5 Ekim 2015 Pazartesi
HASTALIKLAR VE GALENOS’A GÖRE KANSER NEDENLERİ
KANSER
M.Ö. 3 binli yıllarda eski Mısır’da Imhotep tarafından yazıldığı tahmin edilen tıbbi bir papirusta meme kanseri ile ilgili ilk kayıtlara rastlanmıştır. Imhotep bir hekim ve mimardır ve büyük olasılıkla basamaklı piramidin M.Ö.30. yüzyılda planlayıcısıdır. Edwin Smith’in ortaya çıkardığı bu pa- pirusta 9 meme hastası anlatılmaktadır ve bu hastaların hepsi erkektir. Memedeki tümör çıkarıldıktan sonra kanamanın durdurulmaması ve böylece kara safranın akması gerektiğini belirterek İskenderiye’li Leonides’ten daha geri bir uygulamayı savunmuştur.
Galenos’a göre, kara safra kendi haline bırakıldığında hemen koyu renkli bir tümör yaratır ve zaman içinde kanser denilen hastalığa sebep olur çünkü bu vücut sıvısı son derece tehlikeli ve habistir. Daha yumuşak huylu olduğu zamansa deriyi aşındırarak gözle görülür bir yaraya dönüşmeyen gizli kansere sebep olur. Damarların vücudun hastalıklı bölümüne ulaştığı net olarak görülebiliyorsa, buna benzer hastalıkların ve özellikle de kanserin kara safradan kaynaklandığı kesindir, çünkü damarlar koyu kıvamlı kara safrayı özümsemektedir. Çünkü insan doğası sürekli kanı temizlemeye çalışır, kanı kötü maddelerden ayrıştırarak bun- ları vücudun önemli bölümlerinden uzağa, bazen mideye ve bağırsaklara, kimi zaman da deri altına yönlendirir.
Küçük zerreciklerden oluşan maddelerin hepsi deriden geçebilir ve terleme örneğinde olduğu gibi, bazen bu gözle görülebilir bir süreçtir. Fakat daha büyük parçacıklardan oluşan maddeler derinin katmanlarından geçemeyip burada kısılı kalır ve sıcak olan bütün maddeler şarbona sebep olurken, sıcak olmayan maddeler kansere yol açar. Eğer kara safra ılımlı niteliklere sahipse, kanla karıştıktan sonra kırmızı elefantiyazise sebep olur; bulunduğu yerde ne kadar çok kalırsa, rengi ve kıvamı da o kadar koyulaşır.
Galenos, melankolik kadınların neşeli kadınlara oranla meme kanserine yakalanma olasılığının daha fazla olduğunu düşünüyordu. Günümüzde yapılan psikosomatik araştırmalar ise meme kanserinin kişi- likle de direkt bağlantılı olduğunu kanıtlamıştır. Bugün “Kötü huylu hastalık” diye bilinen kanserin iyi huylu diye bilinen insanlarda biraz daha fazla olduğu bilinmektedir. Bu bilgi “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” atasözünü anımsatmaktadır. Galenos bu konuda da haklı çıkmıştır ve bu bilgi onun ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu kanıtlamaktadır.
VEREM
Bergamalı Galenos, veremi az bulaşıcı bir hastalık diye nitelemiş; ateş, terleme ve hemoptiziyi erken belirtiler olarak kabul etmiştir. Tedavisi için de perhiz ve egzersiz yapmayı, seyahat etmeyi önermiş, buna karşın ilaç kullanılmasını tavsiye etmemiştir. Galenos’un verem tedavisi için ön- erdiği perhiz, egzersiz, seyahat etmek, istirahat, öksürüğün kesilmesi, göğüs yakıları, toplardamardan kan alımı, sülük uygulaması, kusturucular, müshiller ve kabartıcı maddelerle ciltte yaralar oluşturma şeklindeki yön- temler ise kendisinden sonra 1000 yıl boyunca değişmeksizin uygulan- maya devam etti. Galenos hastayı etki altına almak için, bugün dahi bazı hekimlerin söylediği gibi; “ Ne söylüyorsam onu yap. En iyisini ben bilirim ” demekteydi.
PİNEAL BEZ VE YAŞLANMA
Pineal bez nöroendokrin bir organdır ve kendisinin en iyi bilinen ana hormonu melatonin yoluyla, birçok organ ve sistem üzerine güçlü bir düzenleyici etkisi vardır. Vücuttaki diğer organ fonksiyonlarında olduğu gibi, pineal bezde de ilerleyen yaşla birlikte gerilemeler oluşur ve bu melatoninin azalmasıyla kendini gösterir. Melatoninin kan ve dokulardan kaybı, psikosomatik bozuklar, tümoral hastalıklar, immün zayıflamalar ve enfeksiyonlar gibi yaşa bağımlı bazı değişikliklere neden olmaktadır. Yazıda memeli canlıda pineal ve yaşlanma süreci ile birlikte melatonin ritim değişiklikleri özetlenmiştir.
Pineal bez M.Ö. 300. yılda İskenderiyeli Herophilus (325-280) tarafın- dan tanımlanmıştır. Bergamalı Galenos, pineal bez için, çam kozalağına benzemesi nedeni ile konareion (Latince conarium) adını kullanmıştır. Bu sözcük pineal bezi innerve eden Nervi conarii adı ile günümüzde de sürmektedir. Pineal sözcüğü ise yine Latince çam kozalağı anlamına gelen pinealis sözcüğünden gelmektedir.
KBB TARİHÇESİNDE ALERJİK RİNİT
Son yıllarda alerjik hastalıkların tanı ve tedavisinde sağlanan hızlı ve kapsamlı ilerleme, gözlem ve deneyime dayalı birçok eski inanca bilimsel destek getirmiş ve gerek tanı gerekse tedavide yeni olanaklar kazandır- mıştır. Sadece İç Hastalıkları, Çocuk Hastalıkları kliniklerinde değil, Kulak Burun Boğaz Hastalıkları, Göğüs Hastalıkları ve Dermatoloji kliniklerinde de kendi branşlarına özgü alerjik hastalıklara yönelik hizmet veren laboratuarlar kurulmuştur.
İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren hasta ve yaralılara ait çeşitli bilgi ve tedavi yöntemlerini kaydetme konusunda, o zamanın olanakları içinde çeşitli uygulamalara (duvar resimleri, kil tabletler, papirüs ve parşö- menler) kulanılmıştır. Bütün bunlar şekil olarak bugünkü tıbbi kayıtlardan ne kadar farklı, ne kadar ilkel olsalar da hatta yanlış tedavi yöntemlerini içerseler bile, bir sonraki neslin tıp alanında daha başarılı olmasını
Image
sağlamıştır. En çok tanınan tıbbi papirüslerden birisi olan Ebers Papirüsü, Mısır’daki Teb şehri yakınlarında bulunmuş ve Alman arkeolog Prof. Dr. George Ebers’e satılmıştır. M.Ö. 1550 yılında yazıldığı tespit edilen pa- pirüsün en önemli kısımlarında göz, kulak, burun ve tümörler hakkında, zamanına göre ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Eski Ege’de gelişen tıp ilminin doğrudan doğruya Greklere ait olmadığı, Mısır, Babil ve Asur gibi eski uygarlıkların bilgilerinden etkilendiği bilinen bir gerçektir. Tıbbın babası olarak bilinen İstanköy’lü Hipokrat, M.Ö. 5. yy’da burun polip- lerinden söz eder.
Genel olarak tıpta otorite olarak kabul edilen Bergama’lı Galenos ve Türk-İslam dünyasından İskit Türklerinden Razî (864-925) ile Kurtuba- Endülüs’lü Zehravî (936-1013) eserlerinde burun ve paranazal sinüs hastalıkları ve bunların tedavileri konularına da değinmişlerdir. Buhara’lı İbn-i Sina (980-1037), Kanun fi’t-Tıp adlı eserinde burun hastalıklarından ayrıntılarıyla söz ederken burun anatomisini içeren çizimler göstermek- tedir. Osmanlı devri bilim adamlarından Amasya’lı Şerefeddin Sabun- cuoğlu (1386-1470), üç kitabından biri olan Kitâbü Cerrahiyeti-l Haniye adlı eserinde, buruna yönelik cerrahi müdahaleleri gösteren resimler ve o dönemde kullandığı cerrahi aletleri ile müdahale sırasındaki pozisyon- ları göstermektedir.
KAN ALMA
Galenos, İskenderiye Okulu’nda yaygın bir şekilde kan alma islemini uygulamıştır. Ad Glauconem de Medendi Medhodo ve Ars Parva adlı eserlerinde bu konuda bilgi bulmak
mümkündür.
Genellikle kan almanın aynı zamanda vücut üzerinde araştırma yapma olanağı da verdiğine dikkat çekilmiş; hangi damardan ve vücudun neresinden kan alınabileceğinin belirlenmesi ile ilgili çalışmalar ister iste- mez insan vücudunun incelenmesi zorunlu- luğunu getirmiştir. Çünkü her damardan veya vücudun herhangi bir yerinden kan
almak mümkün değildir. Gerek Klasik dönemde gerekse daha sonraki dönemlerde, kan alma işlemi iki durumda uygulanmıştır.
1) Sağlıklı insanda (sağlığı korumak üzere).
2) Hastada kan alma işlemi tedavinin bir parçası olarak.
Image
Hastalıkların tedavisinde kusturarak ve müsilaj maddel- erle vücut temizlenmeğe çalışmış, ancak bunların yanı sıra, zaman zaman değişik yön- temlerle kan alınması yolu da tedavinin bir parçası olarak de- nenmiştir. Kan alma daha çok gut, eklem ağrıları, epilepsi, melankoli, şişler, bazı ateşli hastalıklar, baş ağrıları, bazı akciğer hastalıkları ve bazı bu- laşıcı hastalıklarda uygulan- mıştır.
SAĞLIK VE VÜCUT SIVILARI
İnsan vücudunda kan, balgam, sarı safra ve kara safra vardır; bunlar vücudun doğasını meydana getirir ve bunlar aracılığıyla acı hissedilir ya da sağlığın keyfi sürülür. En mükemmel sağlığa, bu sıvılar –yani birleşim- leri, güçleri ya da miktarları– vücutta doğru oranlarda bulunduğunda ve doğru biçimde karıştığında ulaşılır. Bu vücut sıvılarından biri eksik olduğunda, aşırı miktarda bulunduğunda ya da vücutta diğer sıvılarla karışmadan yalıtılmış durumda olduğunda ağrı hissedilir. Bir vücut sıvısı yalıtılmış durumdaysa ve kendi başına bulunuyorsa, vücudun o sıvıdan mahrum kalan bölgeleri hastalanır ve hatta sıvının toplandığı organlar, aşırı yükleme sebebiyle insana acı ve rahatsızlık verir. Ayrıca, bu sıvının lüzumsuz miktarından fazlası vücuttan akıtılırsa, akıtma işlemi de acı verici hale gelir. Ancak bu sıvı vücudun içine ilerlerse, diğer sıvılardan ayrılıp kendi başına hareket ederse, biraz önce sözü edilen her iki ağrı da
Image
mutlaka hissedilir; hem vücudun bu sıvıdan yoksun kalan bölümü ağrır, ikinci olarak da fazlalığın toplandığı bölümde ağırlar hissedilir.
Bu sıvılar birbirleriyle doğru oranlarda bulunuyorsa vücut gerçekten de sağlıklı demektir fakat sıvılardan biri vücutta, yani damarlarda veya vücudun belirli bir bölümünde tek başına, aşırı miktarda bulunuyorsa vücut hastalanır.
Zaten biraz önce kara safra yüzünden vücudun belirli bir bölümünde başlayan hastalıklardan söz ederken, varisli damarları ya da hemoroitleri cerrahi müdahaleyle alınan insanların melankoliye tutulduğunu belirtmiş- tim. Tıpkı ciltte olduğu gibi, vücudun içindeki organlarda da benzer hastalıkların ortaya çıktığını varsayabiliriz. Sarı safra belirli bir bölgede saldırıya geçtiğinde, şüphesiz erizipel (yılancık) hastalığı belirecek, fakat kara safra saldırıya geçtiğinde süreç şirpençe ve kanserle sonuçlanacaktır. Fakat vücudun içindeki organlara, aynı hastalıklara maruz kalsalar dahi, müdahale edilemez.
Bu bilgiler ışığında hastalığın nedenini kesin olarak teşhis etmek mümkün olmaktadır; hem sarı hem kara safranın besbelli bağırsakları kemirdiği, hatta hangi organa yerleştiyse ona zarar verdiği apaçık or- tadadır ve bu sıvılar dizanteriyi tedavisi mümkün olmayan bir hastalık haline getirmektedir. Kara safra yüzünden ülserleşen hiçbir organın te- davisinin mümkün olmadığını daha önce söylemiştim, tabii etkilenen böl- genin eksizyonunu, yani etkilenmeyen bölgelere kadar olan kısmı daire şeklinde kesip çıkarmayı tedavi yöntemi olarak adlandırmak isterseniz o zaman durum değişir. Dolayısıyla bağırsaklar kara safra ve sarı safra
yüzünden nasıl tedavi edilemeyecek biçimde ülserli hale getiriliyorsa, aynısının vücudun derinlerinde bulunan ve bağırsaklardan çok daha önemli olduğu düşünülen diğer organlar için de geçerli olduğu apaçık or- tadadır. Üstelik bağırsaklar söz konusu olduğunda tedavi daha kolaydır, çünkü anüsten zerk edilen ilaçlar hemen bağırsağın zarar görmüş bölge- sine ulaşmaktadır, oysa vücudun diğer organlarına ulaşmak bu kadar kolay değildir. Galenos’un kara safra kavramı belki de mide ve barsak kanamalarının enzimlerle renk değiştirip siyahlaşması sonucu oluşan “Melena” (dışkı ile atılır) veya “hematoçezya” (kusma ile çıkarılır) adın- daki bulguları gözlemlemesi ile gelişmiştir. Galenos kara safra, sarı safra, balgam, sıvının koyulaşması, kanın visköz-yapışkan hal almasını hastalığın nedeni saymış, oysa bunlar hastalık belirtisidir.
Kara safradan kaynaklanan hastalıklara gelince, eğer bu vücut sıvısını boşaltan ilaçları kullanarak hastanızın vücudunu hemen temizlerseniz, kansere kadar uzanabilen gelişmelerin önünü kesmiş olursunuz.
KARA SAFRA
Kara safra hakkında en iyi eserleri Efesli Rufus yazmıştır. Bazı hekim- ler, vücut sıvıları hakkında tartışıp bunları incelemenin tıp bilimine pek yararı olmadığını ileri sürerken Galenos ise neyin yararlı ve gerekli olduğunu değerlendirip ardından mantığa göre buna açıklık getirmiştir. Sonuç bölümünde Galenos, “vücut sıvıları kuramının değersiz olduğuna inanan kişiler tarafından ileri sürülen iddiaları ve kanıtları çürütür. Görüş- lerini aktarırken kafa karışıklığı yaratmamak için, her vücut sıvısına ver- ilen çeşitli isimlerden sadece birini kullanır ve onları baştan sona bu terimleri kullanarak tanımlamaya çalışır. Fakat vücut sıvılarının dış görünüşünün neye benzediğini belirtirken hemen herkesin en iyi bildiği vücut sıvısını anlatarak başlar.
Bu vücut sıvısının, bir atardamar ya da toplardamar yaralandığı zaman, içinde depolandığı boşluklardan hemen dışarı aktığı görülür. Toplar- damarlardan geldiğinde daha kırmızıdır, fakat atardamarlardan boşaldığında daha sarı olduğu dikkati çeker. Her iki tür de sadece vücuttan çıktığında değil, hâlâ vücudun içindeyken de hemen katılaşmaya başlar. İki durumda da böyle olur. Pıhtılaşma süreci en son noktasına erişince bir
trombus oluşur, eski Egeliler katılaşmış kanı tarif etmek için bu sözcüğü kullanırlar. Ayrıca sadece mide ve bağırsak boşluklarında değil, yanı sıra idrarın depolandığı mesane boşluklarında, akciğerlerde ve nefes borusunda, diğer bir deyişle karın ve akciğerler arasındaki atardamarda ve kadınların rahimlerinde de pıhtılaşıyor gibi görünmektedir. Bu vücut sıvısı genellikle kırmızı renktedir, dolayısıyla en iyi kalitede kan aslında tam anlamıyla buna benzer. Fakat zaman zaman daha sarı ya da belki biraz daha siyah olduğu da görülür, tabii ki kıvamının da daha sulu ya da yoğun olduğuna tanık olmak da mümkündür. Bazen, bir damarı açılan kişilerin kanının, nemi soğurması nedeniyle sulu olduğu görülür ve pıhtılaşma sırasında sulu kısım ayrışarak kanın üstüne çıkar.
İçilen bir sıvının karaciğerde üretilen kanla birlikte vücutta taşındığını varsaymak oldukça akla uygun görünmektedir, çünkü sıvı daha sonra vü- cuttan sadece idrarla değil, aynı zamanda ter yoluyla ve algılanmasının mümkün olmadığı söylenen soluk verme süreciyle de atılır. Kimi zaman balgam da kanın yüzeyinde yüzüyor gibi görünür, oysa aksine kan o kadar yoğun ve koyu renklidir ki ham katrana benzer.
Bu nedenle, toplardamar ve atardamarlardan akan madde ne olursa olsun, nasıl görünürse görünsün, yalnızca kan diye adlandırılır, çünkü biraz önce sözü edilen farklı görünüşlü sıvıların hiçbirine değişik isimler verilmemiştir. Her türlü kan, vücudun etli bir bölgesine açılmış derin bir kesikten akıyor olsa bile hemen pıhtılaşmaya başlar.
Yoğun ve koyu renkli kana benzeyen, kusma ya da dışkılama sırasında salgılandığında görülebilen başka bir sıvı daha vardır, fakat bu sıvı pıhtılaşmaz, uzun bir süre boyunca çevredeki havayla temas halinde olduğu takdirde dahi katılaşmaz. Kimi zaman bu sıvı, kusan kişinin ağzında keskin ve ekşi bir tat bırakır, fakat bazen de fark edilebilir bir özelliği yoktur, çünkü kan gibi şeker ihtiva etmez, yine kan ve balgam gibi tuzlu da değildir, sarı safra gibi acı olduğu da söylenemez. Dolayısıyla tuzlu kan ve balgamın sağlıksız olduğunu açıkça söylemek mümkündür.
Kan genellikle tatlıdır; ama balgamın da tıpkı su gibi belirli bir özelliği yoktur. Fakat niteliği doğal yöntemle değiştirilirse sadece içindeki tuz miktarı artmaz, aynı zamanda içeriğindeki şeker bir miktar artar ve buna
Image
Image
karşın tadı keskinleşir. Bu vücut sıvısına, rengi beyaz olduğu sürece niteliği nasıl olursa olsun balgam denir. Diğer her vücut sıvısına özgü nitelikleri taşır, diğer bir deyişle tamamen katılaşmaz. Bir vücut sıvısının
salamura tadında ya da tuzlu diye tanımlanması terminolojide değişiklik yaratmaz, çünkü her iki sözcük de aslında aynı şeyi anlatmaktadır.
Kusan insanların ağzında her seferinde acı bir tat bırakan bir vücut sıvısı daha vardır. Kimi zaman krem rengi göründüğü için her zaman sarı renkli olduğunu söyleyemeyiz, fakat sarı rengini tutarlı biçimde koru- yorsa, kıvamının krem rengi olduğu haline göre daha yoğun ve koyu ola- cağı kesindir. Bu gerçeklerden yola çıkarak, vücut sıvıları hakkında hakikaten bilgili olan herkes, iyi bir nem oranıyla sulu bir kıvam birleştiği zaman sarı safranın renginin daha solgun görüneceğini tahmin edebilir. Bazı insanlar bu nemli kıvama sulu, diğerleri de seröz derler, çünkü idrar ve terle aynı kategoride değerlendirilmesi mümkündür. Sulandırıldıktan sonra sarı safranın rengi nasıl soluyor ve kıvamı seyreliyorsa, uzun süreler boyunca buharlaştırma işlemine tabi tutulunca da çiğ yumurta sarısı rengini almaktadır. İşte bu nedenle “yumurta sarısı” renginde olduğu söylenir. Bu safra, krem rengi de olsa, sarı ya da yumurta sarısı da olsa, damarlarda üretilmektedir.
Midede, pırasa yeşili renginde bir başka salgı daha üretilmektedir. Bu sıvıya da rengi pırasa rengini andırdığı için “pırasa yeşili” denmiştir. Hatta sıvılardan birine, mavi çivitotu renginde olduğu için “çivit” denilmektedir.
Kara safra, pıhtılaşmadığı için koyu renkli kandan ayırt edilebilir, fakat elbette özellikle siyah olduğu görülen her şey kara safra değildir. Bu tür şeyler sıklıkla kusmuk ve dışkıda görülmelerine rağmen kara safradan
tamamen farklıdır, sadece yoğunluk değil, algılanabilen keskinlik açısın- dan da farklar vardır aralarında. Bu diğer maddelerde ekşilik ve keskin bir tat yoktur, oysa kara safranın bu özellikleri taşıdığı duyularımızdan ikisi aracılığıyla anlaşılabilir: kusanlar bu farkı tat alma duyularında ve koku alma duyularında hissederler, kokuyu çevredekiler de alır. Fakat bu maddeler, kara safra gibi toprakla bir araya getirildiklerinde köpürmezler. Fakat kara safra bu açıdan keskin sirkeyi andırıyor olsa bile, yoğun parçacıklardan oluşan özüyle tamamen zıt bir madde de içerir, bu nedenle katkısız haliyle vücutla temas ettirildiği zaman, temas ettiği organları önce aşındırarak çürütür, sonra da tamamen ülserleştirir. Sirke, zerreciklerden oluştuğu için vücuttan atılabilir, fakat kara safra yoğun kıvamlı olduğu için vücuda yerleşir ve aşınmaya neden olur.
Bunlara bakarak kara safranın gerek vücut sıvıları, gerek atık madde ya da besin olsun, diğer siyah maddelerden farklı olduğu görülebilir. Bir sinek ya da başka bir yaratık, tıpkı koyu kıvamlı tuzlu sudan kaçacağı gibi kara safradan da uzak durur, tadına bakmak istemez, çünkü Ölü Deniz örneğinin ispatladığı üzere, yoğun tuzlu suda hiçbir şey yaşamaz. Bu se- beple kara safra fazla ısıtıldığı zaman tahrip edici bir oluşum olduğunu düşündürmektedir. Elbette, unutmamalısınız ki, sarı safranın ısıtılmasın- dan elde edilen kara safra, tıpkı sarı safranın kandaki tortuya benzeyen bir sıvıdan daha yıkıcı olması gibi, önceki cümlede değinildiği gibi kara safradan daha da tahrip edicidir.
Tıp alanında çalışma yapanlar, bunun görüntüsünün zeytinler ezildiğinde ortaya çıkan sulu sıvıya ve şarap posasına benzediğini söyler- ler. Ama başka örneklerde olduğu gibi, bu örnekte de maddelerin aynı isimleri paylaşması insanları aldatabilir ve iki vücut sıvısı hakkında konuşulduğu zaman yanılabilir, kara safranın bazen kusmukta ve dışkıda görülmesinin iyiye işaret olduğunu sanabilirler.
Bu iki sıvının vücuttan atılması esnasında neler olduğunu uzun dene yimler sonucunda öğrenmemiş olan kimselerin, son derece kötü huylu bir sıvı vücuttan çıkarıldığı zaman insan vücudunun zarar göreceğini öğren- ince hayret etmesi ve bu gerçeğe inanmaması anlaşılabilir bir şeydir; onlar tam tersinin gerçekleşeceğini, zararlı sıvı vücuttan atılınca insanın sağlığına kavuşacağını sanabilirler. Kara safra, kalın ve ince bağırsaklar- lardan dağıtılıp karaciğere geldiği için, kıvamının bir bölümü zerrecik-
lerden oluşur fakat farklı yiyeceklerin nasıl farklı kıvamları varsa, bu sıvının da bir kısmı daha büyük parçacıklardan oluşmaktadır. Doğanın insan vücudunu kontrol ettiğini ve onu hayatta tutmak için her şeyi yap- tığını biliyoruz. Yiyecek ve içeceklerdeki gereksiz maddelerin boşaltımı için faaliyet gösteren geçitleri de inceleyebiliriz ve bu nedenle bunların hiçbiri bize şaşırtıcı gelmeyecektir. Hacamat etme yoluyla akıtılan kanın kuru ve sıcak bünyeli vücutlarda daha yoğun kıvamlı ve koyu renkli olduğu görülmektedir; benzer biçimde, kanın görüntüsü ve kıvamı yılın hangi dönemine, nerede olunduğuna, fiziksel koşullara, yaşam biçimine ve diyete göre de değişmektedir. Diyet konusunda şunu belirtmekte yarar var, kuru ve katı parçacıklardan oluşan yiyecekler vardır; örneğin mer- cimek, salyangoz, öküz ve keçi eti –özellikle de bunlar kurutulmuşsa–, ayrıca kıvamlı ve posalı koyu kırmızı şarap. Örneğin, artıp azalan ateş gibi sıcak ve kuru bir mizaçtan kaynaklanan bütün hastalıklar da, koyu kıvamlı ve renkli kana sebep olur. Uzun yaz mevsiminden sonra ortaya çıkan kronik enfeksiyon da artıp azalan ateş gibi bu tür kanı meydana ge- tirir. Hastalığın özellikle dokuzuncu gününde, ama bazen de yedinci veya on birinci gününde midesi -kara olarak nitelenen organların arasına katıla- bilir– boşaltılan hastaların büyük çoğunluğu iyileşmiştir.
Bu kara maddeler arasında pek çok fark bulunmaktadır; bazılarının doğası kara safraya daha yakınken, bazıları vücuttan atılırken yakmaz veya kötü bir koku saçmaz, fakat birçoğunun nitelikleri bu iki özelliğin arasında bir yerlerdedir. Hasta olan kişilerin midesi biraz önce örnek verdiğim gibi boşaltılmazsa, bütün vücutta siyah kabarcıklar belirir. Bazen bu püstüller, bu kabarcıklar kurudukları ve yatıştıkları zaman kabuk gibi dökülür, fakat bu ancak kademeli olarak ve krizden günler sonra gerçekleşir. Vücudundan gerçek kara safra atan herkes ölmüştür, çünkü bu safra, kanın aşırı biçimde asimile olduğunu gösterir.
Pek çok kişinin cildinde de başka türlü kabarcıklar çıkmış fakat bu kişilerde yüksek ateş görülmemiştir. Bu vakalarda, doğa, kara safranın fazlasını yüzeye çıkmaya zorlamış, bu nedenle cilt şişmiş ve kurumuştur. İnsanların elefan- tiyazis (fil hastalığı) dediği rahatsızlığa neden olan durum da budur. Böyle bir hastalık yüksek ateşle birlikte ortaya çıkarsa, o zaman kara safranın ciltte patlak vermesi şarbona sebep olur. Kara safranın yüksek ateşin eşlik etmediği kanlı döküntülere neden olması, genellikle elefantiyazisin yüzündendir.
Image
İnsan doğası sıklıkla anüste bir damarı açarak buradan kanla karışık bir vücut sıvısı salgılanmasına neden olmaktadır; bu rahatsızlığa hemoroit adı verilir. Bu olay- larda vücuttan atılan kanın özelliklerini dikkatle ve yakından incelemelisiniz; kan jimnastikçilerin ve atletlerin kanı gibi, diğer bir deyişle son derece sağlıklı ve kaliteli vücut sıvılarına sahip olan insan- ların kanı gibi midir yoksa bundan daha koyu renkli ve koyu kıvamlı mıdır? Doğa, bu tür kanı sıklıkla bacaklardaki damarlara yöneltir, işte esnemiş ve genişlemiş varisli damarlar bu surette oluşmaktadır. Varisli
damarların çevresindeki deri de zaman içinde kararır.
Bazı insanların damarlarında, siyah safra içermeyen bol miktarda kan akmaktadır ve bu kan damarları zorlayarak doğuştan daha güçsüz olan damarları genişletir. Fakat kişinin kanı bol miktarda olmasa bile, kara safrayla karışık akan kan da aynı etkiyi gösterip damarları genişletebilir. Böyle vakalarda, sorunlu damarlar cerrahi müdahaleyle alındığı takdirde hastanın melankoliye yakalanması söz sonusu olabilir. Sadece damarlar genişlediğinde değil, kandaki kara safra hemoroit ürettiğinde bile bu durum sıklıkla görülmektedir.
Galenos diyorki “Kronik bir apseden ağrısı olan bir hastanın apsesinin üzerindeki damar, daha doğrusu varis, cerrahi müdahaleyle alındı. Apse hemen iyileşti, fakat çıkarılan damardan kalan yara aynı biçimde tedavi edilemez bir hal almıştı. Bir sene sonra, Pergamon’daki hocalarımdan birisi, Hippokrates okulundan Sabinus’un öğrencilerinden biri olan Stra- tonicos adlı bir adam, aynı hastanın dirseğinin üzerindeki damarlardan birini açtı. Damardan koyu kıvamlı, koyu renkli kan aktığını gördü. Ertesi gün biraz daha kan akıttı, üçüncü gün ve dördüncü gün de benzer şekilde bir miktar kan daha akıttı ve bu üç günden sonra bir müshil yardımıyla hastanın iç organlarını temizleyip vücudundaki kara safrayı boşalttı. Adama sağlıklı sıvıları kapsayan özel bir diyet tavsiye ederek yaranın te- davisinde başarılı oldu”.
KADIN HASTALIKLARI, DOĞUM VE DOĞUM KONTROLÜ
Tıp mesleği, Romalı kadınlara da açık olan az sayıdaki erkek iş- lerinden biriydi. O dönemde birçok tıp kadınının yani medicae'nin mevcut olduğunu gösteren yeterli belge bulunmaktadır. Bu kadın doktorlar belli bir sınıfla kısıtlı değildiler, ama bazı sosyal sınıflardan da dışlanmışlardı. Ancak kadın doktorların çoğu saygı ve ilgi görüyordu. Galenos ise kadın hastalıklarını kadın doktorların ilgi alanı olmasını istiyordu. Ayrıcalıklı durumlar olsa da, uzman olsun ya da olmasın, kadın hekimlerin çoğu daha çok kadın hastalıklarını tedavi ediyorlardı. Bu nedenle medica terimi, neredeyse tıbbın bu dalı ile özdeşleşmişti. Bu, jinekolojinin kadın dok- torların alanı olduğunu göstermez. Aksine, aralarında antik çağın en ünlü jinekoloji ve obstetrik yazan olan Efesli Soranus'un da bulunduğu birçok erkek tıp otoritesi bu dalda yapıt vermiştir. Ancak, Hippokrates döne- minden beri kadın hastalıkları, erkeklerin hastalıklarından çok farklı görülmüştür ve bir erkek doktorun dikkatli bîr anamnez ile doğru tanı koyabilmesi ve tedavi uygulayabilmesi olasılığı kabul edilse de, jinekoloji ve obstetriğin uzmanlık isteyen ve kadın doktorların doğal olarak erkek- lerden üstün görüldüğü bir dal olduğuna inanılıyordu. Yine de medica'lar sayıca medici’den daha azdı ve Soranus'un yazdığına göre; onların yerine ebeler, obstetrices hizmet ediyordu: 'Halk, kadınlarda erkeklerdekine ben- zemeyen garip hastalıklar olduğunda genellikle ebelere başvurur.'
Kadın hastalıkları ile daha çok ebeler ilgileniyordu ama onlara genel- likle konsültan bir hekim yol gösteriyordu. Örneğin, Boethus'un karısının tuhaf ve ağır ' kadın akıntısı'nı Galenos tedavi ederken, bakımını bir dizi erkek hekimden yönerge alan ebe yapıyordu. Bazı ebeler yalnızca doktor tarafından yazılan tedaviyi uygulayan bakıcılardı. Galenos da Theodorus Priscianus gibi, ilk yapıtlarından biri olan Uterus Anatomisi Üzerine' yi bir ebeye adamıştır."Buradan da anlaşılmaktadır ki, ebeler tıbbi yapıtları okumaktaydılar. Soranus'un ebe olmak isteyenlerde zorunlu gördüğü ilk şey, okuryazar olmalarıydı. Bu adayların çoğu hiç şüphesiz onun jinekoloji ders kitabını okumuş oluyorlardı."
Soranus, yalnızca seçkin bir jinekoloji otoritesi değil, zamanının en ünlü hekimiydi de. Ephesos'ta doğdu, İskenderiye'de öğrenim gördü, Tra-
ianus ve Hadrianus dönemlerinde Roma'da çalıştı. Galenos'un doğduğu yıllarda öldü. Biyolojik ve tıbbi bilimler konusunda yirmi kadar eser bırakmasına karşın, bunların pek azı orijinal dilleri olan Yunanca'da ko- runabilmiştir, Hippokrates'in Yaşamı adlı kitabı onun yazdığı sanılmak- tadır. Bandajlar Üzerine ve Kırıklar Üzerine adlı iki kısa incelemesi vardır. Bunlardan ikincisi, muhtemelen kayıp yapıtı Cerrahi'nin bir parçasıdır. Bir tıp yazan ve hekim olarak Soranus'u değerlendirmek için daha çok Jinekoloji ve diğer bilimsel incelemesi Akut ve Kronik Hastalıklar Üzer- ine' yi temel alacağız. Bu son eseri, M.S. 5. ya da 6. yüzyılda yaşamış olan Caelius Aurelianus'un mükemmel Latince açıklaması ile günümüze dek korunmuştur.
Sonuç olarak Jinekoloji, antik çağın en etkili ve anlamlı tıbbi yapıtı olmuştur. Bu yapıt, dört kitaptan oluşuyordu. İlk iki kitap, bir ebede bu- lunması gereken nitelikler ve 'normal şeyler' üzerineyken, diğer iki kitap
'anormal şeyler' üzerineydi. 'Normal Şeyler', dişi genital organının tanımını, dişi cinsel işlevlerinin hijyenini, gebeliği, normal doğum, lo- husalık, çocuk bakımı ve hastalıklarını kapsıyordu. 'Anormal Şeyler', diyetle tedavi edilebilecek kadın hastalıkları ile cerrahi ya da ilaç gerek- tiren kadın hastalıkları olarak ikiye ayrılmıştı. Dört kitap da mantıklıydı, genelde iyi tedaviler ve pratik öğütler öneriyordu, açık ve öz yazılmıştı ve hepsinden önemlisi, büyücülüğü ciddi olarak yeriyordu. Büyüyü eleştirmekle birlikte, büyü inançlarını ve uygulamalarını destekleyen Plin- ius'un tersine Soranus'un büyüyü reddi sabit ve kesindi. Tıpta büyüyü red- detme nedeni, faydasız olmasının dışında, genellikle tehlikeli uygulamalar gerektirmesiydi. Yazdığı metin birkaç noktada kararsızlıklar içeriyordu ama halk tıbbim genelde zararsız kabul ediyordu.
Soranus, kendisinden önceki tıp otoritelerinin yöntem ve fikirlerini olduğu gibi kabul etmedi. Hatta Hippokrates, Diokles ve Asklepiadmes gibi en seçkin tıp yazarlarından farklı düşünmekten çekinmedi. Galenos'un tersine bu farklılıkları, kesin ve nesnel bir şekilde ortaya ko- yarken, duygusal terimler, yıkıcı dil ve kişisel hırçınlıklardan kaçındı. Uzaklaştırmacı bir tavır takındı : 'Bazıları, bazı şeylerin antipati yoluyla etkili olduğunu söylerler, tıpkı kendi hesabımıza dikkat etmediğimiz şeyler gibi, mıknatıs ve Assian Stone gibi ve tavşan bacağı veya diğer muskalar gibi. Bunların kullanımını unutmamalıyız; muskanın doğrudan
etkisi olmasa da, umut yoluyla hastayı daha mutlu etmesi çok da mümkündür'. Kendi şüpheciliği sarsılmazdı, ancak yeterince gerçekçi ve hastalarının gereksinimlerine duyarlı olup, bu tip desteklerden ola- bildiğince psikolojik yardımı da göz ardı etmiyordu.
Galenos'un şiddetle karşı çıktığı Metodist kavramlara dayanmasına karşın, onun yapıtlarını önemli kabul etmesi, Soranus'un tıp dünyasındaki konumunun iyi bir göstergesidir.
Galenos'un daha sonra yapacağı gibi, Soranus kendisinden önce yazılmış en iyi metinleri bir araya getirdi ve bunlara kendi deneyim ve araştırmalarını ekledi. Jinekoloji adlı yapıtı, herşeyden çok pratik yapısı nedeniyle çok önemliydi ve Yunanca Latince çevirisiyle Roma İmpara- torluğu'nun hem doğusunda hem de batısında tıbbi düşünceyi derinden etkiledi. M.S. 7. yüzyılda yaşamış Egeli tıp otoritesi olan Aiginalı Paul'un yapıtındaki jinekoloji bölümü sayesinde, jinekoloji'nin bîr çevirisi de Arap tıbbına girdi. Bundan kısa bir süre sonra Muscio adlı bir yazar tarafından Latince'ye çevrildi. Bu kitap Ortaçağ boyunca popüler olmaya devam etti ve Almanca, Fransızca, İngilizce, Hollandaca ve İspanyolca çevirileriyle Rönesans sonrası dönemde tıp literatüründe yer aldı. Aynı dönemde yayınlanan farmakopeler ve bitki kitapları gibi, Soranus'un Jinekolojisinin de resimli olduğu ve Muscio'nun kitaplarında yer alan bazı rahim ve İn utero fetus çizimlerinin bu kitaptan alındığı sanılmaktadır.
Soranus'un Jinekoloji'sinin, özellikle de hasta açısından sevindirici olduğunu tahmin etmek güç değildir, çünkü acı verici ve hoş olmayan yöntemlerden özenle kaçmıyordu. Daha da önemlisi, obstetrik tekniği açısından mükemmeldi ve önerilen teknikler denendikçe, ebeler ve hekimler açısından ne kadar değerli bir yapıt olduğu daha iyi ortaya çıkıy- ordu. Ayrıca, bazı belirsiz saptamalar dışında (örneğin himenin varlığını reddediyordu) kadın anatomisini özellikle de uterusu, o dönemin birçok yapıtından çok daha iyi anlatıyordu. Ne sıklıkta olduğunu bilmemekle be- raber, Soranus'un insan kadavralarında disseksiyon yaptığını biliyoruz.
Çalışmalarını sürdürdüğü İskenderiye'de disseksiyon yapılıyordu, ancak metodistler, dogmatizm ekolünün gereksiz bir bilimsel araştırması olarak gördükleri disseksiyonu reddediyorlardı. Büyük olasılıkla bu ne- denle Soranus, insan anatomisi üzerinde yapılmış eski bilimsel in-
100
celemelere özellikle de Galenos'a dek önemini koru¬muş olan Herophilus'un çalışmalarına dayanmıştır. Soranus, kadın pubis kemikleri arasında bulunan ve doğumda pelvis kemiklerinin genişlemesini sağlayan kıkırdaksı eklemi fark eden ilk yazardır.
Soranus ve Galenos, uterusun karın içinde serbest hareket edebilen bir organ olduğunu ve yer değiştirme ya da dönmeleri nedeniyle ağrılara neden olabildiği şeklindeki tuhaf inanışı yıktılar. Platon gibi bazı yazarlar, hayvana benzer bir yapısı olduğuna inanıyorlardı. Galenos'un döneminde bile, Kapadokyalı Aretaios adlı yazar, Hippokrates'in öğretisindeki 'gezgin uterus' inanışını kabul ediyordu. 'Kadının böğrünün ortasında, dişi bir organ olan rahim durur, bu bir hayvana benzer; çünkü kendi başına karın içinde oraya buraya hareket eder, yukarı doğru çıkar göse yaklaşır, sağa sola gider, karaciğere ya da dalağa yanaşır; bazen de aşağı sarkar, kısacası; çok kararsızdır.' Diye yazmıştı. Ağrı ve rahatsızlık veren duygular, özel- likle de bunaltı hissi, uterusun bu hareketlerine bağlanıyor ve histeri, yani
'rahim hastalığı' olarak görülüyordu. Böylece, tamamen kadına özgü bir durum olan histeri, bugünkü anlamından çok farklı şekilde kullanılmıştı. Ancak Galenos, keskin zekâsı ve dikkatli gözlem yeteneği ile benzer iki olguda, bugün histeri olarak tanınabilecek, temelde psikolojik nedenli du- rumlar tarif etmiştir. Bunlardan biri kara sevda çeken bir kadın, diğeri de kendini suçlu bulan yaşlı bir erkek köleydi.
Soranus histeriyi şöyle tanımlar: 'Uterustaki bir bozukluğa bağlı olarak gelişen afoni (ses kaybı) ve solunum zorluğu ile giden duygusal bir nöbet. Birçok vakada, hastalığın öncesinde tekrarlayan düşükler, erken doğum, uzun süredir dul olma, adet gecikmesi ve gebeliğin sona ermesi ya da uteru¬sun şişmesi gibi bir olay vardır.' Tedavide, hastayı hafif ışıklı, sıcak bir odada yatırmak, sıcak kompres uygulamak, yüzü sıcak su ile silmek gibi uygula¬malar önerilmektedir. Eğer ses hâlâ düzelmediyse, kasıklara tatlı zeytinyağı ile masaj yapılmalı ve bir hamakla hafif hafif sallan- malıydı. Daha sonra gargara, merhemler, gevşetici banyolar, sıcak kom- presler, fitiller ve zeytinyağının vajinal enjeksiyonu gibi uygulamalar gerekebilirdi. Bu ılımlı ve nazik tedavi, daha önceki ve hatla o dönemdeki seri bazı uygulamalara epey ters düşüyordu.
Yanık tüy, sönmüş lamba fitili, yakılmış geyik boynuzu, yanmış yün, yanmış çaputlar, deriler ve paçavralar, kulaklara ve burna sürülen kunduz
yağı, zift, sedir reçinesi, katran, ezilmiş tahtakurusu ve berbat koku saça- bilecek daha ne varsa hepsi kullanıldı.
Tıp yazarları, başka kadın hastalıkları da tanımlamışlardır. Bunlar arasında, uterus ve vajinanın enflamasyonu, uterus kanaması, 'uterus ağrısı'; ölümcül uterus veya vajina akıntıları; üreme organının çeşitli yer- lerindeki ülserasyonlar; serviksteki sertleşmeye bağlı olarak uterusun tıkanması; uterusun prolapsusu ve 'memenin hastalıkları' vardı.
Antik çağa ait tıp terimlerini günümüz diline çevirmek güç olmakla birlikte, o dönemde meme kanserinin bugün olduğundan daha seyrek görüldüğünü söyleyebiliriz.
Kadın hastalıklarının tedavisi genelde diyete dayanıyordu. Plinius, şarapla ya da suyla alınması gereken birçok ilaç tarif etmiştir. Dışarıdan uygulanan ilaçlar arasında en sık reçete edilenler balmumu merhemleri ve yakılardı. Ancak ilaçların çoğu, buhar, lavman veya peser şeklinde içeriye veriliyordu. Buhar banyosu; katran, insan saçı, tıbbi ve aromatik bitkiler gibi maddelerin, özel bir kapağı olan metal veya seramik bir çanakta ısıtılmasına dayanıyordu. Bu çanağın kapağında, içinden kamış ya da ince kurşun boru geçen bir delik bulunuyordu. Bu borunun bir ucu vajinaya yerleştiriliyor, çanak ısıtıldığında çıkan sıcak buhar bo¬ru yoluyla vajinaya yayılıyordu. Buhar banyosu, Aretaios gibi, buruna veya vajina¬ya hoş kokulu buharlar püskürtme yoluyla yerinden oynamış olan uterusu tekrar yerine getirmeye çalışan bazı hekimler tarafından özellikle öneriliyordu. Doğal olarak, modern tıbba yabancı olan bu tür yöntemlerin etkinliğini değerlendirmek güçtür. Ancak Soranus'un, rastgele uygulanan buhar banyosu sırasında oluşabilecek ağır yanıklara karşı uyarısından, hastaların bu uygulamalar sırasın¬da ne kadar ağrı çektiklerini ve ne derece tehlikede olduklarını anlayabiliriz.
Doğum, neredeyse değişmez şekilde gebenin evinde gerçekleşiyordu. Do¬ğum başladığında, gerekli aletleri ve malzemeyi orada hazır bulun- durmak ebenin göreviydi. Soranus'a göre bu malzemede şunlar vardı: 'En- jekte etmek ve kayganlığı sağlamak için yağ; bölgeyi temizleyebilmek için sıcak su; ağrıyı azaltmak için sıcak kompresler; silmek için süngerler; kadının bazı yerlerinin örtülebilmesi için yün parçaları; bebeğin kundak- lanabilmesi için bezler; doğumdan sonra bebeğin kadının yanında üzerine
yatırılabileceği bir yastık ve güzel kokulu şeyler (nane, elma ve ayrıca ayva gibi)”.
Bazen doğumun gidişini gözlemek için bir hekim bulunabilirse de, doğum genellikle ebe tarafından yaptırılırdı. Ebe, durumu hekime bildirir ve ondan kendi deneyim ve kıdemine göre az ya da çok yardım alırdı. So- ranus, zor doğumlarda kadının yatırılmasını ve fötusun çekilerek çıkartıl- masını önermişti. Normal doğumda ise bir doğum sandalyesi öneriliyordu:
'Ebe, doğurmakta olan kadını hemen ayağa kaldırıp doğum sandalye- sine oturtmamalıdır. Önce deliği palpe ederek yavaş yavaş açılmasını izlemelidir. İlk olarak, küçük parmak kadar açılmış der, sonra daha çok açıldı der ve biz sordukça, dilatasyonun derecesini söyler. Ve açıklık fö- tusun geçmesine izin verecek dereceye geldiğinde, hastayı yatağından kaldırır ve sandalyeye oturtur, sonra da ona çocuğu çıkartmak için bütün gücünü kullanmasını söyler.' (Galenos, On the Natural Faculties III, A.J.Brock çevirisinden).
Soranus, 'ebe sandalyesi'nin ayrıntılı bir tanımını vermiştir. Ebe malzemelerinin arasında bulunması gereken şeylerden biri de, farklı boy- daki kadınlara göre ayarlanabilecek bir sandalyeydi. Bu sandalyenin, hilal şeklinde orta boy bir oturağı olmalıydı ki, 'ne kadının içine gömüleceği kadar büyük olsun, ne de, tersine, vajinaya baskı yapacak kadar dar olsun.' Oturak kısmının altında kenarlarda destek tahtaları olmalı ve bunların üst kısımlarında kolluklar bulunmalıydı, bu kolluklar zorlanma anında sıkıca yakalamak içindi. Aynı nedenle, oturağın bir de arkalığı olmalıydı. So- ranus, doğum sırasında kadını tutmak için üç tane yardımcının bulun- masını öneriyordu (ikisi sandalyenin iki tarafında, biri arkasında). Bunların ikisi büyük olasılıkla anne adayının hizmetçisi ya da arkadaşlarıydı. Üçüncü kişinin az da olsa ebelik bilgisi olması istenirdi, bu kişi başka bir ebe, ebenin kızı ya da bir öğrencisi olabilirdi. Soranus, doğum sandalyesinin oturağının ön ve arka kısımlarının, ebe ve asistan- larının işlerine engel olmayacak şekilde açık olmasını öneriyordu… (Gy- naecology II, 5-6; O.Temkin çevirisinden).
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder