1 Ekim 2017 Pazar

Mistik Yahudilerin kozmik öğretisi Kabala


"VAHDETİ VÜCUT FELSEFESİ": "NEW AGE FELSEFESİ"

İblis, melek boyutundan düşürülerek kovulduktan sonra insanoğlunun peşine düşmüş ve "kadim bir plan" çerçevesinde melanetlerini sürdürmüştür. İblis için insanoğlundan intikam almanın tek yolu, onu da "ebedi cehennem"e mahkum etmektir. Ebedi kurtuluş ise "Sonsuz Yüce Allah'a şirk koşmaksızın teslim olmak ve iman etmektir". Ebedi cehenneme mahkumiyetin tek koşulu da, "Sonsuz Yüce Allah'a şirk koşmaktır". Sonuç olarak "İblis ve ordusu" insanlık tarihi boyunca insanoğlunun, İslam'dan; Hak'tan sapması için onun yolunda oturmuş ve onu, "şirke-küfre" manipüle etmek için "insanoğlunun tüm zaaflarını ve zayıf noktaları"nı kullanmıştır. Bu profesyonelce saptırma planı ve yöntemleri, "sistematik bir felsefe"ye dönüştürülmüş; zamana ve toplumlara göre değişim gösterse de; özde aynı kalmıştır. Bu felsefenin özü şudur:
"Sonsuz Yüce Allah'ı örtmek; O'nun yüce sıfatlarının bir kısmını, başka bir şeye yahut inasanlara atfetmek; O'nun yüce hukuğunu çiğnemek; O'na çocuk yahut ortak uydurmak; O'na saygısızlık yapmak; O'nun elçilerini ve kitaplarını inkar yahut tevil etmek; O'nun tek merci-merkez-otorite-kral-güç ve hükümranlık sahibi olmasını, iftiralarla gölgelemek ya da bu yetkilerin bir parçasını bir başkasına atfetmek; meşruiyeti O'nun onayı dışında aramak; 'sevgi'yi sadece ve sadece O'na has kılmamak, 'Allah'ın onaylamadığı sevgi'yi kullanarak, insanlığı manipule etmek."
İşte İblis'in "saptırma felsefesi" bu unsurları içermektedir. Tüm eski kavimlerdeki bozulmuş dinler, yukarıdaki unsurların bir kısmını yahut tamamını içermektedir. İnsanlık geliştikçe, "İblis'in İslam'ı bozma, şirk dinine dönüştürme sinsi planları" da değişir ve dönüşür, ancak esas itibarıyla aynıdır: Şamanizm, totemizm, mistisizm, spiritüalizm, Budizm, Brahmanizm, paganizim, materyalizm, sufizm, Kabalizm, New Age vs...
Bugün "New Age Dini(Yeni Çağ Dini)'', dünyada gittikçe yaygınlaştırılan bir "lego dini"dir. Küresel sermayenin, İblis ilhamlarıyla yeşerttiği bu "küresel Deccal dini"; İslam'ın, yakın gelecekte dünyaya hakim olmasından kısa bir süre önce; "yaklaşansaat"in az bir zamanında dünyaya egemen olacak bir sapkınlıktır. Bu dinin yapımcısı, "İblis'in Lemurya şeytan toplumu"dur. Maalesef İblis, "yaklaşansaat"de dünya insanlığını bu havuzda toplamanın, "şeytani altın çağı" inşa etmenin eşiğinde bulunmaktadır.
"Lemurya şeytan toplumu"nun öncülüğünde; Doğu Asya "Mu" toplumlarından, Atlantik'te battığı tahmin edilen "Atlantis" toplumuna; oradan Mısır-Yunan-Roma, Sümer ve Kenan toplumlarına kadar bu "şeytani felsefe"yi aşılamıştır. Çağımızda New Age dini diye pazarlanan ve merkezinde "insanın tanrılığı" yalanı bulunan "sevgi dini(!)"; gerçekte "intikam dini"dir.
Tabii ki tarihte geriye gittikçe "insanın tanrılaştırılması"yla birlikte; "hayvan", "taş", "metal", "ağaç" vs. putları kullanarak "cin-şeytanlar"ın nasıl "tanrıcılık oyunu" oynadıkları açıkça görülmektedir. Bugün "doğu dinleri", her türlü kaba putperestliğin, Mu'dan bugüne kadar değişmeden geldiğini bize açıkça göstermektedir. Bununla beraber "cin-şeytanlar"ın, bu kaba putperestliğinin arkasında nasıl saklandıklarını bugün bile göremeyen zavallılar, şaşırtıcı derecede çoktur.
Bu şeytani "New Age" dininin önünde en önemli engel, "kitaplı büyük dinler"dir. Ancak bu dinlerin bozulması; "şeytani-şirk dini" haline dönüşmesi için İblis ve yandaşları, "özel yöntemler" geliştirmişler, aracı sınıf haline gelen "din adamları"nı ve "kibirli sufiler"i kullanarak uygulamaya koymuşlardır.
Hıristiyanlık, maalesef "İblis-Roma işbirliği" ile daha başlangıçta ifsada uğramış; özellikle havari olmayan; hatta İsa'nın düşmanı Tarsus'lu Yahudi Paul'un çabalarıyla "teslise"; "baba-oğul-kutsal ruh" tanrıcılığına dönüşmüş; çoklu "New Age insanperestliği"nin özel bir uygulaması olarak ortaya çıkmıştır. New Age; bir "yaratıcı ana-baba tanrı"dan ve "tanrılar"dan söz eder ki güya bu tanrılar; insanlar, cinler, melekler, ruhlardır. Bu Allah'ın ve insanlığın düşmanı tezgahtarlar; yani cin-şeytanlar, tarihler boyunca kendilerini elbette "ruhlar" ya da "melekler" olarak pazarlamışlardır. Hıristiyanlık, "sadece İsa, Tanrı'nın oğludur ve dolayısıyla Tanrı"dır der. Bu sebepledir ki Hıristiyanlık; hak bir peygamberi ilahlaştırarak "şirk dini"ne dönüştürmüş; şeytani New Age dinine karşı olmak yerine "işbirlikçi bir din" haline gelmiştir.
Gerçekte özü İslam olan Musevilik; kitaplı, çok peygamberli büyük bir dindir. Ancak zamanla bu dinde bozulmuş; din adamları kendi "nefsi-kavmi görüşleri"ni öne çıkarmışlar, "şeytanların rolü"nü unutmuşlar, hatta şeytanların varlığını, düşmanlıklarını kitaplardan çıkarmışlar ve "İblis'in tuzağı"na düşmüşlerdir. Böylece bir Yahudi tasavvufu olarak ortaya çıkan "Kabala felsefesi", tam anlamıyla bir "İblis felsefesi"dir. Bu felsefe, "tasavvuf felsefesi"nin; yani "Vahdeti Vücut" felsefesinin ve "New Age lego dini"nin de özünü oluşturmaktadır.
İnsanlığa gönderilmiş en son evrensel din İslam'ın kitabı Kur'an, her türlü tahrifattan uzak ve insanlığın elinde korunmuş olmasına rağmen; "din adamları"nın ve "tarikat-tasavvuf" erbablarının tefsir ve tevilleriyle kavramlar buharlaştırılmış; "Yaşanan İslam"da, "Kur'an İslam"ı olmaktan uzaklaşmıştır. Özellikle "Kabala felsefesi"nden beslenen "tasavvuf felsefesi"nin "vahdeti vücut" anlayışı, İslam'ın temellerini sarsmış; bu felsefe, İblis'in İslam'a tuzağı olmuştur.
İbni Arabi, döneminin Yahudi filozoflarından ve "kabala felsefesi"nden oldukça etkilenmiştir. Aynı devirde yaşayan kabalacı Moşe Şem Tov'un "adam kadmon"uyla, "vahdeti vücut"cu Arabi'nin "insan-ı kâmil"i aynıdır. İkisi de Aramice yazan aynı kaynaktan beslenen Kurtuba'lı iki filozoftur. "Kabala" ve "vahdeti vücut" bir madalyonun iki yüzüdür. Arabi, Yahudiler'le dostluk kurdu, Yahudiler'den "kabala"yı öğrendi ve böylece "vahdeti vücut" şeytani felsefesini geliştirdi. Arabi'nin en çok ilham aldığı kaynaklardan birisi olan "kabala felsefesi"nin özü şudur:

"Bütün ruhlar, İlahi Ruh'la birlikte sadece ve sadece bir bütün oluşturur. Tanrı, aynı anda birçok ve tektir. O, büründüğü sayısız şekle rağmen emsalsiz bir varlıktır, parça, bütünün yerine geçebilir. Yaratıcı, aynı anda hem bilgi hem bilen ve bilinendir, onunla birleşmemiş ve onun kendi özünde bulmadığı hiçbir şey var olamaz, var olan her şey O'dur. İsmin üstatları diye adlandırılan seviyeye ulaşmış mistikler, bu noktaya geldiklerinde Tanrı'dan farklı değillerdir(!)Tanrı ve Gerçeklik, soyut düşünceler değildir. Tanrı, kendini sonsuz sayıda parça halinde gösteren 'Birlik'tir(!) İnsanın, Tanrı'nın görüntüsünde yaratılmış olması bu demektir."

Arabi'nin "vahdeti vücut" felsefesiyle, "kabala felsefesi" arasında hiç bir fark olmadığını yukarıdaki ifadeler açıkça göstermektedir. İbni Arabi, kökleri İblis'e dayanan "antik felsefeler" ve "kabala"dan esinlenerek; "vahdeti vücut" felsefesini bir "şirk kanalı" olarak geliştirmiştir. Bu "şeytani felsefe"nin amacı; bizzat var olan, her şeyi yoktan var eden ve yarattığı hiçbir şeye benzemeyen Sonsuz Yüce Allah'la, yarattığı her şey arasında bir "bütün-parça" ilişkisi kurmaktır. Bu şeytani mantalite ile "vücut birliği" sağlanmış ve böylece de "Birlik(Tevhid)(!)" gerçekleşmiş olacakmış!.. Bizce de Arabi, bu yolla "İblis felsefesiyle birlik" sağlamış ve "şirkin en büyüğü"ne kucak açmıştır.

"Tasavvuf" ve özellikle de "vahdeti vücut felsefesi"nde ileri sürülen düşünce sistemlerinin tamamı, İblis'in tezgahında dokunmuş "abalar"dır. Bu "abalar"ı giyenlerin ve pazarlayanların, İslam'la hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, koyun postuna bürünmüş "kurt sufiler"dir, "şeytanın velileri"dir.

Sonuç olarak İslam etiketli "tasavvuf felsefesi"; Eski Mısır, Eski Yunan,"antik felsefeler"den, Hint-Budizm, İran-Mecusi, Yahudi-Kabala, Hıristiyan felsefelerinden beslenen ve İslam mahallesinde pazarlanan "İslam dışı bir felsefe"dir. Bu felsefe, beslendiği kaynaklar itibariyle, "İslam Denizi"ne açtığı "şirk kanalları"yla İblis'in amacına hizmet eden ve "Din'in Merkezi"ni, "Allah"dan "insan"a kaydıran "küfri bir sistem"dir.

O halde "insanda Allah'ın ruhundan bir parça vardır" tezi, İblis'in İslam'ı bozmak; "insanları tanrılaştırmak" için açtığı bir "tuzak kanal"dan ibarettir. Bu nedenledir ki İslam dışı tasavvuf felsefesinde; Tanrı'ya yaklaşmak(!); Tanrılaşmak(!) için birçok yol ve yöntemler ihdas edilmiş; İblis'in tuzağına düşülmüş; müridler maddi varlıklarını minimize ederek; riyazat yaparak, sözde Tanrı'ya ait ruh boyutlarını geliştirmeye çalışmışlardır. Bu yol ve yöntemler; İblis'in kucağına açılan kapılarla doludur.

Sonsuz Yüce Olan Allah ile yaratılmışlar; özellikle de insan arasında bir "yakınlık, benzeşim, dönüşüm" ön gören tüm felsefeler, insanı tanrılaştırmaya yönelik, şeytani sapkın yaklaşımlardır. Sonsuz Yüce ve Alemlerin Rabb'i olan Allah ile insan arasında hiçbir "bütün-parça ilişkisi", "yakınlık-benzerlik", "baba-çocuk", "yansıma", "ortaklık", "hisse ve yetki paylaşımı", "boyut atlayarak tanrılaşma" vb. gibi bir ilişki yoktur.
Bu konu "İBLİS'İN İSLAM'A TUZAĞI: "TASAVVUF FELSEFESİ" başlığı altında incelenmiştir. Biz burada "kabala" fesefesine dayanan "Vahdeti Vücut" felsefesiyle "New Age" felsefesi arasıdaki özdeşliği ortaya koyacağız. Bu iki felsefenin temel özellikleri aynıdır. Amaç İslam dinini bozup şirk dinine dönüştürmek ve insanlığı bu "Deccal Dini"nde buluşturmaktır. Bu "şeytani New Age felsefesi"nde insanlığı manipule etmek için sıkça kullanılan ve gerçek anlamından koparılmış kavramları şöyle özetleyebiliriz:
TERS-YÜZ EDİLMİŞ "İBLİSCE KAVRAMLAR"
1) "Bir", "Birlik(vahdet)" kavramları, İslam'dan çalınmış; "vahdeti vücut" anlamı verilmiş, birçok zayıf akıl sahiplerinin avlandığı "yem kavramlar"dır.
"Gerçek Tevhid"; yarattığı hiçbir şeye benzemeyen; herşeyi nurundan yaratan Sonsuz Yüce Allah'ın, ortağı olmayan Tek(Bir) İlah olması; ona boyun eğmiş tüm canlı-cansızlar gibi "insan ve cinler"in de ona köle olmasıyla oluşan "Bir"liktir. Gerçek "Tevhid" budur. İblis'in felsefesindeki "birlik", tam anlamıyla "vücut" birliğidir. Bu felsefeye göre İnsanlar, cinler, cin-şeytanlar, tüm yaratılmışlar, yani her şey; Tanrı'nın bir parçasıdır. İşte New Age'deki "Birlik" böyle çalıntı çarpıtılmış bir kavramdır.
2) "Sevgi" kavramı, en çok kullanılan bir yemdir. İblis ve yandaşlarının çok kullandıkları bu "yem-kavram"ın gerçek anlamı şudur: Sonsuz Yüce Allah, her şeyi sevgisiyle yarattı ve tüm canlılara sevgisinden verdi. Gerçek sevgi, Allah sevgisidir. Meşru sevgi, sadece ve sadece Allah'ı sevmektir, Allah'ın "sev" dediklerini sevmek, "sevme" dediklerini de sevmemektir ve sevgiyi, Allah'ın onayıyla varlıklara dağıtmaktır. Melekler ve ruhlar, Allah sevgisiyle yaşarlar. Müminin gıdası "Allah sevgisi"dir. Sonsuz Yüce Allah, tüm varlıkların sevgilerini yönelttikleri "Gerçek ve Tek İlah"tır. Sonsuz Yüce Allah, sevginin "kaynağı" ve "merkezi"dir.
İblis bu gerçeği bildiği için bu temel "İslam kavramı"nı alıp, onun merkezini değiştirmiştir. Merkeze, insanı koymuş, "kim olursa, ne olursa olsun sev" yemine dönüştürmüş; tarihler boyunca işlediği "sevgi edebiyatı"yla nice mistikleri, sufileri, din adamlarını ve insanları tuzağa düşürmüştür. Bugün, çağın dindarlarını ve dinsizlerini bu yemle avlamakta; aynı New Age havuzunda toplamaktadır. Başmelek Mikail postuna bürünen İblis'in ve tüm yandaşlarının celselerinde en çok tekrarlanan "yem kavramı" budur. Bu "sevgi" kavramının İbliscesi elbette "intikam"dır. İblis, kovulduğu zaman intikam yemini etmiştir ve demiştir ki; "Ademoğlu'nun yolunda duracağım, onu saptıracağım ve ondan intikam alacağım". "New Age Dini"nin en temel kavramı, işte böyle bir "sevgi"dir. Yani "sevgi" kavramı, "intikam" almak için manipulatif bir yem olarak kullanılmaktadır...
3) "Boyut atlama", "Tanrı olma", "Nirvana", "Tanrı'da yok olma", "ben O'yum, O ben" vs. bütün bunlar; İblis'in ürettiği, kibirli kulaklara hoş gelen yalanlardır. "Vahdeti Vücut", "Kabala" ve "New Age" üçlü felsefenin ortak yalanıdır. İnsanın, Tanrı'nın bir parçası olduğu, yahut Tanrılık cevherinden bir parça taşıdığı iftirası, kibirli zevata tekrarlanıp durmuş; allanıp-pullanarak bir "şirk kavramı" olarak pazarlanmıştır. Bugün de bu zehirli felsefe, insanoğlunun gözlerini kör etmiş; "sevgi, kardeşlik, dinlerin birliği" edebiyatı eşliğinde "Deccal Çağı"na kapı aralamıştır.
4) Birin oğulları, Işığın oğulları da, İblis'e tabi olan sapmış topluluklar için kullanılan çalıntı kavramlardır. Gerçekte Allah'a tabi olan İslam toplumları, "Bir'in köleleridir" ve "nurun(ışığın) takipçileridir". "Nur(ışık)", İslam'dır, "karanlık(zulumat)", "şirk-küfür ve şeytanlık"tır. İblis ve yandaşları "karanlığın oğulları"dır. Ancak İblis, bu hak kavramları alt-üst etmekte, kendisine tabi olanlara "ışıkçılar-ışık işçileri, aydınlıkçılar, aydınlanmacılar"; kendisine karşı olanları da "karanlık enerjiler" olarak yutturmaktadır.
İblis'in hayatı boyunca yaptığı iki şey vardır: Birincisi, "Sonsuz Yüce Allah'ın sistemi ve ilmi"nden çalmak. İkincisi çaldığı bu "gerçek kavramları ve olayları" ters-yüz etmektir. İblis, tam anlamıyla taklitçi bir maymundur. Sonsuz Yüce Olan Allah'ı taklit etmekten başka bir özelliği olmayan kovulmuş- aşağılık bir mahluktur.
5) "İnsanın kendisini sevmesi", "insanın hevasını sevmesi", "kendisini övmesi, kutlaması"; bütün bunlar şeytanca sözlerdir. İnsan, "akıl "ve "nefis"ten oluşur. "Nefs"in tüm arzu ve zekası "heva"dır. Her nefis kendisini sever ve herkese sevdirmek ister, hatta daha da ileri giderek kendisini(nefsini) ilahlaştırmak ister. Bu şekilde kibirlenerek topladığı güçle, "insanlığı" ve "ekini" mahvetmek ister. Tarihler boyunca ortaya çıkan kendisini beğenmiş zalim-kibirli nefisler; zulmün, katliamların, sömürgeleştirmenin, güce dayalı haksız emperyal sultanın ta kendisidir.
Sonsuz Yüce Allah, yarattığı nefsin, kim olduğunu bilmesini, kendisini övüp-ilahlaştırmak yerine; Tek olan Rabb'ine teslim olmasını, köle olduğu bilincine ermesini, haddini ve aczini bilmesini ister. Asıl sevmesi, övmesi ve kutsaması gereken Sonsuz Yüce Allah'tır. İnsanın Rab'bini tanıması ve Sonsuz Yüce karşısında cüceliğini görmesi için de Sonsuz Yüce Allah, yarattığı "nefisler"e (insanlara) meşakat içinde bir hayat ön görmüş; alın teriyle ekmeğini kazanmasını takdir etmiş; hastalık, açlık ve her türlü belalar yükleyerek terbiye etmek istemiştir.
Buna karşılık insanın, "heva"sını(arzu-isteklerini) sevmesi, kendisini sapkınca sevip-beğenmesi; kibirlenmesi, övünmesi, kendisini ve kavmini üstün görmesi; kişiyi şirke-küfre ve şeytanlığa götürmekle kalmamış; dünyayı ve insanlığı köleleştirme hayallerini kamçılamıştır. İşte İblis ve taifesi de, insanoğlunun zaaflarına dayandırdığı bu "felsefe"yi işleterek "sörf" yapmakta, insanları küme küme avlamaktadır.
Yukarıdan beri açıkladığımız "saptırılmış kavramlar"ı ve bu kavramalarla bağlantılı "şeytani felsefe"nin "alt kavramları"nı; yani "Vahdeti Vücut felsefesi"yle, "New Age felsefesi"nin özdeşliğini ortaya koyan "ortak kavramlar"ı aşağıda açıkça görebilirsiniz. Bugün, özellikle Batı toplumlarını etkiliyen "New Age felsefesi"nin temellerinin, tamamen "Vahdeti Vücut felsefesi"ne dayandığını söylemek daha doğru olur.
İşte bu iddiamızın kanıtları, işte İbni Arabi'nin "zırvalar"ı, işte " İblis'in melekleri(!)"nin celselerde salyalarını akıtarak fısıldadıkları "şeytani sözler"i... Buyurun siz karşılaştırın...
"VAHDETİ VÜCUT"(İBNİ ARABİ) NE DİYOR? "NEW AGE"(İBLİS) NE DİYOR?
1) "İnsan, Allah'ın sureti; alemler, bu suretin kendisinde yansıdığı ayna; Allah da, insanın sureti olduğu Zat'tır. Şu halde biz, Hakk'ı, hangi vasıf ile nitelemiş isek, bizde de o vasıf vardır. Çünkü suretleri farklı olsa bile, dua eden, icabet edenin aynısıdır."
1) "Eğer Tanrı'nın sizi görmesini istemezseniz, Tanrı göremez, çünkü Tanrı sizsiniz." (Tobias-İblis'in yardımcısı)
"Birlik, insanın kendisinin Tanrı olduğunu anladığı noktadır." (The group-Bir grup şeytan)
"Bir aynaya bakın, yaratanı görün."(Ra-şeytanı)
2) "Sadece kendine şükret ve sadece kendini kına."


2) "Kendine teşekkür et. Kendine teşekkür, tanrısallığın besini gibidir. Her şeyin üstünde, teşekkürü kendinize edin. Kendinizi onurlandırın ve kendinizi sevin.(Tobias-İblis'in yardımcısı)
3) "O halde, dini anlamıyla, ahiret hayatında bir azap ve mükafat yoktur."(Yani cennet-cehennem yoktur.)



3) "Cennetle cehennem yoktur."(Tobias-İblis'in yardımcısı)
"Tanrı, sizin cennete ya da cehenneme gitmenize aldırmaz, çünkü bunları Tanrı değil, siz yarattınız." (Kuthumi- şeytanı)
"Ödül ve ceza yok."(Kryon-İblis'in yardımcısı)
4)" Ben "sevgi dini" ile dinlendim, insanlar, "ilah" hakkında inançlar ortaya koymuşlardır, ben onların inandıklarının hepsine inandım. Aşığın sığınağı, ruhbanın manastırı, putlar için ev, tavaf edenin Kabe’si.Heva, sevgidir, ibadet edilen bütün suretlerdeki hakiki ma'buddur(Tanrı'dır) . O halde, her şeye sadece 'heva' ile ibadet olunur ve heva, kendinden dolayı ma'buddur(Tanrı'dır). O halde Heva, Allah'ın başka bir ismi, hatta en büyük ismidir."
4) "Sizin de nasıl Tanrı olduğunuzu anlamak, Ruh'un sizin için hep beslediği şefkati anlamaktır, tümüyle sevgi, en karanlık anlarınızda bile...O(Tanrı) basittir. O sevgi doludur. O koşulsuz sevgidir. Çünkü Tanrı, tam sevgi ve şefkattir size...yaptığınız her şeye….her bir küçük pis şeye….her bir küçük iğrenç, ayıp, edepsiz şeye… her şeye sevgi, sevgili dostlar.."(Tobias-İblis'in yardımcısı)


5) "O halde (Allah'tan) isteme ya da dua etmek, cehalettendir. Kamil sufi ise, hiçbir şey istemez. Sen ancak kendi nefsine hamdet. Bu durumda ise insan, sadece kendini övebilir. O bana hamd eder, ben de O'na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben O'na ibadet ederim."
5) "Her bir an'ı, her nefesi, ve her günü Tanrı olarak yaşamaya başlayın. İnsanlar her gün dua ediyorlar. Ne yazık ki, biz bunların tümünü duyuyoruz. İnsanlar derin bir acı içindeler ve Tanrı'ya yakarışlarda bulunuyorlar, "Sevgili Tanrım, bunu neden yapıyorsun?" diyorlar. Ve o sevgili Tanrı, her şeyden önce, "Ben senim" diyor."(Tobias-İblis'in yardımcısı)
6) "Arif'teki yaratma aracı, "himmet"tir. Himmet, mahiyetini kesin olarak bilemediğimiz bir kuvvettir. Arif, meydana getirmek istediği herhangi bir şeye himmetini yöneltir, o şey hemen meydana gelir; veya var olmasını istediği herhangi bir şeye himmeti yönelttiğinde, bu varlık meydana gelir." 6) "Siz de Tanrı'sınız. Siz her yönden yaratanlarsınız, bilseniz de bilmeseniz de sürekli yaratıyorsunuz.
Ve eğer herhangi bir şey yaratmak gereğini hissediyorsan, o zaman derin bir nefes al ve, "ben Tanrı'yım ve seçimim bu" de. " (Adamus- İblis'in yardımcısı)
Siz, Tanrı suretinde yaratıldınız. Siz, imgeleyebilen, ve tezahür ettirebilen ve bunu, maddeye dönüştürebilen bir Tanrı'sınız."(Tobias- İblis'in yardımcısı)
7) "Bende hayal kuvveti öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, Cebrail'in, Peygamber'in önünde bedenlenmesi gibi, sevgilim(Allah yahut meleği kastediyor-gerçekte şeytandır) hayalimin dışında sevgilim olarak bedenlenebilir. Artık, ona bakamam; o ise, bana hitap eder, ben de ona kulak veririm ve sesini işitirim."
7) "Ve bu arada biz – nasıl desek – rüya halinizde de size konuşuyoruz. Biz sizinle her an çok-boyutlu düzeylerde temastayız. Sizler, uyurken, rüya görürken, rehberler ve meleklerle, sizin kişisel varlık grubunuzla birlikte oturacak, ve planlamayı yöneteceksiniz."(Tobias- İblis'in yardımcısı)
8) "Çünkü Hakk'ın sürekli tecellisi olan alemler, ebedi olduğu gibi, aynı zamanda ezelidir."
8) "Tanrı, ezeli ve ebedi olan sonsuz uzayın en yüce kudretidir."(Ashtar-İblis'in yardımcısı))
9) "Sözün üzü, hakikat, çoklukta birlik, ya da birlikte çokluktur. Tektanrıcılık ile çoktanrıcılık, evrensel dinden başka bir şey değildir. Tektanrıcılık ile çoktanrıcılık arasındaki fark, "bir"le "çok" arasındaki fark gibidir."


9) "Tanrı, İbrahim'e geldi ve "Ben varım. Bir tane var" dedi. Böylece onlar biraraya geldiler ve o zaman tek bir Tanrı oldu. Onlar bir oldu." (Tobias- İblis'in yardımcısı)
"Hinduların tüm çok tanrıları, Tek Tanrı'nın hatırlatıcılarıdır. Birçok, Bir olur ve Bir de birçoktur." (Kryon-İblis'in yardımcısı)
10) "Alemlerden ayrı, ya da alemlerden başka bir şekilde var olan ve o alemleri denetleyen, hareketlerini idare eden ayrı bir varlık değildir Tanrı."



10) "Tüm varolanı anlayan ve kucaklayan tek bir varlık(Tanrı) yoktur."(Hatorlar- bir şeytan grubu)
"Tanrı denen bireysel bir varlık yoktur. Her gece gökyüzüne bakıp yıldızları gördüğünüzde, aslında engin bir ruhsal varlığın fiziksel bedenine bakıyorsunuz."(Omni- bir şeytan grubu)
11)Tek yaratıcı faaliyet Bir'dir ve O'nun faaliyeti iledir ki, her hangi bir tecelli etmiş nesneye yaratıcı denebilir.


11) "Siz yaratıcı kaynağın parçasısınız."(Kryon-İblis'in yardımcısı)
"Tüm insanlar, yaratıcı kaynaktan, Birlik'ten geldiniz. Sen de Tanrı'sın." (Tobias- İblis'in yardımcısı)
12) "Adem ilk gerçek dişidir. Çünkü Havva ondan doğmuştur. İkinci Adem yani Meryem, İsa'yı dünyaya getirirken aynı fiili tekrarlamıştır."

12) "Adem ve Havva ile ilgili yaratılmış olan asıl mecaz hakkında büyük bir yanlış anlama söz konusudur. O mecaz gerçekten Adam Kadmon (Kamil insan-Adem) ve aynı zamanda Havva, dişil enerjileri, dişiyi temsil etmektedirler. Meryem, Tanrıçayı temsil etmektedir." (Tobias- İblis'in yardımcısı)

28/05/2011
Kaynaklar:
1) Ebu'l-Ala Afifi, Fususul-Hikem Okumaları İçin Anahtar, çev. Ekrem Demirli,  İz Yy. İstanbul, 2006.
2) Muhyiddin-i İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye, Terc. Selahaddin Alpay, Esma Yy. İst. 2005.
3) İbni Teymiyye, Allah'ın Dostları ile Şeytan'ın Dostları Arasındaki Fark", çev. İ. E. Dal, Pınar Yy, 2003.
4) A. E. Afifi, Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, çev. Dr. Mehmet Dağ, Ankara İlahiyat F. Yy. 1975.
5) R. A. Nicholson, Tasavvufun Menşei Problemi, Çev. Dr. Abdullah Kartal, İz Yy. İst. 2004.
6) Ebu'l-Ala Afifi, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Terc. Ekrem Demirli, İz Yy. İst. 2000.
7) Prof. Dr. Cavit Sunar, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniv. İlahiyat Fakt. Yy. 1974.
8) James Churchward, Kayıp Kıta Mu, çev. Rengin Ekiz, Ege Meta Yy. İzmir, 2000.
9) Lee Carroll, Kryon Yeni Başlangıç, çev. Semra Ayanbaşı, Akaşa Yy, İstanbul 2002.
10) John L. Payne, Omni Yaradılışın Dört Prensibi, çev. Semra Ayanbaşı, Akaşa Yy, 2002.
11) H. V. Speer, Dünyalılara Bildiriler - Ashtar Sheran, çev. Yavuz Keskin, Ruh ve Madde Yy, İstanbul 1991.
12) L. O. Thyme, S. Orion, Lemurya Yolu, çev. Semra Ayanbaşı, Akaşa Yy. İst. 2004.
13) Shirley Andrews, Lemurya ve Atlantis, çev. Şenay Tufan, Kozmik Kitaplar, İst. 2004.
14) Kolektif, Ra Bilgileri, çev. Rengin Özer, Akaşa Yy, İstanbul, 1992.
15) Lightworker
16) Crimsoncircle
17) Kryon



ilk tek Tanrılı din kabul edilen Yahudilik son derece karmaşık ve mistik öğelerle doludur. M.S. 70 yılından itibaren Roma İmparatorluğu döneminde Akdeniz coğrafyasına yayılan Yahudiler, sürgün edildikleri bölgelerde yerel kültürlere karışarak farklı etnik ve sosyal kimlikler oluşturdular. Yahudileri Seferad (İspanya), Aşkenaz (Alman), Hasidik (Doğu Avrupa), Falaşa (Afrika), Karai (çoğu Türk kökenli olan grupların oluşturduğu mezhep) gibi alt gruplara ayırmamız mümkün. Bunları farklı kılan unsurlarsa dilden inanç temellerine kadar geniş bir alana yayılır.
Öte yandan 19. yüzyılda başlayan ve çoğu kez dinî inanış bağlamında özelleşen bazı ekoller de mevcuttur. Örneğin Reformistler, Muhafazakârlar, Ortodoks Yahudiler, Ultra Ortodokslar ve Yeniden İnşacılar gibi ciddi ciddi çatışan ekollerden bahsetmeliyiz. Bunlara Yahudi tarihinin daha erken dönemlerinde ortaya çıkan Essenilik, Sadukilik, Ferisilik, Töröpötörler gibi mezhepleri da ekleyebiliriz. (Bugün için bu mezheplerden ayakta kalanlar sadece Samirilik ve Karailiktir.)
Bu farklılaşmaların temelinde yatan sosyolojik olayın diaspora (İbranice galut) veya ‘sürgün’ olduğunu unutmamak gerekiyor. Ayrıca bin yıllar boyunca farklı kültürlerle kaynaşmaları sonucu baş gösteren bir ekolleşme de söz konusu. Esasında bu ayrışma pek çok dinin tarihinde rastlanan bir olgunun Yahudilikteki karşılığıdır.

“Her şey Tanrı’nın bir parçası”
Zikretmemiz gereken önemli bir hareket de Kabalacılıktır. Basitçe ‘Yahudi mistisizmi’ diye tanımlayabileceğimiz Kabala, kelime anlamı olarak ‘kabul edilmiş’ veya ‘gelenekselleşmiş’ demektir. Yahudi tarihinde ana akımlardan farklı gelişmiş, mistik ağırlıklı bir anlayışı ifade ettiğini ekleyelim.
Yahudilikteki konumu tasavvufun İslamdaki konumuna oldukça benzeyen Kabalacılık, bazı dönemlerde geleneksel Yahudilikle özdeşleştirilirken, konjonktüre bağlı olarak heretik (sapkın) bir hareket olarak algılandığı da olmuştur.

Çiçeğin taç yapraklarında Tanrı’nın isimleri A. Kircher’in (1602-1680) Oedipus Aegyptiacus adlı eserinde yer alan bu sembolik ayçiçeğinin yapraklarında Yahudi inancına göre Tanrı’nın 72 ismi yazılıdır.
Çiçeğin taç yapraklarında Tanrı’nın isimleri A. Kircher’in (1602-1680) Oedipus Aegyptiacus adlı eserinde yer alan bu sembolik ayçiçeğinin yapraklarında Yahudi inancına göre Tanrı’nın 72 ismi yazılıdır.

Bugün Kabalacılık adını verdiğimiz hareket büyük oranda 17. yüzyıldan sonra ortaya çıksa da, kökeni M.Ö. 2. yüzyıl civarına, Filistin topraklarındaki ikinci diaspora öncesine kadar uzanır. Erken dönem Kabalacılığı denilen ve M.S. 1000’lere kadar uzanan bu dönem, büyük oranda antik Yunan (Platonculuk, Yeni-Platonculuk) hatta Budist ve Hindu doktrinleriyle beslenmiş basit bir mistik harekettir. Ma’asah bereşit (yaratılış üzerine düşünme) terimi bu dönemi ifade eder.
Sistemin temel doktrini, yaradılışın nasıl vuku bulduğu problemini çözmeye adanmış fikirler içerir. Tanrı, Yeni-Platoncu bir panteizm (kâinatın tümünü Tanrı kabul eden inanç sistemi) çerçevesinde mutlak olandan görünen varlıklar alemine inerek kendini gerçekleştirmiş varlıktır. Bütün varlıklar basitçe Tanrı’nın aşağı âlemlere doğru kendini açışı sonucu oluşmuştur. Bu yüzden her şey onun bir parçasıdır.
Bu durumda insanın görevi, tanrılığı mutlak haline geri döndürmektir. İşte bu, Yahudi şeriatı sayılan Mitzvahları (Tanrı’nın ahlakî emirlerini) yerine getirme ve içimizde saklı bulunan ilahî özü yakalama, onunla birleşme tecrübesiyle gerçekleştirilebilir. Bunları başarmanın münzevi bir hayatla sağlanabileceği gerçeği, hareketin pratik karşılığını teşkil eder. Az yemek, az uyumak, hazlardan uzak durmak, Tanrı’yla hemhal olmak önemsenir.
Klasik anlamıyla gnostik (tefekkürle edinilen bilgiye dayalı) bir ekol olan erken dönem Kabalacılığı, 12. veya 13. yüzyıllardan itibaren İslamın da etkisiyle Endülüs’te gelişmeye başlar. Muhtemelen ikinci diaspora sonucu İspanya tarafına sürülen bazı Yahudiler, Filistin’den getirdikleri bu ilk Kabala formunu geliştirip Zohar diye bilinen bir Tevrat tefsir külliyatı etrafında kümeleşerek hareketin ikinci dönemini başlattılar.
Bu dönem Kabalacılığının yaratılış, yaratılanlar ile Tanrı arasındaki ilişki, kötülüğün kaynağı, Tevrat’ın şifreleri gibi felsefî meseleleri vardı. Münzevî bir hayatı hedefliyorlardı. Daha kurumsallaşmış bir hareket olarak bu dönem Kabalacılığı, geleneksel Yahudilikten uzaklaşmaya başlamış olup bu eğilim modern zamanlara kadar devam edecektir.
Literatür anlamıyla Kabalacılığın son oluşum dönemi 16. yüzyıl sonrasına rastlar. Bu dönemin klasik şahsiyeti Safedli İshak Luria’dır. Bu süreci belirleyen en önemli tarihî konjonktür, 1492’de İspanya’daki son Emevî devletinin çöküşüyle ilgilidir. Böylece Akdeniz coğrafyasına yayılan Yahudilik, trajedisini daha mistik bir algı yoluyla telafi etmek ihtiyacını hissedecektir. Dahası, eskiden önemli olmayan temaların gündeme gelmeye başladığını da görürüz.

Tapınakta bir takdis töreni Suriye’deki Dura Europos Sinagogu’na ait bu Yahudi ikonasında bir kutsama töreni tasvir edilmiş. Yahudilerce kutsal kabul edilen yedi kollu şamdan her zaman olduğu gibi merkezde yer alıyor.
Tapınakta bir takdis töreni Suriye’deki Dura Europos Sinagogu’na ait bu Yahudi ikonasında bir kutsama töreni tasvir edilmiş. Yahudilerce kutsal kabul edilen yedi kollu şamdan her zaman olduğu gibi merkezde yer alıyor.

Bunların başında Mesih’in gelişi öğretisinin canlandırılması ve Tikkun inancı gelir. Tikkun Tanrı’nın en aşağı tezahürü olan mevcut alemin yeniden tanrılaşarak kurtuluşa ulaşmasıdır. Halakik (Yahudi yasaları) veya geleneksel Yahudilikte ‘onarma’ anlamına gelen bu terim, İshak Luria gibi Kabalacılar tarafından kozmik bir kurtuluş felsefesi çerçevesinde yorumlanmıştır.
Bu noktadan itibaren kurtuluşu nihai noktaya ulaştıracak olan Mesih’in gelişi önem kazanır. “Her eylemimiz Mesih’in gelişini çabuklaştırabilir veya geciktirebilir” doktrini Luria’nın getirdiği bir yeniliktir. Luriacı Kabala da denilen bu ekol, kurtuluş sürecine aktif olarak insan unsurunu da kattığı için geleneksel Yahudiliğin ‘kurtuluşun sadece iman ve ibadetle kazanılabileceği’ doktrininden bir hayli sapmıştır. Çünkü sıradan bir Yahudinin ameliyle gelecek olan kurtuluş, kurumsallaşmış hahamların otoritesine ciddi bir tecavüz olarak algılanıyordu.
Bu dönemde ortaya çıkan bir başka Kabalistik gelenek, o tarihte Osmanlı topraklarında bulunan Filistin’in Safed şehrine göç eden İspanyol Yahudilerinin başlattığı Safed Kabalacılığıdır. Luriacı Kabala’nın popülerize edilmiş hali olan bu ekol de halk arasında oldukça tutulacaktır.
Sabetaycılar da Kabalacı mıydı?
Tarihine kuşbakışı göz attığımız Kabalacı Yahudi yorumu felsefî olarak neler söyler peki? Kabalacılığın en önemli felsefî doktrini Sefirot’tur (âlemler). Kabalacılığı İslamdaki ‘vahdet-i vücud’ doktrinine yaklaştıran bu teoriye göre mutlak ve tek Tanrı kendi cevherinden 10 farklı âlem oluşturarak kozmik bir varoluş süreci gerçekleştirmiştir. Sürekli aşağı doğru bir düşüş anlamına gelen 10 Sefirot, İslam felsefesinde ‘sudûr’ kavramına tekabül eder.
Buna göre Tanrı’nın en mükemmel ve mutlak hali Ein Sof, onun adlandırılamayan ve bilinemeyen statüsüdür. Kabalistlere göre Ein Sof’ta var olan İlahî nur birden taşmaya başlar ve Tanrı’nın birinci formu olan Kether âlemini oluşturur. Böylece olumsuz anlamda adeta aşağıya doğru form değiştiren mutlak Tanrı 10 yeni âlem yaratır. Esasında yaratılan her âlem, şekil değiştirmiş olsa bile Tanrı’nın kendisidir.
Kether, tanrılığa en yakın âlemdir. Aynı zamanda İslam tasavvufundaki İnsan-ı Kâmil’e denk düşen Adam Kadmon’dur. Kether’in içinde bulunan ilahî nur (or) o kadar güçlüdür ki, Kether âleminin parçalanmasına yol açar. Âlemlerin kırılışı, nurun dağılmasına ivme kazandırır. Her dağılış, bulunduğu âlemi çatlatır ve aşağı doğru yeni âlemlerin oluşmasına yol açar. Nurun dağılması kötülüğü oluşturur. Bu anlamda kötülüğün kaynağı, nurun taşkınlığıdır. Böylece en altta bulunan ve içinde yaşadığımız âlem olan Melkut yaratılıncaya kadar kozmik iniş devam eder. Bu noktada Kabala’nın etiği devreye girer. Melkut sefira’sının en önemli varlığı olarak insan bu inişi tersine çevirerek Tanrı’yı Ein Sof haline döndürmekle yükümlüdür.
İşte Tikkun, yani kurtuluş budur. Fakat kurtuluşun gerçekleşmesi için Mesih’in gelmesi gerekir. Bu da başta Yahudiler olmak üzere tüm insanların amellerine bağlıdır. Ancak onun gelişi sadece ibadetle sağlanamaz. Bu bağlamda Kabalacılar için Devekut ve Kavana adıyla bilinen meditasyon ve kendini Tanrı’ya adama çok önemlidir. Tabii münzevî bir hayat sürme ve mistik bir meşrebe sahip olmak da Kabala’nın adaplarındandır.
Bu arada Osmanlı Devleti’nde Sabetay Sevi’nin kurucusu olduğu gelenek ile Doğu Avrupa’daki Frankist ekollerin de Kabalacı olduklarını söylemek gerekir. Özellikle Sabetaycılık Luriacı Kabala geleneğinin yeni motiflerle pekiştirilmiş bir yorumudur. 17. yüzyıl Osmanlısında ortaya çıkan bu hareket, Avrupa Yahudi mistisizminin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Mesihin gelişine yaptığı vurgu bağlamında Yahudi teolojisine, kurtuluş için İsrail’e dönüş motifini canlandırması dolayısıyla da siyasal mesihçiliğe ciddi anlamda katkısı olmuştur.
Aynı zamanda Hasidik Yahudilik de Kabalacılığın izlerini taşımaktadır. 

Allah’ın hiçbir benzerinin olmadığı Kur’anla sabittir. (Şura, 42/11; İhlâs, 112/1-5) Nur vasfı da Allah’ın sıfatı olduğu zaman hiçbir yaratılmış nura benzemez.
Güneşin ışığı nurdur, ayın ışığı nurdur, gündüzün aydınlığı nurdur, meleklerin hamuru nurdur. Elbette Allah’ın ezeli nuru, bu nurlardan hiçbirine benzemez.
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur, 24/35)
mealindeki ayette söz konusu edilen nur ifadesi gösteriyor ki, Evrendeki güneş gibi maddi; akıl ve hidayet gibi manevî bütün nurların munevviri Allah’tır.
Allah’ın mahiyeti ne cevherdir ne  cisimdir ne arazdır. Dolayısyla Allah maddî nur olmaktan münezzehtir.
Manevî ve mecaz olarak “İlim nurdur, akıl nurdur, şuur nurdur, fikir nurdur, hidayet nurdur” denildiği gibi, Allah’ın sıfatları da nurdur, nuranîdir, denilir. Görmesi, işitmesi, ilmi, kudreti bizimkine benzemediği gibi, nurlu sıfatları da hiçbir şeye benzemez.
Kur'an'da Allah Teala hem nurundan, hem kendisinin nur olduğundan hem de ruhundan söz ediyor. Allah'ın nuru "Allah'ın dini, İslam" manasında kullanılıyor (Tevbe, 9/32; Saff, 61/8),
Buhari'de geçen bir hadiste de Allah'ı görmekten bahsedilirken "O nurdur, onu nasıl görebilirim" deniyor (Nur, ışık, aydınlık görülmez, o başka şeylerin görülmesini sağlar).
Ragıb el-İsfehânî'nin beyanına göre Allah'ın sıfat olarak nur; "münevvir" yani nurlandırıcı, aydınlık ve ışık verici demektir. el-esmâü'l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde Allah'ın sıfatları arasında "nur" ile birlikte "münîr" kelimesi de geçmiştir, (İbn Mace, Dua, 10). Münir de aydınlatan demektir. Yeri, gökleri ve içindekileri nurlandıran, aydınlatan Allah'tır.
"Yer Rabb'inin nuru ile parladı." (Zümer, 39/69),
"Görmediniz mi Allah nasıl yeri, göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve ayı bunların içinde nur yaptı, güneşi de bir lamba yaptı." (Nuh, 71/15-16)
âyetleri bu gerçeği ifâde eder.
Allah'ın kendisini "nûr" olarak isimlendirmesi ışık verme ve aydınlatma fiilinin çokluğunu ifade etmesi içindir. Allah'ın "nûr" sıfatı, zatının nur = ışık olduğu anlamına gelmez. Çünkü nuru ve zulümâtı var eden Allah'tır (En'am, 6/1).
Maddenin en küçük parçası olan atom, pozitif ve negatif elektrik yüklüdür. Bu, bütün varlıkların, Allah'ın nurunun bir tecellisi olduğunu ifade eder. Allah, göklerin ve yerin nurlandırıcısıdır demektir.
Her şeyin zuhuru, ortaya çıkışı Allah'ın ızharıyla, maddî veya mecâzî anlamda nurlandırmasıyladır. Nurun yokluğu karanlık demektir. Kur'ân'da nûr, zulumâtın, karanlıkların zıddı olarak kullanılmıştır (En'am, 6/1). Varlıklarda nurun yokluğu, o varlığın yokluğu demektir. Varlıklara nurunu veren nurlandırıcı olan Allah'tır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Allah, göklerin ve yerin nurudur,.." diye başlayan Nur Suresi 35. ayette anlatılmak istenen nedir?
- Allah'ta ruh ne demektir? Rûhî = ruhum, rûhih = ruhu, ruhuna/ruhana/ruhina = ruhumuz, Ruhullah, Ruhumuzdan üfledik, ondan bir ruh, gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır?


İBLİS'İN İSLAM'A TUZAĞI: "TASAVVUF FELSEFESİ"

''Tasavvuf'' kavramı ve istilahi anlamının İslam'da yeri yoktur. Ne Kur'an'da ne Sünnet'te yeri; dayanağı olmayan; sonradan İslam'a sokulmuş ''bidat'' bir kavramdır. ''Tasavvuf''tan, H. 200 senesinden sonra bahsedilmeye başlanmıştır. Kısacası ''Tasavvuf'', İslamiyet'in doğuşundan yüzlerce sene sonra İslami ve İslami olmayan kaynakların etkisiyle ortaya çıkmış ve sürekli ''felsefi etkiler''le gelişip bir ''marka sistem''e dönüşmüştür. H. 300'de ise ''Tasavvuf'', ''vahdeti vücut'' şeytani aşısıyla yeni bir boyut kazanmıştır.
Sahabe zamanında ne tasavvuf ne de mutasavvıf diye tanımlanan bir düşünce-topluluk yoktu. İbadet bakımından Tabiin ve atba at-Tabi'in arasında bir farklılık da söz konusu değildi. Bazı müsteşriklerin sandığı gibi bir ''zühd hareketi'' de mevcut değildi. Hatta ''zühd'' kavramı da Kur'an'da yer almamıştır. Ancak YUSUF(12/20)'de; Yusuf'u kuyudan çıkarıp satın alanların "isteksizliği"ni belirtmek için sadece bir yerde ''zahidin'' kelimesi geçmektedir.
Kur'an'da oldukça sık tekrarlanan kavram, ''takva''(Allah'tan sakınma) kavramıdır. ''Vekaa''(sakınma-korunma) kökü,  türevleriyle birlikte Kur'an'da 258 kere geçmektedir. Elbette ''takva''; Allah'tan ''korkup-sakınmak'' ve ''Allah'ı zikretmek'', her müminin temel görevi ve vasfıdır. Bu anlamda, Müslümanlar arasında; Allah indinde bir derecelenme olması da tabiidir. Ancak Peygamberimiz(s.a.v.), kendi zamanında; "takva" gayretinde az da olsa aşırıya kaçanları uyarmıştır. Ebu Zerr, Ebu Derda ve Huzeyfe bunlardan birkaçıdır. Ancak elbette; ''sahabe'', ''tabiin'' ve ''atba at-tabi'in''den, "takva yolu"nu tutan birçok mümin toplulukların bulunması gayet tabii bir durumdur.
H. 200 yılına kadar, bu ''takva-zühd'' gayretleri içinde olanlar, hiçbir zaman "tasavvuf"la bağlantılı "mutasavvıf" kavramını kullanmamışlardır. Bu nitelendirme ve İslam'ın dışına kayma; H. 200'den sonra ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıldan itibaren mutasavvıfların sayısı artmış ve "tasavvuf" giderek "İslam dışı bir öğreti" haline gelmeye başlamıştır.
Sufi kelimesinin kökeni, tartışma konusu olmuştur. Sufilerin çoğunluğu, bu kelimenin "safa"dan türediği ve "sufi"nin dünyevi kirlerden temizlenen "seçkin kişi" anlamına geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bazıları ise sufi kavramının, "saf"dan geldiğini iddia etmiş ve Resulullah(s.a.v.) zamanında Mescid-i Nebevi'nin yanında barınan fakir müslümanlara verilmiş bir isim olan "ehl-i suffe"yi referans göstermişlerdir. Kuşeyri ve diğer sufilerin görüşüne göre bu açıklamalardan hiçbirisi etimolojik olarak doğru değildir. Tasavvuf ile ilgili mevcut en eski risalenin yazarı Ebu Nasr Serrac'a göre ise; "sufi" ismi, "suf(yün elbise)"den türemiştir.
Her ne kadar "sufi" kavramının orijini karanlık ise de, sufi kelimesinin yaklaşık H. 2. asrın sonlarında; "zühd"ün "tasavvuf"a dönüşmesi esnasında yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır. Bu "kavram"ın, Peygamberimiz(s.a.v.) zamanında var olduğuna işaret eden zayıf rivayetlerin hiçbir değeri yoktur. Kendilerini, Peygamber'in gerçek ruhi varisleri olarak gösteren 3. ve 4. asır sufileri, iddialarını desteklemek için bir takım dayanaksız deliller ileri sürmüşlerdir. Ancak şu da bir gerçektir ki; ilk "sufizm"de, "tasavvufi unsurlar" daha azdı ve zühd eğilimleri güçlüydü. Peygamber'e yaklaştıkça, mistik anlam taşımayan ibadet ve zühd gayretleri ön plana çıkmaktaydı. H. 2. asra gelmeden önce sufi diye nitelendirilenler; genellikle Kur'an'a uygun hareket etmekteydiler. Onlar, Allah'ı  seviyorlardı ve ondan sakınmayı esas alıyorlardı.
Bu arada "sufi" kelimesinin, Fars ve Türk şiirinde, bazen "münafık dindar" veya "ahlaksız özgür düşünür" anlamında kullanıldığı görülmektedir.
H. 3. asırda sufilik, "tasavvufi" bir boyut kazanmıştır ve o zamana kadar arka planda kalan "felsefi-vahdeti vücut"cu eğilimler, belirleyici olmuştur. Ancak sufiliğin, zühd-takva aşamasından, "vahdeti vücut felsefesi"ne kayışta "dış tesirler"in önemi ortadadır. Bu "felsefi tesirler"in kaynaklarından en önemli birkaçı; Hıristiyanlık, Yeni-Platonculuk ve Budizm'dir.
Tasavvufun esaslarını vazeden Zu'n-Nun el-Mısri(H. 245), bu asırda faaliyet göstermiştir. Böylece müritleri olan şeyhler zuhur etmiş, birtakım tasavvufi kaideler ve adetler türemiştir. Şeyhlerine kayıtsız şartsız bağlanan müritler, bu usulleri, onlardan öğrenmeye başlamışlardır. Böylece İslam'a, "İblis öğretisi"nin sokulması için adeta "kanal" açılmıştır. Ebu Yezid al-Bestami(H. 261), "üstadı olmayanın üstadı şeytandır" derken; Zu'n-Nun el Mısri, "şeyhe itaat, Allah'a itaatten daha iyidir" diyebilecek kadar İblis'in kucağına oturmuştur.
Biz bu çalışmamızda, tasavvufun ortaya çıkışı ve tarihsel değişim-dönüşüm sürecini ele alacak değiliz. Bu konuyla ilgili çok sayıda çalışmalar yapılmıştır. Özellikle müsteşriklerin bu konuya çok hevesli olduğunu biliyoruz. Biz burada; İslam'ı, "İslam'dan sapma"yı ve "İblis öğretisi"nin, "İslam'a sızmak için açtığı kanalları" incelemeye; gün ışığına çıkarmaya çalışacağız. Özetle "tasavvuf felsefesi" yoluyla, İslam'ın yedeğe alınarak; çağdaş "New Age felsefesi"yle nasıl uyumlu hale getirildiğini; ''İblis'in Kadim Planı'' içinde ''Deccal Dünyası"na hizmet ettirilmek istendiğini ortaya koyacağız. 
Tasavvuf felsefesinin temel yanılgısı; İblis'in ve adamlarının şeytanca etkileriyle oluşan yanılgı; "Allah'ın zati varlığı, sıfatları ve yarattığı alemlerle olan ilişkisi" noktasında toplanmaktadır. Bu "yaratma ve varlık meselesi", dinin en temel meselesidir. Burada üç önemli yanıltıcı-saptırıcı "tesir kaynağı" söz konusudur. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bunlar üzerinde durulacaktır. Ancak çok kısa bir şekilde bu tesirleri, üç kategoride toplayabiliriz:
Birincisi ve en masumu; "bilgi eksikliği"dir. "Gerçek bilim", "Akıl"dan sonra Allah'ın yüceliğini ve kim olduğunu kavramanın en temel vasıtasıdır. Bugünün "evren-madde bilimi"ne, mutasavvıflar sahip olsalardı, bu derece azim hatalar yapmazlardı herhalde. 
İkincisi, İslam öncesi bozulmuş "din felsefeleri"; Sümer-Babil, Mısır, Eski Yunan, Hint, Yahudi-kabala, Mecusi-İrani, Hıristiyan felsefelerinin doğrudan, yahut dolaylı etkileri. Bu kültürlerin ortak temel karakteristikleri; "cin-şeytanlar"ın, azami derecede saptırıcı etkilerine maruz kalmalarıdır.
Üçüncüsü, İblis'in ve şeytanlarının, mutasavvıfların saklı kibirlerine ve duygusal zaaflarına; rüyada yahut hayal aleminde hitap ederek etkilemeleridir. Elbette bugün şeytanlar, insanları nasıl "ruh, melek, uzaylı" diye kontrol altına alıp-yönlendiriyorlarsa; geçmişte de "melek, peygamberler veya Peygamberimizin sahabelerinin ruhları" olarak kendilerini takdim ederek, mutasavvıflara vahyetmişlerdir. Allah'ın koruduğu "Kur'an Kaynağı"nı bozamayacakları için; her türlü batini anlamları; zırva yorumları ve tefsirleri, özellikle hastalıklı zihinlere bu yolla enjekte etmişlerdir. 
"Tasavvuf felsefesi" yoluyla İslam'a açılan "şirk kanalları"nı ve bu kanallardan ''İslam Denizi''ne akıtılan "şeytani-hastalıklı pis suları", gün ışığına çıkarmadan önce "Alemler'in Rabb'i olan Sonsuz Yüce Allah'ın varlığı ve alemleri yaratması" temel meselesine bir göz atalım.
ALEMLERİN RABB'İ OLAN ''ALLAH'' VE ''ALEMLER''
Din nedir, sorusunun cevabını doğru olarak ortaya koymak çok önemlidir. Din nedir sorusu; şu temel  sorulara  dönüştürülebilir: Allah; Yaratıcı kimdir-nedir? Yaratılanlar(varlıklar); alemler-evrenler nedir ve nasıl var olmuştur?  Allah'la, varlık alemi arasındaki ilişki ve özellikle Allah'ın bu alemleri yaratmadaki amacı nedir? Özelde Allah-insan ilişkisi ve bu ilişkinin, "temel çerçevesi" nedir? İşte bu sorulara verilecek doğru cevaplar, "Doğru-Hak Din"i; bunlara verilecek yanlış ve şeytani cevaplar da, "Batıl Dinleri" meydana getirir.
İnsanlık tarihinin peygamberleri, bu temel soruların cevaplarını insanlara sunmuşlardır. Yaklaşansaat'in şafağında tüm insanlığa Rahmet Elçisi olarak gönderilmiş olan Muhammed(s.a.v.) ve onun getirdiği Kur'an, bu sorular çerçevesindeki "sorular sistemi"ne cevap vermektedir. "Fiili Kıyamet"e kadar geçerli olan, Sonsuz Yüce'nin bu son mesajları; gerçeği arayan temiz kalp sahiplerinin tüm "sorularına ve sorunlarına" cevap olacak "ilahi mesajlar"dır. Bu "sorular sistemi"ne Kur'an'ın nasıl cevap verdiğine bakalım.
ALLAH KİMDİR?
Allah, kitabı Kur'an'da Kendisi'nin kim olduğunu; alemleri nasıl yarattığını, insanın kim olduğunu ve Kendisi'ne nasıl köle olması gerektiğini muhkem bir şekilde ortaya koymaktadır. ''Kur'an nasıl bir kitaptır?'' sorusunun cevabı da, bu ana muhkem ayetlerden anlaşılmaktadır. 
Allah; yarattığı alemlere(varlıklara-enerjilere) benzemeyen; bizatihi var ve tam olan; Kur'an'da kendisini tanımlayan  en güzel isimleri sonsuz yücelikte olan; evrenleri-zamanı ve tüm boyutları yaratan; sonsuz boyutlu; sonsuz hıza sahip; her an her yerde olan; sonuçları, sebeplerden önce bilen; her şeye Latif sıfatıyla nüfuz eden ve her şeyi, bir şey gibi kuşatan; varlığını ve gücünü hiçbir şeye-kimseye muhtaç olmayan; ezeli ve ebedi; sonsuz akıl ve güç sahibi; ruhları-melekleri, maddenin en temel bilinçli yapıtaşı "melekut"u; maddeyi, galaksileri, evrenleri, canlıları ve evrimlerini, mikro-makro her şeyi, en güzel ve en mükemmel şekilde yaratan-yaşatan-öldüren; sorumlu varlıkları tekrar kaldırıp sorguluyacak ve cennet-cehennemle karşılıklarını verecek olan Allah. Allah'ın sonsuz yüceliğini anlatmaya ne kelimeler yeter ne de sahifeler.
Bugün var olarak bildiğimiz ve bilemediğimiz ğaybi(gizli) olan her şey; yukarıda saydığımız, sayamadığımız her şey; yoktu, yaratılmamıştı; sadece ezeli ve ebedi olan Allah vardı. Hiçbir şey yoktu, sadece ve sadece bizatihi var olan Sonsuz Akıl Sahibi Allah vardı ve Allah'ın Nuru sonsuzluğu kaplamıştı.
ALLAH: ALEMLER-EVRENLER VE İNSANLARI YARATTI
Alemlerin Rabb'i olan Sonsuz Yüce Allah; alemleri-evrenleri, yaratmayı düşündü ve yarattı. Sonsuzluğu kaplayan ve yaratılmış hiçbir enerjiye benzemeyen sonsuz "Latif Nuru"nun "sonsuz ince bir nur noktası"ndan bir "ol" emriyle; "büyük patlama"yla; "alemler"i yarattı. Allah, bu sonsuzluğu kaplayan, sonsuz ince "Nur Noktası"ndan, sayısız evrenler  yaratmaya ve yok etmeye kadirdir. Allah'ın Işığı, elbette O'nun yarattığı-yaratılmış hiçbir ışığa benzemez. "O'nun Işığı"nın yansıması olan "Nuru" da, yaratılmış hiçbir "ışık yansıması"na benzemez. Allah'ın Nuru, bizzat var olan Işığı değil; ışığının bir yansımasıdır. Tasavvuf felsefecilerinin en önemli yanılgılarından birisi de; "O'nun Işığı" ile "Nuru" arasındaki farkı  kavrayamamak; yaratılmış her şeyi, "O'nun Işığı"nın yahut Kendisi'nin bir yansıması-parçası olarak görmektir. Gerçekte yaratılmış her şey; O'nun bizatihi Kendisi'nin yahut Işığı'nın değil, "Işığı"nın "yansıması" olan "Nuru"nun türevleridir. Allah, "Işığı"yla, "Nuru"nun farkını kavramamız için bize Güneş'i ve Ay'ı misal vermektedir:
"O(Allah) ki Güneş'i ziya-ışık(foton), Ay'ı nur kıldı.."
[YUNUS(10)/5]
Ay'ın ışığı; Güneş ışığının bir yansımasıdır. Yani Allah'ın NuruO'nun Işığı'nın bir yansımasıdır. Ve her şeyi; alemleri, bu yansımadan yarattı. Bu fark çok önemlidir. Bunları en iyi bilen İblis, insanların, Allah'a ortak koşması; kendilerini Allah'a ortak etmesi için her türlü "mantık hileleri"ne baş vurmakta; ya sonsuz yüce ve yarattığı hiçbir şeye benzemeyen "Tek Tanrı"yı çoğaltmakta; ya da insanları tanrılaştırıp; yüce ve benzersiz olan "Tek Tanrı"nın cüzleri yapmaktadır. İslam'ı bozmak için geliştirdiği en sinsi yöntem ise İslam'a, "tasavvuf felsefesi" yoluyla "şirk kanalları" açmaktır.
Başlangıçta sadece ve sadece Sonsuz Yüce Allah vardı. Allah, sonsuzluğu kaplamış bulunan Nuru'ndan, önce melekleri-ruhları yarattı, daha sonra maddenin ruhu olan "melekut"u yarattı. Daha sonra da bu, Rabb'ine bağlı "bilinçli melekut"tan, "büyük patlama"yla, evrenleri-alemleri yarattı. Arkasından Güneş sisteminde, "kendisine köle olsunlar" diye cinleri ve insanları yarattı. Tüm bu yaratmalar; "Nuru'nun türevleri" olarak yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir sıraya ve boyuta sahiptirler. Tüm yaratılmışlar, sonlu boyutludurlar. En üst boyutta yer alan Başmelekler'den, aşağıya doğru "hiyerarşik boyut sıralaması" vardır.
Hiçbir varlık, bir "alt boyut"tan, "üst boyut"a çıkma yeteneğine sahip değildir. İnsanlar da; Allah'ın yükseltmesi hariç, bir "alt boyut"tan "üst boyut"a yükselemezler. Cin olamazlar, melek olamazlar, haşa Tanrı hiç olamazlar. Böyle olacağı yalanının kaynağı İblis'tir. Önce Adem'i kandırarak, cennetten kaydırdı. Şimdi de insanlığı, bu yaldızlı yalanla kandırarak, cehenneme sürüklemektedir. İblis, insanoğlunun atasına bakın nasıl "melek boyutu"nu vadediyor ve aldatıyor:
Örtülü olan edep yerlerini açığa çıkarmak için şeytan, o ikisine vesvese verdi. (Şeytan) dedi ki: "Rabb'iniz, şu ağaçtan sizi yasaklamıyor, ancak iki melek olursunuz yahut ebedi (cennette) kalıcı olursunuz diye yasaklıyor."
(Şeytan) o ikisine yemin etti ki: "Muhakkak ben size nasihat edenlerdenim."
[ARAF(7)/20-21]
"Tasavvuf Felsefesi"ndeki "Allah'a seyru suluk", "enel hak", "ben O'yum" vs. benzeri sözler, İblis kökenli azim iftiralardır. İnsan, değil Tanrı boyutuna çıkmak, melek olamaz, bir üst boyuta çıkamaz. Hiçbir zaman "tam-hatasız" anlamında kamil olamaz, "mutlak kamil olan Allah"tır. Tüm peygamberler ve gerçek Allah dostları, hatalı-kusurlu ve eksiktirler ve mutlak kamil olan Allah'ın rahmetine muhtaçtırlar.
Diğer taraftan Allah, "sonsuz boyutlu"dur, istediği her sonlu boyut formuna girebilir. Hatta sonlu boyutlu olan yaratılmışlar da, üstten aşağıya doğru istediği alt forma girebilme yeteneğine sahiptirler. Bir Başmelek, "melek hiyerarşisi"nin herhangi bir alt boyutuna girebildiği gibi; cin, insan ve hatta hayvan, yahut bitki-madde formuna da girebilir. Bu nedenledir ki; cinler de alt boyutlara; insan ve hayvan formlarına girebilirler.
Sonsuz Yüce Rabb'imiz Allah, yaratılmış hiçbir şeye-varlığa benzemez. İnsana da benzemez. "Allah, insanı kendi suretinde yarattı" sözü, Yahudi-Tevrat kaynaklı olsa da; bir zayıf hadisle desteklense de, şeytani bir saptırmadır. Kabala ve tasavvuf felsefesinin zehirli bir şırıngasıdır. Aynı şekilde Allah'ın kelimesi olan İsa'yı, Allah'ın oğlu yapan hastalıklı zihinde böyledir. Kur'an, muhkem bir şekilde Allah'ın yaratılmış hiçbir şeye benzemediğini; "Muhalefetül lil Havadis"(yaratılmışlara benzemeyen) olduğunu beyan etmektedir. Buradaki İblis hilesi şudur:
Allah, insanı "en güzel biçim"de yarattığını söylüyor. İnsanın bu güzelliği, yaratılmışların güzelliği ile kıyaslanabilir bir "en güzellik"tir. Allah'a bir form-şekil izafe edemeyiz. Elbette Allah, "mutlak bir güzellik" sahibidir ve bu güzellik yaratılmışlarla kıyaslanamaz. Yani Allah'ın bu "mutlak güzelliği", yaratılmışların en güzeliyle bir kıyas kabul etmez. Biz, Sonsuz Yüce Allah'ı takdir etmekten aciziz ve ancak Kendisi'ni, Kendisi'nin takdir ettiği gibi takdir edebiliriz. İnsanoğlu, Allah'ı takdir etmekten acizdir. Bu sebepledir ki Peygamberimiz (s.a.v.); "Ey Allah'ım, ben Seni, Sen'in kendini takdir ettiğin gibi takdir ediyorum" der.
Asıl şeytani saptırma şuradan gelmektedir: Allah, tüm yaratılmışların formuna girebilir, insan formuna da girer. Ancak insanı ve formunu en güzel biçimde yarattığına göre; cennette bu formda "müminler"e görünmesi muhtemel bir durumdur. En iyisini Allah bilir. Böylece İblis; Yahudi felsefesi, Hıristiyan teslis felsefesi ve tasavvuf felsefesini kullanarak, "insan-Tanrı benzerliği" aldatıcı "şirk kanalı"nı, İslam'ın içine sokmuştur.
Burada tasavvuf felsefesinin, insanı, Sonsuz Yüce Allah'a yaklaştırmak ve O'nun bir parçasıymış gibi göstermek için kullandığı bir diğer argüman ise Allah'ın, Kur'an'da iki surede aynen tekrarladığı şu ayettir:
"Ne zaman ki onu(Adem'i) tesviye ettim, ona 'Ruhum'u üfledim'. Arkasından ona, (melekler), secde ettiler."
[HİCR(15)/29, SAD(38)/72]
Burada da Allah, İblis dostlarına bir tuzak hazırlamıştır: "Ruhum'u üfledim." Allah, insanlar, evrenlerden önce; melekleri ve insanların ruhlarını yaratmıştır. İnsanlar, Adem zürriyeti olarak ana rahminde, ruhlarının üflenmesiyle canlanırlar. Aynı şekilde Adem'i topraktan şekillendiren Allah, onun beklemede olan ruhunu, Adem'in içine üflüyor. Aynı şey İsa için de, herkes için de geçerlidir. Tüm ruhlar, Allah'tan bir emirdir ve Allah'ın emrindedir. Bu nedenle de ruhlar, Allah'a aittir, "Allah'ın ruhları"dır. Nitekim Sonsuz Yüce Allah, Salih peygamberin kavmi için mucize olarak kayadan yarattığı dişi deveye, "nakatullahi"; "Allah'ın dişi devesi" deyimini kullanmıştır. [ARAF(7)/73]
Kaldı ki Allah'ın Ruhu'ndan söz edilebilir mi? Allah, yaratılmış bir varlık mıdır ki, Ruhu'ndan bahsedelim. Kim yaratılmışsa; insan, cin, hayvan, bitki ve madde, bunların ruhlarından söz edebiliriz. Allah, bir kısım hahamların- kabalacıların, Hıristiyanlar'ın, tasavvuf felsefecilerinin, Doğu dinlerinin, putperestlerin ve New Age şeytani dinlerinin iddia ettiği gibi ne ruhtur, ne de ruhu olan bir varlıktır. Kim böyle bir iddiada bulunursa, bilsin ki yüce Kur'an'a göre; Sonsuz Yüce Allah'a iftira etmiştir. O halde "insanda Allah'ın ruhundan bir parça vardır" tezi, İblis'in İslam'ı bozmak; "insanları tanrılaştırmak" için açtığı bir "tuzak kanal"dan ibarettir. Bu nedenledir ki İslam dışı tasavvuf felsefesinde; Tanrı'ya yaklaşmak(!); Tanrılaşmak(!) için bir çok yol ve yöntemler ihdas edilmiş; İblis'in tuzağına düşülmüş; müridler maddi varlıklarını minimize ederek; riyazat yaparak, sözde Tanrı'ya ait ruh boyutlarını geliştirmeye çalışmışlardır. Bu yol ve yöntemler; İblis'in kucağına açılan kapılarla doludur.
Sonsuz Yüce Olan Allah ile yaratılmışlar; özellikle de insan arasında bir "yakınlık, benzeşim, dönüşüm" ön gören tüm felsefeler, insanı tanrılaştırmaya yönelik, şeytani sapkın yaklaşımlardır. Sonsuz Yüce ve Alemler'in Rabb'i olan Allah ile insan arasında hiçbir "bütün-parça ilişkisi", "yakınlık-benzerlik", "baba-çocuk", "yansıma", "ortaklık", "hisse ve yetki paylaşımı", "boyut atlayarak tanrılaşma" vb. gibi bir ilişki yoktur.
Tıpkı insanla, onun yarattığı(ürettiği) "makinalar-teknolojik araçlar" arasında nasıl yukarıdaki anlamlarda bir ilişki yoksa; aynı şekilde Yaratıcı Allah ile yaratılmışlar, özellikle yaratılmış insan arasında böyle bir ilişki söz konusu olamaz. Yaratıcı-yaratılmışlar arasında bu tarz ilişki kurma çabaları; sadece gerçeği ters yüz etmek değil; aynı zamanda hakkı bulandırmak; "gerçek tevhid"i bozmak; İslam'a "şirk kanalı" açmaktır. Burada "İslam olmayan"ı kavramak için, İslam'ın ne olduğunu kısaca hatırlatmak gerekmektedir.
İSLAM NEDİR?
O halde "Allah-insan ilişkisi"nin doğru tanımı yapılmalıdır. Ki bu doğru tanımı ancak Allah yapabilir. Sonsuz Yüce Olan Allah, insanlığa son evrensel mesajı olan Kur'an'da bu tanımı; tekrarlı, tafsilatlı, tüm yönleriyle, muhkem ve şiddetli bir şekilde yapmaktadır. Ve her akıl sahibinin anlayacağı şekilde; en az beş "temel kavram"la, İslam'ı bize anlatmaktadır:
1) "Allah'a 'teslim' olmak", 2) "Allah'a 'köle' olmak", 3) "Allah'a 'mülk' olmak", 4) "Allah'a, hiçbir şeyi-kimseyi (kendi nefsi de dahil) 'şirk' (ortak) koşmamak", 5) "Allah'ın dışında varsayılan Gök'te ve Yer'deki 'ilahlar'ı, insanlık tarihindeki ilahları, bu ilahlara ait hükümleri reddetmek. Reddetmeyen müşrikleri reddetmek."
İşte Kur'an'ın bize muhkem ve tekrarlı bir şekilde anlattığı İslam budur. İslam, en geniş şekilde; Yaklaşansaat'in "Dinler-İslam Bölümü"nde; "Kur'an'da İslam" başlığı altında verilmiştir. İslam'ın bu "beş kavram"la anlatımını oradan inceleyebilirsiniz. Ancak biz burada, İslam'ın temel çerçevesini bir kere daha çizeceğiz:
Allah, cinleri ve insanları, "Kendisi'ne köle olsunlar" diye yarattı. Yaratılmış her şeyi bunların emrine verdi. Dileyen iman etsin, dileyen küfretsin. Allah insanı, Rabb'ini tanıyacak ve ona "köle" olması gerektiğini anlayacak potansiyellerle yarattı ve onu "özgür" bıraktı. Ona, ayrıca Rahmeti'nin gereği olarak elçiler gönderdi. Gök'te- Yer'de ne varsa onun hizmetine sundu. İblis ve ordusunu, düşmanı olarak tanıttı. Kim aklını işletir, şeytanlara düşman olur, düşmanını tanır, vahye kulak verir, kalbini kibir-hırs ve dünyevi arzularla, şeytani telkinlerle doldurmaz, Sonsuz Yüce olan "Rabb'ine teslim olursa", kendi kurtuluşunu hazırlamış olur. Kim de bunun tersini yaparsa, Allah, dünyada ipini uzatır, ahiretini(geleceğini) mahveder.
Özetle, Kur'an'da; kendisinin kim olduğunu, insanın kim olduğunu; Allah'tan başka ilah olmadığını, kendisinin alemlerin- her şeyin yaratıcısı, noksan sıfatlardan münezzeh, ortağı olmayan bir Melik, Malik, Hüküm ve Hikmet Sahibi Rab olduğunu ortaya koyan Allah'a; insanlar ve cinler; kendi özgür iradeleriyle "mutlak anlamda boyun eğer; köle olup, teslim olurlarsa" elbette Müslüman olmuşlardır ve böylece İslam boyasıyla boyanmışlardır. İşte Allah ile insanlar-cinler arasındaki meşru ilişkinin "temel çerçevesi" budur.
"TASAVVUF FELSEFESİ": KAYNAKLARI
Yukarıda "tasavvuf felsefesi"nin kaynaklarını üç kategoride toplamıştık. Bunlar:
1) "Madde-canlılar ve evren" konusundaki bilgi eksikliği; yani o günün mutasavvıflarının "bugünkü bilgi"den mahrum olması.
2) Antik ve Yahudi toplumlarının "fizik ve meta fizik felsefeleri"nin, mutasavvıflar üzerindeki etkileri. Haktan sapmış bu antik toplumlar, hem "bugünün pozitif bilimler"den mahrumdu, hem de "İblis hizbi"nin saptırıcı etkileriyle beslenmişti.
3) "İblis ve hizbi"nin, mutasavvıfları, "rüya" ve "vizyonlar"la doğrudan etkileyerek; onların kibirlerini, ya da sahte alçak gönüllülüklerini besleyerek; yücelik hayallerini ajite etmesi ve yönlendirmesidir.
Bu üç tesir kaynağından birincisi, üzerinde durulmayacak kadar aşikardır. Bu husus, yazının tamamında; "gerçeğin-doğrunun" ve "batılın-yalanın" ne olduğunun ortaya konmasıyla daha iyi anlaşılacaktır. İkinci ve üçüncü tesir kaynağı birbirleriyle ilişkilidir. Zira antik toplumları saptıran ve onlara "şeytani felsefe"yi yutturan İblis, aynı oyunu İslam üzerinde de kurarak; İslam'ın içine "şirk kanalları" açmıştır. Dolayısıyla bu iki madde birlikte de müteala edilebilir. Şimdilik biz, bu "üçüncü tesir kaynağı"yla da bağlantılı olan "ikinci tesir kaynağı"nı; yani "antik toplumların-felsefelerin", "tasavvuf felsefesi" üzerindeki belirleyici etkilerini gözden geçireceğiz ve başından beri ifade etmeye çalıştığımız "üçüncü tesir kaynağı"na ise daha sonraki bölümlerde ışık tutacağız:
Von Kremer'e göre; tasavvuf, iki kaynaktan etkilenmiştir. Bunlar, "Hıristiyan ruhbanlığı" ve "Hint Budizmi"dir. Hint etkisinin, Haris Muhasibi, Zunnun el-Misri, Bayezid el-Bestami ve Cüneyd'de açık olduğunu söyler. Böylece Von Kremer, tasavvufdaki "vahdeti vücut felsefesi"nin doğuşunu, Hint felsefesine dayandırmaktadır. Von Kremer'e göre, vahdeti vücut, H. 3. asrın sonlarında Hüseyin b. Mansur el-Hallac'ın etkisi altında ortaya çıkmış bir düşüncedir. Ona göre tasavvufun, İran'dan gelmiş olması en doğru görüştür. Çünkü tasavvuf, İslam'dan önce İran'da mevcuttu ve buraya da Hint'ten gelmişti. Modern çağdaki yazarların çoğunluğunun görüşüne göre ise, "vahdeti vücut doktrini", Mansur el-Hallac'dan daha sonraki asırlarda; İbni Arabi döneminde zuhur etmiş ve tasavvuftaki yerini almıştır.

Goldziher'e göre; gerçek anlamıyla tasavvuf ve tasavvufla ilgili marifet, hal, vecd ve zevkle ilgili düşünceler, bir yandan "Yeni Platonculuk"tan, öte yandan "Hint Budizmi"nden etkilenmiştir.
Max Horten ise; Hallac'ın, Bestami'nin ve Cüneyd'in tasavvuf anlayışlarını tahlil eder ve üçüncü asırda "tasavvuf"un "Hint düşüncesi"nden beslendiğini ortaya koyar. İranlı sufilerin kullandıkları ıstılahı kavramları inceleyerek; "tasavvuf"un, tamamen "Hint Vedanta doktrini"ne dayandığını söyler.
Hartmann, 1916 senesinde "Der İslam" dergisinde; "tasavvufun kaynağı" konusunda yazdığı makalede; "tasavvuf"un, "Hint felsefesi"nden, "Yahudi kabalası"ndan, "Hıristiyan ruhbanlığı"ndan, "Gnostisizm"den ve "Yeni Eflatunculuk"tan kaynaklandığını savunmuştur. Hartmann'a göre; bütün bu unsurları toplayan ve tasavvuf içerisinde birleştiren kişi, Ebu'l-Kasım Cüneyd El-Bağdadi'dir.

A. Merx, felsefi yönü itibariyle tasavvufun "Yeni Eflatunculuk"tan alındığını; "Yunan düşüncesi"nin ve "Doğu dinleri"nin bir ürünü olduğunu savunmuştur:

Nicholson'a göre ise; pratik yönü itibarıyla tasavvuf, Hint ve İran felsefesinden etkilenmiştir. Buna delili ise, Bayezid el-Bestami'dir. Nicholson, bu tesir kaynaklarını şöyle özetler:
"Tasavvuf felsefesi"nde hakim Yunan şahsiyeti Platon(Eflatun) değil, Aristo'dur. Ancak Araplar, Aristo'nun felsefesiyle ilgili ilk bilgilerini, "Yeni-Eflatuncu şarihler"den aldılar. Bundan dolayı, onların ilham aldığı sistem; Plotinus, Porphyry ve Proclus'un görüşleridir. Özellikle bu durum, Suriye ve Mısır'da böyleydi. Bu iki bölge, Yeni-Platoncular'ın, gnostiklerin ve Hıristiyan hareketlerin merkezi olduğu gibi, asırlar boyu "mistisizm ve panteizm"in de iki büyük merkezi olagelmiştir. Müslümanlar'ın, Yunan medeniyeti ile temasa geçtiği her yerde "Yeni-Eflatunculuk" ile karşılaştıklarını söylememiz isabetli bir görüştür. Nicholson, tasavvufun çekirdek oluşumuyla ilgili şu tespitleri yapar:
Kıpti veya Nevbi asıllı olan Zunnün, "Grek hikmeti"nin öğrencisi, hakim ve kimyacı olarak tanıtılır. Hayatında birçok kimse tarafından sapık olarak nitelendirilmiştir. "Tasavvuf"u, Zunnün el-Mısri ve onun öncüsü olan sufilere dayandırmak mümkündür. Şüphesiz "cezbe" ve "fenafillah" düşüncesi bu ilk sufilere hastı; ancak tasavvufun daha sonraki dönemlerinde hayati bir öneme sahip olan "fenafillah" görüşü, bu sufiler tarafından hiçbir yerde açıkça ifade edilmemiştir.
Farisi sufi Bayezid el-Bestami, "kendinden geçme" anlamındaki "fenafillah" kelimesini kullanan ilk kişidir ve bu doktrinin kurucusu kabul edilebilir. "Fenafillah", en doğru olarak "kendinden geçme" şeklinde tercüme edilebilir. Buna göre "fenafillah", kötü niteliklerin ortadan kaldırılması ve "vahdeti vücut"cu anlamda, "Tanrı ile bir olmak" için tamamen kişisel varlığını yok etme ve kendinden geçme şeklinde açıklanabilir. "Fenafillah", şüphe götürmeyecek tarzda "Nirvana"nın; yani "Budizm"in etkisini göstermektedir. "Vahdeti vücut"daki "fena", "Vedanta" gibi Hint düşüncesine benzemektedir.
Bayezid, Sasaniler zamanında, İran'da hızlı bir şekilde yayılan "vahdeti vücut düşüncesi"ni, "tasavvuf"un içine sokmuştur. Eski hikmet (teosofi) eğilimleri, Yunan düşüncesinin bir özelliği olduğu gibi Hint ve İran kaynaklı olan "vahdeti vücut" da, "Doğu düşüncesi"nin bir eğilimidir.
Bayezid, Horosanlı'ydı ve dedesi Zerdüşt dinine mensup birisiydi. O, tasavvufi "fenafillah" doktrinini, Ebu Ali es-Sindi'den öğrenmiştir. Bayezid, Hint uygulaması olan nefesleri, kontrol etmeyi bilmekte ve bunu arifin, Allah'a ibadeti şeklinde tanımlamaktaydı.
Tasavvuf konusundaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ebu'l-Ala Afifi, özellikle İbni Arabi ve "vahdeti vücut felsefesi" konusunda otoritedir. İşte Afifi'nin tarafsız bir bilim adamı olarak tespitleri:
"Fusûsu'l-hikem", İbni Arabi'nin en önemli, en derin ve kendi asrında ve sonraki devirlerde tasavvuf anlayışının oluşmasında en müessir eseridir. İbni Arabi, bu eserinde "vahdeti vücut sistemi"ni en son şekliyle ortaya koymuş ve bu sisteme dair "tasavvufi ıstılahlar" geliştirmiştir. İbni Arabi, Bâtıni İsmaililer, Karmatiler, İhvan-ı safa ve kendisinden önceki sufilerden yararlandığı gibi; Meşşai felsefesi, Hıristiyan gnostisizmi, Yeni Eflatunculuk, Stoacılar ve Yahudi düşünür Philon'dan da istifade etmiştir.
Arabi, çeşitli kaynaklardan aldığı pek çok kavramı, bazen asıl anlamlarını değiştirerek, bazen de mecazi anlamda kullanmıştır. Mesela Eflatun'un "iyi"(hayır), Plotinus'un "bir", Eş'ariler'in "külli cevher" ve İslam'ın "Allah" kelimelerini aynı şeye karşılık olarak kullanmağa çalışır. Yine Plotinus'un "ilk akıl" kavramı için, Kur'an'ın Kalem, Eflatun'un "idelerin idesi" kavramlarını kullanmıştır. Arabi, kelam konusunda söylediklerinin bir çoğunu Stoacılar'a borçludur.
Hem Eflatuncular hem de Stoacılar, "insan nefsinde ilahi bir unsur" bulunduğunu ileri sürerler. Bu fikir, öyle görünüyor ki, Hıristiyan ve aynı zamanda Müslüman sufiler tarafından farklı bir yönde geliştirilmiştir. Mesela, St. Paul diyor ki: "Ben yaşıyorum, ama bende yaşayan ben değil, İsa'dır." İbni Arabi'nin "kamil insan" öğretisinin temeli, bunun üzerine bina edilmiştir. Philo'nun "kelâm felsefesi", İbni Arabi felsefesi üzerinde oldukça etkilidir.
İbni Arabi, aslında Kur'an'ı anlamada, "tevil"den çok daha "kötü bir metod" kullanmaktadır. Dilini ve gramerini bozma pahasına da olsa, Kur'an'ı kendi "vahdeti vücut" görüşüne uyacak şekilde zorlamaktadır. Bazen Kur'an'ı, Yeni-Eflatuncu bir sisteme, bazen de başka felsefelere dönüştürür. Dolayısıyla genellikle anladığımız şekliyle Kur'an, Arabi'nin yaklaşımıyla tanınmaz olur.
Afifi'nin bu analizleri, şeytan artığı "eski felsefeler"in ve İblis kafalı filozofların tetikçisi olanların, "tasavvuf" adı altında ne cinayetler işlediğini açıkça göstermektedir. "Tasavvuf" ve özellikle de "vahdeti vücut felsefesi"nde ileri sürülen düşünce sistemlerinin tamamı, İblis'in tezgahında dokunmuş "abalar"dır. Bu "abalar"ı giyenlerin ve pazarlayanların, İslam'la hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, koyun postuna bürünmüş "kurt sufiler"dir, "şeytanın velileri"dir.
Sonuç olarak "tasavvuf felsefesi", İslam etiketine rağmen, "antik felsefeler"den; Eski Mısır, Eski Yunan, Hint-Budizm, İran-Mecusi, Yahudi-Kabala, Hıristiyan felsefelerinden beslenen ve İslam mahallesinde pazarlanan "İslam dışı bir felsefe"dir. Beslendiği kaynaklar; "İslam Denizi"ne açtığı "şirk kanalları"yla İblis'in amacına hizmet eden ve "Dinin Merkezi"ni, "Allah"dan "insan"a kaydıran "küfri bir sistem"dir. Aşağıda, "İslam Nur Denizi"ne açılan bu "pis suların şirk kanalları"nı ortaya koyacağız.
"TASAVVUF FELSEFESİ": "ŞİRK KANALLARI"
Gerçek bilimden mahrum cahillikle, şeytani felsefelerle zehirlenmiş "antik felsefeler"in etkisiyle, İblis'in, "aldatıcı-hayali" rüya ve vizyonlarıyla, İslam'ın içine nasıl "şirk kanalları" açıldığını; "Allah'a yaklaşmak" maskesi altında ne şeytanca iftiralar atıldığını; akla-ilme aykırı, Kur'an'ın reddettiği sayfalarca ne hezeyanlar kusulduğunu ifade etmek, Sonsuz Yüce Allah'ın bir kölesi olarak üzerimize farzdır. İslam'a açılan "şirk kanalları"yla ihdas edilen bir "felsefe"nin, "gerçek İslam" diye geniş topluluklara yutturulması; bu yolla İslam'ın, "kabalacı-küreselci çağdaş New Age'ci felsefe"yle uzlaştırılması ve kurulacak "yeni dünya düzeni"nin çimentosu yapılması, kimin planıdır dersiniz? "Tasavvuf felsefesi"nin geldiği noktaya bakarsanız, asırlardır yürütülen bu "mistik-felsefi propaganda"nın amacına ulaşmış olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. İşte "tasavvuf felsefesi"nden akla ziyan zırvalar:
Aslen Farisi olan Ma'ruf el-Kerhi, Harun er-Reşid devrinde ve kendisine nisbet edilen Bağdat'ın Kerh mahallesinde yaşayan ilk mutasavvıflardandır. Onun öğrencisi süfi Seri es-Sakati, hocası Maruf'u, bakın şeytani bir rüyayla nasıl göklere çıkarır:

''Rüyamda Ma'ruf el-Kerhi'yi Arş'ın altında gördüm. Allah, meleklerine; 'Bu kimdir?' diye soruyordu. Melekler; 'Sen daha iyi bilirsin, Ya Rabb'i!' diye cevap verdiler. Allah; 'Bu, muhabbetimden sarhoş olan ve ancak bana kavuşmakla ayılan Ma'ruf el-Kerhi'dir' dedi."
Bunlar, Kur'an dışı, şeytan işi akla ziyan zırvalar. Mürit öğrenci, şeyhini göklere çıkarır da, şeyhi, onun ödülünü vermez mi? Ma'ruf birgün müridi Seri es-Sakati'ye şöyle der:

"Allah'tan bir şey istediğin zaman, O'ndan benim adımla iste."
Bu şeyh ve müridin karşılıklı ifadeleri, okyanusa atılsa onu bozar. Bir tarafta, bir rüya ile şeyh efendiyi, haşa Arş'a çıkarma densizliği, diğer taraftan Müslüman'ın, Müslüman'a; peygamberlerin Müslümanlar'a duası dışında, Allah'tan "aracılar"la yardım istemek; dünyada iken yaşayanları yahut ölüleri şefaatçi(aracı) kılmak; açıkça "şirk"tir ve İslam'a "şirk kanalı" açmaktır. Unutmayalım ki Mekkeli müşrikler de "ilahlar"ını, Allah'tan yardım istemek için aracı kılmaktaydılar. Allah, Kitabı'nda bakın ne diyor:
İnsanlardan Allah'tan başkasını ortak edinen öyle kimseler vardır ki; o Allah'a ortak koştukları kimseleri, Allah'ı sever gibi severler. Ancak iman edenlerin, Allah sevgisi daha şiddetlidir. Keşke o zalimler(müşrikler), azabı gördükleri zamanı bir görselerdi. Muhakkak gücün-kuvvetin tamamı Allah'a aittir ve muhakkak Allah, azabı şiddetli olandır.
[BAKARA(2)/165]
Allah'ın dışında onlara fayda da, zarar da veremeyecek olan kimselere köle oluyorlar. Ve diyorlar ki: "Bunlar bize, Allah'ın indinde şefaat edeceklerdir." De ki: "Göklerde ve Arz'da, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, şirk koştukları şeylerden yüksektir, münezzehtir(yücedir)."
[YUNUS(10)/18]
Yardım görürler umuduyla, Allah'tan başka ilahlar edindiler.
Onların (ilah edindikleri), onlara yardım edemezler. Aksine, kendileri, onların hazır askerleridir.
[YASİN(36)/74-75]
Dikkat et! Halis din Allah'ındır. O Allah'ın dışında dostlar edinenler (dediler ki): "Biz, onlara, bizi Allah'a bir yakınlıkla yaklaştıracaklar diye köle oluyoruz." Muhakkak Allah, onların arasında, o ihtilaf ettikleri konularda hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, o hakkı örten yalancı kimseyi, hidayete erdirmez.
[ZÜMER(39)/3]
De ki: "'Şefaat'in tamamı Allah'a aittir. Arz'ın ve göklerin mülkü O'nundur. Ve dönüşünüz de O'nadır."
[ZÜMER(39)/44]
Bayezid ve Ebu Said el-Harraz dışındaki üçüncü asır sufileri, "fena doktrini"ni arka planda tuttular ve "vahdeti vücut" dilini seyrek olarak kullandılar. Ayrıca "tasavvuf"u, İslam'la uzlaştırmak için bir hayli gayret gösterdiler.
Bestam'lı Bayezid el-Bestami, gerçekte Farisi kökenli olup İran tasavvufunun en önde gelen mutasavvıflarından birisidir. İşte şeytanla yatıp kalkanların bozulmuş ruh halleri.. Aşağıdaki zırvaların sahiplerinin İslam'la, Kur'an'la ne ilişkisi olabilir?
"Ben, Hak'tan Hakk'a çıktım. Ey ben olan Sen! Fena fillah makamını gerçekleştirdim. Ben şimdi önceden olduğum kişi değilim. Çünkü Ben ve Hak demek, Hakk'ın birliğinin inkarıdır.. Hayır! Ben diyorum ki, Allah benim aynamdır. Çünkü O, benim dilimde konuşur ve ben ise yok oldum. İnsan için bir şeysiz, zühdsüz, ilimsiz ve amelsiz olmasından daha faziletli bir şey yoktur. Zira o, hiçbir şeysiz olursa, her şey onun olur."
Bestami efendi demek istiyor ki; ben yokum Allah var ve ben de O'ndayım. Ben yokum demekle yok mu oluyorsun, sonra da haşa Allah'la beraber mi oluyorsun! Bu derece kafayı yemiş, İblis'e yular kaptırmış bir insanın ruh sağlığının normal olduğu söylenebilir mi? İblis'in içirdiği şarap o derece sarhoş etmiş ki bakın ne diyor:
"Yılanın kabuğundan soyulduğu gibi ben de Beyazıt'lığımdan çıktım. Sonra baktım; gördüm ki, aşık, maşuk ve aşk birdir. Çünkü tevhid aleminde hepsi birdir. (Haşa) Ben Allah'ım(!) Benden başka ilah yoktur(!) O halde bana ibadet edin(!) Kendimi tesbih ederim(!) Şanım ne yücedir(!)"
Gerçekte, Allah diye İblis'le "aşk fenası"na kapılan bu kafayı yemiş adamın şeytani hezeyanları bitmiyor ve devam ediyor:

"Arş nedir? diye sorulmuş. 'Ben oyum' demiş. 'Kürsi nedir?' denmiş. 'Ben oyum' demiş. 'Levh ve kalem nedir?' denilmiş yine 'Ben onlarım' demiş"
Bravo!... Müthiş felsefe!.. Bunları İblis'in kendisi söyleyemez. Söylemez çünkü gerçeği biliyor. Amacı böyle "kibrinden aklı gitmiş ademoğlu"na, yular takmak ve onlara söyletmektir. Yukarıdaki Kur'an dışı, akıl dışı sözlerin sahibi olan meczubun, İslam'la, izanla, ilimle ve velayetle ne ilgisi olabilir? Hayır yanıldınız "velayet"le bir ilgileri vardır elbette... Ancak bu velayet, hiç şüpheniz olmasın "İblis'in velayeti"dir.
Bunların bütün hayali düşüncelerinin kaynağı, "şeytani rüyalar" ve "vizyonlar"dır. Oradan beslenir ve nemalanırlar. Aslında bugün de tüm kibirli-tekil hasta liderler, benzer vizyonlardan beslenirler. Bu rüyaların-vizyonların arkasında kimler vardır dersiniz? Hiç şüpheniz olmasın İblis'in adamları.. İşte mutasavvıf Bestami efendinin çocukluğunda gördüğü bir vizyon:

"Çocukluğumda bir gece Bestam'dan çıktım. Ay doğmuştu ve her şey sakindi. Bir mertebe gördüm ki, on sekiz bin alem onun yanında zerre gibi kalıyordu. Titredim ve beni büyük bir dehşet kapladı. 'Ya Rabb'i!' diye bağırdım. Bu azamete rağmen boş saha, bu celale rağmen ürkütücü mülk!' Gaipten bir ses duydum: 'Sahanın boşluğu kimsenin gelmediğinden değil, bizim istemediğimizden dolayıdır. Zira yüzünü toprağa sürten herkes buraya girmeye ehil değildir' der."
Zavallı insanlar, güya ellerinde Kur'an var, ancak bir üst boyutta bulunan; her türlü vizyonlar gösteren, ancak kendileri görünmeyen şeytancıkların nasıl da oyuncağı olmuşlar!.. Sanki Sonsuz Yüce Rabb'imiz bu son kitabında, şeytanları bize hiç anlatmamış.. Sanki akıl buharlaşmış, gerçek vahyin yerini iblislerin vahyi almış...Yazıklar olsun!
Abdulkerim el-Cili'de, aynı "şeytani vahdeti vücut felsefesi"ni fütursuzca savunuyor, tüm süfli putperestliği Hak olarak görüyor. Ve putperestleri, ateşperestleri, hakkı örtenleri, Teslis'i takdis ediyor ve tüm sapkınlıkları-akılsızlıkları nasılda temize çıkarıyor:
"Allah, bütün inançların özü ve hakikatidir. Putperestler, alemin her parçasına nüfuz eden varlığa ibadet etmektedirler. Düalistler, yaratıcı ve yaratılanın birliğine tapmaktadırlar. Ateşperestler ise, ateşin bütün tabiatları yok ettiği gibi, bütün isim ve sıfatların kendisinde fani olduğu bir zata ibadet etmektedirler. Allah'ın varlığını inkar edenler, gerçekte hüviyeti veya fiili olarak değil, potansiyel olarak yaratıcı olması itibariyle ona ibadet etmektedirler. Sonuçta bütün insanlar kurtulmuşlardır. İslam'ın, tevhid anlayışına en yakın Hıristiyanlık'tır. Hıristiyanlar'ın hatası, "İlahi tecelli"yi İsa ile sınırlandırıp, tüm insanlara teşmil etmemeleridir. Hakk'ı insanda müşahede edenlerin ibadeti, ibadetlerin en mükemmelidir."
İblis'in şerbetini içerek sarhoş olan-"fena"laşanlardan birisi ve oldukça açık sözlü olan Hallac ise sadece Firavun'u değil, özellikle İblis'in isyanını da kutsayarak; "tevhid"in en üst örneği olarak gösteriyor ve İblis ağzıyla şöyle konuşuyor:
"Eğer Allah'ı tanımıyorsanız, en azından eserlerini tanıyın. İşte ben bir eseriyim ve ben Hakk'ım. Zira ben Hak'la Hak olarak ebediyen devam edeceğim. Hocam ve arkadaşım İblis ve Firavun'dur. İblis, cehennemle tehdit edildi; yine de vazgeçmedi. Firavun suda boğuldu; yine de vazgeçmedi. Çünkü o, kendisi ile Allah arasındaki hiçbir vasıtayı kabul edemezdi. Ben de öldürülsem veya elim-ayağım doğransa da vazgeçmeyeceğim."
Bu sözlerinin sahibinin kimin ajanı olduğu, kimden vahiy aldığı, hocasının kim olduğu; Allah'ın ekmeğini yiyip, kimin kılıcını salladığı ve kimin velisi olduğu ne kadar da açık... Sahibinin sesi...İşte bu adamlar hakkında Kur'an'ın hükmü:
Bir fırka, hidayet üzeredir ve bir fırkanın üzerine de, dalalet(sapkınlık) hak olmuştur. Şüphesiz onlar(sapkınlar), Allah'ın dışında şeytanları dostlar edinmişlerdir ve kendilerini doğru yolda sanmaktadırlar.
[ARAF(7)/30]
İbni Arabi(1165-1240), döneminin Yahudi filozoflarından ve "kabala felsefesi"nden oldukça etkilenmiştir. Aynı devirde yaşayan kabalacı Moşe Şem Tov'un "adam kadmon"uyla, "vahdeti vücut"cu Arabi'nin "insan-ı kâmil"i aynıdır. İkisi de Aramice yazan aynı kaynaktan beslenen Kurtuba'lı iki filozof.. Kabalanın "adam kadmon"u da, "vahdeti vücut" da bir madalyonun iki yüzü... Arabi, Yahudiler'le dostluk kurdu ve Yahudiler'den "kabala"yı öğrendi ve böylece "vahdeti vücut" şeytani felsefesini geliştirdi. Arabi'nin en çok ilham aldığı kaynaklardan birisi olan "kabala felsefesi"inin özü şudur:
"Bütün ruhlar, İlahi Ruh'la birlikte sadece ve sadece bir bütün oluşturur. Tanrı aynı anda birçok ve tektir, o büründüğü sayısız şekle rağmen emsalsiz bir varlıktır, parça bütünün yerine geçebilir. Yaratıcı, aynı anda hem bilgi hem bilen ve bilinendir, onunla birleşmemiş ve onun kendi özünde bulmadığı hiçbir şey var olmaz, var olan her şey O'dur ve her şey O'nda en saf ve kusursuz biçimlerinde bulunmaktadır. İsmin üstatları diye adlandırılan seviyeye ulaşmış mistikler, bu noktaya geldiklerinde Tanrı'dan farklı değillerdir(!): Tanrı ve Gerçeklik, soyut düşünceler değildir. Tanrı, kendini sonsuz sayıda parça halinde gösteren Bütünlüktür(!) İnsanın, Tanrı'nın görüntüsünde yaratılmış olması bu demektir."
Arabi'nin "vahdeti vücut" felsefesiyle, "kabala felsefesi" arasında hiç bir fark olmadığını yukarıdaki ifadeler açıkça göstermektedir. İbni Arabi, kökleri İblis'e dayanan "antik felsefeler" ve "kabala"dan esinlenerek "vahdeti vücut" felsefesini bir "şirk kanalı" olarak geliştirmiştir. Bu "şeytani felsefe"nin amacı; bizzat var olan, her şeyi yoktan var eden ve yarattığı hiçbir şeye benzemeyen Sonsuz Yüce Allah'la, yarattığı her şey arasında bir "bütün-parça" ilişkisi kurmaktır. Bu şeytani mantalite ile "vücut birliği" sağlanmış; ve böylece de "tevhid"(!) gerçekleşmiş olacakmış!..Bizce de Arabi, bu yolla "İblis felsefesiyle birlik" sağlamış ve "en büyük şirk"i işlemiş olmaktadır.
İbni Arabi konusunda otorite olan Afifi, tüm nezaketine rağmen, onun, "ilkesiz-zırva tevil yöntemi"yle nasıl kendini kandırdığını ve Kur'an'a ihanet ettiğini şöyle açıklıyor:
"İbni Arabi, "özel bir te'vil metodu"yla, ayet ve hadislerden istediği anlamları çıkarır. Şayet ayetin zahirinde delalet, teşbih ve tecsim açısından olsa bile "kendi sistemi"ni teyit eden bir şey varsa, onu alır; şayet sistemini destekleyen bir şey yoksa, ayeti zahir anlamından istediği başka bir anlama çeker. İbni Arabi, genellikle, Kur'an ayetlerini birbiriyle karıştırır ve aralarında görünür bir bağlantı olmadığı halde, birisini diğeriyle tefsir eder."
Bilimsel bir metodolojiden mahrum, Kur'an'i kavramları, ayetleri, istediği yönlere çekebilen; dini kendi hevasına uydurmaya çalışan bir alim!.. Çağının bilimsel cehaleti bir yana, "tutarlı ve ilmi bir tevil"den yoksun bir adamın zırvaları, neden bu kadar rağbet görür acaba? işte Afifi bakışıyla, İbni Arabi'nin, İblis kökenli akla ziyan zırvaları:
"Ona göre, tek tanrıcılıkla çok tanrıcılık arasındaki fark; 'Bir'le 'çok' arasındaki mantıki fark gibidir. İbni Arabi, diyor ki; 'gerçekte Allah'ın şeriki(ortağı) yoktur', çünkü Allah, şerik(ortak) denilenler de dâhil, her şeyin aynıdır. İbadet edilen her şey(putlar-varlıklar), Allah'ın bir sureti ve görüntüsüdür. Gerçekte putlara ve yaratılmış varlıklara ibadet edenler, Allah'a ibadet ediyor.. 'Bütün putların en büyüğü Allah'tır. Biz, O'nu hangi vasıfla nitelendirirsek, o vasıflar biziz. Vücutta birlik, surette farklılık.. Sen osun, o değilsin. O da sendir, sen değildir."
Yukarıda "Allah Kimdir?" başlığı altında; yaratılmışlarla ilişki kurma çabalarının, akılsızlık, ilimsizlik ve daha kötüsü şeytanlık olduğunu, aşikar bir gerçek olarak ortaya koymuştuk. İblis'in velisi olan bu zat ise; Allah'a, şirk koşmak isteseniz de koşamazsınız. Çünkü yaratılmış her şey zaten Allah'ın kendisidir. Halk(yaratılmış) Hakk'ın bir sureti, yansıması ve cüzüdür, diyebiliyor. Bu "vahdeti vücut Arabi felsefesi"nin yukarıda özetini verdiğimiz "kabala felsefesi"yle bire bir örtüştüğünü görmekteyiz.
Üst tarafta hezeyanlarına yer verdiğimiz zevat ve daha niceleri Arabi'yle aynı "vahdeti vücut şeytani felsefesi"ni savunmaktadırlar. Bu adamlar, gerçekte İslam'ın ortadan kaldırdığı; insanı aşağıların aşağısına sürükleyen putperestliğe meşruiyet sağlayarak onu sevimli hale getiren İblis'in dostlarıdır.
Hak'la, halkı(yaratılmışları) aynileştirmek, halkı(yaratılmışları), Hak gibi göstermek, küfrün ta kendisidir. "İnsan"la, onun ürettiği "araba"yı; insanın parçası, yansıması gibi göstermek, aynileştirmek neyse; Allah'la, "mahlukat"ı benzeştirmek, aynileştirmek öyledir. "Araba", "insan"ın bir suretidir, sıfatıdır demek, nasıl süfli bir yalansa; "varlık alemi"ni de Allah'a izafe etmek, ancak ruh hastalarının yapacağı bir iştir. Aslında İbni Arabi'nin ve İslam'ın içine açtığı "şirk kanalı vücut birliği" şeytani felsefesinin temel yanılgısı şuradan gelmektedir:
Allah'ı, "ruh"u olan bir varlık, yahut "ruh" olarak görmek. Bu "ruh"un, en başta insanlar olmak üzere, tüm "canlı ve cansız varlıklar"a nüfuz etmesi; dolayısıyla tüm alemleri, "özde bir varlıklar" ve (haşa) Tanrı'nın değişik suret(şekil) kazanmış halleri olarak algılamak... Özetle Arabi felsefesi, kabaca budur. Allah'la, alemler ve özelde insan arasında böyle bir ilişki kurduktan sonra, arkasından "vahdeti vücut" zırvaları gelir...Bu "şeytani hipotez"den sonra; alemleri de ezeli-ebedi görebilirsiniz. Artık bundan sonra, Allah'tan "ruh parçası" taşıyan "insan"ı; hatta "madde"yi bile Tanrı'nın bir cüzi olarak görebilirsiniz...
İşte bu azim şirk felsefesinin "İblis tohumları", bu temel noktada ekilmiştir. Bundan sonra bunları geliştirmek ve hasadını yapmak; meyvelerini toplamak için; geriye "şeytani rüyalar ve vizyonlar"ı bilgi kaynağı haline getirmek kalıyor. Allah'ın, ne yaratılmışlar gibi "ruhu olan bir varlık", ne de bir "ruh" olduğu kesinlikle söylenemez. Böyle bir kabul; "Kur'an'daki Allah"a ve başta peygamberimiz olmak üzere tüm peygamberler öğretisine aykırıdır ve azim bir iftiradır. Bu iftiranın hiçbir dayanağının olmadığı, yukarıda; "ALLAH: ALEMLER-EVRENLER VE İNSANLARI YARATTI" başlığı altında ortaya konmuştur.
Bütün bu akla ziyan zırvalar, Kur'an'ı yok saymadan ileri sürülemez. Bu azim şirk olan görüşlerin, Kur'an'ın tamamını örtmeden ileri sürülmesi mümkün değildir. Arabi'nin, şeytani hayallerine ve "vahdeti vücutcu felsefesi"ne dayanan iddialarının bir kısmı, aşağıda özet olarak verilmiştir:
1) İbni Arabi'nin felsefesinde, ahiretin ve "ahiret azabı"nın yeri yoktur. Çünkü Allah'ın sürekli tecellisi olan "alemler", ebedi ve ezelidir. İbni Arabi, bunu bütün açıklığıyla "El-Fütuhatü'l-Mekkiyye" isimli eserinde ortaya koyar. Bu Newton'un da beslendiği "şeytani kabala felsefesi"nin ürünü bir görüştür. Her şey ezeli ve ebediyse, her şey, Tanrı olmak zorundadır. Halbuki ezeli ve ebedi olan sadece Allah'tır. Alemlerin(evrenlerin) sonlu olduğu bilimsel olarak bir gerçektir. Newton ve Arabi, bugünün astrofiziği tarafından yalanlanıyor.
2) İbni Arabi, bu sebepledir ki "cehennemi" yok sayar. Cehennemliklerin de nimetleneceğini iddia eder.
3) Hıristiyanlar'ı, neden sadece İsa için Allah'tır diyorlar diye kafir sayar. Sadece İsa'yı değil de herkesi, hatta herşeyi Allah veya onun bir sureti saysalardı kafir olmazlardı der. Bugün İblis ve hizbi, aynı hikayeleri, "New Age'ci karanlık işçileri"ne ve ahmaklara her gün tekrarlıyor.
4) Arabi, Firavun'un imanını geçerli sayar, onun ahiret'te azaba uğramıyacağını söyler ve şöyle der: "Firavun, Musa'ya sadece surette isyan etmiştir, hatta onun isyanı, itaatin ta kendisidir."
Kur'an ise Firavun'u, cehennem azabıyla tehdit eder ve dünyada da sabah-akşam ateşe arzedildiğini bildirir:
Sabah ve akşam, (Firavun ve çevresi) o ateşe sunulurlar. Ve o gün Saat(Kıyamet) vuku bulduğunda da; Firavun ve çevresini, azabın şiddetlisine(cehenneme) sokun (denir).
[MÜMİN(40)/46]
5) İbni Arabi, kendisine, Peygamber tarafından vahyedildiğini iddia eder. Güya Peygamber, gördüğü bir rüyasında kendisine yazdırmıştır. Bunların bütün işleri rüyalara dayanır. İblis ve adamları, kendilerini, Peygamber, O'nun sahabeleri ve melekler olarak rüyada göstererek, bu zevata bol bol "şeytani felsefe"yi üflemişlerdir.
6) Sufilerin çoğunluğu, istedikleri zaman rüya görebileceklerini söylerler. İbni Arabi de kendisinin, dilediği herhangi bir zamanda rüyada veya uyanıkken, "pirler"ini görebildiğini iddia etmektedir. İbni Arabi'nin iradesine göre bu "pirler", onun önünde ortaya çıkarak, kendisiyle dilediği şeyleri konuşurlarmış.
Arabi'nin "pirler" iddiasına tamamen katılıyoruz, aksi olsaydı şaşardık. Evet bu zevatın tamamı, şeytanlar tarafından acayip kandırılmıştır. Bütün işleri, şeytani rüya ve vizyonlar yoluyla şeytanlarla muhabbet etmektir. Bunlar ne Kur'an okurlar, ne de "Peygamber sünneti"ni takip ederler. Şayet okurlarsa da, şeytani felsefelerine dayanak bulmak için okurlar... Arabi efendi kimleri çağırıp görüşüyormuş acaba? Arabi'nin, "pirler"i kimlerdir sanıyorsunuz:
Şeytanların, kimin üzerine indiğini size haber vereyim mi?
"Her günahkar-iftiracının" üzerine iner
.
Onlar (şeytanlara) kulak verirler ve bunların çoğu yalancıdırlar.
[ŞUARA(26)/221-223]
7) Tasavvufta "veliler"in, görünmez hiyerarşilerinden söz edilir ve güya dünyanın düzenini sağlarlar. En yüksek mertebede bulunana "kutup", onun altında bulunanlara sırasıyla; nükeba, evtad, ebrar, abdallar denir. Arabi ise kendisini, kutup olarak görmenin daha da ötesinde; "velilerin mührü" olarak görür. Kendisi için "Haşimi ve İsevi mirasın mührüyüm" der. H. 1202 yılında Mekke'de gördüğü bir rüyasında; bu "velilik mührü"nü kendisine verirler. İşte Arabi'nin isteğe bağlı şeytani rüyası yahut vizyonu:
"Rüya gibi bir durumda sanki Kabe'nin altın ve gümüş tuğlalardan yapılmış olduğunu gördüm. Bina, eksik olan iki tuğla dışında tamamdı; bunlardan biri altın, diğeri ise gümüştü. Nefsimin kendisini bu iki tuğla yerine yerleştirdiğini gördüm ve anladım ki, ben onların ta kendileri idim. İşte o zaman bina tamamlandı. Uyanıp Allah'a şükrettim ve kendi kendime, 'benim gibileri takip edenler arasında ben, Peygamberler arasındaki Allah'ın Resulü (Muhammed) gibiyim" yani "velilerin mührü'yüm."
Ne diyebiliriz! Arabi ve benzerlerini meşrulaştıran, bu "şeytani felsefe"nin dini bozmasına, dinin içine nüfuz ederek "şirk kanalları" açmasına göz yuman Müslüman kisveli alim geçinenler utansın! İslam'ı, "şeytani New Age felsefesi"ne dönüştürerek; "Deccal Dini"ne kapı açanlar utansın! Ellerinde Sonsuz Yüce'nin Kur'an'ı olduğu halde; O'nu arkalarına atanlar utansın!
Onlar Kur'an'ı tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa onların kalpleri kilitli midir?
Muhakkak o kimseler ki, kendilerine hidayet ortaya çıktıktan sonra gerisin geri dönerler. Şeytan onları sürüklemiştir ve onları uzun emellere kaptırmıştır.
[MUHAMMED(47)/24-25]
"Yazıklar olsun bana, keşke ben filanı dost edinmeseydim."
"Bana geldikten sonra beni zikirden(Kur'an'dan) saptırdı. Şeytan, insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır."
Ve elçi dedi ki: "Ey Rabb'im, muhakkak benim kavmim, şu Kur'an'ı terk etti."
[FURKAN(25)/28-30]
H. 5. asrın yazarlarından İran'lı bir sufi bile, kendi zamanındaki benzer hezeyanlara karşı şöyle isyan etmiştir:
"Bazı sufiler, şehvetlerini, şeriat; uydurma vehimlerini, ilahi ilim; nefsi arzu ve isteklerini, ilahi sevgi; zındıklıklarını, fakr; şüphelerini, safa; dinin inkarını, nefsin fenası; şeraitin ihmalini, tasavvuf yolu olarak görmektedirler.''
Sonuç olarak diyebiliriz ki; kabala tasavvufu, Taoculuk, Budizm, Hint Veda öğretileri, Uzak Doğu'nun mistik dinleri, Hint-İran kaynaklı ilkel Mitras gizemleri ve Yeni Eflatunculuk felsefesi ile "tasavvuf felsefesi" arasındaki "felsefi-kavramsal örtüşme, paralellik ve özde birlik" açık, kesin ve anlamlıdır.
Özetle ifade edebiliriz ki; "tasavvuf felsefesi"nin, İslam'a dayandırılması; İslam'ın "derin bir algılama"sı olarak takdim edilmesi, tam anlamıyla bir aldanma ve aldatmadan ibaretttir. Taşıdığı etiket, İslam olsa da; İslam'ı, temellerinden çökertmek için İblis'in hain planlarıyla dokunmuş; yücelik peşinde olan hastalıklı kalplere-zihinlere enjekte edilmiş bir "şeytani felsefe"dir. Asırlardan beridir yapılan tüm hazırlık ve çalışmalar; bu çağın "şeytani new Age Dini"ni oluşturmak; "Deccal Dünyası"nı inşa etmek için İblis'in yaptığı "kadim plan"ın bir parçasıdır.
SONUÇ
1) "Tasavvuf felsefecileri"nin Kur'an'ı anlamak için başvurdukları bir metodolojileri yoktur. Aklın yerine "his ve hayalleri" ön plana çıkarmışlardır. Müteşabih ayetleri ve hatta muhkem ayetleri bile istedikeri gibi tevil etmekte; tevil denemeyecek derecede, arzu ve isteklerine uydurmakta; gerçekte İblis'in arzularına uydurmakta ve zırvalamaktadırlar. Halbuki "zırva tevil götürmez". Kalplerinde hastalık olanlar, Kur'an'ın "müteşabih"ini de, "muhkem"ini de istedikleri gibi tevil ederler. Nitekim Sonsuz Yüce Allah, Ali İmran suresi 7. ayetinde böyle olanları; "Kalpleri kaymış, fitne çıkaran ve keyfi yorumlar yaparak müteşabih ayetleri tevil edenler" olarak nitelendirir.

2) Tasavvuf felsefecileri, bugünkü pozitif ilmin cahilleridir ve kuşatamadıkları halde, "Allah'ın Zatı"nı ve "Sıfatları"nı istedikleri gibi yorumlamaktadırlar. "Madde"yle ve "şeyler"le ilgili tüm "kavramlar"ı, bugünkü anlamda gerçek bilimden mahrum olan ve şeytani fısıltılardan feyz alan bir felsefe anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu felsefeciler, Eski Yunan filozoflarının skolastik ve şeytani görüşlerini aldılar. Yahudi-kabalası ve şeytani Hint-Doğu felsefesinden etkilendiler. Unutulmamalıdır ki bu felsefeler de, daha önceki Mısır, Sümer-Babil, Atlantis ve şeytani Lemurya "antik toplumları"nın bir mirasıdır.
3) "Tasavvuf felsefecileri"nin İslam'ın temel meseleleriyle ilgili görüşleri, tamamen Kur'an ve Sahih sünnet dışıdır, yanlıştır ve yalandır. Yukarıda Allah'ın kim olduğu, İslam'ın ne olduğu özet olarak ortaya konmuş; arkasından da bu felsefecilerin azim sapkın iddialarına yer verilmiştir. Gerçeği arayan salim her akıl sahibinin, bu sapkın görüşlerin ne anlama geldiğini kavraması hiç de zor değildir.
4) Allah'la, "Nuru"ndan yarattığı alemler arasında bu felsefecilerin kurduğu ilişki, külliyen yalandır ve şeytanidir. "Vücut birliği"; "vahdeti vücut" felsefesi; bugün de İblis'in askerlerinin medyumlar aracılığıyla dünyaya yaydığı en büyük iftiralardan birisidir. "Gerçek tevhid"i, böyle bir "Birliğe" dönüştüren şeytan dostları, yanıldıklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır.
5) "Vahdeti vücutcu tasavvuf"un, Allah'la-insan arasında kurduğu "bütün-parça", "zat-suret", "ben, o; o, ben" ilişkisi en büyük şeytanca yalandır. İblis, dün nasıl tasavvuf yoluyla İslam toplumlarını ifsad ettiyse; bugün de Başmelek Mikail postuna bürünerek Batı toplumlarını, aynen Adem'i kandırdığı gibi kandırmaya çalışıyor ve başarılı da oluyor. Ne diyor? "Sizde Tanrılık saklı, bize itaat eder, meditasyon yapar ve sizin rehberleriniz olmamıza izin verirseniz, size boyut atlatır, Tanrılık boyutuna çıkarırız." Bu şeytan sözleri, tasavvuftaki "fenafillah"ın kestirme yolu.. Bugün dünyada; özellikle ABD'de milyonlarca insan, bu "melek olma, Tanrı olma yalanı" peşinde koşmaktadır. Vah zavallı kibirli aldanmışlar vah!...Taktik aynı taktik... İblis, Adem'e kurduğu tuzağı, onun çocuklarına da aynen kuruyor ve işletiyor. Heyhat nerde ders, nerde ibret! İşte Kur'an'ın uyarısı:
Örtülü olan edep yerlerini açığa çıkarmak için şeytan, o ikisine vesvese verdi. (Şeytan) dedi ki: "Rabb'iniz, şu ağaçtan sizi yasaklamıyor, ancak iki melek olursunuz yahut ebedi (cennette) kalıcı olursunuz diye yasaklıyor."
[ARAF(7)/20]
Muhakkak onun(şeytanın), iman edenler ve Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde bir gücü yoktur.
Onun(şeytanın) gücü, onu veli(dost) edinenler ve O'na(Allah'a) şirk koşanlar üzerinedir.
[NAHL(16)/99-100]
6) Kim kabalacı Newton gibi; "alemler ezeli ve ebedidir"; dolayısıyla "sonsuzdur" diyorsa; her şey Allah'tır, Allah da her şeydir demiş oluyor ki; bu, "vahdeti vücut tasavvufudur" ve elbette bu görüş, bugünün fiziği-astrofiziği tarafından yalanlanmaktadır, tutar hiçbir yanı yoktur. En son Kaliforniya Berkeley Üniversitesi'nden bilim insanı fizikçi Raphael Bousso ve arkadaşlarının ileri sürdüğü görüş şudur: "Evren sonsuz olamaz, şayet evren sonsuz olursa tüm fizik yasaları çöker."
Ancak tasavvuf felsefecileri; özellikle Arabi, "evrenin sonsuzluğu" tezini savunuyor. Bunun sonucu olarak İblis ve yandaşları gibi "cehennem"i yok sayıyor. Böylece Kur'an'ın, bu konuyla ilgili muhkem ayetlerini açıkça örtüyor. Bu nedenledir ki bu adamlar; İblis, Firavun vb. azgın kafirleri bile ahiret azabından; cehennemden muaf tutuyorlar. Ve tabiki tüm "putperestler"i de benzer şekilde "cehennem"den kurtarıyor ve tevhidci(!) yapıyorlar.
7) Bu "tasavvufcular"ın tamamının işleri "rüyalar"ladır. Şeytanlarla dostlukta mertebeleri arttıkça, "vizyonlar" da görürler. İslam'a göre "vahiy" kesilmiştir, "rüya" hiçbir şekilde "delil" olamaz. "Vizyon", cin işi, şeytan işi ve Kur'an dışı bir "hayal"dir. O halde, kim, kimden vahiy alıyor, kim rüyaları; özellikle şeytani rüyaları delil sayıyor? Kim kime "vizyon" gösteriyor? Bunların İslam'da bir yeri, değeri yoktur. Bunlar gerçeğe ulaşmak için hiçbir zaman bir "yol-yöntem" olamaz. Kim olabilir diyorsa; kusura bakmasın, o ya cahildir, ya da kötü niyetli şeytan dostudur. İblis ve adamları, dün de, bugün de dostlarını "rüya ve vizyonlar"la yönetmektedirler ve yönetmeye de devam edeceklerdir. Sonsuz Yüce Allah, Kur'an'a şaşı bakan, gerçek vahiy yerine; kendi heva, kibir ve rüyalarıyla hareket edenlere "şeytanları dost ederiz ve şeytanlar dostlarına vahyederler" diye bize bildirmektedir:
Kim Rahman'ın zikrine(Kur'an'a) şaşı bakarsa, Biz ona, şeytanı sararız. O şeytan, ona arkadaş olur.
Muhakkak onlar(şeytanlar), onları yoldan engellerler ve onlar kendilerinin hidayet üzere olduğunu zannederler.
Bize geldiği zaman (o kimse) der ki: "Keşke benimle senin aranda, iki doğu uzaklığı olsaydı. Sen ne kötü arkadaşsın."
[ZUHRUF(43)/36-38]
Şeytanların, kimin üzerine indiğini size haber vereyim mi?
"Her günahkar-iftiracının" üzerine iner.
Onlar (şeytanlara) kulak verirler ve bunların çoğu yalancıdırlar.
[ŞUARA(26)/221-223]
8) Hiçbir mümin-veli, Allah'ın lütfu olan güzel hallerini bir reklama dönüştürmez. Ancak hem mutasavvıf şeyh efendilerin kibirleri, dillerinden taşıyor ve hem de müritler, şeyhlerini uçuruyor. Şeyh uçmaz, mürit uçurur. Böylece masallar, efsaneler yayılıp şeytani efsunlarla beraber bir "kutuplar edebiyatı"na dönüşüyor.
Kur'an'da kimin mümin, kimin ''Allah'ın velisi'', kimin ''şeytanların velisi'' olduğu açıktır. Kendilerini Allah'ın velileri olarak gösterip, Sonsuz Yüce Allah'a iftiralar edenlerin, şeytani felsefelerle beslenenlerin, evreni-alemleri Allah'a ortak koşanların, velayet mertebeleri oluşturarak; Sonsuz Yüce Allah'ın hükümranlığında kendilerine pay ayıranların; evrende-dünyada düzeni sağladıklarını ve rızık dağıttıklarını iddia edenlerin, İslam'da bir yeri olabilir mi? Hayır, asla! Ne yazık ki bu yollarla kendilerini Allah'a ortak koşanların durumu, İblis'ten daha kötüdür ve daha hazindir. İşte Sonsuz Yüce Allah'ın ayetleri.. İşte şeytanın dostları ve Allah'ın dostları:
İnsanlardan o kimse ki, Allah hakkında bilgisi olmaksızın mücadele eder ve her azgın-küstah şeytana tabi olur.
(Böyle olan) o kimseye yazılmıştır ki: "Kim onu(şeytanı) veli edinirse, muhakkak o(şeytan), o kimseyi saptırır ve onu alçaltıcı azaba sevkeder.
[HAC(22)/3-4]
Dikkat et! Allah'ın velileri ki; onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.
Onlar, iman ederler ve (Allah'tan) sakınırlar.
Onlara dünya hayatında ve ahirette müjde vardır. Allah'ın kelimelerinde bir değişiklik yoktur. İşte bu azim bir kurtuluştur.
[YUNUS(10)/62-64]
9) Kendisine ait merhaleleri olan bu "tasavvuf felsefesi"nde sufi, sözde en üst merhaleye geldiğinde; yani bir anlamda haşa Tanrılaştığında, bütün kayıtlardan sıyrılır. Artık ne söylerse haşa haktır, onun için tıpkı Allah gibi, haram-helal yoktur. Tüm hezeyanları, zındıklıkları, açık küfürleri normaldir, çünkü haşa Tanrı'dır. Müridin ihlasından, onun riyası daha üstündür.
Evet bunlar, kelimenin tam anlamıyla şeytanlıktır, hatta onun da ötesindedir. Çünkü İblis, Rabb'inin "tek İlah olduğunu, ondan başka ilah olmadığını bilir." Rabb'inden it gibi korkar, ancak ipi ne kadar uzatılmışsa o kadar havlar. Onun derdi ademoğlunu saptırmak; böyle rezilliklere düşürmek ve cehenneme mahkum etmektir. Ve amacı, her şeyi en iyi şekilde bildiği halde, intikam almaktır. İnsanoğlunun, kendisini nasıl süfli boyuta indireceğini kanıtlamaktır. İşte İblis'in itirafları:
Emir kaza edilip(hüküm verildiği) zaman, şeytan der ki: "Muhakkak Allah'ın size vadettiği hak vaattir. Ben de size vadettim ve vaadime uymadım(yüz çevirdim). Benim sizin üzerinizde davet etmekten (çağrıda bulunmaktan) başka bir gücüm yoktu. (Ancak) siz, bana icabet ettiniz, beni kınamayın(kötülemeyin), kendinizi kınayın. Ne ben sizi ne de siz beni kurtaramazsınız. Muhakkak ben, sizin beni önceden (Allah'a) şirk koşmanızı da tanımıyordum. Muhakkak zalimler için, elim bir azap vardır."
[İBRAHİM(14)/22]
10) İblis tarih boyunca "Hak Dinler"i bozmak ve kavimleri "helak"a sürüklemek için elinden geleni arkasına koymamıştır. "Kadim Planı"nı işleten ve ademoğlunu cehenneme sürüklemek için intikam hırsıyla tutuşan İblis ve köleleri, son bir hamle daha yapmışlardır. İnsanlığın en son kurtuluş reçetesi olan Kur'an'a ve Kur'an'daki İslam'a, "şirk kanalları" açarak; "İslam potansiyeli"ni, bugünkü küresel çağdaş "New Age pis suları"nın "havuz"una kanalize ederek, dünyayı ele geçirmenin bir manivelası yapmak amacındadırlar. Bu aldanış fitnesi, insanoğlunun tarih boyunca tekrarlanan aldanışının, maalesef son bir kere daha "Yaklaşansaat"te tekrarlanmasından başka birşey değildir. İşte Sonsuz Yüce Rabb'imizin geçmişte ve haldeki "aldanmış ve aldatıcılar"ın akibetiyle ilgili engellenemez ve önlenemez yargısı:
(Şeytan), onlara vadediyor, onları ümitlendiriyor. Oysa şeytan, onlara aldanmadan başkasını vadetmez.
Böyle olanların(şeytan ve ona tabi olanların), barınağı cehennemdir. Ve onlar, oradan bir çıkış yolu da bulamazlar.
[NİSA(4)/120-121]
Allah'a andolsun! Senden önce de ümmetlere (resuller) gönderdik. Şeytan onların(ümmetlerin) amellerini, kendilerine süsledi. Bugün de o(şeytan), onların velisidir(dostudur). Onlara, elim(acı) bir azab vardır.
[NAHL(16)/63]
(İblis) dedi ki: "Bana karşı ikram ettiğin o kimseye Sen bir bak! Şayet beni, Kıyamet Günü'ne kadar ertelersen(süre verirsen), elbette onun(Adem'in) zürriyetine, ancak azı müstesna yular takacağım.
[İSRA(17)/62]
Rabb'ine andolsun ki Biz, onları ve şeytanları toplayacağız, sonra cehennemin çevresinde diz çökmüş vaziyette hazır bulunduracağız.
[MERYEM(19)/68]
Biz, onlara yakınlar(cin-şeytanlar) hazırladık. Onlar(cin-şeytanlar), onların önlerinde ve arkalarında olanları güzel gösterirler. Onlardan önce geçmiş olan ümmetler içindeki insan ve cinler gibi, onlara da söz(azap) hak oldu. Muhakkak onlar hüsrana uğrayanlardır.
[FUSSİLET(41)/25]
Evet bilinmelidir ki; "evrensel aldatıcılar" da, tarih boyunca "aldananlar" da, ebedi olarak kaybetmişlerdir ve kaybetmeye devam edeceklerdir. Allah, gerçek müminlerin dostu, kafirlerin ve şeytanların ebedi düşmanıdır.
19/11/2010 Dr. Halil Bayraktar
yaklasansaat.com

Kaynaklar:
1) Kur'an-ı Kerim
2) Kütübü Sitte
3) Muhiddin-i Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye, çev. Selahhaddin Alpay, H. Mustafa Varlı, Esma Yy. İstanbul, 2005.
4) Reynold Nicholson, Tasavvufun Menşei Problemi, çev. Dr. Abdullah Kartal, İz Yy, İstanbul 2004.
5) A. E. Afifi, Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, çev. Dr. Mehmet Dağ, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yy. Ankara, 1975.
6) Abdülkerim el-Cîlî, İnsân-ı Kâmil, Mütercim Abdülaziz Mecdi Tolun, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998.
7) Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam, çev. Doç. Dr. Mehmet Dağ, Doç. Dr. Mehmet Aydın, Selçuk Yy. İstanbul, 1981.
8) Prof. Dr. Cavit Sunar, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Yy. Ankara, 1974.
9) Prof. Dr. W. Barthold, Prof. Dr. Fuad Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yy. Ankara, 1977.
10) Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi(Fıkıh Usulü), çev. Prof. Dr. Abdulkadir Şener, Fecr Yy. Ankara, 1986.
11) İbni Teymiyye, "Allah'ın Dostları ile Şeytanın Dostları Arasındaki Fark", çev. İ. E. Dal, Pınar Yy. 2003.
12) Dr. Ali Arslan Aydın, İslam İnançları ve Felsefesi, İrfan Yy. İstanbul.
13) Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yy. Ankara, 1989.
14) Kürşat Demirci, Hinduizmin Kutsal Metinleri, İşaret Yy. İstanbul, 1991.
15) Ananda Coomaraswamy, Hinduizm ve Budizm, çev. İsmail Taşpınar, Kaknüs Yy. İstanbul, 2000.
16) Gershom G. Sholem, Zohar "Kabala'dan Temel Öğretiler", çev. Ebru Yetiş, Dharma Yy. İstanbul, 2008.
17) Perle Epstein, Kabala Musevi Mistiklerinin Yolu, çev. Nusret Karayazgan, Şiyma Barkın, Dharma Yy. İstanbul, 2000.
18) Afşar Timuçin, Aristoteles Felsefesi, Kavram Yy. İstanbul, 1976.
19) Josef Horovitz, İslami Tarihçiliğin Doğuşu, çev. Ramazan Altınay, Ramazan Özmen, Ankara Okulu Yy. Ankara, 2002.
20) Fahreddin Razi, Kelama Giriş, çev. Prof. Dr. Hüseyin Atay, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yy. Ankara, 1978.
21) Dr. Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdadi Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat Yy. İstanbul, 1970.
22) Dr. Otto Dreher ve Dr. Ernst Ganz, Mazdaznan Nedir? Zerdüşt Felsefesi, çev. Gülben Ananias, Renkiş Yy. İstanbul, 1979.
23) Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi I, çev Hüseyin Hatemi, İletişim Yy. İstanbul, 1994.
24) Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi II, çev. Ahmet Arslan, İletişim Yy. İstanbul, 2000.
25) İslam'da Mezhepler ve İnanç Yolları Ansiklopedisi, Güneş Gazetesi Yy.
26) Texe Marrs, İlluminati Entrika Çemberi, çev. Ali Çimen, Timaş Yy. İstanbul 2002.
27) H. J. Störig, İlkçağ Felsefesi Hint Çin Yunan, çev. Ö. C. Güngören, Yol Yy. İstanbul, 2000.



.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder