İnsan beyni “Allah’a inanmak için programlanmış”
F I T R A T
·
Fıtrat; Anlam ve Mâhiyeti
·
İnsanî
Dengeler Açısından Fıtrat
·
Fıtrat
Kavramının Eğitim Açısından Değerlendirilmesi
·
Kur’ân-ı Kerim’de Fıtrat Kavramı
·
Hadis-i Şeriflerde Fıtrat Kavramı
·
Fıtrat ve Sanat
·
Fıtrat Gerçeği
ve İnsandaki Aşınma
·
Tefsirlerden
İktibaslar
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
فَأَقِمْ
وَجْهَكَ
لِلدِّينِ
حَنِيفاً
فِطْرَةَ
اللَّهِ
الَّتِي
فَطَرَ
النَّاسَ
عَلَيْهَا
لَا
تَبْدِيلَ
لِخَلْقِ
اللَّهِ
ذَلِكَ
الدِّينُ
الْقَيِّمُ
وَلَكِنَّ
أَكْثَرَ
النَّاسِ لَا
يَعْلَمُونَ
“Sen yüzünü hanîf (tevhid eri) olarak dine, yani Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaşatmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın
yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu
bilmezler.”
(30/Rûm, 30)
Fıtrat; Anlam ve Mâhiyeti
Fatr
Sözcüğü ve Anlam Sahası: ‘Fıtrat’ kelimesinin kökü ‘fatr’dır. ‘Fatr’ sözlükte, uzunlamasına
yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek, bir şeyi özellikleriyle ortaya
koymak, bir şeyi meydana getirmek anlamlarına gelir. ‘Fıtrat’ buna ‘te’
harfinin ilavesiyle yapılan bir isim masdardır. Sözlükte; yaratılış, belli
yeteneklere ve yatkınlığa sahip oluş, karakter, mizaç, doğal eğilim, huy gibi mânâları
vardır. Aynı kökten gelen ‘iftar’ orucu açmak, ‘infitar’ ise yarılmak, açılmak,
fışkırmak demektir ki Kur’an’da bir sûrenin adıdır.
Bu masdarın fâil (özne) ismi
olan ‘Fâtır’, Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. Bunun anlamı, yerleri ve
gökleri Yaratan demektir. ‘Fâtır’ kelimesi ile yine Yaratan mânâsına gelen ‘Hâlık’
arasında ince bir fark vardır. ‘Fâtır’ sıfatı ‘Hâlık’ sıfatının içindedir ve
ilk defa yaratmaya başlayan demektir. Kur’an’da buna şöyle işaret edilmektedir:
“….De ki: Sizi ilk defa yaratan, sizi tekrar diriltecektir…” (17/İsrâ, 51).
Modern ilmin de tesbit ettiği gibi yer ve gökler daha önceden duman (gaz
bulutu) halinde yaratılmıştı. Allah (c.c.) ‘ol’ emriyle yeri ve göğü
birbirinden ayırdı. Gezegenler ve diğer gök cisimleri meydana geldi, yeryüzünde
hayat başladı. “O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz
onları ayırdık ve her canlıyı sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”
(21/Enbiyâ, 30). Yerin ve diğer gök cisimlerinin ilk hali olan dumanın (gaz
bulutunun) yarılıp, içinden gezegenlerin ve yeryüzünde hayatın ortaya
çıkartılması ‘fatr’ kelimesiyle ifâde ediliyor.
‘Fatr’ ilkin yaratmaya
başlama demektir ki, ‘ibdâ’ (yoktan var etme) fiilinden sonraki aşamadır. Bu
bakımdan Kur’an ‘fatr’ fiilini her zaman Allah (c.c.) hakkında kullanmaktadır.
Yaratılan, yokluğun içerisinden çıkartılan ise göklerdir, yerdir, insanlar ve
diğer canlılardır (43/Zuhruf, 27; 21/Enbiyâ, 56; 20/Tâhâ, 72). ‘Fâtır’
Kur’an’da bir sûrenin ismidir. Allah (c.c.) için ‘Fâtıru’s Semâvâti ve’l arz -
Gökleri ve yeri Yaratan’ denilir (35/Fâtır, 1; 6/En’âm, 14; 12/Yûsuf, 101;
14/İbrahim, 10. vd.). Anlaşılan odur ki ‘fatr’ veya ‘fıtrat’ ilk yaratılışı ifâde
ettiği gibi, devam eden bir yaratılışı da anlatır. ‘Fatr veya fıtrat’, bir şeyi
yoktan ve örneksiz var etmek ve onu, belli bir hedefe doğru açıp ortaya koymak,
dal budak saldırmaktır.
Fıtrat
Nedir? Bir cisimden başka bir cismin meydana
gelmesi, ona ait tohumun yarılıp açılmasından, filizlenip büyümesinden meydana
gelir. Gelişen o canlı tekrar tohuma dönüşmekte, tohum tekrar filizlenip aynı
cins canlının neslinin devamını sağlamaktadır. Bu sürekli oluşum bir ‘fatr’
olayıdır. Bunu Yaratan da ‘Fâtır’ olan Allah’tır. Evrendeki her ölüm yeni bir
oluşumun, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Dünyanın ölümü bile âhiret hayatına
bir doğuştur. Nitekim Kur’an bu olayı ‘infitar’ (gök yarıldığı zaman) ifâdesiyle
anlatıyor (82/İnfitâr, 1-4).
Tohum veya çekirdek,
kendinden çıkacak olan canlının özü ve özetidir. O türe ait bütün özellikleri
kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bir şeyin ilk defa yokluktan ortaya çıkışı
veya bir maddeden (tohumdan) meydana gelişi bir ‘fatr’dır. Bunun ortaya çıkış
biçimi veya taşıdığı özellikler de ‘fıtrat’tır. Her yaratığın ‘fıtrat’ üzere
kazandığı özelliklere de onun ‘tabiatı’ denir.
Evren, Allah’ın ‘Fâtır’
sıfatıyla bir ‘fıtrat’ üzere yaratılmış, bu fıtrat üzerinde bir tabiat (bir âdet)
kazanmış ve hayatını bu fıtrat çizgisi üzerinde sürdürmektedir. Kâinattaki
bütün varlıklar Allah’ın kendileri için var ettiği ‘fıtrat’ üzerindedirler. Her
varlık, kendi tabiatının gereğini yapar, o çizgisinin dışına çıkmaz. Kur’an şöyle
buyuruyor: “O halde yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine,
Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın
yaratışı için hiç bir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur).
Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30/Rûm, 30)
Bu âyette geçen ‘fıtrat’ın
insandaki inanma ve ibâdet etmeye meyli ve kabiliyeti anlamına geldiği
söylenmektedir. Buradaki maksat, her kişinin kendine ait özelliği değil, bütün
insanların insan olarak yaratılışlarındaki esas ve hepsinde ortak olan genel
yaratılıştır. Meselâ, insan bedenine ait bütün organlar ve organların görevleri
bir fıtrattır. Gözün iyi görmemesi, kulağın iyi duymaması sonradan gelen bir ârızadır.
Fıtrat’ta esas olan bütün insanlardaki bu gibi özelliklerin genel olarak bulunmasıdır.
Bunun gibi Allah (c.c.) bütün insanları kendine inanma ve ibâdet etme, verdiği
nimetlere şükretme kabiliyetinde ve bunlara meyilli olarak yaratmıştır. Kalbin
görevi bütün organlara hâkim olarak, onları Allah’ın emrine tabi kılmasıdır. Bu
da bir ‘fıtrat’tır.
Fıtratın
İşleyişi: İnsan ve ona ait organlar fıtrat üzere kaldıkları sürece, Allah’a
teslim olurlar. Eğer onlara dış etkenler tesir etmezse, onların fıtratında âlemlerin
Rabbine teslimiyet vardır. Bu bakımdan İslâm fıtratın dinidir. İslâm,
fıtrat olarak Allah’a teslim olma kabiliyetinde yaratılan organların bu
teslimiyetlerini sağlar. Ancak, hayatına İslâm’ın hâkim olmadığı kimseler
şeytanın saptırmasıyla bu kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar.
İslâm’a göre, inanmanın ve ibâdet
etmenin iki kaynağı vardır. Bunun birincisi insandaki bu fıtrat’tır. İnsanın
yaratılışı, tabiatı (doğası) Allah’ın dini İslâm’ı kabul etmeye, onu
uygulamaya, Allah’ın emirlerine uymaya; kısaca yalnızca Allah’a ibâdet etmeye
uygundur. Allah (c.c.) insanın aslını böyle temiz ve saf kılmıştır. İnanmanın
ikinci kaynağı, insanın kendi çabasıyla ve iradesiyle inanması, İslâm’ı hayat
nizamı olarak seçmesi, ya da kendi arzusuyla ibâdet ederek sevap kazanmasıdır
(kesb-kazanç). Allah (c.c.), fıtrat’a zıt özelliklerin ve anlayışların
bulunduğu yerlerde elçileri aracılığıyla Din gönderir ve insanları öz
fıtratlarına uygun davranmaya çağırır. İnsanın kendi fıtrat’ına uygun olarak
Allah’ı bir bilip O’na kulluk etmesi de ‘hanif’liktir.
Peygamberimiz (s.a.s.)
buyuruyor ki: “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali
konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudî,
mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslüman iseler, çocuk da müslüman
olur.” (Buhârî, Cenaiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22, hadis no: 265; Ebû Dâvud,
Sünnet 18, hadis no: 4714; Tirmizî, Kader 5, hadis no: 2138; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/233, 435)
Bütün insanlar saf, temiz,
İslâm’a meyilli bir şekilde yaratılırlar. Ancak onu eğitim, çevre ve dış
etkenler değiştirir, fıtrattan uzaklaştırır, ya da fıtrata uymayan davranışları
yapmasına sebep olur. İnsanı itaat etmeye de isyan etmeye kabiliyetli yaratan
Rabbimiz, ona Hakk’a uyacak, Hakk olan şeyleri tercih edebilecek kabiliyetleri
de vermiştir. Fıtrattan ayrılmayan, bozulmayan kimse Allah’ın âyetlerine kulak
verir, gereğini yapar. Çünkü yapısında bu maya, bu özellik bulunmaktadır.
Şeytan ve fıtrata aykırı dış faktörler insanı bu durumdan uzaklaştırırlar.
İslâm, insanı asıl fıtratına dâvet
eden, fıtratının gereğini yapmasını sağlayan İlâhî dindir. Mü’minler,
insanların hayra ve imana eğiliminin önündeki engelleri kaldırmakla, insanları
fıtratlarıyla yüzyüze getirmekle yükümlüdürler. Kendi fıtratlarını yeterince
tanıyanlar, Allah’ı bırakıp başka tanrılara tapınmazlar. İslâm’da cihad ibâdeti
insanları bu fıtratla yüzyüze getirme çabasıdır.
İnsanlar; güzel, doğru,
Hakk’a uygun, adâletli, isâbetli iş yapıyorlarsa, merhametli, şefkatli ve
iyiliksever iseler, hatalarından dolayı pişman oluyorlarsa, insanları,
hayvanları, tabiatı, çocuklarını, düşkünleri seviyorlarsa, ana-babalarına ve
başkalarına iyilikte bulunuyorlarsa; fıtratlarının gereğini yapıyorlar
demektir. Kötü, çirkin, yanlış iş yapanlar, zâlim ve merhametsiz olanlar,
günaha düşenler ve isyan edenler, inançsız olanlar veya yalancı tanrılara ibâdet
edenler temiz fıtratlarından uzaklaşanlardır.
Allah (c.c.) insanları kendi
fıtratlarına uygun davranmaya dâvet ediyor. Bu fıtrat da Allah’ın insanlara
gönderdiği İslâm’a inanıp ona uygun yaşamaktır. İslâm, insanların temiz fıtratlarına
uygun hareket etmelerini istiyor. Bu bakımdan ‘fıtrat’a müdâhale; örneğin,
vücudun şeklini değiştirmeyi, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara
benzemesini, canlı türlerine onları bozmak üzere el atmayı hoş görmemektedir. Kısaca
fıtrat, Fâtır olan Allah’ın insanlara ve varlıklara yoktan var ederek verdiği
kabiliyet, onlara ait programdır. Allah’ı tanıma ve O’na ibâdet etme eğilimi,
ruh temizliği, olumlu yetenekler ve benzeri şeylerdir. İnsana düşen bu temiz
fıtratı tanımak ve ona uygun davranmaktır. (1)
Fıtrat; Yaratılış, yapı,
karakter, tabiat, mizaç, peygamberlerin sünneti, kalb-i selîm, âdetullah
demektir. Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü,
istidât gibi mânâlara da gelir. Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını
kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere
yaratmasıdır (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (t.y.), V, 55). Fıtrat; ilk
yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında
toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi
yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve
taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fitrat
üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah'ın
fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifâdeleriyle
isimlendirilmektedir (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd.; M. Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'an Dili, III, 1889 vd.; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar,
İstanbul 1986, 198 vd).
Fıtratın geniş anlamları
Kur'an-ı Kerîm'de şu âyetlerde açıklanmaktadır:
"Sen Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta
(Fıtratallah) verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratmasında değişme olmaz. İşte
dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (30/Rûm, 30)
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde
çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir.'' (16/Nahl, 78)
"Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın." (35/Fâtır, 43; Ayrıca bk. 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb,
62; 40/Mü’min, 85; 48/Feth, 23)
"Nefse ve onu şekillendirene... Ona bozukluğunu ve korunmasını
ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten
ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanladı... Rableri de günahları
yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti." (91/Şems, 7-14)
"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik." (90/Beled, 10)
"Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur." (76/İnsân, 3)
"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola
iletendir."
(20/Tâhâ, 50)
"Kendini tezkiye edip temizleyen kurtuluşa, mutluluğa ermiştir.'' (87/A'lâ, 14)
"O (adamın) tezkiye olmamasından sana ne?" (80/Abese, 7)
"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır. Rabbiniz kimin en
doğru yolda olduğunu bilir."
(17/İsrâ, 84)
"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (51/Zâriyât, 21)
"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah'ın
kanununda bir değişiklik bulamazsın." (35/Fâtır, 43)
"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer." (28/Kasâs, 68)
"De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl
başlamış?" (29/Ankebût, 20)
"Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." (23/Mü'minûn, 14)
"Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun
durumunu değiştirmez."
(13/Ra'd, 11)
Kur'ân-ı Kerîm'deki bu
âyetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar. Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde genişletmektedir:
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen mü’minsin." (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 251-252)
"Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali
konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hristiyan; yahûdi, mecûsî
yapar. Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur." (Buhâri, Cenâiz 79; Müslîm, Kader 22-25;
İman 264; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 233, 435)
"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek,
bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak." (Buhâri, Libas 51, 63, 64; Müslim, Tahâret,
49; Ebû Dâvûd, Teraccül 16; Tirmizî, Edeb 14)
''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz ‘Lâ ilâhe illâllah’ olsun." (Abdurrezzak San’ânî, Musannef, Beyrut
1970, IV, 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü
bulandıran şeyi terk et."
(İbn Hibban; Hakîm)
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin
oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı,
içinde tereddüt ve ıstıraplar meydana getiren şeydir, her ne kadar fetvâ veren müftîler
hilâfına fetvâ verseler de."
(Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 194)
"Seni işkillendiren (vicdanını rahatsız eden) şeyi bırak,
işkillendirmeyene (sıkıntı ve huzursuzluk vermeyen şeye) geç." (Ahmed bin Hanbel, Nesâî, Taberânî)
"Kötülük, insanın içine sıkıntı veren şeydir." (Müslim, Birr 14)
"Müftîler sana fetvâ verseler de bir de kalbine (vicdanına) danış."
(Dârimî, Buyû’ 2)
"Ameller niyete göredir." (Buhâri, Itk 6)
"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanîf (sâlim fıtrat,
tevhid) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar.
Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk/ortak
koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel,
Müsned, IV, 162)
Bütün bu açıklamalar fıtratın
anlamını belirlemektedir: Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim
ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak
yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar Haniflik (tevhid) üzere
yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır. Allah insanın nefsini
takvâ ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de
kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında
bilgilendirmiştir. Allah'ın yaratılış kanunu kevnî ve şer'î şekillerde
değişmeyen bir yasadır. İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu
dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan)
vermiştir. Bozulmamış, fıtratını korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi,
herhangi bir şekilde Allah'ın âyetlerini de akıl veya kalple kavramaya
meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından
hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek
İslâm dininin görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak
insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yaratıklarını en güzel şekilde
yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu
-fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır. Bu
aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur; dileyen
batağa sapar.
İslâm ümmeti insanları
yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en
yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın günah ve şirk bataklığından
doğru yola çekilmesi, vicdanların İlâhî saflığına dönüşü, takvâ ile en güzel
olana uyulması için İlâhî, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği şarttır.
İnsanlar fert olarak
nefislerinde olanı gözlerlerse veya kâinattaki her çeşit, sayısız nimetleri
aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alırlarsa hakikati
idrâk edebilirler. Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir
kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azâbı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkî
yapı vardır. Kur’an ve Sünnet "en güzel ahlâk"ı tamamlamıştır, artık
geçerli olan İslâm’ın ahlâkıdır.
Bütün yaratılmış varlıklar bu
kâinatta Allah'ın değişmeyen yasasına, sünnetullaha göre yaşamaktadırlar. İnsan
yeryüzünde halife olarak yaratılmış ve emâneti yerine getirmekle sorumlu
tutulmuştur: Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şâhidiz."
(7/A'râf, 132). Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim
vermiştir. Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan
da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir. Bundan sonra dünya
hayatında kendini arıtan, yüzünü hanif olarak Allah'a çeviren, kendisini fatr
edene ibâdet eden kurtulacaktır (bk. 76/İnsân, 3; 95/Tîn, 4; 50/Beled, 10; 4/Nisâ,
28; 17/İsrâ, 51; 67/Mülk, 3; 82/İnfitâr, 7-8).
Yine Kur'ân-ı Kerîm'deki
kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki âyetleri düşünmeye,
akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken, meselâ denizde bir
gemide yol alırken âniden gelen bir fırtınada deniz ortasında acz içinde
kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan,
hemen Allah'a duâ etmektedir. Bu, insanın fıtraten Allah'ın bilincinde olduğuna
bir delildir. Bu mânevî hak duygusu her ferdde mevcuttur ve insanı yoldan
çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu âsi yapan şeytandır (Münâvî,
Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, V, 34; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
İstanbul 1978, VI, 3822).
Dünyadaki her yeni doğan
çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma
çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona “lâ ilâhe illâllah” öğretilmez ve
fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, Mecusi, müşrik tarzda
eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir. Hâlbuki Allah: “Sen
yüzünü hanîf (tevhid eri) olarak dine, yani Allah insanları hangi fıtrat üzere
yaşatmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (30/Rûm, 30) buyurmaktadır.
Buna göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat
etmelidirler. Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevirip O’ndan bağımsız davranmak,
âyetleri yalanlamak fıtrata aykırı düşmek olacağı gibi, bu sebeple Allah'ın
azabına da müstahak olunur. Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek
demektir. Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan yavrularının kulağını
keserlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kâbe'de Allah'a ortak
koştukları birçok putlar bulundururlardı. Fıtratı inkâr etmek için kendilerine
de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri
sürerlerdi. Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu. Hiç kimse Allah'ın
insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların
azapla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı.
İslâm'a göre hayatın anlamı
ancak fıtrata uygun yaşamaktır. İslâm’dan başka, gelmiş geçmiş hiçbir din ve
ideoloji bunu sağlayamamıştır. Üstelik laik çağdaş düşünce sistemleri, vahye
karşı çıkmak ve laikliği savunmakla, insan fıtratına ters düşecek şekilde
insanın kurtuluşunu din dışı bir yolda göstermek istemişlerdir. Ancak insanın
fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddî
ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir mânevî
boşluğa düşmektedir. Bu boşluk, Allah'ın sınırlarını aşmak ve nefsine
zulmetmektir (65/Talâk, 1). Bu boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak
hepsi de fıtrata aykırı muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar
İslâm'dan başka kurtuluş olmadığını anlamaktadırlar. Çünkü: "Kalpler
ancak Allah'ı zikredip anmakla huzur bulur." (13/Ra'd, 28)
(2)
Fıtrat kavramının daha geniş
açıklamasına geçmeden önce, ilgili bazı âyetleri vermek herhalde daha yararlı
olacaktır:
“Ben yüzümü hanif olarak, gökleri ve yeri fatr eden'e çevirdim.” (6/En’âm, 79)
“Bizi kim döndürür?’ diyecekler; ‘ilk kez sizi fatr eden’ de.” (17/İsrâ, 51)
“Bana ne oluyor ki, beni fatr eden'e ibâdet etmiyeyim ve O'na dönersiniz.” (36/Yâsin, 22)
“Hayır, dedi, Rabbiniz
göklerin ve yerin rabbidir ki, onları fatr etti.” (21/Enbiyâ, 56)
“Allah'ın fıtratı ki, insanları onun üzerinde fatr etti; Allah'ın
yaratmasında değiştirme yoktur.” (30/Rûm,
30)
“Çevir bakışını, hiç fütur görür müsün?” (72/Mülk, 3).
“Gökler nerdeyse üstlerinden tefattur edecek.” (42/Şûrâ, 5)
“Gök infitar ettiği zaman.” (82/İnfitâr, 1)
Fıtrat kelimesinin ortaya
koyduğu gerçek, göklerin ve yerin yaratılmadan önce bir bütün halinde bulundukları
ve sonradan yarıldıklarıdır (bk. 21/Enbiyâ, 30). Nasıl insan şu anda göğe
baktığında hiç bir yarık görmezse, göklerle yer de başlangıçta, şimdiki gök
gibi değil ama, durumunu Allah'ın bildiği yarıksız, çatlaksız bir bütün
halindeydi. Zifiri karanlık bir gecede bir ışık görünüverdiği, bir elektrik
düğmesi çevriliverdiği zaman karanlık hemen o noktada yarılır. Yine, aynı şekilde,
fecrden akşama kadar kurallarına bağlı kalınarak tutulan bir oruç,
kurallarından biri çiğneniverdiğinde, sözgelimi ağza bir lokma yemek, ya da bir
yudum su alındığında hemen yarılır, açılır, bütünlüğü gider. İşte bunun gibi,
göklerle yer de böyle bir bütünlük, kesiflik, hattâ karanlık haldeydi. Allah
kâinatı yaratmak, yani, bu kesif bütünlüğü ve biraradalığı açmak istedi;
yaratılışı takdir etti ki, bu halkın/yaratmanın başlangıcıdır ve halk
kavramının anlamının içindedir. Bu dileyiş üzerine, ‘ol' emriyle bütün
ve kesif haldeki yaratılışın içinde ışıkla bir delik açtı, bir yarıklık meydana
getirdi. Bunu ise, önünde hiç bir model olmadan, hiç bir örneğe dayanmadan
yaptı (bed'a). İşte, bu ilk yarma, açma olayı fatr, açma veya yarma biçimi ise
fıtrattır. Demek ki, fatr yaratılışta dileme ve takdirden sonraki ikinci
aşamadır. (Burada yeniden hatırlatmalıyız ki, aşama ve birine -ikinci olma bize
göredir, Allah'a göre değildir.) Fatr ve fıtrat bu ilk yaratılışı içine aldığı
gibi, devam edegelen her yaratılışı da içine alır. Bir maddeden bir cismin
meydana gelmesi de böyle bir yarma ile başlar; tohum ve çekirdeklerin toprak
altında yarılıp, cücükleyerek ilk filizlerini vermeğe başlaması da fatr ve
fıtrat olayıdır. Tohum veya çekirdek, kendinden çıkacak bitkinin özü ve
özetidir, tüm özelliklerini kendinde barındırmaktadır. Bitki bir fatr olayıyla
tohumundan veya çekirdeğinden çıkmaya başlar; sonunda yine çekirdeğine veya
tohumuna dönüşür. İşte, herhangi bir şeyin ister bir maddeden olsun ister ilk
yaratılış olayındaki gibi, kâinatın maddesi olan 'yokluk'tan olsun, ilk icadına
ve ortaya çıkışına fatr, ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle
birlikte görünüşüne fıtrat, yaratığın fıtrat üzerinde kazandığı öz
niteliklerine de tabiat denilir (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, III/1889-1890).
Demek oluyor ki, kâinat Allah'ın fatrıyla aldığı fıtratı üzerinde işleye işleye
tabiatını kazanmış, yani fıtrat üzerinde bir âdet edinmiştir; bu yüzden,
İslâmî terminolojide ‘tabiat kanunları’ diye bir deyim sözkonusu değildir;
bunun yerine ‘âdetullah’ vardır.
Bütün varlıklar fıtratları doğrultusunda
yürürler. İnsanlar da, insan olmak açısından Allah'ın fatr ile kendilerine
verdiği fıtrat üzerindedirler. Sözgelimi, iki göz, iki kulak, iki ayak, bir
baş, saç, burun sahibi olmak fifrattandır. Eğer varsa doğuştan gelen bazı
eksiklik, fazlalık veya sakatlıklar, ana karnında kazanılan veya anne-babadan
gelen birtakım özelliklerdir, yoksa fıtrattan değildirler. Bunun gibi, insan
bedenindeki her organın da fıtrî bir fonksiyonu vardır; göz görecek, kulak
işitecek, ayak yürüyecek, el tutacaktır. Bu organlarda sonradan ortaya çıkan
bozukluklar ve hastalıklar yine fıtrî değil, İslâmî terminolojide kesbîdir,
yani, kazanılmıştır. Allah insanda âzâların yöneticisi, bilginin ve hayrın
merkezi olarak kalbi varetmiştir ki, kalp de ruhun emrindedir. Kalbin tüm
organlara Allah'ın isteği doğrultusunda hâkim olması da fifrattandır. Nitekim,
bir hadis-i şerifte, “Her doğan fıtrat üzere doğar; ama anne-babası onu
hristiyan, yahudi veya mecusi yapar; bir hayvan da derli toplu bir hayvan
yavrular; hiç burnu, kulağı kesik doğmuş bir yavru görür müsünüz?” (Elmalılı,
a.g.e., VI/3824)
buyrulmuştur. Tıpkı bunun gibi, insandaki
organların da fıtrî görevleri vardır. Bu organlar, insan fıtratı üzerinde
kaldığı sürece, kaçınılmaz biçimde, tıpkı kâinattaki varlıklar gibi Allah'a
tam bir itaat içinde olur. Bu bakımdan, İslâm fıtratın dinidir; doğuşundan
itibaren insanı kötülüğe çeken dış etkenler olmazsa, insanın İslâm'dan
uzaklaşması mümkün değildir; ama dış etkenlerin İslâm'ın tersi yönde olduğu bir
toplumda, İblis bu etkenleri kullanır. İslâm'da otoritenin görevi bu etkenleri
İslâmîleştirmektir; kadınların örtünme nedenlerinden birini de, tüm diğer
İslâmî yasaklarda olduğu gibi burada aramalıdır.
İşte, dinin iki kaynağı
vardır: Biri, öncelikle fıtrattır ki, Allah'ın dinidir. İkincisi de kesb'dir.
Fıtrat bütünüyle İlâhî, kesbse bütünüyle insanîdir; yani, insan iradesini
dilediği yönde kullanmakla ya günah kazanır, ya da sevap kazanır. Allah,
İslâm dışı bir ortamda veya fıtrata zıt özelliklerin şu veya bu derecede
bulunduğu bir ortamda insanların sevap kazanmaları için Dini'ni gönderir; yani
hükümler kor, bazı şeyleri emreder, bazı şeyleri de yasaklar. İnsanlar bu
hükümleri yerine getirmeli, emirleri tutup yasaklardan kaçınmalıdırlar; bu da
hanifiliktir; fıtrat üzere olmadır. İnsanlar hanif olmalı, fıtrat üzerinde
bulunmalı, eğri yollarda değil, Allah'ın doğru yolunda gitmeli ve yaratılışı
değiştirmemelidirler. Yani, Allah'ın fıtratını bozmamalı, kadını erkekleştirip
erkeği kadınlaştırmamalı, fıtratın aksi kurallar koymaya kalkışmamalıdırlar.
İşte bu, dosdoğru, sağlam dindir; insanın mutluluk ve kurtuluşunu garanti eden
dindir:
“Yüzünü hanîf olarak din
üzerinde tut; üzerinde insanları fatr ettiği Allah'ın fıtratıdır bu. Allah'ın
yaratışo ('halk'ı) değiştirilamez; budur sağlam, doğru din, ama insanların
çoğu bilmez.” (30/Rûm, 30). Allah'ın fıtratı insan dışında tüm kâinatta hâkimdir;
bu bakımdan, göklerde fıtrata aykırı bir fatr, yani yarık görülmez. Allah başta
insanları nasıl fatr ettiyse, onları yine öyle öldürdükten sonra diriltecektir.
Kıyâmet ve Haşr meydana gelecektir, çünkü bu fıtratta, yaratılıştaki fıtratta
vardır. Allah böyle ftratmiştir, bu bakımdan kaçınılmazdır, Kıyamet günü
geldiği zaman, şu anda hiç bir fatr /yarık taşımayan gök birden infitar edecek,
yani yarılacaktır, bu da onun fıtratındadır.
(3)
"Fatr" kökünden
türemiş bir kelime olan fıtrat, "ilk yaratılış" anlamını ifâde
etmektedir. İlk yaratılış mutlak yokluğun yarılarak içinden varlığın çıkması
demek olduğuna göre, bu yarılmanın sonucunda ortaya çıkan ilk varlık hali
fıtrat demektir. Böylece fıtrat, yaratılışın aldığı ilk şekli, henüz dış
tesirlerle etkilenmemiş ve başkalaşıma uğramamış olan varoluşun ilk saf halini ifâde
etmektedir.
Fıtratı bir terim olarak;
insanın doğuştan sahip olduğu Allah'a inanma, bağlanma ve O'na ibâdet etme
duygusu ve eğilimi şeklinde tarif etmek mümkündür (Hüseyin
Peker, Din
Psikolojisi, s. 66). İbn Manzûr bu
terimi, çocuğun ana rahminde mutluluk ya da şekavet (mutsuzluk) durumunda
yaratıldığı tabiî bünye; aynı zamanda tevhîdî yani Allah'ın birliğini ve Hz.
Muhammed'in nübüvvetini ifâde eden şehâdet hakikati olarak
tanımlamaktadır" (İbn Manzûr, Lisânu 'l-Arab, Fatr maddesi). Buna göre denilebilir ki fıtrat, kişinin
doğuştan getirdiği bir özelliktir ve insanın inancı, değer yargısı, hayata
bakış açısı ve dünya görüşü üzerinde etkisi bulunmaktadır. Böyle olduğu içindir
ki fıtratı, kişinin aklı, davranışları ve dış dünyanın kurumlarından ayrı
olarak düşünmek mümkün görülmemiştir (Yâsin Muhammed, "Fıtrat ve İslâm Psikolojisi",
İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, sayı, 2, İstanbul 1995, s. 44). Bu hakikati Kur'ân-ı Kerîm: "Sen
yüzünü, Allah'ı birleyici olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o,
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte
doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (30/Rûm, 30) tarzında dile getirirken, Allah Rasûlü
Muhammed (s.a.s.) de: "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra onu
ana-babası yahudi, hıristiyan ya da mecusi yapar"' (Buhârî,
Cenâiz 79, 80, 93; Kader 3; Müslim, Kader 25; Ebû Davûd, Sünnet 17; Ahmed bin
Hanbel, Müsned, IV, 315, VI, 347)
diyerek
insanın temiz, her türlü yanlış inanç ve düşünceden uzak, iyilik duygularıyla
bezenmiş bir fıtratla dünyaya geldiğini, ancak toplumsallaşma sürecinde ailesi
tarafından başka bir inancın takipçisi haline getirildiğini ifâde etmiştir. Bu
nedenledir ki, İslâm (âlimlerinin çoğunluğu), bulûğ çağına ermeden ölen her
çocuğun cennete gireceğini kabul etmektedir.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber'in fıtratla ilgili sözünde, her insanın tek olan Allah'a bağlanmaya
ve O'na ibâdet etmeye doğuştan temayüllü olduğu fikri yer almaktadır. Söz
konusu hadiste ifâdesini bulan bir başka husus da, fıtratın davranışlar
üzerinde belirleyici bir etkisi olmakla birlikte, bunun zorlayıcı olmamasıdır
(Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 125). Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen bütün peygamberlerin aslî
görevleri de, insanın doğuştan sahip olduğu bu "inanma" yeteneğini
birtakım olumsuzluklardan korumak ve İlâhî irâde istikâmetinde gelişmesini
sağlamaktır. İşte insanlığın, fıtratın gereklerini yerine getirmesini ve aslî
yeteneğini kaybetmemesini hedefleyen bu İlâhî sistem de tevhidî bir mesaj
niteliği taşımaktadır. Bu, bir anlamda insanı müslüman yapan ve onu Allah'a
olan aslî inancıyla barıştıran şehâdetin teyidini oluşturmaktadır (Yâsin Muhammed,
Fıtrat, s. 45).
Şurası da bir gerçek ki,
fıtrat-ı selimeye sahip olan her insanın önünde bir benlik (nefis) engeli
bulunmaktadır. Bu benlik, Allah'a inancı olumsuz yönde etkileyen, "nefs-i
emmâre" yani kötülüğü emredici kuvvetli bir meyildir (12/Yûsuf,
53). Bu meyil, "kuvve-i
gadabiyye" ve "kuvve-i şeheviyye" nin oluşturduğu behîmî bir
kuvvettir. Kur'ân sözünü ettiğimiz bu kuvvet ile akıl, idrâk ve irâdenin
meydana getirdiği melekûtî kuvveti, bir anlamda fıtratı birbirinin zıddı iki
yol olarak takdim etmektedir: "Biz
ona (insana) iki yolu gösterdik" (90/Beled, 10); "Biz ona (insana) yolu gösterdik.
İster şükredici olsun, ister nankör." (76/İnsân, 3). Buna göre İnsan
fıtratına aykırı hareket edip nefsinin hevâsına uyarsa küfür yoluna, fıtratına
uygun davranarak vahyin ışığında yürürse şükür yoluna girmiş olur. İnsanın
kendi fıtratına uygun bir yola tâbi olması da, onun akıl ve irâde gücünü müsbet
yönde ve halife olma potansiyelini amacına uygun bir tarzda kullandığı anlamına
gelmektedir. Aksi yöndeki hareketi ise, insanlığa bağışlanan gücü ve imtiyazı
kendi bencil menfaati için harcaması demektir.
Burada şu hususa da işaret
etmek gerekir ki, kişi hayatı boyunca ne yaparsa yapsın, ister fıtratın
gereğini yerine getirsin, ister getirmesin; varlığının özü olan mânevî
tabiatından asla kaçamaz. Zâhiren putlara, bir başkasına veya herhangi bir
sisteme tapar gibi görünse de, o kimse esasen yalnızca Allah'ın yerine
geçirecek bir varlık bulmuş demektir. Bu, bir anlamda kişinin aslî tabiatını
yüzeysel bir boyutta göstermesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanlığın
aslî karakteri, varlık öncesi konumunda onunla Allah arasında yapılmış olan bir
antlaşma ile tasdik edilmiştir (Yâsin Muhammed, Fıtrat, s. 46). Bu tasdik, "Kıyamet günü 'Biz
bundan habersizdik' demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların
bellerinden zürriyetlerini (mikro zerreler halinde) aldı, onları kendilerine
şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (onlar da) 'Evet
(buna) şâhid olduk' dediler" (7/A'râf, 172) mealindeki âyette net bir şekilde ifâdesini
bulmuştur. Buna göre Yüce Allah insanlara Rubûbiyyetinin ve vahdaniyyetinin
delillerini göstermiş, onların akıl ve basiretleri de, kendi fıtratlarına hak
ile bâtılı ayırtedecek kabiliyetin yerleştirilmiş olduğuna şahitlik etmişlerdir
(Zemahşerî, Keşşaf, II, 176; Nesefî, Medârik, II, 85).
Sonuç olarak şunu söyleyelim
ki, İslâm inancına göre her insan müsbet yönde bir bağlanma güdüsüne sahip
olarak dünyaya gelmektedir. İnsanda mevcut olan bu hissî ve biyolojik güdüler,
tabiatleri itibariyle kötü olmamakla birlikte kötü dürtülere açıktırlar. Bundan
dolayı nefsin, kötü arzulardan, hevâ ve heveslerden korunması ve mânevî olarak
yüksek seviyelere ulaşması için İlâhî kanunlara uygun olarak kontrol edilmesi
ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu yapılmadığı takdirde fıtrata aykırı
hareket kaçınılmaz olacak ve bunun neticesinde de menfi yönde bir bağlanma
ortaya çıkacaktır. (4)
Fıtrat kavramına bağlı
olarak, rüşd çağına erişmeden ölen çocukların âhiretteki durumu hakkında da
değişik görüşler ileri sürülmüştür, a) Çocuk yaşta ölenlerin tamamının
âhiretteki durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır; çünkü eğer yaşasalardı ne
yapacaklarını ancak Allah bilir, b) Mü’minlerin çocukları cennete girer,
kâfirlerin çocuklarının durumu ise Allah'ın dilemesine bağlıdır, c) Mü’minlerin
çocukları cennete, kâfirlerin çocukları cehenneme gider, d) Bütün çocuklar
cennetliktir, e) Kâfirlerin çocukları cennet ehlinin hizmetçisi yapılır, f)
Kâfirlerin çocuklan imtihandan geçirildikten sonra cennete veya cehenneme girerler.
İbn Abdülber çoğunluğun ikinci görüşü benimsediğini kaydeder (et-Temhîd, XVIII,
96-97). Fıtrat kelimesini "İslâm" veya "hakkı kabule yatkınlık,
selâmet ve istikamet" mânâsında anlayanlar, genellikle müslümanların
çocuklan gibi kâfirlerin çocuklarının da cennete gireceğini söylerler. Ayrıca
bu âlimler diğer bazı deliller yanında, fıtrat hadisinin bir rivâyetinde yer
alan ve müslümanların çocukları gibi müşriklerin çocuklarının da fıtrat üzere
doğduğunu belirten ifâdeyi (Buhârî, Cenâ'iz 92, 93; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
V/9) kendi görüşlerine delil gösterirler.
Müslümanların rüşd çağına
ulaşmamış çocuklarına miras, mülkiyet, cenâze namazı gibi konularda büyüklere
uygulanan hükümler uygulanır. Gayri müslim çocuklarının tâbi tutulacağı hükümler
tartışmalı olmakla birlikte âlimlerin büyük çoğunluğu dünyevî konularda bunları
anne ve babalarının dinlerinden kabul etmiş ve savaş sırasında hayatlarının
korunması dışında, haklarında gayri müslimler için belirlenmiş hükümlerin
uygulanması gerektiğini söylemiştir; tarihteki uygulama da bu yönde olmuştur.
Fıtrat, insanın hem ruhî hem
de fizikî bakımdan yaratılıştan sahip bulunduğu temel özelliklerini ifâde
ettiğinden, estetik maksatlarla vücudun bazı bölümleri veya organları
üzerinde yapılan, aslî yapıyı değiştirecek nitelikteki müdahaleler fıtrat
bozmaya yönelik davranışlar olarak kabul edilmiş, İslâm âlimleri konuyla
ilgili hadisleri de gözönüne alıp bu tür müdahaleleri şer'î bakımdan sakıncalı
görmüşlerdir. Ancak hangi ameliyelerin fıtrata müdahale sayılacağı ve bunların
hükümlerinin neler olduğu hususunda çok farklı görüşler ileri sürülmüştür (M.
Osman Şübeyr, IV/9, s. 161-221).
İçinde fıtrat kelimesinin yer
aldığı diğer bazı hadisler de vardır ki bunlara farklı mânalar verilmiştir. Bu
hadislerde beş veya on şeyin fıtrat (veya fıtrattan) sayıldığı
bildirilmektedir. Bunlar sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnakları kesmek,
koltuk altı kıllarını gidermek, bıyıkları kısaltmak, sakalı uzatmak, misvak
kullanmak, buruna su çekmek, parmak aralarını yıkamak, taharetlenmek gibi daha
çok dış görünüşle ve temizlikle ilgili hususlardır (Buhârî, Libâs, 51, 63, 64;
İsti'zân 51; Müslim, Tahâret 49-51, 56; Salât 9). Bu hadislerde geçen fıtrat
kelimesine genellikle "âdet ve sünnet" anlamı verilmiştir. İbnü'l-Esîr
bu kısa tarifi, "geçmiş peygamberlerin ve şeriatların üzerinde ittifak
ettikleri, müslümanların yapmaları gereken dinî esaslar" şeklinde açıklar
(en-Nihâye, III, 457) (5)
Fıtrat: İnanan Bir Varlık Oluşun Dînî Karşılığı
İslâm literatüründe insanda
yaratılıştan gelen bir inanma istidadını ifâde etmek için kullanılan ortak
kavram "fıtrat" kelimesidir. İslâm âlimlerinin değerlendirmesine göre
fıtrat, insanın inanan bir varlık oluşundan başlayarak daha geniş anlamlar
taşıyan bir kavramdır.
Fıtrat ayrıca din ve millet
mânasını da ihtiva eder. Meselâ "on şey fıtrattandır şeklinde başlayarak;
bıyıkları kısaltmak, sakalı uzatmak, dişleri misvaklamak, buruna su çekmek gibi
fiilleri sayıp bunların fıtrattan olduğunu belirten rivâyetlerde (Müslim,
Tahâret 56; Tirmizî, Edeb 14; Ebû Dâvûd, Tahâret 29; Ahmed bin Hanbel, VI, 137;
İbn Mâce, Tahâret 8; Nesâî, Ziynet 1) fıtratın İslâm anlamına geldiği
söylenmiştir. Bu kullanımda fıtratın "peygamberlerin sünneti"
anlamını taşıdığı görüşünde olanlar da mevcuttur.
İslâm âlimleri, insanda
fıtrat adını verdikleri yaradılıştan gelen özel bir yapının var olduğu fikrinde
birleşmekle beraber, bu temel anlama ilâveten fıtrata başka mânalar yüklemekte
ve bu açıdan birbirlerinden farklı görüşler ileri sürmektedirler (krş. Murtaza
Mutahhari, Fıtrat Üzerine, s. 136).
Fıtratın ne olduğu hakkında
sahip olunan düşüncelerde genelde üç ana delile dayanılmıştır. Bunlar Kur'ân-ı
Kerim'de Rûm Sûresi, 30. âyeti ile A'râf Sûresi'nde bütün insanların Allah'ı
Rab olarak kabul ettiklerine dair alınan sözü zikreden mîsâk âyeti (7/A’râf,
172) ve meşhur fıtrat hadisi. Hz. Peygamber'e izafe edilen rivâyete göre
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Dünyaya
gelen hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın. Daha sonra ebeveyni onu
yahudi, hıristiyan, veya mecûsî yapar. Tıpkı hayvanın yavrusunu sapa sağlam,
organları yerli yerinde doğurması gibi. Siz onda bir eksiklik görüyor
musunuz?" Sonra Ebû Hüreyre (ö. 58/678) şu mealdeki âyeti okumuştur: “Sen
yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona
çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur."
(Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 6; Ahmed bin Hanbel, II, 275, 393, 410). Bunun
yanında bütün insanların hanîf olarak yaratıldığı, daha sonra şeytanların
onları dinlerinden çevirdiğini bildiren kudsî hadis (Müslim, Cennet 16; Ahmed
bin Hanbel, IV, 162-163) bu tartışmalarda zikredilir.
Fıtratın Farklı Yorumları
Birbiriyle aynı veya benzer
delillerden hareket etmelerine rağmen İslâm âlimleri arasında "fıtratın ne
olduğu?" sorusu farklı şekillerde cevaplanmıştır. Verilen cevapları beş
kategori altında incelemek mümkündür.
1. Selefî âlimlerinin
çoğunlukla benimsediği anlayışa göre fıtrat, İslâm anlamına gelmektedir (İbn
Abdülber, et-Temhîd, XVIII, 72; İbn Teymiyye, "Fî kelâm ale'l-fıtra",
Mecmuatü'r-Resâil, s. 317; Tehânevî, Keşşaf, "Fıtrat" md.).
Mu'tezile ve Eş'arîler de bu
görüşe iştirak etmişlerdir (Mâtürîdî, Risâle fi'l-Akaid, s. 19). Bu durumda
her çocuğun fıtrat üzere yaratılması, İslâm üzere yaratılması demektir (Sübkî,
Küllü mevlûdin, s. 19). Bu anlayışa göre aslî ve fıtrî din İslâm olup,
zamanla, hadisin de bildirdiği gibi, ebeveynin tesiri ve çevrenin etkisiyle
farklı dinleri benimseme, fıtrattan sapmadır. Fıtratı İslâm olarak açıklayanlar
yukarıdaki delillerle birlikte insanların başlangıçta tek bir ümmetken sonradan
kendilerine peygamberler gönderildiğini bildiren nassı (2/Bakara, 213) da delil
olarak kullanırlar. Fıtratı İslâm olarak tanımlayanlar gayri müslimlerin
çocuklarını da müslüman olarak kabul etmişlerdir.
2. Bir kısım âlimler ise
fıtratın İslâm demek olduğunu kabul etmekle beraber, bu halin sadece müslüman
doğanlar için söz konusu olduğunu ileri sürerler (bk. Kurtubî, Tefsîr, XIV, 19;
Hayati Hökelekli, "Fıtrat", DİA, XIII, 47). Bu görüş sahipleri her
çocuğun fıtrat üzere doğduğunu beyan eden hadisin umum ifâde etmediğini bu
durumun sadece müslümanlar için söz konusu olduğunu belirtmişlerdir. Aslında bu
anlayış birinci yaklaşımla aynı olmakla beraber, İslâm oluşu sadece müslümanlara
hasretmesi açısından bu düşüncenin sınırlandırılmış halidir. Onlara göre
fıtrat üzere yaratılmak bütün insanlara ait bir özellik olmayıp, sadece
müslümanların vasfıdır.
3. Fıtrat, Yaradan'ın
kullarından aldığı mîsâka delâlet eder (İbn Abdülber, a.g.e., XVIII, 90;
Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, XV, 119-120); veya fıtrat tevhide şâhid
olmaktır (Sübkî, a.g.e., a.y.). Buna göre bütün insanlar rubûbiyyet ve tevhid
şuuruyla dünyaya gelirler. Allah'ın rablığı fıtratla bilinir (İbn Teymiyye,
a.g.e., s. 318, 321, 324; Mâtürîdî, Te'vîlât, 273a). İbn Kesîr (ö. 774/1373)
selef ve haleften bazılarının fıtratla, tevhid üzere yaratılmayı anladıklarını
nakletmiştir. Elest bezmindeki ikrar insandaki bu yapıyı ortaya koymaktadır
(İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 505). Bu düşünceyi kabul edenler fıtratı
İslâm olarak izah edenlerle benzer delilleri kullanırlar.
4. Fıtrat, kişinin,
başlangıçta Allah'ın ilminde olduğu şekliyle mü’min ya da kâfir olarak
yaratılmasıdır (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "Ftr" md.; Sübkî, a.g.e.,
s. 18). Buna göre başlangıçta mü’min olarak yaratılanlar mü’min olarak, kâfir
olarak yaratılanlar da kâfir olarak öleceklerdir. Ahmed bin Hanbel'den
(ö.241/855) rivâyet edilen görüşlerden biri de budur. Ona fıtrat üzere
yaratılışın ne olduğu sorulmuş o da "saâdet veya şekavet üzere
yaratılış" şeklinde cevap vermiştir (bk. İbn Abdülber, a.g.e., XVIII,.78;
İbn Teymiyye, a.g.e., s. 319; Sübkî, a.g.e., s. 17).
Ahmed bin Hanbel'in (ö.241/855)
bu görüşte olduğu ancak daha sonra terk ettiği şeklinde açıklamalar da
mevcuttur (eş-Şerî'a, s. 169; krş. Mustafa Akçay, Dini Sorumluluk Açısından
Fetret Ehli, s. 74). Bu anlayışın savunulmasında ağırlıklı olan düşünce,
konuyla ilgili naslardan elde edilen sonuçlardan ziyade, insanın iman veya
inkâr etmesini onun kendi fiillerine bağlayan Kaderiyye düşüncesini
benimseyenleri reddetmektir (Mustafa Akçay, a.g.e., s. 75).
Onlar bu amacı
gerçekleştirdiği için böyle bir düşünceyi kabul etmişlerdir. Görüşlerine
Allah'ın bir grubu doğru yola ilettiğini, bir grup hakkında da sapıklığın
gerçekleştiğini bildiren âyetle (7/A'râf, 30), âyetin tefsirinde zikredilen
hadisleri delil getirmişlerdir. Ayrıca insanların mü’min ve kâfir olarak
yaratıldığını ifâde eden hadisle, Hızır'ın öldürdüğü çocuğun kâfir olarak
yaratıldığını bildiren hadis gibi rivâyetleri kullanmışlardır. Ancak bu
düşünce yaygın olarak kabul edilmeyip, bir kısım âlimler tarafından zayıf
görülüp eleştirilmiştir (bk. Kurtubî, a.g.e., a.y.).
5. Fıtrat insanın iman veya
küfürden selim olarak yaratılmasıdır (İbn Abdülber, et-Temhîd, XVIII, 69; İbn
Manzûr, a.g.e., a.y.; Tehânevî, Keşşaf, "Fıtrat" md.; Sübkî, a.g.e.,
s. 16). Ancak, insan iman ve küfürden birini seçme istidadına sahip olarak yaratılmıştır.
Bir kısım âlimler doğan çocuğun ne küfür ne de tasdik üzere, ne hayır ne şer
üzere olmayıp her iki tarafa da meyledecek istidatta yaratıldığını; iyi ve
kötü bütün ahlâka ve her çeşit ilme sadece kabiliyeti olduğunu kabul
etmişlerdir (bk. İbn Teymiyye, "Fî kelâm ale'l-fıtra",
Mecmuatü'r-resâil, s. 319). Bu duruma göre "birtakım doğal eğilimlerle
gelen insan ruhu beyaz bir sayfa gibidir. Üzerine yazılanı alır. Toprak
kendisine ekileni bitirdiği gibi insan da kendisine aşılanan düşünceleri
alır" (Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, VII, 21). Bu son ifâdelerin
sahibi S. Ateş'in de fıtratı her iki tarafa da meyledebilecek bir yetenek
olarak kabul ettiği izlenimi doğmakla beraber, onun eserinin bir başka yerinde
her insanda Allah inancının var olduğunu ve bu inancın sonradan kazanılmayıp
yaratılıştan kaynaklandığını (a.mlf, a.g.e., III, 413) ifâde etmesi birbiriyle
çelişik bir görünüm arz etmektedir. Benzer bir durum Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767)
yazılarında da tesbit edilmiştir. İmam, el-Fıkhü'l-ekber adlı eserinde hem
"Allah'ın insanları küfür ve imandan hâlî olarak yarattığını, yaratılıştan
imana veya küfre zorlamadığı, onları mü’min veya kâfir olarak
yaratmadığını" belirtmekte hem de mîsâk âyetini zikrederek insanların bu
fıtrat üzere doğduklarını, küfre sapanın bu fıtratı değiştirip bozduğunu
açıklamaktadır (Ebû Hanîfe, Fıkhu'l-ekber, s. 72). Aslında burada çelişki
değil, vurgu farkı vardır. Açıklanmak istenen, insanın yaratılışının onu imana
veya küfre icbar edecek bir nitelikte olmadığı, iman ve küfrün kulun fiili
olduğu düşüncesidir.
İnsanın iman ve küfürden
sâlim yaratıldığı düşüncesini kişinin dini kabule, hakkı tanıyıp boyun eğmeye
uygun bir yapıda yaratılması veya "tevhidi ve İslâm Dini'ni kabul edecek,
red etmeyecek yapıda yaratılması" (Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 9),
"dini kabule hazırlanmış yaratılış" (Cürcânî, Tarîfât,
"Fıtrat" md.), "gerçeğe meyletme yeteneği" (Cevdet Said,
Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, s. 54), "Allah'ı ve onun
birliğini bilme hususunda doğal istidat" (M. Osman Necati, Kur'an ve
Psikoloji, s. 40), "Allah'a inanmaya ve O’na ibâdet etmeye doğuştan olan
ihtiyaç" (Yâsin Muhammed,
"Fıtrat ve İslâm Psikolojisi" İslâmî Sosyal Bilimler, IH/2 (1999), s. 44) şeklinde biraz daha
özelleştirenler de mevcuttur. Bu görüşün dayanağı Kur'ân'da f-t-r kökünden
türeyen kelimlerin kullanımından hareket ederek fıtratın hilkat anlamına
geldiği fikridir. Buna göre fıtrat hadisinde Hz. Peygamber "her doğan
çocuk marifet elde edebilecek yani akıl yürütebilecek çağa ulaştığında Rabbini
bilebileceği bir yaratılış hali üzere doğar" demektedir.
Fıtratla İlgili Yorumların Değerlendirilmesi
Fıtrat üzerinde açıklama
yapan her düşünce sahibi kendi görüşünü temellendirmek için başlangıçta
zikredilen naslarla birlikte muhtelif delilleri kullanmıştır. Esasen fıtratı
İslâm, mîsâk, hatta tevhidi kabul edecek bir yapıda yaratılış gibi imanın
konusuna işaret ederek tanımlayanlar, her ne kadar ilk bakışta farklı bir
düşünce olarak görülse de, temelde fıtrata nötr bir istidat olmaktan öte olumlu
mânalar yüklemeleri hususunda birleşirler.
Bu temel husustan hareket
edildiğinde fıtrat, yönü ve konusu belirlenmiş inanma hali veya konusu
değişebilen nötr bir inanma istidadı olarak iki ana kısma ayrılır. İslâm
âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci anlayışı benimsemekte ancak daha ziyâde
son devir âlimleri arasında ikinci yorumu kabul edenler bulunmaktadır (Hayati
Hökelekli, "Fıtrat", DİA, XIII, 47). Fıtrat üzerine master tezi
hazırlayan Yasin Muhammed çağdaş düşünürler arasında fıtratın iki yönlü (dual)
bir yetenek olduğu şeklinde üçüncü bir anlayışı verirse (Yasien Mohamed,
Fıtrah, The hîamic Concept of Human Nature, s. 64) Seyyid Kutub (1906-1967) ve
Ali Şeriati'nin (1933-1977) bu anlayışta olduğunu belirtir (Yasien Mohamed,
a.g.e., s. 73). Yazar, Seyyid Kutub'un Şems Sûresi'nde insana iyiliğin ve
kötülüğün ilham edildiğini bildiren âyetin tefsirindeki beyanlarından hareketle
böyle bir sonuca varmış görünmektedir. Ancak Seyyid Kutub mîsâk âyetinin
tefsirinde tevhid gerçeğinin insanın fıtratında gizli olduğunu belirtmektedir
(Seyyid Kutub, Fi zilâl, III, 102). O halde Yasin Muhammed'in Seyyid Kutub
hakkındaki düşüncesi isâbetli görünmemektedir. Benzer bir yorum Şeriati'nin
konuyla ilgili fikri verilirken yapılmıştır. Şeriati insanda iki farklı yön
bulunduğunu belirtir. O, bu birbirine zıt iki yönü insanın bir taraftan
balçıktan yaratılması diğer taraftan da İlâhî ruhtan bir parça taşımasına
dayandırır (Ali Şeriati, İslâm Sosyolojisi Üzerine, s. 85). Ancak Şeriati'nin
buradaki kastı insanın yaratılıştan rubûbiyyet şuuru içinde olduğunu reddetmek
değildir. Aksine o, insandaki tapınma/ibâdet temâyülünün yaratılıştan gelen iç
güdüsel bir karakterde olduğunu savunur (Ali Şeriati, Sanat, s. 47). Bu durumda
onun fıtrata olumlu mâna vermediğini ileri sürmek pek doğru bir yaklaşım
olmasa gerektir. Bu bağlamda biz fıtratın dual bir şekilde anlaşıldığı
düşüncesine katılmadığımızı, daha açık bir ifâdeyle, zaten bu anlayışının
temsilcisi olarak zikredilen şahısların, aslında bu görüşte olduklarının tam
anlamıyla temellendirilemediğini belirtme gereğini hissediyoruz.
Aslında fıtratın nötr bir
kabiliyet olduğu düşüncesi realiteyi daha iyi izah eder görünse de naslar
çerçevesinde düşünüldüğünde onun, yönü belirlenmemiş bir yetenekten ziyâde, en
azından insanın rubûbiyyet şuurunu taşıyarak, Hakk’ı kabule uygun bir yapıda
yaratılmış olduğu fikri ağırlık kazanmaktadır. Zira Rûm Sûresi'nde hanîf dini
Allah'ın fıtratı olarak ortaya konulmuş ve insanın bu hal üzere yaratıldığı
belirtilmiş ve yüzün Allah'ın yaratılışına çevrilmesi istenmiştir. Bu bize İbn
Teymiyye'nin (ö.728/1328) de belirttiği gibi fıtratın nötr bir kabiliyetten
öte müsbet bir yapısı olduğunu gösterir, aksi halde vahiy tarafından övülmesi
anlamsız olurdu (İbn Teymiyye, "Fî kelâm ale'l-fıtra",
Mecmuatü'r-resâil, s. 319).
Bu bağlamda fıtratın insanın
yaratılışında Hakk’ı tanımaya müsait bir yapıda oluşu şeklinde konusuna da
işaret edilerek açıklanışı, izah edenlerin dinî yapıları da düşünüldüğünde daha
iyi anlaşılacaktır. Her şeyden önce evrenin yegâne hâkiminin Allah olduğunu
kabul eden ve mensup oldukları dinin, insana Rabbi tarafından gönderilmiş tek
ve mutlak Hak Din olduğuna inanan insanın, yaratılışında taşıdığı inanma
temâyülünün, onun Rabbi tarafından gönderilen dine doğru olduğunu ileri
sürmesi, kişinin inancıyla tamamen uyumlu bir açıklamadır.
Bu, âdeta Fâtır (Yaradan)
sıfatının yegâne sahibi olan Allah'ın eseri olan insana kendi mührünü basması
demektir. A'râf Sûresi'nde başlangıçta insanın Rabbini kabul ettiğini bildiren
mîsâk âyetinde de aynı gerçek ortaya konulmaktadır. Burada insanın mü’min veya
kâfir olarak dünyaya gelişinin bildirilmesinden öte insanın da aynı evrendeki
canlı cansız diğer varlıklar gibi, istese de istemese de Rabbinin yaratışına
tâbi olduğuna, ulûhiyyet açısından bütün âlemde tasdik edilen tevhidi, insan
varlığının da onayladığına işaret edilmektedir. Yeryüzündeki her şeyin semâvât
ve arzın, Rabbini tesbih ettiği (bk. 17/İsrâ, 44; 57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1;
61/Saff, 1) gibi insan varlığı da Rabbine boyun eğmektedir. Zira en güzel
şekilde yaratılan insan varlığı Rabbini kabul edecek bir yapıya sahip olmaya
diğer varlıklardan daha çok lâyıktır (İbn Teymiyye, a.g.e., s. 324). Nitekim
bu teslimiyet ve kulluk hali onun ibâdet için yaratıldığını beyan eden âyetle
(51/Zâriyât, 56) de ifâde edilmiştir. Ancak insan, yaratılışındaki bu
teslimiyete irâdesiyle katılabilme hürriyetine sahiptir.
Fıtratı İslâm veya tevhid
üzere oluş şeklinde tanımlayanlar dahi yaratılıştan bütün insanların sahip
olduğu fıtrî imanı dünyada mü’min sıfatını almak için yeterli görmemişlerdir
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-gayb, XXV, 120). Bu sebeple İmam Ebû Hanîfe
Allah'ın hiç kimseyi küfre ve tâate zorlamadığını, kâfir veya mü’min
yaratmadığını belirtir (Ebû Hanîfe, Fıkhü'l-ekber, s. 72; Ali el-Karî, Şerhu'l- Fıkhu'l-ekber, s. 77). O halde,
imanın fıtrî ve kesbî olarak ikiye ayrılması (Ali el-Karî, a.g.e., s. 75)
anlamlıdır. Gerçekten mü’min olabilmek için kişinin kesbî imana sahip olması
gerektiği açıktır. Elmalılı da dinin kaynağını fıtrî ve kesbî olmak üzere ikiye
ayırmakla (Elmalılı, Hak Dini, V/3824) aynı hususa dikkat çekmiştir. Aslında
mâlum fıtrat hadisinin değişik varyantlarında bu duruma işaret eden unsurlar
mevcuttur. Meselâ Sahih-i Müslim'de "dili kendisi hakkında açıklamada
bulununcaya kadar" cümlesi vardır. Üstelik bir başka rivâyette "her
doğan çocuk fıtrat üzere dünyaya gelir. Diliyle inancını ifâde edecek çağa
gelince ya şükreden bir insan olur ya da inkâr eden bir insan olur."
(Ahmed bin Hanbel, IV, 353) hadisi de bu durumu ortaya koyar.
Neticede insan ister İslâm
veya tevhid üzere, isterse de sadece dini kabule hazır olarak yaratılmış veya
iman yahut inkâr halini taşımayan selim bir tabiatta yaratılmış olsun, fıtrat
kişinin iman etmesinde ilk adımda benzer bir fonksiyon icrâ eder. Önceilikle
her durumda insanda imana veya küfre müsait bir yapının varlığı kabul edilmiş
olur. Zaten kişiyi inanan bir varlık kılan da bu özelliğidir. Eğer insan bir
şeye inanmaya müsait bir yapıda olmasaydı dış dünyadan aldığı uyarımlar,
etkiler onu hiç bir şeye inandıramazdı. Dış uyarım, yok olan bir şeyi var
edemez. Bazı psikologlar bu düşünceden hareketle yeni doğan bir bebeğin ne
dinsiz ne de anti dinsel bir varlık olduğunu, ancak dine karşı ya da din için
birtakım gelişmelere sahne olabilecek potansiyele sahip olduğunu belirterek
insanın kalıtım bakımından dindar bir varlık olduğunu ifâde etmişlerdir (bk.
İbrahim N. Özgür, Çocuk Psikolojisi, s. 217). "Nitekim insan dışındaki
varlıklarda dine uygun bir yapı olmadığı için onlarda dinî inanç ve hayattan
bahsetmek söz konusu değildir" (Mustafa Akçay, Dini Sorumluluk Açısından
Fetret Ehli, s. 87).
İnsanın bu durumunu ondaki
diğer duygulara benzetebiliriz. Meselâ insanda işitme duygusu olduğu için
kâinattaki sesleri işitebiliyor. Eğer onda bu yapı olmasaydı ne kadar fazla ses
olursa olsun insan işitmeye muktedir olamazdı. Aynı şekilde insanda görmeyi,
renkleri ayırt etmeyi sağlayan bir yapı olduğundan dolayı insan etrafındaki
varlıkları görür ve ayırt eder. Eğer insan bu kabiliyette yaratılmış
olmasaydı, dış dünyayı algılayacak duyulara sahip olmasaydı, göremezdi.
Fıtratı, Rabbin rubûbiyyet ve vahdâniyyeti kendisiyle bilinen Allah şuuru
(mârifetullah) olarak açıklamakla birlikte Mâtürîdî (ö.333/944) onu yeni doğan
bebekteki emme içgüdüsüne benzetir (Mâtürîdî, Te'vîlât, 564a). Eğer çocukta bu
güdü olmasaydı emme fiili gerçekleşmezdi.
Elbetteki onun işiteceği ve
göreceği nesneleri belirleyen hâricî sebeplerdir ama insan, bunları
algılayabilecek bir yetenekte yaratılmıştır. Aynı durum İslâm literatüründe
fıtrat adı verilen dinî yapı için de söz konusudur. Onun konusu dış dünyada
alınan verilere göre belirlenmektedir. Nitekim konuyla ilgili hadisler bu
gerçeği ifâde ederek, insanın fıtratını Hakk’a iman etme için yeter sebep
saymamış, ailenin fonksiyonunu vurgulamıştır.
Buna ilâveten fıtratı,
konusuna da işaret ederek açıklayanlara göre dış uyarımlar almadığı zaman dahi
fıtrat insanın Rabbini bulmasına yardımcı olabilir. Zira insanın zihnî ve
duygusal yapısı Hakk’ı bulabilecek yeterlilikte olmaktadır. Bezm-i elesti
mecaz olarak yorumlayanlara göre Allah insanı kendi ulûhiyyetini kavramalarına
yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle donatmış, böylelikle sanki ona "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuş onlar da evet diyerek bunu
tasdik etmişlerdir (Yusuf Şevki Yavuz, "Bezm-i Elest", DİA, VI, 107).
Üstelik Kur'ân dış dünyanın
çeldirici etkenleri olmasa kişinin taşıdığı bu yapının onu Hakk’a ileteceğine
işaret etmektedir. Bunun en güzel örneği, günlük hayatında Allah'ı inkâr eden
kişinin, sığınacağı hiçbir kimse kalmadığı zaman ortaya koyduğu ruh halidir. Kur'ân'da
bu hal şiddetli bir fırtına esnâsında bir gemide olan kâfirin, dini Allah'a has
kıldığı anlatılarak açıklanır. Burada hâricî etkenlerden sıyrılan, onların geçiciliği
ve önemsizliğinin farkına varan kişi Rabbine sığınmakta, gaflet örtüsü kalkmakta
ve kişi Rabbinin varlığının farkına varmaktadır (Âmulî, el-Akîde, s. 52).
Modern psikolojide yapılan
anketler de benzer sonuçlar vermektedir. Araştırmalara göre kendilerine
muhtelif tasvirler sunulan ve içinde bulundukları ortamda âdeta kendilerine gösterilen
sahneyi yaşıyormuş psikolojisine sokulan insanlar, en fazla boğulma sahnesinde
Allah'a sığınmışlar; boğulma psikolojisi onların duâ etme eğilimini
artırmıştır (bk. Antoine Vergote, Din İnanç ve İnançsızlık, s. 49).
Diğer bir husus; bir müslümana
göre insan, ancak Hakk’a boyun eğdiği zaman kendi varlığıyla, yaratılışıyla
çelişmeyecek, uyumlu olacaktır. Bu durumda insanın Hak’tan başkasına
yönelmesi, yaratılışına aykırı davranması demektir. İşte böyle bir halde
fıtratın kişinin Hakk’ı bulmasında yardımcı oiması mümkündür.
(6)
İnsanî Dengeler Açısından Fıtrat
İnsan parçalanmaz bir
bütündür. Onda imtiyazlı hiçbir saha yoktur. İç dünyasının coşkunluğunda her
şeyin bir mânâsı vardır. İnsan hakkında yapılacak araştırma, onun iç dünyasında
daha derin keşifleri mümkün kılacaktır. Bu incelemeler, aynı zamanda, her
parçayı bütününe göre etüt etme gerekliliğine cevap verebilmelidir. İnsan,
özünde İlâhî bir söz taşımaktadır. Mutlak yaratıcı, ona bu sözü ilka etmiştir.
(2/Bakara, 31; 7/A’râf, 172). İnsan kendisine ilka edilen bu sözün gereğini
yerine getirebilecek donanıma sahiptir. İnsan; doğuştan, bozulmamış, aslî ve
saf bir yaratılışa sahiptir. Bu yaratılış, insanın bir değer olarak varlık
alanına çıkmasını irâde edene İlâhî İrâde'nin tasarımına tam olarak cevap
verebilecek niteliktedir. Bu nitelik “fıtrat” olarak adlandırılmış ve fıtrat,
ısrarla izlenmesi gereken bir yol olarak takdim edilmiştir (30/Rûm, 30).
Fıtrat, bir bakıma, ekilmiş
bir tarlada tohumların patlaması, birtakım değerlerle donatılmış hazinenin
kapılarının açılması ve içerideki kıymetli metâların parıltısının dışarıya
yansıması görünümünde bir olgudur. Bundan dolayı fıtratta var olan, böylece de
fıtrî bir niteliğe sahip olan her bir tezâhür, aslı itibariyle önemlidir ve
olumludur. Fıtratta olumsuz bir tohum yoktur. İnsanın kerîm olması da (17/İsrâ,
80) buradan kaynaklanmaktadır.
Fıtratla ilgili hadisi (Buhârî,
Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25), et-Temhîd isimli eserinde ayrıntılı
bir şekilde yorumlayan şârihlerden İbnu Abdi'1-Berr (368/463), fıtrat terimi
ile ilgili altı ayrı tanıma yer vermiştir: Bu tanımları; "ilk yaratılışta
Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği yaratanını tanıma eğilimi, doğan çocuğun
müslüman olarak doğması, dolayısıyla fıtrattan maksadın İslâm olduğu, fıtratın
başlangıç anlamını içermesinden hareketle, Allah'ın her insan için başlangıçta
belirlediği ve değişmesi mümkün olmayan mü’minse mü’min, kâfirse kâfir
şeklindeki inanç açısından durumu ve bunun tabii sonucu, Allah'ın Âdemoğlundan
başlangıçta misak alması esnâsında, Allah’ın Rabliğini, isteyerek ve can ü
gönülden kabul edenler fıtrat üzere olmayı temsil ederken, zorla kabul
edenlerin ise, fıtratın dışında kalmış olmaları, zorla veya istekli şeklinde
bir ayırıma gitmeksizin, Allah'ın insandan başlangıçta kendi rubûbiyetini
tasdike dayalı olarak aldığı misak ve nihâyet, Allah'ın kullarını kalplerini
dilediği gibi evirip çevirmesi" şeklinde delilleriyle birlikte kritik
ederek özetledikten sonra kendi tercihine de yer verir. Ona göre, fıtrattan
maksat, dengeli yaratılış (selâmet) ve istikamettir. Çünkü Allah, "Ben
bütün kullarımı hanifler olarak yarattım" (Müslim, Cennet 63, Ahmed
bin Hanbel, Müsned, IV/162) buyurmaktadır. Hadiste yer alan hanif kelimesi Arap
lisanında, müstakim, sâlim anlamındadır (İbn Abdilber, et-Temhîd, Tıtvan 1987,
XVIII, 57-97). İbn Teymiyye buradaki selâmeti, gönlün bâtıl inançlardan
arındırılmış, sahih olan inançları kabul anlamında değerlendirmiştir. Ona göre,
kişinin ana ve babasının yahûdi veya hıristiyan olmasının onun fıtratı üzerinde
etkili olması, bâtıl ve fâsit olan şeylerin ârızî olduğunu ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla eğer insan dışarıdan olumsuz bir etkiye kapılmaz ise, fıtratının
selâmeti ile İslâm'a ulaşır (İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV, 245).
İlgili hadisin son bölümünde
yer alan "tıpkı bir hayvandan yaratılışı tam bir hayvanın dünyaya
gelmesi gibi. Hiç kulağı kesik ve enenmiş bir hayvan yavrusu gördünüz mü?"
ifâdesinden fıtratın sadece insanlara ait değil, tüm varlıkta geçerli bir kanun
olduğunu anlamak mümkün gözükmektedir. Bütün varlıklar kendilerine ait
fıtratları doğrultusunda hareket ederler. İnsanın uzuvları, diğer hayvanların
oluşumu ve hayatiyetlerini sürdürmeleri ve bütün bir yeryüzü ve semâ, genel bir
ifâde ile yaratılmış olan her varlığın kendine özgü fıtratı vardır ve her şey
kendilerine ait fıtratlarından kaynaklanan fonksiyonlarını yerine getirirler.
Bu açıdan bakıldığında, her
şeyin fıtratını ve ilgili kanunlarını koyan Allah olduğuna göre, tüm
varlıkların kendilerine özgü fıtratlarına uygun davranmaları sebebiyle, Allah'a
teslim olmuşlardır ve bu anlamda onlar müslümandır. İslâm'ın fıtrat dini
oluşunu da bu açıdan değerlendirmek yerinde olur.
Hadiste ifâdesini bulan bir
başka önemli husus da, fıtratın davranışlar üzerinde belirleyici bir etkisi
olmakla beraber, bunun zorlayıcı olmamasıdır. Fıtrat, çevre şartlarına göre
şekle giren esnek bir tabiata sahiptir. Her ne kadar insanda Allah'a inanmaya
ve bağlanmaya yönelik bir eğilim varsa da, çevre şartları bunu, İslâm'ın
dışında bir başka din ve inanç kalıbına göre geliştirip şekillendirmeye ya da
onu büsbütün köreltip ortadan kaldırmaya yönelik bir etki gösterebilmektedir.
Buna göre, çocuk doğduğu anda onda hazır ve sınırları belirlenmiş bir din ya da
Allah inancı yoktur, fakat buna tabii bir eğilim vardır (Hayati Hökelekli, Din
Psikolojisi, Ankara, 1993, s., 125-126).
Râgıb el-İsfahânî ise
fıtratı; "süzülmüş bir biçim, görünüş veya cisim üzerinde bir şeyi meydana
getirmek, özellikleriyle ortaya koymak" olarak tanımladıktan sonra, bu
özelliğin, insanın özüne yerleştirilmiş "Allah'a imana sevk edici gizli
bir güç" olduğunu söyler ve buna "Onlara kendilerini kimin
yarattığını sorarsan, mutlaka Allah diyeceklerdir" (43/Zuhruf, 87)
âyetini delil olarak gösterir (Müfredât, s. 384). Benzer bir tanıma yer veren
Seyyid Şerif el-Cürcânî ise fıtratı, "dini kabule müsait bir karakterde
yaratılış" olarak tanımlar (Ta’rifât, s. 168). Daha genel bir ifâde
kullanan Ebû'l-Bekâ da fıtratı, "yaratılmış olan her varlığın ilk
oluşumunda kendisini başkalarından ayırıcı olarak özüne yerleştirilen nitelikler",
şeklinde tarif eder (Külliyât, s. 697).
Buraya kadar
söylediklerimizden hareketle fıtratı; insanın ve diğer tüm varlıkların zamana
ve mekâna göre değişmeyen yönü, başka bir anlatışla, ilk yaratma faâliyeti
sonucu yaratılışın aldığı ilk tarz ve şekli, henüz dış tesirlerle etkilenmemiş
ve başkalaşıma uğramamış olan varoluşun ilk saf halini ifâde eden teknik bir
terim olarak anlamak mümkündür. Fıtrat, bütün insanlar için ortak ve genel
olan yaratılış özelliğidir. İslâm anlayışına göre bu yaratılış tam, eksiksiz,
kusursuz gelişip olgunlaşmaya elverişlidir (Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 124).
İnsanın yapacağı tek şey,
zaten doğruyu ve hakikati bulmaya müsait şekilde yaratılmış olan duyularını ve
aklını, yaratılış amaçları doğrultusunda kullanmak ve onlardan gereği gibi
faydalanmaktır. İnsan doğruyu ve hakikati bilecek şekilde yaratılmıştır. Bunun
için de, kabiliyetlerini gereği gibi ve doğru olarak kullanıp düşünme ve
araştırma eylemlerini kesintisiz sürdürmelidir. Çünkü fıtrat, ancak bilgi,
eğitim ve ahlâk yoluyla gelişip olgunlaşır (Gazâlî, İhyâ, III, 56).
Fıtrat; duyu, akıl, içgüdü ve ruhsal haberdarlık yoluyla, doğru ve
yanlış arasında ayırım yapmayı sağlayan bir araçtır. İnsan bu aracın rehberliğini dikkate alarak
kendini ve etrafındaki nesnelerin gerçekliğini anlamaya çalıştığında, elde
ettiği bilgi, objesine uygun bir şekilde meydana gelecektir. O halde duyular ve
aklın doğru olarak kullanılmasıyla, bilginin, objesine uygun, yani doğru bir
bilgi olarak meydana gelmesini sağlayacak bir kabiliyet, başka bir deyişle
bilginin doğruluğunu temin eden kriterler insana yaratılışta verilmiştir.
Fıtratın hakemliği ile ulaşılan bilginin en yüksek boyutu varoluş ile Allah'ın
birliği arasındaki ayırımdır. İnsan, yaratılıştan gelen işaretleri yani
âyetleri okuma ve anlama kabiliyetine sahiptir. Bu işaretleri; anlama, Allah'ın
birliğindeki tüm varlıkların kaynağını anlamaya yol açar. Fıtrat, bu çeşitli
analitik seviyelerin ve onların karşılıklı işaret ve sonuçlarının bir anlayış
ve görüş geliştirmek üzere ifâde edilmesini sağlayan bir kabiliyettir. Fıtrat,
doğuştan gelen her insan tarafından sahip olunan bir akıl, bir ahlâk duygusu
olduğundan, bilinçli bir şekilde uygulandığında, insanın, hayatın sosyal ve
kültürel yönlerini armonik bir denge halinde düzenlenmesini kolaylaştırır (İslâmî
Antropolojinin Oluşturulması, s. 126).
Fıtratı önceden kurulmuş bir âhenk
olarak algılamak, yerinde bir değerlendirmedir. Tabii haliyle bütün bir
varoluşun dünyası, kendi arasında uyumu ve dengeyi ortaya koyan fıtratlarına
uygun seyrini sürdürmektedir. Tüm bozulmalar, her şeyin kendi fıtratının izini
takip etmemesiyle meydana gelmektedir. İnsan fıtratı insan için, bir atın
doğasının o atı belirlemesi gibi, belirleyici bir niteliğe sahiptir. Bir
insanın üstün meziyetlere sahip olması veya ahlâksızlıklar içinde kalması,
başarı veya acı çekmesi ve aktif veya pasif oluşu, kendine mahsus fıtratının ifâde
ettiği modele ne ölçüde yaklaşıp yaklaşamadığına bağlıdır. İnsanın özgürlüğü ve
refahı, fıtrî modelinin rehberliğinde kendisini gerçekleştirmesi ile
mümkündür. Bundan dolayı İlâhî vahiy, insanı daima asıl ve temiz fıtratını
korumaya dâvet etmekte, tüm yanlışlıklarının fıtratının sesine kulak vermemesi
sonucu meydana geldiğini hatırlatmaktadır. Bundan dolayı Allah, kurtuluşa
ermenin yolu olarak, bir bakıma terk edilen asla yeniden dönmek anlamına geleni
“tevbe”yi önermektedir (24/Nûr, 31)
Allah Rahîm ve Vedûd'dur (11/Hûd,
90). Eğer Allah'ın sevgi sıfatı olmasaydı, kullarına hidâyet yollarını
göstermez, mü’min kulunun tevbesinden dolayı sevinç duymazdı. Öyle ki hadiste,
üzerinde azığı bulunan devesini çölde kaybeden kişinin, yorgunluktan uykuya
dalıp, uyandığında devesini kaybettiği yerde bulması ile nasıl sevinirse, Allah
da mü’min kulunun tevbesine o denli sevineceği haber verilmektedir (Buhârî, Deavât
3; Müslim, Tevbe 2, 3; Tirmizî, Kıyâme
49; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/383). Tıpkı bunun gibi, kendisine gaflet ârız
olup da, hevâ ve heves çöllerinde kimliğini kaybeden kişinin yapacağı şey,
hemen terk ettiği ilk mekânına yani bozulmamış sâf fıtratına teslimiyetle
dönmesidir. Şüphesiz kaybettiği şeyi orada bulacaktır. Tevbe, terk edilen fıtrata gönül huzuru ile geri dönmektir (RB, IV/177).
Sevgi dolu olan Allah'ın zaman zaman kimi uyarılar yapması, insanın terk ettiği
asla yeniden dönmesini sağlamaktır. Terk edilen asıl, şüphesiz insanın temiz
fıtratıdır. Nitekim Kur’an’da: "Hâlbuki kendilerine gösterdiğimiz her
işaret, öncekinden daha etkileyici idi ve her defasında onları belki (Bize)
dönerler diye azâba çarptırdık." (43/Zuhruf, 48) şeklinde anlatılan “dönerler”
ifâdesi ile ilgili Muhammed Esed şunları kaydetmektedir: "Allah'a dönme
kavramı, Allah'ın varlığını kavrama içgüdüsel yeteneğinin insan tabiatında
mevcut olduğunu, Allah'tan uzaklaşmanın ise aslî bir eğilim veya durum olmayıp
yalnızca mânevî dejenerasyonun bir sonucu olduğunu îmâ eder (Kur’an Mesajı, c.
3, s. 1004, 41 nolu dipnot).
Bize göre, nasıl ki Kur'ân-ı
Kerim'de yer alan Adem'in kıssası aynı zamanda ademoğlunun kıssası ise, aynı
şekilde Adem'in iki oğlunun yapıp-ettiklerinin de diğer ademoğullarının
yapabileceği türden şeyler olduğunu ifâde etmektedir. Kezâ, el-İnsanın iç
dünyasına ilişkin söylenenlerin de aynı şekilde, tüm insan cinsinin fıtrî
olarak özünde bulunan değerler olduğunu kabul daha isabetli gözükmektedir.
Muhtemeldir ki, bu niteliklerin kimi insanların kınandığı bir atmosferde yer
almış olması, bahse mevzu olanların, o niteliklerini tek taraflı, diğer
bağlarından kopararak meşrû sınırının dışına çıkarmış olmaları sebebiyledir.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Fıtrat, iddia edildiğinin aksine, boş
sayfa değildir. Fıtrî olan her şey olumlu ve gereklidir. Fıtrat, tek düze
değildir. İnsanın, beşer ve melek arasında el-İnsan olarak varlığını
sürdürmesine ihtiyaç duyacağı çift kutuplu olma özelliğine sahip her türlü
potansiyele sahiptir. Önemli olan, insanın çift yönlü olan bu potansiyel imkânlarının
sınırlarını tahrip etmeden, her şeyi kendi zaman ve mekânında kullanma
becerisini gösterebilmesidir. İnsan realitesinin hem iyiyi, hem de kötüyü birlikte
barındırdığını anlayıp kabul etmedikçe, tam anlamıyla insan olamayız.
İnsana hitap eden ve insandan
bahseden Kur'ân âyetlerinin üslûbuna baktığımızda, daima ikili (mesâni) bir
tarzda geldiğini görürüz. Şüphesiz, çift tabiatlı olan insanın hidâyetine vâsıta
olacak olan Kelâm’ın bu tabiatı gözeterek, her iki yöne de temas etmesinden
daha tabii bir şey olamaz. Örneğin Kur'ân-ı Kerim, insanlara hem müjdeleyici ve
hem de uyarıcı (korkutucu) olarak gönderilmiştir (41/Fussılet, 39). Çünkü insan
eğer, sadece korku yönüne ağırlık verir, o tarafa doğru meylederse, sızlanarak,
tahammülsüzlük gösterir. Yalnız ümit duygularını harekete geçirir ve onlara
daha fazla meylederse, o takdirde şımarık ve azgın davranışlar ortaya koyar.
Bundan dolayı insanın ıslahı ve düzelmesi, tabiatının sağlıklı, bedeninin
hastalıktan korunmuş olması, kendisini kemâle ulaştıracak denge (itidal) üzere
olmaktır. Hz. Ali'nin bir hutbe esnâsında şöyle söylediği rivâyet edilmektedir:
Gerçekten insanın gönlünde olan şeyler beni hayrete düşürür. Onda ne oranda
hikmet ve güzellik varsa, o oranda da onun karşısında zıtları bulunmaktadır.
İnsanın gönlüne ümit rüzgârları esse, hemen onu, aşırı istekler (tamah) baskı
altına alır. Kişide aşırı istekler hareketlenince de, bu defa hırs onu helâk eder.
Ümitsizlik kişiyi kuşatınca, üzüntü onu öldürür. Kendisine hiddet (gazap) ârız
olunca, kini şiddetlenir, rızâ ile mutlu olunca, dikkati unutur, korkuya
kapılınca hüzün onu meşgul eder, herhangi bir musibete mâruz kalınca,
sabırsızlığı ve derbederliği onu yıkar, bitirir, biraz mala kavuşunca,
zenginlik onu azdırır, yoksulluk yakasından yapışınca, belâ ve keder onu alt
eder, açlık onu yorarsa, zâfiyet oturtur. Öyleyse her bir eksiklik (taksir)
zararlı ve her bir aşırılık, fazlalık ise ifsat edicidir (Fahreddin Râzi, MV,
64; Nazm, XVII, 142).
(7)
Fıtrat Kavramının Eğitim Açısından Değerlendirilmesi
Fıtrat kelimesi, sözlükte
yarmak, yaratmak anlamındaki "fatr" kökünden isim olup yaratılış,
yapı, karakter, mizaç, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş, peygamberlerin sünneti, kalb-i selîm,
âdetullah anlamlarında kullanılır. Fıtrat, ilk yaratılış ânında varlık
türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş
olan ilk durumlarını belirtir. Fıtrat, ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi,
sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Evrenin Allah'ın fıtratı üzere
işleyişine sünnetullah, âdetullah, fıtratullah denir.
Fıtrat kelimesinin Kur'an
terminolojisinde hangi anlamda kullanıldığı konusunda şu âyet önemlidir: "Sen,
yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona
çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur.
İnsanların çoğu bilmez." (30/Rûm, 30) Yine, fıtrat konusunda şu çok
meşhur hadisin de önemi büyüktür: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat
üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hristiyan, mecusi (farklı bir
rivâyete göre veya müşrik) yapar." (Buhâri, Cenâiz 79, 80,
93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/ 233, 435)
Bu âyet ve hadisin izahı ile
ilgili olarak fıtrat tanımında farklı yaklaşımlar söz konusudur. Başta selef
ulemâsı olmak üzere âlimlerin ekserisi fıtrat kelimesinin "İslâm"
anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Fıtrat hadisi, insanların tabiî, aslî ve
fıtrî dinlerinin İslâmiyet olduğunu, daha sonra çevre tesirleriyle farklı
dinlere yönelmenin asıl ve fıtrattan sapma, hastalık ve ârıza kabul edildiğini
gösterir. Bu görüşe göre gayri müslimlerin çocukları da müslüman sayılır; dünya
ve âhirette müslüman muâmelesi görür. Bazı âlimler, fıtratı selâmet ve
istikamet şeklinde tanımlar.
Fıtratın mâhiyeti konusunda
şu âyetlerin anlamları da büyük önem taşır: "Rabbimiz, her şeye
yaratılışını (varlık ve özelliğini) veren, sonra da onu doğru yolu
gösterendir." (20/Tâhâ, 50)
"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer."
(28/Kasas, 68) "De ki: Herkes
kendi şâkilesine (yaratılış, mizaç ve meşrebine) göre davranır. Rabbiniz kimin
en doğru yolda olduğunu bilir." (17/İsrâ, 84) "Onlar,
nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu
değiştirmez." (13/Ra'd, 11).
Kur'ân-ı Kerim'deki bu âyetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını
açıklar. Yine, fıtrat konusunda Nahl, 78; Fâtır, 43; İsrâ, 77; Ahzab, 62;
Mü'min, 85, Feth, 23; Şems, 7-14; Beled, 10; İnsan, 3; A'lâ, 14; Abese, 7;
Zâriyat, 21; Ankebût, 20; Mü'minûn, 14 âyetlerine de bakılabilir.
Peygamberimiz'in şu hadisleri
de fıtratın anlamını genişletmektedir: "Kötülük yapmak seni üzüyorsa,
artık sen mü'minsin." (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/ 251-252) "Çocuklarınıza
öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef
IV/334). "İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü
bulandıran şeyi terk et." (İbn Hibban, Hakîm) "Hayır, gönlün
(vicdanın) kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer
de gönlün (vicdanın) kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde
tereddüt ve ıstıraplar meydana getiren şeydir; her ne kadar müftîler hilâfına
fetvâ verseler de." (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/194) "Müftîler
sana fetvâ verseler de bir de kalbine (vicdanına) danış." (Dârimî, Büyû, 2). "Ameller niyete
göredir." (Buhâri, Itk 6). "Seni işkillendiren (vicdanını
rahatsız eden) şeyi bırak, işkillendirmeyene geç." (Ahmed, Nesai,
Taberani). "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir." (Müslim,
Birr 14) "Rabbim buyuruyor ki: 'Ben bütün insanları hanîflik (sâlim
fıtrat, tevhid) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden
saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler; insanlara bana ortak
koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil
indirmemiştim." (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/162)
Fıtrat üzerinde yer yer farklı yorumlar olmakla birlikte en ma'kul
olanı ve giderek en çok ilgi göreni, fıtratın, ilk yaratılış sırasında Allah'ın
insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu
yetenek ve yatkınlıkları ifâde ettiği şeklindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre, yeni doğanlarla ilgili
fıtrat kavramı, onların yaratılış, tabiat ve mizaç bakımından genellikle temiz
ve sağlıklı olduğuna işaret eder. Buna göre fıtrat; hakkı benimseme yatkınlığı şeklinde anlaşılmalıdır. Fıtrat,
Allah'ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir
kabiliyet üzere yaratmasıdır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme
yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtratın insanı
sırat-ı müstakime çekişi, mıknatısın demiri çekişine benzer. Mıknatıs özelliği
eşyada, doğruya gidiş özelliği de insanın yaratılışında vardır.
Fıtrat hadisindeki "...sonra ebeveyni onu yahudi, hristiyan...
yapar" ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının
çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu,
dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir.
İbn Teymiyye, fıtratı İslâm
olarak yorumlayan görüşü benimsemekle birlikte, bazı nüanslarla bu son görüşü
de ma'kul bulmaktadır. Buna göre, fıtrat;
nötrlük, çocuğun iyilik ve kötülüğe, iman ve inkâra eşit derecede elverişli
yaratılması şeklinde anlaşılırsa, bu takdirde onun dünyaya boş bir levha gibi
geldiği kabul edilmiş olur. Bu görüş ise, fıtratı öven ve onun devam
ettirilmesini emreden âyetle (30/Rûm, 30) ve fıtrat konusundaki hadislerle
çatışır. Nitekim, fıtrat hadisinin devamındaki "...sonra ebeveyni
onu yahûdi, hristiyan... yapar" cümlesinde "veya müslüman yapar" ifâdesinin yer almaması, fıtratın esas
itibariyle "İslâm" yahut en
azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşıdığını gösterir. Ayrıca İbn
Teymiyye, insan fıtratındaki çizginin Allah'ın ve Allah'ın dininin tanınması ve
ikrar edilmesi yönünde olduğunu, çocuğun bu yönde gelişmesi için yeni şartların
hazırlanmasına bile ihtiyaç bulunmadığını söyler. Çocuğun fıtratında bulunan
doğru çizgide yetişmesini engelleyecek olumsuz şartların ve âmillerin
giderilmesi ve böylece onun fıtrî kabiliyetinin önünün açılması yeterlidir. Hz.
İbrahim'in küçük yaşlarda çevresindeki put ve şirk unsurlarına rağmen
fıtratının sesiyle Allah'ı bulması ve tevhide ermesi bu tezi destekler. İslâm
dünyasında felsefî roman türünde yazılmış Hay bin Yakzân gibi eserler, insanın
fıtratı konusunda temelini Kur'an ve sünnetten alan bu şekildeki iyimser
felsefenin sonucudur.
İslâm, insanın doğuştan iyi
olduğunu kabul eder. "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde
yarattık." (95/Tîn, 4). İnsanın
eğitime müsait olması, fıtratı gereğidir. Bozulma, insanda fıtrî değil;
ârızîdir: "Sonra onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına)
indirdik." (95/Tîn, 5). Her
doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı
ya İslâm üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından
saptırır. Bütün insanlar hanîf olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdâhale eden
şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. Allah, insanın nefsini
takvâ ve fücurla yoğurarak (91/Şems, 8), ama takvâya meyilli olarak yaratmış,
şeytanların hilelerine karşı kullarını Rahmân isminin tecellîsiyle yardım etmek
ve Rab ismiyle eğitmek için gönderdiği vahiyle onları fıtrat dini hakkında
bilgilendirmiştir. Bu yaratılış kanunu, kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen İlâhî
bir yasadır.
Allah, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında, rahmetiyle muâmele
ederek insanın imtihanı kazanabileği şekilde iyilikten yana tercih yapabilecek
bir kabiliyet, bir vicdan vermiştir. Vicdan, fıtratın sesidir. Bozulmamış,
fıtratını korumuş insan, iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde
Allah'ın âyetlerini de akıl ve kalple kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan
veya melekler tarafından hayır ve şer telkin
edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek, sırât-ı müstakimde
tutmak, İslâm'ın ve müslümanların görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir,
nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yaratıklarını
en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı,
şeytan ve askerleri -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, düzen-
saptırdığı için fıtratı bozulmuş, vicdanı, gönlü hastalanmıştır. Bu aşamada İslâm
ancak bir öğüt ve tebliğdir. Dileyen inanır, fıtratına yönelip kurtulur;
dileyen fıtratını köreltip batağa sapar.
Müslüman
eğitimci de, insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya
çıkarmak ve onları yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın şirk ve
isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takvâ
ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için
İslâmî eğitim şarttır.
"Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah
olsun."
(Abdürrezzak,
Musannef IV/334) Dünyadaki her yeni
doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını
konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve
fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi -kendi eliyle direkt olarak veya
medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahudi, hristiyan, ateist,
ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah'a inanmak ve O'na kulluk
etmekle fıtratta sebat etmelidirler.
Anne
babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının
fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak
zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.
İslâm'a göre hayatın anlamı
ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Hiçbir beşerî, cahilî eğitim anlayışı bunu
sağlayamamıştır, sağlayamaz. Çağdaş laik eğitimin vahyin dışa yansımasına en
küçük çapta bile hoşgörü ile yaklaşmaması, temiz fıtratın, selîm kalbin,
saptırılmamış aklın önünü tıkamaktadır.
İslâm, insanı, Allah'a yaraşır bir kul olmak için hazırlar. İslâm'ın
eğitim anlayışı da bunu hedefler. İnsanı istikamette tutmak, o yolda yürümek
için insanı yeterli kılmaktır eğitim. İnsanı, dış çevresinin, Rabbına ve kendi
fıtratına yabancı fikir ve davranışların etkisi dışında tutup, fıtratını dışa
yansıtma sürecidir. Eğitim, yapaylıkla fıtrîliğin mücadelesinde fıtratın gâlip
gelmesini temin etmektir. Dış hayat, insan için bir mücâdele, bir cihad alanı
olduğuna göre; insanı bu savaş için gerekli olan silâhlarla donatmaktır eğitim.
Bu silahlar: İlim, iman ve düşmanla mücâdele tekniğidir. Bu düşman, başta
şeytan olduğu gibi, onun içimizdeki temsilcisi hevâ, İslâm dışı düzendeki
temsilcisi tâğut ve aynı zamanda cahilî eğitimin tüm uzantılarıdır. Eğitim,
bunları kitapta değil; insan ruhunda yazmaktır.
İnsan, fıtraten savaşçıdır.
Mücâdele hırsı bundan kaynaklanır. İnsanın fikirlerini, inançlarını
savunmasının nedeni bu özelliğidir. Cihadın temelinde bu fıtrî özellik vardır.
Fakat, insan bu yeteneğini bazen ifsâd/bozmak için kullanır (Bkz. 2/Bakara,
30). Melekler tarafından insanın kan dökme ve fesad özelliğinin bulunduğu ifâdesinin
yanlış olduğunu Allah belirtmiyor. Fakat, insanın bu olumsuz özelliklerinin
eğitilmesi için ona ilim veriyor.
Özetlemek gerekirse, insan;
doğuştan iyidir, en güzel kıvamda, fıtrat üzere, İslâm’a yatkın şekilde
yaratılmıştır. İnsanı yaratan Allah, hayır ve şerlerle imtihan ettiği dünya
hayatında kullarına tercihlerini iyilikten yana kullanabilecek bir yetenek
vermiştir. Anne babalar ve eğitimciler, çocukların fıtratını bozacak eğitim
içerik ve şartlarından sakınarak kendilerini ve çocukları ateşten
koruyabilirler. Fıtratı bozmak Allah'a isyan etmektir. Eğitim, insanın
fıtratını bilmeden ve onunla uyum sağlamadan yapılırsa, yanlış neticeler
alınacağı muhakkaktır. Fıtrat; İslâm’la, tevhidle, güzelliklerle, hayırla
bezendiğinden eğitim bunları önceliklemez ve bu temellere dayanmazsa,
meleklerin endişe ettiği fesat ve ifsat (anarşi, huzursuzluk, kargaşa, kaos)
ortaya çıkar. Eğitim; insanı, dış çevresinin, Rabb’ına ve kendi fıtratına
yabancı fikir ve davranışların etkisi dışında tutup fıtratındaki güzellikleri
dışa yansıtma sürecidir. Sanallık ve yapaylıkla fıtrîliğin mücâdelesinde
fıtratın gâlip gelmesini temin etmeye çalışmaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de Fıtrat Kavramı
Fıtrat kelimesi Kur’ân-ı
Kerim’de bir yerde kullanılır (30/Rûm, 30). Bu âyette yaratılış, yaratma
kanunlarına, tekvînî şeriata uygun olan din, yani fıtrat anlamında kullanılır.
Fıtrat kelimesinin kökü olan “f-t-r” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam
olarak 20 yerde zikredilir. Fiil olarak fetara kelimesi Kur’an’da lügat anlamı olan
yaratmak, icad etmek anlamlarında kullanılır. Fatr kelimesinin çoğulu olan
futûr da, yarık, çatlak anlamındadır. İnfitar kelimesi de Kur’an’da
parçalanmak, çatlamak anlamında kullanılır.
“Sen yüzünü hanîf (tevhid eri) olarak dine, yani Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaşatmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme
yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (30/Rûm, 30)
"Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık."
(95/Tîn, 4)
"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola
iletendir."
(20/Tâhâ, 50)
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde
çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir.'' (16/Nahl, 78)
"Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın." (35/Fâtır, 43; Ayrıca bk. 17/İsrâ, 77;
33/Ahzâb, 62; 40/Mü’min, 85; 48/Feth, 23).
"Nefse ve onu şekillendirene... Ona bozukluğunu ve korunmasını
ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten
ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanlandı... Rableri de günahları
yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti." (91/Şems, 7-14)
"De ki: Herkes kendi şâkilesine (yaratılış, mizaç ve
meşrebine) göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir." (17/İsrâ, 84)
"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (51/Zâriyât, 21)
"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah'ın
kanununda bir değişiklik bulamazsın." (35/Fâtır, 43)
"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer." (28/Kasâs, 68)
Hadis-i Şeriflerde Fıtrat Kavramı
"Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve
babası onu yahudi, hristiyan, mecusi
(farklı
bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." (Buhâri, Cenâiz 79,
80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435)
“Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali
konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudî,
mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslüman iseler, çocuk da müslüman
olur.”
(Buhârî, Cenaiz: 80, 2/118;
Cenaiz: 93, 2/125; Müslim, Kader: 22, Hadis no: 265 4/2047; Ebû Davud, Sünnet:
18, Hadis no: 4714, 4/229; Tirmizî, Kader: 5, Hadis no: 2138, 4/447; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/233, 435)
“Her doğan fıtrat üzere doğar; ama anne-babası onu hristiyan,
yahudi veya mecusi yapar; bir hayvan da derli toplu bir hayvan yavrular; hiç
burnu, kulağı kesik doğmuş bir yavru görür müsünüz?” (Elmalılı, a.g.e., VI/3824)
"Her doğan çocuk fıtrat üzere dünyaya gelir. Diliyle inancını
ifâde edecek çağa gelince ya şükreden bir insan olur ya da inkâr eden bir insan
olur." (Ahmed bin Hanbel, IV,
353)
"Dünyaya gelen hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın.
Daha sonra ebeveyni onu yahudi, hıristiyan, veya mecûsî yapar. Tıpkı hayvanın
yavrusunu sapa sağlam, organları yerli yerinde doğurması gibi. Siz onda bir
eksiklik görüyor musunuz?"
Sonra Ebû Hüreyre (ö. 58/678) şu mealdeki âyeti okumuştur: “Sen yüzünü hanîf
olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Allah'ın
yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur." (Buhârî, Cenâiz
80, 93; Müslim, Kader 6; Ahmed bin Hanbel, II, 275, 393, 410).
Ashâbdan el-Esved ibn Serî1
şöyle dedi: "Peygamber(s.a.s.)e geldim, onunla beraber savaştım, zafere
ulaştım. O gün insanlar o kadar savaştılar ki çocukları dahi öldürdüler. Bunu
Allah'ın Elçisi duyunca: 'Şu kavimlerin hali nice olur ki çocukları öldürecek
kadar ileri gittiler!' buyurdu. Bir adam: 'Yâ Rasûlâllah, onlar müşriklerin
çocukları değil mi?' dedi. Peygamber (s.a.s.): 'Hayır, dedi, sizin
hayırlınız müşriklerin çocuklarıdır. Çocukları öldürmeyiniz, çocukları
öldürmeyiniz, her çocuk fıtrat üzere doğar. Dili dönünceye dek bu fıtratta
kalır. Dili inancını söyleyecek kadar açılınca annesi babası onu ya Yahudi, ya
da Hıristiyan yaparlar." (İbn Mâce, Cihâd 30; Ahmed bin Hanbel, Müsned
3/435, 488; Dârimî, Siyer 25)
"Rabbim buyuruyor ki: 'Ben bütün insanları hanîflik (sâlim
fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar.
Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler; insanlara bana ortak koşmalarını
söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
IV/162)
"Fıtrat beştir (beş şey fıtrattandır): Sünnet olmak, etek
traşı olmak, bıyığı kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri
yolmak."
(Buhârî, Libâs 51, 63,
64, İsti'zân 51; Müslim, Tahâret 39, h. no: 257; Muvatta, Sıfatu'n Nebiyy 3, h.
no: 2, 921; Tirmizî, Edeb 14, h. no: 2757; Ebû Dâvud, Teraccül 16, h. no: 4198;
Nesâî, Tahâret 10, 11, h. no: 1, 14, 15)
''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz ‘Lâ ilâhe illâllah’
olsun." (Abdurrezzak San’ânî,
Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin
oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı,
içinde tereddüt ve ıstıraplar meydana getiren şeydir, her ne kadar fetvâ veren
müftîler hilâfına fetvâ verseler de." (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 194)
"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç." (Ahmed bin Hanbel, Nesâî, Taberânî)
"Müftîler sana fetvâ verseler de bir kere kalbine danış."
(Dârimî, Buyû 2)
"Ameller niyete göredir." (Buhâri, Itk 6)
"Kötülük, insanın içine sıkıntı veren şeydir." (Müslim, Birr 14)
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin." (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/ 251-252) "Çocuklarınıza
öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef
IV/ 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü
bulandıran şeyi terk et."
(İbn Hibban, Hakîm)
Fıtrat, Râgıb'a, göre, asıl
itibariyle boylamasına yarılmadır. "Yarık"a, "ihtira" ve
"icâd"a dahi fıtrat denmiştir. Ebû Şâme'ye göre, fıtrat'ın aslı
"İlk yaratılış" mânasınadır. Nitekim Kur'an'da Cenâb-ı Hakk'ın ismi
olarak Fâtıru's-Semâvât ve'l arz (göklerin ve yerin yaratıcısı) tâbiri
geçmektedir. Hadis-i şerifte de: “Küllü mevlûdin yûledu alâ’l-fıtrati; Her doğan çocuk, fıtrat (yani Allah'ın ilk
ortaya koyduğu yaratılış) üzere doğar" buyrulmuştur. Bu açıklama şu
âyete de işâret etmektedir: “Fıtratallahillezî
fetarannâse aleyhâ; …Allah'ın insanları üzerine yarattığı, o
fıtrat..." (30/Rûm, 30). Burada ifâde edilen mânâ şudur: Her insan
eğer doğduğu anda terkedilecek (ve hiçbir hâricî telkin ve tercihte
bulunulmayacak) olsa, aklı onu hak din'e yani tevhîd'e götürür. Bu söyleneni şu
âyet dahi te'yîd eder: "O halde (habibim), sen yüzünü bir muvahhit
olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O insanları bunun üzerine
yaratmıştır" (30/Rûm, 30). Bu hususu, yine yukarıda kaydettiğimiz
hadisin devamı da te'yîd eder: "...Çocuğu ebeveyni yahudî veya
hıristiyan veya mecusi... yapar." Şu halde sadedinde olduğumuz hadis
şöyle demiş olmalıdır: "Fıtrattan olan şu beş şeyi kim yaparsa nefsini,
Allah'ın kullarını yaratmış bulunduğu aslî fıtrat ile muttasıf kılar."
Bundan da maksad, insanları bu beş şeye teşvik etmek, onların en mükemmel
sıfatları takınıp en güzel sûret üzere olmalarını sağlamaktır."
Fıtrat'ın mânasını açıklama
sadedinde Hattâbî şunu kaydeder: "Ulemânın ekserisi bu hadiste
"fıtrat"tan muradın sünnet olduğunda ittifak etmiştir."
Hattâbî'den başkaları da bu görüştedirler. Derler ki: "Hadisin mânası:
"Şu beş şey geçmiş peygamberlerin sünnetindendir" demektir.
Bir kısım âlim de “fıtrat'ın
mânası ‘din’dir” der. Ebû Nuaym el-İsfehânî, Mâverdî, eş-Şeyh Ebû İshâk
sadedinde olduğumuz hadiste fıtrat'tan muradın din olduğunu söyleyenlerdendir.
İbn Salâh, fıtrat kelimesini sünnet'le açıklamayı yadırgayarak sünnetü'lfıtrat
şeklinde mahzuf bir izâfet çerçevesinde anlaşılmasının daha uygun olacağını söylemiş
ise de, bu itiraza itiraz eden Nevevî, hadisin:
"Sünnetten olarak bıyığın kesilmesi,
koltuk altının yolunması, tırnakların kesilmesi vardır" şeklindeki vechini
göstererek fıtratın izafetle kayıtlamadan, mutlak haliyle sünnet mânâsında
anlaşılmasının doğru olduğunu delillendirmiştir. İbn Hacer, fıtrat yerine
"sünnet" kelimesinin muhtelif rivâyetlerde vârid olduğunu belirtir.
Fıtrat'ın mânasını tesbitte
Kadı Beyzâvî daha eslem bir yol tutar. O'na göre, ulemânın ileri sürdüğü bütün
mânalar sahihtir. Kelime, hepsini ifâde edecek câmî bir mana taşımaktadır.
Binaenaleyh ihtira, cibillet, din, sünnet mânalarına gelir. Der ki:
"Fıtrat, peygamber tarafından ilk defa ihtira edilen ve bütün şeriatlarce
ittifakla benimsenmiş olan eski sünnet (es-Sünnetü'lkadîme) dir. Sanki bunlar,
cibillî, fıtrî emirlerdir, insanlık bunlar üzerine yaratılmıştır."
Şunu da belirtmek gerek.
Hadisin bazı vecihlerinde fıtrat yerine kullanılmış olan sünnet kelimesi,
ıstılâhi mânadaki sünnet değildir, yani "vâcib"in mukabili olan
sünnet değildir, yol mânâsına gelen sünnettir. Bu görüşte cezm
eden şeyh Ebû Hâmid, Mâverdî ve başkaları:
"Bu, şu hadiste olduğu gibidir: "Size
benim sünnetime ve benden sonra da Hülafâ-i Râşidin'in sünnetine uymak
gerekir." Mâlikî fakihlerinden Ebû Bekir İbnu'l-Arabî sadedinde
olduğumuz hadiste geçen beş haslete uymanın vâcib olduğuna hükmetmiş ve:
"Zîra kişi, bunları terkedecek olsa insani görünüşünü kaybeder,
insanlığını yitirenden nasıl İslâm'lık beklenir?" demiş ise de Ebû Şâme:
"Hadisin taleb ettiği şeyler, ahlâkı güzelleştirmeye mahsus olan
nezâfettir. Bunun için Şâri'den vâcib kılıcı bir emre gerek yoktur. İnsanların
fıtrî meyilleri yeterlidir, mücerred nedb ifâde eden beyan kâfidir" demiştir
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/523-525).
Hadislerde
Belirtilen Fıtrattan Olan Şeyler:
Fıtrat'ın ne
olduğunu kavradıktan sonra "fıtrat"a giren şeyleri bilmeye sıra
gelmiş olmaktadır. Sadedinde olduğumuz hadis "fıtrat"tan olan beş
şeyi saymaktadır: Hitân (sünnet olmak), etek traşı, bıyığı kesmek, tırnakları
kesmek, koltuk altını yolmak.
Fıtrat'tan haber veren
hadisler ya burada olduğu gibi hasr ifâde
eden bir üslûba sahiptir ya da ba'ziyet (parça,
kısım) ifâde eden bir üslûba sahiptir. Sadedinde olduğumuz
hadis, "Fıtrat beştir" diyerek kesin bir üslubla hasr ifâde etmekte,
sanki bir altıncı "fıtrat" yokmuş intibâını vermektedir. Hâlbuki aynı
hadis:
"Fıtrat beştir veya fıtrattan beş şey
vardır..." şeklinde şekk ifâde
eden bir tarzda da rivâyet edilmiş olmaktan
başka, "Fıtrattan beş şey vardır..." diye kesinlikle ba'ziyet
(kısım) ifâde eden üslûpla da rivâyet edilmiştir. Kaldı ki, bu hadisle hasr
kastedilmediğini gösteren başka rivâyetler de vardır. O rivâyetlerde, fıtrat'la
ilgili hasletler değişik rakamlarla ifâde edilir ve burada sayılan beş şeyin
dışında başka hasletler de sayılır. Az sonra açıklayacağımız hadiste fıtrattan
olan on haslet sayılırken, İbnu Ömer'den kaydedilen bir hadiste üç haslete yer
verilmiştir: "Fıtrattan üç şey: Etek traşı, tırnakların kesilmesi,
bıyığın kesilmesidir."
Şu halde bu hadislerde
zikredilen rakamlardan murad hasr değildir. Âlimler, verilen rakamlar hakkında
farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir. Rasûlullah, önce beş hasleti duyurdu, sonra
ziyâdeleri ilan etti. Beş hasletin ehemmiyetini te'kidde mübâlağa için hasr'a
yer verilmiştir. Hadislerde bunun başka örneği de var: "Din
nasihattır" veya “Hacc Arafat'tır” hadislerinde olduğu gibi.
Dinin içinde pek çok mesele olduğu halde, "nasihat"ın ehemmiyetini
tebârüz ettirmek (vurgulamak) için, "Din nasihattır" buyurulmuştur.
İkinci örnek de öyle: Hacc'ın en mühim rüknü Arafat vakfesi olduğu için "Hacc
Arafat'tır" denmiştir. Tirmizî'nin tahric ettiği: "Kim
bıyığını kısaltmazsa bizden değildir" hadisi de te'kid ifâde eder.
Ebû Bekir İbnu'l-A'rabî,
"fıtrat"a giren hasletlerin otuza baliğ olduğunu söylemişse de, İbnu
Hacer: "Fıtrat lâfzıyla bizzat hadislerde ifâde edilen hasletleri
kastetmişse otuzu bulmaz, fıtrat'a izâfe edilmeksizin daha âmm olarak beyan
edilen hasletleri kasdetmiş ise bunlar otuzu çok geçer, tahdîde gelmez"
der. Bu hadislerde (Fıtrat kelimesine izâfe edilerek) zikredilen hasletlerin
hepsi (mecmûu) toplam olarak on beşi bulur..." Sadedinde olduğumuz hadiste
gelen beş şey dışındakiler şunlardır:
1- Abdest,
2- İstinşak (burna su
çekmek),
3- İstinsâr (sümkürmek),
4- İstinca,
5- Misvak,
6- Cuma günü (haftalık)
yıkanma,
7- Sakalın, uzatılması,
8- Saçın (tepe-alın arasından
yanlara) ayrılması,
9- Parmak mafsallarının
yıkanması,
10- İntizâh (abdestten sonra
-vesveseyi def için- pantalonun ön kısmına avuçla bir miktar su çilemek).
Hadislerde "Fıtrat"
kelimesine izafe edilmeden beyan edilen hasletlerin çokluğuna dikkat çeken İbnu
Hacer, örnek olarak Tirmizî'de gelen Ebû Eyyub (radıyallâhu anh) rivâyetini
kaydeder: "Eski peygamberlerin sünnetinden dört tanesi şunlardır: Hayâ,
koku sürünmek, misvâk, nikâh (evlenmek)."
Dînî ve dünyevî maslahatlara
yönelik olan bu hasletler zımnında İbn Hacer örnek olarak şunları zikreder: Dış
görünüşün (hey'et) güzel kılınması, bedenin toptan veya parça parça temizliği,
büyük ve küçük abdestleri bozduktan sonra temizlikte ihtiyât, temas ettiğimiz
insanlara kötü kokularla eza vermekten kaçınmak, putperest, mecûsî, hıristiyan,
yahudî gibi gayr-ı müslimlere ait şiarlara (alâmetlere) muhâlefet
şâri'ninemirlerine uyma... "Size şekil verip de şeklinizi güzel
yapan... Allah'tır" (40/Mü'min, 64) âyetinin işâret ettiği hususun
korunması; çünkü, mezkûr hasletlerin muhafazası ile bu gerçekleştirilecektir.
Zîra âyet-i kerîme sanki şöyle demektedir: "Sûretinizin güzelliğini devam
ettirecek şeyleri koruyun."
En eski peygamberlerden beri
insanlığa talim edilen ve görüldüğü üzere esasını temizlik ve hâricî görünüş
teşkîl eden bu hasletlere riâyetin dünyevî neticesini
İbn Hacer şöyle noktalar: "Bu hasletler korununca mürüvvet ve insanlarla
matlub kaynaşma hasıl olur. Çünkü insan, güzel bir hey'et ve sevimli bir dış
görünüş izhâr edebilirse başkalarına daha câzip, daha çekici gelen bir hal
kazanır. Böylece sözü dinlenir, fikri kabul edilir." (İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/525-527)
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "On şey
fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın uzatılması, misvak, istinşak (burna su
çekmek), mazmaza (ağza su çekmek), tırnakları kesmek, parmak mafsallarını yıkama,
koltuk altını yolmak, etek traşı olmak, intikâsu'lmâ yani istinca yapmak."
(Müslim, 56, h. no: 261; Ebû Dâvud, Tahâret 29, h. no: 53; Tirmizî, Edeb 14, h.
no: 2758; Nesâî, Zînet 1, h. no: 8, 126, 127)
Açıklama:
İntikâsu’l-mâ’: Bu hadiste,
fıtrattan olan hasletlerden on adedinin bir arada sayıldıklarını görmekteyiz.
Burada dikkat çekeceğimiz bir haslet intikâsu'lmâ'dır. Bu tabir ile ne
kastedildiği alimlerce ihtilaf edilmiştir. Kelime olarak suyun noksanlaşması
demektir. Ancak farklı rivâyetlerde daha başka kelimelerle de ifâde edilmiş
olduğu için ulemanın yorumu ihtilaflı olmuştur. Teysîr'in aldığı vecihte de
görüldüğü gibi bazıları, istinca diye açıklamıştır. Bazılarına göre de abdest
bozduktan sonra suyu kullanmak suretiyle idrar akıntısını kesmektir. Bir kısım âlimler de "abdestten sonra su
serpme" demiştir. Nitekim bir rivâyette intikas'a bedel intidâh kelimesi
kullanılmış ve su serpme te'vilini desteklemiştir. Çoğunluk da böyle
anlamıştır. İntikâs, idrar sızıntısı vâki olduğu şeklinde kalbe bir vesvese
düşmemesi için avret mahalline biraz su serpmektir.
Bu mesele daha ziyâde
erkekleri alâkadar eden bir teferruattır. Küçük abdestten sonra miktarı,
şahıstan şahısa yaştan yaşa, hatta mevsimden mevsime değişen bir müddet
içerisinde idrar borusundan bir sızıntı gelir. Bu gelinceye kadar abdest
almamak icabeder. Beklenmiş olmasına rağmen abdestten sonra yaşlık hissedilerek
vesveseye düşülme hâli sıkça vukûa gelir. İşte intikâsu'lmâ'yı bazı âlimler,
başka rivâyetlerde gelen intizâh'a dayanarak su serpmek olarak anlamışlardır.
Zîra, mezkûr vesvesenin önlenmesi için Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
abdest aldıktan sonra mezâkir'e (avret mahalline) avuçla bir miktar su serpmeyi
tavsiye eder. Bu, dinimizin bir ruhsatı, bir kolaylığıdır, Şefî'imizin (aleyhissalâtu
vesselâm) bir şefkatidir. Ashab-ı Sünen'in el-Hakem İbnu Süfyan (radıyallâhu
anh)'dan rivâyetlerine göre, Süfyân, Rasûlullah'ı abdest aldıktan sonra bir
avuç su alarak avret mahalline serptiğini görmüştür. İbnu Hacer Beyhakî'den
naklen şu rivâyeti kaydeder: "Bir adam İbnu Abbâs'a gelir ve: "Ben,
namaz için kalkınca bir yaşlık buluyorum" der. İbnu Abbas (radıyallâhu
anhümâ) ona şu cevabı verir: "Su serp, böyle bir yaşlılık bulunca
"serptiğim sudandır" de."
İslâm ulemâsı "fıtratta
olan hasletler" le ilgili hadisleri açıklarken iki noktaya dikkat
çekerler:
1) "Fıtrattan olan
hasletler", âyet-i kerîmede Hz. İbrahim'in ibtilâ (imtihan) edildiği
bildirilen "kelimeler"dir.
Âyet meâlen şöyle: "Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle
(emirlerle) denemiş, o da onları yerine getirmişti..." (2/Bakara,
124). Sahih bir senetle İbn Abbâs'tan geldiği üzere: "Hz. İbrahim'in ibtilâ
(imtihan) edildiği ve onun da yerine getirmiş olduğu kelimelerden maksad fıtrat
hasletleridir. Bunlardan biri de sünnet olmaktır."
2) Bu hasletlerin yerine
getirilmesi gereklidir, çünkü, bir başka âyette Hz. İbrahim (a.s.)'e uyulması
emredilmektedir:
"Şimdi ey Muhammed! Sana,
"Doğruya yönelen, puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy" diye
vahyettik." (16/Nahl, 123)
Bazı âlimler, buradan da
hareketle, "İbtilâ çoğunluk itibariyle, vâcib olan işlerde vâki olur"
mülâhazasıyla, fıtrattan olan hasletlere uymanın, vâcib bile olduğunu
söylemişlerdir. Ancak diğer bazıları, bunları Hz. İbrahim (aleyhissalâm)'in
vücub bir vazife olarak yapmış olması halinde bize de vecibe olabileceğini,
fakat bir nedb olarak yapmış ise bizim için de vücûb değil, nedb ifâde
edeceğini söyleyerek îtiraz etmişlerdir. Öyleyse bu fıtrat hasletlerinin vücub
ifâde edip etmediğinin tesbitinde başka deliller getirmek gerekecektir. Esas
olan, bunların vücub ifâde etmemesidir, nedb ifâde etmesidir.
Enes (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.), bize bıyığın makaslanıp, tırnağın kesilmesini,
koltuk altının yolunup, eteğin traş edilmesini kırk gün aşmayacak şekilde
vakitledi." (Müslim, Tahâret 51, h. no: 258; Ebû Dâvud, Teraccül 16, h.
no: 4200; Tirmizî, Edeb 15, h. no: 2759; Nesâî, Tahâret 13, 14, h. no: 1, 15,
16)
Açıklama: Bu hadis vücutta
yapılacak bazı temizliklerle ilgili bir müddet fikri vermektedir. Hadis,
ulemânın da anladığı üzere tırnak kesmek, bıyık ve diğer traşları yapmak için
kırk günü beklemeyi emretmiyor. Bu fazlalıklar çıktıkça hemen atılması esastır.
Kırk gün, âzamî müddeti ifâde eder ve "Kırk günü geçirmeyin"
mânasında anlaşılması gerekir.
Bu sayılan temizliklerin
haftanın hangi gününde, günün hangi saatinde ve ne sûretle yapılması gerektiği
hakkında mevsûk (sahih) rivâyet mevcut değildir. Sadece, Rasûlullah'ın temizlik
işlerini cuma günü yaptığına dair rivâyet vardır. Beyhakî, Rasûlullah'ın
tırnaklarını cuma günü kesmeyi sevdiğine dair Ebû Câfer Bâkır'dan mürsel bir
rivâyet kaydetmiştir. Mevsuk olmayan bazı zayıf rivâyetlerde alaca hastalığına
sebep olacağı belirtilerek çarşamba günü tırnak kesmek yasaklanmıştır. Ancak
Münâvî, Süheylî'den naklen şunu kaydeder: "Çarşamba gününün uğursuzluğu,
Hz. Peygambere uymayı terk sonucu şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı âdet
edinerek, çarşambadan da uğursuzluk arayan kimseyedir. Bunu yapmak ise
tevekkülü az olan insanların harcıdır. Böylelerine, o günkü tasarrufları zarar
verir." Münâvî der ki: "Velhasıl, müneccimler gibi bâtıl bir inançla
uğursuzluk getireceği düşüncesiyle çarşamba gününden kaçınmak şiddetle
haramdır. Çünkü haftanın her günü Allah'ındır. Tek başına ne fayda ne de zarar
verir. Onun dışında da bir zarar, bir mahzur yoktur. Kim günlere uğursuzluk
izafe ederse kendi uğursuzluğunu bulur. Kim de Allah'tan başka hiç birşeyin,
fayda ve zarar vermeyeceğine kani olursa, bu meselede hiçbir şeyin ona kötü bir
tesiri olmaz. Bil ki uğursuzluk sadece buna inanan kimseye gelir. Öyle ise asıl
belâ bu bâtıl inançtır." Şunu da kaydedelim ki, gayr-i mevsuk (sahih
olmayan) bir kısım rivâyetlerde, çarşamba gününe uğursuzluk izafe edilirken,
yine gayr-i mevsuk (sahih olmayan) diğer bazılarında da "uğur" izâfe
edilmiştir. Haftanın her gününün nasıl bir uğur getireceğini ayrı ayrı sayan
bir rivâyette çarşamba günü için: "Kim çarşamba günü tırnaklarını
keserse vesvese ve korku çıkar, yerine emniyet ve şifa girer" der.
Şârihlerin bir kısmı herhangi
bir rivâyete dayanmaksızın tırnak kesmede şu tertibe uyulmasını kaydederler:
Önce sağ elin şehâdet parmağından başlayarak, sonra orta, yüzük, serçe
parmaklarını tırnaklarını sırayla kesip en sonunda baş parmağa geçilmelidir.
Sol elde ise küçük parmaktan başlayıp yüzük, orta, şehâdet ve başparmağa
sırayla geçilmelidir. Ayak tırnakları kesilirken sağ ayağın küçük parmağından
başlayıp sol ayağın başparmağına geçip sırayla en son küçük parmağa
ulaşılmalıdır. Nevevî bu tertibe müstehab demiş ise de rivâyetten delil
kaydetmemiştir. Tırnaklar parmağa zarar vermeyecek şekilde imkân nisbetinde
dipten kesilmelidir.
Koltuk altı kıllarının
temizliği için hadislerde hep "yolmak" tâbiri kullanılır.
Dolayısiyle, ulemâ, bu temizliğin "yolarak" yapılmasının sünnet
olduğunu söylemekte ittifak eder. Ancak, bunun bir vecibe olmadığı, dileyenin
traş edebileceği veya ilaçla bertaraf edebileceği de söylenmiştir. Nitekim,
İmam Şâfiî gibi şeriat ve sünneti çok iyi bilen ve tatbik eden bir büyüğün
yolmanın acısına dayanamadığı için, koltuk altlarını berbere kazıttığı rivâyetlerde
gelmiştir.
Bu temizliğe de sağ koltuktan
başlamak müstehabdır. Bıyıkları keserken de sağdan başlanır. Daha önce
belirtildiği üzere, bıyığın dipten kazınması ile yukarıdan alınması meselesi
ihtilâflıdır. Hanefîler dipten kazınmasını efdal görür. İmam Mâlik, dipten
kesilmesini âfet sayar, böyle yapanların te'dib edilmesini emredermiş. Ona
göre, bıyık üst taraftan da kesilmemeli, dudağın ucunun etrafı açılmalıdır (İbrahim
Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/529).
Fıtrat ve Sanat
İnsan, yaratılışı gereği birtakım estetik
duygular, estetik özellikler taşır. Bazı olay ve eserlerin etkisiyle özel
estetik tatlara, yüksek haz ve zevke ulaşır. Sanat, insanın işte bu yaratılış
özelliğine dayanan estetik bir uğraştır.
İnsan, maddî ve mânevî yapısıyla Allah'ın
muhteşem bir sanat eseridir. Bu güzel yaratığı diğer varlıklardan ayıran birçok
özellik vardır. Düşünme, konuşma, gülme, irâde, Allah'ın emânetini yüklenme,
yeryüzünde halifelik, tefekkür ve hepsinden önemlisi din duygusu; yani
irâdesiyle, serbest seçimiyle Allah'a inanıp kulluk etmesi, cihada koşması
bunlardan bazıları. Güzeli sevmesi, estetik duygular gibi yüksek hisler de
insanın yaratılışında, yani fıtratında mevcuttur. İnsan bu hislere doğuştan
sahip bulunmaktadır.
Din fıtrattır. Yaratılışımıza ters bir şey
emredilmez. İslâm hayat dinidir, fıtrata yani insanın rûhî ve bedenî
özelliklerine tümüyle uygun dindir. Yaratılış özelliklerimiz, her konuda önem
taşır ve din hiçbir zaman bunları gözardı etmez, inkâr etmez. Ama başıboş da
bırakmaz. Din fıtrî özelliklerimize, özellikle zevklerimize sınır koyar;
alabildiğine azmasına, haddi aşmasına, insanın efendisi, rabbı olmasına müsâade
etmez. Aynı zamanda onlara istikamet verir. Eğer kabiliyet ve zevklerimiz doğru
istikamet üzere gitmezse araba yoldan çıkıp devrilir veya başka arabalara
çarpar. Verilen emânet ve hilâfet ehliyeti kötüye kullanılmış, istismar
edilmeye başlanmış olur. O zaman helâkı, cehennemi dünyadan yaşamaya başlar
insan. İşte din, sınır koyma ve istikamet gösterme hidâyetiyle insanın
fıtratına uygun davranmasını ibâdet sayar. Kabiliyetlerin geliştirilmesini ve
olgunlaştırılmasını ister. Sanat ve estetik duygularımızı bu açıdan
değerlendirmek gerekir. Allah tarafından insan rûhuna yerleştirilen güzellik
duygusu ve sanattan zevk alma, ölçü ve âhengin rûha tat vermesi gibi
özellikleri insandan söküp atmak mümkün değildir. Bunlara sahip olmaktan daha
önemlisi, bunları yerli yerince ve kararınca kullanmaktır. Bu konuda kullanma
kılavuzuna (Kur'an'a) uymuş olsa insanın huzurlu olmaması imkânsızdır.
Varlık âleminde bulunan her şey, Allah'ın
çizdiği yolda yürümekte, O'nun buyruğu doğrultusunda hareket etmektedir (Bkz.
Tâhâ, 50). Tüm varlıklar Allah'a ibâdet ve itaat içindedirler: "O'nu
ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsrâ, 44). Şu varlıklar
âleminde Allah'ın kanunlarına riâyet etmeyen bir tek yaratık gösterilebilir mi?
Varlıklardan hangisi fıtratının dışına çıkmış, fıtratını bozmuştur? Sadece
insan. İnsanın dışında hiçbir varlık gösterilemez. Zâlim ve câhil insan, istek
ve kaprislerine uyduğunda tabiattaki İlâhî kanunların dışına çıkmaktadır. Bu,
fıtratı bozmadır. Evrende hiçbir bölüm kendi isteği yönünde seyretmemektedir.
Arzu ve hevâsına tâbi olmamaktadır. Rabbıyla ve kendi dışındaki diğer
varlıklarla bağlantısını koparmamaktadır. Aksine varlıklar arasında çok sağlam
ve etkili bir ilişki sözkonusudur.
Kabiliyet ve zevklere doğru istikamet
verilmemesi ve sınır çizilmemesi halinde hudûdullaha riâyetsizlik olacak, insan
tuğyâna başlayacaktır. Bu, rûhun tüm dengelerini alt-üst eden bir sapma ve
sapıklıktır. Fesat ve kargaşadır. Ahsen-i takvimlikten vazgeçip esfel-i
sâfilîni tercihtir. İnsan hayvanlaşmaya başlamıştır. Bu fıtrata da isyandır.
Fıtrat bozulmaya başlamıştır artık. Bu kötü değişiklik başka bozulmalarla neticelenecektir:
"Şüphesiz ki bir toplum, kendilerindeki iyi hali değiştirmedikçe, Allah
da onlara verdiği nimeti değiştirmez." (Ra'd, 11). Rûhun, rûhî
zevklerin sapması insanın bozulmasına sebep olacak, insanlar bozulunca içinde
yaşanılan toplum da, idaresi ve tüm değerleriyle bozulmadan nasibini alacak,
insanlar nasılsa, lâyık oldukları şekilde öyle yönetileceklerdir.
Allah her şeyi yerli yerince yaratmış.
Güzellikleri yaratmış görmemiz için. Göz vermiş güzellikleri görmek için. Biri
yaratılıp diğeri yaratılmasaydı, rûhun güzeli arama ve sevme ihtiyacı nasıl
giderilecekti? Ne güzel fıtrat, ne güzel uyum! Sen ne güzelsin Allah'ım!
Fıtrat Gerçeği ve İnsandaki Aşınma
Her şeyi yaratan,
yaratıklarına uygun şekiller verip onları yaratılış amacına göre planlayan
Allah'tır. Allah, insanları, İslâm fıtratı üzere yaratmıştır. İslâm, fıtrat ve
insanlık dinidir; onun insan yaratılışına ve hayatına aykırı düşen bir yanı
yoktur. Sahih inanç ve sağlıklı gidişat da, bu dine hanif olarak bağlanmaktır.
İslâm, fıtratı geliştiren ve insandaki aşınmayı gideren tek doğru dindir.
İnsanların darda kalıp fıtratlarındaki aşınmayı fark edince Allah'a
yönelmeleri, kurtuluşu sadece O'ndan istemeleri (Bkz. 10/Yûnus, 22), bâtıl din
olgularının insanın ihtiyacına cevap veremediklerini gösterir. Bundan da
anlaşılıyor ki, insanların fıtrî dini İslâm'dır; onların başka dinlere
yönelmeleri ise, fıtrattan ve İslâm'dan sapmadır.
Fıtrat, varlık türlerinin
temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk
durumlarını belirtir (Bkz. İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, V, 55-59; M. İsmail
İbrahim, Mu'cemu'l elfâzi ve’l-A'lâmi’l-Kur 'âniyye, s. 402). Her insanda
bulunan Allah'ı tanıma yeteneği ve hakkı benimseme eğilimi fıtrattır (Bkz. İbn
Manzur. age, V, 57). Ayrıca bu kelime "İslâm, iman ikrarı ve misak"
olarak da yorumlanmıştır (Bkz. Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur'an, XII/25
vd.).
Işık Kaynağı:
Fıtrat gerçeğini iyi tespit etmek için, bu kavrama açıklık getiren âyet ve
hadislere bakmak gerekir. F-t-r kökü, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran'da
20 kez geçer. Ancak anılan kökün "fıtrat" şekli sadece bir âyette
(30/Rûm, 30) yer alır. Bu âyet, fıtrat olumsuz etkenlerden korunduğu sürece,
her ferdin tevhid liyâkati üzere gelişeceği; ancak fıtratullaha karşıt ve onunla
çatışan bir ortamda, fıtratın bozulmaya ve aşınmaya mâruz kalacağı mesajını
vermektedir.
Hz. Peygamber de, fıtratla
ilgili bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk, fıtrat üzere
doğar. Sonra annesi ile babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusiyapar.” Allah
Elçisi bu sözleriyle, fıtrî eğilimin çeşitli etkenlere göre değişebileceğini
belirtmiş; döneminin en İyi bilinen üç dini sistemini, fıtrata karşıt bir
konumda göstererek İslâm dışı değerlerden uzak durulması gerektiğine dikkat
çekmiştir.
Demek ki fıtrat, yaratılış
anında Allah'ın insana bahşettiği Yaratan'ını tanıma eğilimi ve ruh
temizliğidir. Kişinin özgün yaratılışı ve insani kıvamıdır. O, insanı ilahi
yaratılış çizgisinde tutan yönlendirici bir fonksiyona sahip olduğundan,
insanlık terazisinin ayarı ve mihenk taşıdır; yaratılıştan içimizde taşıdığımız
bir "ışık kaynağı"dır. İşte bu özelliğinden dolayı fıtrat,
engelleyici olumsuz faktörlerin bulunmadığı hallerde, yolumuzu aydınlatan bir
iman ışığı olur. İnsan bu emsalsiz ışık kaynağı ile Allah'ı bulur, O'na yönelir
ve en umulmadık anlarda yüce duyguların iklimine ulaşır. Şu halde insan,
yeryüzünde gerçek misyonunu icrâ edebilmek için, muhtaç olduğu gücü
fıtratından alabilecektir. Çünkü o, içinde doğduğu çevreden önce, evrensel
ölçekli bir fıtrata sahiptir. Kuran'da, çevresine rağmen fıtratına dönebilen
insanların varlığından söz edilmesi (bkz. 66/Tahrîm, 11; 18/Kehf, 10-26;
36/Yâsin, 20-27) vb.) bu tesbiti doğrulamaktadır.
Fıtrat Kaybının ve İnsandaki Aşınmanın Nedenleri:
Fıtratın kendi yolunu bulmasını engelleyen
ve insan şahsiyetinde aşınma meydana getiren etkenlerin en önemlileri şunlardır:
a) Allah'a şirk/ortak koşmak: Fıtratın doğru çizgide ilerlemesini engelleyen en tehlikeli etken
şirktir. Şirk, fıtratı bozan öldürücü bir illettir. Bu yüzden Yüce Allah,
fıtratın şirkle kirletilip yitirilmesini yasaklamıştır (Bkz. 30/Rûm, 31).
Gerçekten de şirk, fıtrat ve tevhidle çelişen bir sapıklıktır.
b) "Hevâ"ya uymak: Hevâ, insan benliğinin keyfîliği tercih edişi ve haksız arzulara olan
aşırı düşkünlüğüdür. Hevâya uymak da, şeytanın düzenine bağlanıp onun arzusuna
uygun bir hayatın izleyicisi olmaktır. Hevâya uyan kimse, İslâm'ın ilke ve
değerlerinden uzaklaştığı için fıtratını yozlaştırmış olur. Çünkü Allah katında
en büyük günah sayılan şirk ve inkâr tapınışının objesini, hevâya uymak
oluşturur (Bkz. 45/Câsiye, 23 vb.).
c) Allah'ı unutmak:
Fıtrat kaybının bir nedeni de Allah'ı unutmaktır. İnsandaki bozulma ve
yozlaşma, Allah'ı unutmakla başlar. Bu durum insanı inanç alanının dışına iter
ve kendi öz benliğinden uzaklaştırır. Kuran'ın bildirilerinde, bu konuda oldukça
dikkat çekici uyarılar vardır. “Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da onlara
öz benliklerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkmış
olanların ta kendileridir.” (59/Haşr, 19) meâlindeki âyet, bu uyarılardan
sadece biridir. Allah'ı unutup günahkâr bir kul haline düşmenin odak
noktasında, kalbin katılığı yer almaktadır. Bilindiği gibi kâinatın ekseni
insan, insanın varlık ekseni de kalptir. O, bireysel ve toplumsal değişimlerin
başlangıç noktasıdır. Bu yüzden her türlü sapma ve yabancılaşma da ilk
gelişimini kalpte gösterir. Kalp, kendi kendine bir kötülük kaynağı değildir;
ama kötü davranış ve saplantılar, onu insanın kurtuluşunu tehdit eden bir
merkez haline getirebilir (bkz. 3/Âl-i İmrân, 8; 61/Saff, 5 vb.).
d)
Yakın ve hâkim çevrenin etkisinde kalmak: İnsan, Allah'a inanma eğilimi ile doğar. Ancak yakın ve hâkim
çevrenin olumsuz etkisi ile bu eğilim başka yönlere çevrilir. Bunun için
müslümanlar, hem İslâmî şahsiyetlerini, hem de kendi nesillerini yakın ve
hâkim çevrenin olumsuz etkisinden korumalıdırlar. Kuran, İnsanı yozlaştıran
etkenlerin ortadan kaldırılmasını hedefler ve fıtratı yeniden ihyâ etmek ister. (8)
İnsanları, kendi
görüşlerimize, dernek ve cemaatlerimize dâvet etmek yerine; direkt Allah’a
dâvet etmenin zarûri bir yönlendirmesi olarak; muhâtaplarımıza: “Şu cemaate
katıl, şuraya gel!” yerine, “kendine gel!” demeliyiz. İnsanın öncelikle kendine
gelmesi, kendi fıtratına dönmesi, kendi vicdanının sesini dinlemesi, kendini
tanıması, kendini bulması gerekmektedir. Bu yöneliş gerçekten yerine
getirilirse kişi Rabbine dönecek, fıtratı ve vicdanı onu Rabbine teslim
edecektir. Vicdan içimizdeki fıtratın sesinden başka bir şey değildir. Fıtrat
da Allah’a ulaştıran yoldur, tevhiddir.
Nefsin iki ayrı yönü olduğu
Kuran'da bildirilir ve nefsin bir kısmının "hevâ"dan, yani insanı
Allah'ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğuna dikkat
çekilir. Nefsin öteki kısmı olan vicdan ise, insanı Allah'a ve dinin içerdiği
doğrulara yöneltir, nefsin içindeki "fücur"dan sakınmasını sağlar.
Vicdan, insana Allah'ın üflediği "ruh"tan, fıtrattan kaynak bulur.
Kur’an’da Allah'ın insana
Kendi ruhundan "üflediği" şöyle haber verilir: “O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve
insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden
(sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime
soktu" ve ona rûhundan üfledi.”
(32/Secde, 7-9)
İşte insanın sahip olduğu tüm
güzel vasıflar, Allah'ın kendisine "üflemiş" olduğu ruhtan
kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücûruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, fıtratına
uygun inanç ve yaşayışa yönelir.
Zaten Kuran'ın tüm hükümleri,
insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın gereklerine göre belirlenmiş
durumdadır. Rûm Suresi'ndeki iki âyet, bu konuda açıklayıcıdır: “Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye
dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın
saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse
sen yüzünü hanîf (tevhid eri) olarak dine, yani Allah insanları hangi
fıtrat üzere yaşatmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur.
İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (30/Rûm, 29-30)
Âyetlere göre, inkâr
eden kâfir ve müşrikler nefislerinin fücûruna,
yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü’minlerin yapması gereken,
Allah'ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah'ın
insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah'tan kendilerine üflenmiş
olan ruha, vicdana en uygun yaşam şeklidir.
Fıtrat, âdeta Fâtır (Yaradan)
sıfatının yegâne sahibi olan Allah'ın eseri olan insana kendi mührünü basması
demektir. İmanî noktada yaşanan bu fetret döneminin üstesinden, çağlar boyu
yaşanan benzeri bütün fetret dönemleri gibi, fıtratla gelinecektir. F-T-R, yani
‘yarmak,’ ‘çatlatmak’ kökünden gelen bir kelimedir fıtrat; ve, incecik suyun
fıtratında taşıdığı istidad ile donduktan sonra en sert çelik kapları demiri
çatlatması, incecik köklerin sert kayaları yararak suya yol bulması misali,
fıtratlar uyandığında iman adlı âb-ı hayata erişilecektir. Fetret fıtratla
aşılacaktır.
Tefsirlerden İktibaslar
Mevdûdi diyor ki:
“O halde (ey Peygamber ve Peygamber'e uyanlar) yüzünü samimiyetle
ve tamamen bu dine çevir, Allah'ın fıtratına çevir ki O insanları bu fıtrat
üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din (budur),
fakat insanların çoğu bilmezler.”
(30/Rûm,
30)
Açıklama:
“O halde…”: Burada
"o halde", şu anlama gelir: Gerçek âşikâr olduğu ve siz bu kâinatın
ve insanın yaratıcısının, malik ve hakiminin bir tek Allah olduğunu
öğrendiğinize göre, o zaman kaçınılmaz olarak davranışlarınız bu âyette
belirtildiği gibi olmalıdır.
"Yüzünü samimiyetle ve tamamen": "Bu hayat tarzını kabul ettikten
sonra, yüzünü başka bir yöne çevirme. Bir Müslüman gibi düşün ve sevdiğin veya
sevmediğin şeyler de bir Müslümana uygun olsun. Ölçü ve değerlerin, İslâm'ın
koyduğu ölçü ve değerler olmalı, karakter ve davranışların İslâm'ın mührünü
taşımalı ve senin gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatın İslâm'ın öğrettiği
yola göre düzenlenmiş olmalıdır."
"Bu din";
Kur'an'ın sunduğu din, yani içinde sadece Allah'ın ibâdet ve itaate layık
olduğu, hiçbir şeyin, ilâhlıkta, sıfatlarında, hak ve güçlerinde Allah'a ortak
koşulamadığı, insanın kendi dileği ile hayatını Allah'ın hidâyet ve kanununa
göre düzenlemeyi seçtiği din.
O insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Yani, "Bütün insanlar şu fıtrat
üzerine yaratılmışlardır ki, hiçbir şey değil, sadece ve sadace bir tek Allah
onların yaratıcısı, rabbi ve mabududur. Bu fıtratta sebat etmelisiniz. Eğer
bağımsızlık tavrını benimserseniz, fıtratınıza aykırı bir yola uymuş olursunuz.
Ve eğer Allah'ın yanısıra başkalarına da taparsanız, yine fıtratınıza aykırı
hareket etmiş olursunuz.
Bu konu birçok hadisle Hz.
Peygamber (s.a.s.) tarafından açıklanmıştır. Buhari ve Müslim'in naklettiğine
göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: "Her doğan ancak İslam
fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne-baba Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.
Nitekim bir hayvan yavrusu da derli toplu, azaları yerliyerinde doğar. Siz bu
yavruda aza noksanlığı görüyor musunuz? Fakat müşrikler cahiliye adetleri
yüzünden onların kulaklarını keserler." Müsned-i Ahmed ve Neseî'de rivâyet
edilen bir hadise göre, Müslümanlar bir savaşta düşmanların çocuklarını bile
öldürmüşlerdi. Allah Rasûlü (s.a.s.) bunu öğrenince çok kızdı ve şöyle dedi:
"Bu insanlara ne oluyor da hududları aşıyorlar ve çocukları öldürüyorlar?"
Adamın biri: "Efendimiz, onlar müşriklerin çocukları değil mi?" dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.): "Sizin en iyileriniz bile müşriklerin
çocuklarıdır" cevabını verdi ve şunları ekledi:
"Doğan her
çocuk fıtrat üzerine doğar, sonra o konuşmaya başladığında anne-babası onu
Yahudi veya Hıristiyan yapar."
İmam Ahmed'in İyaz bin
Hımâr-ül Mücaşi'den rivâyet ettiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.s.) bir hutbesinde
şöyle buyurmuştur: "Rabbim diyor ki: Ben kullarımı gerçek din üzere
yarattım, sonra şeytan geldi ve onları dinlerinden saptırdı, onlara helâl
kıldığımı haram kıldı ve onlara kendisine hiçbir delil indirmediğim varlıkları
bana ortak koşmalarını emretti."
Allah'ın yaratması değiştirilemez. Yani, "Allah, insanı kendi kulu kılmış ve onu sadece Kendisine ibâdet
etmesi için yaratmıştır. Bu doğal konum ne kadar çaba sarfedilirse edilsin
değiştirilemez. Ne insan kul olma kanununu değiştirebilir ne de Allah'tan başka
bir varlık, gerçek anlamıyla onun ilâhı olabilir. İnsan dilediği kadar ilâh
edinebilir, fakat onun bir tek Allah'ın kulu olduğu gerçeği değişmez. İnsan
bilgisizliği ve cehaleti nedeniyle bir kimseyi ilahi sıfat ve güçlere sahip
kabul edebilir veya bir kimsenin onun kaderinin hâkimi olduğu fikrini
savunabilir, fakat gerçek şudur ki, ne Allah'tan başkası İlâhî sıfat ve
güçlere, ne O'nun otoritesine sahiptir, ne de O'ndan başkasının insanın
kaderini belirleme gücü vardır."
Bu âyete ayrıca şöyle bir
meal verilebilir: "Allah'ın insanı yarattığı fıtratta hiçbir değişiklik
yapmayın." Yani Allah'ın insanı yarattığı fıtratı bozup tahrib etmek
doğru değildir.
İşte doğru din (budur):
"Doğru din": Kişinin yaratılış tabiatında sabit kalabilmesini
sağlayan tek doğru din. (Tefhîmu’l-Kur’an, 30/Rûm, 30. âyetin tefsiri)
Seyyid Kutub diyor ki:
30-
Ey Muhammed! Yüzünü
Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa uygun
olarak dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması
değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
31-
Yalnız O'na yönelin ve
O'ndan korkun; namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın.
32-
Müşrikler dinlerini
parçaladılar ve bölük bölük oldular. Bunlardan her fırka kendi yanındakiyle
böbürlenmektedir.
Evrenin içeriği, dıştan
görünen sahneleri, nefsin derinlikleri ve yapısında geçen bu gezintilerin
ardından yönelimin doğru dine bağlı kılınmasına ilişkin bu direktif yerinde ve
zamanında geliyor... Öyle ki, yoldan çıkmış kalpler, tutumlarını haklı
gösterecek her türlü gerekçeyi yitirmiş ve her türlü cephane ve silahtan yoksun
kaldıkları gibi, yapısı bozulmamış kalpler de onu karşılamaya hazırlanmıştır.
İşte Kur'an'ın uyguladığı yol, insanı oraya götüren güçlü metod budur.
Kalplerin karşı koyamadığı nefislerin reddedemediği metod: "Yüzünü Allah'ı
birleyici olarak doğruca dine çevir..."
Doğruca O'na yönel. Gerçek
bilgiye dayanmayıp; sadece arzuların ardına takılıp giden, dağınık arzu ve
eğilimlerin etkisinden koruyan, işte bu dindir... Sen yönelimini insan
yapısının onayladığı dine çevir ve hiçbir yana eğilme. Ve başkalarına da
aldırış etme. "Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki,
insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez."
Böylece insan nefsinin yapısı
ile bu dinin yapısını birbirine bağlıyor. Her ikisi de Allah'ın dilediği yapıda
her ikisi de varlığın yapısıyla uyumlu, her biri yapı ve yöneliminde diğeriyle
uyumlu. İnsan kalbini yaratan Allah'dır. Bu dini ona hükmetmesi, onu yönetmesi,
hastalığını tedavi etmesi ve sapmadan koruması için indiren Yüce Allah,
yarattığını bilir. O lâtiftir, haberdardır. Yapı da değişmez, dinde;
"Allah yaratması değiştirilemez." Nefisler yapılarının dışına
çıktıklarında; onları yapılarına döndürecek ve yapıyla uyum içinde olan bu
dindir sadece. İnsanın yapısıyla varlığın yapısını kesiştiren din.
"İşte doğru din budur.
Fakat insanların çoğu bilmezler. Bu davranış sonucu bilgisizce, keyfi
eğilimlerin güdümüne giriyor, hedefe götüren doğru yoldan sapıyorlar.
Yönelimin doğru dine bağlı
kılınmasına ilişkin direktif Peygamberimize yönelik ise de kastedilen tüm mü'minlerdir.
Bunun için direktif yönün doğru dine bağlı kılınmasının ne demek olduğunu
açıklamaya devam ediyor: "Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı
kılan ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın." Yönelimin doğru dine bağlı
kılınmasını; Allah'a yönelme ve her durumda O'na dönme, hatadan sakınma, iç
duyarlığı koruma, gizli, açık her konumda Allah'ın kontrolünü göz önünde
bulundurma, her hareket ve durgunluk anında o kontrolü duyumsama, salt Allah'a
kulluk için namaz kılma ve mü'minlerle müşrikleri birbirinden ayıran özellik
olan Allah'ı bir bilme olarak veriyor.
Müşrikleri ise;
"Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular" olarak niteliyor.
Şirkin türleri çoktur. Müşriklerin kimi cinleri, kimi melekleri, kimi ataları,
kimi yöneticileri, kimi papazları ve hahamları, kimi ağaçları ve taşları, kimi
gezegen ve yıldızları, kimi ateşi, kimi geceyi-gündüzü, kimi sahte değer
yargıları ve arzuları Allah'a ortak koşarlar. Şirkin türleri sayılmakla
bitmez... Her grup kendi yanındaki ile sevinmektedir. Oysa doğru din birdir,
değişmez ve kollara ayrılmaz; bağlılarını tek Allah'dan başkasına götürmez.
Yerin ve göklerin emri ile varlığını sürdürdüğü ve yerdeki göktekilerin O'nun
olup O'na baş eğdiği Allah'dan başkasına.
Surenin bu bölümü de ana konu
etrafında ilerliyor. İnsanlarla olayların kaderlerinin bağlı olduğu, hayat,
evren ve doğru dinin yapılarının çelişmesiz biçimde uyum sağladıkları genel ve
evrensel yörüngesinde.
Kur'an bu bölümde, değişmez
yapılar yanında, insanın değişken psikolojik eğilimlerinin görünümü ve doğru
dinin güçlülüğü karşısında şirk türü inançların güçsüzlüğünü, darlık ve bolluk
anlarında insan psikolojisinin durumlarını tasvir ediyor. Ki o insan
psikolojisi, Allah'ın sarsılmaz ölçüsüne dayandığı ve rızkı dilediğine
genişletip dilediğine kısan kaderine boyun eğmediği sürece, değerlendirim ve
tasarımlarında denge sağlayamamaktadır. Rızkın uyandırdığı çağrışımları
aracılığı ile onları, malı arttırıp temizleyen yönteme yönlendiriyor. Hedefe
ulaştıran açık yolla uyum içindeki yönteme... Onları bu yolla öldüren, dirilten
ve rızık veren Allah'ın tanımasına ulaştırıyor. Allah'ın yaptıklarına karşın
O'na ortak koştuklarının ne yaptıklarını soruyor. Peygamberimiz (s.a.s.) ve
müslümanları, çalışma ve kazanmanın olmadığı sadece yapılanların hesabı ve
karşılığının görüleceği gün gelmeden doğru yollarına yönelmeleri konusunda
uyardığı gibi, müşrikleri de her yerde görülen, şirk inancının yol açtığı
olumsuzluk konusunda uyarıyor. Sözün Allah'ın rızkına ilişkin açılımında;
kalplerini, bu rızkın gökten inip ölümünden sonra yeri canlandıran ve Allah'ın
emri ile içinde gemilerin yüzdüğü su gibi maddi hayatlarına ilişkin ve ölü
kalpleri, gönülleri diriltmek için Rasûle inen açık âyetler gibi manevi
hayatlarına ilişkin türlerine yöneltiyor, fakat onlar ne doğru yolu buluyor, ne
de dinliyorlar. Onları yaratılışlarının evreleri ve zulmedenlerin özürlerinin
kabul edilmeyeceği ve memnun olmayacakları gün olan, yaratıcılarına ulaşana dek
hayatlarına ilişkin bir geziye çıkarıyor... Bu bölüm Peygamberimizin (s.a.s.)
yatıştırılmaları ve Allah'ın hak vaadi gerçekleşene dek direnmeye
yönlendirilmesiyle sona eriyor (Fî Zılâli’l Kur’an, 30/Rûm, 30. âyetin
tefsiri).
Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki:
“O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları
üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik
bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
O halde, yani şirk, öyle bâtıl,
malike milkinde yine milkinden ortak varsaymak gibi nefislerinizde câiz
göremeyeceğiniz bir çelişki, büyük bir haksızlık, Allah'ın genişçe açıkladığı
âyetlere, ilim fıtratına, aykırı hevese bağlı bir sapıklık ve sonunda kurtuluş
da imkânsız olunca Sen yüzünü hanif olarak (tek Allah'a yönelerek) dine
çevirir.
Hanîf: "Hanef"
masdarından bir sıfattır. Lûgatta hanef ise sapıklıktan istikamete,
çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan
haksızlığa meyletmeye "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl
anlamı, eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir. Bu mânâ ile örfte İbrahim
milletine isim olmuştur ki, başka dinlerden, bâtıl mabudlardan çekinip, yalnız
bir Allah'a eğilen, Allah'ı bir bilen demektir. "Şirk koşmaksızın tek
Allah'a inananlardır." (22/Hacc, 31)
Demek ki buradaki
"hanîfen"; ötedeki şirkin, ilimsiz olarak hevâya tabi olmanın tam
zıddı olan hakka meyli, doğruluğu, tevhidi ifâde etmektedir. Ve mânâ şu olur:
Sen yüzünü dine öyle tut, öyle tam yönel ki, o eğriliklerden, o bozuk hevâlardan,
bâtıl meyillerden sakınıp yalnız hakka meylederek dosdoğru Allah fıtratına,
-dine veya hanifliği açıklamadır yani fıtrat olan (yaratılışa uygun düşen)
Allah'ın dinine, Allah'ın o fıtratına, o yaratışına sarıl ki insanları onun
üzerine yaratmıştır. Hepsi yaratılış sözleşmesinde "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" (7/A'râf, 172) hitabına "belâ" (evet
Rabbimizsin) demiştir. İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaratanın
Rabliğine şahit olmaya söz vermiştir. Yaratılışın yaratanına delaleti tabiî
(doğal) olduğu için her insanın yaratılışında, kendisine dair bilincinin
aslında, vicdanının derinliğinde bir hak duygusu, Allah'ı tanıma gizlidir. Onun
içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı zaruret zamanlarında inatçı
kâfirler bile, derinden derine yaratana bir sığınma hissi duyarlar. Nitekim "İnsanlara
bir zarar dokunduğu zaman Rablerine duâ ederler." (30/Rûm, 33)
âyetiyle bu hatırlatılacaktır.
Fıtrat
kelimesi
hakkında yukarılarda bazı açıklamalar geçmişti. Burada da şunu hatırlatalım ki,
fıtrat, ilk yaratmak demek olan den "masdar binâ-i nevi" olarak
yaratılışın ilk tarz ve şeklini ifâde eder. Burada "insanları onun
üzerine..." kaydından da anlaşıldığına göre, maksat her ferdin kendine
mahsus olan cüz'î yaratılışı değil, bütün insanların insan olmaları bakımından
yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dış
etken, kazanma ve âdet gibi ikinci derecede bulunan sebeplerinden sarfı nazarla
düşünülmesi gereken ilk yaratılış ve aslî yaratılış da denilen asıl fıtrattır.
İnsanın "İnsan oluşu yönünden tabiatı" budur. Mesela insanın
yaratılışında iki gözü bulunması asıldır. Bununla beraber anadan âmâ doğanlar
da bulunabilir. Fakat bu genellikle insanların üzerine yaratıldığı asıl fıtrat
ve tabiat çeşidi değil, ikinci dercede görünür sebep olarak düşünülecek cüz'î
ve şahsî bir yaratılıştır ki, insan gerçeği onsuz da meydana çıkabilir. Ferdin
cüz'î yaratılışında herhangi bir sebeple eksiklik bulunabilirse de asıl fıtrat,
sağlıklı ve sağlamdır. Mesela gözün fıtratı, Hakk'ın âyetlerini görmektir. İyi
görmeyen bir göz, sonradan meydana gelen bir sebeple hasta demektir.
Bunun gibi bütün organların
yaratılışında asıl olan bir fıtrat (yaratılış amacı) vardır ki, ona o
organların menfaati, vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi yahut tabiatı denir.
İnsan nefsinin bütün meyillerinde böyle yaratılış hikmetine doğru esaslı bir
içgüdü, bir tabiat vardır ki, ona da fıtrat denir. Ve fıtrat, hep hak ve hayra
yönelik bir istikamet takip eder. Mesela insanın acıkması ve yemeye, içmeye
meyletmesi, yaşamak için kendisine lazım veya faydalı yahut daha uygun olanı
alma hikmeti içindir. Yoksa zehir yutmak veya kuru bir zevk uğruna israf ile
midesini bozmak için değildir. O zaman fıtrat bozulmuş, sapıklığa düşülmüş
olur. İnsanın, insan ruh ve zekâsının, fıtratının aslı da Hakk'ı tanımak ve
gerçek yaratanından başkasına kul olmamak içindir. İnsana ruh, yanlış duysun,
şeytana uysun diye değil, gerçeği ve iyiliği duysun, aslını ve sonunda döneceği
yeri ve ona karşı vazifesini bilsin diye verilmiştir. Nitekim fıtrat üzere
giden veya fıtrata yakın olan temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik
meyli sonradan gelip geçici olarak kazanılan bir azmanlıktır.
Kısaca Hadis-i şerifi ile
anlatıldığı üzere, "İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi maden maden
çeşitli yaratılış ve karakterlerde" bulunabilirlerse de asıl insanlık
fıtratı, insan tabiatı bakımından hep birdir. Âdemoğludur. İnsanın, insan olma
yönüyle asıl fıtratı (yaratılışı), yaratıcısına boyun eğmek, "Ben
insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.." (51/Zâriyat,
56) buyurulduğu üzere yaratan Allah'a kulluktur. Dinsizlik fıtrata (yaratılışa)
aykırı bir sapıklık olduğu gibi, Allah'tan başkasına tapmak da öyledir. Fıtrat
dini, Allah dini, haniflik (tek Allah inancına bağlılık), İslâm'dır. "Allah
katında gerçek din, İslâmdır." (3/Âl-i İmran, 19), "Göklerde
ve yerde kim varsa, hepsi ister istemez O'na boyun eğmiştir. Sonunda da ancak
O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (3/Âl-i İmran, 83).
Şu halde din hususu, arzulara
göre değil, Allah'ın birliği ile insanlığın birleşmesi üzerine yürümelidir.
Tefsircilerin çoğu fıtratı, gerçeği kabul ve anlama kabiliyeti diye, fıtrata
sarılmayı da gereğince amel ile tefsir etmişlerdir.
Hz. Enes (r.a.)den rivâyet
edilen bir hadiste "Allah'ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratı, Allah
Teâlâ'nın dinidir." buyurulmuştur. Ebû Hüreyre'den rivâyet olunan bir
Hadis-i Şerifte de buyurulmuştur ki; "Her doğan fıtrat üzere doğar. Öyle
iken ana babasıdır ki onu yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır veya
mecusileştirir. Nitekim hayvan, derli toplu bir hayvan yavrular, içlerinde bir
inenmiş (burnu veya diğer organları kesilmiş) görür müsünüz?" Demek ki
fıtratın aslı tam ve sağlamdır. Burnu, kulağı sonradan kesilir. Maddî bakımdan
böyle olduğu gibi manevî ve ahlâkî bakımdan da böyledir. Fıtratın bu
sağlamlığı, düşünce alanında ve sosyal şartlarla terbiye çevresinde, âdetlerin
akışı içinde ya bozulur veya güzel bir gelişme ile kemalini bulur. Ahiret de bu
iki sonucun birine göre olur.
Bu durumda dinin iki kayağı
vardır: Biri fıtrat, biri kazanç. Fıtrat sadece ilâhidir. Gerçek bir
yöneliştir. Allah'ın emrini yerine getirerek Allah'a ermek için, hep Hakk'a
doğru bir gidişi ifâde eder. Kazanç, süpjektif ve objektif çeşitli şartlar
içinde duygunun hareketleri, zihnin düşünceleriyle ilgili olduğundan fıtratın
istikametine aykırı heveslere, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir.
Bundan koruyacak olan ise dindir. Bunun için buyuruluyor ki, dine hanif
(Allah'ı bir kabul edici) olarak yüz tut, Allah'ın fıtratına sarıl. Allah'ın
yaratmasını değiştiren yok, yahut Allah'ın yaratışına bedel bulunmaz. Bu
cümlenin, inşa veya ihbar olarak birkaç mânâya ihtimali vardır: Yani Allah'ın
asıl yaratışı olan fıtratı, gereğinin aksine giderek bozmaya, değiştirmeye
kalkışmayın. Çünkü Allah'ın yaratışına bedel bulunmaz. Zayi ettiğiniz bir
kabiliyeti hiçbir sanatla yerine koyamazsınız. Yahut Allah'ın yarattığı
fıtratın aksine din uydurmaya, hüküm koymaya kalkışmayın. Siz mesela erkeği
dişi, dişiyi erkek yapamazsınız. Yahut Allah'ın yaratışını başkalarına isnad
etmeye, başkalarını yaratıcı yerine koyup da ortak koşmaya, Allah'ın hükmünden çıkmaya
çalışmayın. Çünkü Allah'ın yarattığı milki, sizin milkleriniz gibi
değiştirilmez. Din fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki genel güvenceyi
geliştirmek içindir.
İşte doğru ve sağlam din
odur. Yani eğrilikten sakınıp, bütün insanların üzerinde yaratılmış olduğu
fıtratı, doğrulukla takip etmektir. Fakat insanların çoğu bilmezler de çarpık
giderler, dini fıtratta değil, âdette ararlar veya heveslerine uyarlar,
Allah'ın hakkını değiştirmeye kalkarlar (Hak Dini Kur’an Dili, 30/Rûm, 30.
âyetin tefsiri).
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş diyor ki:
“0 halde sen lıanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi
fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel. Allah'ın yaratışında değişme olmaz. İşte
doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (30/A’râf, 30)
Hanîf
kelimesi Kur'an dilinde, her
türlü şirk izinden arınmış bir tan-n inancına sahip olan, sapkınlıklardan uzak
duran, kısaca tevhid inancına samimiyetle teslim olup yalnız Allah'a kulluk
eden mânasına gelir (bilgi için bk. 2/Bakara, 135). 30. Âyetin lafzen "yüzünü
dine çevir, yönelt" anlamına gelen kısmı, dine yönelİp hiç sapmadan bu
yol üzerinde kararlılıkla yürümeyi ve ona önem vermeyi anlatan temsilî bir ifâde
olduğu (Zemahşerî, III, 204)
veya buradaki "yüz" mânasını taşıyan "vech" kelimesi
kişinin zat ve sıfatlarıyla bütününü anlattığı (Râzî, XXV, 119) için, "Bütün
varlığınla dine yönel" şeklinde tercüme edilmiştir.
30. âyetin "Allah
insanlan hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona ..." şeklinde çevirdiğimiz
kısmı "dîn" veya "hanîf kelimesini açıklamaktadır. Fıtrat kelimesi Kur'an'da sadece bu
âyette geçer. Aynı kökten gelen "fetara" fiili "yarattı" ve
"fâtır" İsmi de
"yaratan" anlamında olmak üzere defalarca kullanılmıştır. Sözlükte
"ilk varatılıs hali, temiz ve aslî tabiat anlamına gelen fıtrat, beşerî
varlığın Allah'ın yaratma fiili sonucunda ortaya çıkan başlangıçtaki saf ve
aslî halini ifâde eden ahlâk ve psikoloji ile ilgili bir terimdir. Kur'an'da ve
Hz. Peygamber'in hadislerinde fıtrat kelimesinin, insan kişiliğinin çevre
etkilerinden bağımsız olarak var olan özünü ve bütün insanlar için ortak ve
genel olan oluşum ve gelişim kapasitesini belirtmek üzere kullanıldığı görülür.
Tek tek her bir insanın geliştirdiği kişilik özellikleri bu ortak fıtrattan
beslenir. İslâmî Öğretiye göre insanın ilk yaratılış durumu, temiz ve günahsız,
gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli, insan olmanın ve insanca yaşamanın
gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri bünyesinde taşıyan bir potansiyel
tamlığa sahiptir, İnsan fıtratında Allah'ın varlığını ve birliğini tanımaya
doğru tabiî bir eğilim vardır. Hatta İslâm âlimleri genellikle, bu eğilimin ilk
yaratılış anında insanla Allah arasında yapılmış temsilî sözleşme ile ilintili
olduğu kanaatindedirler (Bu konudaki yorumlar için bk. 7/A'râf, 172-173).
Din duygusu insan fıtratının
temel bir özelliği olmakla beraber, bu kendiliğinden uyanıp gelişmez. Zira
insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca götürecek kabiliyet ve imkânlar
vardır. İnsan kendi iç dünyası veya dış âlem üzerinde derinlemesine bir
araştırma ve düşünmeye koyulduğunda yahut 33. âyette ve Kur'ân-ı Kerîm'in başka
yerlerinde (bk. 6/En'âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 31/Lokman, 32; 39/Zümer,
49) değinildiği üzere, çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı bir anda bu
duygunun belirtileri açıkça gözlenir. Fakat bu tabiî eğilimin kişilik çapında
yapılanması ve kalıcı bir özellik halini alması, içtenlikle ortaya konacak
ciddi bir arayış ve çabayla birlikte, uygun bir çevrede gerçekleşebilir.
Nitekim vaktiyle birçok cana kıydıktan sonra bundan pişmanlık duyup tevbe etmek
isteyen kimseye o dönemdeki peygamberin çevresini değiştirmeyi tavsiye ettiğim
belirten Rasûl-i Ekrem bu hususa işaret etmiştir. Yine Hz. Peygamber'in şu
hadisi, din duygusunun fıtrî olduğunu fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin
ve özellikle ailenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici
olarak yahut bütünüyle körelmesin-de önemli etkiye sahip bulunduğunu
göstermektedir: "Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu
yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar" (Buhârî, "Cenâiz" 80, 93;
Müslim, "Kader" 22-25; hadisin değişik yorumları ve bu vesileyle
ortaya çıkan bazı fıkıh ve kelâm problemleri hakkında özet bilgi için bk. D. B.
Mac donald, "Fıtra", M, IV, 627-628). Bir başka hadiste de çocuğun
konuşmaya başlayıncaya kadar fıtratını koruduğu belirtilerek (Ahmed bin Hanbel,
Müsned, IV, 24) kültür değerleriyle İlişki kurmanın en önemli vasıtası olan
dilin bu konudaki etkisine İşaret edilmiştir. İslâm bilginlerine göre göze
görme kabiliyeti verildiği gibi fıtrata da Allah'ı tanıma ve O'nakul olma
yatkınlığı verilmiştir. Henüz dış tesirlerin etkilemediği ve bozmadığı fıtratın
yönü hayıra, iyiye ve Allah'ın birliğini tanımaya yöneliktir. Fıtratın fâtmna
(yaratıcısına) delâleti tabiî olduğu için her İnsanın fıtratında, vicdanının
derinlerinde bir hak duygusu ve marifetullah gizlidir. Ancak nasıl ki bir
hastalık veya bir engel sebebiyle geçici veya sürekli olarak gözün görmesi
mümkün olmuyorsa, fıtrat da dış etkilerle gerçek kabiliyet ve hedefinden uzağa
düşebilir. Bir başka anlatımla, fıtratın belirleyici bir özelliği varsa da
zorlayıcı bir etkisi yoktur; o daha çok haricî tesirlere göre değişik şekiller
alır. Bu sebeple, insandaki Öfke, şehvet, menfaat düşkünlüğü gibi eğilimlerin
de varlığını dikkate alan İslâm ahlâkçıları, dinî ve ahlâkî kurtuluş için tek
başına fıtratın yeterli olmadığını, doğru dine yöneltecek bir peygambere ve
ayrıca insanın aklını ve İradesini geliştirmesi için samimi bir çaba ortaya
koymasına İhtiyaç bulunduğunu belirtmişlerdir. İşte âyette "Sen hanîf
olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona
yönel" buyurularak fıtrat ile din arasındaki uyuma, fıtrattaki saf ve
temiz yapıya, ayrıca insana da bu konuda görev düştüğüne, yani onu korumak İçin
gayret sarfetmesi ve iradesini kontrol altında tutması gerektiğine işaret
edilmektedir. Fıtrat kelimesinin İslâmî terminolojideki diğer bir anlamı da
"âdet ve sünnettir. Bütün peygamberlerin ve ilâhî dinlerin doğru ve güzel
bulup benimsedikleri ve müslümanlann yapmaları gerekli olan dinî âdet ve
uygulamalara da fıtrat denir (Daha fazla bilgi için bk. İbn Sînâ, en-Necât, s.
116-118; Elmalılı, VI, 3822-3824; Hayati Hökelekli, "Fıtrat", DİA,
XIII, 4748).
Âyetin "Allah'ın yaratışında
değişme olmaz" şeklinde tercüme edilen kısmını "Allah'ın yaratmasının
yerine başka şey konamaz, alternatifi yoktur" şeklinde anlamak da
mümkündür. Bu cümle ile İlgili başlıca yorumlar şöyle özetlenebilir: a)
Allah'ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak onu bozmaya,
değiştirmeye kalkışmayın, çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz, zayi ettiğiniz
bir kabiliyeti hiç bir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız, b) Allah'ın
yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, ahkâm koymaya kalkışmayın,
c) Allah'ın yaratmasını başkalarına isnat etmeye, başkalarını da yaratıcı
yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin, zira Allah'ın mülk ve egemenliği
sizinkiler gibi değişikliğe uğratılamaz, d) Din, fıtratı değiştirmek için değil
fıtrattaki gene) selâmeti geliştirmek içindir (Elmalılı, VI, 3824-3825). Allah
Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik
yapmaz (Şevkânî, IV, 257) (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/288-291).
Kurtubî diyor ki:
“Sen yüzünü hanîf olarak dine, insanların üzerine yaratıldığı Allah'ın
fıtratına dosdoğru çevir. Allah'ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir.
Dosdoğru din iste budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
"Sen yüzünü hanîf olarak dine, İnsanların üzerine yaratıldığı
Allah'ın fıtratına dosdoğru çevir" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız;
ez-Zeccac dedi ki: "Allah'ın
fıtratına" buyruğundaki "Fıtrat" lafzı Allah'ın
fıtratına tabi ol, anlamında nasb ile gelmiştir. Çünkü; "sen yüzünü
hanîf olarak dine... dosdoğru çevir" buyruğu, sen hanif dine tabi ol
ve Allah'ın fıtratına da tâbi ol!" anlamındadır.
et-Taberî dedi ki: "Allah'ın
fıtratına" buyruğu "sen yüzünü... dosdoğru çevir" buyruğunun
taşıdığı anlara dolayısı ile masdar (mef’ûl-i mutlak)'dır. Çünkü bu; "Allah
insanları bir fıtrat ile bu şekilde yaratmıştır" takdirindedir.
Bunun; siz Allah'ın insanları kendisi için yaratmış olduğu Allah'ın dinine tabi
olun, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre; "Hanif
olarak" buyruğu üzerinde vakıf tam bir vakıf olur. (Buna göre meal: "Sen
yüzünü hanif olarak dine dosdoğru çevir" şeklinde olur.)
İlk iki görüşe göre ise ifâde
muttasıl (sonraki buyruklarla da ilişkili) olup "hanif olarak"
buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz. (Mealde olduğu gibi).
"Fıtrat'a din adının
veriliş sebebi, insanların bunun için yaratılmış olmalarıdır. Nitekim Yüce
Allah: "Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibâdet etsinler diye
yarattım" (51/Zâriyât, 56) diye buyurmaktadır,
"Üzerine”nin; onun için,
kendisi için" anlamında olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Kötülük
ederseniz kendinize" (17/İsrâ, 7) buyruğunda olduğu (lehâ'nın aleyhâ
anlamında kullanıldığı) gibi.
"Sen yüzünü... dosdoğru çevir" buyruğunda hitab Peygamber (s.a.s.)'adır. Ona. yüzünü dosdoğru dine,
dosdoğru bir şekilde çevirmesini emretmektedir. Nitekim Yüce Allah: "...Yüzünü
o dosdoğru dine çevir." (30/Rûm, 43) diye buyurmaktadır ki; buradaki
din, İslâm dinidir. Yüzün dosdoğru çevrilmesinden maksat, doğrultulması ve din
amellerinde ciddiyetle çalışma güç ve gayreti demektir. Özellikle "yüz'ün
anılmasının sebebi ise, insanın duyu organlarının orada bulunması ve İnsanın
bedeninin en şerefli yerinin o olmasından dolayıdır. Bu hitabın kapsamına
te'vil âlimlerinin ittifakıyla peygamberin ümmeti de dâhildir.
"Hanif olarak"
tâbiri ise; tahrif edilmiş, nesh olmuş bütün dinlerden uzaklaşmış olarak, tam
bir itidal ve denge ile yönel, demektir.
Sakih'le, Ebû Hureyre'den
şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Doğan
herbir kişi mutlaka fıtrat üzere doğar -bir rivâyette de: Bu din üzere doğar
şeklindedir- Anne-babası onu yahudi, hristiyan yahut ta mecusi yapar. Tıpkı
bir hayvanın eksiksiz ve âzâları yerli yerinde bir yavru doğurması gibi. Siz
böyle bir yavrunun kulaklarının kesik oîduğunu ve onda bir kusur bulunduğunu
görebilir misiniz?" Daha sonra Ebû Hureyre dedi ki: Dilerseniz: "İnsanları
üzerine yarattığı Allah'ın fitratına dosdoğru çevir. Allah'ın yaratışını
değiştirmek söz konusu değildir" buyruğunu okuyunuz. (Buhârî, I, 456,
465, IV, 1792; Müsned, II, 233. Müslim, IV, 2048 -yakın ifâdelerle-)
Bir başka rivâyette şöyle
denilmektedir: "Siz onun kulaklarını kesinceye kadar... (onda bir kusur
görür müsünüz?)” denilmektedir. Onlar; Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Peki,
küçükken ölen kimse hakkındaki görüşünüz nedir? Şöyle buyurdu: "Yaşadıkları
takdirde ne şekilde amel edeceklerini en iyi Allah bilir." Hadis
Müslim'in lafzıyla bu şekildedir (Müslim, IV, 2048, 2049; Buhârî, I, 465)
İlim adamları Kitab ve
sünnette geçen fıtratın anlamı ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bunlardan birisi İslâm'dır. Bunu Ebû Hureyre, İbn Şihab ve başkaları ileri
sürmüştür. Bu görüşün sahipleri derler ki: Selef arasında te'vil ehli olan
kimselerin genel olarak kabul ettikleri görüş budur. Bu görüşün sahipleri âyeti
ve Ebû Hureyre'nin hadisini delil gösterirler. Bunu ayrıca Mücahid, İyad b.
Himar'ın rivâyet ettiği şu hadisle de desteklemişlerdir: Rasûlullah (s.a.s.)
bir gün insanlara dedi ki: "Yüce Allah'ın Kitabı'nda bana anlattığını
ben de size anlatayım mı? Allah, Âdem'i ve oğullarını hanif ve müslümanlar
olarak yarattı. Onlara arasında hiçbir haram bulunmaksızın malı helâl olarak
verdi. Onlar ise Allah'ın kendilerine verdiklerinden bir bölümünü helâl, bir
bölümünü haram kıldılar.” (Müslim, IV, 2197; İbn Hibban, es-Sahih, II,
422-425; Taberânî, el-Evsat, III, 206; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 162)
Bu görüşü savunanlar
Peygamber efendimizin şu hadisini de delil göstermişlerdir: "Beş şey
fıtrattandır..." (Buhârî, V, 2209, 2320; Müslim, I, 222; Tirmizî, V,
91; Müsned, II, 239, 283). Peygamber (s.a.s.) bunlar arasında İslâm'ın
sünnetlerinden olduğu halde, bıyıkları kesmeyi de söz konusu etmiştir. Bu yoruma
göre (az önceki) hadisin anlamı şöyie olur: Yüce Allah Âde-moğullarını
sulbünden çıkarttıkları sırada çocuklar da onlardan almış olduğu ahde uygun
olarak küfürden uzak bir şekilde yaratılmıştır. Çocuklar eğer buluğa ermeden
önce ölecek olurlarsa, ister müslüman çocukları olsunlar, ister kâfir
çocukları olsunlar cennetliktirler.
Diğerleri ise şöyle
demektedir: Fıtrat Yüce Allah'ın insanlığı ilk olarak üzerinde yarattığı
haldir. Yani Yüce Allah'ın yarattıklarını üzerinde yaratmış olduğu haldir.
Şöyle ki: O onları ilk olarak hayat, ölüm, mutluluk, bedbahtlık için ve buluğ
halinde ulaşacakları, varacakları hal için yaratmıştır. Bunlar derler ki:
Fıtrat Arapçada başlangıç ve başlayış anlamındadır. Fâtır İse başlatan ve
başlatıcı demektir. Bu görüşü savunanlar İbn Abbas'tan gelen şöyle dediğine
dair rivâyeti delil gösterirler; Ben bir kuyu hakkında davalaşan iki bedevi
Arap ile karşılaşıncaya kadar göklerin ve yerin Fâtm'nın ne anlama geldiğini
bilmiyordum. Bu iki Bedeviden birisi: Bu kuyuyu fıtrat eden benim, yani ilk
olarak açan ben oldum, demişti. el-Mervezî dedi ki: Ahmed b. Hambel önceleri bu
kanaati benimsiyordu. Sonra bu görüşü terketti,
Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) de
et-Temhid adlı eserinde şunları söylemektedir: Malik'in, Muvatta'mdz kaydedib
de "Kader" bahsinde söz konusu ettiği bölümde birtakım rivâyetler
vardır ki, onun bu husustaki görüşünün buna yakın olduğunu ortaya koymaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır (İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, XVIII, 79, ayrıca
bk. XVIII, 112).
Bu görüşün sahiplerinin
gösterdikleri delillerden birisi de Ka'b el-Kura-zî'den gelen, Yüce Allah'ın: "O
bir kısmına hidâyet verdi, bir kısmına da sapıklık hak oldu" (7/A'raf,
30) buyruğu hakkında söylediği şu sözler de vardır: Yüce Allah'ın ta başından
beri sapmak üzere yarattığı kimseyi sapıklığa götürür. İsterse hidâyet gereği
amelleri işlemiş olsun, Yüce Allah ta baştan beri hidâyet üzere yarattığını da
sonunda hidâyete iletir, isterse sapıklığın amellerini işlemiş olsun. Allah
iblisi ta baştan beri dalâlet üzere yarattı, o ise meleklerle birlikte bahtiyar
kimselerin amelleri ile amel etti. Daha sonra Yüce Allah onu ilkin yarattığı
noktaya geri döndürdü ve onun hakkında: "Ve o kâfirlerdendi" diye
buyurdu.
Derim ki: Ka'b'ın bu sözü
daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/30. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Bu manayı ihtiva eden bir hadis de merfu olarak Âişe (r.anha)'nın rivâyetiyle
gelmiş bulunmaktadır. Âişe (r.anhâ) dedi ki: Rasûlullah (s.a.s.) ensar
çocuklarından bir küçük çocuğun cenazesine çağırıldı, Ben: Ne mutlu ona, ey
Allah'ın Rasûlü, dedim. Cennetin kuşlarından bir kuş olacak. O hiçbir kötülük
yapmadığı gibi, kötülük işleme çağına da erişmedi. Şöyle buyurdu: "Bundan
başkası da olamaz mı ey Âişe? Çünkü Allah cennete girecek kimseleri yarattı.
Onları, Onlar daha babalarının sülblerinde iken cennet için yarattı. Cehenneme
girecek kimseleri de yarattı. Onları cehennem için onlar daha babalarının
sülblerinde iken yarattı." Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivâyet
etmiştir (Müslim, IV, 2050, Nesai, IV, 57; /ön Mâce, I, 32; Müsned, VI, 46, 208).
Ebû İsa et-Tirmizî de,
Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (s.a.s.)
elinde yazılı iki belge olduğu halde yanımıza çıktı: "Bu yazılı iki
belgede ne olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Biz: Hayır, bize sen
bildirmedikçe biz bilemeyiz; ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Sağ elinde bulunan
belge için dedi ki: "Bu âlemlerin Rabbinden gelen bir belgedir. Üzerinde
cennetliklerin, onların atalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır. Sonra da
onların sonuncularının üzerine bir çizgi çekildi. Artık ebediyyen onlara ne
bir kimse ilâve edilebilir, ne de onlardan bir kimse çıkarülabilir." -Sonra
da sol elinde bulunan için dedi ki-: "Bu da âlemlerin Rabbinden gelmiş
bir belgedir. İçinde cehennemliklerin babalarının ve kabilelerinin ismi
yazılıdır. En son kişileri üzerinde de bir çizgi çekilmiş, artık ebediyyen
onlara ne bir kişi ilâve edilecek, ne de bir kişi eksiltilecektir..,"
deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadis hakkında (Tirmizî):
Hasen bir hadistir, demiştir (Tirmizî, 449, yalnız: "Bu hasen garib, sahih
bir hadistir" hükmüyle; Müsned, II, 167)
Bir başka kesim şöyle der: Ne
Yüce Allah'ın: "İnsanları üzerine yarattığı Allah'ın fıtratına" buyruğu
ile ne de Peygamber (s.a.s.)'ım "Her doğan fıtrat üzere doğar"
buyruğu ile kastedilen umum (yani herkes) değildir. Bundan maksat, mü’min
insanlardır. Zira bütün insanlar İslâm fıtratı üzere yaratılmış olsaydı, hiç
kimse kâfir olmazdı. Hâlbuki onun birtakım kimseleri cehennem ateşi için
yaratmış olduğu sâbittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun
ki Biz cehennem için... çok kimseler yaratmışızdır." (7/A'râf, 179).
Ayrıca Yüce Allah, Âdem'in sulbünden zürriyetini siyah ve beyaz olarak
çıkartmıştır. Hızır'ın öldürdüğü kişi hakkında da (Peygamber): "O
yaratıldığı günden beri kâfir tabiatı ile yaratılmıştır" (Müslim, IV,
1851, 2050; İbn Hibbân, es-Sahih, XIV, 108; Tirmizî, V, 312; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
V, 121) diye buyurmuştur.
Ebû Said el-Hudrî'nin de
şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) güneşin yükseklerde
olduğu bir sırada bize ikindi namazını kıldırdı. Bu hadiste şu ifâdeler yer
almaktadır: O gün ondan bellediklerimiz arasında söylediği şu sözler de
vardır: "Şunu bilin ki, Âdemoğulları çeşitli tabakalar halinde
yaratılmışlardır. Onlardan kimisi mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar,
mü'min olarak ölür. Kimisi kâfir alarak doğar, kâfir oiarak yaşar, kâfir olarak
ölür. Kimisi mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, ama kâfir olarak ölür.
Kimisi de kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ama mü'min olarak ölür.
Onlardan kimisi ödemesini de güzel yapar, hakkını da güzel ister..."
Bu hadisi Hammad b. Zeyd b. Seleme yoluyla et-Tayalisî'nin Müsned'İnde zikretmekte
ve şöyle demektedir: Bize Ali b. Zeyd anlattı, o Ebû Nadra'dan, o Ebû
Salih'ten... (et-Tayâlisi, Müsned, I, 286; el-Hakim, et-Müstedrek, IV, 551;
Tirmizî, IV, 483; Müsned, III, 19).
Bu görüşün sahipleri derler
ki: (Bu tâbirde olduğu gibi) umumî ifâdenin hususî anlamda kullanılması Arab
dilinde çokça görülen bir husustur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbinin
emri ile kerşeyi helâk eder" (46/Ahkaf, 55) diye buyurduğu halde,
gökleri ve yeri helâk edip, tahrib etmemiştir. Yine Yüce Allah'ın: "Biz
de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık" (6/En'âm, 44) diye buyurduğu
halde, üzerlerine cennet kapıları açılmamıştır.
İshak b. Rahaveyh el-Hanzalî
dedi ki: Yüce Allah'ın: "Sen yüzünü hanif olarak dine... çevir" buyruğunda
ifâde tamam olmaktadır. Daha sonra da: "Allah'ın fıtratına..."
diye buyurmaktadır ki; bu, Yüce Allah, insanları bir fıtrat üzere yaratmıştır
ki bu ya cennet fıtratıdır, ya cehennem fıtratıdır, demektir, İşte Peygamber (s.a.s.)
da: "Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar." buyruğu ile buna
işaret etmiştir. Bundan dolayı Yüce Allah; "Allah'ın yaratışını değiştirmek
söz konusu değildir" diye buyurmaktadır.
Hocamız Ebû'l-Abbas dedi ki:
Bundan kasıt ezelde takdir edilmiş saadet ve bedbahtlıktır, diyen kimselerin bu
açıklaması Kur'ân-ı Kerîm’de sözü geçen fıtrata uygun düşmektedir. Çünkü Yüce
Allah: "Allah'ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir"
diye buyurmuştur. Hadiste söz konusu edilen ise bu değildir. Çünkü hadisin geri
kalan bölümünde, bunun değiştirilip değişikliğe uğradığını haber vermektedir.
Fıkıh ve nazar ehli bir kesim
de şöyle demektedir: Fıtrat doğan evlâdın Rabbini bilmek noktasında
yaratılışında bulunan hususiyettir. Şöyle buyurmuş gibidir: Doğan herbir yavru
bümek noktasına ulaştığı takdirde, Rabbini kendisi ile bilip tanıyacağı bir
hilkatte yaratılmıştır. O bununla yaratılışı ile Rabbini tanımak noktasına
ulaşamayan hayvanların hilkatinden farklı bir yaratışla yaraüidıklannı
anlatmak istemektedir. Bu kanaatin sahipleri fıtratın hilkat demek olduğuna,
fâtırın da halik (yaratıcı) demek olduğuna, Yüce Allah'ın şu buyruklarını delil
göstermişlerdir; "Hamd, göklerle yerin fâtırı olan Allah'a
mahsustur." (35/Fâtır, 1). Kasıt onları yaratandır. Yüce Allah'ın: "Ben,
benim fâtırıma ne diye ibâdet etmeyecek misim?" (36/Yâsin, 22)
buyruğunda da “beni yaratana...” demektir. "Ve onları yoktan
var eden (fatarahunne)" (21/Enbiyâ, 56) Onları yaratan demektir. Bu
görüşün sahibleri derler ki: O halde fıtrat; hilkat, yaratmak demektir. Fâtır
da yaratıcı anlamındadır. Bununla birlikte doğan herbir evladın küfür yahut
iman ya da tanıma ve inkâr üzere yaratılmış olmasını kabul etmezler ve şöyle
derler: Doğan evlat çoğunlukla yaratılışı, tabiatı ve bünyesi itibariyle
kusurlardan uzaktır. O beraberinde iman, küfür, inkâr ve marifet diye birşey
getirmez. Daha sonra temyiz edebildikleri takdirde buluğdan sonra küfür ya da
imanı itikad olarak benimserler. Bunlar hadiste geçen: "Nitekim bir
hayvan da kusursuz bir yavru doğurur. Siz bunda herhangi bir kusur
farkedebiliyor musunuz?" Burada "kusur"dan kasıt da
kulağı kesik olmaktır. İşte burada Peygamber Âdemoğullarının kalplerini hayvanlara
benzetmiştir. Çünkü bu hayvanlar herhangi bir eksiklik olmaksızın yaratılışları
tam olarak doğarlar. Daha sonra bu hayvanların kulakları ve burunları kesilir
ve bunlar bahire ya da şaibedir denilir. İşte doğumları esnasında çocukların
kalbleri de bu şekildedir. Onlar için ne küfür, ne iman söz konusudur. Marifet
ya da inkârları da yoktur. Tıpkı salma hayvanlar gibi. İnsanlar buluğa
erdiklerinde şeytanlar onların nevalarına tabi olmaları için çalışırlar,
onların büyük çoğunluğu da küfre sapar. Yüce Allah da onların az bir bölümünü
himaye edip, korumuştur. Yine bu görüşün sahibleri derler ki: Şâyet çocuklar ta
işlerinin başında iman ya da küfür fıtratı ile yaratılmış olsalardı, ebediyyen
onu bırakıp başka bir yolu seçemezlerdi. Hâlbuki bizler onların bazan iman
ettikten sonra küfre saptıklarını dahi görebiliyoruz. Diğer taraftan küçük
çocuğun doğumu esnasında küfre ya da imana akıl erdirmeşini kabul etmek aklen imkânsızdır.
Çünkü Yüce Allah o insanları hiçbir şey anlayamayacakları bir halde
yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi
analarınızın karınlarından kendiniz hiçbir şey bilmediğiniz bir halde
çıkardı." (16/Nahl, 78). Hiçbir şey bilmeyen kimsenin küfür ya da
iman, marifet ya da inkâra sahip olması imkânsız bir hâdisedir.
Ebû Ömer b. Abdi'1-Berr dedi
ki: İnsanların üzerinde yaratılmış oldukları fıtratın anlamı ile ilgili
yapılmış açıklamaların en doğru olanı budur. Bu hususta ileri sürülebilecek
delillerden bazısı da Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır; "Siz ancak
işlediğinizin karşılığını alacaksınız." (52/Tûr, 16); "Herbir
nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." (74/Müddessir, 38).
Amel edecek çağa ulaşmayan bir kimse ise, hiçbir şey karşılığında rehin
alınmaz. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir rasûl
göndermedikçe de azab ediciler değiliz." (17/İsrâ, 15). İlim adamları
yara ve öldürmelerde kısasın, hadlerin ve günahların dünya hayatında buluğ
çağına varmamış olanlardan defedileceğim, onlara uygulanmayacağını icma ile
kabul ettiklerine göre; âhirette böyle bir şeyin olması öncelikle söz
konusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sözü edilen fıtratın -İbn
Şihab'ın dediği gibi- İslâm olması imkânsızdır. Çünkü İslâm ile iman, dil ile
söylemek, kalb ile inanmak, âzâlarla amel etmektir. Küçük çocuk hakkında ise
bu söz konusu değildir. Akıl sahibi olan herkes bunu bilir.
el-Evzaî'nin şu sözüne gelince:
Ben ez-Zührî'ye: “Bir köle âzad etmekle mükellef olan bir kimse eğer süt
emmekte olan bir yavruyu âzad edecek olursa, bu yeterli olur mu?” diye sordum.
O da: “Evet” dedi, “çünkü o da fıtrat üzere -yani İslâm üzere- doğmuştur”
dedi. Böyle bir köleyi âzad etmenin yeterli olacağını kabul edenlerin bunu
kabul edişlerinin tek sebebi, küçük çocuğun hükmünün anne ve babasının hükmüne
tabi oluşundan dolayıdır. Bu hususta başka ilim adamları onlara muhalefet
etmiş ve şöyle demişlerdir: Köle âzad etmek icab ettiği takdirde ancak namaz
kılmak ve oruç tutmak durumunda olanların âzad edilmesi geçerlidir. Yüce Allah'ın:
"Sizi ilkin yarattığı gibi yine döneceksiniz" (7/A'râf, 29)
buyruğunda da "Allah kul hakkında hüküm verip onun aleyhine takdir
ettiği ile sona erdirilir" ifadesinde de küçük çocuğun mü'min ya da
kâfir olarak dünyaya geldiğine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü akıllar
şuna tanıklık etmektedir: O vakitte çocuk iman ya da küfrü akledebilecek yaşta
değildir. Hâlbuki: "İnsanlar tabakalar halinde yaratılmışlardır."
ifâdesinin yer aldığı hadise gelince, bu hakkında herhangi bir tenkidin
bulunmadığı hadislerden değildir. Zira bu hadisi tek başına Ali b, Zeyd b.
Cüd'an rivâyet etmiş olup, Şu'be onun hakkında tenkitlerde bulunurdu. Üstelik "mü'min
doğar..." buyruğu Yüce Allah'ın onun hakkındaki ezelî ilmine binâen o
mü'min olmak üzere doğar, yahut kâfir olmak üzere doğar anlamına gelme
ihtimali vardır. Hadis-i şerifte geçen: "Ben bunları cennet için
yarattım, bunları da cehennem için yarattım." ifâdesinde ise bunların
nihâî olarak ne şekilde vefat edeceklerine bakılacağına ve bunun gözönünde
bulundurulacağına dikkat çekilmesinden fazla bir şey yoktur. Çocuklukları
esnasında bile bunlar cennet ya da cehennemi hakeden yahut ta küfür ve imanı
akleden kimseler oldukları kastedilmek istenmemektedir.
Derim ki: Ebû Ömer b.
Abdi'l-Berr'in seçip beğendiği ve lehine delil getirdiği görüşe; aralarında
Tefsir'inde fıtratın anlamına dair açıklamalarda bulunan muhakkiklerden İbn
Atiyye ve hocamız Ebûl-Abbas da vardır. İbn Atiyye dedi ki: Bu lafzın tefsiri
hususunda dayanılacak nokta, bunun önceden hazır hale getirilmiş, çocuğun
nefsinde (ruhunda) buiunan hilkat ve hey'et olduğudur. Çünkü çocuk bununla Yüce
Allah'ın yarattıklannı temyiz eder, birbirinden ayırt eder ve bunları Rabbinin
varlığına delil görür, bu fıtrat ile de Allah'ın şer'î hükümlerini bilip O'na
iman eder. Buna göre Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Sen yüzünü hanif olan
dine dosdoğru çevir. Bu din ise Yüce Allah'ın insanların fıtratını ona karşı
istidadlı olarak yaratmış olduğu Allah'ın fıtratıdır. Ancak onlar birtakım
etkenlere maruz kalırlar. İşte Peygamber (s.a.s.)'in: "Her doğan
fıtrat üzere doğar. Sonra onun anne-babası onu yahudi ya da hristiyan
yapar." buyruğunda da bu kabilden anlam kastedilmiştir. Burada
anne-babanın söz konusu edilmesi, pekçok olan çeşitli ârızî durumlara bir
örnektir.
Hocamız da bu hususa dair
açıklamalarda şöyle demektedir: Yüce Allah, Âdemoğullarmın kalblerini hakkı
kabule elverişli bir şekilde yaratmıştır. Tıpkı gözlerini ve kulaklarını
görülecek şeyleri görmeye, işitilecek şeyleri işitmeye elverişli yarattığı
gibi. Bu kalbler böyle bir şeyi kabul edebilecek halde ve bu yetkinlik üzere
devam ettiği sürece, hakkı ve İslâm dinini idrâk eder. Hak olan dinin o olduğunu
anlar. Bu anlayışın sıhhatli olduğuna delil de Peygamber Efendimizin: "Tıpkı
bir hayvanın hilkati tam ve eksiksiz bir yavru doğurması gibi, siz onun
kulağının hiç kesik olduğunu görüyor musunuz" buyruğudur. Yani hayvan
yavrusunu yaratılışı mükemmel ve çeşitli afetlerden uzak halde dünyaya getirir.
Eğer o hilkati asli hali üzere bırakılacak olursa, kusurlardan uzak ve kâmil
şekliyle kalmaya devam eder. Ancak bu hayvan üzerinde tasarruflarda
bulunularak kulağı kesilir, yüzü damgalanır. Böylelikle çeşitli âfetler ve
eksikliklerle karşı karşıya kalır ve asıl yaratılışının dışına çıkmış olur.
İnsan da böyledir. O halde bu, vakıada görülene bir benzetmedir, bunun
benzetme yönü de gâyet açıktır.
Derim ki: Bu görüş ile
birinci görüş mana itibariyle birbirine uygundur. Bu durum da, insanların dünya
hallerini akıllarıyla kavrayıp, idrâk etmelerinden ve gözle görülen apaçık
belgelerin ortaya koydukları deliller ile onlara karşı Yüce Allah'ın kudreti
kesinlik kazandıktan sonra ortaya çıkar. Yerin ve göklerin yaratılması, güneş,
ay, kara, deniz, gece ile gündüzün değişip durması, bu belgelerdendir. Onların
nevaları bu insanlar üzerinde etkilerini gösterince, bu sefer şeytanlar onlara
gelir, yahudiliğe ve hristiyanlığa onları dâvet eder. Hevâları ile birlikte
onları sağa, sola götürür. Bununla birlikte bunlar küçük yaşta ölürlerse
cennettedirler. Yani bütün küçük çocuklar cennetliktir. Çünkü Yüce Allah Âdem
(a.s)'ın zürriyetini soyundan zerrecikler halinde ortaya çıkardığında hepsi
rubûbiyetini ikrar edip, itiraf etmişlerdir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunda
dile getirilmektedir: "Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından
zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz
değil iniyim? (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk demişlerdi." (7/A'raf,
172). O'nun rubûbiyetini kabul ettiklerinden, O'nun kendisinden başka hiçbir
ilâh bulunmayan Allah olduğunu itiraf ettikten sonra tekrar onları Âdem
(a.s)'in sulbüne geri iade etmiştir. Daha sonra kul, annesinin karnında iken
bedbaht mı, yoksa bahtiyar mı olacak diye ilk yazılmış kitaba uygun olarak
yazılır. İlk yazılı kitabta bedbaht olduğu kaydedilmiş kimseye sorumluluk
çağına gelinceye kadar ömür verilir. Âdem'in sulbünde iken kendisinden alınmış
olan sözü şirk koşmakla naks eder. İlk yazılı kitabta bahtiyar kimselerden
olduğu yazılmış olanlara da sorumluluk çağına gelinceye kadar ömür verilir ve
bu da bahtiyarlardan olur. Sorumluluk çağına gelmeden önce ölen müslümanlann
küçük çocuklarına gelince; bunlar da cennette babaları ile birlikte
olacaklardır. Sorumluluk çağına gelmeden önce ölen müşriklerin çocukları ise,
babalarıyla birlikte olmayacaklardır. Çünkü bunlar Âdem'in sulbünde iken
kendilerinden alınmış bulunan ilk sözleri üzere ve bu sözlerini bozmadan ölmüş
oluyorlar. Te'vil ehlinden bir grub bu kanaati benimsemiştir. Bu görüş
hadislerin arasını te'lif etmekte ve böylelikle müşriklerin çocukları hakkında
kendisine soru sorulduğunda cevab olarak verdiği: "Onların (büyümüş
olsalardı) ne şekilde amel edeceklerini en iyi Allah bilir" buyruğunda
"bâliğ oldukları takdirde..." demek istemiş olduğu anlaşılmış
olmaktadır.
Bu yoruma Buharî'nin rivâyet
ettiği şu hadis de delil teşkil etmektedir: Semûra b. Cundub'dan rivâyete göre
Peygamber (s.a.s.) -uzunca rivâyet edilmiş rüya hadisinde- şöyle buyurulmuştur:
"Bahçede gördüğüm uzun boylu adam ise İbrahim (a.s)'dır. Etrafında
bulunan küçük çocuklara gelince, bunlar da fıtrat üzere doğmuş herbir
çocuktur." Ey Allah'ın Rasûlü, peki ya müşriklerin çocukları? diye
sorulunca, Rasûlullah (s.a.s.); "Müşriklerin çocukları da dâhil"
diye buyurdu (Buhârî, VI, 2585; İbn Hibbân, es-Salük, II, 451)
İçte bu da görüş
ayrılıklarını ortadan kaldıran bir nasstır. Bu hususta gelmiş rivâyetlerin en
sahihi de budur. Bunun dışındaki diğer hadislerde ise fukahânın imamlarının
kabul ettikleri hadisler arasında yer almayan ve bazı illetleri bulunan
hadislerdir. Bu açıklamayı da Ebû Ömer b. Abdi'1-Berr yapmıştır.
Enes yoluyla rivâyet edilen
hadiste de şöyle demiştir: Rasûiullah (s.a.s.)'a müşriklerin çocukları ile
ilgili soru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Onların haseneleri yoktur ki,
onlara karşılıkları verilerek cennetin maliklerinden olsunlar. Günahları
yoktur ki, onlara karşılık cezalandırılarak cehennemliklerden olsunlar. İşte bu
sebepten onlar cennetliklerin hizmetçileri olacaklardır.” (Tayalisi,
Müsned, I, 282; Taberani, el-Evsât, III, 220, V, 294; Alı b. Zeyd, Enes’ten:
"Zannederim Peygamber'den..." tereddütlü ifâdesiyle; Câmi XI,
117'de: Müşriklerin çocukları cennet ehlinin hizmetçileri olacaktır, anlamında
ve Selmân-ı Farisi'nin sözü olarak; Taberânî, el-Evsat, II, 302 de; bu
kadarıyla, Semûra b. Cundub'un rivâyet ettiği hadis olarak) Bu hadisi Yahya b.
Sellam Tefsir’inde zikretmiştir.
Biz de bu hususa dair
"et-Tezkire" adlı eserimizde daha geniş açıklamalarda bulunduğumuz
gibi "el-Muktebes fi Şerhi Muuattai Mâlik İbn-i Enes" adlı eserimizde
de Ebû Ömer'in bu husustaki açıklamalarını kaydetmiş bulunuyoruz. Cenâb-ı
Allah'a hamdolsun.
İshak b. Rahaveyh dedi ki:
Bize Yahya b. Âdem anlattı, dedi ki: Bize Cerir b. Hâzim haber verdi. Cerir, Ebû
Recâ el-Utaridî'den şöyle dediğini nakletti: Ben İbn Abbas'ı şöyle derken dinledim:
Çocuklar ve kader hakkında söz söyleyinceye ya da bunlar üzerinde düşününceye
kadar bu ümmetin işi, birbirine uygun ya da birbirine yakın -yahut ta bu
ikisine benzer bir söz kullandı- kalmaya devam edecektir. Yahya b. Âdem dedi
ki: Ben bunu İbnu'l-Mubarek'e zikrettim, şöyle dedi: Peki, insan cahilliğe
karşı suskun kalabilir mi? Ben: Konuşmayı mı emrediyorsun? dedim, fakat sustu.
Ebûbekir el Verrâk dedi ki: "İnsanları
üzerine yarattığı Allah'ın fıtratına" buyruğundan kasıt, fakirlik ve
ihtiyaçtır. Bu güzel bir açıklamadır! Çünkü insan doğduğu andan, ölünceye
kadar fakir ve muhtaçtır, doğru. Hatta âhirette de böyle olacaktır.
"Allah'ın yaratışını değiştirmek sözkonusu değildir." Bu fıtratın yara tıcı tarafından
değiştirilmesi sözkonusu değildir. Hiçbir şekilde emir buna muhalif olarak
gelmez. Yani Yüce Allah'ın mutlu ve bahtiyar olarak yarattiğı kimse, bedbaht
olmaz. Bedbaht olarak yarattığı hiçbir kimse de bahtiyar olmaz.
Mücahid de dedi ki: Yani
Allah'ın dininin değiştirilmesi sözkonusu değildir. Katade, İbn Cübeyr,
ed-Dahhak, İbn Zeyd ve en-Nehaî de bu görüştedir. Onlar derler ki: Bu buyruğun
anlamı, itikadi konular hakkında böyledir.
İkrime de dedi ki: İbn Abbas
ve Ömer b. el-Hattab'dan rivâyet edildiğine göre antam şudur; Yüce Allah'ın
yaratmış oiduğu davarların erkeklerinin burulması suretiyle Allah'ın hilkati
değiştirilmemelidir. Buna göre buyruk, hayvanların erkeklerinin burulmasının
yasaklanışı anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ
Sûresi'nde (4/119. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
"Dosdoğru din işte budur." Yani dosdoğru hüküm, kaza (takdir) budur. Bu açıklamayı İbn Abbas
yapmıştır. Mukatil de; Apaçık hesap budur, diye açıklamıştır. "Dosdoğru
din İşte budur." İslâm dini dosdoğru dindir, diye de açıklanmıştır.
"Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani düşünmezler ki; kendilerinin ibâdete
layık bir yaratıcılarının ve ezelden beri hüküm vermiş ve hükmü yerine gelip
gerçekleşen bir ilahlarının bulunduğunu bilsinler (İmam Kurtubi, el-Câmiu
li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları, 13/473-481).
Süleyman Ateş diyor ki:
“Gökleri ve yeri fatr eden (yokluğu yarıp ortaya çıkaran), melekleri
ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada
(dilediği kadar) artırır. Kuşkusuz Allah herşeyi yapabilendir.” (35/Fâtır, 1); “Gökleri ve yerifatr eden
Allah hakkında şüphe (edilir)mi?” (14/İbrâhim, 10)
Fatr bir şeyi uzunlamasına
yarmak, infitâr yarılmak, futûr ise çatlamak, bozulmak, bozukluk anlamlarına
geldiği gibi yaratma, düzelme anlamına da gelir. Fatr, futûr, orucu bozmak;
fıtrat: Yaratmak, yani tek olan gaz kütlesini yarıp çeşitli cisimler haline
getirmektir. Allah yaratıkları varlığa getirdi, demektir.
Fıtrat dîni: Allah'ın
yarattığı üzere kalan, çevrenin düşünceleriyle şartlanmayan saf aklın,
sağduyunun benimseyeceği, insanın doğasına uygun tevhîd dinidir.
“Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne çevir: Allah'ın
yaratma yasasına (uygun olan dîne) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın
yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a)
ortak koşanlardan olmayın. (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar) Dinlerini
parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti yalnız kendi yanındakiyle
sevin(ip övün)mektedir.” (30/Rûm, 30-32)
Rûm 30'ncu âyette
Peygamber(s.a.a.)e, yüzünü dosdoğru Allah'a yöneltmesi, başka hiçbir uydurma
tanrıya ve inanca sapmadan doğruca Allah'a tapması; Allah'ın, insan
sağduyusunun benimsemesine uygun olarak koyduğu dinin yasalarına uyması
emrediliyor. Allah'ın yaratışının değiştirilemeyeceği, tevhidin de
değişmeyeceği, doğru dinin sadece Allah'a tapma olan tevhîd dini olduğu, fakat
insanların çoğunun bunu bilmedikleri belirtiliyor.
Allah, insanları, kendisini
tanıyıp O'na kulluk etme yeteneğinde yaratmıştır. Dış etkenlerden uzak olan
insan aklı, düşününce kâinatın bir tek yaratıcısı olduğunu anlar. İslâm
filozofu İbn Tufeyl, insandaki Allah'ı birleme ve O'na tapma isti'dâdını, Hayy
ibn Yakzân adlı felsefî romanında dile getirmiştir (Onun bu
eseri, daha sonra taklit edilerek Robinso Krizu şekline dönüştürülmüştür).
Mademki Allah insanları böyle tevhîd ikrarı üzere yaratmıştır. Öyle ise
Allah'ın yarattığı bu doğal inancı değiştirmek, Allah'a ortak koşmak doğru
değildir. İnsanların çoğu bilmese de doğru din, Allah'ın birliğine inanma olan
tevhîd dînidir.
Doğru anlamına geien hanîf,
Kur'ân'da çoğunlukla tevhîd ve Allah'a şirk koşmama anlamında kullanılmıştır.
İnsanın yaratılışında yalnız Allah'a tapma eğilimi vardır. Yaratılışından gelen
bu eğilimi değiştirmek, O'ndan başka varlıklara tapmak, Allah'a ortaklar
tanımak doğru değildir. Çünkü bu, doğal eğilimi, yani fıtrî dîni değiştirmek
olur. Peygamber (s.a.s.)’in: "Her çocuk, fıtrat üzerine doğar. Sonra
annesi babası onu ya Yahudi, ya Hıristiyan, ya da mecûsî yapar. Nasıl ki hayvan
da uzuvları tam olarak doğar. Hiç doğan hayvanda bir eksiklik görür müsünüz? İsterseniz
'Allah'ın yaratma yasasına dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın
yaratması değiştirilemez. İşte doğru dîn budur” âyetini okuyunuz" (Buhârî,
Cenâiz 79, 92, Tefsîr, sûre 30, Kader 3; Müslim, Kader 22, 24; Ebû Dâvûd,
Sünnet 17; Muvatta', Cenâiz) demiştir.
Müfessirler, İbni Abbâs'tan
ve başka kimselerden fıtrat'tan maksadın İslâm olduğunu rivâyet etmişlerdir.
Biraz önce işaret ettiğimiz gibi burada fıtrat, insanda bulunan eğilimdir.
Ancak bu istîdâd inancı, dünyâ hükümlerinin uygulanmasında geçerli değildir.
Geçerli olan, şer'î inançtır.
İnsan Allah'a tapma eğilimi
ile doğar. Sonra anne babanın ve çevrenin etkisiyle bu eğilim başka yönlere
çevrilir. O zaman insan, Allah'a ortak koşmağa, putlara tapmağa başlar. Oysa
doğal eğilim, yalnız Allah'a tapmaktır. Ailenin ve çevrenin etkisi, bu doğal
eğilimin yönünü saptırır. Birtakım doğal eğilimlerle dünyaya gelen insan ruhu,
üzerine yazılanı alan beyaz bir sayfa gibidir. Toprak kendisine ekilen tohumu
bitirdiği gibi, ruh da kendisine aşılanan düşünceleri alır. Çocuğa doğru inanç
aşılanırsa ruhu onunla yoğrulur, bozuk inanç aşılanırsa ruhu onunla yoğrulur.
Ona çocukluk çağında istenen inancı aşılamak mümkündür.
Ashâbdan el-Esved ibn Serî1
şöyle demiş: "Peygamber(s.a.s.)’e geldim, onunla beraber savaştım, zafere
ulaştım. O gün insanlar o kadar savaştılar ki çocukları dahi öldürdüler. Bunu
Allah'ın Elçisi duyunca: 'Şu kavimlerin hali nice olur ki çocukları öldürecek
kadar ileri gittiler!' buyurdu. Bir adam: 'Yâ Resûlâllah, onlar müşriklerin çocukları
değil mi?' dedi. Peygamber (s.a.s.): 'Hayır, dedi, sizin hayırlınız
müşriklerin çocuklarıdır. Çocukları öldürmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz, her
çocuk fıtrat üzere doğar. Dili dönünceye dek bu fıtratta kalır. Dili inancını
söyleyecek kadar açılınca annesi babası onu ya Yahudi, ya da Hıristiyan
yaparlar." (İbn Mâce, Cihâd 30; Ahmed bin Hanbel,
Müsned 3/435, 488; Dârimî, Siyer 25)
Rûm 31-32'nci âyetlerde
müslümanlara, yalnız Allah'a yönelmeleri, namaz kılmaları, dinlerini bölüp de
çeşitli fraksiyonlara ayrılan ve her biri kendi inanç ve düşünceleriyle övünen
müşriklerden olmamaları emredilmektedir. İnsanlar arasında ayrılıkların,
çeşitli dinlerin zuhuru, yaratılışlarında muvcut doğal din eğiliminden
sapmalarından sonra olmuştur. Nitekim yüce Allah: "İnsanlar bir tek
milletten başka bir şey değildi, sonra ayrılığa düştüler." (10/Yunus, 19)
âyeti ile bu gerçeğe işaret buyurmuştur.
Yüce Allah, sağduyunun
gösterdiği fıtrî (doğal) dinden ayrılanları tekrar ona döndürmek için
peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin görevi, fıtrattan sapanları, tekrar
fıtrat dini olan Allah'a kulluğa döndürmektir: "İnsanlar bir tek ümmet
idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla
beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere,
içinde gerçekleri taşıyan Kitabı indirdi. Oysa kendilerine Kitab verilmiş
olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki
aşırılıktan ötürü o (Kitâb hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine
Allah, kendi izniyle inananları, onların üzerinde ihtilaf ettikleri gerçeğe
iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir." (2/Bakara,
213)
"Çağımızda birçok bilgin
ve filozof, tarihî, sosyolojik, astronomik, matematiksel ve biyolojik
araştırmaları sonucunda bu fıtrat dininin, insanın yaratılışından gelen doğal
eğilimi olduğunu kabul etmişlerdir." (et-Tefsîru'l-hadîs,
6/296; Tabbâre, Rûhu'l-lslâm 84-90; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba
Yayınları: 6/247-252)
İzzet Derveze diyor ki:
30. Öyleyse sen yüzünü
Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah'ın o fıtratına (Fıtratallahi
Allah'ın insanlara uyulmasını vâcip kıldığı emri veya onların bunu kabul edip
uymaya meyyal olarak yaratılıp biçimlendirilmesidir. Yahut onların üzerinde
yürümelerinin emredildiği yol anlamındadır.) çevir ki, insanları bunun üzerine
yaratmıştır. Allah'ın yaratması' (Li halkillâhi Müfessirlerin birçok tabiin
âlimlerinden ve müfessirlerinden naklettiğine göre Allah'ın dini anlamındadır.
Bu yorum isâbetli ve âyetlerin ruhuna da uygundur.)
için hiç bir değiştirme
yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak İnsanların çoğu bilmezler.
31.
Yalnız O'na yönelin ve
O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın.
32.
(Onlar) Dinlerini
parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç
duymaktadır.
Birinci âyette Peygamber'e
Allah'ın dinine tam bir ihlâsla (Bkz. Taberi, Begavi, İbn kesir Tefsirleri) sarılması,
hiçbir sapma (Bkz. a.g. eserler) ve tereddütte bulunmaması emredilmektedir. Bu
din, Allah'ın insanları onu kabul etmeye meyyal ve uygun olarak yarattığı bir
dindir; üzerinde yürüyüp takip etmelerini farz kıldığı yolu ve emridir. Bu yol
öyle bir yoldur ki, İnsanların çoğu bunu idrâk etmeseler de, ne üzerinde bir değişikliğin
ne de bir tadîlatın vuku bulması doğru ve mümkün değildir.
Bunu takip eden iki âyette de
hem Peygamber hem de müslümanlara, yönlerini sadece Allah'a çevirmeleri, salih
ameller işlemekle, sırf O'nun için namazı dosdoğru kılmakla, O'ndan sakınıp
korkmakla, din konusunda birçok grup ve hevâlara ayrılan ve her grubun sahip
olduklanyla övünüp sevindiği müşriklerden olmamaları emredilmektedir.
Âyetler öncekilerle sıkı bir
bağ içerisindedir. Peygamber ve mü'minlere, kâfirler ve müşriklerin üzerinde
bulundukları bâtıla, sapıklığa ve haktan sapmış hevâlara karşı takınmaları
gereken tavır açıklanmaktadır.
İkinci âyette, birinci âyetle
Peygamber'e yönelik olan emrin aynı zamanda müslü-manları da kapsadığı ifâde
edilmektedir. "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak
dîne, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır"
âyetindeki “hanif” kelimesi dosdoğru anlamındadır. Kur'an'da çoğunlukla
Yunus sûresinde de açıklayıp örneklerini sunduğumuz gibi, Allah'ı birlemek ve şirk
koşmamak anlamında kullanılmıştır.
Bu durumda âyetteki emir,
Allah'ın birlenmesine, sımsıkı sarınılmasımn gereğine, bunun, üzerinde hiçbir
tadil ve değişikliğin yapılması doğru olmayan Allah'ın dini olduğuna dikkat
çekmek amacıyla gelmiştir. Peygamber'den nakledilen bir hadiste şöyle
buyuruImuştur (Bkz. Taberi, İbn Kesir tefsirleri). "Bütün doğan
çocuklar fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra da anne-babası onu ya
yahudileştirirler veya hristiyanlaştırırlar yahut da mecusi yaparlar. Nasıl ki
bir hayvan kendisinden uzuvları tam bir hayvan doğurup çıkarır, işte öyle...
Siz hiç ondan uzuvları olmayan bir hayvan yavrusu çıktığını gördünüz mü?
Sonra şu âyeti okudu; "Allah'ın o fıtratına ki; insanları bunun
üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması için hiçbir değiştirme yoktur. İşte
dimdik ayakta duran din (budur)..." Müfessirlerin İbn Abbas ve tabiin
müfessirlerinden naklettiklerine göre (Bkz. Begavî tefsiri), fıtrattan maksat İslâm'dır.
Bu, şu anlama gelmektedir: Bir dine sahip olmak, yani din düşüncesini veya bu
kâinatın ötesinde yaratıcı yüce bir akıl gücünün varlığını hissetmek; bu gücün
birliğim ve ibâdete lâyık olduğunu duyumsayarak nefsi, benliği O'na teslim
etmek, insanların her şart ve ortamda onun üzerine yaratılıp
biçimlendirildikleri bir tür içgüdüdür. Onlar çevrelerini kuşatan veya içinde
yetişip büyüdükleri, cahillikten, dünyevî emellerden kaynaklanan sapık hevâlanndan
ve geleneklerinden etkilenmedikleri müddetçe bu içgüdülerine tâbi olurlar.
Çünkü insan aklının saf-berrak halinin de bundan başka bir şeyi idrâk edip kabullenmesi
mümkün değildir. Yunus sûresinin 19. âyeti değişik bir üslupla bu gerçeği ifâde
etmektedir; "İmanlar bir tek ümmetten başka bir şey değildi, ama ayrılığa
düştüler..."
İşte bundan dolayıdır ki,
Allah peygamberlerini; sapıklığa dikkat çekip, insanları ondan korumaları için
müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştir. Bu, Bakara sûresinin şu âyetlerinde
belirtilmektedir: "İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah
peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber,
anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde
gerçekleri taşıyan kitabı indirdi. Kendilerine kitap verilmiş olanlar,
kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan
ötürü o (kitap hakkı)nda anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi
izniyle inananları, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah,
dilediğini doğru yola iletir." (2/Bakara, 213).
İman edenlerle kastedilen
Muhammed'in tâbîleridir. İşte bu şekilde İslâm dini, Allah'ın insanları
üzerinde yarattığı saf, sade insan fıtratına uygun din olmaktadır.
Önceki sûrelerde birçoğu
geçen Kur'an açıklamaları, büyüklenen kimseden başkasının inkâr edemeyeceği
Allah'ın varlığına, vahdaniyetine, bütün kemâl sıfatlara sahip oluşuna, tüm
noksanlıklardan uzaklığına ve yüceliğine, sadece O'nun boyun eğilmeye ve
yalvarılmaya lâyık olduğuna dair deliller içermektedir. Bu konuda yeterli
miktarda açıklamada bulunduk. Böylece dimdik ayakta duran dosdoğru İslâm
dininin inanç boyutunu açıklamış olduk. O, insanın fıtratı, Allah düşüncesi,
O'nun birliği ve nefsi sadece O’na teslim etmenin adıdır.
Kayda değer bir husus da
insan fıtratının temsil ettiği bu tablonun varlığını ve işlevini muhtelif
asırlardan çağımıza kadar yaşamış birçok âlim, felsefeci ve araştırmacı, tarihle,
sosyal hayatla, astronomiyle, matematikle ve tabiat ilimleriyle ilgili
yaptıkları araştırmalarının bir sonucu olarak açıklamış olmalarıdır. Bunun
için, bu konuda sadece büyüklenen inatçı kimse tartışabilir ve aynı zamanda
bunun aksini de ispatlamaya gücü yetmez demek doğru olur (Bkz. Ruhu'l-İslâm,
Râbûs baskısı, s. 84-90).
"(Onlar) Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük
oldular..." âyeti her ne
kadar müşriklerin yolunu tutmaktan nehyediyorsa da, bu son âyetle evrensel bir
mesaj bulunmaktadır. -Ki onlar dinde gruplara, fırkalara ayrılmalarından
dolayı kınanmışlardı, zira onların bir kısmı meleklerden ve başkalarından bazı
varlıkları O'na ortak koşmakla birlikte Allah'ı itiraf edip kabul ediyordu;
yine onların bir kısmı putperest, bir kısmı yıldızlara tapıyordu; bir kısmı da
ateşe tapıyordu., vs.- Öyle ki din konusunda nefislerin hevâ ve arzularına
kapılarak fırkalara ve gruplara ayrılması ve her grubun kör bir taassupla kendi
görüşüne sarılması şiddetle kötülenip yasaklanmaktadır.
Fakat bu, hakkında açıkça Kur’an
nassı veya sahih Peygamber hadisi bulunmayan içtihadî konularda ihtilâf
etmesinler anlamına gelmemektedir. Zira bu çok tabii bir durum olup, buna ehil
olan her insanın da görevidir. Yalnız burada Allah'ın Kitabı'nda, elçisinin
sünnetinde belirlenen değişmez, açık prensip ve esaslardan sapmama şartı
vardır. İçtihadın hevâya, arzuya dayanmaması veya ona destek çıkmayı
amaçlamaması gerekir (İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları,
4/298-301).
Mahmud Hicazi diyor ki:
30-
Ey Muhammedi Hakka yönelerek kendini,
Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında
değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat İnsanların çoğu bilmezler.
31-32-
Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, dinlerinde
ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkasının da kendisinde bulunanla
sevindiği müşriklerden olmayınız.
Bazı
Kelimeler:
Sapık dinlerin tümünden hakka yönelen
kimseler olarak. Allah'ın fıtrat ve yaratması O'na yönelerek. Doğru yol
üzerinde bulunan."Şiat" kelimesinin çoğulu olup, parti ve grup
anlamına gelir. Belli bir görüş etrafında toplanan cemaat.
Açıklama: Hak ve hak'kın delilleri ortaya çıkıp, şirk ve şirkin vehimleri
geçersizliğini ortaya koyduğunda, İslâmm gerçek din olduğuna dair kuvvetli
deliller belirginleştiğinde, artık sen de sapıklıklardan arınmış olan dine
yönel, yüzünü O'na çevir. Nefsini düzelt, zâtın ve bütün varlığın ile, âyetleri
zahir olan hak dine yönel. Diğer bütün dinlerden vazgeç. "Sen yüzünü,
Allah'ı birleyici olarak doğru dine çevir." ifâdesi, dine yönelmeye ve
dinde sebat etmeye, dinin sebeplerine sarılmaya, ilkelerini yakalamaya dair
bir temsildir. Zira bir-şeye kast eden kimse O'na azmeder. Yüzünü ona doğrultur.
Bütün varlığını O'na yöneltir. Sağa sola sapmadan doğrudan o şeye doğru gider.
Bu emir Peygamber (s.a.s.)
efendimize verilmiştir. O da aynı şekilde bu emri ümmetine iletmiştir. Şu halde
ey mü'minler! Allah'ın, insanları, üzerine yaratmış olduğu hilkat ve tabiata
uyun. Bu kelimenin yorumunda fıtratın, İslâmiyet veya hak din olduğunu
söyleyenler de olmuştur. Ancak birinci görüş daha tercihe şayandır, zira Cenâb-ı
Allah buyurmuş ki: "Allah'ın yaratması değiştirilemez."
"Gökleri ve yeri yoktan var eden." (35/Fâtır, 1). "Ben
yalnız beni yaratana (taparım). Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir."
(43/Zuhruf, 27). Cenâb-ı Allah, insanları fıtrat ve tabiatları ile Allah'ı
birlemeye istidatlı olarak yaratmıştır. Bu istidatları sayesinde Allah'ı
birleyip tevhid ederler. İnkâr etmezler, İnsan kendi şahsiyyetini, fıtrat ve
tabiatını terk etse bile, din olarak İslâm’dan başkasını seçmez. Çünkü İslâmiyyet
fıtrat ve tabiat dinidir. Akla hitab ederek gelen bir dindir. Sapıklıklardan
arınan selim nefislerin ihtiyacına cevap verecek vasıfta bir dindir. İşte bu
ilk fıtrat dinidir. "Allah'ın boyası (ile boyan). Allah'ın boyasından
daha güzel boyası olan kimdir?" (2/Bakara, 138)
İnsanların içinde, azıp sapıklığa
düşenler ancak şeytanın vesvesesi dolayısıyla azıp sapıklığa düşerler. İnsanı,,
içinde yaşadığı aile çevresindeki fertler, Özellikle Ana ve babası etkiler. Bu
noktadan hareket ettiğimiz takdirde şu aşağıda ki hadis-i şerifin anlamını daha
iyi kavrayabiliriz: “Her doğan, fıtrat üzerine doğar. Sonra ana ve babası
onu yahudileştirir, ya da hristiyanlaştmrlar.” Yine bu cümleden olarak Peygamber
(s.a.s.) efendimiz, Rabbinden rivâyet ettiği kudsi bir hadiste şöyle der:
"Bütün
kullarımı, sapıklıktan hakka doğru meyilli olarak yarattım. Sonra şeytanlar
onları dinlerinden uzaklaştırdılar. Benden başkalarını bana ortak koşmalarını
onlara emrettiler."
Ey insanlar! Allah'ın, bütün
insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratına sanlın. O'nun, içinizde yaratmış
olduğu tevhid inancını değiştirmeyin. Sizin tabii fıtratınızı şeytanın vesvese
ve azdırmasına tabii olarak değiştirmeyin. Fıtrat dini olan İslâm dinine dönün,
bu din dosdoğru bir dindir. Doğru yol üzerinde bulunan bir dindir, ama
insanların çoğu bilmezler. Allah'a yönelerek, tevbe edip hükümlerine dönerek
ilahi fıtrata sarılın ve Allah'tan sakının. O'na karşı gelmeyin. Namazısını
dosdoğru kılan ve tabii dinlerinden ayrılan, İslâm’ı terk eden müşriklerden
olmayın. O müşrikler ki, fıtrat dinini çeşitli bölümlere ayırıp çeyitli
görüşlere ve dinlere taksim ettiler. İnsanları gruplara ayırdıkları gibi,
kendileri de bölünüp parçalandılar. Her grup ve her parti, kendi yanında
bulunan kısım ile Övünüp sevindiler. Zannettiler ki, yanlarında bulunan bâtıl
şeyler, içinde hiç şüphe bulunmayan hak'tır. Oysa hak, Allah’ın murat buyurduğu
şeydir. Hayır, Allah'ın seçip beğendiği şeydir.
Âyetlerde geçen; yaratma,
yoktan var etme mânâsı, fatara fiili ile ifâde edilmiştir. Buna göre, insan
fıtratı denilince: Allah'ın, onu yarattığı ilk şekil ve yapı üzerinde temiz
olarak bulunması anlaşılır. Bu temiz yapının kirletilip, bozulması, iman ve
kemâle uygun bu yapının, inkâr ve alçalmaya yöneltilmesi, fıtratın bozulması
demektir (Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, İlim Yayınları: 4/550-551).
Fahreddin Râzi diyor ki:
"Hayır, o zulmedenler, bilgisizce hevâlanna uydular. Artık
Allah'ın saptırdığı kimseyi kim doğru yola iletebilir? Onlar için, hiçbir
yardımcı yoktur. O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah'ın
insanları üzerine yarattığı fıtratına çevir. Allah'ın yaratışına bedel
hiçbirşey yoktur. îşte dosdoğru ayakta duran din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler." (30/Rûm, 29-30)
Yani kölenin efendiye ortak
koşulması câiz değildir. Fakat müşrikler, bilgisizce, hevâ-ü heveslerine uyup,
hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ortaklan bulunduğunu söylediler. Cenâb-ı
Allah daha sonra bu ortak koşma işinin, Kendi izin ve iradesi ile olduğunu "Artık
Allah'ın saptrdığı kimseyi kim doğru yola iletebilir" diyerek beyan
buyurmuştur, yani, "Bunlar Allah'ın saptırdığı kimselerdir. Dolayısıyla
onların hidâyetçisi yoktur. Bu sebeble onların sözlerinin seni üzmemesi
gerekir." Burada şöyle bir incelik vardır. "Artık Allah'ın
saptırdığı kimseyi kim hidâyete erdirebilir?" âyeti, önceki açıklamayı
kuvvetlendirmektedir. Zira Cenâb-ı Allah, Kendisinin hiçbir şeriki olmadığını
bildirip, daha sonra da, "Hayır hayır... Müşrikler bilgisizce şirk
koşuyorlar" deyince, buna karşı sanki "Onlara, kendi rızası
hilafına tasarruf etme yetkisini sen verdin. Aziz ve efendi olan ise,
kulunun-kölesinin, kendi rızasının aksine tasarrufta bulunamadığı
kimsedir." denildi de, Cenâb-ı Allah, "Hiç şüphesiz, bunu o kendi
başına yapmamıştır. Bu, Allah'ın izin ve iradesiyle olmuştur. Ama onların
yardımcıları yoktur. Onlar Allah'ı bırakınca, Allah da onları bırakmıştır.
Onların tutunup güvendikleri kimse, kendilerinden hiçbirşey defedemez.
Dolayısıyla onların gerçek bir yardımcıları yoktur.
Daha sonra Allah Teâlâ "O
halde sen yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah 'm insanları üzerine
yarattığı fıtratına çevir. Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur"
buyurmuştur. Bu şu mânâyadır: İş ortaya çıkıp, vahdaniyyet zahir olup,
müşrikler hidâyeti bulamadığına göre, onlara iltifat etme. Kendini dine
çevir."
Âyetteki, "O halde
sen yüzünü bir muvahhid (hanîf) olarak, dine çevir" ifâdesi,
herşeyinle bütün varlığınla dine yönet" demektir. Burada Allah Teâlâ,
Peygamber (s.a.s)'in kendisini, "yüz" kelimesi ile ifâde
etmiştir. Bu tıpkı, "Herşey helâk olucudur, ancak o (Allah'ın) yüzü
müstesna,.." (28/Kasas, 88) âyetinde olduğu gibidir. Buradaki yüz,
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ve sıfatları mânâsınadır. Âyetteki, "hanîf"
kelimesi, "dinin dışında kalan herşeyden meyledici, yüz çevirici
olarak" demektir, yani, "O dine yönel ve başka herşeyden dön"
yani, "Kalbinde, kendine meyledeceğin başka hiçbirşey kalmasın" demek
olup, mânâ olarak "Müşriklerden olmayın" (30/Rûm, 31) ifâdesine
yakındır.
Daha sonra Allah Teâlâ, "fıtratallah..."
buyurmuştur. Bu, "Allah'ın tevhidine yapış." Çünkü Allah insanları, o
tevhid (inancı) üzerine yaratmıştır. Zira O, onları Hz. Adem (a.s.)'in
sulbünden alıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş; bunun
İzerine onlar da "Elbette Rabbimizsin" demişlerdir"
demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu
hakkında şu izahlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunun, kavmi inanmamasından
dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Izüntüsünü yatıştırmak için gelen bir ifâde
olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah "eâlâ sanki şöyle demek
istemiştir: "Bu kâfirler, şekavet için yaratılmışlardır. Şaki olarak
yazılan, şakî olması takdir edilmiş olan, said olamaz."
Bunun mânâsının, şöyle olduğu
da söylenmiştir: "Allah'ın bir oluşu, insanların kalbinde kök salmıştır.
Bunda bir değişiklik söz konusu değildir. Hatta onlara, "Gökleri ve
yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, "Allah" derler. Fakat
bu fıtrî iman kâfi değildir."
Şöyle de denilebilir:
"Allah, mahlûkatı Kendisine ibâdet etsinler diye yaratmıştır. Öyle ise
hepsi de O'nun kulu ve kölesidirier. "Allah'ın yaratmasında değişiklik
yoktur" yani, onların kul olmaları, memlûkün (kölenin), bir insanın kulu
olması gibi değildir. Çünkü bu mülk oluş, o insandan bir başkasına geçebilir
veya bu köle azâd edilmek suretiyle onun mülkü olmaktan çıkabilir. Ama
mahlûkatın, Cenâb-ı Hakk'a kul olmaktan çıkmaları asla mümkün olmaz. Bu,
"İbadet, mükemmelliği elde etmek için yapılır. Kul, ibâdet ile kemâle
erdiğinde, artık üzerinde bir mükellefiyet kalmaz" diyenlerin görüşünün;
müşriklerin, "Noksan varlık olan insan, Allah'a ibâdet etmeye elverişli ve
lâyık değildir. İnsan, ancak yıldızlara tapabilir. Ancak yıldızlar Allah'a
doğrudan doğruya ibâdet edebilir" şeklindeki görüşünün ve hhstiyanların,
"Allah İsa'ya hulul etmiş ve böylece İsâ,, ilâh olmuştur" şeklindeki
görüşlerinin yanlış olduğunu anlatmak içindir. İşte bu noktada Cenâb-ı Allah, "Allah'ın
yaratmasında asla bir değişiklik yoktur. Aksine sayılan bütün bu şeyler, O'nun
kuludur. Onların, sayılanların dışına çıkmaları mümkün değildir"
demiştir.
Daha sonra Allah Teâlâ "Bu,
kendisinde hiçbir eğrilik-büğrülük olmayan, dosdoğru bir dindir. Fakat
insanların çoğu, bunun dosdoğru bir din olduğunu bilemezler"
buyurmuştur.
Dini
Bozup Fırkalaşanlar:
"Hepiniz O'na dönün, O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kûm ve
müşriklerden olmayın, ki onlar dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka
olmuşlardır. Bunlardan her zümre, ellerinde olana sevinirler" (30/Rûm, 31-32).
Cenâb-ı Hak, "bütün
diğer dinlerden meyledici olarak" mânâsında "hanîfen"
dedikten sonra "O'na yönelenler olarak..." buyurmuştur. “Yüzünü
…çevir" ifâdesinde hitab, Hz. Peygamber (s.a.s)'edir, ama bununla bütün mü'minler
kastedilmiştir. Allah Teâlâ, "O'ndan ittika edin, korkun"
yani, "Bana yönelip dünyayı terkettiğinizde (önemsemediğinizde), kendinizi
emniyette hissedip, Bana ibâdeti hiç bırakmayın. Aksine Benden korkun. Bana ibâdete
devam edip, namazınızı dosdoğru kılın", yani "Sizin daha önce
söylediğiniz gibi, kurbiyet (yakınlık) elde ettiğinizde bile, yine Allah'a ibâdet
etmeye devam ediniz" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Müşriklerden
olmayın." buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu,
"iman ettikten sonra, artık müşrik olmayınız ve böylece Allah'dan
başkasını gaye edinmeyiniz" demektir. Burada şöyle bir izah yapılabilir:
Cenâb-ı Hak, "münîbîn" kelimesi ile kulunu, açık şirkten çıkaran
tevhide işaret etmiş; "Müşriklerden olmayın" tabiri ile de,
kulunu şirk-i hafiden (gizli şirkten) çıkarmayı kastetmiştir, yani,
"Amelinizde ancak Allah'ın zatını (rızasını) hedefleyiniz ve onlarla ancak
Allah'ın rızasını elde etmeye çalışınız. Çünkü dünya ve ahiret, Allah'ın rızası
elde edildikten sonra, kendiliğinden elde edilir" demek istemiştir. İşte
bundan ötürü O, "Onlar, dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka
(siya an) olmuşlardır" buyurmuştur. Bu, "Onlar, İslâm'a gelip, tek
bir hale gelmediler. Herbiri ayn ayrı yollar tutturdu" demektir. Şöyle de
denilebilir: Onların bir kısmı Allah'a, dünyevî maksadlardan ötürü, bir kısmı,
cennetten ötürü, bir kısmı da cehennemden kurtulma ümidinden ötürü ibâdet
ettiler. Herbiri de, tutturduğu yola sevinir ve o yolu beğenir. Ama esas ihlâslı
olan, elindeki şeye, tutturduğu yola sevinmez. Onun sevinci, Atlah katında olma
ile, O'nun huzuruna ulaşma iledir. Bu böyledir. Çünkü biz insanların elinde
bulunan herşey, "Sizin yanınızda olanlar tükenir. Ama Allah'ın katında
olanlar bâkîdir..." (16/Nahl, 96) âyetinde beyan edildiği gibi,
tükenmeye mahkûmdur. O halde, sizin elinizde olanlarla ilgili
ferahlayabileceğiniz bir gayeniz olamaz. Esas matlub, Allah katında olan şeydir
ve ferahlık onunla elde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bilakis onlar,
Rableri katında, diridirler. (Allah'ın) lütfundan kendilerine verdiği ile hepsi
şâd olarak, rızıklanırlar." (3/Âl-i İmran, 189-170) buyurmuş ve
onları, Rableri katında bulunan ve bitmeyen fazlından elde ettiği şeylerle şâd
olan kimseler olarak anlatmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki:
"(Katınızda olanlarla değil), ancak Allah'ın fazlı ve rahmetiyle, işte
yalnız bunlarla sevinsinler." (Yunus, 58) buyurmuştur. Çünkü insanın
elinde olanlar bitip tükenir. Bu işin dünyada böyle olduğu zahirdir.
Ahirettekine gelince, kulun yeme-içme ile elde edeceği şeyler de son bulur. Fakat
Cenâb-ı Hak, o kimseye o şeyin aynısını, bitmek bilmeyen fazlından ötürü,
sonsuza kadar yeniler. O halde bitmeyen, ancak O'nun fazlı ve lütfudur (Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:18/108-111)
Vehbe Zuhaylî diyor ki:
30-
Yüzünü, tevhid ehli
olarak tamamen dine çevir. Bu Allah'ın fıtrata en uygun dinidir ki Allah
insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır. Allah'ın yaratmasında
değişiklik yoktur. İşte en sağlam din
budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
31-
Allah'a yönelenlerden
olun. O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kılın. Müşriklerden olmayın.
32- Sakın dinlerini parça
parça eden ve gruplara ayrılanlardan olmayın. Her grup kendilerinin sahip
oldukları şeylerle övünür.
Belâgat: "Yüzünü çevir" cümlesi cüz'ün
kullanılıp küllün irade edilmesi şeklinde mecaz-i mürseldir. Yani Allah'a
bütün varlığınla yönel, demektir.
Kelime ve İbareler: 'Yüzünü tevhid ehli olarak" sapıklık
yolunu terk ederek ve doğru yola meyilli olarak "tamamen dine çevir."
Dine tâbi ol, dinde ihlâslı ol, İslâm'a yönel ve sen ey Muhammed, sana tâbi
olanlarla birlikte din üzerine sebat et. "Bu Allah'ın fıtrata en uygun
dinidir ki Allah insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır." Allah
insanları Allah Tealâ'ya kulluk şuuru, Hakkı kabul etme ve idrâk etme şuuru
üzerine yaratmıştır.
"Allah'ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." Hiçbir kimsenin Allah'ın fıtratını
değiştirmeye hakkı yoktur. Allah'a şirk koşmak suretiyle Onun dinini
değiştirmeye hakkınız yoktur. "İşte en sağlam din budur."
Uyulması emredilen bu din ya da fıtrat, dosdoğru dindir, hiçbir eğrilik veya
sapma olmayan en doğru dindir. Bu da Allah'ın birliğidir. "Fakat
insanların çoğu bilmezler." Yani Mekke kâfirleri gibi insanların
büyük çoğunluğu vahyin inmesi anında düşünmemeleri ve tefekkür etmemeleri
sebebiyle Allah Tealâ'nın birliğini ve dinin doğruluğunu bilmezler.
Tevbe, amellerde ihlâslı
olmak, emredilen hususlara sarılmak ve nehyedilen hususlardan kaçınmak
suretiyle "Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun." Dini
yaşayın, O'na tâbi olun ve Allah'tan korkun. Çünkü bu hitap hem Rasulullah
(s.a.s.)'e, hem de ümmetinedir. Ancak âyet Rasulullah (s.a.)'i tazim etmek için
ona hitap ederek başlamıştır.
"Sakın dinlerini parça parça eden" kimselerden olmayın. Yani kendi nefsî
arzularının farklı farklı olması sebebiyle ibâdet ettikleri hususlarda ihtilafa
düşenlerden olmayın. Âyetteki "ferrakû" ifâdesi "fârakû"
şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana şudur: Uymakla emredildikleri dinlerini
terkettiler.
Âyetler Arası İlişki:
Mahşer yerinde toplanma, öldükten sonra
dirilme gibi her şeye muktedir olan ilâhî kudretin ve Allah'ın birliğinin
delillerini beyan ettikten ve Rasullah (s.a.s.)'in dâvetiyle iftihar etmesi,
müşriklerin tavrına önem vermemesi ve onlara iltifat etmemesi şeklindeki
azmini takviye ettikten sonra Allah Tealâ İslâm dinine tâbi olmayı, bu din
üzerinde sebat etmeyi ve Allah'ın gönüllere ve akıllara tevdi ettiği fıtrat
üzere olan bu dinin öngördüğü amellerde ihlâslı olmayı, dinin muhtevasını
itiraf etmeyi ve mânâlarını samimiyetle idrâk etmeyi emretmektedir.
Açıklaması:
“Yüzünü, tevhid
ehli olarak tamamen dine çevir. Bu Allah 'ın fıtrata en uygun dinidir ki Allah
insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır."
Yani önceki âyetlerdeki
delilleriyle itikad ve din hususundaki hak ortaya çıktığı, şirk ve şirkin
alâmetleri hükümsüz ve bâtıl olduğu anlaşılınca Allah'ın senin için tayin ve
ikmal ettiği, tevhid dini olan bu dine tâbi ol. Bu din Allah'ın bütün
yaratıkları üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrat dinidir. Zira Allah, insanları
kendisini tanımaları, birliğini kabul etmeleri ve kendisinden başka hiçbir
ilah tanımamaları üzerine yaratmıştır. Bu şekilde bâtıl dinlerden hak dine
meyleden kimse ol.
Bu, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e
ve aynı zamanda ümmetine bir emirdir. Bu fıtrat Allah Tealâ'nın buyurduğu gibi:
"Allah onları kendi nefisleri üzerine: "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" diyerek şahid kılmış, onlar da "Evet" demişlerdi."
(7/A'râf, 172).
Yine Peygamberimiz (s.a.s.),
Müslim ve Ahmed'in rivâyet ettiği sahih hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
"Ben
kullarımı tevhid ehli olarak yarattım. Şeytanlar ise onları dinlerinden
uzaklaştırdı."
Buhari ve Müslim'in rivâyet
ettiği bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Her doğan
çocuk fıtrat üzerine doğar. Ne var ki çocuklarını Yahudi, Hristiyan ve Mecusî
yapan, anne ve babasıdır. Tıpkı bir hayvanın organları tam olarak doğması gibi.
Siz hiç o hayvan yavrusunun kulağı ve burnu kesilmiş olarak görüyor
musunuz?"
Bu iki âyet ve iki hadisten
her biri mahlûkatın aslının tertemiz olduğuna, Allah Tealâ'nın mahlûkatmı
kendisini tanımaları ve birliğini kabul etmeleri üzerine ve saf İslâm üzerine
yarattığına, sonra bazılarına Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusîlik gibi fasit
dinlerin ârız olduğuna delildir.
"Fıtratallahi"
yani Allah'ın fıtratına sarılın, ya da Allah'ın fıtratına bağlanın demektir. "Münîbîne
ileyh" kavli sebebiyle muhatab fiili çoğul olarak takdir edilmiştir.
"Allah 'm yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." Yani hiçbir kimsenin Allah'ın fıtratını
(aslî yaradılışı) ve sağlam dini değiştirme hakkı yoktur. Bu ifâde nehiy ya da
talep mânâsında haberdir. Yani Allah'ın yarattığı şeyi ve O'nun dinini şirkle
değiştirmeyin. Böylece insanları Allah'ın üzerinde yarattığı fıtrî yapılarını
değiştirmeyin.
Bu hilkatin inanç yönünden
tertemiz olduğuna, varlığın ve kâinatın, aslında beşerî aklın saflığına
delildir. Sonra nefsi arzular, eğri bilgiler, bâtıl gelenekler ve geçmişlerin
daimî taklidi gibi çevre tesiriyle değişme meydana gelmekte, düşünce
kullanılmaksızın, bağımsız isabetli bakışla bir inanç oluşturmaksızm bir
değişiklik meydana gelmektedir. İnsan kendi haliyle başbaşa bırakılsaydı,
İslâm'dan başka bir şeyi din olarak seçmeyecekti. Çünkü o, fıtratın ve aklın
dinidir.
"İşte en sağlam din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler." Yani tevhid
dinine tâbi olmak, şeriata ve bozulmamış fıtrata sarılmak şeklinde emredilen
bu yol hiçbir eğriliğin ve sapmanın bulunmadığı en doğru yoldur.
Ancak insanların çoğu bunu
hakkıyla bilmezler. Onlar düşüncelerini kullanmadıkları için ve buna delâlet
eden açık burhanlardan ve doğru bilgilerden istifâde etmedikleri için bundan
uzak kalmışlardır. Eğer onlar düşünseler, akıllarını kullansalar ve hakkıyla
bilselerdi, tevhid dininden, İslâm dininden ve O'nun hidâyetinden yüz
çevirmezlerdi.
"Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun. Namazı dosdoğru
kılın. Müşriklerden olmayın."
Allah'a
yönelerek, O'na yalvararak, O'nun dinine tâbi olun. Ona yönelip de dünyayı
terkettiğiniz zaman emin olup da, Ona ibâdeti terketmeyin. Bilakis O'ndan
korkun ve ibâdete devem edin, O'nu gözetin, O'na itaatte ihmalkâr davranmayın
ve masiyet işlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, yani namazı şartlarına tam mânâsıyla
uyarak, rükünlerini tam yaparak, huşua ve Allah'ı tazime riâyet ederek kılmaya
devam edin.
İman ettikten sonra O'na şirk
koşanlardan olmayın. İbadette Allah'tan başkasını gaye edinmeyin. Bilakis
sadece Ona ihlâsla ibâdet eden, Ondan başkasını murad etmeyen tevhid ehlinden
olun. Halisane ibâdet ise Buhari ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivâyet ettikleri
sahih hadis-i şerife göre "Allah'ı görür gibi ibâdet et. Sen O'nu
görmüyorsan da, O seni görüyor." hakikatine vakıf olarak ibâdet etmekdir.
İbn Cerir, Yezid b. Ebî
Meryem'den şöyle rivâyet ediyor: Hz. Ömer (r.a.), Muaz b. Cebele uğradı. Hz.
Ömer:
- Bu ümmetin temel taşları
nelerdir? diye sordu. Muaz:
- Üç şeydir. Bu üçü de
kurtarıcı esaslardır:
1- İhlâs: Bu, Allah'ın insanları
üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrattır.
2- Namaz: Dinin ta kendisidir.
3- İtaat: Günahlardan
korunmaktır." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a.):
- Doğru söyledin, dedi.
Müşriklerin vasıfları ise
şöyle anlatılmıştır:
"Sakın dinlerini parça
parça edip gruplara ayrılanlardan olmayın. Her grup kendilerinin sahip olduklarıyla
övünür." Yani dinlerini parçalara bölen, değişik nefsi arzularına göre
Allah'a ibâdette ihtilafa düşen ve fıtrat dinini değiştiren, bir kısmına iman
edip bir kısmını inkâr eden; Yahudi, Hristiyan, Mecusî, putperest ve diğer bâtıl
din mensupları gibi çeşitli gruplara ayrılan kimseler gibi olmayın. Onlardan
her grup sahip oldukları şeyleri beğenir. Doğrunu, kendi yanında olduğunu
zanneder. Hâlbuki onlar Allah'ın dilediği ve kullarına din olarak seçtiği
Hakk'a aykırı olan bâtıl üzeri-nedirler.
Bu aynı zamanda İslâm
ümmetinin ihtilafa düşmesi konusunu da içine almaktadır. İslâm ümmeti itikatta
ve amelde pek çok grup ve mezheplere ayrılmıştı. Bunlardan biri -yani Allah'ın
kitabına, Rasulü'nün sünnetine ve Asr-ı Saadet'teki sahabe, tabiîn ve müslüman
imamların üzerinde bulundukları metotlara sımsıkı sarılan Ehl-i Sünnet
ve'1-Cemaat mezhebi-hariç hepsi sapıklıktadır.
Nitekim Hakim'in Müstedrek
'inde rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu mezhepler arasında kurtuluşa
erecek grubun (Fırka-i Nâciye'nin) hangisi olduğu soruldu. O da: "Bugün
benim ashabımın üzerinde olduğu yol üzerinde olan kimselerdir." diye
cevap verdi.
1- İslâm, fitrat ve tevhid
dinidir. O, Allah'ın insanları yaratılıştan üzerinde varettiği bozulmamış
fıtrat aslına en uygun olan dindir.
Allah'ın fıtratı, tevhid
(Allah'ın birliği)dir. Zira Allah, insanları tevhidi kabul edecek, Rablerinin
varlığını ve birliğini ikrar edecek şekilde yaratmıştır. Zira O, insanları
henüz ruhlar -zerreler- âleminde iken Âdem'in sulbünden alarak onlara "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuş, onlar "Evet"
demişlerdi." (7/A'râf, 172).
2- Allah Tealâ tertemiz
fıtrat dinine uyulmasını emretti. Çünkü bu tevhid dinidir. İçinde hiçbir
eğrilik ve sapma bulunmayan dosdoğru din olan İslâm dinidir. Allah bu dini
değiştirmekten ve karıştırmaktan sakındırmıştır. Allah'ın dininin
değiştirilmesi doğru değildir.
Buhari diyor ki: "Allah'ın
yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." âyetindeki "Allah'ın
yaratması" ifâdesi "Allah'ın dini" demektir. Öncekilerin
yaratılması, öncekilerin dini demektir. Din ve fıtrat ise İslâm'dır.
Cenâb-ı Hak ayrıca "Hanîfen"
kelimesiyle İslâm milletinden başka bir dine meyletmekten de sakındırmıştır.
"Hanifen", bütün neshedilen muhar-ref dinlerden yüzçevirerek mutedil
bir şekilde, demektir.
3- İnsanların çoğu
düşünmemekte ve dolayısıyla kendilerinin ibâdete lâyık bir yaratıcıları
olduğunu, takdiri önceden tayin eden, hükmü mutlaka yerine getirilen ezelî bir
İlâhın bulunduğunu ve İslâm'ın en doğru din olduğunu bilmemektedirler.
4- Allah Tealâ kullarının
kendisine yönelmelerini tevbe ve ihlâsla kendisine dönmelerini, Ona itaat
etmelerini, günahlarından dolayı tevbe etmelerini emretmektedir.
Allah, ayrıca takvayı yani
Allah'tan korkmayı, O'nun emrettiği şeylere sarılmayı, namazı huşu ve Allah
sevgisiyle dolu tam ve kâmil bir şekilde kılmayı emretmekte, ibâdetle şirkin
beraberliğinden sakındırmakta, ibâdetin sadece ihlâsla fayda vereceğini beyan
etmekte ve bu sebeple "Müşriklerden olmayın." buyurmaktadır.
Burada anlatılmak istenen husus, kulun gizli şirkten uzaklaşmasıdır. Yani
amelinizle sadece Allah'ın rızasını gözetin. Bununla O'nun rızasından başka
bir şeyi talep ederek amel etmeyin.
5- İnsanlar fıtrat dinini
değiştirmişler, birbirleriyle çelişkili dinler ve görüşler ortaya koymuşlardır.
Bu ifâde müşrikleri, putperestleri, Yahudi ve Hristiyanları, ayrıca nefsi
arzularına ve bidatlere uyan ehl-i kıble olan müslümaları içine almaktadır. Her
grup elde ettikleri şeylerle memnun ve sevinçlidir. Çünkü onlar Hakk'ı tam
anlamıyla açıkça anlamamışlardır. Hâlbuki onların asıl görevleri Hakk'ı
anlamaları, idrâk etmeleridir (Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 11/84-88).
Celal Yıldırım diyor ki:
30-
Sen artık yüzünü
Hakk'a yönelmiş bir birleyici olarak dine çevir ki bu, Allah'ın sağladığı bir
mayadır, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında hiçbir
değişme, değiştirme bulunmaz. İşte en doğru, en sağlam din budur! Ama insanların
çoğu bilmezler.
31-
Gönülden kendinizi
Allah'a verin, O'ndan korkup (kötülük ve azgınlıktan, sapıklık ve
nankörlükten) sakının; namazı dosdoğru kılın ve sakın müşriklerden (Allah'a
ortak koşanlardan) olmayın.
32-
Onlar ki, dinlerini
parçalayıp gruplara ayrıldılar ve her grup benimsediği şeyle sevinmektedir.
Din
ve Allah Duygusu Fıtrîdir: «Sen artık yüzünü Hakk'a yönelmiş bir birleyici olarak
dine çevir ki bu, Allah'ın sağladığı bir mayadır, insanları onun üzerine
yaratmıştır...»
İslâm, Allah'ın insanlara son
mesajı olarak, O'nun varlığını, birliğini tasdîk doğrultusunda hakka tam
teslimiyet dinidir. Bütünüyle insan ruhuyla, sağduyu ve ak!-ı selimle uyum
halindedir. Anasından doğan her çocuk bu duygu ve mayayla gözlerini açar. Çünkü
onun ruhuna ezelde bu duygu ve maya zerkedilmiştir. Artık onun bütünüyle
silinip belirsiz hale gelmesi düşünülemez. Sadece üzerine bâtıldan yana kılıf
geçirilerek bir tarafa itilir ve tesiri azaltılır.
O halde hiçbir çocuk kâfir,
putperest, ateşperest ve dinsiz olarak doğmaz. Hiçbir anarahmi çocuğun bu
mayasını değiştiremez. Çünkü Allah'ın hilkat kanununda tebdîl söz konusu
değildir ve olamaz. Nasıl ki insan, insan olarak, koyun da koyun olarak doğar;
birinden diğerine geçiş mümkün değilse, insan ruhundaki fıtrî «Tevhîd İnancı»
duygusu da değişmez. Ancak çocuk konuşmaya başlayınca ailesi ve çevresi onun bu
mayasını ya geliştirir, ya da külleyip tanınmaz hale getirir.
Kur'ân-ı Kerîm en sağlam, en
doğru dinin, insan ruhuna zerkedilen ve bütünüyle «Tevhîd İnancı»nı yansıtan
fıtrat dini olduğunu açıklayarak onu lâyık olduğu şekilde ortaya çıkarmamızı
telkin ediyor. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.
Dindarlık,
Önce Kalbin Teslimiyetiyle Başlar: «Gönülden kendinizi Allah'a verin. O'ndan korkup
(kötülük ve azgınlıktan, sapıklık ve nankörlükten) sakının. Namazı dosdoğru
kılın ve sakın müşrikler (Allah'a ortak koşanlarjdan olmayın.»
İmân, önce kalp ile tasdîk
olduğu gibi, kulluk ve dindarlık da gönül teslimiyeti ve yatışkanlığı ile olur.
Dış organlarıyla birlikte bedenin ibâdete katılması, şüphesiz ki gönüldeki imân
ve teslimiyeti açığa vurmak ve ibâdeti âdetten ayırmak içindir.
O nedenle ilgili 31. âyetle, «gönülden
kendinizi Allah'a verin» buyurularak imân ve gerçek dindarlık konusunda
kalp teslimiyet ve yatışkanlığının önemi üzerinde durulmakta ve sadece zevahiri
kurtarmak için dış organlarıyla teslimiyet gösteren sahte dindarların Ailah
yanında hiçbir değeri olmadığına işaret edilmektedir. Zira öylelerinin zahirî
teslimiyeti ruhlarına eniekte edilen fıtrat mayasından kaynaklanmamakta ve o
bakımdan ilâhî rızaya uygun düşmemektedir. Aynı zamanda fıtrata uygun imân ve
teslimiyet ic disiplini doğurur; kalbi Allah korkusu ve sevgisiyle doldurup
insanı iyiye, doğruya, faydalıya yönlendirir; uygun olmayan inanç ve teslimiyet
ne iç disiplini doğurur, ne de insanı hayra ve fazîlete yönlendirir.
Ruhlarına yerleştirilen
fıtrat mayasını özünden ve amacından uzaklaştırılanların bir başka hali ve
görüntüsü ise, kişisel çıkarlarından yana dinde bölünüp parçalanmayı ısrarla
sürdürmeleri, kendilerinden başkasını tekfîr edip dini ve dindarlığı
inhisarları altında tutmaya çalışmalarıdır. Cenâb-ı Hak onların bu çok
tehlikeli ve zararlı tutumlarına değinerek mü’minleri şöyle aydınlatıyor: «Onlar
ki dînlerini parçalayıp gruplara ayrıldılar ve her grup benimsediği şeyle
sevinmektedir.»
Tahlîl
ve Yorum:
Fıtrat: Çok yönlü bir kavramdır. O bakımdan
ilim adamları az farkla da olsa birtakım açıklama ve yorumlarda bulunmuşlardır.
Onları özetle şöyle sıralayabiliriz:
1- İslâmiyet, hakka
teslimiyet.
2- Ruhlar yaratıldığında «Ben
sizin Rabbınız deği! miyim?» hitabına verilen olumlu cevabın özü ve mayası.
3- Her doğan çocuğun din ve
Allah duygusuyla gözlerini açması..
Türün özelliğine bağlı
kalınması, türden türe geçişin mümkün olmadığının belirlenmesi.. Nitekim
otuzuncu âyetin bir bölümünde bu husus şöyle açıklanmaktadır:
«Allah'ın
yaratmasında hiçbir değişme, değiştirme bulunmaz.»
Âyetler
Arasında Bağlantı:
Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın ortağı ve
yardımcısı bulunmadığı bir misal ile açıklanırken, ferdî mülkiyetin önemine
değinildi. Sonra da insan ruhuna enjekte edilen din ve Allah duygusu konu
edilerek, bâtılı bırakıp hakka yönelmenin gereği üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle, insanın
sıkıntılı ve sevinçli günlerindeki tutum ve düşüncesi konu ediliyor. Rızkın,
zekâ, beceri, çalışıp didinme, arayıp bulma gibi kanunlara bağlandığına
işaretle Allah'ın rızkı genişletip daralttığına dikkatler çekiliyor, Sonra da
sosyal adâleti sağlayan zekât ve benzeri yardımlar üzerinde durularak faizden
kaçınmamız açıklanıyor (Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4704-4708).
Ali Arslan diyor ki:
«Allah'ın fıtratından maksat,
Allah'ın dinidir. Dine «fıtrat» denilmesinin nedeni insanların din için
yaratılmış olmasıdır. Zira Cenâb-ı Hak «Cin ve insanı ancak bana kulluk
yapsınlar diye yarattım» buyuruyor. Bu kelimeyi içeren 30. âyetin başındaki
hitap, Rasûlullah'adır. Yani dosdoğru dine, İslâm dinine yönel! Yüzün
yönelmesi, maksadın doğrulanması dinî amellere ciddi bir şekilde yönelmesi
demektir. Yüz zikredilmiştir, çünkü o insanın duyularını kapsayan bir
merkezdir ve insanların en şerefli uzvu sayılır.
Âyetin metnindeki «Hanif»
kelimesi neshedilmiş ve tahrif edilmiş bütün dinlerden yüz çevirerek mutedil bir
şekilde Allah'a yönelmek demektir. Ebû Hureyre'den gelen sahih bir hadiste
Rasûlullah şöyle buyurur: «Hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzerine doğmasın
(İslâm dini üzerinde doğmasın. (Doğduktan) sonra anne ve babası onu ya yahudi,
ya Hıristiyan veya mecusi yaparlar. Tıpkı dört bacaklı hayvanın âzâsı tam ve
bütün, eksikliklerden uzak bir dört bacaklıyı doğurması gibi. Acaba bu yavruda
siz kulağının veya burnunun kesik olduğunu görür müsünüz? (Yani bu yoktur;
fakat siz sonra bunları yaparsınız!)»
Sahabiler: «Ey Allah'ın Rasûlü!
Acaba küçükken ölenden haber verir misin?» diye sormalarına karşılık Hz.
Peygamber de «Onların ne amel edeceklerini Allah biliyordu» diye cevap verdi.
30, âyetteki «Kayyım dîn»den
maksat, içinde eğrilik olmayan, haktan inhiraf etme bulunmayan din demektir.
«En büyük taat olan namazı
kılın. Müşriklerden olmayın. Ehli tevhidden, ibâdeti sadece O'na has
kılanlardan olun. İbadette ondan başkasını irade etmeyenlerden olun.»
Ümmetin
Kurtarıcıları:
«Hz. Ömer, Muaz bin Cebel’in yanından geçti.
Muaz'a, «Bu ümmetin kıyamı nedir?» diye sordu. Muaz, «Üç şeydir ve onlar
kurtarıcıdırlar:
1- İhlâstır. İhlâs, Cenâba
Hakk'ın insanlar üzerinde yarattığı fıtrattır,
2- Namazdır. Namaz, dindir.
3- Tâattir. Tâat, ismettir
(korunmaktır)» dedi. Hz. Ömer, «Doğru söyledin» diyerek onu tasdik etti. (Ali
Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/29-31).
Ali Küçük diyor ki:
“Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara
yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte
dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”
Yüzünü, yönünü
Allah için Hanîf olarak Allah’a döndür, sadece Allah’a yönel, sadece Allah’ın
dinine göre bir hayat yaşamanın hesabını yap. O Allah dini, Allah programı
fıtrata uygun olarak kullarına koyduğu bir yasadır. Gelin öyleyse ey insanlar
Allah sizi ne için yaratmışsa, size nasıl müslümanca bir hayat programı
belirlemişse yaratılışınıza uygunca bir hayatın adamı olun. Yüzlerce, binlerce
insanın ekonomik gücünü kendinize mal ederek zalimce bir hayat yaşamayın.
Evet Rabbimiz yüzümüzü, kendimizi, tüm hayatımızı kendisine teslim
etmemizi, Hanif olarak, aklı, hevâ ve heveslerimizi işin içine karıştırmadan ihlâs
ve samimiyetle Rabbimize dönmemizi istiyor. İçimiz ve dışımızın temizliğiyle,
niyetimiz ve amellerimizin temizliğiyle kendisine yönelmemizi istiyor.
Hayatımızın tümünde, gecemizde gündüzümüzde, malımızda mülkümüzde, ailemizde
bireysel hayatımızda, yani hayatın tümünde Müslüman olmamızı istiyor.
Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi
kendisine döndürmemizi istiyor. Tüm hayatımızda yönümüzü kendisine doğru
çevirerek, Onun rızâsını, Onun istediklerini ön plana alarak, hep Onu hesaba katarak, hep Onun istediği
gibi inanıp, Onun istediği gibi hareket ederek, her an Onun kontrolünde, Onun
huzurunda olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşamamızı istiyor.
Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Fıtrat neyse, fıtrat dini olan
İslâm neyse, nasıl bir hayat yaşamanızı istiyorsa öylece yaşamaya bakın. Çünkü
Allah’ın dini gayyimdir. Allah’ın dini başka hiç bir dine, hiçbir sisteme
muhtaç olmadan kendi kendine kaim olan bir dindir. Bir başka dinin, bir başka
yasanın desteğine ihtiyacı olmadan varlığını sürdüren bir dindir. Çünkü bu din
Hayyu Kayyum olan, kendi kendine var olan ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç
kimseye muhtaç olmayan bir Allah’tan gelme bir dindir. Kıyamete kadar yeryüzü
insanlığının problemlerini çözümleyecek bir dindir. Ama insanlardan pek çoğu
bunu bilmiyorlar. İnsanlardan pek çoğu bu Allah dinini bir kenara bırakarak
kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar.
Öyleyse ey Müslümanlar,
akıllarımızı başlarımıza almak zorundayız. Fıtrat dini bizden nasıl bir
ekonomik hayat, nasıl bir siyasal hayat, nasıl bir aile hayat istiyorsa öylece
yaşamak zorundayız. Yönümüzü, yüzümüzü, kıblemizi, yörüngemizi Allah’a,
Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına ve Rasûlünün örnek hayatına doğru çevirmek
zorundayız.
Hal böyleyken, Allah bizden bunu isterken şimdi Allah için
kendimizi bir sorgulayalım. Yaşadığımız şu hayatta, aile hayatımızda, siyasal
hayatımızda, ekonomik hayatımızda gidişimiz, yönümüz kime doğru? Kime
yönelmişiz, kime doğru gidiyoruz? Kimin yörüngesindeyiz? Allah’a doğru mu,
yoksa hevâ ve heveslerimize doğru mu? Allah’ın dinine doğru mu, yoksa şu müşrik
sistemin bize empoze ettiği zulüm anlayışlarına doğru mu? Nereye doğru
gidiyoruz? cennete mi yoksa cehenneme mi? Bunun hesabını çok iyi yapmak
zorundayız (Besâiru’l-Kur’an, 30/Rûm, 30. âyetin tefsiri).
1-
Hüseyin
K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 203-206
2-
M. Emin Ay, Sait Kızılırmak, Şamil İslâm
Ansiklopedisi, c. 2, s. 188-190
3-
Ali
Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, s. 198-202
4-
Muhsin
Demirci, Kur’an’ın Temel Konuları, İFAV Yayınları, 131-134).
5-
Hayati Hökelekli, TDV. İslâm Ansiklopedisi,
c. 13, s. 47-48
6-
Hülya
Alper, İmanın Psikolojik Yapısı, Rağbet Y., s. 162-170
7-
Yaşar Düzenli, Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve
İslâm, Marmara Ün. İlâhiyat Fak. Y., s. 99-101
8-
Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru
Yaşamak, İşaret Y., s. 190-193
Fıtrat Kelimesiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Fıtrat Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde):
30/Rûm, 30.
B- Fıtrat Kelimesinin Kökü Olan F-t-r ve
Türevlerinin Kullanıldığı Yerler (Toplam 20 Yerde): 6/Enâm, 14, 79; 11/Hûd, 51;
12/Yûsuf, 101; 14/İbrâhim, 10; 17/İsrâ, 51; 19/Meryem, 90; 20/Tâhâ, 72;
21/Enbiyâ, 56; 30/Rûm, 30, 30; 35/Fâtır, 1; 36/Yâsin, 22; 39/Zümer, 46;
42/Şûrâ, 5, 11; 43/Zuhruf, 27; 67/Mülk, 3; 73/Müzzemmil, 18; 82/İnfitâr, 1.
Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre;
Hz. Peyhamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Hayvan yavrusu doğarken burnu- yahut kulakları kesik olmaksızın uzuvları tam ve mükemmel olarak doğduğu gibi her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere (hak din olan İslâmı kabule müsait olarak) doğar. Sonra anne ve babası onu yahudi yahut mecûsi yaparlar."
Sonra Ebû Hüreyre (ra.) "Ey Muhammed, hakka yönelecek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratılışında değişme yoktur. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (1) mealindeki ayet-i kerimeyi okuyunuz! demektedir.
Buhari, Cenâiz 80; Müslim, Kader 22
Rum (30) 30
En'am 3: Allah kimi doğru yola götürmek isterse göğsünü islamiyete açar.
Casiye 2-3: Ey Muhammed! Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola getirebilir?
Şura 13: Allah dilediğini kendine seçer
Kehf 79-80-81 Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin.
iki seçeneğin var:
1) "her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar" lafını savunacak ve Allah'ın sözü Kur'an'ı reddetmeye, ona şirk koşmaya devam edeceksin.
2) "Kur'an ne derse doğru der" diyerek yaptığın yanlıştan dolayı Rabb'inden af dileyeceksin.
Al sana özgür irade!
The God issue: New science of religion
lead-bornbelievers
In our enlightened world, god is still everywhere. In the UK, arguments rage over “militant atheism” and the place of religion in public life. In the US, religion is again taking centre stage in the presidential election. Try as we might, we just don’t seem to be able to let go.
Perhaps that is because we have been looking at god the wrong way. Atheists often see gods and religion as being imposed from above, a bit like a totalitarian regime. But religious belief is more subtle and interesting than that. In these articles we lay out a new scientific vision that promises to, if not resolve ancient tensions, at least reset the terms of the debate.
Like it or not, religious belief is ingrained into human nature. And a good thing too: without it we would still be living in the Stone Age. Viewing religion this way opens up new territory in the battle between science and religion, not least that religion is much more likely to persist than science. Of course, the truth or otherwise of religion is not a closed book to science: the existence of a deity can be treated as a scientific hypothesis). Meanwhile, society is gradually learning to live without religion by replicating its success at binding people together. This is something secularists ought to take seriously. Only by understanding what religion is and is not can we ever hope to move on.
Hz. Peyhamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Hayvan yavrusu doğarken burnu- yahut kulakları kesik olmaksızın uzuvları tam ve mükemmel olarak doğduğu gibi her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere (hak din olan İslâmı kabule müsait olarak) doğar. Sonra anne ve babası onu yahudi yahut mecûsi yaparlar."
Sonra Ebû Hüreyre (ra.) "Ey Muhammed, hakka yönelecek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratılışında değişme yoktur. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (1) mealindeki ayet-i kerimeyi okuyunuz! demektedir.
Buhari, Cenâiz 80; Müslim, Kader 22
Rum (30) 30
En'am 3: Allah kimi doğru yola götürmek isterse göğsünü islamiyete açar.
Casiye 2-3: Ey Muhammed! Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola getirebilir?
Şura 13: Allah dilediğini kendine seçer
Kehf 79-80-81 Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin.
iki seçeneğin var:
1) "her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar" lafını savunacak ve Allah'ın sözü Kur'an'ı reddetmeye, ona şirk koşmaya devam edeceksin.
2) "Kur'an ne derse doğru der" diyerek yaptığın yanlıştan dolayı Rabb'inden af dileyeceksin.
Al sana özgür irade!
The God issue: New science of religion
lead-bornbelievers
In our enlightened world, god is still everywhere. In the UK, arguments rage over “militant atheism” and the place of religion in public life. In the US, religion is again taking centre stage in the presidential election. Try as we might, we just don’t seem to be able to let go.
Perhaps that is because we have been looking at god the wrong way. Atheists often see gods and religion as being imposed from above, a bit like a totalitarian regime. But religious belief is more subtle and interesting than that. In these articles we lay out a new scientific vision that promises to, if not resolve ancient tensions, at least reset the terms of the debate.
Like it or not, religious belief is ingrained into human nature. And a good thing too: without it we would still be living in the Stone Age. Viewing religion this way opens up new territory in the battle between science and religion, not least that religion is much more likely to persist than science. Of course, the truth or otherwise of religion is not a closed book to science: the existence of a deity can be treated as a scientific hypothesis). Meanwhile, society is gradually learning to live without religion by replicating its success at binding people together. This is something secularists ought to take seriously. Only by understanding what religion is and is not can we ever hope to move on.
The God issue: New science of religion
In our enlightened world, god is still everywhere. In the UK, arguments rage over “militant atheism” and the place of religion in public life. In the US, religion is again taking centre stage in the presidential election. Try as we might, we just don’t seem to be able to let go.
Perhaps that is because we have been looking at god the wrong way. Atheists often see gods and religion as being imposed from above, a bit like a totalitarian regime. But religious belief is more subtle and interesting than that. In these articles we lay out a new scientific vision that promises to, if not resolve ancient tensions, at least reset the terms of the debate.
In our enlightened world, god is still everywhere. In the UK, arguments rage over “militant atheism” and the place of religion in public life. In the US, religion is again taking centre stage in the presidential election. Try as we might, we just don’t seem to be able to let go.
Perhaps that is because we have been looking at god the wrong way. Atheists often see gods and religion as being imposed from above, a bit like a totalitarian regime. But religious belief is more subtle and interesting than that. In these articles we lay out a new scientific vision that promises to, if not resolve ancient tensions, at least reset the terms of the debate.
Like it or not, religious belief is ingrained into human nature. And a
good thing too: without it we would still be living in the Stone Age.
Viewing religion this way opens up new territory in the battle between
science and religion, not least that religion is much more likely to
persist than science. Of course, the truth or otherwise of religion is
not a closed book to science: the existence of a deity can be treated as
a scientific hypothesis). Meanwhile, society is gradually learning to
live without religion by replicating its success at binding people
together. This is something secularists ought to take seriously. Only by
understanding what religion is and is not can we ever hope to move on.
İnsan Allah’a inanmaya programlı mı doğar?
As early humans expanded beyond hunter-gatherer groups, religion was the glue that held societies full of strangers together
Göbekli Tepe in Turkey, a temple at the dawn of civilisation
ON A hilltop in what is now south-eastern Turkey rests the world’s oldest temple of worship. With its massive, T-shaped stone pillars carved with images of animals, Göbekli Tepe is challenging long-held assumptions about the origins of civilisation. While archaeologists are unearthing clues and debating their meaning, the significance of the site escapes no one.
No evidence of agriculture has been found at the site, which may be explained by the fact that it dates back about 11,500 years, making it old enough to have been built by hunter-gatherers. Yet the monumental architecture of Göbekli Tepe would have required the participation of many hundreds, possibly thousands, of people (Documenta Praehistorica, vol 37, p 239). It may therefore hold clues to two of the deepest puzzles of human civilisation: how did human societies scale up from small, mobile groups of hunter-gatherers to large, sedentary societies? And how did organised religions spread to colonise most minds in the world?
The first puzzle is one of cooperation. Up until about 12,000 years ago all humans lived in relatively small bands. Today, virtually everyone lives in vast, cooperative groups of mostly unrelated strangers. How did this happen?
In evolutionary biology cooperation is usually explained by one of two forms of altruism: cooperation among kin and reciprocal altruism – you scratch my back and I’ll scratch yours. But cooperation among strangers is not easily explained by either.
As group size increases, both forms of altruism break down. With ever-greater chances of encountering strangers, opportunities for cooperation among kin decline. Reciprocal altruism –
Yavuz Tellioğlu Ediz Çanakçı Bu ingilizcesi
Yavuz Tellioğlu The God issue: We are all born believers
Our minds solve fundamental problems in a way that leaves a god-shaped space just waiting to be filled by religion
Out of the minds of babes and infants comes the idea of god
BY THE time he was 5 years old, Wolfgang Amadeus Mozart could play the clavier and had begun to compose his own music. Mozart was a “born musician”; he had strong natural talents and required only minimal exposure to music to become fluent.
Few of us are quite so lucky. Music usually has to be drummed into us by teaching, repetition and practice. And yet in other domains, such as language or walking, virtually everyone is a natural; we are all “born speakers” and “born walkers”.
So what about religion? Is it more like music or language?
Drawing upon research in developmental psychology, cognitive anthropology and particularly the cognitive science of religion, I argue that religion comes nearly as naturally to us as language. The vast majority of humans are “born believers”, naturally inclined to find religious claims and explanations attractive and easily acquired, and to attain fluency in using them. This attraction to religion is an evolutionary by-product of our ordinary cognitive equipment, and while it tells us nothing about the truth or otherwise of religious claims it does help us see religion in an interesting new light.
As soon as they are born, babies start to try to make sense of the world around them. As they do so, their minds show regular tendencies. From birth children show certain predilections in what they pay attention to and what they are inclined to think.
One of the most important of these is to recognise the difference between ordinary physical objects and “agents” – things that can act upon their surroundings.
The God issue: Religion is the key to civilisationOur minds solve fundamental problems in a way that leaves a god-shaped space just waiting to be filled by religion
Out of the minds of babes and infants comes the idea of god
BY THE time he was 5 years old, Wolfgang Amadeus Mozart could play the clavier and had begun to compose his own music. Mozart was a “born musician”; he had strong natural talents and required only minimal exposure to music to become fluent.
Few of us are quite so lucky. Music usually has to be drummed into us by teaching, repetition and practice. And yet in other domains, such as language or walking, virtually everyone is a natural; we are all “born speakers” and “born walkers”.
So what about religion? Is it more like music or language?
Drawing upon research in developmental psychology, cognitive anthropology and particularly the cognitive science of religion, I argue that religion comes nearly as naturally to us as language. The vast majority of humans are “born believers”, naturally inclined to find religious claims and explanations attractive and easily acquired, and to attain fluency in using them. This attraction to religion is an evolutionary by-product of our ordinary cognitive equipment, and while it tells us nothing about the truth or otherwise of religious claims it does help us see religion in an interesting new light.
As soon as they are born, babies start to try to make sense of the world around them. As they do so, their minds show regular tendencies. From birth children show certain predilections in what they pay attention to and what they are inclined to think.
One of the most important of these is to recognise the difference between ordinary physical objects and “agents” – things that can act upon their surroundings.
As early humans expanded beyond hunter-gatherer groups, religion was the glue that held societies full of strangers together
Göbekli Tepe in Turkey, a temple at the dawn of civilisation
ON A hilltop in what is now south-eastern Turkey rests the world’s oldest temple of worship. With its massive, T-shaped stone pillars carved with images of animals, Göbekli Tepe is challenging long-held assumptions about the origins of civilisation. While archaeologists are unearthing clues and debating their meaning, the significance of the site escapes no one.
No evidence of agriculture has been found at the site, which may be explained by the fact that it dates back about 11,500 years, making it old enough to have been built by hunter-gatherers. Yet the monumental architecture of Göbekli Tepe would have required the participation of many hundreds, possibly thousands, of people (Documenta Praehistorica, vol 37, p 239). It may therefore hold clues to two of the deepest puzzles of human civilisation: how did human societies scale up from small, mobile groups of hunter-gatherers to large, sedentary societies? And how did organised religions spread to colonise most minds in the world?
The first puzzle is one of cooperation. Up until about 12,000 years ago all humans lived in relatively small bands. Today, virtually everyone lives in vast, cooperative groups of mostly unrelated strangers. How did this happen?
In evolutionary biology cooperation is usually explained by one of two forms of altruism: cooperation among kin and reciprocal altruism – you scratch my back and I’ll scratch yours. But cooperation among strangers is not easily explained by either.
As group size increases, both forms of altruism break down. With ever-greater chances of encountering strangers, opportunities for cooperation among kin decline. Reciprocal altruism –
Yavuz Tellioğlu The God issue: God is a testable hypothesis
Whether an ultimate creator as envisaged by religion exists or not is a question that science can address
By Victor J. Stenger
Overlapping magisteria
Read more: “The God issue: New science of religion“
THE party line among scientists – believers and non-believers alike – is that science and religion are what Stephen Jay Gould called “non-overlapping magisteria”. In 1998 the US National Academy of Sciences issued a statement asserting “Science can say nothing about the supernatural. Whether God exists or not is a question about which science is neutral.”
Yet according to a survey the same year, 93 per cent of the members of the academy do not believe in a personal god.
Since about the same percentage of all US citizens say they do believe in a personal god, it makes one wonder what, if not their science, leads the elite of US scientists to differ so dramatically from the general population.
A majority of scientists at all levels do not believe in any god. Yet most are unwilling to challenge the religious beliefs of others. I am a physicist who, along with others dubbed the New Atheists, is willing to challenge religious belief. The gods worshipped by billions either exist or they do not. And those gods, if they exist, must have observable consequences. Thus, the question of their existence is a legitimate scientific issue that has profound import to humanity.
“The gods worshipped by billions either exist, or they do not; if they exist they must have observable consequences”
We can consider the existence of God to be a scientific hypothesis and look for the empirical evidence that would follow. Many of the attributes associated with the Judaic-Christian-Islamic God have specific consequences that can be tested empirically. Such a God is supposed to
Whether an ultimate creator as envisaged by religion exists or not is a question that science can address
By Victor J. Stenger
Overlapping magisteria
Read more: “The God issue: New science of religion“
THE party line among scientists – believers and non-believers alike – is that science and religion are what Stephen Jay Gould called “non-overlapping magisteria”. In 1998 the US National Academy of Sciences issued a statement asserting “Science can say nothing about the supernatural. Whether God exists or not is a question about which science is neutral.”
Yet according to a survey the same year, 93 per cent of the members of the academy do not believe in a personal god.
Since about the same percentage of all US citizens say they do believe in a personal god, it makes one wonder what, if not their science, leads the elite of US scientists to differ so dramatically from the general population.
A majority of scientists at all levels do not believe in any god. Yet most are unwilling to challenge the religious beliefs of others. I am a physicist who, along with others dubbed the New Atheists, is willing to challenge religious belief. The gods worshipped by billions either exist or they do not. And those gods, if they exist, must have observable consequences. Thus, the question of their existence is a legitimate scientific issue that has profound import to humanity.
“The gods worshipped by billions either exist, or they do not; if they exist they must have observable consequences”
We can consider the existence of God to be a scientific hypothesis and look for the empirical evidence that would follow. Many of the attributes associated with the Judaic-Christian-Islamic God have specific consequences that can be tested empirically. Such a God is supposed to
Geniş Bilgi alınabilecek Kaynaklar
1.
Fıtratın
Dirilişi, Sadık Kılıç, Nehir Y., İst. 1991
2.
Fıtratı
Tağyir Risalesi, Ahmet Mahmut Ünlü, Şahsî Y., İst. 1998
3.
Fıtrat
Üzerine, Murtaza Mutahhari, Çev. Ömer Çiçek, Bengisu Y., ist. 1992
4.
Din
ve Fıtrat, Y.N.Öztürk, Yeni Boyut Y., İst. 1997
5.
İslâm
Fıtrî Yol, Abdülvâhid Hamid, Terc. Murat Çiftkaya, Kitabevi Y., İst. 1997
6.
İslâm’da
Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rıza Demircan, Eymen Y., İst.
7.
Hadislere
Göre Yahudi ve Hristiyanlara Uymak, Mirza Tokpınar, İnsan Y., İst. 2003
8.
İmanın
Psikolojik Yapısı, Hülya Alper, Rağbet Y., s. 162-170
9.
Çocukta
Dinî Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Kerim Yavuz, DİB Y., s. 106-114
10.
Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İslâm, Yaşar
Düzenli, Marmara Ün. İlâhiyat Fak. Y., s. 99-104
11.
Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, Fahrettin
Yıldız, İşaret Y., s. 190-193
12.
İslâm’a
Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
13.
İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan
Y.
14.
İslâm
Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y.
15.
Yaşayan
Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
16.
TDV
İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 47-48
17.
Şamil İslâm Ansiklopedisi, M. Emin Ay, Sait
Kızılırmak, c. 2, s. 188-190
18.
Kur’an
Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 6, s. 247-252
19.
İslâm’ın
Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 203-206
20.
İslâm’ın
Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 203-206
21.
Kur’an’da
Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Yayınları, s. 198-202
22.
Kütüb-i
Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 7, s. 523-530
23.
Hurâfeler
ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
24.
Yaşayan
Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
25.
İslâm’a
Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
26.
Dilek
Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
27.
Kavram
ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
28.
Dünden
Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
29.
İslâm'dan
Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.
30.
Hurâfeler
ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
31.
İslâm
Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
32.
Taklitlerin
Çarpışması, Muhammed Kutub,
33.
Kur'an
ve Hadise Göre Bid'at, Harun Ünal
34.
Kitabu’l-Esnâm:
Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28, 48, 62
35.
Sosyal
Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
36.
Osmanlı
Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş,
Çamlıca Y.
37.
İslâm'ın
Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 54-69
38.
Fıtrat
ve İslâm Psikolojisi, Yâsin Muhammed, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, sayı, 2, İstanbul
1995
39.
Atalar
Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
40.
Anadolu
Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak. Sayı 17, Yıl,
1969
.
Derleme : Yavuz Tellioğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder