(Semhûdî şöyle dedi:)
O’nunla tevessül etmek, bazen işi, -Rabbinden istemesi ve Katında şefâat etmesiyle onda/işde sebeb olmaya güç yetireceği manasında- O’ndan istemekle de olur. Böylece ifâde farklı olsa da, iş O’ndan duâ istemeye döner. Kişinin Ona/Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e, “senden, cennette[105] seninle beraber olmayı istiyorum” demesi[106] bu türdendir. Bu sözle, ancak, O'nun bir sebeb ve şefâatçi olması kasdedilir.
-----------------------------------------------
[Kıyâmet Gününde Arasat Meydanında Tevessül Var mıdır, Nasıldır?]
-----------------------------------------------
Dördüncü Hal: Kıyamet gününde Arasat meydanında Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül olacaktır. O da Rabbine (insanlar için) şefaatçı olacaktır. Bu, hakkında rivayetlerin mütevâtir olduğu, kendisi için İcma'ın kaim olduğu bir mes’eledir.
Hakîm,[107] İbnü Abbâs'tan yaptığı ve “sahîhdir” dediği rivâyette, O (İbnü Abbâs radıyallâhu anhümâ) şöyle buyurdu:
“Allah celle celâlühû İsa aleyhisselâm'a şöyle vahyetti: Ey Îsâ!... Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e îmân et ve ümmetinden O’na yetişenlere O’na İmân etmesini söyle. Eğer Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem olmasaydı Âdem’i yaratmazdım. Eğer O olmasaydı ne Cenneti ne de Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım da titremeye başladı üzerine (لااله الاالله محمد رسول الله)/”lâ ilâhe illellâh” yazdım da sükûnet buldu.”[108]
(Semhûdî) şöyle dedi:
Mevlası katında bu makama ve mevkiye sahib olan kimseyle nasıl olur da tevessül etmez, O’ndan şefaat istemeyiz. Sübkî'nin dediği[109] gibi tevessül diğer salihlerle bile caizdir.
Kâdı İyâd’ın,[110] "eş-Şifâ"sında[111] hasen bir isnad ile İmam Mâlik’ten[112] rivayet ettiğine göre Halife Ebû Cafer[113] Mescid-i Nebevî'de İmam Malik ile tartıştı. İmam Mâlik O’na, “Ey Mü’minlerin Emîri!.. Bu mescidde sesini yükseltme” dedi. Çünki, Allah Teâlâ bir topluluğa edeb öğretti ve şöyle buyurdu: "Ey îmân edenler!... Seslerininizi Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in sesi üzerine yükseltmeyin. O’na, kiminiz kiminize seslendiği gibi de seslenmeyin. Yoksa farkında olmadığınız halde amelleriniz boşa gider".[114] Bir topluluğu dahi medh etti ve şöyle buyurdu: "Allah'ın Rasûlü yanında seslerini kısan kimseler, bunlar Allah celle celâlühû’nun kalblerini takvâ için sınadığı kimselerdir; bu kimseler için bağışlama ve büyük bir mükafat vardır"[115]. Bir topluluğu da kınayıp şöyle buyrudu; "Odaların arkasından sana seslenen kimseler, bunların çoğu akledemezler"[116]. O'na ölü halinde hürmet etmek, diri halinde hürmet gibidir.
Halife hemen tevâzulu bir tavır takındı ve şöyle dedi: Ey Abdullahın babası (Mâlik)!... Kıbleye dönüp de mi düa edeyim, yoksa Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e (kabre) dönüp de mi düa edeyim?. İmam'ı Mâlik de şöyle dedi: Yüzünü ondan niye çeviresin ki?!.. Halbuki O, senin ve baban Adem aleyhisselâm’ın Kıyâmet gününde Allah'a vesîledir. Aksine yüzünü ona çevir. O'nunla şefâat dile ki, Allah sana şefaat etsin.
Allah celle celâlühû şöyle buyrudu:
"Eğer onlar nefislerine zülmettiklerinde sana gelip, Allah'tan bağışlanmalarını dileselerdi ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem de onlar için istiğfar etseydi, Allah celle celâlühû’yu çok merhamet edici ve tevbeleri çok kabul edici olarak bulurlardı".[117]
İmam Mâlik'in şu sözüne bak!... Şu sözün bulundurduğu, ziyaret, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül, (Mâlik’in) duâ anında O’na dönmesi, O’nunla beraber takındığı tam bir güzel edebe riayet etmek işine bak!..
İbnü’l-Cevzî[118] "el-Vefâ"sında,[119] isnadıyla Ebû Bekr İbnül-Mükrî'den şöyle dediğini rivâyet etti:
Ben (Ebû Bekr), Tabârânî ve Ebuş-Şeyh, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem hareminde idik. Açlık bize tesir etmiş haldeydi. O gün visâl yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutmuştuk. Akşam vakti olunca Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. “Ya Rasûlüllah!... Açız”, dedim ve döndüm. Bunun üzerine, Ebu’l-Kâsım (et-Tabarânî) bana “otur, ya rızık, ya da ölüm gelecek” dedi. Sonra, ben ve Ebuş-Şeyh uyuduk; Tabarânî bir şeye bakıyordu. Vakit geçmeden bir Alevî çıka geldi, kapıyı çaldı; biz de açtık. Bir de baktık ki, yanında iki hizmetçi vardı. Onlardan her birinin elinde, içinde çok şey bulunan birer sepet vardı. Oturduk, yedik; kalanı da hizmetçinin alacağını zannettik, ama bıraktı gitti ve kalanları da bize bıraktı. Biz yemeği bitirince, Alevî, “ey topluluk!.. Beni Rasûlüllah'a mı şikayet ettiniz? Zira ben rüyamda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; size bir şey taşımamı emretti” dedi.[120]
İbnü'l-Cela rahimehullâh şöyle dedi:
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrine (Medîne’ye) girdim; açtım; kabrin başına gittim “ben senin misafirinim” dedim, uyudum; rüyâmda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; bana bir çörek verdi, onun yarısını yedim ve uyandığımda yarısı elimdeydi.[121]
Ebu’l-Hayr el-Ekta' rahimehullah şöyle dedi:
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrine (Medine’ye) girdim; açtım; orada beş gün hiçbir şey tatmadan durdum. [Şerefli] Kabrin yanına geldim, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e Ebu Bekir radıyallâhu anhu’ya, Ömer radıyallâhu anhu’ya selam verdim ve “Ya Rasûlüllah!.. Ben senin misafirinim” dedim. Sonra da bir kenara çekilip, kabrin arka tarafında uyudum. Rüyamda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; sağında, Ebu Bekir radıyallâhu anhu, solunda Ömer radıyallâhu anhu, önünde Ali radıyallâhu anhu vardı. Ali radıyallâhu anhu beni dürttü, “kalk, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve selem geldi” dedi. Kalktım Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki elini öptüm, bana bir çörek verdi, yarısını yedim, sonra uyandığımda bir de ne göreyim ki!... Elimde yarım çörek duruyordu.[122]
Sûfî Ebu Abdillâh Muhammed İbnü Züra' anlatıyor:
Babamla ve Abdurrahman İbnü Hafîf ile beraber Mekke-i Müşerrefe’ye yolculuk yaptım. Bize şiddetli bir açlık isabet etti ve Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrine girdik. Aç olarak geceledik. Ben daha buluğ çağına gelmemiş bir çocuktum. Babama defalarca gelip “ben açım” diyordum. Babam kabr-i şerifin yanına geldi ve “Ya Rasûlüllah!... Bu gece senin misafirinim” dedi ve murakabe etmeye oturdu. Biraz zaman geçince başını kaldırdı. Bazen gülüyor bazen de ağlıyordu. Ona bu hâl sorulduğunda “rüyamda Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; elime dirhemler koydu” dedi ve elini açtı. Bir de gördük ki, dirhemler hala elinde duruyordu. Allah cellecelâlühû Şiraz'a varıncaya kadar onları bereketlendirdi; ondan harcıyorduk.
Sûfî Ahmed İbnü Muhammed şöyle dedi:
Çölde üç ay, başıma musîbet (hastalık) geldi; cildim soyuldu, Medine’ye girdim ve Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına gelip O'na ve iki arkadaşına selam verdim; sonra da uyudum ve O’nu rüyamda gördüm. Bana “ey Ahmed! Geldin mi?” dedi. Ben de “evet, ben açım ve senin misafirinim” dedim. Bana “iki avucunu aç” dedi. Onları açtım, ikisini de dirhemlerle doldurdu. Uyandığımda hala ikisi parayla doluydu. Kalktım, beyaz undan ekmek ve pelte aldım ve onları yeyip vakti kaçırmadan Vaha'ya geri döndüm.
Hafız Ebu’l-Kâsım İbnü Asâkir,[123] "Tarih"inde,[124] Ebul-Kâsım Sâbit İbnü Ahmed İbni’l-Hüseyin el-Bağdâdî'ye varan senediyle (O’nun) şöyle dediğini rivayet etti:
O (ravi sabit), Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri yanında sabah ezan okuyan bir adam gördü. Adam, ezânında "الصلوة خير من النوم"/“namaz uykudan daha hayırlıdır” dedi. Mescidin hizmetçilerinden biri bunu işitince, geldi ve ona vurdu. Adam ağladı ve “Ya Rasûlüllah!.. Senin huzurunda bana bu yapılıyor!..” dedi. Hizmetçi, hemen o anda felç oldu. Evine taşındı ve üç gün bekleyip öldü.
[Bu zikri geçen vakaları İbnü’l-Cevzî “el-Vefâ”[125] isimli kitâbında ve başkaları rivâyet ettiler. Nitekim Muhammed İbnü Mûsâ İbnü’l-Nu’mân,[126] bunlardan biridir. O da, bu vakaları “Mısbâhu’z-Zalâm Bi’l-Müstağîsîne Bi Hayri’l-Enâm Aleyhi ve Alâ Âlihî Efdalü’s-Salât ve’s-Selâm” isimli kitâbında anlattı.
Bu vakalardan biri de İbnü’l-Nu’mân’ın anlattığı şu vakadır:
O (İbnü’l-Nu’mân), başına gelen kimseden veya ondan bir vâsıta ile işitti ve şöyle dedi:
Ebû İshâk İbrâhîm İbnü Sa’d’ı şöyle derken işittim: Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrindeydim; yanımda dervişlerden üş kişi vardı. Bize ihtiyâc hâsıl oldu. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldim ve “Yâ Resûlellah!... Hiçbir şeyimiz yok. Hangi şeyden olursa olsun bize üç müd yeter. Bir adam benimle karşılaştı ve bana değerli hurmalardan üç müd verdi.[127]][128]
Ben (Muhammed İbnü Mûsâ), Şerîf Ebu Muhammed Abdisselâm İbnü Abdirrahman el-Hüseynî el-Fâsî'yi şöyle derken işittim:
Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrinde üç gün hiç yemek yemeden bekledim. Minberinin yanına geldim, iki rekat namaz kıldım ve “ey dedem!.. Açım, senden tirit yemeği istiyorum” dedim. Sonra uykum geldi ve uyudum. Ben uyurken bir adam beni uyandırdı; baktım ki elinde ahşaptan bir kadeh içinde tirit yemeği, yağ, et v.s. var; bana “ye” dedi. “Bu nereden geldi?” dedim, o da “küçük çocuklarım üç gündür benden bu yemeği istiyorlardı Allah celle celâlühû bügün bunu bana nasip etti. Sonra da uyuyup kaldım ve rüyamda Nebi aleyhisselamı gördüm; şöyle diyordu: “kardeşlerimden biri benden bu yemeği taleb etti. Götür ona bunu yedir” dedi.
Şeyh Ebu Abdillâh Muhammed bin Ebi’l-Emân'ı da şöyle derken işittim:
Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrinde, Fâtıma radıyallâhu ahha'nın mihrabının arkasındaydım. Şerif Mikser el-Kâsimî de mihrabın arkasında uyuyordu. Adam uyandı, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip selam verdi, tebessüm ederek bize döndü ve mescidin hizmetkarı olan Şemsuddîn Savvâf niçin tebessüm ettin dedi. O da, “benim bir ihtiyacım vardı; evimden çıktım, Fatıma radıyallâhu anhâ'nın evine geldim; Nebi aleyhisselam ile istiğase ettim ve ben açım dedim. Peşinden uyudum, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm ve bana bir kadeh süt verdi, ondan doyuncaya kadar içtim, bu yüzden tebessüm ediyorum” dedi. Ağzındaki sütten benim ağzıma tükürdü de biz onun ağzındaki sütü gördük.
Bu anlatılan vakaları İbnül-Cevzî "el-Vefa" isimli kitabında, başkası, İmam Muhammed bin Musa bin Numan gibi "Misbahuz-Zalâmi fil-Müsteğîsîne bihayril-Enâm (salatların en faziletlisi selamların en temizi ona ve ailesine olsun) fil-Yekazâtı vel-Menâm" isimli kitabında rivayet etmişlerdir.
Bu rivayetlerden biri de yine İbnü Nümân'nın zikrettiği hadisenin o (haberin kendisine bir vasıtayla ulaştığını söyleyen bir kimseden işitmiştir) dediki; İbrahim bin Sad rahımehullâh'ı şöyle derken işittim. Ben Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem şehrinde yanımda üç fakirle beraberdim. Bize açlık isabet etti. Nebi aleyhisselam’a geldim. Ya rasûlullah bir şeyimiz yok, neden olursa olsun üç müd (ölçek) yeter dedim. Bir adam bana rast geldi de taze hurmalardan üç ölçek verdi.
Abdullah İbnü Hasen ed-Dümyâtî rahimehullah'ın şöyle dediğini işittim:
Bana Şeyh Abdulkadir et-Tinnîsî, Dümyat’ın içinde şöyle anlattı:
Ben açlık hali üzere(taki) Medineye vardım. Peyğamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e açlık sıkıntımı şikayet ettim. O'ndan -buğday et hurma- yemeği istedim. Ziyaretten sonra Ravza'ya girdim. Orada namaz kıldım ve geceledim. Birden bir adam beni uykudan uyandırdı. Bende uyanıp onunla beraber gittim.-ahlakı ve görünüşü çok güzel olan bir gençti- bana içinde tirit olan bir tekne(büyük tabak) getirdi üzerinde bir koyun kat kat hurma çeşitleri-seyhani ve diğer çeşitler- içlerinden ekmek çöreğide olamak üzere birçok ekmek Arabistan kirazı helvası vardı. Ben bunlardan yedim daha sonra o, genç çantamı et, kemek, hurmayla doldurdu ve dediki; Ben duha namazından sonra uyumuştum, rüyamda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm, sana bunları hazırlamamı emretti ve beni sana gönderdi ravzadaki yerini bana tarif etti. Bana senin canın bunları çekmişti istemişti dedi.
Dostum Ali bin İbrahim [bin süver] el Buseyrî’nin şöyle dediğini işittim. Abdusselâm bin Ebi’l-Kasım es-Saklî’nin şöyle dediğini işittim. İsmini unuttuğum sağlam bana şöyle anlattı: Ben Medine’tün-Nebi’de idim, hiçbir şeyim yoktu, zayıf düştüm. Nebi aleyhisselâm’ın kabrine geldim. Ey evvelkiler ve sonrakilerin efendisi, ben Mısır ahalisindenim, beş aydır senin komşunum, ben zayıf düştüm dedim. Sanra ya Rasûlullah Allah celle celâlühû’dan ve senden beni doyuracak vede memleketime çıkaracak birini görevlendirmeni istiyorum dedim. Sonrada kabri şerifin yanında çeşitli dualar yaptım ve minberin yanında oturdum. Birden bir adam hücrei Saadete girip dikildi bir şeyler konuşmaya başladı ve ey dedem (özür diliyor gibiydi) diyordu. Sonra yanıma geldi elimi tuttu ve kalk dedi. Onunla beraber kalktım, beni Cibril kapısından çıkarıp, Baki’a doğru götürüp ordan çıkardı. Birden karşımıza kurulmuş bir çadır, köle ve cariye çıktı. Onlara kalkın misafire akşam yemeği hazırlayın dedi. Köle kalktı odun topladı ve ateşi tutuşturdu. Cariye’de un öğüttü ve (külde pişen) ekmek yaptı. Adamda beni konuşarak meşgul etti. Cariye ekmeği getirdi ikiye böldü birde içi yağ dolu bir tulum getirdi ve ekmeğin üzerine döktü. Sonra Seyhânî cinsinden hurma getirdi ve Hays denilen (çekirdeksiz hurma, sadeyağ, keş ve undan yapılan) yiyeceği yaptı. Adam bana ye dedi. Bende az bir şey yedim ve çekildim. Adam ye dedi. Bende biraz daha yedim. Bana birdaha ye dedi. Bende, ey efendim aylardır buğday ekmeği nede daha fazlasını yemedim dedim. O da kalan yarım hisseyide benim akmeğimin artanının üzerine döktü ve bana ismin ne diye sordu. Bende falanca dedim. Bana, senin üzerine Allah celle celalühu yemin olsunki sen beni Dedem sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyet ettinde, bu da ona ağır geldi. Bu saatten itibaren ne zaman acıkırsan, seni memleketine götürecek kimseyi Allah celle celâlühû sebeb yapıncaya kadar yiyeceğin sana gelecek. Köleye bunu al, dedemin kabrine ulaştır dedi. Köleyle beraber Baki’a kadar gittim. Ona sen buradan dön, ben yerime ulaştım dedim. Köle bana, ey efendim Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem efendime şikâyet etmeyesin diye vallahi seni hücreye ulaştırana kadar senden ayrılamam dedi ve beni yerime ulaştırıp geri döndü.
Ben dört gün adamın bana verdiklerini yiyerek geçirdim. Sonrada acıktım birde ne göreyim köle bana yemek getirdi. Artık bundan sonra ne zaman acıksam köle yemek getiriyordu. Sonunda Allah celle celâluhû kendileriyle geri döneceğim kafileyi sebeb kıldıda onlarla Yenbu’a geri döndüm. Bu anlatılanlar efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in bereketi ile gerçekleşmişti.
İbnü Nüman, senedini Ebü’l-Abbâs İbnü Nefis el-Mükri ed-Darîr’e dayandırarak şöyle dediğini rivayet etti:
Ben Medine’de üç gün aç kaldım da kabr-i şerife geldim ve “ya Rasûlallâh!.. Ben açım” deyip güçsüz düşüp uyudum. Bir kız ayağıyla beni dürttü, ben de kalktım. Bana, “davran” dedi. Ben de onunla beraber evine gittim. Bana buğday ekmeği, hurma ve yağ getirdi ve ey “Ebul-Abbâs!.. Ye, bunu bana dedem Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem emretti. Ne zaman acıkırsan bize gel” dedi.
Ebû Süleyman Davûd bütün bunları görmesinden sonra, “Musannef”inde ziyaret hususunda şöyle dedi:
Bu anlatılan kıssaların ve benzerlerinin çoğunda şu hakîkat vardır: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu mes’elede emir verdiği kişi değerli neslinden oluyor. Husûsiyyetle de istenilen yemek olduğu zaman. Çünki (bir kimse, bir kişiden kendisini) misafir etmesini istediğinde, o kişinin kendinden, sonra da kendinden olan yakınlarından başlaması değerli ahlakın güzelliğinin tamamlanması cümlesindendir. Dolasıyla, O’nun sallallâhu aleyhi ve sellem değerli ahlakı misafir edilmek isteyene vermek kendinden ve değerli zürriyetinden olur.
Seyyid Semhûdî şöyle diyor:
Bu babta hikâyeler çoktur.[129] Hatta bize de bu tür şeyler gerçekleşti. Sonra da bunlardan bazılarını anlattı. Ancak ben (kitabı) kısa tutmak için bunları aktarmadım.
-----------------------------------------------
[Ölülerden Yardım İstemek Câiz Değil midir?]
-----------------------------------------------
Şeyh Abdulhak ed-Dihlevî[130] “Mişkât’ül-Mesâbîh” şerhinde[131] ve diğer kıtablarında kısaca şöyle dedi:
Ölülerden yardım istemeye gelince… Bazı fıkıh âlimleri bunu inkar etmişlerdir. Eğer bu inkâr, kabirdekilerin onları ziyaret edenleri bilmemeleri, hallerini anlamamaları ve onların sözlerini işitmemeleri düşüncesinden kaynaklanıyor ise, bunun asılsızlığı (yukarıda getirilen deliller ile) sabit olmuştu. Eğer, ölülerin bu işlere kudretinin bulunmaması ve bu âlemde tasarruflarının olmaması, aksine onların bu işlerden engellenip, başlarına gelen sıkıntılar ile meşgul ve mahbus olup başkaları ile alakadar olamadıkları zannından kaynaklanıyorsa, biz bu inkârı herkesi içine alacak şekliyle, husûsiyetle de evliyaullah olan muttaki insanlar hakkında küllî olarak kabül etmeyiz. Çünki onların ruhları için Allah katında -Kıyamette de olacağı gibi- kendleriyle tevessül eden ziyaretçilerin ihtiyaçlarını görmek, onlara düa ve şefaat etmeye kabir alemindeyken güç yetirmek ve makam sahibi olmaları mümkindir.
Bunların inkarının delili nedir?
İmam Beydavî[132] “وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا”dan “فَالْمُدَبِّرَاتِ أَمْرًا”[133] ya kadar beş ayeti, bedenlerden ayrılma esnasında faziletli ruhların sıfatları ile tefsir etmiştir. Zira bu ruhlar bedenlerden ğark ya da şiddetli bir çıkarılış ile alınırlar. Bu ğark ok atan kişinin yayı sonuna kadar germesi kullanılımından alınmıştır. Sonuna kadar tastamam çıkarıp almak demektir. Ruhlar Alem-i Melekût’e yayılır ve de orada pak ve mukaddes makama koşarlar. Bu sebeble şeref ve kuvvetlerinden dolayı Müdebbirât’tan oluverirler.
Ben münkirin kabul etmediği istimdad ile ne murad olunduğunu bilmiyorum. Anlaşılan şu ki; dua eden muhtaç ve fakir kimse Allah celle celâlühû’ya düa ediyor ve ihtiyacını ondan istiyor ve Allah katında değerli, yakın olan bu kulun ruhaniyeti ile tevessül ediyor ve diyor ki;
“Ey Allah’ım!.. İkramda bulunduğun, merhamet ettiğin ve senin katında ona verilen lütuf ve kerem bereketiyle ihtiyacımı gör, isteğimi ver, sen kerem sahibi olan ve verensin.”
Ya da Allah celle celâlühû katında değerli ve yakınlık sahibi olan (veli) kişiye şöyle diyor:
“Ey Allah celle celâlühû’nün kulu, ey O’nun dostu!... Bana şefaatçı ol, Rabbine düa et.”
Burada (kendinden istenilen, beklenen ve veren Allah celle celâlühû’dur. (Veli) kul ancak arada vesiledir. İşi (gerçekte) yapan, güç yetiren, tasarrufta bulunan ancak Allah celle celâlühû’dür. Allah celle celâlühû’nun dostları ise O’nun, kudretinde…… fani/yok olmuşlardır. Onların ne fiili, ne kudreti, ne tasarrufları, ne şu anda, ne de onlar dünya hayatında diriyken olmamıştır. Onların fena ve yok olmak sıfatları da ancak Allah celle celâlühû’nun izni ile gerçekleşmiştir. Eğer bu iş şirk ve Allah celle celâlühû’ndan başkasına yönelmek olsaydı –münkirin de iddia ettiği gibi- salih kullardan, evliyadan dünya hayatında düâ istemek ve onlarla tevessül etmenin de yasaklanması gerekirdi. Halbuki bu, yasaklanan şeylerden değildir. Bilakis dinde müstehab olan yaygın bir tatbikattır. Münkir, ölülerin dünya hayatlarında sahib oldukları kerametler ve hallerden uzaklaşıp ayrıldıklarını iddia etse, bunun delili nedir?. Kim, başına afetler gelmesi sebebiyle ölülerle uğraşmaya vakit bulamıyorsa, bu küllî/herkesi içine alan bir hal değildir. Bunun (kendi sıkıntısı sebebiyle kendisinden isteyene bir şey yapamamanın) Kıyamete kadar devamlı olacağına dâir de bir delil yoktur. En fazla söylenilebilecek bu meselenin külli/herkes için geçerli olmadığıdır.
İstimdadın faydası umumidir. Hatta velilerden bazıları mukaddes alemin cezbesinde olup, kendi şuurları olmayacak şekilde Allah celle celâlühû’nun rızasında fani olmuşlardır. Cezbeli insanların hallerinin farklı farklı oluşu ve dünya hayatında bazı meşayıhın bu mevzularda imkan sahibi olması gibi.
Bu tasarrufların mutlak olarak kabul edilmemesi ve inkar edilmesine gelince… Hayır? Buna/inkara dâir asla bir delil yoktur. Aksine bunun zıddına dâir deliller çoktur.
Evet, şayet ölüyü ziyaret eden kişi, Hakk teâlâ hazretlerine yönelmeden ve O’na ilticâ etmeden, ölülerin bir şeyler yapacaklarına, (birilerine) yardım edeceklerine ve (bir şeylere) muktedir olacaklarına inanıyorsa bu (inanç) yasaklanacak ve sakındırılacak şeylerdendir. Nitekim gafil ve câhil avâm/sıradan insanlar buna inanmakta ve yine onlar, (dince) yasaklanan ve kaçındırılan şeylerden olan kabri öpmekte ve kabre karşı secde yapmakta ve namaz kılmaktadırlar. Hatta kimileri kabre secde etmekle kâfir olmaktadır. Avâmın işine asla itibar edilmez. O, bahsin dışındadır. Şerîat’i bilen ve dînin hükümlerini incelikleriyle belleyen kimseninin buna inanması ve bunu yapması asla düşünülemez.
Keşif sahibi bir takım meşayıhtan, “kâmil insanların ruhlarından yardım istemeleri” ve “onlardan istifade etmeleri”ne dair nakledilenler, fıkıh kitablarında bahsedilen yasaklamanın dışındadır. Bu iş, fıkıh âlimleri katında meşhurdur. Bunları zikretmemize ihtiyaç yoktur. Zaten taassublu inkarcıya onların sözleri fayda da vermez. Allah celle celâlühû bizleri bu hâle düşmekten kurtarsın.
Evet, hadislerde, kabir ziyaretinde ölüye selam vermek, Kur’ân okumak, bağışlanmalarını istemek vardır. Ancak, onlardan yardım istemenin nehy edildiği yoktur. Kabir ziyareti, ziyaretçinin ve ziyaret olunanın vaziyetine göre, hem yardım etmek hem de yardım almak için olur. (Abdulhak ed-Dihlevî’nin Sözü Bitti)
Ben (Sindî) de şöyle derim:
Hattâ Sünnette, bizzat ölülerden yardım istemeye dâir deliller vardır:
Bu, İbnü Asâkir’in “Tarih”inde,[134] İbnül-Cevzî’nin “Müsîr’ul-Ğaram”ında,[135] İbnü’n-Neccâr’ın[136] kitabında isnadlarıyla Muhammed İbnü Harb el-Hilali’den rivayet ettikleri haberde vardır.
O (Muhammed İbnü Harb el-Hilali) şöyle dedi:
Ben Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim, ziyaret edip önüne oturdum. Bir bedevi geldi. Hilâlî az sonra anlatılacak hâdiseyi anlattı. Hattâ,
Ebu Said es-Sem’ânî Ali radıyallâhu anhu’dan riveyet etti.
O (Ali efendimiz) şöyle anlattı: Biz Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i defn ettikten sonra bir bedevi geldi, kendini kabre attı, başına toprağından saçtı ve “Ya Rasûlallâh!.. Sen dedin biz de dediğini işittik, bizim senden alıp ezberlediğimizi sen de Rabbinden aldın. Sana indirilenin içinde şu ayet var: ‘Onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelip Allah celle celâlühû’dan bağışlanmalarını isterlerdi, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı elbette tevbeleri çok kabûl edici ve son derece merhamet sâhibi olarak bulurlardı.’[137] Ben kendime zulmettim, benim için istiğfar etmen için geldim” dedi. Kabirden “muhakkak ki sen bağışlandın” diye nida edildi.
Bu kıssa, Sahabe’nin tamamının önünde vuku buldu…. Kimse, Bedevi’ye, Utbî’ye, sözleriyle ve yaptıklarıyla alakalı olarak inkarda bulunmadı. İşte bu tavır şu işin caizliğine dair onların/Sahâbe’nin icma etmesi gibidir. “Anlaşmazlık Nebiler aleyhimuselâm’ın dışındadır” denilemez. Onların/Nebilerin yaşadıkları hakkında ise hiçbir şek yoktur ve bu hususta alimlerin hiçbirisinin zıd görüşü yoktur.
Bir de Ebu Davûd’un[138] Ebu Hureyre radiyellahu anhu’dan sahih bir sened ile rivayet ettiği, “bana bir kişi selam verirse, muhakkak Allah Teâlâ bana ruhumu iade eder de ben onun selamını alırım” hadisinde (demek ki hayatta değildirler ki Allah Onlara rûhunu geri iâde ediyor deyip) müşkil/problem gören kimseye şöyle cevap verilir:
Bu, muhatabların “O’nun hikâyesini işitmesi için ruhun mutlaka geri çevrilmesi gerekeceği”ne dâir olan anlayışı mikdarınca olan bir hitabtır. Sanki O (Nebi aleyhisselam), “onu / selâmı tamamıyle işitirim ve ona/selâma tam cevap veririm” demiştir. Bununla beraber, hadis, (O’na) ilk selam verenin selâmı esnasında (ruhunun bedenine) geri çevrilmesini göstermektedir. Bundan sonra ruhun tekrar alındığına dair de bir şey rivayet edilmemiştir. (Selâmdan sonra bedene çevrilen rûhun tekrar alınması takdîrinde) sayılmayacak kadar çok olan ölmelerin biribirini takıb etmiş olması lâzım geleceğinden bunu söyleyen de yoktur. Yahud bu geri döndürmek, (Mevlâ Teâla’nın) müşahade(sin)de kendinden geçmekten manevi(bir geri döndürmek)dir. Öyleyse bu (Mevlâ teâlânın) yüce huzûr(un)dan beşerî meselelere yapılan rûhânî bir iltifat/dönüştür. Hulâsatü’l-Vefâ’da[139] Beyhakî’den böyle nakledilmiştir.
İbnü Hacer el-Heytemî[140] “el-Cevher’ul-Munazzam”da[141] hulâsa olarak şöyle söyledi:
(Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in “bana çevrilir” buyurduğu) ruhtan maksad konuşmasıdır. Nitekim bunu bir topluluk bunu (ruhdan maksadın konuşmak olduğunu) açıkça ifade etti. Nebi sallellâhu aleyhi ve selem daima diridir. Çünki gece gündüz kendisine selam verilen bir kimsenin dirilikten uzak kalması âdeten muhaldir. Bu anlattıklarımız selam verenin huzurda olma şartının bulunmamasına binaendir. Aksine âlemin en uzak bölgelerinde biri selam verse hadisin zahirinde işaret ettiği gibi Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ona selamını alır. Ancak Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in diri olmasından, daim konuştuğu lazım gelmez. Bu hadisi şerifin ifade ettiği üzere, o selam verene -Allah’ın celle celaluhu ona konuşmasını geri çevirmesi gibi- kendisi lafz-ı şerifi ile cevab verir.
-----------------------------------------------
Netîce
-----------------------------------------------
Hâsılı, Nebiler aleyhimüsselâm’ın diri olduğuna dair -bu sayfaların kuşatamayacağı kadar- deliller çoktur. Bu mevzuda İmam Suyutî ve başkaları birçok risaleler yazmışlardır.
Nebiler aleyhimüsselâm’dan istimdad/yardım istemek her asırda olmuştur. İşte sana Hulefâ-i Raşidin’in zamanı!.. Onların “Utbî” kıssasına muttali olup ta inkar etmemeleri, sükut etmeleri her fazilet ve anlayış sahibi kimselere bu işin caizliği hakkında tereddüt etmelerinin caiz olmadığını gösterir.
Peyğamberler salavatullahu aleyhim ecmeîn’in dışındaki evliya ve salihlerle istimdadın caiz olmasına gelince… Şübhesiz ki, müctehid âlimlerden bu hususta bir rivayet gelmiştir.
Çünki biz şöyle diyoruz:
İbnül-Cevzî, “Sıfatüs-Safve”de[142] İbrahim el-Harbî’nin[143] şöyle dediğini anlatmıştır:
“Marufu Kerhî’nin[144] kabri tecrübe edilmiş bir tiryaktır/ilaçtır.”
İmam Şafiî’den şöyle dediği nakl olunmuştur:
“Musa Kazım rahimehullah’ın kabri mücerreb bir tiryaktır.”
Büyük meşayıhın bazısından şöyle dediği rivayet edilmiştir: Evliyadan dört kimse vardır ki, hayatlarında olduğu gibi, ya da daha fazla öldüktan sonra tasarrufta bulunurlar. Biri “Marufu Kerhî”, ikincisi “Şeyh Abdulkadir Ceylanî”, bunların dışında evliyadan iki kişiyi[145] daha saydı:
İmâm Huccet Muhammed el-Ğazâlî[146] şöyle dedi:
Hayatında kendisiyle bereketlenen, tevessül edilen kimseyle ölümünden sonra da tevessül ve teberrük edilir.
Abdulhak ed-Dihlevî,[147] “bu söz, delîle uyan bir sözdür. Çünkü, rûhun ölümden sonra kalması hadîs ve Ümmet’in İcmâ’ delilleriyle sâbittir. Ölümden sonra tasarrufta bulunan beden değil ruhtur.
Hakiki tasarruf eden, ancak Allah celle celâlühû’dur. Velîlik ise fena ve beka makamlarından ibarettir. Bu nisbet (beka ve fena) öldükten sonra daha kâmil ve tamamdır.
Efendim Şeyh Ahmed Zerrûk şöyle dedi:
Bir gün şeyhimiz Ebu’l-Abbâs el-Hadramî bana “dirinin imdad mı daha kuvvetlidir, yoksa ölünün imdadı mı?” diye sordu. Ben de “bazı insanlar dirinin imdadı daha kuvvetlidir diyorlar, ben ise ölünün imdadı daha kuvvetlidir diyorum” dedim. Şeyh hazretleri de şöyle dedi: Evet böyledir; Çünki, ölünün ruhu Allah celle celâlühû’nun yaygısında ve huzurundadır. Muhakkıklara göre ziyaretçinin ruhu ziyaret edeninkiyle karşılaşır da, salih olan veli kimsenin sırlarından, ruhlarının parıltısının kıvılcımlarının yansımasından (manevi kazanç) elde eder. (Abdulhakk ed-Dihlevi’nin Sözü Bitti)
Bu sualin cevabında bu kadarla iktifa edelim. Bu anlattıklarım bana zahir olan bilgilerdir. Allah sübhânehû ve Teala -ki O’nu bütün eksikliklerden tenzih ederim- en iyi bilendir. Bu, Muhammed Âbid İbnü’ş-Şeyh el-Merhum Ahmed Ali İbni Muhammed Murad İbni Ya’kûb İbni Mahmûd, doğduğu yer bakımından es-Sindî, neseb cihetiyle el-Ensârî, el-Eyûbî, el-Hazrecî, tarîkat yanıyla da Nakşibendî’nin ağzıyla söylediği ve kalemiyle yazdığıdır. Allah teala O’na, Seleflerine ve hocalarına günahlarını bağışlasın. Allah celle celâlühû hepsinden -kendisineden sonra kızmayacağı bir rıza ile- razı olsun. Âmin…
Tercüme eden:
Molla Muhammed SEYDİŞEHRÎ
* İmâm Muhaddis Sindîye âid bu risâlenin aslının elimizde iki baskısı vardır. Birisi, tercümede esas alınan, Muhammed Cân b. Abdillâh en-Naîmî tarafından tahkîk ve neşr edilen el-Mektebetü’l-Müceddidiyye baskısı, diğeri de Üstâd Vehbi Süleyman Ğavci tarafından yayınlanan Dârü’l-Beşâir baskısı. Bu tercümede az da olsa Dâru’l-Beşâir baskısından dahi faydalanılmış, bir yerinde iki parağraf, asıl baskıdaki yerinden birkaç parağraf öne alınmıştır. Hadîs tahricleri, terceme-i haller ve diğer dipnotlar çok azı dışında muhakkık Muhammed Cân’a âiddir; ondan kısaltılarak alınmıştır. Ara başlıklar ve bir takım numaralamalar ise bize âiddir. (Mütercim)
[1] İki çizgi arası ifadeler, sözün gelişi bunu Gerektirdiğinden ilave edilmiştir. (Muhakkık)
[2] O efendimiz, Şeyhu’l-İslâm, Samedânî sırlara sâhib, çeşitli makamları kendinde cem etmiş tek kimse ve Rabbâni bir kutub olmak üzere büyük evliyanın önderi, Cenkî Dost Ebu Salih'in oğlu Muhyiddîn Ebu Muhammed Abdulkadir Musa el-Ceylânî el-Hasenî ve’l-Hüseynî'dir. Cenkâ Dost şeklinde de zabt edilmiştir. (D:470/Ö:561) Onun güzel halleri, büyük kerâmetleri vardır. Mertebesi ve derecesi, kerametlerini anlatmanın üstündedir. Makamı harikulade ile övülmesinden daha yüksektir.
"El-İber" (3/36) "el-Muntazam" (10/480) "el-Kâmil" (9/326) "Şezerâtü’z-Zeheb" (6/330) "Mirâtü’l-Cinân" (3/347)
[3] O efendimiz şeyhimiz Kâmil şeyh, dinin ve hakkın güzelliği, Muhammed oğlu Muhammed oğlu Muhammed Şâh-ı Nakşibend el-Buhârî'dir. Hicri 717 ( Buhara’nın bir fersah mesafesinde bulunan bir belde olan) Kasr-ı Ârifân’da doğmuş, 791’de vefat etmiştir. Sahili olmayan bir irfân denizidir. Nakşibendiyye yolu kendisinde son bulur. (Onunla başlar.) Hayatı için şu kitablara bakılsın. "Camiu Kerâmâti’l-Evliyâ (1/144) el-Hadîkatü’l-Verdiyye (391) et-Tabakâtü’s-Suğra (4/238) "Hedâye’z-Zemân fî Tabakâti’l-Hâce-i Nakşibendiyye" (85).
“Nakşibendiyye” kelimesi "nakş" etme (işleme, oyma yapmak) manasında Farsça bir kelimedir. Çünki O müridlerinin kalblerini (işliyor) oyuyordu. Nakşibendiyye yolu Sahabe-i Kirâm’ın yoludur. Aslı üzere kalmış, ilave ve noksanlık yapmamışlardır. Bu yol, bütün hareket etmelerde ve hareket etmemelerde ruhsat ve bid’atlerden tam kaçarak, azîmet ve Sünnet’e tam yapışarak zâhiren ve bâtınen (içimiz ve dışımızla) kulluk üzere devam etmekten ibarettir. Bu yol, Hakk Teâlâ'nın huzurunda "Huzûr-i Dâim" (hiç gaflete düşmemek) İslâmî inancı Ehl-i Sünnet üzere pekiştirmek ve "Raûf" "Rahîm" "Kerîm" olan Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünnet’ine tam bağlılık yoludur. "Mevsûât'ül-Edyâni’l-Müyessera" isimli kitabta bu şekilde anlatılmıştır. (478)
[4] Âl-i İmrân, 8.
[5] Buhârî (1314-1318-1380), Nesâî (1/280), Ahmed İbnü Hanbel (3/5804)
[6] İbni Teymiyye "Ölü (kendini) ziyaret edenin kelamını işitir ve şahsını görür mü? " sorusuna şöyle cevap vermiştir: Evet, ölü bazen işitir. Nitekim Sahihayn’da Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Ölü insanlar kendinden (kabirden) geri döndükleri zaman onların ayakkabı seslerini işitir. Yine Sahihayn’da birden fazla vecihle Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle rivayet edilmiştir: O kabir ehline selam verilmesini emrederdi. Bu (selam)da onlara hitabtır. İşitmeyen kimseye ise hitab edilmez. İbnü Abdilberr Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir ki O sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; "Hangi adam yoktur ki dünyada tanıdığı bir adamın kabrine uğrarda ona selam verirse mutlaka Allah celle celâlühû o ölüye ruhunu geri çevirir de onun selamına cevab verir. Bütün bu nasslar ve benzerleri bazen ölünün diri kimsenin kelamını işiteceğine delalet eder.. "Mecmûu’l-Fetâvâ" (24/203)
İbnü’l-Kayyım "Kitâbü'r-Rûh" (60-70 arası)unda bu meselede uzun uzun anlattı ve sıhhatine dair çok deliller ve sözler ileri sürdü ve nihayet şöyle dedi; Bu meselede ölülere selam vereni ziyaretçi diye isimlendirmek sahih olmazdı. Çünki ziyaret olunan kendini ziyaret edeni bilmezse "onu ziyaret etti" denmesi doğru olmazdı. Bütün insanlarda, ziyaretten anlaşılan mana budur. Yine onlara "ölülere" selam vermekte böyledir.(delil olarak yeter) Çünki anlamayan birine selam vermek ve o kişinin selam vereni bilmemesi muhaldir. Ve (İbnü’l-Kayyım) dedi ki; bu işe (ölülerin duyduğuna) eskiden günümüze kadar insanların ölülere kabri başında telkin okumasıda delalet eder. Şayet ölü bunu (telkini) duymasaydı ve onunla faydalanmasıyla bunda bir fayda olmaz ve boş bir iş olurdu. Bu telkin İmam Ahmed’e sorulunca bunu güzel buldu ve insanların teâmülüyle/bu işi yapmasıyla delil getirdi. (İbnü’l-Kayyım’ın Sözü Bitti.)
[7] Buhârî (2845).
[8] O İmam, Hâfız Allâme Ebu’l-Kâsım Süleyman İbni Ahmed İbni Eyyûb et-Taberânî'dir. (D:273, Ö:360) İbnü’l-Cevzî, "El-Muntazam" (8/368), Zehebî, "Tezkiratül-Huffâz" (3/912),
[9] Taberânî, "el-Kebir" (1320)
[10] Bu hâdiseyi İbnü Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye’de (6/320) zikredip Tirmizî’ye nisbet etti.
[11] O İmam Hafız Ebu Muhammed el-Hüseynî İbni Mesûd el-Ferrâ el-Beğavî'dir. Hicri 433'de doğdu, 516'da vefat etti. Zehebî, "Tezkiratü’l-Huffâz" (4/1257)
[12] Beğavî Tefsiri (4/254) İbnü Hacer bunu Beğavî’ye isnad ederek "el-İsâbe"sinde yazdı.
[13] Yasin:50
[14] O İmam, Müfessir el-Mukrî’ Alauddîn Ali İbni Muhammed İbni İbrahim eş-Şafiî el-Bağdâdî, Hâzin diye tanınır. Hicri 741 de vefat etti. Hayatına şu kitablardan bakılabilir. İbnü Gazi Şehbe’nin "Tabakâtü’ş-Şâfiiyye"sinde (2/120).
[15] Hâzin Tefsîri (4–9)
[16] Buhârî (1338,1374), Müslim, (7216) Ahmed (3/126) Ebu Dâvud kısa olarak (3231) Beyhakî, "Sünen"de (3/80) Nesâî (2052) Acürrî, "eş-Şeria" (365.) İbnü Hıbbân(1320)
[17] Hadisin tamamı "Melekler ona derler ki; bu adam (Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında ne dersin? O da şöyle der: Ben onun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Ona şöyle denilir: Cehennemdeki yerine bak. Allah Teâlâ onun yerine sana cennette şu makamı verdi ve Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki ölü iki yeri de görür. Kâfire veya münafığa gelince (cevab olarak) şöyle der; Ben biliyorum, insanların dediklerini söylüyordum. Ona denilir ki; bilmeyesin söyleyemeyesin. Sonra onun iki kulak arasına demir çubukla vurulur da öyle bir ses çıkarki o sesi insanlar ve cinler hariç bütün mahlûkat işitir.
[18] O imam Muhaddis Fakîh Muhammed İbni Abdilvâhid İbni Abdilhamid Kemâlüddîn el-Hanefî. İbnül-Hümâm diye meşhurdur. (D:788 Ö:861) "Şezerât'üz-Zeheb" (9/437) "Miftâhü’s-Seâde" (2/132)
[19] Fethul-Kadîr (2/106)
[20] Müslim (55) Lafız ona aittir. Nesâî (2039.)
[21] Buharî (3976) (Lafız ona aittir), Müslim (7223).
[22] Bu haberden “onların işitmesinin dirilerden daha fazla olduğu” anlaşılmayabilir. Evet, en çok “onlara denk ol duğu” anlaşılır. Ancak, Ahmed İbnü Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadîsde rivâyet edenin tereddüt ifâdesi olarak ge tirdiği “veya” kelimesindenden sonra gelen “onlar, sözümü elbette sizden daha fazla anlarlar” (Müsned:6/170) ibâresi bunu gösteriyor.
[23] O, Muhammed İbnü İshâk İbni Yesâr el-Muttalibî, İbnü İshak diye meşhurdur. Özellikle meğâzî ve siyer ilminde bü yük Âlimlerden biridir. Ağır basan görüşü göre Hicri 86'da Medine-i Münevvere’de doğmuştur. 151'de (veya 150 ya da 153) vefat etmiştir. İbni Hişama nisbet edilen meşhur "Siyer"in müellifidir. Oğlu Mehdi'ye öğretmek için halife Ebu Cafer el-Mansûr'un emriyle bu kitabı yazmıştır. "Vefayatü’l-A’yân" (4/276)
[24] İbni Hişâm’ın "Es-Sîratü’n-Nebeviyye" (2/251) "Şerhu-Zürkânî alel-Mevâhib" (2/306) "İthafü’s-Sadetül Müttakîn" (1/380) İbni Kesîr'in "Es-Sira"(2/394)
[25] O Muhammed İbnü Abdilbâkî İbni Yusuf el-Mâlikî, Zürkânî diye meşhûr, Muhaddis, Fakih, Allâme. Hicri (1122) de vafat etmiştir. Hayatına şu kitablardan bakılsın. Ziriklî'nin "El-A'lâm" (6/184) "Silkü’d-Dürer" (4/32-33)
[26] "Şerhü’z-Zürkânî alel-Mevâhib" (2/307)
[27] Mürselât:35-36
[28] O, Abdurrahmân es-Süheylî ibnü Ebi Muhammed İbni Abdillah İbni’l-Hatîb Ebî Ömer (D:508 Ö:581) Meşhur bir imamdır. İbnü Hişâm'ın "es-Sîre”sinin şerhi olan " Ravdü’l-Ünüf"ün sahibidir. Vefâyet'ül-A'yân (3/143-144)
[29] Buhârî (3976)
[30] Buhârî (3979)
[31] Neml:80
[32] Buhârî (3980)
[33] Buhârî (3976)
[34] Süheylî, er-Ravdu’l-Ünüf (5/175)
[35] Aynı kaynak (5/175)
[36] Neml:80
[37] Fâtır:22
[38] O Ebu Bekr Ahmed İbü İsmail ibni’l-Abbâs ismailî el-Cürcânî eş-Şafiî'dir (D:277-Ö:371). Muhaddis ve Fakihtir. Çok hadis işitmiş tir. Hafız el-İsmâilî diye meşhurdur. (Daha çok Buhârî’nin Sahîh’i üzerine yaptığı meşhûr “el-Müstahrec” isimli “Sahih”i ile tanınır.) “Tezkiratü’l-Huffâz" (3/347) İbnü Kesîr "el-Bidâye ve'n-Nihâye"(11/317)
[39] Tahrici daha önce geçti.
[40] "Şerh'üz-Zürkânî Ale’l-Mevâhib” (2/309)
[41] Kastalânî'nin"el-Mevâhîbü’l-Ledûnniyye" (1/189) O, İmâm Allâme, Fakih, Muhaddis, Ahmed İbnü Hanbel İbni Muhammed İbni Ebi Bekr Ebu’l-Abbâs Şihâbuddîn eş-Şâfiî’dir. (D:815-Ö: 923). "Ed-Davu'l-Lâmî" (2/103)
[42] O, Hafız Allâme Yunus İbnü Bekir İbnü Vâsıl eş-Şeybânî el-Kûfî Ebû Bekir’dir (Ö:199). Buhârî, “et-Tarihu’l-Kebîr" (8/411) İbnü Hacer, "Tehzîb'üt-Tehzîb" (9/456)
[43] İmam Ahmed, "el-Müsned" (25372), Heysemî, "Mecmau'z-Zevâid" (10023) Heysemî, “bunu İmam Ahmed rivayet etti, ricali de sağlam kimselerdir” dedi.
[44] Tirmizî (1055)
[45] Benzerini Ahmed rivâyet etti (25560). Heysemî de "Mecma'üz-Zevâid" (8/615 h. 14274)de bunu nakletti ve “ricali Sahih’in ricalidir; benzerini İbnü Sa'd (3/364) ve Hâkim de (3/61) rivayet ettiler” dedi.
[46] Hayatı daha önce geçti.
[47] “Feth’ul-Kadîr ale’l-Hidâye” Kitâbu’l-Cenâiz (2/106)
[48] Bunlara uymayan bilgileri ve bilgiçlikleri bırak; “bilmiyoru” de ve bunlara teslîm ol.
[49] Nahl:14
[50] “Feth’ul-Kadîr” Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i ziyaret faslı (2/169)
[51] Veyâ “es-Sîretü’l-Ömeriyye”de. Ebu Nuaym, “Ed-Delâil”, (Muhibbu’t-) Taberî, “Riyâzu’n-Nadra” (2/326) Suyutî “Tarîh’ul-Hulefâ” (117)
Ed-Diyarbekrî “Tarîh’ul-Hamîs” (2/243) tamamı Amr İbnü Bekr’den rivayet etti.
[52] Benzerini İmam Ahmed rivâyet etti (el-Fethu’r-Rabbânî:18/109), Ebu Davûd (252), Hâkim “el-Müstedrek” (2/297), ibnü Cerîr (4/113), Beyhakî, “Delâil” (3/304), Ebu Ya’lâ, “el-Müsned” (2331), Tirmizî (301)
[53] Ali İmran (169–170)
[54] Bazı tarıklerinde “biz de O’ndan râzı olduk” lafzıyla.
[55] Buhârî (2801, 2814, 3064, 4090, 4091, 4095)
[56] Benzeri, Tirmizî (1071), İbnü Hibbân (3117), İbnü Ebi Âsım “es-Sünne” (864), Acürrî, “eş-Şeria” (365), Beyhakî “Kabir azabının isbatı” (56)
[57] Furkan:28.
[58] O, imam, önder, huccet, büyük tabii Rib’î İbnü Hiraş İbni Cahş et-Ğatafânî; (Ö:101) İbni Sad, “Tabakat” (6/127), Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr (3/427)
[59] Beyhakî, “Delâil’ün-Nübüvve” (6/455) Ebu Nuaym, “el-Hilye” (4/408) İbni Abdil-Berr, “el-İstiab” (2/548), İbnü Sad “Tabakât” (6/127), Hatib-i Bağdadi “et-Tarih” (8/433),
[60] Bu bahisde insanların alışık olduğu hikayeler çoktur ve meşhurdur. Daha fazla fayda için İbnü Ebi’d-Dünyâ’nın (Ö:281) “Öldükten Sonra Ya şayanlar” isimli risâlesine bakılsın
[61] Tirmizî (2890), Tabarânî, “el-Mücemu’l-Kebîr” (12801), İbnü Nasr (66. varak) Ebu Nuaym “Hilye” (3309)
[62] O, Hafız, Hüccet, Mutkın, Ebu Bekr, Ahmed İbnü Muhammed İbnü İshak İbnü İbrahim’dir. İbnüs-Sünnî diye bilinen “Amelül-Yevmi ve’l-Leyle”nin sahibidir. (Ö:364) “Tezkiretül-Huffâz” (3/939), “El-İber” (2/117)
[63] İbnü’s-Sünnî, Amelül-Yevmi vel-Leyle (168) (Benzeri) Buhari “el-Edebü’l-Müfred” (993)
[64] İbnü’s-Sünnî, Amelül-Yevmi vel-Leyle (172) Benzerini İbnü Cad “el-Müsned” (2539)
[65] Tabarani "el-Kebîr" (17/117 H:290)
[66] O imam, hafız, Ebu Bekr Abdullah İbnü Muhammed İbnü Kadı Ebi Şeybe 159 da doğup hicri. 235de vefat etti. “Tezkiratü’l-Huffaz” (2/432-433). A.g.e. (6/92 hadis 29712) İbnüs-Sinnî “Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle” (509)
[67] İbnü Ebî Şeybe "el-Musannef (6/92 hadis 29712), İbnüs-Sinnî “Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle” (509)
[68] “Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle” (349)
[69] Ahmed (3666), İbnül-Mübarek “ez-Zühd” (1028), Abdurrezzâk, (3116), Taberânî “el-Kebir” (10529), Hakim “el-Müstedrek” (2/421), Beğavî “Şerhu’s-Sünne” (687), İbnü Mesûd radıyallahu anhu’dan şöyle rivayet ettiler: Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah için yeryüzünde gezen görevli melekler vardır ki, bana ümmetimden selam ulaştırırlar…” İsnadı sahih, ricali de sağlam kimselerdir.
Ahmed (10815), Ebu Davud (2041), Beyhakî (5/245), ve Tabaranî’nin “el-Evsat”da (3116) Ebu Hureyre radıyallâhu anhu’dan rivayet ettiklerine göre, Nebi aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Herhangi bir müslüman bana selam edecek olursa, Allah Teâlâ bana ruhumu geri döndürür de mutlaka onun selamını alırım” İsnadı sahih, râvîleri sağlamdır. “Allah celle celâlühû bana ruhumu döndürür” demek O’nun sallallahu aleyhi ve sellem ruhu definden önce döndürülmesidir. Yoksa her selamda döndürülüp geri alınması değildir. Ya da ruhun geri döndürülmesinden murad O’nun sallallahu aleyhi ve sellem konuşmasıdır. Çünki O sallallahu aleyhi ve sellem daim diridir. Sahih rivayette “Nebiler kabirlerinde diridirler” gelmesi sebebiyle ruhları onlardan hiç ayrılmaz. İmam İbnü’l-Melek’in, İmam Nevevî v.b böyle söyledi “et-Teysîr şerhu Camius-Sağîr” (5/548).
[70] Buhârî (1555.3355.5913).
[71] Yunus yerine Yusuf aleyhisselam
[72] Hâkim, “el-Müstedrek” (3/472,4179), “ Müslim’in şartına göre sahihtir” dedi.
[73] Tabarânî, “el-Evsat” da (7/287, 2556), Heysemî “Mecmauz-Zevâid” de (3/57), Sâlihî “Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd” da, Suyûtî “Şerhu’s-Sudûr”da (164), İbnü Receb “Ehvâlu’l-Kubûr”da, Kastalânî “Mevâhib”de (1/191)
[74] İbnü Ebî’d-Dünyâ, “Kitabu’l-Kubûr” (74)
[75] Sâlihî, “Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd”
(4/82), İbnü Receb (a.g.e.), Zürkânî (a.g.e.) (2/316) İbnü Ebi’d-Dünyâ’ya isnad etti.
[76] O, imam, büyük tabii, muhaddis, fakıh, Amir İbnü Şerahil el-Hımrî el-Kûfî, Şubî diye bilinir. Kufede hicri 103,104 veya 107, 110 tarihinde vefat etmiştir. “Tehzîb’ul-Kemâl” (9/349), “Tezkiratul-Huffâz” 81/79)
[77] Kastallânî, Şerh'ul-Mevâhid'ul-Ledünniy ye (2/316)
[78] Bu husûsta İmâm Hâfız Süyûtî’nin “Tenvîru’l-Halek” isimli nefis bir risâlesi vardır. (El-Hâvî li’l-Fetâvâ:2/437-460) Onda, İmâm Buhârî’nin ve Müslim’in rivâyet ettiği “Kim beni rüyâda görür se öldükten sonra da görecektir” hadîsinin zâhiri yanında başka nice hadîsler ve bir çok hadîs ve akaid âliminin sözleri ile bu “görmek” mes’elesinin kerâmet yoluyla gerçekleşebileceği isbât edimektedir. [Buhârî, Kitâbu’t-Tâ’bîr, 10.], Mu’cem: 6/53 H:6993, [Müslim, Rü’yâ:10,11], Mu’ cem: 6/53, [Ebû Dâvûd, Edeb:88], Mu’cem: 6/53, [Tirmizî, Rü’yâ:4, İbnü Mâce, Rü’ yâ:2, Dârimî, Rü’yâ:4, Ahmed, 1/279, 361, 375, 400, 450, 2/232, 261, 342, 410, 411, 425, 463, 469, 472, 3/472, 5/306, 6/294], Mu’cem: 6/53
[79] O, Nureddin Ebü’l-Hasen Ali İbnü Kadı Afîfud-Din Abdullah İbnü Ahmed İbni Ali eş-Şâfiî es-Semhûdî (D:844 Ö:911) “Ed-Dav’u’l-Lâmî” (5/245), “Şezarâtüz-Zeheb” (10/73) “El-Bedrut-Tâlî” (1/470–471)
[80] İbnü’l-Cevzî, Vefâu’l-Vefâ (4/1371)
İmam İbnül-Hâc “el-Medhal”de (1/252) şöyle dedi: “Kim Nebi aleyhisselâm ile tevessül ve istiğase ederse ya da ondan bir ihtiyacını isterse bu reddolunmaz ve eserler ile tecrübelerin şahitliğiyle bilinmektedir ki böyle bir işin zararı yoktur… Sübkî, “Şifâu’s-Sikâm”da, “Nebi aleyhisselam ile Rabbi azze ve celle’ye tevessül ve istiğase etmek, Ondan şefaat dilemek güzel ve caizdir. Bu hüküm, her din sâhibi kişinin, bildiği işlerden ve Nebîlerin, Selefi Salihin’in, âlimlerin, Müslümanların avamın bilinen işlerindendir. Diğer dinlerden de kimse bunu inkâr etmemiştir.
[81] Acürrî, “eş-Şeria” (375), Beyhakî Hâkim’den “Delâil’ün-Nübüvve” (5/489), Tabarânî “es-Sağîr” (2/82), “el-Evsat”, (7/259 6498), İbnül-Cevzî “el-Vefaü bi Ahvâli’l-Mustafa”da (1/33) ceyyid/güzel bir isnad ile, İmam Markizî bunu “İmtaül-Esmâ’”da (3/189) getirdi ve İbnü Ebid-Dünyâ’ya nisbet etti (190). Hâkim, “el-Müstedrek” (3/517, 4286). Bu hadisin mütabi’lerine, Dr. Mahmud Said’in “Ref’u’l-Menare” isimli eserinin 195 ve sonraki sayfalarında bakılabilir.
[82] Hata ve Masiyet kelimelerinin mefhumu na “Tefsîr-i Kebîr”(2/7,8)den bakılabilir.
[83] Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in “hakkı”ndan kasdedilen O’nun Allah celle celâlühû katındaki rütbesi ve maka mı, veya Allah celle celâlühû’nun yaratılmışlar üzerine, veyahud da Allah teâlânın fazlıyla kendi üzerine kıldığı bir haktır. Nitekim bu, Sahih bir hadiste gelmiştir (“Kulların Allah celle celâlühû üzerindeki haklar nelerdir?” de di.) “Hak” ile “vacib” kasd edilmez. Çünki Allah celle celâlühû üzerine bir şey vacib olmaz. Nebhânî, “Şevahidül-Hakk (128)
[84] Tabarânî, “es-Sağîr” (2/83), “Evsat”, (7/259 H: 6498)
[85] O, imam, muhaddis, fakıh, Ali İbnü Abdilkâfî Takiyyüddîn Es-Subkî eş-Şafiî’dir. (Ö:746) “Tabakât’ül-Şafiiyyetil-Kübrâ” (10/139), İsnevî, “Tabakât’ül-Şafiiyye” (2/58), “En-Nücûmüz-Zahîre” (10/318)
[86] [Buhârî, (2215,2272,2333,2465,5974), Müslim (2743), Ahmed (2/116), Nesâî, el-Kübrâ, (Tühfe:2/236)], Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye dipnotu: 300 Müessesetü’r-Risâle, 1413
[87] Ne güzel denilmiş: Kabülünde şübhe olan salih ameller ile tevessül caiz olunca, kabülünde hiç şübhe olmayan Nebi aleyhisselam ile nasıl caiz olmaz?!...
[88] Sübkî, “Şikâüs-Sikâm” (8. bab)
[89] İmâm Buharî, Et-Tarîhu’l-Kebîr (Dârü’l-Fikir): (6/209-210), Tirmizî, Sünen: (H:3578), İbnü Mâce, Sünen:1/157, (H:1385), Dârü’l-Ma’rife. Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle (H:660), Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve: 6/166,167,168, İbnü Huzeyme, Sahîh… Münzirî, Et-Terğîb ve’t-Terhîb (Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî:128, H:1008), Hâkim, Müstedrek: (1/526) Münzirî, Et-Terğîb ve’t-Terhîb (Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî:128, H:1008)”
[90] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve (6/166)
[91] Başka bir rivayette “Adam döndü; gözleri açılmıştı.” Diğer rivayette de “Biz henüz ayrılmadan, laf’da uzama dan adam geri geldi sanki daha önce hiç hasta değildi” ifâdeleri vardır.
[92] Tabarânî, "el-Kebîr (9/17–18, 8311), “Sağîr” (1/83)
[93] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve” (6/166)
[94] Taberânî el-Kebîr (24/352,871)
[95] Taberânî el-Evsat (1/152,191), Ebû Taberânî tarîkıyle “el-Hilye”de, İbnü’l-Cevzî “el-İlelü’l-Mütenâhiyye” (1/268)
[96] Faziletli Dr. Mahmud Said Memduh -ha fizehullâh- “Ref’u’l-Menâre”sinde (148) şöyle dedi: “Rahv İbnü Salah” hakkında sikadır ve zayıftır diye ihtilaf edilmiştir. Bunun gibilerinde iyice araştırılarak karar verilir. Hâkim “Süalatü’s-Siczî”de “sikadır, güvenilirdir” demiştir. İbnü Hibbân onu “Sıkât”ında zikretmiştir (8/244). Yakub İbnü Süfyân el-Fesevî “el-Marife vet-Târih”de (3/406) ondan rivayet etmiştir. O halde Ona göre sağlamdır. Yine Fesevî “et-Tezhib”de (11/378) “bin şeyh’den rivayet yazdım, hepsi sağlamdır” demiştir. Onu Cerh eden sebebi söylememiş ve şu cerhi tefsîr etmemiştir. O zaman bu cerh ondan önce gelen mezkûr ta’dilin mukabilinde red dedilir. (Mahmûd Saîd Memdûh nihâyet şöyle dedi:) “Hülasa olarak Ravh İbnü Salah sadûktur, (rivâyet ettiği bu) hadis de isnâdı Hasen bir hadîsdir. Allah en iyi bilir.
[97] İbnü Hibbân, “es-Sikât” (8/244)
[98] Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid” (9/415)
[99] Beyhakî, “Delâil’ün-Nübüvve” (7/47), Buhârî “et-Târîhu’l-Kebîr” (7/304), İbnü Abdil-Berr “İstîâb” (464), İbnü Cerîr et-Taberî, “Tarîhül-Ümem vel-Mülük” (4/224), İbnül-Esîr, “Kamil” (2/556), Hafız İbnü Hacer, “Fethul-Bari” (2/412) isnadı sahihtir. İbnü Kesîr, “El-Bidâye ven-Nihâye”de, “isnadı sahihtir” demiştir.
[100] Feth (6/359) “isnadı sahihtir.”
[101] Mâlik İbnü İyâd ed-Dâr’dır. Hz. Ömer radıyallâhu anhu’nun azatlısı ve bekçisiydi. Hz. Ebu Bekir ve Ömer radıyal lâhu anhu’dan rivayet etti. Bilinen biriydi. Buhârî, “et-Târih’ül-Kebîr” (4/304) “Tabakâtü İbnü Sa’d” (5/12), “Şerhu’l-Mevâhibi’l-Ledûnniyye” (8/77).
[102] O, Seyf İbnü Ömer ed-Dabbi’dir. Abdullah ibnü Ömer el-Amrî’den rivayet etti, Abdurrahman İbnü Muhammed el-Muharibi, Nadr İbnü Hammâd da ondan rivayet ettiler. “El-Cerhu ve’t-Ta’dîl” (4/257).
[103] Büyük Sahâbî, Efendimiz Bilal İbnü’l-Hâris İbni ‘Usm el-Müzenî hicri 60’da 80 yaşındayken vefat etti. “Üsdü’l-Ğâbe” (1/413), “El-İsâbe” (1/454), “Tecrîdü Esmâi’s-Sahâbe” (1/56) “Tezhîbü’l-Esmâi ve’l-Luğât” (1/135)
[104] Fazla bilgi için “Fethu’l-Bârî”(2/412)’ye bakılabilir.
[105] Müslim’in Ebû Seleme’den rivayet ettiği (1094) numaralı hadîse işaret ediyor. Ebû Seleme şöyle dedi: Bana, Rebîa İbnü Kab el-Eslemî anlattı: “Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ile gecelemiştim. O’na abdest ve taharet suyu götürdüm. Bana, ‘iste’ buyurdu. Ben de ‘seninle cennette beraber olmayı istiyorum’ dedim…”
Benzerini, Ebu Davud (1320), Nesâî “Sünen” (2/486), Ahmed (4/59), Tabarani” “el-Kebîr” (5/50), Beyhakî, “Sünen” (2/486), Ebu Nuaym, “el-Hilye”
(2/32) rivâyet etmişlerdir.
[106] Bunu diyen Sahâbî efendimiz Rebîa İbnü Ka’b İbni Mâlik İbni Ya’mer el-Eslemî, Suffe ehlindendi. Harra hâdisesinden sonra 63’de vefat etti. İbnü Hacer, “El-İsâbe” (2629. Tercüme), İbnü’l-Esîr, “Üsdü’l-Ğâbe” “ (1660. Tercume)
[107] O, imam, Ebu Abdillah Muhammed İbnü Abdillah el-Hakim en-Neysâbûrî. Hafız, hadis tenkidcisi, allame, muhaddislerin şeyhi, eş-Şafî hicri 321’de Nisaburda doğdu 405 de vefat etti. “El-Ensâb” (2/370) “Vefeyâtü’l-A’yân” (4/280), “Tezkiratü’l-Huffâz” (3/1039).
[108] Hâkim, “el-Müstedrek” (3/516, 4285) İsnadı sahihtir.
[109] Sübkî, “Şifaus-Sikâm” (173), Semhûdî, Vefâu’l-Vefa (4/1371)
[110] İmam, Hafız, kadı, Ebu’l-Fadl İyad İbnü Musa el-Yahsıbî es-Sebtî hicri 476’da doğdu, Merraküş’te 544’de zehirlenerek vefat etti. Zehebî, “Tarîh’ul-İslam” (13/768), “Şezerâtü’z-Zeheb” (6/226), “Tezkiratül-huffâz” (4/96)
[111] Kadı Iyâd “eş-Şifa” (264) Müellif/Kadı İyâd bunu “Medârik”de de (1/211) zikretti, “El-Mevâhibul-Ledûniyye” (6/349).
[112] Huccet, şeyhül-İslam İmam Malik İbnü Enes El-Esbahi el-Medenî, mezheb kurucusu, hicri 179’da vefat etti. “Vefeyâtü’l-Ayan” (1/439), “En-Nücûmu’z-Zehîre” (2/96), “El-İber” (1/272),
[113] Emiru’l-Müminin Halife Abdullah İbnü Muhammed İbnü Ali İbni Abdillah İbni Abbas Ebu Cafer el-Mensûr el-Hâşimi el-Abâsî (Ö:198) “Tarih’ul-Bağdâd” (10/55), “Târih’ut-Taberî” (9/292-223)
[114] Hucurat:2,3,4.
[115] Hucurat:2,3,4.
[116] Hucurat:2,3,4.
[117] Nisa:65.
[118] İmam Ebu’l-Ferec Abdurrahmân İbnü Ebi’l-Hasen, İbnü’l-Cevzî diye meşhur, el-Kureşî el-Bağdâdî el-Hanbelî, Fakıh,Hâfız. (Ö:597) “Vefeyâtü’l-A’yân” (2/321), “ez-Zeylü Alâ Tabakâti’l-Hanâbile” (1/399), “Tezkiratül-Huffâz”(4135).
[119] İbnü’l-Cevzî, "el-Vefâ (2/802)
[120] Zehebî, “Siyer” (16/400), Tâc es-Sübkî, “Tabakât’uş-Şâfiiyye” (2/251)
[121] İmam Muhammed İbnü Musa İbnü Nu’mân “Misbahu’z-Zalâm” (61)
[122] Sülemî “Tabakâtü’s-Sûfiyye” (370)
[123] Hafız Ebu’l-Kasım Ali İbnü Hasen Hibetüllah ed-Dimeşki eş-Şâfiî, İbnü’l-Asâkir diye tanınır. (Ö:571) Sübkî, Tabakâtüş-Şafiîyye (7/70), “Şezeratüz-Zeheb” (4/95)
[124] Hafız Ebu’l-Kâsım İbnü Asâkir, Tarih(11/104)
[125] İbnü’l-Cevzî “el-Vefâ (2/802)
[126] İmam Ebu Abdillâh Muhammed İbnü Musa İbnü’n-Nu’mân el-Mezalî el- Merrâküşî (Ö:683). “Şezerâ tü’z-Zeheb” (7/670), Yâfiî “Mirât’ül-Cinân” (4/200), Zehebî “El-İber” (3/354),
[127] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/138)
[128] Köşeli parantez arasına aldığımız bu parça asıl aldığımız baskıda birkaç parağraf aşağıdadır.
[129] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (sh:1384)
[130] Şeyh, Âlim, Allâme, Fakıh, Sika,
Abdülhak İbnü Seyfüddîn el-Hanefî, ed-Dihlevî, Muhaddis, Hind topraklarında hadis ilmini -telif bakımından- ilk yayandır. (D:958 Ö:1052). “Hediyyetü’l-Ârifîn” (1/503), “Fihrisü’l-Fehâris” (3/125-128), “Keşfu’z-Zunûn” (581), “Mucemül-Müellifîn” (5/91), “Nüzhetül-Havâtır” (5/206).
[131] Muhaddis ve Fakıh Abdülhak ed-Dihlevî, “Eşi’atü’l-Lemeât Şerhu Mişkât’il-Mesâbih” (3/401)
[132] İmâm Abdullah İbnü Ömer İbnü Muhammed eş-Şâfiî el-Beydavî (Ö:685) “ElBidâye ve’n-Nihâye” (13/309),
[133] Naziât:1-5.
[134] “Muhtasaru Târîhu Dimeşk” (2/408). Bu, Utbî’den meşhur olarak gelen bir hikayedir. Bu hikâye, benzeri bir lafızla başkalarından da gelmiştir: İmâm Beyhakî “Şuabu’l-îmân” (3/945-4178), İbnü Kesîr “Tefsir” (2/306), Semhûdî “Vefâ’ul-Vefâ” (4/1361), İbnü Asâkir “İthâf’uz-Zâir” (68-69), Heytemî “Tuhfetü’z-Züvvâr” (55), Kurtubî “Tefsir” (5/265), Nesefî “Tefsir” (1/234), İbnü Kudâme “Muğnî” (3/557), İbnü Cemaâ “Hidayetü’s-Sâlik” (3/1383), Nevevî “îzah”ın Menasik babında (451)
[135] “Müsîr’ul-Ğaram” (490)
[136] “Ed-Durretü’s-Semîn” (159)
[137] Nisa:65.
[138] Ebu Davûd (2941) tahrici 8. dipnotta daha önce geçmişti
[139] Hulâsatü’l-Vefâ (63)
[140] İmam Şihâbuddîn Ahmed İbni Hacer el-Heytemî eş-Şafiî el-Mekkî (Ö:974) “Şezerâtü’z-Zeheb” (287–292), “En-Nûrus-Safîr” (128.), “Keşfu’z-Zunûn” (57,60), “El-Kevâkibüs-Sâira” (3/111–112), “El-A’lâm” (1/234)
[141] “El-Cevheru’l-Munazzam” (23)
[142] “Sıfatu’s-Safve” (2/324), “Şezeratu’z-Zeheb” (2/478).
[143] Muhaddislerin büyüklerinden, aslı merv şehrinden hicri 285’de doğdu bağdatta vefat etti. Ahmed ibni Hanbel’de fıkıh okudu, hükümleri iyi bilirdi. “Şezerâtü’z-Zeheb” (3/355), “El-Muntazam” (7/306), “El-İber” (2/74)
[144] Şeyhul-İslâm Maruf İbnü Feyruz el-Kerhî Ebu Mahfûz, zahidlerin büyüklerinden biridir. Bağdat’ın Kerh’inde dağdu, Salihlikle meşhur oldu. Ahmed İbnü Hanbel bereketlenmek için onu ziyaret ederdi. (Ö:200) “Şezerâtü’z-Zeheb” (2/478), “El-Muntazam” (6/100), “Siyerü Alami’n-Nübelâ” (8/216), “El-İber” (1/335),
[145] Onlar Şeyh Âkil el-Münbicî, Şeyh Hayat İbnü Kays el-Harrânî “Camiul-Usûl fil-Evliyâ” (17).
Derim ki: bunlardan başka ve 3. asırdan sonra hayatlarında olduğu gibi ve daha fazla kabirlerinde tasarruf sahibi olan Evliyâ meşhurdur.
Çünki Evliyâullah ölmezler, bilakis bir yurttan diğerine intikal ederler. Bu babta kulakların aşina olduğu hikayeler çoktur. Daha fazla bilgi için bknz: İbnül-Cevzî, “Sıfatüs-Safve”, Münâvî, “Tabakatüs-Sûfiyye”, İbnü’l-Mülekkın, “Tabakâtül-Evliyâ”, Şarânî, “Et-Tabâkâtül-Kübrâ”, “El-Minenül-Kübrâ”, Ravvâs, “Bevârikül-Hakâik”, “Tayyüs-Sicîl”, Nebhânî, “Camiu’l-Usûl fi’l-Evliyâ”, “Büşürü’l-Hidâye”, “Şevâhidül-Hak”.
[146] Ğazâlî, “İhyâ” “Edebüs-Sefer” (2/346)
[147] Abdu’l-Hak ed-Dihlevî, “Eşi’âtü’l-Lemaat fi Şerhi’l-Mişkât” (3/401), “Lemâtün-Tenkîh” (4/377)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder