AMAZONLAR KİMDİR?
Antik Grek ve Roma/Latin kaynaklarında Sinop’un doğusundaki “Themiskyra” bölgesi, başka bir deyişle de Amisos’un (Samsun) doğusunda uzanan Thermodon/Terme çayı havzası ve dolayları Amazonların yaşadıkları topraklar olarak gösterilir. Aynen Gümüşhacıköy’de olduğu gibi, bir rastlantı sonucunda eski eser kaçakçılarınca bulunan ve yağmalanan iki alçak kurgan ve içindeki çok zengin ölü hediyeleri, antik kaynaklar dışında, bu insanların bu bölgede gerçekten de yaşadıklarını kanıtlayan çok seçkin arkeolojik bulgulardır. Gerçekte -bozkır göçebe kültürünün ve geleneklerinin ve de çok eski bir Türk töresinin gereği olarak- at üzerinde savaşan Kimmer ve İskit kadınları ve kızları, Karadeniz sahillerini iskan eden, Yunanlı kolonistleri bir anlamda dehşet içinde bırakmış ve bunlar -çeşitli yörelerde- birer mitos haline dönüşerek Antik çağ kaynaklarında ve devamında yer almış ve saygı görmüşlerdir. Bilindiği gibi Amazonlarla ilgili sahneler Antik Grek sanatında özel bir yer tutmaktadır. Tarihi gerçek olarak şu sonuç bizce çok önemlidir: İster Eski Anadolu’da ve ister Kafkasya’da ve diğer yörelerde nerede bir Kimmer ya da İskit göçü ya da istilâsı varsa, orada muhakkak bir Amazonlar Efsanesi ve öyküleri çıkar. Bu bir rastlantı değildir.
Kimmerler Karadeniz bölgesinde, doğuda Trapezus’a/Trabzon, batıdaysa Herakleia Pontika’ya (Karadeniz Ereğlisi) kadar yayılırlar: Trabzon yakınındaki Ağırmış Dağ’ın antik çağda Kimmerius Dağı adını taşıması da ilginç bir kanıttır. Antik kaynaklara göre batıdaki Herakleia Pontika/Karadeniz Ereğlisi, “Mariandynoi” kabilesinin topraklarında kurulmuş olan bir Megara kolonisidir. Balkanlar üzerinden gelen “Mariandynoi” kabilesinin, efsanevi şefi olarak sözü edilen “Heros Kimmerios” -aynen Amazon efsanelerinde olduğu gibi- bu temaların en güzel örneklerinden birini daha oluşturmaktadır. Tarihî gerçek olarak bazı Kimmer boyları bu yörede yaşamışlar ve Sinop’ta olduğu gibi Grek kolonistlerle savaşmışlardır. Ayrıca, yukarıda değindiğimiz üzere Batı Karadeniz bölgesinde yaşamış olan Trak kökenli “Mariandynoi” kabilesi, mitolojik bir anlatımla Kimmerlerle bağıntılı gösterilmiştir. Bu mitosla ilgili olarak ünlü “François Vazosu” üzerinde “Mariandynoi” kabilesinin atası “Heros Kimmerios” ok atan tipik bir bozkır savaşçısı şeklinde resmedilmiştir. Bu figürün yanındaki ünlü “Toxamis” de, aynı kıyafet ve techizatla ok atmaktadır. Toxamis adının -en yakın olarak- “Toktamış” adıyla çağrışım yaptırdığını ifade etmek isteriz. Kimmerlerin Karadeniz bölgesinde yayılması bu yöredeki bazı küçük yerleşim gruplarını etkilemiş, bu toplumlar, daha gerilere, dağlık bölgelere çekilmek zorunda kalmışlardır.
Doğu Göç Kolu olarak adlandırdığımız Kimmer ana göç kolunun bu hareketleri böylece süregelirken, doğuda da olaylar hızla gelişmektedir. Urartu topraklarında yaşayan ve onların müttefiki olan Kimmer boyları bir takım politik girişimlerin içinde görülürler. Gerçekte bu olaylar, İran’daki Medler’in Önasya dünyasında yeni bir politik güç olarak ortaya çıkmalarıyla bağlantılıdır. Medler, Asur kralı Asarhaddon’a karşı Kimmer, Mannai ve diğer bazı toplumlarla birlikte güç birliği yaparlar, bu güçler tümüyle Asur’a karşı harekete geçmiştir.
Bu olaylar süregelirken, Önasya dünyası yeni bir istilâya uğrar, yukarıda da değindiğimiz üzere Azerbaycan ve Medya’ya yayılan İskit dalgaları Önasya dünyasını tehdit etmeye başlar; nerdeyse Mısır kapılarına kadar dayanırlar. Önce de vurguladığımız gibi kral Asarhaddon, bu kudretli Asur kralının tanrı Şamaş’a yalvararak veya akıl danışarak her türlü kehanete başvurması ve bu bozkır savaşçıları karşısında duyduğu “batıl korkulardan” kurtulmaya çalışması, gerçek anlamda Kimmer ve İskitlerin Önasya’daki askeri ve politik güçlerini açıkça kanıtlamaktadır. Asarhaddon, hemen tüm saltanatı boyunca, devamlı olarak Kimmer ve İskit akınlarının korkusu altında yaşamıştır.
Resim: Herakles Amazonlarla savaşırken (https://tr.wikipedia.org)
ÖN ASYA DÜNYASINDA İLK TÜRKLER: KİMMERLER VE İSKİTLER
Kimmerler
ve İskitler Eskiçağ’daki “Türk Kültür Tarihi”nin, daha genel bir
deyişle de “Millî Tarihimiz”in ilk temsilcileridir. Çünkü Eskiçağ ve
devamındaki çeşitli yazılı kaynaklardan edindiğimiz bilgilerin ışığı
altında ve bu bilgileri doğrulayan, zenginleştiren muhteşem arkeolojik
bulgular yardımıyla, adları günümüze kadar ulaşmış olan ilk Türkler ve
ilk Türk Devletleridir. Onların öyküsü “tarihî gerçekler” olarak, bir
anlamda -çok uzun süreli- Eskiçağ’daki “Türk Dünyası”nın öyküsüdür. Her
ne sebeple olursa olsun, inkârı mümkün olmayan gerçekleri vurgulamak
için “İlk Türkler” başlığını özelliğini özellikle kullandığımızı,
öncelikle ifâde etmek isteriz.
Üç
kıtaya yayılan coğrafyanın büyüklüğüyle paralel olarak, “Türk
Dünyası”nı kapsayan – çoğunlukla “çağdaş”/”hemzaman”- “yazılı kaynaklar”
gerçekte çok çeşitli ve çok zengindir: Asur, Babil, Pers, Grek, Roma,
Latin, Bizans, Arap, İran, Avrupa, Çin, Hint, Türk vb. Hiçbir kaynağı
sarfınazar etmeden değerlendirmek söz konusudur. Sadece, bu kaynakları
bir araya getirmek bile, büyük bir sistem işidir: Yâni, Eskiçağ’dan
günümüze uzanan bir kaynak külliyatı söz konusudur. İlk görev, bunun
noksansız olarak başarılabilmesidir. Bunlardan ve de arkeolojiden
yeterince yararlanmayan bir gerçek bir “tarih yazımı” düşünülemez.
Aşağı
yukarı iki-üç asır öncesinden başlayarak Avrupalıların ya da Rusların,
Türk Millî Kültür ve Tarihinin kaynaklarını araştırıp dünyaya ve
dolayısıyla da bizlere tanıtmaları, bir anlamda ibret verici ve
düşündürücüdür: Orta Asya’daki “Türkiyat Araştırmaları” onlarla
başlamıştır. 18. yüzyılda Messerschmidt, Strahlenberg, 19. yüzyılda
Yadrintsev, Heikel, Radloff, Thomsen ve daha niceleri. İlk “Türkoloji
Kürsüsü”, 1795’te Paris’te “Ecole des Languages Orientales Vivantes”da
kurulmuştur. Bunu Şarkiyat ve Türkoloji ile ilgili enstitüler takip
etmiştir. Mesela, Napoli’de (1723), Moskova’da (1814), Paris’te (1821),
Londra’da (1823), Helsinki’de (1883) ve yine Londra’da (1906) vs. ve bu
kuruluşların yayınladığı sayısız bilimsel dergi ve eserler. Çok özet
bilgiler de olsa, bunları gençlerimize hatırlatmayı kaçınılmaz bir görev
addediyoruz.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasını takiben, 1924’te Fuat Köprülü’ye verdiği
direktiflerle Türk dil, kültür, tarih ve etnografyasının araştırılması
amacıyla (1933 Reformu ile İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülen)
Darülfünun’un Edebiyat şubesine (Edebiyat Fakültesi) bağlı olarak
“Türkiyat Enstitüsü”nü kurdurma onuru da Mustafa Kemal Atatürk’e aittir.
Bilindiği gibi, bunu 1931’de Türk Tarih Kurumu ve 1932’de de Türk Dil
Kurumu’nun kuruluşları izler. Amaç, Türk, Anadolu ve dünya tarihinin
derinlemesine araştırılması; Türk dilinin incelenmesi, özleştirilmesi ve
geliştirilmesidir. Günümüzde, tüm dünyayı kucaklayan gerçek bir
bilimler birlikteliği söz konusudur. Bizler de bu doğrultuda emek veren,
gerçek bilim adamlarına, Türk ve yabancı meslektaşlarımıza en içten
teşekkürlerimizi sunmayı zevkli bir görev addediyoruz. Bu satırların
yazarı olarak, konuya, her türlü -iç ve dış- politik eğilimlerden ve de
“kimlik arama” çabalarından arınmış bu hatırlatmalarla başlamamızın
nedenlerini düşünmenizi de dilerim. Meselâ Kimmer ve
İskitler’in-hâlâ-“İndo-İranî” kökenli olduklarını savunanları, insafa
davet ediyoruz. Çünkü, “Türk Dünyası” bizler tarafından, Türkler
tarafından gerçek anlamda, tarafsızca keşfedilmeyi beklemektedir.
Atatürk’ümüzü bir kez daha minnetle anıyoruz. Konumuzla bağlantılı
olarak, Zeki Velidi Togan, Bahaeddin Ögel ve İbrahim Kafesoğlu gibi çok
az sayıdaki hocalarımızın eserlerinden, daima büyük bir hayranlık
duyarak yararlandığımızı da öncelikle ve de şükran duygularımızla ifade
etmek isteriz: Togan’ın Umumi Türk Tarihi’ne Giriş; Kafesoğlu’nun Türk
Millî Kültürü; Ögel’in İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi; Orta Asya
Kaynak ve Buluntularına Göre ve de Türk Mitolojisi gibi.
Kimmer ve İskit Araştırmalarının Başlaması
Kimmerler
meselesi, İskit araştırmaları ile ortaya çıkmış ve buna paralel olarak
gelişmiştir. İskitler üzerine yapılan araştırmalar ise bir rastlantıyla
başlar. 17. yüzyılın son çeyreğinde, Sibirya’daki kurganlarda gizli
kazılar yapan bir defineci çetesi, çok değerli altın eserler ele
geçirirler. Durum, Çar I. Petro’ya bildirilir. Eserlere el koyularak bu
nadide yapıtlar St. Petersburg’a getirilir. Dönemin koleksiyoncuları ve
sanatseverleri, şimdiye kadar bilinmeyen bu değişik tarzdaki eserlere
hayran kalırlar ve etkilenirler. Bu olayı takiben, Sibirya’da ve Güney
Rusya’da tesadüfen bulunan benzer şekilde buluntular, bu sanata karşı
yoğun bir ilginin ve de ilk bilimsel araştırmaların başlamasına neden
olur, kurganlar kazılmaya başlanır. Sonuç olarak bu nadide arkeolojik
eserlerin, bir zamanlar Avrasya bozkırlarında yaşamış olan
atlı-göçebelere ait olduğu anlaşılır.
19.
yüzyıldan bu yana -muhtelif aralarla- günümüze kadar ulaşan
araştırmalar, satır başları ile bizleri şu sonuçlara götürmüştür: Doğuda
Büyük Çin Seddi’nden, kuzeyde Sibirya’dan, güneyde Tanrı Dağları’na,
batıda ise Tuna Havzası’na, Macaristan ovalarına kadar uzanan, doğu-batı
yönünde yedi bin kilometreyi aşan geniş bozkır kuşağındaki coğrafi
alan, genelde İskitler olarak tanımlanan göçebe ulusların yayılma
bölgeleridir. M.Ö. 8 ve M.Ö. 7. yüzyıllardan itibaren de kısmen
Önasya’yı, hemen hemen de bütün Anadolu’yu içine alan coğrafyayı kapsar.
Kurgan Kültürleri-Kimmerler ve İskitler
Kimmerler
ve İskitler, kökenleri M.Ö. III. bin yılları aşan Kurgan Kültürlerinin
-M.Ö. II. ve I. bin yıllardaki- temsilcileridir. Kurganlar,
bozkırlardaki göçebe hayat tarzında, belli bir hiyerarşik düzen içinde
önem taşıyan kişilerin mezarlarıdır. Bozkır kültürlerinin ayrılmaz
parçası olan çadırlarının, ölüler için hazırlanmış benzerleridir. Bu
yığma mezar tepeleri, antik batı kaynaklarında ve daha sonraki
literatürde Tümülüs olarak adlandırılmaktadır. Bin yıllar içinde
-bölgelere göre- bazı farklılıklar gösteren bu tip mezar kültürü, ister
Ural-Altay Türk kökenliler olsun, ister Hint-Avrupa kökenliler.
Bozkır
göçebelerinin tipik mezarlarıdır. “Kurgan” öz Türkçe olup, “korugan”dan
gelmektedir. Ölüleri koruyan özellikleri nedeniyle bu ad verilmiş
olmalıdır. En görkemli İskit kurgan grupları, M.Ö. 8. ve M.S. 1.
yüzyıllar arasında Kuban, Taman, Kırım, Dinyeper, Don, Kiev, Poltava,
Volga, Ural, Altay, Kuzey Moğolistan ve batıda da genellikle Macaristan
ve Romanya’da kümelenmişlerdir. Bunlar, bu “mezarlık” alanları, bu
atlı-göçebelerin en kutsal alanlarıdır. Tuna Havzası ve Balkanlar
üzerinden Trakya’ya ve Anadolu’ya göç eden ve bu topraklarda yerleşen
göçebe kökenli toplumlar da, özellikle toprağa bağlanıp, devlet
kurabilme aşamasına geldiklerinde, eski geleneklerine bağlı kalarak,
ulularını, krallarını, kraliçelerini, soylularını, “tümülüs” adıyla
tanımlanan mezarlarına gömmüşlerdir: Anadolu Demir Çağlarındaki Frig,
Lidya ve Trak tümülüslerinin tipik örnekleri gibi.
Burada
ilginç olan nokta Türklerin, İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra da
kurgan geleneklerini devam ettirmiş olmalarıdır. İster Orta Asya’da, ama
özellikle de Anadolu’daki Osmanlı öncesi Türk sanatının en zarif mezar
anıtları olan Kümbetler, bütünüyle geleneksel çadır mimarlığının -sırlı
tuğla ya da taşla- inşa edilmiş eşsiz örnekleridir. Ayrıca Herodotos’ta
(IV. 71-73) tüm ayrıntılarıyla anlatılan İskitlerin ölü gömme adetleri
ve kurganlarının yanı sıra, önemli kişilerin mumyalama geleneklerinin de
devamı dikkat çekicidir. Hanları, hakanları, hatunları ve uluları
mumyalama, İskitlerde olduğu gibi, hemen hemen tüm Türk Dünyasında
Hunlarda, Göktürklerde süregelmiş özellikle İslamiyet’ten sonra da
Anadolu Selçukluları’nda devam etmiştir.
1993’te
Güney Sibirya’da, Altaylar’da bulunan Ukok kurganı, mumyalanmış
cengâver İskit hatununa aitti. Bu genç soylu İskit kızını hemen hemen
tüm dünya tanıdı: Natalya Polosmak tarafından National Geographic, Vol.
186, No. 4, October 1994 sayısında, s. 80-103 arasında, “Siberian Mummy
Unearthed” makale başlığı altında, enfes renkli fotoğraflarla
yayınlandı. Bunu, Türkiye’de Atlas dergisinin 92. sayısı (Kasım 2000)
takip etti. Bu sayıda, bu kona daha ayrıntılı olarak ele alındı.
“Altaylar: Anayurt”, başlığı göze çarpıyordu. Türk Dünyası en çarpıcı ve
duygusal renklerle tekrar gündemdeydi.
Bozkır Yaşantısı
Uçsuz
bucaksız bozkırlardaki yaşantının temelini, hayvancılık ekonomisine
yönelik “göçebe hayat tarzı” teşkil eder. Bozkırdaki acımasız tabiat
şartları, bozkır insanını uzun bir tarihi süreç içinde devamlı bir
mücadeleye yöneltmiştir. Kendilerine özgü örf ve adetler, sanat
eserlerinde görülen doğaya yönelik gerçekçiliğin yanı sıra ince bir
romantizm, at sırtında, arabalarda geçen hareketli bir yaşamın verdiği
sonsuz tecrübe; giyim, kuşam, silah ve teçhizatlar gibi ögeler bu
insanların farklı karakter ve yapılarını açık bir şekilde vurgulamakta
ve öne çıkarmaktadır. Bozkır insanının asıl geçim kaynağı sahip olduğu
hayvan sürülerinden ibarettir. Bazı boyların ise toprağa bağlanarak
ziraat yaptıkları bilinmektedir. Bu özellik “Göçebe-Çoban” ekonomisinin
“Yerleşik” tipini yansıtmakta ve bu merkezler bir anlamda diğer göçebe
boylar için değiş tokuşa dayanan ticaretin aktif merkezlerini diğer bir
deyişle de çevrelerinde konaklanan “Kışlakları” simgelemektedir.
Herodotos’un
-Güney Rusya’daki alanlarda- “Kralî İskitler” olarak tanımladığı esas
yönetici sınıf, soylu İskitler, hiyerarşik olarak egemen oldukları diğer
kabile ve boyları da yönetmişlerdir.
Şamanlar
Şamanlar
da ulu kişilerdir, hem ruhlar aleminden, gaibden haber verirler,
falcılık yaparlar, hem de hekimlik görevini ifâ ederlerdi.
At Kültürü
Yukarıda
da değindiğimiz gibi hayvan yetiştirmek göçebe hayatının en önemli
uğraşıdır. At, en başta gelen unsurdur, bozkır insanının her şeyidir,
onun ayrılmaz bir parçasıdır: Onun üzerinde göç eder, sürülerini
yönetir, avlanır, savaşa gider, dini inançlarına uygun olarak nadiren
kurban edilir, süslü koşum takımlarıyla donatarak sahibiyle birlikte
kurgana gömülür, ayrıca etinden ve sütünden yararlanılırdı. Ural-Altay
kökenli göçebelerde, başka bir deyişle Türk dünyasında kısrak sütünden
yapılan “Kımız” kültürü de bunun bir parçasıdır. Bu geleneğin
Hint-Avrupalı göçebelerde var olup olmadığını bilemiyoruz. Oysa kesin
olarak İskitlerle birlikte bu gelenek günümüze kadar hemen hemen bütün
Türk dünyasında devam etmiştir.
Bozkır
atları, her ne kadar küçük boyda iseler de, çok dayanıklı, süratli,
çevik ve vahşi idiler. Strabon bununla ilgili olarak, İskitler’in özel
“At Terbiyesi”nden söz etmektedir. Bozkır sanatını resmeden eserler
üzerinde de atların yakalanması, gem vurulması, eğerlenmesi ve terbiyesi
çokça tasvir edilmiştir. Mesela, ünlü Çertomlyk vazosundaki sahneler de
çok gerçekçidir.
Herodotos’a
göre, İskit ileri gelenlerinin en büyük zenginliklerini “yarı vahşi at
sürüleri” teşkil etmekteydi. Bozkırlarda, av sporu da at üzerinde
yapılırdı: Strabon’a göre “bataklıklarda geyik ve yabani domuzlar,
düzlüklerde ise yabani eşekler ve karacalar avlanırdı” at üzerinde
“tavşan avı” ise en sevilen sporlardan biriydi. Bu çevik ve hareketli
hayvanların avı, bozkır insanının at üzerindeki çevikliğini ve
yeteneğini arttırmaktadır. Zengin arkeolojik bulgular İskitler’in ata
verdiği önemi ve at sevgisini açıkça gözler önüne sermektedir. Özellikle
zengin at koşumları ve teçhizatı dikkat çekicidir, kurganlarda sayısız
örnekler bulunmuştur. İskitlerde “mahmuz” yoktur, ancak kamçı
kullandıkları bilinmektedir.
Arabalar
Bozkır
yaşantısında hayat daima hareketlidir: Erkeklerin günlük görevi at
üzerinde sürüleri otlatmak ve avlanmaktır. Bütün kabile ve boylar, yeni
ve taze otlaklar bulmak amacıyla, belirli zamanlarda çok uzaklardaki
diğer belirli yörelere göç ederlerdi. Bu hareket göçebelerce hiyerarşik
bir düzende paylaştırılmış coğrafyanın yönlendirdiği “yazlaklar” ve
“kışlaklar” arasındadır.
Yaşlı
kadınlar, çocuklar ve ihtiyar erkekler bütün ağırlık ve teçhizatlarla
birlikte arabalarda göç ederler, erkekler ise at üzerinde sürüleri
yöneterek göç kafilelerine öncülük eder ve yol gösterirlerdi, genç
kızlar ve kadınlar da yine at sırtında erkeklerine yardımcı olurlardı.
Arabalar,
öküzler/sığırlar tarafından çekilirdi. Arkeolojik bulgulara göre
tekerlekler masif ahşaptan veya “altı kollu olarak” işlenir ve üzerine
de demir bir çember geçirilirdi. Özellikle bu uzun göçler sırasında 4 ve
6 tekerlekli arabalar revaçtadır. Bunlar aynı zamanda, İskitlerin
“seyyar evleri”dir. Arabanın üzerine aynen çadır şeklinde bir ahşap
çatkı raptedilmekte, bu çatkının üzerine ise keçe, keten veya kenevirden
dokuma kalın kumaşlardan bir örtü ile kaplanmaktadır. Arabanın içinde
de halı ve kilimler serilidir. Özellikle Hipokrates İskit arabalarından
ayrıntılı bir şekilde bahsetmektedir. Araba, aynen “at” gibi kutsaldır.
Bazı kurganlardaki “arabalı gömüler” bunu açıkça yansıtmaktadır. Ayrıca
zengin tezyinatlı özel cenaze arabaları, hanlar ve beyler için
kullanılmıştır. Pazırık kurganlarında bunların çok çarpıcı örnekleri
bulunmuştur. Ölen hanlar ve beyler tüm silahları ve tören giysileri
kuşandırılarak egemen olduğu topraklarda tam 40 gün dolaştırılmaktadır.
Bu tören sırasında yollara dökülen halk silahları ile ellerini yüzlerini
yaralamakta ve bir yas işareti olarak saçlarının ucunu kesmektedirler.
Bu özellikle Herodotos’ta ayrıntılarıyla verilen törenler, Hunlarda ve
diğer Türk boylarında tarih boyunca devam etmiştir. Bu ulu ölülerin 40
gün dolaştırılma geleneği, İslamiyetten sonra, sadece ve sadece Türkler
arasında var olan, Hz. Muhammed için Süleyman Çelebi tarafından kaleme
alınan “mevlid”in kırkıncı gün okutulması ile halen yaşatılmaktadır.
Sözü geçen çadırlı arabalar, bozkır kültürünün tipik ögelerinden biridir.
Çadırlar
Çadırlar,
yani “yurtlar” ise konaklama alanlarında kurulur, “obalar” teşkil
edilirdi. Yerleşik iskan yerlerinde de bu çadır modelleri aynen taklit
edilmiştir: Bu evlerin içleri de çadırlarda olduğu gibi kumaş, keçe,
kilim ve halılarla kaplanmıştır. Zeki Velidi Togan (19702, s. 34)
İskitler’in bozkır yaşantısına değinirken araba ve çadırlar hakkında
aynen şunları nakletmektedir: “Bunlar Türk derme evlerinde, yâni keçeden
mamûl kubbeli çadırlarda, çoğunlukla bunların tekerleklilerinde
yaşamışlardır. Bu nevi derme evleri Türkler’den alarak benimsemiş olan
bazı Orta Asya İranîleri’nde bu evlerin aksamına ve şekillerine ait
zengin ıstılahın İranca olmayıp, kâmilen Türkçe olması, bu evlerin Türk
millî malı olduğunu gösterdiği gibi, Araplar da bunları “Qubba Turkiya”
yani “Türk Çadırı” olarak bildirmişlerdir.”
Çadır/Yurt,
İskit göçebesi için kutsal bir anlam taşır: “Kutsal ateşin yandığı
ocak, aile fertlerini ısıtmakta, bozkırın acımasız soğuk veya sıcağından
korumakta ve üzerinde pişen aşla beslenmektedir.” Yukarıda da
vurguladığımız üzere kurgan adı verilen mezarların yapısı da, bu bozkır
çadırlarının “öbür dünya için” hazırlanmış bir benzerinden başka bir şey
değildir.
İskit Hayvan Üslûbu
İskitlere
“Bozkırların Kuyumcuları” denilmektedir. “Bozkır Hayvan Üslûbu”nun en
güzel ve zengin örneklerini yaratan insanlardır. Grek kolonilerindeki
sanatkârlara da, kendi zevklerine göre eserler yaptırmışlardır.
Kurganlarda bulunmuş olan bu muhteşem eserler, ki çoğu altındandır,
bozkır insanının duygularını en yalın, ancak en çarpıcı şekilde dile
getirirler Art Treasures of Ancient Kuban; Les Dossiers d’Archéologie:
Les Scythes gibi muhteşem sergi katalogları bu sanatın en güzel
tanıtıldığı yayınlardır.
“Kutsal”
ve “öncü” hayvan olan geyiğin o kadar çok çeşitli tasviri vardır ki,
kendilerine özgü bu sanat anlatımlarını bendeniz “Bozkırların
Dili/Bozkırların Yazısı” olarak algılamaktayım. Çalışmalarımıza göre,
“yazıdan önceki” ve de (ilk Runik alfabe gibi.) yazıdan sonraki
geleneksel, anonim anlatımlarıdır. Türk Dünyası’ndaki, çok zengin kilim,
çorap, çevre, heybe vs. gibi el sanatlarındaki her motifin bir “adı” ve
de bir “anlamı” vardır. Kanaatimize göre bunlar, “resim yazılarının
çözümü gibi” yeniden değerlendirilmelidir.
Giyim-Kuşam
İskitlerin
giyim-kuşamları da kendilerine özgüdür. Önden açılan bedene oturmuş
olan dar kollu gocuklar ve gömlekler baldırlara kadar uzanmaktadır.
Bunun altına pantolon giyilmekte, elbise bir deri kemer ile
bağlanmaktadır. Kurganlarda bulunan arkeolojik bulgulara göre, zengin
İskitler’in elbiseleri altın süsler ile süslenmiştir. Ayaklarına yumuşak
deriden çizmeler veya botlar giymektedirler. Başlarına ise, enselerine
kadar uzanan, kulaklarını kapayan sivri “başlıklar” giyerlerdi.
Silah ve Teçhizatlar
Ok
ve Yay: ok ve yay bozkır savaşçısının başlıca silahıdır ve onun
ayrılmaz bir parçasıdır. Grekler, İskitler için “atlı okçular” deyimini
kullanmışlardır. Ok, aynı zamanda sosyal bakımdan da bir anlam taşır:
Herodotos’un bildirdiğine göre kişi başına verilen birer ok ucu, büyük
bir bakır kazanda toplanmakta ve bu yöntemle “nüfus sayımı”
yapılmaktadır. İskitli çocukların yetiştirilmesinde, ok atma maharetine
çok önem verilirdi (Herotodos). Bu silahın kullanılmasında, sağdan veya
soldan, ya da at üzerinde “dörtnala giderken geriye dönerek atış
yapmak”, farklı pozisyonlarda aynı derecede de sürat ve maharet sahibi
olmak gerekliydi. Mesela “uzun menzil” yay çekme yarışmaları ve elde
edilen başarılar Grek kolonistleri tarafından da kutlanmış, hatta
bunların şerefine anıtlar dikilmiştir.
Ok
uçları, 40-70 cm uzunluğunda bir beden üzerinde yer almaktadır. Bunlar,
kullanılma yerine göre ahşap veya kamıştandır. Demir ok uçlarına en
eski İskit buluntuları arasında rastlanılmaktadır. Esas olarak, sert
alaşımlı tunç ok uçları revaçtadır. Boyları -kullanılma cinslerine göre-
2,5-5 cm arasında değişmektedir. “Av” ve “Savaş” tiplerinin çeşitliliği
dikkat çekicidir. “Mahmuzlu” tipleri karakteristiktir.
Yaylar
ise “Doğu” veya “Asya Tipi” denilen sınıflamaya girmektedir. Bu yay
tipi, Orta Asya’nın Atlı ve Göçebe kavimlerinde binlerce yıl
kullanılmıştır. Bu tipin en güzel örnekleri daha sonra özellikle
Hunlarda mevcuttur. İskit yayı, düz veya içe doğru kıvrık bir “beden”
ile buna raptedilmiş iki kısa koldan ibarettir. Ortalama boyu 1 m
civarındadır. At üzerinde kullanmaya elverişli olması için kısa
yapılmışlardır. Malzeme olarak ahşap, kemik, boynuz, sinir ve tutkal
kullanılmıştır, yâni bileşik türdedir, çok parçalıdır. Yayı geren kiriş,
sinirden yapılmıştır. Yay germe veya başka bir deyişle “yay kurma” bir
beceri işidir. Ünlü Kül-Oba vazosunda bunlarla ilgili çok gerçekçi
sahneler resmedilmiştir. Antik Grek yazarlarından bazıları, mesela
Strabon ve Plinius, Karadeniz’in kuzey sahillerini de İskit yayının
formuna benzetmişlerdir.
Okdanlık:
İskitler tarafından kullanılan ve Grekler’in “Goryt”=“Ok-Yay Torbası”
olarak adlandırdığı okdanlıkların kendine özgü bir formda yapıldıkları
görülür: Ahşap iskelet üzerine deri kaplanmış okdanlığın en büyük
özelliği çift gözlü oluşudur. İç gözde yay, dış gözde ise oklar muhafaza
edilmektedir. Okdanlığın aldığı ok sayısı 300 ile 400 civarındadır. En
güzel örnekleri altın ve elektron kakmalı süslerle tezyîn edilmiştir.
Tasvirlerden ve mezarlardaki buluntu durumlarından anlaşıldığı üzere,
-aynen kılıç gibi- bel kayışına, sol taraftan kalça üzerine
asılmaktadır. At üzerinde ise, yine sol tarafa, eğere asılırdı. Bu tip
okdanlıklar, Orta Asya kökenli Türk kavimleri tarafından binlerce yıl
süre ile kullanılmıştır.
Kılıçlar:
Greklerce “Akinakez” adıyla tanımlanan, takriben 50 cm. boyundaki demir
kılıçlar, İskitler’in “millî silahı” olarak kabul edilmekte, Herodot’un
verdiği ayrıntılı bilgiye göre de “Savaş Tanrısı”nı sembolize eden
“kılıç fetişi” büyük bir saygı görmekte ve “kutsal” addedilmektedir.
Kabzaları ve kınları altın kakmalı süslerle tezyin edilmiş zengin
örnekler de mevcuttur. Yukarıda değindiğimiz gibi, bel kemerine, sol
yanda veya önde asılarak, taşınmaktadır. Ayrıca, ender de olsa, uzun
kılıçlar da görülmektedir. Yakın döğüş için çok etkili bir şekilde
kullanıldığı bilinmektedir.
Mızrak
ve Cirit: Bu iki silah, savaş ve spor teçhizatı olarak önem
taşımaktadırlar. Mızrak uçları genellikle 10-15 cm. boyunda olup,
demirden yapılmışlardır.
Baltalar:
Bozkır insanının en eski savaş aletlerinden biridir. Üzerleri çizgi
veya kabartma olarak “bozkır hayvan üslubu”nun tipik motifleri veya
geometrik desenlerle süslüdür. Küçük altın baltaların “soyluluk”,
“hanlık”, “beylik” sembolü olduğu bilinmektedir.
Kalkanlar:
Pek revaçta olan bir koruyucu unsur olarak görülmez. İskit süvarisi,
çevikliği ile, at üzerinde kendini korumayı yeğlemiştir. Ancak, yer
savaşlarında, yakın döğüşlerde nadiren kullanılmıştır. Antik
kaynaklardan kurganlardan edinilen arkeolojik materyale göre, oval ya da
kenarları yuvarlatılmış dört köşe şeklinde olup tahta veya örme sazdan
yapılmış, üzerlerinede geyik ya da sığır derisi kaplanmıştır. Oval
kalkanlar, ünlü Kul-Oba elektron vazosunda görülürler. Solokha tarağında
ise tipik bir örme kalkan görülmektedir. Kostromskaya Mogila’da ise
demirden yuvarlak bir kalkan bulunmuştur. Orta kısmında “Umbo” şeklinde,
altından işlenmiş geyik armaları görülür. Bu armalar
“koruyucu”/“apotropeik” bir anlam taşırlar. Geyik, bozkır mitoslarında
-aynen “kurt gibi”- “öncü hayvan” olarak görülmekte ve bu tema Hun-Türk
devrinde de devam etmektedir.
Zırhlar:
Başlangıçta nadir olarak kullanılmıştır. En eski örneklerden biri
Ukrayna’daki kurganlardan birinde bir savaşçının üzerinde çok iyi
korunmuş olarak bulunmuştur. M.Ö. 5. yüzyıla aittir. Deri başlığın üzeri
metal pullarla kaplıdır. Bu, görüldüğü gibi, kulaklıklıdır ve enseyi
korumaktadır.
Savaş Taktikleri
Antik
kaynaklarda, İskitler’in “cengâver” karakterlerini yansıtan, “güçlü ve
muharip” bir toplum olduklarına dair birçok ayrıntılı kayıt mevcuttur.
Mesela, Thukydides bu konuda İskitlerden, övgü ile söz etmekte ve aynen
şunları söylemektedir: “Savaşlardaki cesaretleri ve ordularının sayısı
bakımından, İskitler, Traklardan çok üstündürler. Zira bunlarla ne
Avrupa’da ve ne de Asya’da, hiçbir millet mukayese edilemez. Bunların
tümü, tamamen birleşse bile, İskitlerle baş edemezler.”
Meselâ
Aristoteles ise İskitleri, Persler, Traklar ve Keltlerle birlikte
-askerî bakımdan- karşılaştırmakta ve bunları “üstün cengaver kavimler”
olarak nitelemektedir. Ayrıca bu toplum, -evvelce de değindiğimiz gibi-
“atlı okçular” veya “hayalet atlılar” olarak da tanımlanmıştır. Çünkü,
at üzerindeki savaşlardaki üstün yetenekleri, atlarının sürati ve
çevikliği ve de oklarının hedefine vurma garantisi hasımlarınca,
dehşetle izlenmiştir.
İskitlerin
savaş taktikleri ile ilgili olarak Herodot’tan Pers kralı Dareios’un
M.Ö. 513’teki ünlü İskit seferi hakkında çok ilginç bilgiler
edinmekteyiz. Burada, sözü geçen seferin tarihi ayrıntıları üzerinde
durmayacağız. Ancak, savaş taktikleri ile bağıntılı olarak şu sonuçlara
varmak mümkün olmaktadır:
Bozkır
süvari birlikleri, süratli atları nedeniyle, büyük bir hareket
kabiliyetine sahiptirler. Uzak bölgelerdeki birliklerin süratle,
stratejik noktalarda toplandıkları görülür.
Silahların,
özellikle okların vurucu gücü fazladır: daha önce gördüğümüz üzere,
silahlar, at üzerinde rahatça kullanılacak şekilde yapılmıştır. Ağır
silah ve teçhizatlar taşımazlar.
Savaş
düzenlerinde, han ve oğulları ve beyler tarafından yönetilen “yan
kanatlar” ve “orta” ana kuvvet birimleri görülür. Düşmana aniden
saldırılar ve süratle geri çekilirlerdi. Onların kaçtığını zanneden
düşman birlikleri, peşlerine düşer ve geniş bozkırda amansız bir
kovalamaca başlardı. Amaç, düşmanı içlere çekerek fazlaca yormak,
yıpratmak ve de yardımcı kuvvetlerle irtibatlarını kesmektir. Bu arada,
kuyular ve kaynaklar kullanılışsız hale getirilir, tarlalar tahrip
edilir, kendilerine ait yiyecek ve hayvan yemleri, diğer ağırlıklarla
birlikte arabalar ve sürülerle gerilere alınırdı. Böylece, yabancı
topraklarda ilerleyen düşman kuvvetleri açlıkla baş başa bırakılırdı. Bu
arada yan yana, hilâl şeklinde açılan yan kollar, yâni kanatlar,
çevirme harekâtına girişir ve çembere alınan düşman birlikleri imha
edilirdi. Bu kurnazca taktik, âdeta yabani hayvan sürülerinin, özellikle
atların sürülerek yoruluncaya kadar koşturulmasına ve de aniden çember
içine alınarak yakalanmalarına benzemektedir. Bozkırın bu taktiği
şüphesiz ki İskitlerin günlük yaşantısı içinde uyguladığı ve ezbere
bildiği bir hareket tarzı idi.
Bu
savaş taktiği ve teknikleri de, binlerce yıl devamla, bütün Türk
kavimlerince başarı ile uygulanmıştır. Meselâ 1071’deki Malazgirt
savaşında, Alp-Arslan’ın savaş düzeni, bunun en güzel örneklerinden
biridir.
İskitlerin
Pers kralı Dareios’un ordularına uyguladıkları bu taktik, binlerce sene
sonra Ruslar tarafından da örnek alınarak Napolyon Bonapart’a
uygulanmış, II. Dünya Savaşı’nda da Alman orduları aynı nedenlerle
hezimete uğratılmışlardı.
İskitlerin
bu arada, küçük vurucu timlerle düşman üzerine yaptıkları devamlı ve
yıpratıcı hücumlar, “çete savaşları” şeklinde düzenlenmiştir. Bu ufak,
fakat tesirli darbeler, düşmanı psikolojik bakımdan büyük ölçüde
etkilemektedir. Hunların, Göktürklerin ve Oğuzların savaş tarihlerinde
görülen aynı uygulamalar, bilindiği gibi, bir takım destanlara
dönüşmüştür.
Kimmerlerin Yayılım Alanları
Kimmerler
Proto-Türkler olarak tanımladığımız Ural-Altay kökenli bozkır
göçebelerinin batı kolunu oluştururlar. M.Ö. II. bin yıl başlarından
M.Ö. 8. yüzyıla kadar -merkez Kırım olmak üzere- Karadeniz’in kuzeyinde,
Avrasya bozkırlarında ve Kafkasya bölgesinde yaşamışlardır. Bu tarihler
arasında güney Rusya Tunç çağı kültürlerinin “taşıyıcıları” ve
“temsilcileri” olarak görülürler. Bu devrenin başlarında “doğudan batıya
doğru” Kafkasların kuzeyindeki bozkırlarda Donetz havzasına
yayılmaları, özellikle Ukrayna bozkırlarında yaşayan Hint-Avrupa kökenli
toplumların hareketlenmelerine neden olur. M.Ö. II. bin yılın
başlarında Akhaların Yunanistan’a inmeleri, kuzeydeki Avrupa
bozkırlarındaki bu hareketlerin bir uzantısıdır. M.Ö. 13.-8. yüzyıllar
arasında da Kafkasya ve Dinyeper havzasındaki bölgelere yayılırlar. Bu
dönemde özellikle Volga boylarından gelen “Ahşap Mezar Yapıları” ile
tanımlanan Srubna kültürü Pre-İskit/Kimmer organik bağlarının arkeolojik
kanıtlarıdır. Çünkü daha sonraki yüzyıllarda da Kimmer ve İskit
eserlerinin ayrılmazlığı bilim adamlarınca daima konu edilmiştir. Kimmer
boylarının M.Ö. 13. yüzyılda batıya doğru yayılmaları – aynen M.Ö. II.
bin yılın başlarında olduğu gibi- Hint-Avrupa kökenli toplumların
yeniden hareketlenmelerine neden olur: M.Ö. 1200 dolaylarında Dorlar
Yunanistan’a, Trak kökenli diğer toplumlarla birlikte Frigler Anadolu’ya
göç ederler: Anadolu’nun “karanlık çağları”, başka bir deyişle de belli
bir süre sonra en renkli dönemlerden biri olan “Anadolu Demir Çağı”
başlar.
Güney
Rusya’daki Kimmerlerle bağıntılı arkeolojik bulguların, M.Ö. II. bin
yıl başlarına kadar uzanmasına karşılık, yazılı kaynaklarda adlarının
geçmesi ancak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren başlar: Antik Grek
kaynaklarında Kymmerioi/Kymmerios olarak geçer. İlk kez, ünlü ozan
Homeros onlardan söz eder. Homeros’a göre Kimmerler, yer altı tanrısı
Hades’in “ölüler ülkesi”nin yeraldığı “ıssız dünyanın sis ve
karanlıklarla dolu bölgelerinde” yaşıyorlardı. Ünlü coğrafyacı
Strabon’un bu konuda yaptığı eleştiri ilginçtir. “Ozan (Homeros),
Kimmerlerin Bosporus Kimmerius’un kuzeyindeki kasvetli yerlerde
oturduklarını bildiği için, Hades civarına yerleştirmiştir. Belki de
İyonyalıların bu kavime karşı olan derin düşmanlıkları yüzünden böyle
yapmıştır.”
Herodotos
ve Strabon gibi -İskitleri ayrıntılarıyla anlatan- antik çağ yazarları,
Kimmerleri güney Rusya’nın ilk sakinleri olarak tanımlamaktadırlar.
Antik çağda Kerç Boğazı, “Bosporus Kimmerius (Kimmer Boğazı)” adını
taşımakta, Kırım’da Grek kolonileri olarak görülen Kimmerikum, Kimmeris,
Kimmerike gibi yerleşmeler ve yer adları bir zamanlar Kimmerlerin bu
topraklara egemen olduklarını vurgulamaktadır. Kırım adının da
Kimmer’den türediği bilinmektedir. Kimmerleri ve Kırım’ı kapsayan Avrupa
Hunları ile ilgili mitoslar tüm ayrıntılarıyla birlikte, Bizans
tarihçisi Jordanes tarafından nakledilmektedir.
M.Ö.
8. yüzyılda, takriben M.Ö. 500 civarına kadar olan devre çok
hareketlidir: Kimmerler, doğudan gelen İskitlerin istila ve baskısı
sonucunda, güneye ve batıya doğru çekilerek göç etmek zorunda kalırlar.
Göç edemeyen bazı Kimmer boyları ise, İskit egemenliği altında Kırım ve
çevresinde yaşamlarını sürdürürler ve zamanla onların içinde eriyerek
tarih sahnesinden çekilirler. Antik kaynakların bildirdiğine göre,
Taurlar, Toreteler, Dandariler, Psessler, Thteler ve Maotler, İskit
egemenliği altındaki, Kırım ve çevresindeki Kimmer boylarını
yansıtmaktadırlar. Kimmer-İskit mücadeleleri, Türk devletlerinin
tarihleri boyunca tanık olduğumuz kardeş kavgalarının en eski
örneklerinden biridir.
Tarihi
bakımdan İskit istilası, maddesel kültürün gelişimi yönünden de yeni
bir devrin başlamasına neden olur: Güney Rusya’nın Tunç Çağı sona erer
ve Demir Çağı başlar.
İskit Göçlerinin Başlaması
İskit
Göçleri de Orta Asya’daki, bugünkü Moğolistan ve Türkistan’da meydana
gelen ve uzun süren bir kuraklık ve kıtlık devresiyle bağıntılıdır.
Otlak sahalarının kuruması, çağdaş Çin kaynaklarına göre doğu
bozkırlarında yaşayan Hiung-Nu (Hun) kabilelerinin Çin’in kuzeybatı
sınırlarına doğru kaymalarına neden olur. M.Ö. 9. yüzyılın sonu ile M.Ö.
8. yüzyılın başlarına ait Çin kaynakları imparator Suan’ın bunları
püskürterek, batıya yönelttiklerini nakletmektedir. Demekki İskitleri,
batıya Kimmerler üzerine iten ana neden Hiung-Nuların (Hun) bu
hareketleridir. (Yine Çin kaynaklarının naklettikleri “çekirge
istilâları”, bozkırlarda zaman zaman büyük kıtlıklara neden olmuş,
çekirge sürüleri hayvanların tüylerini, yelelerini, kuyruklarını bile
kemirerek yemişlerdir.) Herodotos’un kayıtlarında da İskitlerin
göçleriyle ilgili ayrıntılı bilgileri bulmak mümkündür. Kafkas
geçitlerini aşan Kimmer göç dalgaları (Doğu Göç Kolu), yeni bir yurt
edinmek amacıyla, Doğu Anadoludaki Urartu Devleti’nin kuzey
sınırlarından başlayarak, Anadolu topraklarını istila etmeye başlarlar.
Kurt Bittel bu konuda aynen şu yorumu yapmaktadır: “Kimmerler’in
Anadolu’yu istilası, kuvvetli bir ihtimalle, Orta Asya’dan kaynaklanmış
olan büyük bir göç hareketinin yan kolunu teşkil etmektedir. Bu hareket,
hiçbir zaman bir soygun seferi şeklinde değil, aksine, bütün bir halkın
mal ve mülkleriyle beraber yaptıkları bir göç olarak
nitelendirilebilir. Bunu bu bakımdan, M.Ö. 13. yüzyıldaki “Deniz
Kavimleri”nin haraketleri ile karşılaştırabiliriz.”
Kimmerler,
merkezi Kafkasya’daki Gerusin/Portae Sarmaticae/Daryal Geçidi’ni ve
Osset Geçitleri’ni takip ederek Urartu sınırlarına dayanmışlardır. Bu
geçitler binlerce yıldan beri, günümüz dahil, ulaşım ve askerî harekat
bakımından önem taşıyan yegane “doğal geçit” ve “tarihi yollar”dır.
Kimmerlerin
ardından İskitler gelmektedir: Herodotos’un ifade ettiği üzere,
Kimmerleri takip eden İskitler -yollarını şaşırarak- Kafkasları doğudan
dolaşmışlar, Hazar Denizi kıyılarını takiben Derbent- Demirkapı geçidi
üzerinden Azerbaycan ve İran’daki Medya topraklarına ulaşmışlardı.
Çağdaş Asur çivi yazılı kaynaklarında da bu olaylar hakkında ayrıntılı
bilgiler mevcuttur: Asur casusluk örgütünün başında bulunan veliaht
prens Sanherib, babası ünlü Asur kralı II. Sargon’a raporlar göndererek,
Kimmerler’in Urartu topraklarına yayıldıklarını ve Urartuların ağır
yenilgilere uğradıklarını bildirmektedir. Urartu kralları I. Argisti
(yaklaşık olarak M.Ö. 785-760) ve II. Sarduri’ye (Yaklaşık olarak M.Ö.
760-730) ait bazı Urartu yazıtlarından anlaşıldığına göre, Kimmer göç ve
istilâsından takriben 50 yıl kadar önce -Çıldır ve Gökçe Göl arasındaki
“İş-qi-GU-lu ülkesi”/Leninakan bölgesinde- Kimmerlerle Urartular komşu
duruma gelmişlerdi. Özellikle II. Sarduri, Kura Havzasını kapsayan
“Guriania ülkesi”nden ve buradaki karışıklıklardan söz etmektedir.
Adları
Asurlular
Kimmerler’i “Gimirrai”, İskitleri “İskuza/Asquzai” olarak
adlandırmıştır. Urartularsa Kimmer ve İskitleri “İşqigulu” adıyla
tanımlamaktadırlar. Grek kaynaklarında “Skyt”, Persçe gibi doğu
dillerinde ise “Sak”; ya da başka örneklerde olduğu gibi “Saka”, “Caha”
gibi adlarla tanınırlar. Bu bilgiler daha sonra Kutsal Kitaplara
yansımıştır: Anadolu’ya Kuzeyden gelen diğer toplumlarla birlikte adları
geçmektedir ve bunlar Nuh Peygamberin oğlu Yafes’ten türemişlerdir
(Ahdi Atik/Tevrat, Genesis 10; Ezekiel 38,6: “Gomer”=Kimmer;
“Askenaz”=İskit). Bunlarla ilgili olarak -İslamî ve İran tesirli- Türk
mitoslarındaki (=Oğuz-nameler ve Han-name) “Gog-Magog” ve
“Ye’cüc-Me’cüc” hakkındaki ilginç yorumları ve bilgileri Zeki Velidi
Togan ve Bahaeddin Ögel’in eserlerinde topluca bulmak mümkündür.
Akadca
İşquzai adında da -quz-,-quzai- o dönemki “Oğuz” adının arkaik
söyleyişinin, çivi yazısındaki şekli olduğu şüphesizdir. Tarihi bir
gerçek olarak da şunu vurgulamak istiyoruz: “İskit”/“Saka” adları “Türk”
adı ile eşdeğerdedir. İskitler, Eskiçağ’da “politik güç” olarak tarih
sahnesinden çekildikleri hâlde, Orta Çağ’da, meselâ Bizans kaynakları,
İslâmiyet’i henüz kabul etmemiş olan Türk toplumlarından, Türk
boylarından “İskit” adıyla söz etmektedirler. İslâmiyet’i kabul edenler
ise kendi adlarıyla anılırlar. Bu ayrım bizce, çok anlamlıdır. Benzer
örnekleri çoğaltmak mümkündür. Daha sonra da, meselâ 17. ve 18. yüzyılın
ünlü Boğdan voyvodası Dimitri Kantemiroğlu’nun kaleme aldığı Osmanlı
Tarihi’nde Kırım Tatarları ile İskitler’in aynılığı hakkındaki
yaklaşımları dikkat çekicidir. Ya da Baron de Todt’un Kırım Han’ın ölümü
hakkında naklettikleri çok önemlidir.
Sözü
edilen dönemin en güçlü devletlerinden olan Asur’un yanı sıra
Anadolu’da Urartu, Frig ve Lidya devletleriyle İyonya şehirlerini dehşet
içinde bırakan Kimmer akınları özellikle Anadolu’nun siyasi
yapılanmasında büyük değişikliklere neden olmuştur. Urartu Devleti,
büyük sarsıntılar geçirir: Bir taraftan kuzeyden gelen Kimmer göç ve
akınları, diğer taraftan Asur kralı II. Sargon’un (M.Ö. 721-705) M.Ö.
714’teki ünlü 8. seferinin ağır darbeleri karşısında Urartu kralı I.
Rusa (yaklaşık olarak M.Ö. 730-714) başkent Tuşpa’da intihar eder.
Urartu
kralı II. Argişti (yak. ol. M.Ö. 714-685) kuzeye yönelerek Kimmer
akınlarını önlemeye çalışır, ancak M.Ö. 707’de ağır yenilgiye uğrar. Onu
takip eden Urartu kralı II. Rusa (yak. ol. M.Ö. 685-645) ise akıllıca
bir politika izler, dalgalar halinde Urartu topraklarında ilerlemekte ve
yayılmakta olan Kimmer boyları ile anlaşır, ezeli düşman Asur’a karşı
ittifak yaparak bir kısım Kimmer boylarını Urartu topraklarında iskân
ettirir ve bunların yerleşmelerini sağlar. Bu arada Asur sınırlarında
Kimmerlerle yapılan bir savaşta ünlü kral II. Sargon hayatını
kaybetmiştir. Urartu kralı II. Rusa’nın müttefiki olan Kimmerler’in ana
göç kolu ise batıya doğru yönelmiş ve Frig devleti egemenliğindeki
topraklara doğru ilerlemeye başlamıştır.
Bu
olayları takiben M.Ö. 677 civarında, Teuşpa adlı liderlerinin
yönetimindeki Kimmer akıncıları -Konya Ereğlisi dolaylarındaki- Hubusna
yöresinde yenilgiye uğratılır. Kral Asarhaddon’un (M.Ö. 686-669)
yönetimindeki Asur’un bu başarısı -muhtemelen- Kimmerler’in Toros
geçitlerini aşarak Çukurova bölgesine yayılmalarını önlemiştir. Kral
Asarhaddon, saltanatı süresince Kimmer tehlikesinin korkusu ve baskısı
altında yaşamıştır. Bu ünlü Asur kralının güneş tanrısı Şamaş’a
yönelttiği -politik kapsamlı- duaları ve yalvarışları bu duygularını
açıkça yansıtmaktadır: Asarhaddon bu cengâver bozkır akıncılarından
“cehennemin doğurduğu” diye söz eder, Kimmer lideri Teuşpa’yı da
“kuzeyli düşman” “Umman Manda” adıyla tanımlar. Bu arada Kimmerlerin,
Asur’un vasali olan -Toroslar ve Çukurova yöresindeki- Hilakku
devletiyle anlaşma yaptıkları görülür. Asur kralı, akabinde Hilakku’yu
cezalandırmıştı.
Kimmerlerin
Hubuşna yöresindeki yenilgiden fazlaca etkilenmedikleri
anlaşılmaktadır: Doğu Göç Kolu’na mensup boylar, M.Ö. 7. yüzyılın
başlarında Frigya egemenliğindeki topraklara yayılarak, istila
etmişlerdir: (Eusebios’a göre M.Ö. 696/695; Julius Africanus’a göre ise
M.Ö. 676’da) Frig başkenti ünlü Gordion kuşatılarak ele geçirilmiş,
tahrip edilerek yağmalanmış ve efsanevi kral Midas (Asur kaynaklarında:
Mita) “boğa kanı içerek intihar etmiştir.”
Gordion’da,
Midas’ın gömüldüğü en büyük kralı tümülüste -altın hariç- çok değerli
ölü hediyeleri bulunmuştur. İleri sürülen bir görüşe göre Kimmerler,
Midas’ın tüm altınlarını yağmalayarak beraberlerinde götürmüşlerdir. Bu
nedenle Midas’ın tümülüsünde altın yoktur. En görkemli ve güçlü çağını
yaşayan Frig devletinin ani yıkılışı ve Anadolu’daki politik güç ve
etkinliğini kaybedişi -istila haline dönüşen- Kimmer göçünün ne çapta
olduğunu açıkça yansıtmaktadır.
Anadolu’da Kimmer Bozkır Devleti
Frig
devletini yıkan Kimmerler, batı yönde Lidya devletinin sınırlarına
dayanmıştır. Yakın geçmişte Frig devletinin egemen olduğu topraklar,
özellikle İç Anadolu bozkırları, artık bir anlamda, Kimmer Anadolu
Bozkır Devletinin hâkimiyet alanındaki bölgelerdir. Ana göç kolunu
oluşturan Kimmer boyları, bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren,
kabile ve boy teşkilatına dayanan bir politik güç, Kimmer Anadolu Bozkır
Devleti dediğimiz birliği tesis ederler. Bu organize güç yaklaşık bir
yüzyıl boyunca Eski Anadolu’nun tarih sahnesinde önemli roller
oynamıştır. Bu gücün varlığı, gün geçerek çoğalan arkeolojik bulguların
yanında yazılı kaynakların analizinden elde edilen sonuçlar, siyasi
antlaşmalar ve de saptayabildiğimiz filolojik yaklaşımlarla birlikte
diğer öğeler bunu açıkça kanıtlamaktadır. Julius Lewy ve Kurt Bittel
gibi bazı eski kuşak bilim adamları -görüşümüze tam uymamakla birlikte-
Orta Anadolu’da örgütlenmiş bir Kimmer devletinin varlığını kabul
etmektedirler.
Bu
arada bazı boylar, Orta Anadolu’dan kuzeye-Amasya yöresindeki
Paplagonia bölgesine yönelerek, kuzeye açılan doğal tarihi yolu takiben
Karadeniz sahillerine ulaşırlar. Çok yakın bir geçmişte Amasya’da
Gümüşhacıköy’de bir rastlantı sonucunda bulunan bir alçak kurgan, kaçak
kazılar sonucunda tahrip edilerek, yağmalanmıştır: İnsan ve at gömüsünü
muhafaza eden bu mezarda, ölü hediyesi olarak uzun demir kılıç, tunç
balta, gem parçaları ve mahmuzlu tipik ok uçları, geleneksel ölü
hediyelerini oluşturmaktadır. Kurtarılabilen eserler Amasya Müzesi’ne
getirilmiştir. Gümüşhacıköy’ün daha önceki bir adının da “Kımerî” oluşu
çok anlamlı ve dikkat çekicidir.
Antik
Kaynaklara göre, Miletos’un Karadeniz sahillerindeki güçlü bir kolonisi
olan Sinope (Sinop) tahrip edilir, “Oikist/Kurucu” Abrondas öldürülür
ve Yunanlı kolonistler geçici bir süre için yarımadadan sürülürler ve
bazı Kimmer boyları bu yörede yerleşir.
Amazonlar Kimdir?
Antik
Grek ve Roma/Latin kaynaklarında Sinop’un doğusundaki “Themiskyra”
bölgesi, başka bir deyişle de Amisos’un (Samsun) doğusunda uzanan
Thermodon/Terme çayı havzası ve dolayları Amazonların yaşadıkları
topraklar olarak gösterilir. Aynen Gümüşhacıköy’de olduğu gibi, bir
rastlantı sonucunda eski eser kaçakçılarınca bulunan ve yağmalanan iki
alçak kurgan ve içindeki çok zengin ölü hediyeleri, antik kaynaklar
dışında, bu insanların bu bölgede gerçekten de yaşadıklarını kanıtlayan
çok seçkin arkeolojik bulgulardır. Gerçekte -bozkır göçebe kültürünün ve
geleneklerinin ve de çok eski bir Türk töresinin gereği olarak- at
üzerinde savaşan Kimmer ve İskit kadınları ve kızları, Karadeniz
sahillerini iskan eden, Yunanlı kolonistleri bir anlamda dehşet içinde
bırakmış ve bunlar -çeşitli yörelerde- birer mitos haline dönüşerek
Antik çağ kaynaklarında ve devamında yer almış ve saygı görmüşlerdir.
Bilindiği gibi Amazonlarla ilgili sahneler Antik Grek sanatında özel bir
yer tutmaktadır. Tarihi gerçek olarak şu sonuç bizce çok önemlidir:
İster Eski Anadolu’da ve ister Kafkasya’da ve diğer yörelerde nerede bir
Kimmer ya da İskit göçü ya da istilâsı varsa, orada muhakkak bir
Amazonlar Efsanesi ve öyküleri çıkar. Bu bir rastlantı değildir.
Kimmerler
Karadeniz bölgesinde, doğuda Trapezus’a/Trabzon, batıdaysa Herakleia
Pontika’ya (Karadeniz Ereğlisi) kadar yayılırlar: Trabzon yakınındaki
Ağırmış Dağ’ın antik çağda Kimmerius Dağı adını taşıması da ilginç bir
kanıttır. Antik kaynaklara göre batıdaki Herakleia Pontika/Karadeniz
Ereğlisi, “Mariandynoi” kabilesinin topraklarında kurulmuş olan bir
Megara kolonisidir. Balkanlar üzerinden gelen “Mariandynoi” kabilesinin,
efsanevi şefi olarak sözü edilen “Heros Kimmerios” -aynen Amazon
efsanelerinde olduğu gibi- bu temaların en güzel örneklerinden birini
daha oluşturmaktadır. Tarihî gerçek olarak bazı Kimmer boyları bu yörede
yaşamışlar ve Sinop’ta olduğu gibi Grek kolonistlerle savaşmışlardır.
Ayrıca, yukarıda değindiğimiz üzere Batı Karadeniz bölgesinde yaşamış
olan Trak kökenli “Mariandynoi” kabilesi, mitolojik bir anlatımla
Kimmerlerle bağıntılı gösterilmiştir. Bu mitosla ilgili olarak ünlü
“François Vazosu” üzerinde “Mariandynoi” kabilesinin atası “Heros
Kimmerios” ok atan tipik bir bozkır savaşçısı şeklinde resmedilmiştir.
Bu figürün yanındaki ünlü “Toxamis” de, aynı kıyafet ve techizatla ok
atmaktadır. Toxamis adının -en yakın olarak- “Toktamış” adıyla çağrışım
yaptırdığını ifade etmek isteriz. Kimmerlerin Karadeniz bölgesinde
yayılması bu yöredeki bazı küçük yerleşim gruplarını etkilemiş, bu
toplumlar, daha gerilere, dağlık bölgelere çekilmek zorunda
kalmışlardır.
Doğu
Göç Kolu olarak adlandırdığımız Kimmer ana göç kolunun bu hareketleri
böylece süregelirken, doğuda da olaylar hızla gelişmektedir. Urartu
topraklarında yaşayan ve onların müttefiki olan Kimmer boyları bir takım
politik girişimlerin içinde görülürler. Gerçekte bu olaylar, İran’daki
Medler’in Önasya dünyasında yeni bir politik güç olarak ortaya
çıkmalarıyla bağlantılıdır. Medler, Asur kralı Asarhaddon’a karşı
Kimmer, Mannai ve diğer bazı toplumlarla birlikte güç birliği yaparlar,
bu güçler tümüyle Asur’a karşı harekete geçmiştir.
Bu
olaylar süregelirken, Önasya dünyası yeni bir istilâya uğrar, yukarıda
da değindiğimiz üzere Azerbaycan ve Medya’ya yayılan İskit dalgaları
Önasya dünyasını tehdit etmeye başlar; nerdeyse Mısır kapılarına kadar
dayanırlar. Önce de vurguladığımız gibi kral Asarhaddon, bu kudretli
Asur kralının tanrı Şamaş’a yalvararak veya akıl danışarak her türlü
kehanete başvurması ve bu bozkır savaşçıları karşısında duyduğu “batıl
korkulardan” kurtulmaya çalışması, gerçek anlamda Kimmer ve İskitlerin
Önasya’daki askeri ve politik güçlerini açıkça kanıtlamaktadır.
Asarhaddon, hemen tüm saltanatı boyunca, devamlı olarak Kimmer ve İskit
akınlarının korkusu altında yaşamıştır.
Urartu
kralı II. Rusa’nın-Kimmerlerle olduğu gibi-akıllıca bir politika
izleyerek, İskitlerle anlaşma yaptığı görülür. Bu kez İskit akınları
doğrudan Asur sınırlarına yönelir. Ancak M.Ö. 674 yılı dolaylarında
yapılan bir savaşta Asarhaddon tarafından mağlup edilirler. Oysa
Asarhaddon İskitlerin Asur için gerçek bir tehlike olduğunu sezmiştir:
Çünkü Asur sınırları sadece İskit akıncıları tarafından tehdit edilmekle
kalmamış, bu yeni, tehlikeli ve güçlü düşman, Asur karşıtı bazı
toplumları müttefik yaparak, onları Asur’un boyunduruğundan kurtarma
çabalarına girişmiştir.
Asarhaddon
onları yenilgiye uğratmasına rağmen anlaşma yoluna gitmiş, İskit hakanı
Bartatua’nın isteği üzerine kızlarından birini, bir prensesi ona eş
olarak vermiştir. İskitlerle -kan bağlarına dayanan- bir anlaşma
yapması, Asur devletinin aynı zamanda Urartu’ya ve de Kimmerlerin
dolaylı desteği ile kurulan Med devletine karşı bir önlemdir.
Asur
çivi yazılı metinlerindeki Akadca yazılım şekli ile Bartatua,
Herodotos’un (I, 103) Madyes’in babası olarak tanımladığı -Grekçe
yazılımıyla- Protothyas’dır. Madyes, Türk destanlarında “Alp Er Tunga”,
İran destanlarında ise “Afrasyab” adlarıyla görülmektedir.
Bu
arada Urartu kralı II. Rusa, Doğu Anadolu’da Kimmerlerle birlikte bir
askeri sefer düzenler: Asur ve Urartu devletleri arasında uzun süredir
çekişme konusu olan Diyarbakır yöresindeki Şupria bölgesinde büyük
karışıklıklara neden olur, ancak Asarhaddon’un M.Ö. 673-672
dolaylarındaki “Şupria Seferi” bu konunun Asur devleti lehine
sonuçlanmasını sağlar.
Kimmer-Lidya İlişkileri
Kimmer
bozkır devletinin varlığı, en çok-batı komşuları olan-Lidya’yı huzursuz
etmiştir: Friglerin bir zamanlar hakim oldukları topraklara yayılan ve
gittikçe güçlenen Kimmer boyları bir süre sonra batı komşuları Lidya
devletinin sınırlarına dayanırlar. Bu saldırılar, Lidya devletinin
toprak bütünlüğünü zaman zaman tehlikeye düşürmüş ve hatta Frig devleti
gibi yıkılmalarına ramak kalmıştı. Lidya’ya yönelen ilk Kimmer akınları
Gyges dönemine rastlar. Bu dönemde Lidya kralı Gyges (Asur kaynaklarında
Gugu) Kimmer tehlikesine karşı Asur devletiyle yakınlaşma politikası
güder ve Asur kralı Asurbanipal’den yardım ister: Asur kralı aynen
şunları söylemektedir “Gugu ayaklarıma kapandı”. M.Ö. 660/657
dolaylarındaki ilk Kimmer akınlarına karşı koyabilen Lidya kralı, bu
arada esir aldığı, iki Kimmer beyini zincire vurarak Ninive’ye göndermiş
ve Asurbanipal’e olan şükran borcunu ödemiştir. Asur çivi yazılı
kaynakları kral Gyges’in/kendi deyimleriyle Gugu’nun bu zaferini, Asur
yardımına bağlamaktadırlar. Ancak, bu yardımın nasıl olduğu
bilinmemektedir. Kimmerler karşısında kendini güçlü hisseden kral Gyges,
Asurla olan bağlantılarını keser ve hatta Asurbanipal’e karşı cephe
alır. Sonuçta -Lidya kralının bu vefasızlığına ve dönekliğine çok
üzülen- Asur kralının tanrılarına yaptığı ünlü “beddua”sı yerini bulur
ve Kimmerler ikinci kez Lidya topraklarına saldırırlar: M.Ö. 652 yılında
-akropol yâni yukarı şehir dışında- başkent Sardes ele geçirilir,
tahrip edilerek yağmalanır ve kral Gyges öldürülür.
Bu
olaylar zinciri Anadolu’daki Kimmer siyasi tarihi bakımından büyük bir
önem taşır: Yakın geçmişte en parlak dönemlerini yaşayan Urartu kralı I.
Rusa, ünlü Asur kralı II. Sargon, Frig kralı ünlü Midas gibi kral
Gyges’te aynı kaçınılmaz sonu paylaşmıştır. Tüm bu olaylar -yakın bir
süre sonra- İyonya bölgesinde de devam edecek benzerleriyle birlikte
analiz edildiğinde bozkır savaşçılarının güçlü bir şekilde organize
edildikleri ve de savaş sanatındaki geleneksel üstünlükleri
belgelenmektedir.
Kimmer Batı Göç Kolu ve Trako-Kimmerler
Bu
sıralarda, Güney Rusya bozkırlarından İskitler tarafından sürülmeye
devam edilen Kimmerlerin Batı Göç Kolu Avrupa içlerine kadar yayılır:
Orta Avrupadaki bunlarla ilgili arkeolojik malzeme -bazı batılı
bilginlerce- Trako-Kimmer buluntuları adı altında tanımlanmaktadır.
Akabinde İskitlerin Macaristan ovalarını da istila etmeleriyle, takriben
M.Ö. 500 yılı dolaylarında politik güç olarak, tarih sahnesinden
silinirler.
Batı
göç kolundan ayrılan bazı boylar, güneye yönelirler ve
Romanya-Bulgaristan ovalarına yayılırlar. Ancak İskitlerin Tuna
bölgesine sarkmaları Kimmerleri yeniden göçe zorlar: M.Ö. 7. yüzyılın
ortalarında aynı baskıya maruz kalan -Trak boylarından- Thynler,
Bithynler, Trerlerle birlikte boğazları geçerek, Anadolu topraklarına
girerler. Bu yeni göç dalgaları güneye İyonya bölgesine yönelmeden önce
Çanakkale Boğazı’nın Asya sahillerinde ve hinterlandında dolanırlar.
Çanakkale’de Nara Burnu üzerindeki Abydos kenti kuşatılır, ve bazı
kentler haraca bağlanır, bu arada da Edremit Körfezindeki Antandros ele
geçirilir. Bazı antik kaynaklara göre Kimmerler orada uzun süre
yaşamışlardır ve bu nedenle de bu şehir antik çağda uzun bir süre
“Kimmeris” adıyla anılmıştır.
Batı
Anadolu’ya inmeye başlayan yeni göç dalgası, Lidya’nın bu yörelerde
toprak kaybına neden olur. Aynı zamanda da batıdan Lidya üzerinden gelen
İyonya’ya yönelen ana Kimmer kuvvetleriyle birleşir: Asur ve Grek
kaynaklarına göre, bu sıralarda Kimmer bozkır devletinin başında
Dugdamme (Akadca)/Lygdamis (Grekçe) bulunmaktadır.
Gyges’ten
sonra Lidya tahtına çıkan Ardys, babasının ölümüne neden olan Kimmer
akınlarının dehşetini yaşamıştır. Bu nedenle -babası gibi- Asur’a
yakınlaşma politikası güder ve yardım ister (ARAB, II, no. 785): Ancak
Asur kralı Asurbanipal’in yardım edip etmediği bilinmemektedir. Çünkü
babasının kaypak politikası nedeniyle bozulan Asur-Lidya diplomatik
ilişkileri, muhtemelen büyük tavizlere rağmen sonuç vermemiş ve Asur,
Lidya aleyhine gelişim gösteren Kimmer akınlarına seyirci kalmıştır.
Kısa bir süre önce, takriben M.Ö. 648-646 arasında, Kimmer beyi
Dugdamme, Asur kralı Asurbanipal ile bir antlaşma yapmıştır. Kimmer
beyinin “yemin ederek” söz verdiği bu antlaşma, kuvvetle muhtemeldir ki,
bir “saldırmazlık paktı” niteliğindedir. Başkent Sardes, M.Ö. 645
dolaylarında ikinci kez kuşatılarak -yine akropol hariç- amansızca
tahrip edilmiş ve Ardys güç durumda kalmıştır. Ancak kral Ardys’in
akropole çekilerek, bu akınlara karşı koyabilmesi takdiri şayandır.
İyonya Bölgesine Kimmer Akınları
Çok
geçmeden İyonya kentleri de aynı yazgıyı paylaşırlar. Kallinos gibi
ünlü şairler -gençlerin korkaklığını yererek- coşkulu mısralarla İyonya
halkını, eli silah tutanları Kimmerlere karşı mücadeleye çağırmışlardır.
M.Ö. 644/643 dolaylarında ünlü Ephesos/Efes şehri kuşatılır, güçlü
surların gerisine çekilen halk, şehri savunur. Ancak sur dışında kalan,
Grek dünyasının kutsal merkezlerinden biri olan, ünlü Artemis Tapınağı
yakılarak tahrip edilir. Magnesia ise, hemen bu olayın ardından hücuma
uğramış, ele geçirilerek yağmalanmıştır. Priene ve Didyma gibi diğer
ünlü merkezler de bu yağmalamadan paylarını almışlardır. British
Museum’daki Klazomenai lahdinde, Kimmerlerle İyonyalılar’ın mücadeleleri
çok canlı bir şekilde resmedilmiştir. Özellikle bozkır savaşçılarıyla
birlikte savaşan köpekler ilginçtir. Kimmer akınları, tarihsel süreç
olarak İyonya kentlerinin ekonomik ve kültürel gelişimlerini bir süre
geriletmiş, ancak Kimmer tehlikesinin geçiştirilmesinden sonra
güçlenmelerine neden olmuştur. Çünkü Kimmerlerin bu bölgedeki akınları
geçicidir, büyük ganimetler elde ettikten sonra geri dönmüşlerdir,
denize ulaşmanın da onlar için bir önemi yoktur! Oysa Kimmer
tehlikesinden sonra İyonya şehirleri, Lidya’nın tehditlerine karşı
koyabilecek duruma gelmişler ve de “kolonizasyon hareketleri”ni
hızlandırmışlardır.
Sonun Başlangıcı
Kimmerlerin
-bilinen- en son ve güçlü akınları Çukurova bölgesi üzerinedir:
Hatırlanacağı gibi Kimmer lideri Dugdamme’nin Asur kralı Asurbanipal ile
bir saldırmazlık anlaşması yaptığına değinmiştik. Oysa bir süre sonra
Gülek Boğazı’nı aşarak M.Ö. 630 dolaylarında Çukurova’ya inen Kimmer
güçleri Tarsos/Tarsus ve Anchiale’ye kadar ilerlerler. Ancak Kilikya
kralı Syennesis tarafından dağıtılarak mağlup edilirler. Dugdamme’nin
ölümü Kimmerler arasında -kan dökmeye varan- kargaşalık yaratır ve bu da
kesin mağlubiyetlerine neden olur. Dugdamme’nin yerine oğlu Sandaksatru
geçer, yenik düşen Kimmer akıncıları geri dönerler. Orta Anadolu’daki
Kimmer egemenliğinin ve gücünün sonu yaklaşmaktadır.
Güçlü
Lidya kralı Alyattes bu olaylardan sonra Kimmerleri mağlup ederek,
doğuya doğru, Kızılırmak’ın ötesine sürer. Bu sıralarda da Önasya’daki
güç dengesi bozulmuş, Kyaxares’in önderliğinde -İskitler’le birleşen-
Medler M.Ö. 612’de Asur İmparatorluğu’nu yıkmıştır. Akabinde Urartu
Devleti’ni de yıkan bu yeni güç, M.Ö. 591 yılında Kızılırmak’a
dayanmıştır. İran’daki Medler’in güçlenmesiyle Herodotos’un “28 yıl”
olarak belirttiği Önasya’daki İskit hakimiyeti de sona ermiştir.
Gerçekte Urartu Devleti İskit akınlarıyla yıkılmış, son darbe ise Medler
tarafından vurulmuştur. Meselâ, ünlü Urartu kalesi
Sardurihinili/Çavuştepedeki yoğun tahrip tabakaları içinde ele geçirilen
çok çeşitli İskit buluntuları, at koşumları veya hayvan üslubuyla
bezeli kemik at koşum parçaları ve sayısız mahmuzlu ok uçları gibi çok
değerli arkeolojik bulgular bu tahribatın kimler tarafından yapıldığını
açıkça kanıtlamaktadır.
Bilindiği
gibi Lidya devleti ile Medler arasındaki savaş beş sene sürer (M.Ö.
590-585). Ünlü bilgin Thales’in önceden bildirdiği gibi güneş tutulması
olur, savaşan güçler bunu “tanrıların gazabı ve uyarısı” olarak
yorumlayarak çarpışmalara son verirler: M.Ö. 585’te yapılan antlaşmayla
Kızılırmak Lidya ve Medler arasında sınır kabul edilir, Anadolu bu iki
devlet arasında bir anlamda paylaşılmıştır. Bu süre zarfında da bu iki
güç arasında kalan Kimmer boyları da Anadolu’daki etkinliklerini de
yitirerek tarih sahnesinden çekilirler.
Ayrıca,
Elazığ-Norşun Tepe’deki -kurban edilen- at gömülerinin yanında bulunan
kartal başlı gem; Gordion’da at gömüleri ve at-koşum süslerinin yanı
sıra, “tavşanı kaçıran kartal” motifli kemik plâket; Sardes’te,
Ephesos’ta Boğazköy’de bulunan “bozkır hayvan üslûbu”nun ilginç
örnekleri gibi nice benzer eserler, özellikle Kimmer ve İskit tahrip
tabakalarının içindeki buluntuların birkaçıdır.
Sonsöz
Kimmer ve İskitler’in “Türk” kökenli olduklarına dair birkaç önemli hususu da belirtmek arzusundayız:
M.Ö.
750-550 arasındaki “Grek Kolonizasyonu”nun büyük bir yayılımını
oluşturan Karadeniz’deki hareketlerinden çok önce, Akhalı denizciler
Güney-Doğu Karadeniz sahilindeki Batum civarına, Kolkhis bölgesine
ulaşmışlardı. Kafkasya’daki “Altın Post”u ele geçirmek için düzenlenen
ünlü macera, Argonautlar’ın “Argo” gemisiyle yaptıkları müthiş serüven,
“Tek gözlü devlerle mücadeleleri, Kyklop Polyphemos’un gözünün kör
edilişi vs.”, bizim “Tepegöz Efsanesi” olarak bildiğimiz öykünün
aynısıdır. Veya Lidya tarihi araştırılırken, Kırgızlar’ın ünlü “Manas
Destanı” karşımıza çıkar.
X.
Millî Türkoloji Kongresi (25-27 Eylül-İstanbul 1998) ve VII.
Milletlerarası Türkoloji Kongresi (812 Kasım 1999) toplantılarında,
büyük bir onur duyarak açılış bildirisi olarak sunduğumuz “Herodotos’ta
Oğuz Kağan Destanı” başlıklı bildirimiz, seçkin bilim adamları olan,
Türk dünyasının ve ilgili yabancı meslektaşlarımızın üzerinde büyük bir
etki yaratmış ve takdir toplamıştır. Ayrıntıları ile yayına
hazırladığımız bu çalışmamızın -yukarıda değindiğimiz toplantılarda
sunduğumuz- “eşleştirme” çizelgemizi, dikkatinize sunuyoruz.
Prof. Dr. M. Taner TARHAN
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 1 Sayfa: 597-610
“Sakalar, Asur kitabelerinde ismi “Gog” diye yazılan liderlerinin öncülüğünde M.Ö.665 yılında Kımmerleri sürerek, Kuzey Azarbaycan’a geçmişlerdi. Gence ilinin batısında “Gogaren” denen yere ve Gence’in doğusunda “Sakasen” denen yere yerleşmişlerdi” diyor. (Heredot, 1973, 46)
Eskiden Yunan yazılan sonrada (V.yüzyılda yerli Kartuli /Gürcü diline çevrilen) adlı en eski destani tarihe göre , Kimmerlerin gelişi, Hazarların seferi (çünkü, Kımır/Kumar da denilen Kimmerler, Bizans belgelerind Khazarların ataları olarak gösterilir), Sakaların hakim oluşu da , Türklerin İranlılardan bu ülkeyi kurtarıp, yerleşerek orduyu oluşturma ve hudutları korumaları diye anlatılıyor.
Onlardan sonra (MÖ.587'de) II.Babil Kralının Kudüs'ü alıp yıkarken sürgün ettiği Yahudilerden bir kolun yolda kaçarak sığıntı olarak gelip Tiflis kuzeyine iskan edildiği; Makedonyalı İskender, ordusuyla geldiği sırada ; Çoruk ile Kür ırmakaları ve kolları üzerindeki kaleleri, Bun-Türk (otokton/yerleşik Türk) ve Kıpçak denilen yaman savaşçıların erlikle korudukları, yine bu Gürcistan tarihinde anlatılıyor. Yine bu kaynak, Türklerin Sarkınet (Sarı-kın-et=Sarıklar yurdu) adlı müstahkem kaleli şehirlerinin, İskender'e on iki ay karşı koyup savaştığını anlatıyor.
Bu destani Gürcü kaynağı haberinin doğruluğunu benimseyen Hocamız A.Zeki Velidi Togan, Romalı Plinius'un (MS.23-79 arasında yaşamış) verdiği şu sağlam bilgileri delil olarak göstermektedir.
A) (Dağıstan güneyinde, şimdiki Demirkapı-Derbent kapısı için) "Buna, Kumanya kapısı diyorlar".
B) Kafkas dağlarına yakın bir yerde, birlikte yaşayan Kamaklar ve Oranlardan bahseder. Bu üç urug adı, bilindiği gibi Kıpçakların ikinci (Kuman) ve büyük kollarının adlarıdır. Biz de bunlara şu delilleri ekleyelim :
Aynı Plinius (Tabii Tarih) Hopa'nın batı yanında akan Absar (Oğuz boyu Avşar) Çayı'ndan bahseder. MS.131'de Appanos'a apsar deniyor ve Rize'nin dört mil doğusundaki büyük çayın Askur adı ile , Ahıska yakınındaki ünlü kale Askur'et (Askur yurdu) ve bugünkü azgur ile Bitlis'teki Azgur, Kaşgarlı Mahmut'ta Yazgır denilen Oğuz boyunun değişik söylenen (y protezi almış biçimi) Ptolemus (MS.150'de yazılan) Coğrafya'da Kalarzen denilen yer, 330 agathangelos'ta Kalarç ve Gürcü kaynaklarında K(a)larç-et (Kalarç yurdu) olarak geçen ve Ardanuç, Artvin, Şavşat ve Borkça kesimini içine alan bölgenin adıdır.
Buradan Karadeniz'e esen sert ve kuru yele öteden beri denilen Kalaç/Kalaş da buraya nispetle adlanmış olup, hepsi Kaşgarlı Mahmut'un 24 Oğuz Boyunun ikiz boyu olarak andığı Kalaç (Khalaç) uruğunun (arslan/aslan, kurşak/kuşak, varşak/vaşak adlarındaki gibi) eski biçimiyle anılışını gösterir.
Amasyalı Strabon'da Yukarı Kür ve Çoruk boyları, Sakaların hakim bir uruğunun adı ile Gogar'en (Gogar yurdu) diye anılır. Gürcü kaynağında ise buralar Gugaret ve ermenice kroniklerde Gugar'k (Gugarlar) diye kavmi adla anılan bir eyalet gösterilir. Sonraki Çıldır Atabekleri ülkesi ile buranın doğusundaki Borçalı ve Khıram çayları bölgesini de içine alan bu Gogaren/Gugareet Eyaleti, küçük Arşaklılar çağında (52-428) Kuzey Uçbeyliği/Bideaşkhlığı sayılıyor ve dokuz snacağı içine alıyordu.
Bunlardan, tirel (Tiryalet), Şor, Çor, Taşır, Kangar (sonraki Kenger) , Çavak (Çin -Çavatların adı bundan geliyor) ve Kalarç gibi yedisinin adı birer Türk urug ve boyundan kalmadır.
Bu eyaletin ocaklı il beyleri ise, Çenasdan (Türkistan)'dan gelme Orbelyanlar hanedanı idi. Gugaret/Gugark Bideaşkhı olan ve MS.200 yılında Yunanca yazılı bir tasviri ele geçen Asparuk, 479 yılında Tuna-Bulgar Türk devletini kuracak olan hükümdarın adaşı idi. Sakalar ile gelen Çor/Çol (sonraki İslam Arap kaynaklarında ç yerine s yazılamasıyla Sol) uruğunun bir kolu Dağıstan Derbendi'ne Çor Kapısı ve kalabalık bir kolu da Gugaret'in batısından geçen ırmağa Çoruk (Çorlar) adını verdirmişti. Selçuklu fetihlerinden önce 1046'da Gence'de yazılan Farsça Kaabusnamed'de Kür solunda ve Alazan batısındaki koca bölge halkı Kıpçakların Sıkhnakh boyunun adıyla Sıkhnakhlı diye anılıyordu.
MS.Kafkaslar kuzeyinden gelip yerleşen Borçalı ve Kazak adlı ikiz boya mensup Karakalpaklar ile Khazar Kağanlığı ve Sabirlerin yerleşmelerini ; Kars güneyindeki Aras boyuna Kalıs- Van (sonra Kağızman) adını verdirten ve adaşı Galiçya'da yaşayan Türk uruğu ile, Çoruk solundaki yaylaklarda hala hatırası Balkar/Barkal diye yaşayan Dağıstan'dan gelme Bulgar kolundan Balkarlar ile Karsakların (Çıldır gölü kuzeyinde göl ve kasaba ile bizzat Kars'ın adı) MÖ.II.yüzyılda gelen bu boylardan kalmıştır.
Daha öteki Türklerin Kür ve Çoruk boylarınaki canlı hatıralarına bu kadarcıkla dokunarak yetinelim. Birde VI.yüzyılda bir On-Ogur kolunun, Faş/riyon boylarına yerleşerek Kutayıs bölgesine Onogur adını verdirmiş olduklarını unutmayalım.
Prof.Dr.M.Fahrettin KIRZIOĞLU
Ye’cûc-Me’cûc
Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53
Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55
Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57
Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60
Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc
ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.
Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63
İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66
Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70
Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-
maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.
Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71
Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).
Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).
71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.
Mustafa Öztürk
1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:
Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-
rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).
Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:
1981).
Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).
Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).
----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:
2005).
Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-
tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.
----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).
Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:
2002).
2007).
Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:
#GogMagog
“Sakalar, Asur kitabelerinde ismi “Gog” diye yazılan liderlerinin öncülüğünde M.Ö.665 yılında Kımmerleri sürerek, Kuzey Azarbaycan’a geçmişlerdi. Gence ilinin batısında “Gogaren” denen yere ve Gence’in doğusunda “Sakasen” denen yere yerleşmişlerdi” diyor. (Heredot, 1973, 46)
Eskiden Yunan yazılan sonrada (V.yüzyılda yerli Kartuli /Gürcü diline çevrilen) adlı en eski destani tarihe göre , Kimmerlerin gelişi, Hazarların seferi (çünkü, Kımır/Kumar da denilen Kimmerler, Bizans belgelerind Khazarların ataları olarak gösterilir), Sakaların hakim oluşu da , Türklerin İranlılardan bu ülkeyi kurtarıp, yerleşerek orduyu oluşturma ve hudutları korumaları diye anlatılıyor.
Onlardan sonra (MÖ.587'de) II.Babil Kralının Kudüs'ü alıp yıkarken sürgün ettiği Yahudilerden bir kolun yolda kaçarak sığıntı olarak gelip Tiflis kuzeyine iskan edildiği; Makedonyalı İskender, ordusuyla geldiği sırada ; Çoruk ile Kür ırmakaları ve kolları üzerindeki kaleleri, Bun-Türk (otokton/yerleşik Türk) ve Kıpçak denilen yaman savaşçıların erlikle korudukları, yine bu Gürcistan tarihinde anlatılıyor. Yine bu kaynak, Türklerin Sarkınet (Sarı-kın-et=Sarıklar yurdu) adlı müstahkem kaleli şehirlerinin, İskender'e on iki ay karşı koyup savaştığını anlatıyor.
Bu destani Gürcü kaynağı haberinin doğruluğunu benimseyen Hocamız A.Zeki Velidi Togan, Romalı Plinius'un (MS.23-79 arasında yaşamış) verdiği şu sağlam bilgileri delil olarak göstermektedir.
A) (Dağıstan güneyinde, şimdiki Demirkapı-Derbent kapısı için) "Buna, Kumanya kapısı diyorlar".
B) Kafkas dağlarına yakın bir yerde, birlikte yaşayan Kamaklar ve Oranlardan bahseder. Bu üç urug adı, bilindiği gibi Kıpçakların ikinci (Kuman) ve büyük kollarının adlarıdır. Biz de bunlara şu delilleri ekleyelim :
Aynı Plinius (Tabii Tarih) Hopa'nın batı yanında akan Absar (Oğuz boyu Avşar) Çayı'ndan bahseder. MS.131'de Appanos'a apsar deniyor ve Rize'nin dört mil doğusundaki büyük çayın Askur adı ile , Ahıska yakınındaki ünlü kale Askur'et (Askur yurdu) ve bugünkü azgur ile Bitlis'teki Azgur, Kaşgarlı Mahmut'ta Yazgır denilen Oğuz boyunun değişik söylenen (y protezi almış biçimi) Ptolemus (MS.150'de yazılan) Coğrafya'da Kalarzen denilen yer, 330 agathangelos'ta Kalarç ve Gürcü kaynaklarında K(a)larç-et (Kalarç yurdu) olarak geçen ve Ardanuç, Artvin, Şavşat ve Borkça kesimini içine alan bölgenin adıdır.
Buradan Karadeniz'e esen sert ve kuru yele öteden beri denilen Kalaç/Kalaş da buraya nispetle adlanmış olup, hepsi Kaşgarlı Mahmut'un 24 Oğuz Boyunun ikiz boyu olarak andığı Kalaç (Khalaç) uruğunun (arslan/aslan, kurşak/kuşak, varşak/vaşak adlarındaki gibi) eski biçimiyle anılışını gösterir.
Amasyalı Strabon'da Yukarı Kür ve Çoruk boyları, Sakaların hakim bir uruğunun adı ile Gogar'en (Gogar yurdu) diye anılır. Gürcü kaynağında ise buralar Gugaret ve ermenice kroniklerde Gugar'k (Gugarlar) diye kavmi adla anılan bir eyalet gösterilir. Sonraki Çıldır Atabekleri ülkesi ile buranın doğusundaki Borçalı ve Khıram çayları bölgesini de içine alan bu Gogaren/Gugareet Eyaleti, küçük Arşaklılar çağında (52-428) Kuzey Uçbeyliği/Bideaşkhlığı sayılıyor ve dokuz snacağı içine alıyordu.
Bunlardan, tirel (Tiryalet), Şor, Çor, Taşır, Kangar (sonraki Kenger) , Çavak (Çin -Çavatların adı bundan geliyor) ve Kalarç gibi yedisinin adı birer Türk urug ve boyundan kalmadır.
Bu eyaletin ocaklı il beyleri ise, Çenasdan (Türkistan)'dan gelme Orbelyanlar hanedanı idi. Gugaret/Gugark Bideaşkhı olan ve MS.200 yılında Yunanca yazılı bir tasviri ele geçen Asparuk, 479 yılında Tuna-Bulgar Türk devletini kuracak olan hükümdarın adaşı idi. Sakalar ile gelen Çor/Çol (sonraki İslam Arap kaynaklarında ç yerine s yazılamasıyla Sol) uruğunun bir kolu Dağıstan Derbendi'ne Çor Kapısı ve kalabalık bir kolu da Gugaret'in batısından geçen ırmağa Çoruk (Çorlar) adını verdirmişti. Selçuklu fetihlerinden önce 1046'da Gence'de yazılan Farsça Kaabusnamed'de Kür solunda ve Alazan batısındaki koca bölge halkı Kıpçakların Sıkhnakh boyunun adıyla Sıkhnakhlı diye anılıyordu.
MS.Kafkaslar kuzeyinden gelip yerleşen Borçalı ve Kazak adlı ikiz boya mensup Karakalpaklar ile Khazar Kağanlığı ve Sabirlerin yerleşmelerini ; Kars güneyindeki Aras boyuna Kalıs- Van (sonra Kağızman) adını verdirten ve adaşı Galiçya'da yaşayan Türk uruğu ile, Çoruk solundaki yaylaklarda hala hatırası Balkar/Barkal diye yaşayan Dağıstan'dan gelme Bulgar kolundan Balkarlar ile Karsakların (Çıldır gölü kuzeyinde göl ve kasaba ile bizzat Kars'ın adı) MÖ.II.yüzyılda gelen bu boylardan kalmıştır.
Daha öteki Türklerin Kür ve Çoruk boylarınaki canlı hatıralarına bu kadarcıkla dokunarak yetinelim. Birde VI.yüzyılda bir On-Ogur kolunun, Faş/riyon boylarına yerleşerek Kutayıs bölgesine Onogur adını verdirmiş olduklarını unutmayalım.
Prof.Dr.M.Fahrettin KIRZIOĞLU
Ye’cûc-Me’cûc
Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53
Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55
Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57
Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60
Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc
ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.
Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63
İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66
Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68
Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70
Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-
maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.
Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71
Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).
Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).
71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.
Mustafa Öztürk
1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:
Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-
rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).
Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:
1981).
Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).
Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).
----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:
2005).
Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-
tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.
----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).
Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:
2002).
2007).
Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:
#GogMagog
Sağ olun.
YanıtlaSil