ISSIK KURGAN YAZISI VEYA TÜRKLER’İN GİZLİ TARİHİNE BİR ADI
I. Bölüm: GİRİŞ
Aşağıda bulacağınız çalışma; birkaç yıl süren düşüncelerin ve kendi çapında araştırmaların ürünüdür. Issık'ta su baskını sonucu 1960'lı yıllarda açığa çıkan küçük tepeciklerin birer kurgan olduğu düşünülmüş ve bir tanesi kazılmış. İçinden çıkan 400 parça altın ve bir yazı üzerine pek çok araştırmalar yapılmış ve tezler öne sürülmüş.
Bu konuyla daha önce ilgilenmiş ve çıkan iki satırlık yazının okunmasına katkıda bulunmuş veya buna çalışmış herkese, Türk Tarihi'ni aydınlatma yolunda adım attıklarından ötürü milletimiz adına teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz.
Ancak bu yazıyı okuma uğrunda -benim ulaşabildiğim- yaklaşık altı adet çalışma olmasına rağmen şahs-ı acizane olarak yine de bunları harf harf kontrol ettim ve gerçekten tatmin edici bir okuyuş bulamadım. Tabi başka benzerleri olmayan iki satırlık bir yazı -üstelik yazıldığı dil bile tam belli değilken- kusursuz okunmak için çok kısadır. Yani mesela Göktürk Yazıtları okunmuştur ama, onlar sayfalarca uzunluğundadır ve tutarlılık kontrolü yapmak için yeterli materyal vardır.
Nihayet belki haddimi aşarak da olsa bu yazıyı okumak için bir adım da ben atmak istedim. Şimdi beni bu konuda uzman olmadığım halde böyle bir işe girdiğim için eleştirenler olacaktır. Bu doğru, antik yazıları okumak bir matematikçinin işi değildir. Ama bir matematikçi olarak; bu konuda uzman olmanın da yeterli olmadığının matematiksel ispatını yaparak daha sonra konumuza dönmek istiyorum; şöyle ki:
- Aşağıda da bulacağınız üzere; daha evvel bu yazı beş - altı farklı biçimde okunmuş ve okuyanlar profesör, doktor, prof. dr. veya ehil kabul edilen kimseler. Yani hepsi uzman. Okuyuşlar ise birbirinden tamamen farklı ve özgün. O halde bu altı okumanın biri doğru olsa bile beşi kesin yanlış. Demek ki en az beş uzman kesin yanlış okumuş. Bu tabi altı da olabilir. Demek ki doğru okumak için uzman olmak tam bir kriter değil.
- Bir diğer nokta herkes kabul eder ki bu yazıyı en doğru okuyacak kimse; kim yazmışsa odur. Şimdi o kişi mezarından çıkagelse ve "ben şöyle şöyle yazdım" deyiverse, "sen uzman değilsin" deyip mezarına geri mi sokacağız?
Aslında burada benim okuyuşumun da yetersiz ve kusurlu olabileceğini biliyorum. Yalnız bu çalışmanın şu konuda bizi harekete geçireceğini umuyorum. Bizim köklerimiz Orta Asya'dadır. Belki orada bir değil bin tane kurgan, yazıt, eser, toprak altından çıkarılmayı bekliyor. Dilimizi ve köklerimizi tanımak ve hep söyleyegeldiğimiz 5000 yıllık tarihimizi ispatlamak için oralara gidip tarihimizin toprak üstüne çıkarılmasında Türkiye'miz önayak olmalıdır. O zaman bu yazıların onlarca örneği elimizde olunca, ancak doğruca bu yazılar okunabilir.
Umudumuz ve beklentimiz budur.
II. Bölüm: ISSIK KURGAN
a. Issık Kurgan Nerdedir ve Nedir?Issık Kurgan, Kazakistan'da Almatı'nın 50 km doğusunda Issık Göl (Esik Kasabası) yakınlarında bir taş yığma mezardır. Bu mezarın içinden, altın elbiseli bir adam ve bu adama ait olduğu sanılan 400 parça saf altın eşya çıkmıştır. Adamın ceketi de altından iplikle dokunmuştur ve eşsiz güzellikte bir hazinedir. Ancak bu altınlardan çok daha kıymetli bir hazine de; mezarın içindeki yepyeni ve son derece ihtişamlı altın eşyalara muhalif olarak mezardan çıkan mütevazi, büyük ihtimalle kullanılmış ve sapı da kırılmış olan bir gümüş kaşık (aslında küçük bir kepçe) üzerinde, Göktürk Alfabesi harfleriyle yazılmış olan iki satırlık yazıdır. Yazının, Göktürk harfleriyle bire bir uyuşması ve bölgenin de Türkler'in anayurdu olması, mezarın bir Türk'e ait olduğunu ve yazının da Türkçe olduğunu düşündürmüştür.b. Issık Kurgan Yazısı:
Issık Kurganı'ndaki yazı aşağıdaki resimdedir. Resim orijinal kaşığın üstünden çekilmiş:
Bu yazı, M.Ö. 500 veya 400 civarından kaldığı söylenen iki satırlık yazıdır.
Kullanılan harfler Göktürk Yazıtları'ndaki harflere son derece benziyor. Bu bakımdan bu yazının Türkçe olma ihtimali çok yüksek. Zaten mezarın içinden çıkan eşyalar da bunu gösteriyor. Yani mezar bir Türk soylusuna ait olabilir, hatta hiç kimsenin bundan şüphesi yok.
Mezardan binlerce parça saf altından yapılmış eşya çıkmıştır ve bu eşyalar yepyeni ve çok kaliteli. Hatta altını ip haline getirip dokuyarak ceket yapmışlar.
Lakin bunların hepsinden daha önemlisi sapı kopmuş bir gümüş kaşık üzerindeki iki satırlık yazıdır.
Çünkü M.Ö. 400-500 yıllarından kalmış olan bu mezardan çıkan bu yazı en az 2400 yıllık. Bu, Türkçe'nin yazılı tarihinin çok eskilere dayandığını göstermeye yeter.
Ama acaba bu kaşığın içinde ne yazıyor?
Bir kere şunu belirtelim ki: bu kaşık sapı kopmuş bir kaşık, yani kullanılmış bir gümüş kaşık. Halbuki mezardaki diğer eşyalar çok kaliteli ve saf altından. Bu kaşığın üzerindeki iki satırlık yazı onu bir YAZIT yapmayabilir. Çünkü bu, tarihe ışık tutmak için yazılmış özel bir yazı olmayabilir. Veya Göktürk Yazıtları'ndaki gibi insanlara ibret dersleri veren, düşünülmüş, planlanmış bir yazıt değildir belki de. Öyle bir ders verilmek istense mezardan başka yazılar, levhalar da çıkardı. Dört bin küsür parça altın var ve üstünde hiçbirşey yazmıyor ama, sapı kopuk bir gümüş kaşığın içinde çok büyük bir nutuk veya hitap var. Bunu beklemek de biraz abes olur.
Yine de bu bize en azından şunu gösterir ki; demek ki Türkler okur yazardılar ve sağa sola bile içlerinden gelen şeyleri karalıyorlardı.
c. Yazıyı Okuyanların Daha Önceki Okuyuşları:
Bu yazıyı çözümleyenler şu teorileri ileri sürmüş:
1. Gayneddin Alioğlu Musabay'ın okuyuşu:Taza as tuvın agannın
Eldi ege. Atın, eskerin
Sagan ar eperedi.
Casına cete
Bakıtındı aşasın.
Sav bol.
Anlamı:
Temiz çek tuğunu ağabeyinin
Sağlam sahip (ol). Atın, askerin
Sana şan verir.
Yasma yeterek (= büyüterek)
Bahtını aşasın.
Sağ ol.
(kaynak: Ötüken 1973, sayı:6)
(internet üzerinden: http://www.tonyukuk.net/gelengiden/037-ocak-03.htm adresine bakılabilir)Kazak Prof. Gayneddin Alioğlu Musabay böyle okumuş, ancak bu okuyuşun yanlış olduğu kanıtlanmış. Bir kere yazıdaki her karakterin bir harfi değil de heceyi karşıladığı görüşünden yola çıkmıştır ki bu Göktürk yazıtlarındaki sisteme aykırıdır. Ayrıca esker, bakıt, sav, tuv gibi o zamanın Türkçesinde olamayacak kelimeler vardır.
2. Olcas (Oljas) Süleymanof'un okuyuşu:
Han uya üç otuzu (da) yok boltı, utıgsı tozıltı.
Anlamı:
Han oğlu 23 ünde yok oldu. tozu savruldu.(kaynak: Rjabchikov, Sergei V., 1999. A Saka (Scythian) Record Reads in Slavonic http://public.kubsu.ru/~usr02898/sl6.htmSüleymanof O. [Kazakhstan])Bu okuyuş en çok kabul gören görüşlerden biridir. Ama bu okuyuşta da harfler birbirini tutmaz:
- Çok bariz bilinen "ng (ñ)" harfi "o", "u", "ü" şeklinde okunmuştur. "ng" harfi belki "r" ye benzetilebilir, mantıklıdır, ama asla "o" ya benzemez.
- Sonra "uya" kelimesindeki "y" harfinin orijinal yazıda karşılığı yoktur.
- Ayrıca bu okumaya göre bir yerde "u" harfi farklı yazılmışken, başka bir yerde farklı yazılmış olmalıdır, bir yerde de "u", "ü" ve "o" aynı karakterle yazılmış olmalıdır. Bu da çok mantıklı değildir.
- Ayrıca ilk satırda "ç" okunmasına rağmen, ikinci satırda geçen iki adet "ç" harfi sanki görmezden gelinmiş ve üst kısmı farklı olduğu için birinde "y" ve birinde de "g" okunmuştur.
- Üst satırda ilk kelimenin başında "h" olarak okunan harf, alt satırda iki defa "z" olarak okunmuştur. Oysa bu harf "d" harfine daha çok benzemektedir. Hatta "h" ye hiç benzememektedir.
- İlk satırın en sağında görülen iki karakter de harf olarak düşünülmemiş, herhalde anlamsız çizikler olarak yorumlanmıştır.
Madem böyle birşey yazacaklar bir mezartaşına veya bir tablete veya daha özel bir şeye yazarlardı. İmkanları yokmuş da diyemeyiz. O insanlar, altını ip yapıp da ceket dokumuş. Bir çoğumuzun bile bu kadar imkanı yokken böyle önemli bir yazıyı bir kaşığa yazmayı düşünmeyiz. Böyleyken bu kadar önemli birşeyin kaşığa yazılması pek akla uygun görünmüyor.
3. Dr. Selahi Diker'in okuyuşu:Han Ong-Er, Çarık,Siz çerik,Bargıl!Erni içigig kötir,Ozgıl!
Anlamı:
Han Onger Çarık.
Siz askerler
Ayrılın
gönüllü katılan kahramanlar gibi cennete yükselin
sonsuz barışı sağlayın.(kaynak: Diker S., And The Whole Earth Was Of One Language (1996, 1999))
(internet üzerinden: http://s155239215.onlinehome.us/turkic/30_Writing/CodexIssykIn******ionEn.htm )Bu okuyuşta da yukarıdaki gibi birleşik olarak yazılmış karakterler ayrı kelimelerin harfleri olarak düşünülmüş. Örnek verecek olursak aynen şunun gibi: "Ahme tbug ünp aza ragi dipe lmaal dı". Bir yazıda farklı kelimelerin harflerini birleşik yazmak mantıklı değildir.
Şimdi ayrıca lütfen biraz akıl yürütelim.
Bu sözler bir kaşığa yazılacak şeyler midir? Bu sözleri söyleyen Han Onger, acaba bütün askerlerin kaşığına bunu tek tek yazıp yemek esnasında mesajı almalarını mı amaçlamıştır?
Böyle şeyler taş kitabelere, önemli tabletlere, görülecek bilinecek yerlere yazılır. Kaşığa değil.
Herhalde çözümleme sırasında böyle bir mana çıkarabilmek için, Göktürk alfabesine göre çok bariz olan harflere aykırı sesler yüklenmiştir.
4. M. Erçin'in okumasına göre:Agân er / anga er iç / arakEsiz iç / erik baruk / arakı E iç itkir / az ökAnlamı: (yaklaşık olarak): "Agan er, çok içtin, aralıksız içtin, keşke az içseydin bak şimdi yoksun" gibi birşeyler.
(kaynak: Erçin M., "Esik Yazıtı, Türk Runik Yazısı" (Issyk In******ion, a Turkish Runic Text) in HD50S 225)
5. Kazım Mirşan'ın okuyuşu:
ögün anonuy aöcü ok .ub ozuç esitisoz ötüonuy oy ekiç ekilaliz atAnlamı:
Haşmetmeablığını taziz etmekte olduğun (kişi) boynuzlaşmış olan bir ok’dur. O Zeus liderliğine ozarak geçmek suretiyle kozmoslaşma mahalline alınmış olan kamdır.(kaynak: Mirşan, Kazim, Prototürk Bilginlerine Göre Astrofizik , 1990, Ankara)
III. Bölüm: YAZININ OKUNUŞU İLE İLGİLİ İLERİ SÜRDÜĞÜM SAV:
Peki sonuç nedir?
Evet sonuç şu; bir kere yazıyı okuyanlar hep sağdan sola okumuşlar. Oysa yazı soldan sağa yazılmış olmalıdır. Nereden anladığımı sorabilirsiniz. Çünkü yazı soldan yazılmaya başlanmış ve yazan şahıs kaşığın sonuna kadar yazıyı yetiştiremeyeceğini anlayınca, satırı yukarı doğru bükerek yazıyı kaşığa sığdırmaya çalışmış. Sağdan başlamış olsa bu kadar bükmez ve dümdüz yazardı.
Ayrıca Göktürk alfabesindeki a, n, l, r harflerine bakılırsa buradaki yazıda bu harfler düşey eksene göre simetrik olarak yazılmış. Bunları -sağ tarafta- hazırladığım tabloda görebilirsiniz.
Yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı yazı soldan sağa yazılmış olmalı. Eğer öyle ise Göktürk alfabesine tamamen sadık kalarak yazıyı okuyacağız; yani önceden belirlenmiş bir anlama ulaşmak amacıyla harflerin yüklendiği seslerle oynama yapmadan okuyacağız.
Ancak önce yazıda geçen harflerle Göktürk harflerini karşılaştırmak için hazırladığım sağdaki tabloyu lütfen inceleyiniz.
Altta ise yazıda geçen bileşik kelimeler var. Bu bileşik kelimeler muhtemelen kalıplaşmış kelimelerdir ve aynı kalıpta iki ayrı kelimeye ait harfler olmamalıdır.
İşte
solda Göktürk Alfabesi olarak bilinen Türk Alfabesi. Kaşıkta yazanları
takip edebilmeniz için; sol sütun kalın harfler, sağ sütun ince
harflerdir ( DA-de gibi).
Ancak şu da var ki Göktürk alfebesinden 1000 yıl önce kullanılmış bu yazı her ne kadar Göktürk alfabesine benzese de muhtemelen henüz ince-kalın sessiz ayrımı yapılmamıştı.
O halde soldan sağa Gök Türk alfabesine tam sadık kalınarak bu iki satırın harfleri şöyle sıralanır. Daha okumuyoruz sadece sıralıyoruz:
Ancak şu da var ki Göktürk alfebesinden 1000 yıl önce kullanılmış bu yazı her ne kadar Göktürk alfabesine benzese de muhtemelen henüz ince-kalın sessiz ayrımı yapılmamıştı.
O halde soldan sağa Gök Türk alfabesine tam sadık kalınarak bu iki satırın harfleri şöyle sıralanır. Daha okumuyoruz sadece sıralıyoruz:
KH -Ñ - Ç -Ñ - A - Ü - N - E - D - İ - U - K
ToL - D -ÑI - GeKiR - ÇeG - İ - Ö -Ñ - ToL -Ñ - BeK(y)Ñi - İÇ - D - SÑ
Çok da yoruma açık olmadan yazı okunabiliyor. Mavi ve küçük harfler aslında parçada olmayan ama o zamanki muhtemel yazım kurallarına göre bileşik hece ve kalıp kelimelerde yazılmayan harflerdir. Bu parçayı akıcı okursak, iki seslinin ardı ardına gelmeyeceğini de hesaba katarak kelimeler oluşturulursa, şöyle bir şey ortaya çıkar:
Çok da yoruma açık olmadan yazı okunabiliyor. Mavi ve küçük harfler aslında parçada olmayan ama o zamanki muhtemel yazım kurallarına göre bileşik hece ve kalıp kelimelerde yazılmayan harflerdir. Bu parçayı akıcı okursak, iki seslinin ardı ardına gelmeyeceğini de hesaba katarak kelimeler oluşturulursa, şöyle bir şey ortaya çıkar:
KHAÑÇIÑA ÜNEDİ UK
TOLDIÑI GEKİR-ÇEGİ ÖÑ TOLIÑ BEK(y)Ñi İÇDİSİÑ.
İşte size
binlerce yıl öncesinden gelen iki satır. Mavi yazdığım harfler metnin
orjinalinde olmayanlar. Onlar da belli ki o zamanın yazım kurallarıyla
ilgili olarak atlanmış. Bunu şöyle örneklendirebilirim:
"YRN SBH SAAT DRTTE EVN KAPSNN ÖNNDE OL."
Yukarıdaki cümlede bazı sesli harfleri yazmadım ama siz yazıyı okuyabiliyorsunuz. Mesela Arapça'da sadece sessiz harflerle kelimeler yazılır. Arapça bilen herkes de bunu okur.
"YRN SBH SAAT DRTTE EVN KAPSNN ÖNNDE OL."
Yukarıdaki cümlede bazı sesli harfleri yazmadım ama siz yazıyı okuyabiliyorsunuz. Mesela Arapça'da sadece sessiz harflerle kelimeler yazılır. Arapça bilen herkes de bunu okur.
Ne kadar büyüleyici ve bariz Türkçe. Neredeyse anlayıverecek gibi hissediyor insan kendini hemen. Yine de analizini yapayım.
Yukardaki kelimelerin analizi:
KHAÑ ÇIÑA: Bu söz Çınga han veya Çinge han diye birisinin adı olabilir veya oradaki khang sözü "kan soy sop" manasında olabilir. Çinge kurt demek olabilir. Veya çınga uzun ve güzel kuş tüyü anlamına gelebilir. Kang eski türkçede tekerlek veya soy, kan anlamlarına gelir. Ayrıca buradaki çınga, içinge şeklinde okunamaz. Zira iç hecesinin ikinci satırda özel ve kendine özgü yazımı olduğunu görüyoruz.
Veya khang diye birisi veya bir nesne çıng diye birisine veya bir nesneye bir şey yapmış olabilir. Yani “khang çınga dedi ki” gibi mesela.
Veya qangçınga veya qangçunga bir bileşik isim olabilir. Ayrıca bileşik bir insan ismi de olabilir.
Yeni öğrendiğim bir şey oldu bu arada. Kançuğa eski türkçede deri kemer falan gibi bir manaya geliyormuş. Hatta bu macarcaya kançusa ve bize de kamçı olarak geçmiş. Yani kançuğa ince deriden yapılmış kemer vb manasında olabilir. Yine de en büyük ihtimal bu kelimenin bir insanın ismi olmasıdır.
(Bu çalışmanın II. bölümü bu kelime üzerinedir. Asıl çözümünü II. bölümde bulabilirsiniz.)
ÜNEDİ: Bu kelime hiç şüphesiz bir fiildir ve bu fiil ise büyük ihtimal ünlemek fiilidir. Yani geçmiş zaman eki almış. Ünledi manasında eski Türkçe ile ünedi denmiş olabilir. (seslenmek)
UK: Bu hece uk, ok şeklinde okunabilir. Belki uku oku da olabilir ama bu ihtimal düşük. Eski Türkçe'de UK "anlamak, işitmek, hatıra" anlamına gelir.
(kaynak: Prototürkçe: http://starling.rinet.ru/cgi-bin/response.cgi?root=config&morpho=0&basename=dataalt urcet&first=1941&sort=proto )TOLDIÑI: Bu kelime de dolmak fiiline bir şeylerin eklenmiş hali. Dolduğunu, doldurduğunu, dolduğunda, doldurunca, vb bir şey olmalı.
GEKİR-ÇEGİ (kegir-çegi): Eski Türkçe'de GEKİR kelimesi "boğaz, gırtlak, yutak" anlamlarına gelir. GEKİR-DEK şeklinde de söylenirmiş. Anadolu Türkçesi'ndeki "kegirtlek, gırtlak, kıkırdak" kelimelerinin kökeni gekir dir. "Gekir-çeg" kelimesi ise "gekir-dek" kelimesinin daha da eski söylenişi olmalıdır. Yani son söz olarak "boğaz, gırtlak" anlamına geliyor.
(kaynak: http://starling.rinet.ru/cgi-bin/response.cgi?root=config&morpho=0&basename=dataalt urcet&first=641&sort=proto )ÖÑ: Bu kelime "ön" demektir. Önce anlamına da kullanılır. Hatta yüz yani sıfat için de kullanılırmış galiba.
TOLIÑ: Bu da yine "dolmak" fiili. Her halde dolun emri veya dolar geniş zaman şekli olabilir.
BEKÑİ (beyñi): Eski Türkçe'de "beyin" demektir.
(kaynak: http://starling.rinet.ru/cgi-bin/response.cgi?root=config&morpho=0&basename=dataalt urcet&first=161&sort=proto )İÇDİ-SİÑ: "İçti, içtiyse, içtiysen", içeceksen vb bir anlamı vardır.
Yukardaki kelimelerin analizi:
KHAÑ ÇIÑA: Bu söz Çınga han veya Çinge han diye birisinin adı olabilir veya oradaki khang sözü "kan soy sop" manasında olabilir. Çinge kurt demek olabilir. Veya çınga uzun ve güzel kuş tüyü anlamına gelebilir. Kang eski türkçede tekerlek veya soy, kan anlamlarına gelir. Ayrıca buradaki çınga, içinge şeklinde okunamaz. Zira iç hecesinin ikinci satırda özel ve kendine özgü yazımı olduğunu görüyoruz.
Veya khang diye birisi veya bir nesne çıng diye birisine veya bir nesneye bir şey yapmış olabilir. Yani “khang çınga dedi ki” gibi mesela.
Veya qangçınga veya qangçunga bir bileşik isim olabilir. Ayrıca bileşik bir insan ismi de olabilir.
Yeni öğrendiğim bir şey oldu bu arada. Kançuğa eski türkçede deri kemer falan gibi bir manaya geliyormuş. Hatta bu macarcaya kançusa ve bize de kamçı olarak geçmiş. Yani kançuğa ince deriden yapılmış kemer vb manasında olabilir. Yine de en büyük ihtimal bu kelimenin bir insanın ismi olmasıdır.
(Bu çalışmanın II. bölümü bu kelime üzerinedir. Asıl çözümünü II. bölümde bulabilirsiniz.)
ÜNEDİ: Bu kelime hiç şüphesiz bir fiildir ve bu fiil ise büyük ihtimal ünlemek fiilidir. Yani geçmiş zaman eki almış. Ünledi manasında eski Türkçe ile ünedi denmiş olabilir. (seslenmek)
UK: Bu hece uk, ok şeklinde okunabilir. Belki uku oku da olabilir ama bu ihtimal düşük. Eski Türkçe'de UK "anlamak, işitmek, hatıra" anlamına gelir.
(kaynak: Prototürkçe: http://starling.rinet.ru/cgi-bin/response.cgi?root=config&morpho=0&basename=dataalt urcet&first=1941&sort=proto )TOLDIÑI: Bu kelime de dolmak fiiline bir şeylerin eklenmiş hali. Dolduğunu, doldurduğunu, dolduğunda, doldurunca, vb bir şey olmalı.
GEKİR-ÇEGİ (kegir-çegi): Eski Türkçe'de GEKİR kelimesi "boğaz, gırtlak, yutak" anlamlarına gelir. GEKİR-DEK şeklinde de söylenirmiş. Anadolu Türkçesi'ndeki "kegirtlek, gırtlak, kıkırdak" kelimelerinin kökeni gekir dir. "Gekir-çeg" kelimesi ise "gekir-dek" kelimesinin daha da eski söylenişi olmalıdır. Yani son söz olarak "boğaz, gırtlak" anlamına geliyor.
(kaynak: http://starling.rinet.ru/cgi-bin/response.cgi?root=config&morpho=0&basename=dataalt urcet&first=641&sort=proto )ÖÑ: Bu kelime "ön" demektir. Önce anlamına da kullanılır. Hatta yüz yani sıfat için de kullanılırmış galiba.
TOLIÑ: Bu da yine "dolmak" fiili. Her halde dolun emri veya dolar geniş zaman şekli olabilir.
BEKÑİ (beyñi): Eski Türkçe'de "beyin" demektir.
(kaynak: http://starling.rinet.ru/cgi-bin/response.cgi?root=config&morpho=0&basename=dataalt urcet&first=161&sort=proto )İÇDİ-SİÑ: "İçti, içtiyse, içtiysen", içeceksen vb bir anlamı vardır.
O halde yazıyı şöyle okuyabiliriz:
KHAÑÇIÑA ÜNEDİ UK
"TOLDIÑI GEKİR-ÇEGİ ÖÑ TOLIÑ BEK(y)Ñi İÇDİSİÑ".
"TOLDIÑI GEKİR-ÇEGİ ÖÑ TOLIÑ BEK(y)Ñi İÇDİSİÑ".
Anlamı:
Kañçıña ünledi işttiğini (anladığını);
"Dolduğunda boğazı, önce dolan beyni; içsin".
"Dolduğunda boğazı, önce dolan beyni; içsin".
Tam çeviri:
Kañçıña işittiğini seslendi ki; (rivayet etti ki;)
"Boğazı dolmadan önce beyni dolu olan (bu kaşıkla) içsin".
"Boğazı dolmadan önce beyni dolu olan (bu kaşıkla) içsin".
Bir de şöyle olabilir:
Kañçıña ünedi! İşit! (anla!);"Boğazı dolmadan önce beyni dolu olan (bu kaşıkla) içsin".
(not: Ñ harfi nazal N dir. NG gibi okunur ama G tam çıkarılmaz. Anadolu'da Yörükler "senin" demez; "seniñ" der.)
(not: Ñ harfi nazal N dir. NG gibi okunur ama G tam çıkarılmaz. Anadolu'da Yörükler "senin" demez; "seniñ" der.)
IV. Bölüm: KANTURAOĞULLARI HAKKINDA DÜŞÜNCELER:
Şimdi yukarıda yazdıklarım elbette tamamen benim düşündüğüm fantazyalar da olabilir. Lakin tüm keşifler birer fantazyayla başlar. Amerika’yı keşfettiren fantazya Hindistan’a ulaşmak değil miydi? Hindistan’a ulaşılamadı ama yeni bir dünyaya demir attı gemiler.
O halde devam edelim onlara…
Şimdi çok ilginç bir noktaya atlıyorum. Hz. İbrahim’e (a.s)
a. Keturah (veya Ketura) kimdir?
Genel bilgileri geçiyorum. Hz İbrahim’in Hacer ve Sare adındaki hanımlarını hepimiz biliriz. Ancak Tevrat’ta geçen bir de Keturah adında hanımı vardır. Hz İbrahim o hanımlarından olma çocukları dünyanın çeşitli yerlerine gönderir (Allah’ın emriyle). Buradaki amaç Hak Dini yeryüzüne heryerde yayacak nesiller yetiştirmektir. Hz İbrahim Sare’den olma Hz İshak’ı yakınında bırakır (annesi de Mezapotamyalıdır). Yani Mezapotamya’da kalır İshak. Hacer’den doğma Hz İsmail’i Bekke’ye (Mekke) gönderir (Hacer Mısırlıdır. Yani Hz İsmail annesinin memleketine yakın yere gönderilir. O kültüre yakınlığı hedeflenmiş olabilir bu harekette).
Peki acaba Keturah’ın çocukları var mıdır? Vardır ve isimleri: Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah'tır. Hz İbrahim, Keturah’tan olma çocuklarını da uzak ve kurak biryere gönderir. Hatta çocukları gelip kendisine şekva eyler: "diğer kardeşlerimizi yakın bıraktın lakin bizi öyle biryere gönderdin ki geri dönmek, ziyaret etmek ve edilmek mümkün değil" diye... "Üstelik gideceğimiz yer kurak. Yağmur da yağmaz" derler. Ancak emir Allah’tandır. Hz İbrahim onları yine de gönderir. Kuraklığa çare olsun diye de onlara yağmur duası öğretir. Hem bu dua sayesinde oraların insanları onların Hak yol üzere olduklarını bilsinler diye.
Aslında Keturahoğulları da anneleri vasıtasıyla o memleketin insanıdırlar. Çünkü diğer iki hanımın çocukları gibi Keturahoğulları da annelerinin memleketine gönderilmiş olmalıdır.
Ancak Tevrat’a bağlı kaynaklarda onların gittiği memlekete dair net bilgi verilmez; yalnız tahminler yapılır. Şöyle ki:
Sare; Hz Nuh oğlu Sam soyundan gelir. Bu soy kadim Mezapotamya, Anadolu, İran, belki Avrupa ve Hint halklarının soyudur. Hz İbrahim, Hz İshak’ı orta doğuda bırakmakla ileride o coğrafyada teşekkül edecek medeniyetleri irşad etmeyi hedeflemiştir. Yani Sare ile evliliğinin bir hikmeti Ortadoğu ve Anadolu’yu irşaddır. (o dönemde Kuzey Avrupa’da ciddi bir medeniyet yoktur)
Hacer; Hz Nuh oğlu Ham soyundandır. Bu soy Kuzey Afrika ve Arap yarım adasında yaşar (o dönemde). Belki tüm Afrika’da bu soyun tasarrufu vardır. Dolayısıyla Hz İbrahim onun için Hz İsmail’i Mekke’ye göndermiş ve Hak dinin o coğrafyada köklenmesini hedeflemiştir.
Keturah için alimler ve bilgeler Orta Asyalı demişlerdir (zaten eski dünyayı düşünürsek bir orası eksik kaldı). Yani Keturah; Hz Nuh oğlu Yafes soyundan gelir. O halde çocukları da yine oralara göndermişlerdir.
Genel bilgileri geçiyorum. Hz İbrahim’in Hacer ve Sare adındaki hanımlarını hepimiz biliriz. Ancak Tevrat’ta geçen bir de Keturah adında hanımı vardır. Hz İbrahim o hanımlarından olma çocukları dünyanın çeşitli yerlerine gönderir (Allah’ın emriyle). Buradaki amaç Hak Dini yeryüzüne heryerde yayacak nesiller yetiştirmektir. Hz İbrahim Sare’den olma Hz İshak’ı yakınında bırakır (annesi de Mezapotamyalıdır). Yani Mezapotamya’da kalır İshak. Hacer’den doğma Hz İsmail’i Bekke’ye (Mekke) gönderir (Hacer Mısırlıdır. Yani Hz İsmail annesinin memleketine yakın yere gönderilir. O kültüre yakınlığı hedeflenmiş olabilir bu harekette).
Peki acaba Keturah’ın çocukları var mıdır? Vardır ve isimleri: Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah'tır. Hz İbrahim, Keturah’tan olma çocuklarını da uzak ve kurak biryere gönderir. Hatta çocukları gelip kendisine şekva eyler: "diğer kardeşlerimizi yakın bıraktın lakin bizi öyle biryere gönderdin ki geri dönmek, ziyaret etmek ve edilmek mümkün değil" diye... "Üstelik gideceğimiz yer kurak. Yağmur da yağmaz" derler. Ancak emir Allah’tandır. Hz İbrahim onları yine de gönderir. Kuraklığa çare olsun diye de onlara yağmur duası öğretir. Hem bu dua sayesinde oraların insanları onların Hak yol üzere olduklarını bilsinler diye.
Aslında Keturahoğulları da anneleri vasıtasıyla o memleketin insanıdırlar. Çünkü diğer iki hanımın çocukları gibi Keturahoğulları da annelerinin memleketine gönderilmiş olmalıdır.
Ancak Tevrat’a bağlı kaynaklarda onların gittiği memlekete dair net bilgi verilmez; yalnız tahminler yapılır. Şöyle ki:
Sare; Hz Nuh oğlu Sam soyundan gelir. Bu soy kadim Mezapotamya, Anadolu, İran, belki Avrupa ve Hint halklarının soyudur. Hz İbrahim, Hz İshak’ı orta doğuda bırakmakla ileride o coğrafyada teşekkül edecek medeniyetleri irşad etmeyi hedeflemiştir. Yani Sare ile evliliğinin bir hikmeti Ortadoğu ve Anadolu’yu irşaddır. (o dönemde Kuzey Avrupa’da ciddi bir medeniyet yoktur)
Hacer; Hz Nuh oğlu Ham soyundandır. Bu soy Kuzey Afrika ve Arap yarım adasında yaşar (o dönemde). Belki tüm Afrika’da bu soyun tasarrufu vardır. Dolayısıyla Hz İbrahim onun için Hz İsmail’i Mekke’ye göndermiş ve Hak dinin o coğrafyada köklenmesini hedeflemiştir.
Keturah için alimler ve bilgeler Orta Asyalı demişlerdir (zaten eski dünyayı düşünürsek bir orası eksik kaldı). Yani Keturah; Hz Nuh oğlu Yafes soyundan gelir. O halde çocukları da yine oralara göndermişlerdir.
b. Hadis-i Şeriflerde adı geçen Kantura:
Bu düşünceyi Son Peygamber Hz Muhammed (S.A.V); hadisleri ile kesinleştirmiştir. Zira hadislerde geçen Kantura olsa olsa Keturah’tır. Yani aynı isim İbranice’de Keturah olarak söylenmiş, Arapça’da da Kantura olarak söylenmiştir. Hadislerde Kanturaoğulları’nın Araplardan sonra İslam’a sahip çıkacağı ve hizmet edeceği belirtilir. Bu konuda çok hadis vardır. Araştırmak isteyenler internetten “kantura” yı araştırabilir.(kaynak: Hz Peygamber'in Hadislerinde Türkler, Prof Dr Zekeriya Kitapçı, I. Kitap: sy: 128-138)O halde Kantura Hatun Yafes soyundan, muhtemelen bir hakanın kızıdır ve Hz İbrahim’e zevce olarak gelmiş, çocuklarını yetiştirmiş ve o peygamber çocukları Hak Dinin bir temel taşı olsunlar diye tekrar Orta Asya bozkırlarına veya ormanlarına gönderilmiştir. Gerçi peygamber babalarından ayrıldıkları için üzülmüş ama emre itaat ederek hizmet bölgelerine gitmişlerdir. Dillerini anneleri vasıtasıyla bildiklerinden kendilerini tanıtmış ve seçkin peygamber çocukları olduklarından halk onları kısa zamanda sevmiştir. Adları tüm bölgeye yayılmış çorak topraklara belki yağmur getirmişlerdi. Halka hırsızlığın, zinanın, ahlaksızlığın kötülüklerini talim etmişlerdi. Sonra tek bir tanrının olduğunu onlara anlatmış, iyilerin uçmağa (cennete) kötülerin cehenneme gideceğini bildirmişlerdi. Hatta sosyal kanunları koymuşlar, devlete ait temel meseleleri öğretmişlerdi. Böylece onlardan sonra da orta asyada öğretileri TÖRE ismi altında yaşayacaktı binlerce yıl. (bkz Türk Töresi).
Zaten Orta
Asya'nın temel milleti olan Türkler’e bakılsa, törelerinin ve dinlerinin
ilahi kaynaktan geldiği hemen görülür. Gök Tengri dini, Turan
bölgesinde bin yıllarca hüküm sürmüş ve zamanı gelince de kolaylıkla
İslam’a inkılab etmiş ve böylece Hz İbrahim’in mayasının tuttuğu
görülmüştür. Zira gerçekten Kanturaoğulları yani Türk milleti kazandığı
yüksek mertebeyle insanlara efendilik etmiş, İslam’la karşılaşınca da
hasretle beklediği vazifeyi bulmuş gibi irşad ve tebliğe İslam adına
devam etmiştir. Nitekim, Karahanlılar’dan Gazne’ye, Selçuklu’dan
Osmanlı’ya devreden bu bayrak, hadislerde ifade edildiği üzere artık
Kanturaoğulları’nda kalmıştır.
c. Khañ Çıña ile Kantura ve Keturah aynı isim midir?
Peki bütün bunların konuyla ne alakası var? Şimdi gelelim o meseleye.
Yukarıdaki metinde Qang Çınga - Khañ Çıña diye okuduğumuz isim Kantura ve Keturah kelimelerinin Türkçe orijinali olabilir mi? Yani bu altın dolu mezarda Khañ Çıña isimli kişi (tabi gerçekten öyleyse), evlatlarına kendinden bir hatıra olarak bu gümüş kaşığı bırakmış ve bu kutsal emanet nesiller boyu muhafaza edilmiş, artık iyice yıpranıp korunması güçleşince de onu hakikaten hak etmiş olan bir Türk Tigininin altınlarla dolu mezarına o hazineden daha da kıymetli kabul edilen bu kaşık gömülmüş olamaz mı? Başka türlü bu eşsiz hazinenin yanına kırık bir gümüş kaşığın gömülmesi açıklanabilir mi? Yazıyı kim yazmıştı peki? Kantura mı? Oğulları mı? Yoksa sonrakiler mi? Onu bilemiyorum. Yalnız üzerinde çalışılırsa bulunacağını ümit ediyorum.
Bu küçük kap içindeki yazıyı şöyle değerlendirmek gerek; nasıl ki bizim çağımızda tabakların, levhaların üzerine ayet ve hadisler hat yazısıyla yazılıyor, o dönemde de Hz İbrahim'in dini devam ettiğinden onun bir sözü kaba yazılmış ve hatırası yad edilmiş olabilir. Üstelik rivayet eden de yazılmış: Kañ Çıña...
Tabi bu kesin değil, bu söz Kañ Çıña'ya ait olabileceği gibi başka birine de ait olabilir. (Aslında ne yazık ki bu yazdıklarımın hiçbiri kesin değil. Kesinleşecekleri günleri bekliyorlar...)
Peki acaba neden bu kap (kaşık) o kurgana gömüldü?
Bunu şöyle açıklamak mümkün: Khañ Çıña'nın üzerinden yıllar geçmiş ve Hz İbrahim'in dini korunmakla birlikte (doğal olarak) bir çok hurafe bu dine girmiş ve Hak din konusunda insanlar cahilleşmişti. Örneğin bu gün eski yazıyla yazılmış bir hat eserinin saygı görüp insanlar tarafından yukarıya kaldırılması gibi, o dönemde de eskiden kalma yazılı levhalar kurtuluşa vesile olarak görülmüş olmalıdır. Tabi bu hurafedir. Aslında mezara o kadar altını gömmek de dini olarak hurafedir. Ama aradan geçen uzun yıllar bunları unutturmuş ve insanlar yine öbür alemde kendilerine faydası dokunur düşüncesiyle mezarlarına birsürü eşyalar gömmüşlerdir. Burada amaç öbür alemde rahat etmek olduğundan, kutsal kabul edilen ataların sözlerinin yazılı olduğu eski bir kaşık da bu mezara girebilmiştir. Yoksa böyle eski ve kırık bir gümüş kaşığın o mezara koyulması açıklanamaz.
Peki bütün bunların konuyla ne alakası var? Şimdi gelelim o meseleye.
Yukarıdaki metinde Qang Çınga - Khañ Çıña diye okuduğumuz isim Kantura ve Keturah kelimelerinin Türkçe orijinali olabilir mi? Yani bu altın dolu mezarda Khañ Çıña isimli kişi (tabi gerçekten öyleyse), evlatlarına kendinden bir hatıra olarak bu gümüş kaşığı bırakmış ve bu kutsal emanet nesiller boyu muhafaza edilmiş, artık iyice yıpranıp korunması güçleşince de onu hakikaten hak etmiş olan bir Türk Tigininin altınlarla dolu mezarına o hazineden daha da kıymetli kabul edilen bu kaşık gömülmüş olamaz mı? Başka türlü bu eşsiz hazinenin yanına kırık bir gümüş kaşığın gömülmesi açıklanabilir mi? Yazıyı kim yazmıştı peki? Kantura mı? Oğulları mı? Yoksa sonrakiler mi? Onu bilemiyorum. Yalnız üzerinde çalışılırsa bulunacağını ümit ediyorum.
Bu küçük kap içindeki yazıyı şöyle değerlendirmek gerek; nasıl ki bizim çağımızda tabakların, levhaların üzerine ayet ve hadisler hat yazısıyla yazılıyor, o dönemde de Hz İbrahim'in dini devam ettiğinden onun bir sözü kaba yazılmış ve hatırası yad edilmiş olabilir. Üstelik rivayet eden de yazılmış: Kañ Çıña...
Tabi bu kesin değil, bu söz Kañ Çıña'ya ait olabileceği gibi başka birine de ait olabilir. (Aslında ne yazık ki bu yazdıklarımın hiçbiri kesin değil. Kesinleşecekleri günleri bekliyorlar...)
Peki acaba neden bu kap (kaşık) o kurgana gömüldü?
Bunu şöyle açıklamak mümkün: Khañ Çıña'nın üzerinden yıllar geçmiş ve Hz İbrahim'in dini korunmakla birlikte (doğal olarak) bir çok hurafe bu dine girmiş ve Hak din konusunda insanlar cahilleşmişti. Örneğin bu gün eski yazıyla yazılmış bir hat eserinin saygı görüp insanlar tarafından yukarıya kaldırılması gibi, o dönemde de eskiden kalma yazılı levhalar kurtuluşa vesile olarak görülmüş olmalıdır. Tabi bu hurafedir. Aslında mezara o kadar altını gömmek de dini olarak hurafedir. Ama aradan geçen uzun yıllar bunları unutturmuş ve insanlar yine öbür alemde kendilerine faydası dokunur düşüncesiyle mezarlarına birsürü eşyalar gömmüşlerdir. Burada amaç öbür alemde rahat etmek olduğundan, kutsal kabul edilen ataların sözlerinin yazılı olduğu eski bir kaşık da bu mezara girebilmiştir. Yoksa böyle eski ve kırık bir gümüş kaşığın o mezara koyulması açıklanamaz.
d. Khañ Çıña = Dişi Kurt Açına... Taşlar yerine oturuyor...
Bir mesele de şu ki Türk tarihi boyunca karşımıza çıkan ve kutsal sayılan AÇINA soyu da Khañ Çıña soyu olmalıdır. Yani Türkler, hakanlarının bu kutlu Açına (Khañ Çıña veya Kantura, dolayısıyla İbrahim) soyundan olmasını şart koşmuşlar ve bu töre Osmanlı’nın yıkılmasına kadar sürmüştür. O halde destanlarda Türk milletinin türediği söylenen ve Türk’e yol gösteren Açına adlı "dişi kurt", Hz İbrahimi’in hanımı Kantura olmalıdır. Kantura bir Türk kızıdır. Babası onu bir seyahati sırasında tanıdığı İbrahim Peygamberle evlendirmiştir. (belki babası Oğuzdur. Oğuz Kağan çok seferlere çıkmıştı. Belki Oğuz dahi Kuran’da bahsedilen Zülkarneyndir. Olabilir).
Sonra Türk milletinin dara düştüğü, belki Çin’e mağlup olduğu hengamda Türkler'in dişi kurt anasının evlatları anayurtlarına çıkagelmiş ve Hz İbrahim dini öğretileri ile Türk milletini diriltmişlerdir (Türeyiş Destanının kaynağı bu hadise olabilir). Yani yol göstermiş ve kutlu bir millet türetmişlerdir. Zaten Yafes’ten kutlu olan bu millet Açına (Kantura) soyu ile bir kat daha kutlanmış ve - Göktürk Yazıtları'nda belirtildiği gibi- kıyamete kadar çok yüce bir yükü de sırtına almıştır.
Bir mesele de şu ki Türk tarihi boyunca karşımıza çıkan ve kutsal sayılan AÇINA soyu da Khañ Çıña soyu olmalıdır. Yani Türkler, hakanlarının bu kutlu Açına (Khañ Çıña veya Kantura, dolayısıyla İbrahim) soyundan olmasını şart koşmuşlar ve bu töre Osmanlı’nın yıkılmasına kadar sürmüştür. O halde destanlarda Türk milletinin türediği söylenen ve Türk’e yol gösteren Açına adlı "dişi kurt", Hz İbrahimi’in hanımı Kantura olmalıdır. Kantura bir Türk kızıdır. Babası onu bir seyahati sırasında tanıdığı İbrahim Peygamberle evlendirmiştir. (belki babası Oğuzdur. Oğuz Kağan çok seferlere çıkmıştı. Belki Oğuz dahi Kuran’da bahsedilen Zülkarneyndir. Olabilir).
Sonra Türk milletinin dara düştüğü, belki Çin’e mağlup olduğu hengamda Türkler'in dişi kurt anasının evlatları anayurtlarına çıkagelmiş ve Hz İbrahim dini öğretileri ile Türk milletini diriltmişlerdir (Türeyiş Destanının kaynağı bu hadise olabilir). Yani yol göstermiş ve kutlu bir millet türetmişlerdir. Zaten Yafes’ten kutlu olan bu millet Açına (Kantura) soyu ile bir kat daha kutlanmış ve - Göktürk Yazıtları'nda belirtildiği gibi- kıyamete kadar çok yüce bir yükü de sırtına almıştır.
e. Khañ Çıña kelimesinin değişiminin analizi:Khañ Çıña kelimesinin incelenmesi:
Daha önce de belirttiğim gibi bu kelime bir özel isim olmakla beraber mutlaka Türkçe bir anlamı da vardır. Bu konu net olmamakla birlikte herhelde güzel bir anlamı vardı.
Peki acaba bu kelime nasıl oldu da Kantura, Keturah, Açına şekillerine dönüştü?
Yukarıdaki sava göre cevap verirsek, muhtemelen;
Daha önce de belirttiğim gibi bu kelime bir özel isim olmakla beraber mutlaka Türkçe bir anlamı da vardır. Bu konu net olmamakla birlikte herhelde güzel bir anlamı vardı.
Peki acaba bu kelime nasıl oldu da Kantura, Keturah, Açına şekillerine dönüştü?
Yukarıdaki sava göre cevap verirsek, muhtemelen;
- Khañ Çıña
bir Türk Hakanı'nın kızı olarak Orta Asya'da büyüyüp bir vesile ile Hz
İbrahim ile evlendi. Dolayısıyla Mezapotamya'ya geldi. Oradaki insanlar
ismini nasıl telaffuz ettiler bilmiyoruz fakat daha sonra Tevrat'ı
(tahrif ederek) yazan insanlar Sami dillerinde "Ñ" (NG) harfi olmadığı
için o harfin ilkini çıkaramadılar, ikincisini de "R" ye benzettiler.
Yine Çoğu sami dillerinde bizim telaffuz ettiğimiz "Ç" harfi yoktur ve bu harfe en yakın harf "çth" gibi okunan "theta" harfidir. (Karadenizliler'in "ç" teleffuzu gibi). Dolayısıyla "Ç" harfi de "TH" şeklinde okunmuştur. bire bir ele alırsakKH - K
A - E
Ñ - (telaffuzu olmadığı için boş)Ç - TH
I(u) - U
Ñ - R
A - ABöylece Sami milletleri Ketura veya Keturah olarak telaffuz ettiğinden isim Tevrat'a Keturah olarak geçmiştir. - Hz
Muhammed'in (S.A.V) hadislerinde Kantura olarak geçer. Aslında bu bilgi
Kur'an'da olmadığından Hatem-ül Enbiya (S.A.V) bu ismi ya Tevrat'ta
gören Yahudilerden duymuş ve ona Allah tarafından Keturah'ın Türkler'in
Anası olduğu bildirilmiştir, ya da doğrudan Allah tarafından -vahiy
harici bir yolla- ona bildirilmiştir. Dolayısı ile bu vahiy değil,
hadistir. Hadislerde şehir ve kişi isimlerini Peygamberimiz (S.A.V) Arap
lisanı ile telaffuz etmiştir. (Mesela
Konstantinopolis şehrini, Araplar'ın söylediği gibi söylemiş; yani
Kustantiniyyeh demiştir. Kendini, bu şehrin Bizansça orijinal ismini
telaffuz etmek için zorlamamıştır. Aslında Kur'an bile Arap lisanı ile
inzal olmuş ve oradaki geçen her isim Arap ağzına uygun söylenmiştir. Bu
açıdan Kur'an'da geçen isimlerin de orijinal isim olduğunu söylemek
doğru olmaz. Muhtemelen onlar orjinallerin Arapça söylenişidir. Mesela
Roma Devletinin orjinal adı Roma'dır. Ama Rum denmiştir. Şam'ın orjinal
adı Damaskus'tur, Arapça'da Dimaşk denmiştir vs.).
Dolayısıyla Keturah adı, Arapça'ya Kantura olarak geçmiştir ki bu zaten benim ilk defa söylediğim birşey değil. Zaten kabul edilen görüştür. - Batı
aleminde bu değişim olurken, Khañ Çıña'nın çocukları Orta Asya'ya dönmüş
ve muhtemelen orijinal ismi telaffuz etmişlerdir. Ancak aradan geçen
yıllar ile batıdan bağımsız olarak bu isim dönüşüme uğramıştır. Önce
Baştaki "KH" harfi düşmüş birinci "Ñ" harfi Ç ile bağlanıp erimiş,
ikincisi ise arkasından "A" geldiği için "Ñ" den "N" ye dönüşmüştür.
Yani:KH - (düşmüştür)A - A
Ñ - (ç ile kaynaşmıştır)Ç - Ç
I - I
Ñ - N
A - ADönüşümünden geçerek Açına şeklinde söylenmeye başlanmıştır. - Yukarıdaki üç maddeden hareketle şunlar söylenebilir; Khañ Çıña kelimesi:
BATI'DA: Keturah, Kantura, Ksena, Xena, Zena, Zeyna, belki Zeynep hallerini almıştır.
DOĞU'DA: Qangçınga, Añçıña, Açıña, Açına, Aşına, Asena biçimlerini almıştır.
Hem doğuda hem batıda bu isimler azize kadın isimleri olarak düşünülmüştür. Batı bu isimleri kutsal bir kadın adı kabul ederken, Türk Dünyası; kendilerinin türedikleri kutlu bir dişi kurt olduğunu savunmuştur.
Bu düşünceler açıklamaya kavuştuğunda hakikate dayandıkları görülür. Batı'nın söylediği gibi Khañ Çıña kutlu bir peygamber hanımıdır ve Türkler'in söylediği gibi Türkler'in annesidir. Yani o dişi kurt ve azize; Khañ Çıña olmalıdır.
Şimdi yukarıda dillendirdiğim teorileri özetlemek istiyorum.
1- Issık Kurganındaki gümüş kaşık Hz İbrahim’in hanımı Kantura’dan çocuklarına kalmış ve emanet kabul edilmiş kaşıktır.
2- Kaşığın üstünde yazan Khañçıña kelimesi eğer Kantura ve Keturah’ın Türkçe orijinaliyse birinci maddeyi teyit eder.
3- Hadislerdeki Kantura bir Proto Türktür hanımdır. Hz İbrahim’le evlenmiştir. Çocukları tekrar orta asyaya gönderilmiştir.
4- Orta asyada bu çocuklar kutsal kabul edilmiş ve Tengri’den onlara gelen bir kut verildiğine inanılarak onlar ve o soydan gelenler hem dini lider hem de hükümdar olmuştur.
5- Kantura yani kaşıkta adı geçen Qangçınga bir Türk hakanının kızı olabilir.
6- Oğuz Kağanın kızı olabilir. Çünkü Oğuz, seferlerinde Anadolu ve Mezepotamya’ya ulaşmıştır.
7- Oğuz Kağan ile Zülkarneyn aynı kişi olabilir (bu teori benim değil, zaten eskiden de düşünülmüştür. Zülkarney’nin Hz İbrahimle görüştüğü söylenir.bu da bu fikri kuvvetlendirir)
ISRAILIYAT VE HADISLERDE TÜRKLERIN SOYU (2012)
Türklerin kökenine dair tevatürler
israiliyatta ve hadislerde mevcuttur. Bu tevatürlerin dolayı veya dolaysız olarak
üç sav üzerinde yoğunlaşmktadır. Birincisi, Türklerin Hazreti Nuh’un oğlu Yafes
soyundan geldiklerine dair iddialardır. İkincisi, Türklerin dünyaya kötülük
edecek olan ve kıyamet alametlerinden kabul edilen ‘Yecüc Mecüc’ kavimlerinin
soyundan geldikleri savıdır. Üçüncü iddia ise Türklerin Hazreti İbrahim’in
üçüncü eşi olan Kentura’nın soyundan geldikleridir. Şimdi yazıya birinci
iddiayı irdeleyerek devam edelim.
İslamiyete geçtikten
sonra Türkler, hadislerin ve israiliyatın da etkisiyle şecereler yazmış veya
yazdırmışlar, bunlarda soylarını hep Hazreti Nuh’un oğlu Yafes’e (Tevrat ve
İncil’de ‘Japheth’ diye geçer) bağlamışlardır. Farsça yazılmış bir Oğuz
Destanının girişinde aynen şunlar nakledilmiştir:
‘İslam tarihlerinde yazılmıştır. İsrailoğullarının
tarihlerinde de yazılmıştır. Nuh Peygamber Aleyhisselam, yer yüzünü güneyden
kuzeye doğru, üç bölüme ayırmıştı.
Birinci bölümü kendi oğullarından Ham’a vermişti. Ham,
Sudan’ın babasıdır. Ortadaki kısmı, yine kendi oğlu olan Sam’a bağışlamıştı. Sam’da,
Araplarla Farsların babasıdır.
Nuh Peygamber dünyanın üçüncü bölümünü ise oğullarından
Yafes’e vermiştir. Bu ülkeleri oğlu Yafes’e verdiği için, bu oğlunu da dünyanın
doğu taraflarına göndermişti. Türkler Yafes’e Ebülce Han (Bulça Han) derler.
Türkler Yafes’e böyle derler ama onun Nuh Peygamberin bir oğlu olduğunu
bilmezler. Bununla beraber bu Türk hanının Yafes’le aynı çağda yaşadığını ve
onunla akraba olduğunu bilirler. Moğolların hepsi, Türk kabileleri ve bütün göçebeler
onun neslinden gelirler.’ (Bu hikayenin İran mitolojisindeki atababa ve üç
kardeş hikayesine benzerliğine daha sonraki bir yazıda değineceğim.)
Üstte aktardığım
bölümde Türklerin Yafes’e Bulca Han dedikleri ve onun soyundan geldikleri
belirtilmektedir. Soyu yine Yafes’e dayandırıp farklılıklar gösteren şecereler
de mevcuttur. Timur çağı tarihçileri ve Ebülgazı Bahadır Han’a göre söykütüğü
şekildedir: ‘1. Yafes, 2. Türk, 3. Tutuk, 4. Bulça Han, 5. Dib-Yabgü, 6. Kok
Han ve 7. Alınca Han.’ İmami’nın Hanname adlı Özbeklerin tarihi ve seceresine
dair yazdığı eserde Türkler/Türkmenlerin türeyişi hakkında farklı bir sav
vardır. Buna göre Türkmenler Yafes’in oğullarından veya onların da oğullarından
birinden değil, iyi ve akıllı kızı Vajile’den türemişlerdir. Bahse konu olan
Yafes kızı Vajile, acaba hadislerde Hazreti İbrahim’le evlenen ve israiliyata
göre Nuh kızı, belki de soyu, olan Ketura (Kentura) olabilir mi?
Hanname´deki
rivayetler bununla sınırlı değildir elbette. Bahaeddin Ögel’in ‘Türk Mitolojisi’
isimli kitabında özetlediği gibi Nuh’un oğulları ve soyunun devamı şu
şekildedir:
‘Nuh’un Ham, Sam ve Yafes adlı üç oğlu vardı. Nuh bir gün
uyurken avret yeri açılıyor. Ham ile Yafes bunu görünce gülüyorlar. Nuh uyanıp
da durumu öğrenince Ham’a ‘senin soylarına da gülsünler’ diyor. Bunun için Habeş,
Zengibar ve Hindistan halkları Ham’ın soyundandırlar ve bu halkların renklerine
herkes gülerler. Nuh Peygamber, sonra da Yafes’e dönmüş ve ‘Tanrı senin de
soyunu değiştirsin’ demiş. Sam’a da ‘Tanrı bütün peygamberleri senin soyundan
getirsin’ diye duada bulunmuş...
Bütün Han’lar, Özbekler, Türkler ve Kuzey kavimleri hep
Yafes’in soyundan gelirler. Bütün güzeller Yafes’in soyundandırlar. Buhara’nın
güzelleri, Horasan’ınkilerden, Semerkant’ın güzelleri Buhara’nınkilerden,
Taşkent’in güzelleri de Semerkant’ın güzellerinden daha güzeldir. Ta kuzeye
kadar hep bu böyle gider.
Yafes’in karısı ikiz doğurmuştu. Yafes çocukları görünce,
baktı ki bunların yüzleri pek insana benzemiyor. Bunun üzerine hemen babasının
kendisine yaptığı beddua aklına gelir. Çocukların adlarını da Yecüc ve Mecüc
koydular. Yafes hemen giderek babasına yalvardı. Babası da onun dileğini yerine
getirip, bundan sonraki çocuklarını güzel yaptı...
Yafes’in iki oğlu vardı: Tarih ve Maruh. Türk dili Maruh
tarafından meydana getirilmiştir. Bunun için bu adama Maruh-i Türki derler.
Bütün Han’lar, Oğlan, Özbek hep bunun soyundandır. Yafes’in 12 oğlu vardı. Yecüç
ve Mecüc bu çocukların güneş gibi parlayan yüzlerini görünce dayanamayıp
Karnülbakar dağına kaçtılar. Bunlar yerlerinden çıkıp dünyayı yıkmak istediler.
Bunun için Büyük Karneyn (Büyük İskender, bu bahis sonra açılcaktır) unvanını
taşıyan Hürmüs Han büyük bir set yaptırdı. Bu set altmış yılda bitti. Her otuz
yıla bir karn dediklerinden ve set de iki karn’da bittiğinden ona bu adı
vermişlerdir...
Yafes’in çocuklarının hepsi arslan ve kurt oluyorlar.
Arslan padişahlara ve kurt da nökerlere derler. Arslanlar hep han ve sultan
olanlardır. Kurtlar ise hep Özbek ve eşkıya (alaman)dır.
Nuh’un çocuklarından ilk önce iki kişi padişah olmuştu.
Bunlardan biri Kil Şah diğeri de Kil Han idi. Bu iki padişah dünyayı iki eşit
bölgeye bölüyorlar, bunu yaparken de Amu Derya’yı sınır olarak kabul
ediyorlardı. Suyun kuzey yakasına Turan diyorlar, Kil Han’a veriyorlar; güney
yakasını da Kil Şah’a verip İran diyorlar. Bunun için de ta ezelden ebede kadar
Turan hükümdarlarına Han; İran padişahlarına da Şah demişlerdir. Yine onun için
de Firdevsi Şehname’yi yazmıştır. Çünkü o bir İranlı idi. İmami de Turanlı
olduğu için Hanname’yi yazmıştır...’
Konuya dönecek
olursak eğer, Türk boyları kendilerine bu şecereleri yazar ve yazdırırken açık
bir şekilde israiliyattan ve hadislerden istifade etmişlerdir. Bilhassa
Tevrat’ın ve İncil’in ‘Tekvin’ (Genesis) kısmındaki Nuh soyuna dair hisseleri
kendilerine bir şeçere hazırlamak için uyarlamışlardır. Daha önce ifade ettiğim
gibi, bu bağlamda israiliyatta geçen iddiaların etkisi büyüktür. Üstte
alıntısını yaptığım Hanname örneğinde olduğu gibi bazen bu istifadelere İran
mitolojosini de katarak sentezlemişlerdir. Bunları okuyan insanlar İran
mitolojisindeki atababa acaba Nuh Peygamber olabilir mi diye kendini sormaktan
alıkoyamıyor.
Günümüz israiliyatına
bakacak olursak, bugün dahi Türklerin soyu Yafes’e dayandırılmaktadır.
Tevrat’ta Yafes’in 7 oğlu vardır,
Türklerin bu oğullardan Gomer’in soyundan geldiği söylenmektedir. Bu soya
İskitler, Güney Slavlar ve Almanlar dahil edilmiştir. Macarların ve Hunların
ise Magog (Mecuc) soyundan geldikleri söylenir. Başka rivayetlerde ‘Gog ve
Magog’ (Yecüc Mecüc) soyundan olan kavimler Türkler, Hazarlar (Türki bir
kavimdir) ve Moğollardır. Nitekim hadislerde de buna dair tevatürler mevcuttur.
Etrüsklerin Hazreti Yafes oğlu Tiras soyundan geldikleri iddia edilir. Bunlar
gibi Türk tarihiyle alakalı iddialar çoktur. Fakat bunların tarihi süreç göz
önüne alınarak hazırlanmadığı, Tevrat’a ve israiliyata dayalı bilgilerin
çözümlemelerinden ibaret olduğu açıktır. Tarihi süreç ve topluluklar arası
ilşikiler incelendiğinde farklı bir listenin çıkması gerektiği ortadadır.
Türklerin Yafes’in
hangi oğlundan soylandıkları şu an için muallakta olsa da, Türklerin Sümerlerle,
İskitlerle, Hunlarla, Etrüsklerle, Macarlarla ve belki Moğollar ve Slavlarla da
aynı atababaya sahip olmaları şaşılacak bir şey değildir. Tarihi süreç göz
önüne alındığında mantıklı olan da budur. Turani kavimlerin, ilk tarihe
çıkışlarından itibaren antropolojik olarak gerek Avrupai gerekse Asyatik
taraflarının olmasından dolayı bunu düşünmek abes değildir. Modern
antropologlar Turani kavimleri ‘Europoid/Caucasoid’ ırkın ‘Mongoloid’ ırkla
ilintili olan ‘Turanoid’ koluna ayırmaktadırlar. Yani günümüzde Türkler çoktan
‘sarı ırk’/Asyatik ırktan, ‘beyaz ırk’/Kafkas ırkına konmuştur.
Kısacası, Türkler ve
diğer Turanilerin atababasını araştırırken israiliyat ve hadisleri etüt etmek
kafi değildir. Buna ilave olarak tarihi süreç, kültürel ve antropoljik veriler
değerlendirilmeye alınmalıdır. Türk destan ve şecerelerinde geçen ve atababalık
atfedilen bazı isimlerin, mesela Bulca Han, Alp Er Tunga (Afrasiyab), Oğuz
Han’ın, Tevrat, israiliyat ve hadislerde geçen hangi isimlerle örtüştüğü tespit
edilmelidir. Bunlar yapıldıktan sonra daha mantıklı bir çerçevede Türklere ve
Turanilere bir atababa gösterilebilir.
***
Türklerin (ve Moğolların) soyu hakkında
israiliyatta ve hadislerin yorumlanmalarında geçen bir başka iddia ise
Türklerin dünyaya kötülük getirecek olan ‘Yecüc Mecüc’ (Gog Magog)
kavimlerinden oldukları görüşüdür. Bu iddiaların gerek hristiyan alemine korku
salmaları nedeniyle, gerekse de Araplardan islam bayraktarlığını almaları
nedeniyle haset ve nefretle bakılan Türkleri karalamak için yazıldığına kani
olsam da, yine de bu konuya değinmeden geçmeyi uygun bulmamaktayım.
Hristiyan alemi
israiliyata dayanarak Türklere ‘Gog ve Magog’ gözüyle bakmıştır. Bu nazireden
Ruslar da nasibini almış, Ruslar ve Türkler bu minvalde değerlendirilmiştir.
Yahudi ve hristiyan aleminde Turanilerin yakıcı, yıkıcı kıyamet alameti gözüyle
bakılmasının tarihi ta Hunlar zamanına kadar inmektedir. Buna göre Atilla
önderliğindeki Hunlar Tanrı tarafından hristiyanları gazaba uğratmak için
yollanmış kavimlerdendir, ve soyları Gog ve Magog’a dayanmaktadır.
Rivayetlerden biri, Büyük İskender’e dair bir Süryani efsanesidir, şu
şekildedir:
‘Hunlar, Kafkas dağlarının tek geçidinde bulunan kapının
kuzey bölgelerinde oturuyorlardı. Büyük İskender Hunlar güneye inerde, kendi
ülkelerinde taş üstünde taş bırakmazlar ve yakarlar diye kuzeye bir akın
yapmayı tasarladı. Ordusunu toplayarak Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynaklarını
geçen Büyük İskender, Doğu Anadolu’ya ulaştı. Ondan sonra Musas adlı bir dağı
geçti. Bu dağın ötesinde de her tarafı çok yüksek dağlarda çevrili büyük bir
ova vardı. Ovaya inen İskender dağlara bakmış ve hayretler içinde kalmıştı.
Etrafındaki bazı tüccarlar bu bölge hakkında ona bilgi vermişler ve bu dağlara
insan oğlunun tırmanmadığını söylemişlerdi. Onlara göre bu dağların ötesinde
Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’in soyları otururmuş ve onların da bir çok kralları
varmış. Bunları duyan Büyük İskender dağların ötesindeki kavimlerin bu tarafa
geçmemesi ve insanoğlunun korunması için bu dağlara bir kapı yapılmasını
emretmiş. Bunun içinde de üç bin demirci ile üç bin bakır ustası çağırtarak
onlara büyük bir kapı yaptırtmış. Bu kapıyı da Deryal geçidine koydurmuş.
Fakat bu kapının onları ebediyen durduramaycağını Büyük
İskender de biliyormuş. Bunun içinde kapının üzerine şöyle bir kitabe
yazdırmış: ‘Hunlar bir zaman gelecek ki, bu kapılardan aşıp İran ve Roma
ülkelerini ellerine geçireceklerdir. Ama bundan sonra yine kendi bölgelerine
çekileceklerdir. 927 yıl sonra oturdukları yerlerden çıkıp, yeniden yeryüzüne
yayılacaklardır. Bu defa bütün dünya onların atlarının ayakları altında
titreyeceklerdir. Bu kapının yapılışından 950 yıl sonra ise, Hun kralı bu
geçitten geçecek ve Tanrının buyruğu ile bütün dünyayı egemenliği altına
alacaktır.’
(Başka bir kaynak:) Tanrının emri ile Büyük İskender’in
yaptırdığı bu kapılar devrilecek ve denizlerdeki kum taneleri kadar sayısız,
gökteki yıldızlar kadar kalabalık bir ordu gelecek ve yeryüzünün her yanını
ellerine geçireceklerdir. Bunlar arasında Hunlar da vardı.’
Üstte naklettiğim
efsanenin dışında Hunların Yecüc Mecüc soyu olduğunu yazan Hristiyan-Süryani
rivayetleri de mevcuttur. Bu rivayetlerde göze çarpan iki husus vardır.
Bunlardan biri, Kuran-ı Kerim’de geçen Hazreti Zülkarneyn bahsiyle bulunan
paralleliktir. İkincisi ise, bu efsanelerin Türklerin Ergenekon efsanesiyle
gösterdiği benzerliktir. Bu konuyu Ergenekon Destanı bahsinde açacağımdan ilk
hususu irdelemeye devam edeceğim.
Kehf Süresi’nin 83.
ayeti ile 98. ayetleri arasında Hazreti Zülkarneyn bahsi şu şekilde yer
almıştır: ‘83. (Resûlum!) Sana Zülkarneyn
hakkında soru sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. 84. Gerçekten
biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey
için bir sebep (bir vasıta ve yol) verdik. 85. O da bir yol tutup gitti. 86.
Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun
yanında (orada) bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya
azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin, dedik. 87. O, şöyle
dedi: "Haksızlık edeni cezalandıracağız; sonra o, Rabbine gönderilecek;
sonra Allah da ona korkunç bir azap uygulayacak."88. "İman edip de iyi davranan kimseye gelince, onun için de en
güzel bir karşılık vardır. Ve buyruğumuzdan, ona kolay olanını
söyleyeceğiz." 89. Sonra yine bir yol tuttu. 90. Nihayet güneşin doğduğu
yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe
karşı bir örtü yapmamıştık. 91. İşte böylece onunla ilgili her şeyden
haberdardık.92. Sonra yine bir yol tuttu. 93. Nihayet iki dağ arasına
ulaştığında onların önünde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. 94.
Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk yapmaktadırlar.
Bizimle onlar
arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi? 95. Dedi ki:
"Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz
bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel
yapayım."96. "Bana, demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki
yani arasını aynı seviyeye getirince (vadiyi doldurunca): "Üfleyin
(körükleyin)!" dedi. Artık onu kör haline sokunca: "Getirin bana,
üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim" dedi.97. Bu sebeple onu ne asmaya
muktedir oldular ne de onu delebildiler. 98. Zülkarneyn: Bu, Rabbimden bir
rahmettir. Fakat Rabbimin vâdi gelince, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin vâdi
haktır, dedi.’
Büyük İskender
efsanesiyle Hazreti Zülkarneyn bahsinin birebir örtüşmesi hasebiyle Büyük
İskender’in Hazreti Zülkarneyn olduğu ileri sürülmektedir. Kuran-ı Kerim’de
geçen seddin Çin Seddi olabileceği düşünülmektedir. Bizim açımızdan konuya dair
en önemli mevzu Yecüc ve Mecüc kavimlerinin soyu ve seddin kimleri korumak için
inşa edildiğidir. Kaşgarlı Mahmut ‘Divan-ı
lugat-it Türk’ eserinde Türklerin Yecüc Mecüc olmadıklarını kaydetmektedir.
Bu bakımdan seddin Türkleri korumak için inşa edildiği sonucu çıkarılabilir, bu
nazariyede olan teoriler de zaten mevcuttur. Hanname de ise Türki bir kavim
olan Özbeklerin Yecüc ve Mecüc diyarında yaşadıkları, bu diyardan bazen çıkıp
Oğuz Kağan soyuna dahi rahat vermedikleri iletilmektedir. Buna göre Türk
kavimlerinin hepsi değilse bile bir kısmı Yecüc Mecüc olmaktadır.
Latin kozmograf
Aethicus İster 7.-8. yüzyılda kaydettiği bilgilerde Türkleri Yecüc ve Mecüc
soyundan sayar. Aethicus’un kendisindan sonra gelen yazarları etkilediği
bilinmektedir. Aynı devirlerde yaşayan İrlandalı keşiş Salzburg’lu Vergilius da
aynı kanaattedir. Bu kanaat sonraları ortaya çıkacak olan protestan öğretisinin
de bir öğesi olmuştur. 16. yüzyılda protestanlığın ortaya çıkmasını sağlayan
Martin Luther bir Fransisken kesişi olan Johann Hilten’den esinlenerek yazdığı
iddialarında, Türklerin vahşi Yecüc soyu olduklarını, Papa’lıgın ise Mecüc
olduğunu öne sürüyordu. Ona göre Türklerle mücadelede ölen herkese cennetin
kapısı açılmaktaydı, ve Türklerle sonuna kadar savaşılmak zorundaydı.
İslam kaynaklarına
baktığımızda ise Türklerin sıkça Yecüc ve Mecüc kavminden, ki bazen bu kavmin
insanoğlu değilde kötülük getirecek yaratıklar oldukları düşünülmüştür,
geldikleri yazılmaktadır. Kehf Süresi dışında Enbiya Süresi’nin 96 ve 97.
ayetinde Yecüc ve Mecüc hakkında şu şekilde bahsedilmektedir: ‘Yecüc ve Mecüc (un sedleri) açıldığında,
onlar her bir tepeden akın ederler; 97- Gerçek olan vaat yaklaşmıştır, işte o
zaman, inkar edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: “Eyvahlar bize, biz
bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik”
(diyecekler).’
Mahşer Günü’ne
atıfta bulunan bu ayet hadislere de yansımıştır. Hadislere baktığımızdaysa,
Ahir Zaman ve kıyamet habercisi olan Yecüc ve Mecüc kavimlerinin Türklerle
Moğollar olabileceği rivayet edilmiştir. Gerek Buharı gerekse Müslim gibi sahih
olarak kabul edilen hadisçilerin de kaydettiği bu hadislerin sahihliği şüphe
uyandırıcıdır. İsrailiyatın etkisinde olduğu aşikar olan bu değerlendirmelerin
Türkler hakkında pekte olumlu olmadığı ortadadır. Türklere karşı düşmanca
tutumun Avrupa dışında, Arap-islam aleminde de rastlanılmasının temel bazı
sebepleri vardır. Bunlar şunlardır:
1. Gerek
israiliyatçılar gerekse Arap-islam alemi kuzeyden gelecek olan ve kıyametin
habercisi olan yakıcı ve yıkıcı (Yecüc-Mecüc) bir kavmin ortaya çıkacağına
inanmaktaydılar. Avrupalılar için bu (meçhul ve bilinmeyen, uzak diyarlardan
gelen) Yecüc ve Mecüc kavmi önce Hunlar, sonrasında ise Osmanlılar olmuştur.
Osmanlılar Yecüc ve Mecüc olmak dışında bir de yine kıyamet alameti olan
‘Deccal’ olarak değerlendirilmişlerdir. Araplar içinse bu kuzeyden gelen kavimler
Türkler ve Moğollar olmuştur.
2. Gerek
israiliyatçılar için gerekse Arap-islam alimleri için Türkler, Yecüc ve Mecüc
kavminden olmaları nedeniyle, Tanrı tarafından bayağılığa bulaşan hristiyan ve
Arap-islam alemini cezalandırmak için yollanan kavimdir. Avrupa Hunlarının ulu
hakanı Atilla’nın Avrupalılar tarafından ‘Tanrı’nın Kırbacı’, her ne kadar
sahih olmadığı bilinse de Kaşgarlı Mahmut’un eserinde neşrettiği ‘Ulu ve Aziz olan Allah diyor ki; Benim Türk
ismini verdiğim ve doğuda yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki, her hangi
bir kavme karşı gazaba gelecek olursam o Türk askerimi işte o kavmın üstüne
saldırtırım’ hadisi ile son olarak Osmanlı İmparatorluğuna Avrupa’da bu
minvalde bakılması ilginçtir. Her ne kadar Yecüc ve Mecüc soyundan olmanın övünelecek
tarafı olmasa da, ‘Tanrı’nın Ordusu’ olmak yeryüzünde edinilebilecek en anlamlı
vasıflardan biridir. Türklerin de bu ünvanı sahiplendiklerini çeşitli
tarihlerde görmekteyiz.
3. Türklerin
Avrupalılar ve Araplar tarafından sevilmemesinin nedenlerinden biri de,
Türklerin hem Avrupalıları hem Arapları kendi toprakları üzerinde alt etmiş
olmalarından kaynaklanmaktadır. Savaş sanatı konusunda usta olan Türklerin,
kendilerini dev aynasında gören yerleşik kavimleri ve medeniyetleri bir çırpıda
ezebilmesi haset ve kine sebebiyet vermiştir. Araplardaki Türklere karşı
olumsuz tutumun sebeplerinden bir başkası ise islam bayraktarlığını Türklere
kaptırmış olmanın verdiği acıdır. Uzun bir süre Türk ve Farisilere ‘mevali’
diyerek ikinci sınıf dindaş muamelesi yapan, ve açık bir şekilde ırkçı bir
tutum sergilemiş olan Araplar için Türklerin hakimiyetini kabul etmek zorunda
kalmak, hazmedilmesi kolay olmayan bir konu olsa gerek. (Her ne kadar Türklerin
hükümranlığı hadislerde açıkça iletilmiş olsa da.) Bu hazımsızlığı ise, Yecüc
ve Mecüc gibi tefsire muhtaç konuların Türklere atfedilerek, Türklerin
kötülenmesine vesile olan bahislerde görmekteyiz.
Kısacası,
Türklerin Yecüc ve Mecüc kavminden oldukları sıkça dile getirilmiş, ve belkide
gelecekte de dile getirilecek olan bir konudur. Bu iddialar bilhassa israiliyat
ve hadisler gibi dini temelli rivayetlerde bulunmakla birlikte, bu rivayetlerin
Türklerin hüküm sürdükleri ve güçlerini aleme gösterdikleri dönemlere denk
gelmesi içten içe oluşmuş haset ve kinin aynasıdır. Türkleri kötülemek için öne
sürülmüş olan bu iddialar, Türklerin yaydığı korkunun çapını göstermekle
birlikte, Türklerin kökenini açısından, her ne kadar çok ilgi çekici olsa da,
değerlendirmeye alınacak kadar objektif ve tarafsız değildir. Türklerin Yecüc ve
Mecüc olduklarını iddia etmek, saçmalamak ve çekememezilikten ibaret olan
hezeyanlardır.
***
Türkler hakkındaki
israilyata ve Arap kaynaklarına dayalı soy teorilerinin bir diğeri ise, Türklerin
Nuh oğlu Yafes oğlu Gomer oğlu Togarma’dan geldikeleri iddiasıdır. Yahudi ve
Araplar kaynaklarında Türkler ve tüm Türk topluluklar Togarma soyuna
bağlanmıştır. Türklerin bu savı diğer teorilere nazaran fazla bilmediklerini
zannetsem de, musevi Hazar kağanı Yusuf’un, Endülüslü bir Yahudi’ye yazdığı
mektupta bunu tasdik etmesi ilginçtir.
Bu listelerin
çoğuna Hazarlar büyük evlat olarak gözükürken, birinde büyük oğul Uygur olarak
görülmektedir. Bu iki boyun yanısıra Avar, Oğuz, Peçenek, Bölgar, Sabar, Oğuz,
Onoğur (Macar), (Gök)Türk ile Türki ve Turani olmayan Alanlar boy
göstermektedir.
***
Türkler hakkında olumlu ve olumsuz bir çok
hadis mevcut olsa da, bu yazının devamında ele alacağım hadisler sadece ve
sadece Türklerin kökenine, daha doğrusu ‘Kanturaoğulları’ olmaları ihtimaline
dair olan hadislerdir. Türklere dair hadisleri eserlerinde toplamış ve
bunlardan çıkarımlar yapmış olan Zekeriya Kitapçı, bazı hadislerde Türklerden
‘Kanturaoğulları’ diye bahsedildiğini dile getirmektedir. Daha önce Kantura’nın
kim olduğunu izah etmiştim. Tekrar hatırlatmakta bir fayda görüyorum; Kantura,
Tevrat ve İncil’de ‘Ketura/Keturah’ diye geçen ve Hazreti İbrahim’in üçüncü ve
(Sara(h) ile Hacer’e nazaran) pek bilinmeyen zevcesidir. Tıpkı Sara ve
Hacer’den olduğu gibi, Hazreti İbrahim’in bu zevcesinden de çocukları olmuş ve
soyu yürümüştür. Sara’dan ‘İsrailoğulları’ ve yahudilerin, Hacer’den ise
Arapların türedikleri yaygın ve kabul edilmiş inanışlardır. Türklerin ise
Keturah soyundan geldikleri fazla bilinmeyen ve üzerinde pek durulmamış bir
savdır.
Türklerin
‘Kanturaoğulları’ndan olduklarını belirten hadislerin kökeninde Hazreti İbrahim
ve zevcelerine dair israiliyatta mevcut olan iddialardan istifade edildiği
düşünülebilir. Nitekim daha önce de yazmış olduğum gibi, israiliyata göre
Hazreti İbrahim, Hazreti Nuh’un oğullarından Sam’ın kızı Sarah ile, Ham’ın kızı
Hacer ile ve Yafes’in kızı Keturah ile evlenmiştir. Yafes’in Türklerin
atababası sayıldığını unutmamak gerekir.
İsrailiyat
dışında, israiliyatın etkisinde kalmış olmakla beraber, İmami’nin Özbeklerin
seceresini yazdığı Hanname’de Türkmenlerin Yafes’in kızı Vajile’den türediği
iletilmektedir. Vajile’nin Keturah olup olmadığı bir muamma olmakla birlikte,
bu kayıt Türkmenlerin (Oğuzların) ırken ve soyca diğer Türklerden farklı
olabileceğine dair bir işarettir.
Bu bahiste irdelenmesi
gereken hususlardan biri Hazreti İbrahim’in menşei, çevresi ve yaşadığı
dönemdir. Hazreti İbrahim’in Mezopotamya diye bilinen bölgede, Dicle ve Fırat
nehirleri arasında bir yerde doğduğu görüşü hakimdir. Bunun dışında Hazreti
İbrahim’in Sümerler çağında yaşamış olabileceği yine hakim bir görüştür.
Günümüzde Türklerle Sümerlerin bağına dair onlarca kitap ve makale
yayımlanmaktadır. Kısacası, sanılanın aksine Hazreti İbrahim kesinlikle Yahudi
ırkından değildir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de de zaten Hz. İbrahim’in Yahudi ve Nasranı olmadığı iletilmektedir.
Hazreti İbrahim ve Nemrut hakkında araştırmalar yapmış olan I. Semahaddin Cem
ise Hz. İbrahim’in Sümer Türkü olduğunu düşünmektedir. Elbette Hazreti
İbrahim’in Türklüğü irdelenmesi gereken bir mevzu olmakla beraber, bu yazının
konusu değildir.
Konuya dönecek
olursak, Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı ‘Hz.
Peygamber'in Hadislerinde Türkler’ isimli eserinde konuya dair şu hadisleri
zikretmektedir:
´Abdullah ibn Mesut´tan rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber şöyle buyurmuşlardır; ‘Türkler size dokunmadıkça sakin sizde Türklere
dokunmayınız. Çünkü, Allahın ümmetime vermiş olduğu bu mülk ve saltanat
nimetini ilk defa bu Kanturaoğulları onların elinden çekip alacakalrdır.’
‘Hüzeyfe bin el-Yamanı’den bildirdiğine göre Hz.
Peygamber şöyle buyurmuşlardır; Yakın bir gelecekte Kanturaoğulları Irak
ahalisini Irak’tan çıkaracaklardır. Sanki ben bunu gözlerimle görür gibiyim.
Onlar kısık gözlü, yassı burunlu, değirmi yüzlü insanlardır.’
‘Abdullah bin Amr bin el-Aş’tan rivayet edildiğine
göre o şöyle demiştir; Pek yakın bir gelecekte Kanturaoğulları sizi Irak
topraklarından sürüp çıkaracaklardır. Bunun
üzerine ‘Bundan sonra tekrar Irak’a dönecek miyiz?’ dedim. O da bana ‘Bunu
arzu ediyor musunuz?’ diye sordu. Bende ‘evet’ dedim. O zaman ‘Sonra
döneceksiniz. Orada sizin gönül ferahlığı ile yaşayacağınız bir hayat
olacaktır.’
‘Ebi Bekreden rivayet edildiğine göre. Hz. Peygamber
şöyle buyurmuşlardır: ‘Basra veya Büsayra denilen bir yer vardır.
Kanturaoğulları oraya gelir ve Dicle nehri kıyısında bir yere inerler (ve oraya
yerleşirler.’
‘Ebi Bekreden rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber
şöyle buyurmuşlardır; ‘Ümmetimden bazıları Dicle nehrinin kıyısında ve Basra
adı verilen bir düzlüğe ineceklerdir. Bu şehrin ahalisi çoğalacaktır. Ahir
zaman olduğunda, geniş yüzlü, çekik gözlü Kanturaoğulları buraya gelecek ve
nehrin kıyısına yerleseklerdir.’
‘Basra’nın zahidlerinden biri olan Selman bin
Rabia’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: ‘Bir defasında Abdullah bin
Amr’ı ziyarete gelmiştik. O huzurundakilere şöyle diyordu: ‘Çok yakın bir
gelecekte ‘Beni Kantura’ ortaya çıkacak, onlar Horasan ve Sicistan halkını
önlerine katacak buralardan sürup çıkaracaklar ve daha sonra atlarını Ubulle
hurmalıklarına bağlayacakalardır.’
‘Selame bin Melih’ten rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir: ‘Biz bir defasında Abdullah bin Amr’ı ziyarete gelmsitik. O bize; ‘Kimlerden siniz?’ diye sordu. Bizde ‘Irak ehlindeniz’
dedik. O zaman Abdullah bin Amr şöyle dedi: ‘Allah’tan başka bir ilah olmayan o
Zata yemin ederimki: ‘Kanturaoğulları sizleri Horasan ve Sicistandan sürüp
çıkaracak ve Ubüllüye yerleşeceklerdir.’
Üstte eklediğim yedi hadisin yekünü Kanturaoğullarına dair olmakla
birlikte, hadislerin çoğunda Kanturaoğullarının Türkler olduğu açıkça ifade
edilmemiştir. Hadisleri yorumlayarak baktığımızda Türklerin Kanturaoğulları
oldukları ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu yassı burunlu, çekik gözlü ve değirmi
yüzlü insanlar ilk etapta Irak’a girmiş, sonrasında ise Dicle ve Fırat
nehirlerine ulaşacakları iletilmiştir. Bu, Türklerin Ortadoğu’ya ve Anadolu’ya
girişini belirten ifadelerdir. Tarihte Türkler dışında Ortadoğu’ya böyle bir
hareket içerisinde bulunmuş bir kavim yoktur. ‘Türkler size dokunmadıkça sakin sizde Türklere dokunmayınız. Çünkü,
Allahın ümmetime vermiş olduğu bu mülk ve saltanat nimetini, ilk defa bu
Kanturaoğulları, onların elinden çekip alacakalrdir’ hadisi de zaten bunu
desteklemektedir. Türkler sadece Ortadoğu’ya girmemiş, ayrıca islam
bayraktarlığını da ellerine almışlardır.
Fakat Kanturaoğulları ve Kantura gerçekten Türki midir? Hadis ve
israiliyat dışındaki kaynaklara baktığımızda Kantura’nın menşeine dair bir
takım ilginç ipuçları bulmak mümkündür.
İbn’ül İbri’nin ‘Tarihu
muhtasaru’d-düvel’ adli eserinde ve ‘Abu’l
Faraç Tarihi’nde açıkça Hazreti İbrahim’in Türk hakanının kızı, ‘Bint
malik-ül Türk’, Kantura ile evlendiği yazılmaktadır. Zekeriya Kitapçı’nın
Kantura Hatun diye andığı Keturah’nin hangi Türk hakanının kızı olduğuna
gelince; Nahla Kalfa ‘Tarih-u mülük
el-müslimin’ eserinde Hazreti İbrahim’in çağdaşı olarak Oğuz Han’ı işaret
etmektedir. Yani Hazreti İbrahim üstte belirttiğim verilere göre
Türk(men)lerin, Oğuzların efsanevi atası Oğuz Han’ın kızı Kantura Hatun ile
m.ö. 18. asırda evlenmiştir. El-Muhabber’in ilettiğine göre Hazreti İbrahim,
Kantura’dan doğan üç erkek çocuğunu, Medun, Üsbuk ve Suhu, ‘Doğu ciheti’ne,
yani Oğuz Han’ın ülkesine göndermiş ve; ‘Yeryüzünün
en hayırlı kimseleri ve dünya hükümdarları olmaları bütün dünyaya hükmetmeleri’
için dua etmiştir. Yafes soyunun hep hükümdar olduğunu başka bir hadiste daha
önce okumuştuk.
Hazreti İbrahim’in oğullarını yolladığı toprakların Horasan
diyarını işaret ettiği ve bu bölgenin mayasının Türklerden oluştuğunu hem
el-Muhabber hem de el-Cahiz iletmektedir. Bu minvalde düşünecek olursak,
Horasan diyarının ta ezelden beri Türk yurdu olduğu iddia edilebilir. Bu sav da
zaten İranlıların ‘Avesta’sında geçen hikayeyle örtüşmektedir. (Bu konu başka
bir yazıda irdelencektir.)
Konu hakkındaki iddialar bunlardan ibaret değildir. Kazan’lı
tarihçi Muhammet Murat Remzi ‘Telfiku’l-Ahbar’
isimli eserinde Kantura Hatun’un ismi üzerinde duruyor ve bu yoldan ilerleyerek
çıkarımlar yapıyor. Ona göre Peygamber Efendimiz ‘Kan-Turaoğulları’ derken
‘Kan-Turanoğulları’ demek istemiştir. ‘Kan’/’Han’ Türkçede ‘hükümdar’ manasına
gelmektedir, ‘Turan’ kelimesi ise genel olarak Türk topraklarına verilen
isimdir. Kısacası, Remzi’ye göre ‘Kanturaoğulları’ ifadesi aslında ‘Turan
ülkesi hanının oğulları’ anlamında kullanılmıştır.
Elbette gerçeği yüce Allah bilir, fakat Türklerin Hazreti İbrahim soyundan gelmeleri bahsi üzerinde durulması ve araştırılması gereken ilginç bir mevzudur. Konu henüz kapanmış değildir, bırakın kapanmasını, daha doğru dürüst açılmış değildir. Gerçeğin bir gün çıkmasını dileyerek bu yazıyı sonlandırıyorum.
Hz. Muhammet(s.a.v) hadislerinde Türkler
“Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; bir defasında Hz.
Peygamber’in huzurunda El-Acem; yabancı kavimler konuşuldu, onların
durumları dile getirildi. Hz. Peygamber bu münasebetle buyurmuşlardır
ki; onlarla veya onlardan bazıları ile birlikte olmam benim için,
sizlerle veya sizlerden bazıları ile birlikte bulunmamdan daha
güvencelidir”. (et-tirmizi, sünen-i tirmizi)
Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste Hz. Peygamber iki
parmağını birbirine sürterek aynen şöyle buyurmuştur; “kıyamet kopmadan
önce sizler çarık giyen bir kavim (Türkler)le mutlaka çarpışacaksınız”
Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber buyurmuştur ki;
“sizler küçük çekik gözlü, kırmızı benizli, yassı burunlu, yüzleri sanki
örs üstünde dövülmüş ve üzeri derilerle kılıflı kalkanlar gibi sağlam
bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça, kıyamet kopmayacaktır. yine
sizler, kıldan örülmüş çarıklar giyen bir kavimle (Türklerle)
çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır” (El-buharî, Sahihu’l-buhari, Mekke,
1376. vı.s.35.)
Görüldüğü gibi bu hadiste iki kez çarpışmadan söz ediliyor. Şahsi fikrimce ilk çarpışma büyük değişikliği, ikincisi ise gerçek kıyameti kastetmektedir.
Huzeyfe b. El-Yemanî’den bildirildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır; “yakın gelecekte Kantura oğulları Irak ahalisini Iraktan
çıkaracaklardır. Sanki ben bunu gözlerimle görür gibiyim. Onlar kısık
gözlü, yassı burunlu, değirmi yüzlü insanlardır”(Asım, a.Ebu’l-Kemal,
Kamus okyanusya tercümesi, İstanbul, 1305, ıı.s.646)
Hz. Peygamber’in amcası ve Hz. Ali’nin babası olan Ebu Talip bir
şiirinde şöyle der; “düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor.
halbuki onlar bizim Türk ve Aftalitler’in kapılarına sığınmamızı
isterler. Allah’ın evi (Kâbe’ye) and olsun ki; sizler yalan
söylüyorsunuz. İşleri karma karışık etmeden ne Mekke’yi terk, ne de
buralardan Türk yurtlarına göçüp gitmeyeceğiz. Allah’ın evi (Kâbe’ye)
and olsun ki; sizler yalan söylüyorsunuz. Biz Muhammed’e, göğsümüzü
siper edecek; onun etrafında çarpışacak, o’nu (sonuna kadar)
koruyacağız….” (İbni Hişam, Es-Sire, Mısır 1955, ı., s.275)
Görülüyor ki Araplar bu sözlerden çok sonra gün gelip Türklerin kapısına
sığınmışlar, ve bir de onları(bizi) arkadan vurmuşlardır.
Halife Hz. Ömer şöyle demiştir; “Türkler ne yaman bir düşmandır. Onların
(düşmanlarına) verecekleri (ganimet) çok az, alacakları ise pek çoktur”
(El-Câhız, Fezâilü’l- Etrak, ı. s.58). Yine Hz. Ömer bir keresinde Hz.
Peygamber’in bu konudaki hadisinden hareketle şöyle demiştir; “yüzleri
deriden kalkan gibi yuvarlak ve geniş, gözleri sanki nazar boncuğu gibi
olan kavimlerden çekininiz. onlar size ilişmedikçe siz de onlara
ilişmeyiniz”(Nuaym b. Hammad, El-Fiten, s.1226)
İbn Abdi Rabbih’in dediğine göre Kerbelada Yezid’in adamları tarafından muhasara altına alınınca Hz. Hüseyin Yezid’in temsilcisi Ömer b. Saad’a şöyle demiştir; “ey Ömer! benim için şu üç şıktan birini seç; ya beni bırakırsın geldiğim gibi geri dönerim veya Yezid’e emniyetle gitmemi sağlarsın, elimi onun elinin üstüne koyarım yahut da Türk yurtlarına çekip gitmeme müsaade edersin. Orada kalır ve ölünceye kadar Cihad ederim” (Et-Taberi, v.s.393)
Kantura İbrahim'in eşlerinden üçüncüsü olduğu düşünülen kadın.Tevrat'ta adı Keturah olarak geçer. Hadîslerde de yer bulmuştur. Aslında o hadislerde geçen Kantura'nın İbrahim'in eşi olduğu belirtilmemiştir. Hadislerde Kanturaoğulları'nın Doğu'da olduğu, bir gün gelip İslam hakimiyetini Araplar'dan söküp alacağı anlatılır. Ama bu Kanturaoğulları'nın kim olduğu ile ilgili bilgi verilmez. Daha sonraki yüzyıllarda gelenler, Kantura'yı Tevrat'ta da adı geçen Keturah ve Kanturaoğolları'nı da Türkler olarak yorumlamışlardır.
Bu düşünceye göre, İbrahim'in eşi Sare'den olma İshak'ı yanına (Babil yakınları) almış, diğer eşi Hacer'den (Hagar) olma İsmail'i Mekke'ye (eski adı Bekke) bırakıp Sare'nin yanına dönmüştür. Diğer eşi veya bir rivayete göre cariyesi olan Kantura'dan olma birkaç oğlunu da Tevrat'ta anlatıldığı üzere çok uzak ve kurak bir yerlere göndermiştir. O oğulları İbrahim'e gidip ağlayarak kendilerini o kurak ve uzak beldelere göndermemesini istemişler, ancak İbrahim bunun kendisine Allah tarafından emredildiğini anlatarak onları göndermiştir.
Bu kişiler Orta Asya'ya gidip yerleşmişler ve oradaki Hunlar'ın arasında çoğalmışlardır. Türkler'deki Han soyunun asil ve kutlu sayılmasının sebebi ve onlara yöneticiliğin Tengri tarafından verildiği inancı buradan geliyor olabilir.
Kantura adının kökeni ve Kantura'nın etnik kökeni de tartışmalıdır. Bu ismin Türkçeden geldiği ve Prototürkçe bir kelimenin söyleyiş farkıyla oluştuğu düşüncesi doğruysa Kantura da zaten bir Türk olmalıdır. Zaten Tevrat'taki inanışa göre, İbrahim'in evlendiği üç kadından biri Sare'dir ki bu Sami ırka mensup olup onun oğlu kendi memleketine yerleştirilmiştir. Hacer Mısırlı yani Hami olup o da o bölgeye yakın olan Mekke'ye yönlendirilmiştir. Kantura ise Yafes oğullarından, yani Türk'tür ve oğulları kendi coğrafyalarına gönderilmiştir.[1]
Süryani tarihçi Malatyalı Ebu'l Ferec'in bir eserinde İbrahim peygamberin Türk padişahının kızı Kantura ile evlendiği yazılmaktadır. Yine Kazanlı Mehmet Murad Remzi'nin Telfik'ül-ahbar eserinin 1908 Orenbourg baskısının birinci cildine göre Kantura ismi Han-ı Turan yani günümüz Türkçesiyle Turan hakanının bozulmuş şeklidir.[2]
DÜNYA MEDENİYETİNDE TÜRKLERİN PAYI
TEVRAT'ta geçen TERAH adının da, TURHAN veya HERODOT'ta geçen TYRRHEN kelimesine yakınlığı açıktır.
Yine TEVRAT'ta ALLAH'ın Hz. İBRAHİM'e bir hitabı var ki, Hz. NUH'un duasına cevap gibidir:
- "Seni BÜYÜK MİLLET edeceğim! Ve seni MUBAREK kılacağım! Seni mubarek kılanları, mubarek kılacağım! Ve sana lânet edene, lânet edeceğim!.. YERYÜZÜNÜN BÜTÜN KABİLELERİ, SENDE MUBAREK OLACAKTIR!.."
(Tekvin, 12. Bab)
Bilindiği gibi Hz. İBRAHİM'in HACER adlı cariyesinden Hz. İSMAİL dünyaya geldi... Karısı Sara'dan da Hz. İSHAK doğdu... Hz. İSMAİL yüce Peygamberimiz Hz. MUHAMMED'in atasıdır... Hz. İSHAK da İsrailliler'in atasıdır.
Rivayete göre, Hz. İBRAHİM'in KANTURA adında bir eşi daha vardı. Bu mubarek kadın da TÜRK boylarının anası, atası idi... Peygamberimiz TÜRKLER'den KANTURA OĞULLARI diye söz ederdi. Hatta bu sebepten 9. Asırda müslüman olup halife etrafına toplanmaya başlıyan TÜRKLER, soyları sorulduğunda, "Babamız İBRAHİM, amcamız İSMAİL" derlerdi!.. (20)
Yahudiler Hz. İBRAHİM'in bu ifadesinin kendilerini kastettiği zehabına kapılarak BÜYÜK İSRAİL, hatta DÜNYA HAKİMİYETİ hayali peşinde koşarlar!
Halbuki KUR'AN'daki Yahudiler'i suçlayan ve lânetleyen ifadeler, böyle bir kutsama varsa bile ortadan kalktığını göstermektedir. Yahudiler KİTAB-I MUKADDES'in ZEBUR'dan (MEZMURLAR) sonraki bölümlerde bile kınanır... Bu yüzden pek çok kere kıyıma ve sürgüne uğramışlar, ancak hiç bir zaman bundan ders almamışlardır!.. Halen de Filistinliler'e, Lübnan'da, Irak'ta Araplar'a zulmedip durmaktadırlar!
Biz Irak'ta 2004-2007 yılları arasında "mezhep çatışması" diye gösterilmek istenen olayları, Sünniler'in Şiilere'e, Şiiler'in Sünniler'e saldırması olarak görmüyoruz!.. Bunda mutlaka İsrail ve Kürt Yahudiler'in parmağı var!.. Bazı zavallıları kandırıp her iki gruba da onlar saldırtıyor, ve Irak'ın bir iç savaşla iyice zayıflamasını amaçlıyorlar! En büyük destekleri de Amerikalılar!.. Kısacası, Yahudiler'in yeni bir derse ihtiyaçları vardır!
HZ. İBRAHİM'e yapılan o İLÂHÎ HİTAP, HZ. NUH'UN DUASI gibi Yahudiler'i değil, TÜRKLER'i kastetmektedir!.
Öte yandan KUR'AN-I KERİM'de de TÜRKLER'e işaret vardır ve TEVRAT'taki ifadeyi pekiştirir:
- "Ey iman edenler!..İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) ALLAH bir kavim getirir ki, onları sever. Onlar da O'nu severler... Onlar müminlere karşı mutevazı, kâfirlere karşı zorlu olurlar. ALLAH yolunda cihad ederler. (Kendilerini) yerenlerin çekiştirmesinden yılmazlar. Bu (özellik) ALLAH'ın bir inayetidir ki, onu dilediğine verir." (Maide Suresi, 54. Ayet)
Çok şükür ki, TANRI bu lütfu TÜRKLER'e vermiştir! Gerçekten de TÜRKLER inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır. Haçlı Seferlerine karşı koyanlar Araplar değil, TÜRKLER'di!.. Arap Fatımiler Selçuklular'ı arkadan vurmuşlar, Haçlılar'ın işini kolaylaştırmışlardı. Haçlılar bu suretle Kudüs'ü ele geçirip müslümanları katletmişlerdi. (1098)
820 sene sonra 1. Dünya Savaşı'nda Araplar yine TÜRKLER'i arkadan vurmuşlar, ve Lavrence'in peşine takılarak ülkelerini Batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir. (l918)
Bu ihanet sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine'ye hükmedecek şekilde Arabistan'da söz sahibi oldular. Daha sonra İngiliz, Fransız ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus'u ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler. Hatta Rus İhtilali'ni bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbeycan'a el attılar. Eğer TÜRKİYE Batı'ya karşı Atatürk liderliğinde direnip galip gelmeseydi; bütün bu bölgede topraklar, zenginliklerin yanısıra İslam da elden gidebilirdi!
700 yıllık Endülüs'te bir tek müslüman bırakmıyan Batılı hıristiyanlar zaten bu amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir.
Öte yandan Peygamberimizin de TÜRKLER ile ilgili pek çok hadisi vardır. Bir tanesi şudur:
- "Sizler (Araplar) deriden çarık giyen bir kavimle (TÜRKLER) çarpışmadıkça, kıyamet kopmıyacaktır!"
Buradaki kıyamet sözü, ahiretteki kıyamet değildir. Her şeyin kökünden değişmesidir.
Gerçekten de 750 yılında Araplar TALAS Savaşı'nda TÜRKLER ile çarpışmışlar, onları yenmişler; ama bu savaştan sonra kitle halinde müslüman olan TÜRK ırkından HALKLAR, İSLAM DEVLETİ'nin hâkim unsuru haline gelmişlerdir. Arab'a dayalı her şey, kökünden değişmiştir.
Bir diğer hadis şöyle:
- "TÜRKLER size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız. Zira KANTURA OĞULLARI, ALLAH'ın (ilk önce) ümmetime (Araplar'a) verdiği saltanatı, (onların elinden) çekip alacaklardır." (21)
Bu hadis Peygamberimizden 1500 yıl önce inmiş olan TEVRAT'ta yer alan ve 2500 yıl önceki Hz. İBRAHİM'e ALLAH'ın vaadi olan:
- "Seni BÜYÜK MİLLET edeceğim! Seni mubarek kılanları mubarek kılacağım! Sana lânet edene lânet edeceğim!"
ifadesinin tam teyididir!...
Araplar bu nasihate uymamışlar, TÜRKLER'in üstüne yürümüşler, onları yenmişler, ancak sonunda saltanatı TÜRKLER'e devretmek durumunda kalmışlardır.
Ama en dikkat çekici hadis, aşağıdakidir.
Hz. MUHAMMED'e sorarlar:
- "MEVALİ nedir ya RESULULLAH?.."
- "Onlar sizin azadlılarınızdır. Yani FARİS yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler: Ey Araplar!.. Siz fazla taassuba kaçtınız."
- "Siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız. Sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!"
Bu hadisteki MEVALİ, ARAP OLMAYAN'dır...FARİS, İRAN'dır...FARİS YÖNÜ, HORASAN'dır... GELEN KAVİM ise, TÜRKLER'dir!.. Çünkü dünyada TÜRKLER'den başka KÖLELİKTEN YÜKSELİP te HÜKÜMDAR OLAN bir MİLLET yoktur!..
Şu halde TÜRKLER, NUH TUFANI'ndan beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan; ve hem TEVRAT'ta, hem de KUR'AN'da övülmüş, DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA YAYILMIŞ bir MİLLET'tir.
_______________________________
(20) Kürt bölücü Cemşid Bender, sırf bölücülük uğruna TÜRKLER'in atası Hz. İBRAHİM'i değil; onu ateşe atan Nemrud'u tutar! Nemrud'un Kürt kralı olduğunu öne sürer!... (Bak: Teori Dergisi, sayı 6, 1990)
(21) Kitapçı, Zekeriya , Hz. MUHAMMED'in Hadislerinde TÜRKLER, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1986, sf.96, 16
—Biblical Data:
One of the sons of Noah, and the ancestor of a branch of the human race called "Japhetites." Japheth and his two brothers, Shem and Ham, were born when Noah had attained his five hundredth year (Gen. v. 32). It is not clearly indicated which of the three brothers was the eldest. Japheth usually comes third in order (ib. vi. 10, vii. 12, ix. 18, x. 1), but in the genealogy of their descendants the order is inverted (ib. x. 2-22). The words "the elder" (ib. x. 21) are more probably applied to Shem. Still, it seems, from a comparison of Gen. v. 32, vii. 6, and xi. 10, that Japheth was by two years Shem's senior. Japheth with his brother Shem covered the nakedness of their father when he lay drunken in his tent, for which deed he received from his father the blessing that his descendants might extend over the surface of the earth and that Canaan should be his as well as Shem's servant (ix. 23, 27). Japheth was married before the Flood, and had his wife with him in the ark (vii. 13); but his seven sons were born after the Deluge (x. 1).
The name "Japheth" is derived, according to Gen. ix. 27, from the Aramaic root = "to extend," in allusion to the expansion of the Japhetites. Saadia and the modern lexicographers, as Gesenius and others, derive it from = "fair"; but this interpretation had already been rejected by Ibn Ezra.
As to the identification of Japheth with the Iapetos of the Greek mythology, see D. S. Margoliouth in Hastings, "Dict. Bible"; comp. also Sayce in "Tr. Soc. Bibl. Arch." 1883, p. 154. See Biblical Ethnology.
—In Rabbinical Literature: Japheth is considered by the Talmudists to have been the eldest son of Noah (Sanh. 69b; Gen. R. xxvi.). The reason why Shem's name always appears first is that the sons of Noah are named in the order of their ability (i.e., as wise men, among whom Shem excelled; Sanh. l.c.). According to the Midrash, the prosperity of Japheth is alluded to in Ps. i. 3: "and whatsoever he doeth shall prosper" (Gen. R. l.c.). In the act of covering Noah's nakedness it was Shem who first took "the cover"; but Japheth came afterward to help him and was repaid therefor in that his descendants Gog and Magog were granted burial (Ezek. xxxix. 11 et seq.; Gen. R. xxxvi.).
The words "yaft elohim le-Yefet" (Gen. ix. 27) are interpreted as alluding to the construction of the Second Temple by Cyrus, who was descended from Japheth (Yoma 10a). Bar Ḳappara interpreted the passage as meaning that the Law will be explained in the language of Japheth (Gen. R. xxxvi.; Deut. R. i.); R. Ḥiyya b. Abba, interpreting "yaft" as derived from the root , meaning "beauty" (see Japheth, Biblical Data), explains it more clearly thus: "The Law will be explained in the beautiful language of the Greeks, descendants of Japheth" (Meg. 9b). According to the Targum pseudo-Jonathan (ad loc.), the passage means that the descendants of Japheth will become proselytes and will study the Law in the schools of Shem.
When God blessed Noah and his sons (Gen. ix. 1), He in blessing Japheth promised that all of his sons should be white; and He gave them as their portion deserts and fields (Pirḳe R. El. xxiv.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder