Ve Musa, kaynatası Midyan kahini Yetro'nun [ Şuayip ] sürüsünü güdüyordu ve sürüyü çölün arkasına götürdü ve Allah'ın dağına;Horeb'e geldi.
Ve Rabb'in meleği, bir çalıdan yükselen ateş alevinin içinden ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyordu.
Ve Musa dedi: Şimdi döneyim ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor.
Rab Allah, Musa'nın yaklaştığını görünce ona, çalının içinden, "Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "buyur!" diye yanıtladı.
Allah, "fazla yaklaşma" dedi. "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır."
Ve dedi: "Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım."
Ve Musa dedi: Şimdi döneyim ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor.
Rab Allah, Musa'nın yaklaştığını görünce ona, çalının içinden, "Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "buyur!" diye yanıtladı.
Allah, "fazla yaklaşma" dedi. "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır."
Ve dedi: "Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım."
Çıkış, Bap:3; 1-6
Ve Allah dedi: "Gerçekten Ben, seninle olacağım ve Benim seni gönderdiğime senin için işaret şu olacak: Sen, kavmi, Mısır'dan çıkardığın zaman, bu dağ üzerinde, Allah'a ibadet edeceksin."
Çıkış, Bap:3; 12
İsrailoğulları, kadın ve çocukların dışında 600 000 kadar erkekle, yaya olarak Ramses'ten Sukkot'a doğru yola çıktılar.
Ve koyunlar, sığırlar, pek çok hayvanlarla, karışık çok halk da onlarla beraber çıktı.
Mısır'dan getirdikleri hamurla, mayasız pide pişirdiler. Maya yoktu. Çünkü Mısır'dan kovulmuşlar, kendilerine azık hazırlayacak zaman bulamamışlardı.
İsrailoğulları, Mısır'da 430 yıl yaşadı.
Ve koyunlar, sığırlar, pek çok hayvanlarla, karışık çok halk da onlarla beraber çıktı.
Mısır'dan getirdikleri hamurla, mayasız pide pişirdiler. Maya yoktu. Çünkü Mısır'dan kovulmuşlar, kendilerine azık hazırlayacak zaman bulamamışlardı.
İsrailoğulları, Mısır'da 430 yıl yaşadı.
Çıkış, Bap:12; 37-40
Ve vaki oldu ki, Firavun kavmi salıverdiği zaman, yakın olmasına rağmen Allah, onları, Filistiler diyarının yolundangötürmedi. Çünkü Allah dedi; kavm harp gördüğü zaman, belki nadim olup Mısır'a döner.
Fakat Allah, halkı, çöl yolundan Kızıldeniz'e doğru dolaştırdı. İsrailoğulları Mısır'dan silahlı çıkmışlardı.
Fakat Allah, halkı, çöl yolundan Kızıldeniz'e doğru dolaştırdı. İsrailoğulları Mısır'dan silahlı çıkmışlardı.
Çıkış, Bap: 13; 17-18
Sukkot'tan ayrılıp çöl kenarında, Etam'da konakladılar.
Çıkış, Bap: 13; 20
Rab Musa'ya dedi ki: "İsrailoğullarına söyle, dönsünler ve Pi- Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon'un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar."
Çıkış, Bap: 14; 1-2
Halkın kaçtığı, Mısır Firavunu'na bildirilince; Firavunla görevlileri, onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler: "Biz ne yaptık?" dediler, "İsrailoğullarını salıvermekle kölelerimizi kaybetmiş olduk!"
Ve kendi cenk arabasını hazırlayıp, kavmini yanına aldı; Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı.
Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır'ın bütün savaş arabalarını, sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı.
Rab, Mısır Firavunu'nun yüreğini katılaştırdı. Firavun, zafer havası içinde ilerleyen İsrailoğullarının peşine düştü.
Ve kendi cenk arabasını hazırlayıp, kavmini yanına aldı; Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı.
Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır'ın bütün savaş arabalarını, sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı.
Rab, Mısır Firavunu'nun yüreğini katılaştırdı. Firavun, zafer havası içinde ilerleyen İsrailoğullarının peşine düştü.
Mısırlılar, Firavunun bütün atları, savaş arabaları, atlıları, askerleriyle onların ardına düştüler ve deniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon'un karşısında konaklarken onlara yetiştiler.
Firavun yaklaşırken, İsrailoğulları Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak, Rabb'e feryat ettiler.
Musa'ya, "Mısır'da mezar mı yoktu da bizi, çöle ölmeye getirdin?" dediler, "bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın!"
"Mısır'dayken sana; 'Bırak bizi, Mısırlılara kölelik edelim' demedik mi? Çölde ölmektense, Mısırlılara kölelik etsek bizim için daha iyi olurdu."
Musa: "korkmayın!" dedi, "Yerinizde durup bekleyin, Rab bugün sizi nasıl kurtaracak görün. Bugün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz."
"Rab sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter."
Rab Musa'ya: "Niçin bana feryat ediyorsun?" dedi, "İsrailoğullarına söyle ilerlesinler."
"Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrailoğulları, kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler."
"Ben, Mısırlıların yüreğini karıştıracağım, arkadan gelsinler. Firavunu, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yok ederek yücelik kazanacağım."
"Ve Firavun'da, cenk arabalarında ve atlılarında izzet bulduğum zaman, Mısırlılar bilecekler ki, Ben Rabb'im."
Ve İsrail ordusunun önünde yürüyen Allah'ın meleği, yerini değiştirip arkalarında yürüdü; ve bulut direği önlerinden yerini değiştirip arkalarında durdu;
Ve Mısırlıların ordusu ve İsrail ordusunun arasına geldi: ve bulut ve karanlık vardı: fakat geceyi aydınlatıyordu; ve bütün gece biri, ötekine yaklaşmadılar.
Musa elini denizin üzerine uzattı. Rab, bütün gece güçlü doğu rüzgarıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü.
İsrailoğulları, kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler. Sular, sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu.
Mısırlılar, arkalarından geliyordu. Firavunun bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu.
Çıkış, Bap: 14; 5-23
Ve Rab, Musa'ya dedi: "Elini deniz üzerine uzat, ta ki sular, Mısırlılar üzerine, cenk arabaları üzerine ve atlıları üzerine dönsünler."
Musa, elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz, olağan haline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken, Rab, onları denizin ortasında silkeleyip attı.
Geri dönen sular, savaş arabalarını, atlıları, İsrailoğullarının peşinden denize dalan Firavunun bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.
Ancak İsrailoğulları, denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular, sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu.
Rab, o gün İsrailoğullarını, Mısırlıların elinden kurtardı. İsrailoğulları, deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler.
Ve İsrail, Rabb'in Mısırlılar üzerinde yapmış olduğu büyük işini gördü ve kavim, Rab'den korktu ve Rabb'e ve kölesiMusa'ya inandılar.
Çıkış, Bap: 14; 26-31
Musa, İsrailoğullarını, Kızıldeniz'in ötesine çıkardı. Şur Çölü'ne girdiler. Çölde üç gün yol aldılarsa da, su bulamadılar.
Mara'ya vardılar. Ama Mara'nın suyunu içemediler, çünkü su acıydı. Bu yüzden oraya, Mara(acılık) adı verildi.
Çıkış, Bap: 15; 22-23
Sonra Elim'e gittiler. Orada 12 su kaynağı, 70 hurma ağacı vardı. Su kıyısında konakladılar.
Çıkış, Bap: 15; 27
Bütün İsrailoğulları, Elim'den ayrıldı. Mısır'dan çıktıktan sonra, ikinci ayın on beşinci günü Elim ile Sina arasındaki "Sin Çölü"ne vardılar.
Çölde, hepsi Musa'yla Harun'a yakınmaya başladı.
"Keşke Rab, bizi Mısır'dayken öldürseydi" dediler. "Hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ancak siz, bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz."
Rab, Musa'ya: "Size gökten ekmek yağdıracağım" dedi. "Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim."
Çıkış, Bap: 16; 1-4
Ve İsrailoğulları, Sin Çölü'nde konaktan konağa göç edip, "Refidim"de kondular. Ancak orada içecek su yoktu.
Musa'ya, "Bize içecek su ver" diye çıkıştılar. Musa, "Niçin bana çıkışıyorsunuz?" dedi, "Neden Rab'bi deniyorsunuz?"
Ama halk susamıştı. "Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?" diye Musa'ya söylendiler, "Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?"
Musa, "Bu halka ne yapayım?" diye Rabb'e feryat etti, "Neredeyse beni taşlayacaklar."
Rab, Musa'ya: "Halkın önüne geç" dedi, "birkaç İsrail ileri gelenini ve Nil'e vurduğun değneği de yanına alıp yürü."
"Ben, Horeb Dağı'nda, bir kayanın üzerinde, senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın, halk içsin diye su fışkıracak."Musa, İsrail ileri gelenlerinin önünde, denileni yaptı.
Oraya, Massa(deneme) ve Meriva(çekişme) adı verildi. Çünkü İsrailoğulları, orada Musa'ya çıkışmış ve "acaba Rabaramızda mı, değil mi?" diye Rabb'i denemişlerdi.
Ve Amalek geldi ve İsrail'le, "Refidim"de cenketti.
Çıkış, Bap:17; 1-8,
Böylece Yeşu, Amalek ordusunu yenip kılıçtan geçirdi.
Rab, Musa'ya, "Bunu hatıra olarak kayda geç" dedi, "Yeşu'ya da söyle, Amaleklilerin adını yeryüzünden büsbütün sileceğim."
Musa, bir sunak(mezbah) yaptı, adını "Rab sancağımdır" koydu.
Ve dedi: Rab yemin etti; Rabb'in, nesilden nesile Amalek'le cengi olacaktır.
Çıkış, Bap:17; 13-16
Musa'nın kayınbabası Midyanlı Kahin(Peygamber) Yetro; Allah'ın, Musa ve halkı İsrail için yaptığı her şeyi, Rabb'in, İsraillileri, Mısır'dan nasıl çıkardığını duydu.
Çıkış, Bap: 18; 1
Yetro, Musa'nın karısı ve oğullarıyla birlikte Allah'ın Dağı'na, Musa'nın konakladığı çöle geldi.
Musa'ya şu haberi gönderdi: "Ben, kayınbaban Yetro, karın ve iki oğlunla birlikte sana geliyoruz."
Çıkış, Bap: 18; 5-6
Sonra Musa kayınbabasını uğurladı. Yetro da ülkesine döndü.
Çıkış, Bap: 18; 27
İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan tam üç ay sonra, Sina Çölü'ne vardılar.
Refidim'den yola çıkıp, "Sina Çölü"ne girdiler. Orada, "Sina Dağı"nın karşısında konakladılar.
Musa, Allah'ın huzuruna çıktı. Rab, dağdan kendisine seslendi: "Yakup soyuna, İsrailoğulları'na; halkına şöyle diyeceksin:
"Mısırlılara ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz.
"Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir.
"Siz benim için kahinler(peygamberler) krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsrailoğullarına böyle söyleyeceksin."
Musa, gidip halkın ileri gelenlerini çağırdı ve Rabb'in kendisine buyurduğu her şeyi onlara anlattı.
Bütün halk bir ağızdan: "Rabb'in söylediği her şeyi yapacağız" diye yanıtladılar. Musa halkın yanıtını Rabb'e iletti.
Rab, Musa'ya, "Sana koyu bir bulut içinde geleceğim" dedi, "Öyle ki, seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin." Musa, halkın söylediklerini Rab'be iletti.
Rab, Musa'ya: "Git, bugün ve yarın halkı arındır" dedi. "Giysilerini yıkasınlar."
"Üçüncü güne hazır olsunlar. Çünkü üçüncü gün, bütün halkın gözü önünde ben Rab, Sina Dağı'na ineceğim.
"Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki; 'Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunursa, kesinlikle ölecektir.
"Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster hayvan olsun ister insan, yaşamasına izin verilmeyecek.' Ancak boru uzun uzun çalınınca dağa çıkabilirler."
Sonra Musa dağdan halkın yanına inip onları arındırdı. Herkes giysilerini yıkadı.
Musa halka, "Üçüncü güne hazır olun" dedi, "Bu süre içinde cinsel ilişkide bulunmayın."
Üçüncü günün sabahı, gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugahta herkes titremeye başladı.
Musa, halkın Allah'la görüşmek üzere ordugahtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular.
Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rab, dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibiduman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.
Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Allah, gök gürlemeleriyle onu yanıtladı.
Rab, Sina Dağı'nın üzerine indi, Musa'yı dağın tepesine çağırdı. Musa tepeye çıktı.
Rab, "Aşağı inip halkı uyar" dedi. "Sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa birçoğu ölür."
Çıkış, Bap: 19; 1-21
Seni, Mısır'dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Allah, Rab, Benim.
"Benden başka ilahın olmayacak."
Çıkış, Bap: 20; 2-3
Halk, gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce, korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak:
Musa'ya, "bizimle sen konuş, dinleyelim" dediler, "ancak Allah konuşmasın, yoksa ölürüz."
Musa, "korkmayın!" diye karşılık verdi, "Allah sizi denemek için geldi; Allah korkusu üzerinizde olsun, suç işlemeyesiniz diye."
Musa, Allah'a doğru koyu karanlığın içine yaklaşırken, halk uzakta durdu.
Rab, Musa'ya şöyle dedi: "İsrailoğullarına de ki, göklerden sizinle konuştuğumu gördünüz."
"Benim yanımsıra başka ilahlar yapmayacaksınız, altın ya da gümüş ilahlar dökmeyeceksiniz."
"Benim için toprak bir sunak(mezbah) yapacaksınız. Yakmalık ve esenlik sunularınızı, davarlarınızı, sığırlarınızı onun üzerinde sunacaksınız. Adımı anımsattığım her yere gelip sizi kutsayacağım."
"Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanmayın. Çünkü kullanacağınız alet, sunağın kutsallığını bozar."
Çıkış, Bap: 20; 18-25
Rab, Musa'ya; "Dağa, yanıma gel" dedi, "Burada bekle, halkın öğrenmesi için üzerine yasalarla, buyrukları yazdığım taş levhaları sana vereceğim."
Musa'yla yardımcısı Yeşu hazırlandılar. Musa Allah'ın dağına çıkarken;
İsrailoğulları ileri gelenlerine, "geri dönünceye kadar bizi burada bekleyin" dedi, "Harun'la, Hur aranızda; kimin sorunu olursa onlara başvursun."
Musa, dağa çıkınca, bulut dağı kapladı.
Rabb'in görkemi Sina Dağı'nın üzerine indi. Bulut, dağı altı gün örttü. Yedinci gün Rab, bulutun içinden Musa'ya seslendi.
Rabb'in görkemi, İsrailoğullarına, dağın doruğunda yakıcı bir ateş gibi görünüyordu.
Musa, bulutun içinden dağa çıktı. Kırk gün kırk gece dağda kaldı.
Çıkış, Bap: 24; 12-18
Allah, Sina Dağı'nda Musa'yla konuşmasını bitirince, üzerine eliyle antlaşma(misak) koşullarını yazdığı iki taş levhayı ona verdi.
Çıkış, Bap:31; 18
Halk, Musa'nın dağdan inmediğini, geciktiğini görünce, Harun'un çevresine toplandı. Ona, "kalk, bize öncülük edecek birilah yap" dediler, "bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz!"
Çıkış, Bap:32; 1
Rab, Musa'ya, "Aşağı in" dedi, "Mısır'dan çıkardığın halkın, baştan çıktı."
"Buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir buzağı yaparak önünde tapındılar, kurban kestiler. 'Ey İsrailoğulları, sizi Mısır'dan çıkaran ilahınız budur!' dediler."
Rab, Musa'ya, "Bu halkın ne inatçı olduğunu biliyorum" dedi,
"Şimdi bana engel olma, bırak öfkem alevlensin, onları yok edeyim. Sonra seni, büyük bir ulus yapacağım."
Çıkış, Bap:32; 7-10
Musa döndü, elinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levhayla dağdan indi. Levhaların ön ve arka iki yüzü de yazılıydı.
Onları, Allah yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O'nun yazısıydı.
Yeşu, bağrışan halkın sesini duyunca, Musa'ya, "ordugahtan savaş sesi geliyor!" dedi.
Musa, şöyle yanıtladı: "Ne yenenlerin, ne de yenilenlerin sesidir bu; ezgiler duyuyorum ben."
Musa, ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve oynayan insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı.
Yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya serperek İsrailoğullarına içirdi.
Harun'a, "bu halk sana ne yaptı ki, onları bu korkunç günaha sürükledin?" dedi.
Harun, "öfkelenme, efendim!" diye karşılık verdi, "bilirsin, halk kötülüğe eğilimlidir."
Bana, "bize öncülük edecek bir ilah yap. Bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz" dediler.
"Ben de, 'kimde altın varsa çıkarsın' dedim. Altınlarını bana verdiler. Ateşe atınca, bu buzağı ortaya çıktı!"
Musa, halkın başıboş hale geldiğini gördü. Çünkü Harun, onları dizginleyememiş, düşmanlarına alay konusu olmalarına neden olmuştu.
Musa, ordugahın girişinde durdu, "Rab'den yana olanlar yanıma gelsin!" dedi. Bütün Levililer, çevresine toplandı.
Musa şöyle dedi: "İsrail'in Tanrısı Rab diyor ki; 'Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün!'"
Levililer, Musa'nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü.
Musa, "bugün kendinizi, Rabb'e adamış oldunuz" dedi. "Herkes öz oğluna, öz kardeşine düşman kesildiği için, bugün Rabsizi kutsadı."
Ertesi gün halka, "korkunç bir günah işlediniz" dedi, "şimdi Rabb'in huzuruna çıkacağım. Belki suçunuzu bağışlatabilirim."
Sonra Rabb'e dönerek, "çok yazık, bu halk korkunç bir suç işledi" dedi, "kendilerine altın put yaptılar."
"Lütfen günahlarını bağışla, yoksa yazdığın kitaptan adımı sil."
Rab, "Kim bana karşı günah işlediyse onun adını sileceğim" diye karşılık verdi,
"Şimdi git, halkı sana söylediğim yere götür. Meleğim sana öncülük edecek. Ancak zamanı gelince, günahlarından ötürü onları cezalandıracağım."
Çıkış, Bap:32; 15-34
Ve dedi: "Yüzümü göremezsin! Çünkü insan beni görüpte yaşıyamaz."
Çıkış, Bap: 33; 20
Musa, elinde iki antlaşma levhasıyla Sina Dağı'ndan indi. Rab'le konuştuğu için yüzü ışıldıyordu, ancak kendisi bunun farkında değildi.
Harun'la, İsrailoğulları, Musa'nın ışıldayan yüzünü görünce, ona yaklaşmaya korktular.
Çıkış, Bap: 34; 29-30
İsrailoğulları, Mısır'dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü, RAB, Sina Çölü'nde, Buluşma Çadırı'nda Musa'ya şöyle seslendi:
"Sen ve Harun, İsrail topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrailoğullarından savaşabilecek durumda; yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın."
Sayılar, Bap:1; 1-2
Rabb'in buyruğu uyarınca, ikinci ayın birinci günü bütün halkı topladılar. Yirmi ve daha yukarı yaştakileri; boylarına, ailelerine göre birer birer sayıp adlarını yazdılar. Böylece Musa, Sina Çölü'nde halkın sayımını yaptı.
Sayılar, Bap:1; 18
Musa'yla Harun önderliğinde, birlikler halinde Mısır'dan çıkan İsrailoğulları sırasıyla aşağıdaki yolculukları yaptılar.
Musa, Rabb'in buyruğu uyarınca; sırasıyla yapılan yolculukları kayda geçirdi. Yapılan yolculuklar şunlardır:
İsrailoğulları, Fısıh kurbanının ertesi günü -birinci ayın on beşinci günü- Mısırlıların gözü önünde, zafer havası içinde Ramses'ten yola çıktılar.
O sırada Mısırlılar, Rabb'in yok ettiği ilk doğan çocuklarını gömüyorlardı; Rab, onların ilahlarını yargılamıştı.
İsrailoğulları, Ramses'ten yola çıkıp Sukkot'ta konakladılar.
Sukkot'tan ayrılıp, çöl kenarındaki Etam'da konakladılar.
Etam'dan ayrılıp, Baal-Sefon'un doğusundaki Pi-Hahirot'a döndüler, Migdol yakınlarında konakladılar.
Pi-Hahirot'tan ayrılıp, denizden çöle geçtiler. Etam Çölü'nde üç gün yürüdükten sonra Mara'da konakladılar.
Mara'dan ayrılıp, on iki su kaynağı ve yetmiş hurma ağacı olan Elim'e giderek orada konakladılar.
Elim'den ayrılıp Kızıldeniz kıyısında konakladılar.
Kızıldeniz'den ayrılıp Sin Çölü'nde konakladılar.
Sin Çölü'nden ayrılıp Dofka'da konakladılar.
Dofka'dan ayrılıp Aluş'ta konakladılar.
Aluş'tan ayrılıp Refidim'de konakladılar. Orada halk için içecek su yoktu.
Refidim'den ayrılıp Sina Çölü'nde konakladılar.
Sina Çölü'nden ayrılıp Kivrot-Hattaava'da konakladılar.
Sayılar, Bap:33; 1-16
"Horeb'de, Tanrınız Rabb'in önünde durduğunuz günü anımsayın." Rab, bana şöyle dedi: "Sözlerimi dinlemesi için halkı topla. Öyle ki, yaşamları boyunca benden korkmayı öğrensinler, çocuklarına da öğretsinler."
"Yaklaşıp dağın eteğinde durdunuz. Dağ, göklere dek yükselen alevle tutuşmuştu. Kara bulutlar ve koyu bir karanlık vardı.
"Rab size ateşin içinden seslendi. Siz konuşulanı duydunuz, ama konuşanı görmediniz. Yalnız bir ses duydunuz."
"Rab uymanızı buyurduğu antlaşmayı, yani On Buyruk'u size açıkladı. Onları iki taş levha üstüne yazdı."
"Mülk edinmek için gideceğiniz ülkede uymanız gereken kuralları, ilkeleri size öğretmemi buyurdu."
"Rab, Horeb'de ateşin içinden size seslendiği gün, hiçbir suret görmediniz. Bu nedenle kendinize çok dikkat edin."
Tesniye: Bab 4; 10-15
"Allahınız Rabb'i, çölde nasıl kızdırdığınızı anımsayın, hiç unutmayın. Mısır'dan çıktığınız günden buraya varıncaya dek, Rabb'e sürekli karşı geldiniz.
"Horeb Dağı'nda, Rabb'i öyle kızdırdınız ki, sizi yok edecek kadar öfkelendi."
"Daha önce, taş levhaları -Rabb'in sizinle yaptığı antlaşmanın levhalarını- almak için dağa çıkmıştım; orada kırk gün, kırk gece kaldım. Ne yedim, ne içtim."
"Rab Allah parmağıyla yazmış olduğu iki taş levhayı bana verdi. Bu levhalar, dağda toplandığınız gün, Rabb'in, ateşin içinden size bildirdiği bütün buyrukları içermekteydi."
"Kırk gün, kırk gece sonra Rab, bana iki taş levhayı, antlaşma levhalarını verdi."
"'Haydi, buradan hemen in dedi, 'Çünkü Mısır'dan çıkardığın halkın yoldan çıktı. Onlara buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir put yaptılar."
Sonra Rab bana, "Bu halkı gördüm" dedi. "İşte dik başlı bir halk!"
"Bırak da onları yok edeyim; adlarını da göğün altından sileyim. Seni onlardan daha güçlü, daha büyük bir ulus kılayım."
"Dönüp dağdan aşağıya indim. Dağ alev alev yanıyordu. Antlaşmanın iki levhası iki elimdeydi."
"Allahınız Rabb'e karşı günah işlediğinizi gördüm. Kendinize buzağıya benzer bir dökme put yapmıştınız. Rabb'in size buyurduğu yoldan hemen sapmıştınız."
"Bu yüzden iki levhayı fırlatıp attım, gözünüzün önünde parçaladım."
"Bir kez daha Rabb'in huzurunda bir şey yemeden, içmeden kırk gün kırk gece yere kapanıp kaldım. Çünkü günah işlemiştiniz; Rabb'in gözünde kötü olanı yaparak O'nu öfkelendirmiştiniz."
" Rabb'in kızgın öfkesi karşısında korktum. Öfkesi sizi yok edecek kadar alevlenmişti. Ama Rab yakarışımı yine duydu."
"Rab, Harun'a da onu yok edecek kadar öfkelenmişti. O sırada Harun için de yakardım."
"Yaptığınız günahlı nesneyi, o buzağıya benzer dökme putu alıp yaktım. Parçalayıp ince toz haline getirinceye dek ezdim. Sonra tozu, dağdan akan dereye attım."
Tesniye: Bab 9; 7-21
İlya kalktı, yiyip içti. Yediklerinden aldığı güçle kırk gün, kırk gece Allah'ın Dağı Horeb'e kadar yürüdü.
Geceyi, orada bulunan bir "mağara"da geçirdi.
İlya, "Rab'be;, Her Şeye Egemen Tanrı'ya büyük bir istekle kölelik ettim" diye karşılık verdi, "Ama İsrail halkı Senin antlaşmanı reddetti, sunaklarını yıktı ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi. Yalnız ben kaldım. Beni de öldürmeye çalışıyorlar."
I.Krallar: Bab 19; 8-10
YENİ AHİT'TE "TUR DAĞI"
(Pavlus'un Galatyalılar'a Mektubu)
(Pavlus'un Galatyalılar'a Mektubu)
Kutsal Yasa altında yaşamak isteyen sizler, söyleyin bana, Yasa'nın ne dediğini bilmiyor musunuz?
İbrahim'in biri köle, biri de özgür kadından iki oğlu olduğu yazılıdır.
Köle kadından olan normal yoldan, özgür kadından olansa vaat sonucu doğdu.
Bu şeylerde remiz vardır; çünkü bu kadınlar iki ahittirler; kulluk için doğuran biri, Sina Dağı'ndandır, o Hacar'dır.
Ve Hacar, Arabistan'da olan Sina Dağı'dır ve şimdiki Yeruşalime muadildir; çünkü çocukları ile beraber kölelik ediyor.
Fakat yukarıdaki Yeruşalim hürdür, bizim anamız odur.
Bap 4: 21-26
Kaynaklar:
1) Kitabı Mukaddes(Eski Ahit(Tanah) ve Yeni Ahit(İncil))
2) info.incil
1) Kitabı Mukaddes(Eski Ahit(Tanah) ve Yeni Ahit(İncil))
2) info.incil
KUR'AN'IN IŞIĞINDA: İSRAİLOĞULLARI
İnsanlık Tarihi, başlangıcından günümüze kadar çok sayıda insan toplulukları, kavimler ve medeniyetlerin; tarih sahnesine çıkışları, mücadeleleri ve yok oluşları tarihidir. İnsanlık da, onun tarihi de, ilk insan ve Elçi(Peygamber) olan Adem'le başlamıştır. İnsanlığın yaratılış amacı; Sonsuz Yüce Rabb'ini tanımak ve ona "ortak koşmadan teslim olmak"tır. Dünya'ya gelmeden önce de Adem'in zürriyeti(nesli), başka bir boyutta, Allah'ın; "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" sorusuna; "evet Sen bizim Rabb'imizsin, biz buna şahidiz" diyerek; "teslimiyet"ini ikrar etmiştir. İşte dünya hayatı, bu ikrara(söze) uyulup uyulmadığının test edildiği bir "imtihan alanı"dır. |
UYARICI-KORKUTUCU-MÜJDELEYİCİ: ELÇİLER
İnsanoğlu, yaratılış itibariyle, verdiği sözlerini unutmaya, nefsi arzularına ve dünyanın cazibesine kapılmaya meyyaldir. Bu nedenledir ki, sonsuz rahmet sahibi, her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Allah; bu sözü hatırlatanResuller(Elçiler) göndermiştir. İşte Elçilerin, insan neslinin yeryüzündeki hayata adım atmasıyla başlayan Hak'ka(İslam'a) "Davet"i budur.
İnsanoğlunun İslam'a daveti, insanın gelişmesine paralel bir şekilde; Elçiler, Sayfalar, Kitaplar aracılığı ile olmuştur. Ayrıca, "tüm evren"(alemler), bu gerçeği anlamada, insanın önüne "apaçık bir kitap" olarak serilmiştir. Özetle "sünnetullah" şudur:
Allah, insan toplumlarının merkezlerine, rahmet olmak üzere; Rahmet Elçileri'ni, insanları uyarmak; Hak'ka(İslam'a) çağırmak üzere gönderir. Zira Allah, insanoğlunun, Kendisi'ne başlangıçta verdiği sözü unutup, Hak'tan sapacağını bildiği için, "elçi göndermeyi" vadetmiştir. Bu vaat, Allah'ın Rahmet Sıfatı'nın bir sonucudur. Bu nedenledir ki, her kavme(topluma), bir "uyarıcı-hatırlatıcı-korkutucu" ve Hakk'a gelenleri "müjdeleyici"elçiler gönderilmiştir. "Elçiler"i destekleyici olmak üzere de, "nebiler"den söz alınmıştır.
SÜMER-AKAD ELÇİSİ: İBRAHİM
İşte İbrahim de, bu tarihi Elçiler'den birisidir. İbrahim'in atalarının, yaklaşık MÖ 2000 yıllarında, Kuzey Mezopotamya-Harran'da; iki nehir arasında yaşadığı; bu bölgenin Sümer-Akad Kralı Nemrut(Naram-Sin)'in hakimiyetinde bulunduğu; hatta bir rivayete göre Naram-Sin zamanında başkent olduğu; sitemizin "Eski Kavimler" bölümünde, "İbrahim Kavmi ve Nemrut(Naram-Sin)" başlığı altında, genişçe incelenmiştir. Yine İbrahim'in, Elçi olarak gönderildiği bu imparatorluğun başı Nemrut(Naram-Sin)'le "mücadelesi", "ateşe atılması"ve "hicreti", aynı bölümde genişçe yer almaktadır.
Elçi İbrahim, ailesi ve yakın akrabası Lut ve kendisine tabi olan az sayıda "iman edenler"le birlikte, "Allah'ın azabı olarak, şiddetli bir kuraklık ve kaosla yıkıma uğrayan kavmi"ni terk eder. Ve ilk olarak Şam'a, hicret eder. Nitekim Kur'an, Nuh kavminden sonra gelen tarih sırasıyla Ad, Semud, İbrahim ve Medyen kavimlerinin helakını şöyle özetler:
Onlara, kendilerinden önceki; Nuh, Ad, Semud, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve alt üst edilen şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara, onların resulleri, apaçık delillerle gelmişti. Allah, onlara zulmediyor değildi. Ancak onlar, kendilerine zulmediyorlardı.
[TEVBE(9)/ 70]
"İBRAHİM VE LUT'U: KAVMİNDEN KURTARDIK"
Kur'an'da, İbrahim'in, kavmini terkedişi ve hicreti şöyle özetlenir:
Ona, bir düzen (tuzak) kurmak istediler, ancak Biz, onları hüsrana uğrattık.Onu(İbrahim'i) ve Lut'u kurtarıp, âlemler içinde "bereketli kıldığımız yer"e (yerleştirdik).
[ENBİYA(21)/70-71]
İbn-i Kesir; İbrahim'in ilk durağının Şam olduğunu rivayet ederek, şöyle der:
Übeyy İbn Kâ'b; "Onu(İbrahim'i) ve Lut'u kurtarıp, âlemler içinde 'bereketli kıldığımız yer'e (yerleştirdik)" ayeti hakkında der ki:
"Burası Şam'dır. Hiç bir tatlı su yoktur ki, kaya altından çıkmasın." Katade ise şöyle der:
"Onlar, Irak Ülkesi'nde idiler. Şam'a doğru çıkıp kurtuldular. Şam için; "hicret yurdu"nun direği, denilir."
Übeyy İbn Kâ'b; "Onu(İbrahim'i) ve Lut'u kurtarıp, âlemler içinde 'bereketli kıldığımız yer'e (yerleştirdik)" ayeti hakkında der ki:
"Burası Şam'dır. Hiç bir tatlı su yoktur ki, kaya altından çıkmasın." Katade ise şöyle der:
"Onlar, Irak Ülkesi'nde idiler. Şam'a doğru çıkıp kurtuldular. Şam için; "hicret yurdu"nun direği, denilir."
İBRAHİM FİLİSTİN'E: LUT ÜRDÜNE YERLEŞTİ
Taberi ise, bu hicreti şöyle özetler:
"İbrahim, hanımı Sare ve akrabası Lut, önce Şam'a hicret etmişlerdir. Daha sonra da, Mısır'a gitmişlerdir. Mısır'dan dönünce de; İbrahim, Filistin'e, Lut ise Ürdün'e yerleşmiştir."
Filistin'e yerleşen İbrahim'in iki oğlu İsmail ve İshak'tan iki kavim(nesil) ortaya çıkmıştır. Birincisi, İsmailoğulları'dır. Bu Kavim, Kureyş'in ve alemlere rahmet olarak gönderilmiş Son Elçi Muhammed (s.a.v.)'in atasıdır. Bu ayrı bir çalışmanın konusudur. Ancak biz burada, İbrahim'in torunları; İshak oğlu "Yakub Oğulları"nın(İsrailoğulları) nasıl bir ümmet(kavim) olarak ortaya çıktığını, İslam tarihindeki rolünü ve karakteristik özelliklerini gözden geçireceğiz. Bu incelemede; analizlerimizi, tamamen Kur'an'ın yol göstericiliğinde yapmaktayız.
İBRAHİM: "ALEMLERİN RABB'İNE TESLİM OLDUM"
İbrahim, Allah'a olan "sevgi-yakınlık-teslimiyet"te, zirve bir peygamberdir. Allah, İbrahim'i sayısız denemelerden geçirmiş ve kendisini dost(halilullah) edinmiştir. İşte Kur'an diliyle İbrahim'in "teslimiyet"i:
O zaman ki, Rabb'i, İbrahim'i kelimelerle(emirlerle) denedi. O da onları tamamladı(yerine getirdi). (Allah) dedi ki: "Muhakkak seni insanlara imam kılacağım." (İbrahim) dedi ki: "Ve soyumdan olanları da?" (Allah) dedi ki: "Zalimler, Benim ahdime erişemez."
[BAKARA(2)/ 124]
Rabb'i ona(İbrahim'e) dedi ki: "Teslim ol!" (O da) dedi ki: "Alemlerin Rabb'ine teslim oldum!"
[BAKARA(2)/ 131]
"İBRAHİM'DE SİZİN İÇİN GÜZEL BİR ÖRNEK VARDIR"
Şüphesiz, İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için 'güzel bir örnek' vardır. O zaman, kavimlerine dediler ki: "Muhakkak biz, sizden ve Allah'ın dışında köle olduklarınızdan beriyiz. Biz, sizi tanımıyoruz. Bizimle sizin aranızda, ebedi olarak buğz ve düşmanlık vardır; ta ki siz, tek olan Allah'a, iman edinceye kadar." Ancak İbrahim'in, babası için şu sözü müstesna: "Senin için bağış dileyeceğim, ancak senin için, Allah'tan bir şey elde edemem. Rabb'imiz, Sana tevekkül ettik, Sana yöneldik ve dönüş Sana'dır."
[MÜMTEHİNE(60)/ 4]
Andolsun, onlarda(İbrahim ve beraberindekilerde), ahiret gününü umanlar için, 'güzel bir örnek' vardır. Her kim yüz çevirirse, (bilsin ki) muhakkak Allah, Ğani(ihtiyaçsız)dır, Hamid(övgüye layık)tır.
[MÜMTEHİNE(60)/ 6]
Yüce Allah, vaadini gerçekleştirmiş, İbrahim, bütün insanlığa önder(imam) olmuştur. Aynı şekilde iki oğlu; İsmail ve İshakkanalıyla da, insanlığa rehber Elçiler göndermiştir. Hacer'den doğma, babası İbrahim gibi "teslimiyet sınavı"ndan geçen İsmail ve Milleti'nin soyundan, bütün insanlığa Evrensel Elçi Muhammed(s.a.v.) gönderilmiştir. İsmail'den sonra İbrahim'in ilk eşi kısır olan Sare'den mucizevi bir şekilde doğan İshak ise, Yakub'un babasıdır ve İshak Milleti'nin(İsrailoğulları'nın) atasıdır.
İsrailoğulları, insanlık tarihinde en çok peygamber(elçi-nebi) çıkaran ve süreklilik arzeden bir kavimdir. Son evrensel Elçi Muhammed(s.a.v.)'e kadar İsrailoğulları'nın peygamberleri arka arkaya gelmiştir. İsrailoğulları'nın son elçisi, elbette İmran kızı Meryem oğlu İsa'dır.
Muhakkak Biz, Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik. Peygamberliği ve Kitabı onların soylarında kıldık. Onlardan hidayet üzere olanlar (vardır). Onlardan çoğu da fasıktır.
[HADİD(57)/26]
YAKUPOĞULLARI: İSRAİLOĞULLARI
Peygamberliği ve Kitabı(Tevrat-Zebur-İncil) İbrahim'in soyunda kıldık diyen Yüce Allah, kavmini ve kavminin ilahlarını reddeden İbrahim'e lütuf olmak üzere, İshak ve Yakub'u bağışladığını ve onları nebi kıldığını bildiriyor.
Kur'an, "İshak Mileti"ne; yani Yakupoğullarına, "İsrailoğulları" olarak hitap eder. Kur'an, belli bir döneme kadar, İsrailoğulları ismini kullanırken; Hak'tan sapıp-ayrılığa düştükleri dönemlerdeki ve özellikle Peygamberimiz zamanındaki İsrailoğulları'na; "Yahudiler" diye hitap eder. Hz. Muhammed(s.a.v.) zamanındaki Yahudiler'in ve Hıristiyanlar'ın bir başka tanımlanması da; "Ehli Kitap"tır. Peygamberlerin arka arkaya gönderildiği zaman periyodunda; "İsrailoğulları",Hak'tan(İslam'dan) sapıp- parçalandıkları ve şirk toplumuna dönüşerek; zaman zaman pişmanlık yaşadıkları dönemlerde, "Yahudi" sıfatını kazanmışlardır.
Neden Yakupoğulları değil de İsrailoğulları? İsrail, Yakub'un diğer bir ismidir. Aslı "İsra-El"dir. El; Allah'dır. Tıpkı "Cebra-EL", "Mika-El"deki El gibi. "İsra" ise Arapça "esir-bağ" kökünden gelir. Anlamı, "Allah'ın Esiri" yahut "Allah'ın Kölesi"dir. O halde "İsrailoğulları"; "Allah'ın Kölesinin Oğulları"dır.
Ancak, Tevrat'taki anlatım şöyledir: Yakup, tanımadığı bir Adamla güreşir ve onu yener ve Adam şöyle der: "Artık sana Yakup değil, İsrail denecek, çünkü sen Tanrı'yla, insanlarla güreşip yendin."(Tevrat:Tekvin: Bap.32)
Bu anlatım, Tevrat'a da, Kur'an'a da; Yakub'un peygamberliğine de aykırı ve "şirki" bir yaklaşımdır. Böyle bir olay varsa; ancak şöyle olabilir: Allah'ın meleğiyle güreşen Yakup, muhtemelen yenilmiş ve esir olmuştur. Bu nedenle de; "Allah'ın Esiri(Kölesi)" sıfatı, isme dönüşmüştür. Yakub'un adı böylece İsra-El(İsrail) olmuştur.
İsrailoğulları, Filistin'de yaşayan Yakub'un 12 oğlunun soyundan ortaya çıkan bir kavimdir. Allah, teslimiyetin(köleliğin) zirvesi İbrahim'e; oğlu İshak'ı ve torunu Yakub'u, peygamber olarak bağışlamıştır.
O zaman ki (İbrahim), onlardan ve Allah'tan başka köle oldukları şeylerden ayrıldı. Biz, ona, İshak'ı veYakub'u verdik. Ve her birini 'nebi' kıldık.
[MERYEM (19)/49]
Ve Biz ona(İbrahim'e), İshak'ı ve Yakub'u verdik. Ve Biz, onun soyuna nübüvvet ve Kitap verdik. Ve Biz ona, dünyada ücretini verdik. Ve muhakkak o, ahirette de salihlerdendir.
[ANKEBUT(29)/27]
İBRAHİM VE YAKUB(İSRAİL): OĞULLARINA "İSLAM"I VASİYET ETTİ
Bunu(İslam'ı), İbrahim, oğullarına vasiyet etti. Yakub da dedi ki: "Oğullarım, muhakkak Allah, bu dini sizler için seçti. Sizler de ancak Müslümanlar olarak can verin!"
Yoksa sizler, Yakub'un ölüm anında, şahidler miydiniz? O, oğullarına dedi ki: "Benden sonra, kime köle olacaksınız?" Onlar dediler ki: "Senin İlah'ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın İlah'ı olan 'O tek İlah'a köle olacağız. Ve bizler, O'na teslim olanlarız!"
[BAKARA(2)/132-133]
"PEYGAMBERLER GÖNDERDİK": "ÖNDERLER KILDIK"
Ve ona(İbrahim'e) İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. Her birine hidayet verdik. Önceden de Nuh'a hidayet vermiştik. Ve onun(İbrahim'in) soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidayete ulaştırdık. Biz, muhsinleri(güzel davrananları) bu şekilde ödüllendiririz.
[EN'AM(6)/84]
Biz onları, 'Bizim emrimize yönelten önderler' kıldık. Biz onlara, hayırlı işleri, namazı kılmayı ve zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar, 'Bize köle olanlar'dı.
[ENBİYA(21)/ 73]
Sabrettikleri zaman onları, 'emrimize yönelten önderler kıldık.' Ve onlar, Bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanıyorlardı.
[SECDE(32)/24]
"İSRAİLOĞULLARI'NI ALEMLERE ÜSTÜN KILDIK"
Yüce Allah, İbrahim'i denedi. O'nun Rabb'ine olan bağlılığı ve teslimiyeti; insanoğlunun, Allah'a olan derin sevgi ve itaatinin zirvesini göstermektedir. İnsanlık tarihinin "Tevhid Abidesi"İbrahim'in, Rabb'ine sayısız sadakat ve bağlılığını gösteren olaylardan sadece üçünü burada zikredebiliriz:
Birincisi; çağının en büyük emperyal gücü olan Nemrut'a(Naram-Sin'e) karşı; "Hak"kı haykırması ve kavminin tapındığı putları, çocuk yaşta kırarak; ateşe atılmayı göze alması. İkincisi, bebek İsmail'i ve annesi Hacer'i; susuz, bitkisiz ve ıssızMekke'de, Rabb'inin vahyine uyarak bırakması. Üçüncüsü ise, hiç çocuğu yokken, ilerlemiş yaşında Allah'ın kendisine lütfettiği İsmail'i, yanında yürüyecek hale gelince; Allah'ın, kendisi için kurban etme emrine uyarak; Rabb'ine olansevgisini ve bağlılığını kanıtlaması.
Tüm sınavlardan başarıyla geçen ve "Tevhid Dini"nin zirvesini temsil eden İbrahim'e, Allah; "Ben seni insanlara imam yapacağım" vaadinde bulunmuştur. Rabb'ine teslimiyette; katıksız(muhlis) ve dosdoğru(hanef) olan İbrahim'e, Yüce Allah; bir "ilim üzere", oğlu İshak, torunu Yakub ve arkasından Yakuboğulları'nı(İsrailoğulları'nı) bir nimet olarak vadetmiş ve bağışlamıştır. Bu tabii ki bir peygambere verilen en büyük "nimet"tir. Allah'ın bu seçimi, elbette her seçiminde olduğu gibi; O'nun adaletinin ve rahmetinin bir sonucudur.
Bu "seçim ve üstün kılma", Allah'ın Sünneti'nin(Sünnetullah'ın) bir sonucudur. Bu lütfu, bir kavmin ya da soyun üstünlüğüne; kavmiyetçiliğe-ırkçılığa dönüştürme zaafı; insanlık tarihinin, Hak'tan(İslam'dan) sapma süreçlerinin en önemli parametrelerinden birisidir. Bu durum, gerçekte Allah'a ait olan kutsallık ve üstünlüğü; insanoğlunun, "kendiüzerine geçirme hırsızlığı"ndan; yani "apaçık şirk"ten başkası değildir.
Sonuç olarak Sünnetullah'ın, İsrailoğulları üzerindeki rahmet tecellisini, Kur'an'ın ışığında şöyle anlayabiliriz:
1) İbrahim, Yüce Allah'ın "ateşli imtihan"ından geçerek; O'nun "rahmet ve nimet vaadi"ne mazhar olmuştur. Yüce Allah'ın, "Ben seni, insanlara imam yapacağım" vaadi, işte bu mazhariyetten kaynaklanmaktadır.
2) İsrailoğulları'ndan arka arkaya resuller ve nebiler çıkarmış; kitap ve hikmet vermiş ve onları, İslam'a(Hak'ka) çağıran önderler kılmıştır. Yüce Allah; İbrahim, İshak, Yakub; Yusuf, Musa, Harun, Yuşa, Davud, Süleyman, Eyyub, Zekerya, Yahya, İsa gibi elçiler zincirini, binlerce nebilerle desteklemiş; bu önderleri, insanlığın "aydınlanma rehberleri"kılmıştır.
3) İbrahim'den kaynaklanan tüm bu nimetlerden dolayı; "İsrailoğulları, bir ilim üzere alemlere üstün kılınmıştır." Bu üstünlük "takva"ya; yani "Allah sevgisi ve saygısı"na dayanmaktadır. Bunu koruyup-gözetmeyenlerin azabı ise, hem Dünya'da şiddetli olmuştur ve hem de daha şiddetli ahiret azabı vadedilmiştir.
Hakkı örtenleri, Dünya ve ahirette şiddetli bir azapla cezalandıracağım. Onlara bir yardım da yoktur.
[ALİ İMRAN(3)/56]
4) İnsanlığın ikinci atası "Nuh nesli"nin yayıldığı; insanoğlunun ilk yerleşik hale geldiği ve çok sayıda eski kavimlere beşiklik etmiş Orta Dünya'da; yahut bugünkü ifadeyle "Mezopotamya- Orta Doğu"da; "insanlığı, İslam'a çağıran örnek-önder bir topluluk" inşa etmek. Yüce Allah, bu merkezde ortaya çıkan ve Dünya'nın her bölgesiyle bağlantılı bir "İslam toplumu"nun; İnsanlığa "rahmet, örnek ve önder"olmasını istemiştir.
5) Bu kutsal zincirin son halkası ise, yine İbrahim'in oğlu İsmail soyundan; yani İsmail Milleti'nden gelen; evrensel rahmet elçisi Muhammed(s.a.v.)'le tamamlanmıştır. İsrailoğulları'nın elçilerinin, kitaplarının ve İsrail'in son elçisi İsa'nın, haber verdiği Son Peygamber, insanlığı kurtuluşa çağıran "Gerçek Mesih"dir. Kıyametin şafağında gelmiştir. Kıyamete kadar geçerli olmak ve peygamberlik yapmak üzere Kur'an'ı bırakmıştır.
İnsanlığın son rahmet elçisi olan Muhammed(s.a.v.); özellikle İsrailoğulları'nın da beklediği Mesih-Elçi'dir. BugünKur'an'ın neredeyse üçte biri, İsrailoğulları ve peygamberlerinden haber vermekte ve onları, İslam'a ve Muhammed'in elçiliğine davet etmekte; "İslam'ı örtenlerin ilki sizler olmayın"diye uyarmaktadır.
İsrailoğulları'nın mazhar olduğu bu "lütuf ve nimet", Kur'an'da şöyle özetlenir:
Ey İsrailoğulları, Ben'im, size verdiğim o nimeti hatırlayın. Bana olan ahdinizi(sözünüzü) yerine getirin ki, Ben de size olan Ahdimi(Sözümü) yerine getireyim ve yalnızca Ben'den korkun!
Yanınızda olan (Tevrat)ı, tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'an'a), iman edin. Onu örtenlerin ilki siz olmayın. Ayetlerimi, az bir menfaatle değiştirmeyin. Ve yalnızca Ben'den sakının!
[BAKARA(2)/40-41]
Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Muhakkak Ben, sizi, alemlere üstün kıldım.
[BAKARA(2)/47]
Kendilerine Kitap(Tevrat) verdiğimiz kimseler, onu(Muhammed'i), kendi çocukları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir fırka, bildikleri halde 'gerçeği' gizlerler.
[BAKARA(2)/146]
O zaman ki Musa, kavmine demişti: "Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın, nitekim aranızdan peygamberler çıkardı. Sizi, yöneticiler kıldı ve alemlerde hiçbir kimseye vermediği şeyi, size verdi."
[MAİDE(5)/20]
O zaman ki; dağı onların üzerine, bir gölge gibi kaldırmıştık. Onlar, muhakkak o(Tur dağı), üzerlerine yıkılacak sandılar. (Dedik ki): "Size verdiğimiz o şeyleri, kuvvetle tutun ve (Kitap'taki) o şeyleri hatırlayın, umulur ki korkar-sakınırsınız."
[ARAF SURESİ(7)/171]
Muhakkak Biz, Musa'ya, Hidayet'i(Tevrat'ı) verdik ve İsrailoğulları'na Kitab'ı(Tevrat'ı) miras bıraktık.
O, akıl sahipleri için yol gösterici ve bir hatırlatmadır.
O, akıl sahipleri için yol gösterici ve bir hatırlatmadır.
[MÜ'MİN(40)/53-54]
Muhakkak Biz, onları bir ilim üzere, alemlere karşı tercih ettik.
[DUHAN(44)/32]
Muhakkak Biz, İsrailoğulları'na "kitap, hüküm ve peygamberlik" verdik. Onları, temiz olanlarla rızıklandırdık. Ve onları, alemlere üstün kıldık.
[CASİYE(45)/16]
"HAK'TAN SAPTILAR: AYRILIĞA DÜŞTÜLER: VE AZABA UĞRADILAR"
İsrailoğulları'nın en büyük peygamberlerinden biri de, Davut peygamberin oğlu Süleyman peygamberdir. Yüce Allah, bu kral peygambere, yeryüzünde eşsiz bir güç lütfetmiştir. Kendisine, birçok mucizeler yanında; insanlar, cinler, şeytanlar, hayvanlarla konuşma ve hükmetme yetkisi verilmiştir.
Ancak, Süleyman'ın ölümünden sonra (M.Ö 920), "Hak"tan sapan, ayrılığa ve aykırılığa düşen İsrailoğulları; şirke-putperestliğe kucak açmışlardır. Yüce Allah'ın kendilerine verdiği İslam nimetini koruyamayan İsrail Milleti; Yusufpeygamberin ölümünden sonra Mısır'da olduğu gibi, başka milletlerin esareti altına girmişlerdir. Süleyman peygamberin ölümünden sonra ortaya çıkan "fetret dönemi"; Asur, Babil, Pers ve Roma esaretiyle devam etmiştir. Allah'ın kölesi olan İsrailoğulları, bu sıfatlarını kaybederek, "Yahudi"leşmişler ve başka milletlerin kölesi olmuşlardır.
İsrailoğulları, Allah'a kölelikte yarıştıkları, içlerinden çok sayıda Allah dostu ve nebiler çıkardıkları dönemlerde; Allah'ınsayısız lütuflarına mazhar olmuşlardır. Ancak Allah'a teslimiyeti bozup, Hak'tan saptıkları; Allah'a ortak koştukları "fetret dönemleri"nde ise, kendi peygamberlerini öldürmek dahil, en büyük suçları işlemişlerdir. Bu nedenle de Allah'ın gazabını üzerlerine çekerek; azaba uğramışlardır.
İşte, Yahudileşmiş İsrailoğulları'nın, "şirk toplumu"na nasıl dönüştüklerinin, işledikleri ağır suçların ve Allah'ın azabının, Kur'an diliyle ifadeleri:
Vay o kimselerin haline ki; Kitab'ı(Tevrat'ı), kendi elleriyle yazıyorlar, sonra da onunla az bir menfaat sağlamak için, "Bu Allah'ın indindendir" diyorlar. O elleriyle yazdıklarından dolayı, yazıklar olsun onlara; o kazandıkları sebebiyle vay onların haline!
[BAKARA(2)/79]
Şüphesiz Biz, Musa'ya Kitab'ı(Tevrat'ı) verdik. Onun arkasından ard arda elçiler gönderdik. Ve Meryem oğlu İsa'ya, beyyineler(deliller) verdik. Onu, Kutsal Ruh'la(Cebrail'le) destekledik. Size(İsrailoğulları'na), ne zaman bir elçi, nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak; (peygamberlerin) bir kısmını yalanlayıp, bir kısmını da öldürecek misiniz?
[BAKARA(2)/87]
Onların(İsrailoğulları'nın) üzerine, nerede olurlarsa olsunlar zillet(boyunduruk) vurulmuştur. Ancak Allah'ın hakimiyeti ve insanların hakimiyeti altında olmaları müstesna. Allah'ın ayetlerini örtmeleri, nebileri haksız yere öldürmeleri, isyan edip haddi aşmaları sebebiyle, onlara meskenet(alçaklık) vurulmuştur ve Allah'ın azabını satın almışlardır.
[Al-İ İMRAN(3)/112]
O zaman ki Allah, 'kitap verilenler'den: "Onu(Kitab'ı), insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz"diye kesin söz almıştı. Ancak onlar, onu(bu sözü) arkalarına attılar ve az bir menfaatle değiştirdiler. O satın aldıkları şey, ne kötüdür!
[ALİ İMRAN(3)/187]
O uyarıldıkları şeyi unuttukları zaman, kötülükten men eden kimseleri kurtardık. Zulmedenleri, yaptıkları 'fısk'(Hak'tan sapma) sebebiyle 'azapla yakaladık.'
Ne zaman ki, o yasaklandıkları şeyi, yapmaya devam ettiler. Biz de onlara; 'aşağılık maymunlar olun!' dedik.
[ARAF(7)/165-166]
Onları, yeryüzünde ayrı ayrı topluluklar yaptık. Bu topluluklardan kimileri, salih olanlar, kimileri de, bunun dışında kalan(sapkın) topluluklardır. Biz, onları iyiliklerle ve kötülüklerle denedik. Umulur ki, (Hak'ka) dönerler.
Onlardan sonra, Kitab'a(Tevrat'a) varis olan kimseler geldi. (Bunlar), şu değersiz (dünyayı) tuttular ve; 'yakında bağışlanacağız' dediler. Şayet onlara, Dünya'nın bir misli daha verilse, onu da alırlar. Kendilerinden, Allah'a karşı Hak'tan başka bir şey söylemeyeceklerine dair, 'Kitap sözü' alınmamış mıydı? Oysa o (Kitab'ın) içindekileri okuyorlardı. (Allah'tan) korkanlar için, ahiret yurdu daha hayırlıdır. Akletmiyor musunuz?
Onlardan sonra, Kitab'a(Tevrat'a) varis olan kimseler geldi. (Bunlar), şu değersiz (dünyayı) tuttular ve; 'yakında bağışlanacağız' dediler. Şayet onlara, Dünya'nın bir misli daha verilse, onu da alırlar. Kendilerinden, Allah'a karşı Hak'tan başka bir şey söylemeyeceklerine dair, 'Kitap sözü' alınmamış mıydı? Oysa o (Kitab'ın) içindekileri okuyorlardı. (Allah'tan) korkanlar için, ahiret yurdu daha hayırlıdır. Akletmiyor musunuz?
[ARAF(7)/168-169]
Ve onlara emirden(dinden), apaçık deliller verdik. Ancak onlara ilim geldikten sonra, aralarında azgınlık ederek, 'ihtilaf'a(ayrılığa) düştüler. Şüphesiz Rabb'in, o ihtilaf ettikleri şeylerde, kıyamet günü hüküm verecektir.
[CASİYE(45)/17]
İSRAİLOĞULLARI: NE ZAMAN "HELAK" OLACAK?
İsrailoğulları, Hak'tan saparak Yahudileşmiş, Yüce Allah'a verdikleri ahdi bozmuş; kutsallığı ve yüceliği kendilerine atfederek; "kutsal kavim", "Allah'ın oğulları", "yeryüzünün efendileri" vb. şirki nitelendirmelerle tarihe geçmişlerdir. Nitekim Babil sürgününde kaybettikleri "Gerçek Tevrat" yerine, farklı zamanlarda farklı kişilerin yazdığı metinlerden oluşan "Toplama Tevrat"ı biraraya getiren Üzeyr'e(Azra'ya), Hıristiyanlar'ın İsa'ya dedikleri gibi "Allah'ın oğlu" demişlerdir. Bununla da yetinmeyip, kendilerini "Allah'ın oğulları" addedecek sapkınlığa ve kibir bataklığına yuvarlanmışlardır. İşte Kur'an'daki kanıtı:
Yahudi ve Hıristiyanlar dediler ki: "Bizler Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz." De ki: "(O halde) niçin sizi, günahlarınızdan dolayı azablandırıyor? Bilakis sizler, O'nun yarattıklarından bir beşersiniz. O dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Göklerin, Arz'ın ve bunların arasındakilerin mülkü, Allah'a aittir. Dönüş de, O'nadır.
[MAİDE(5)/18]
Helen kültürü ve Roma paganizminden etkilenen; "Sözlü Tevrat" oluşturarak "şahsi görüş ve yorumlarını" egemen kılandin adamları, bu yolla kendilerini ilahlaştırmışlardır. "Hak" üzere bulundukları zamanlarda, Allah'ın kendilerine verdiği "nimet ve lütuflar"ı unutarak, şirk koşmuşlar; kendilerini yücelterek, kibirlenmiş ve dünya hırsıyla azgınlaşarak, ırkçı zalimler olmuşlardır.
Zekeriya peygamberi, İsa'nın habercisi oğlu Yahya peygamberi öldüren İsrail kavmi, Musa'nın getirdiği "İslam Dini"ni, çoktan bozmuştu. Zekeriya'nın oğlu elçi Yahya, Kral Herod Antipas'ın emriyle tutuklanmış; daha sonra da, kavminin seyirciliğinde öldürülmüştü. Mucizeleriyle dikkat çeken İsa peygamber, putperest Roma İmparatorluğu'nun hakimiyetinde bulunan; bugünkü İsrail, Filistin, Suriye ve Ürdün topraklarını kısmen içeren bir bölgeye; İsrail kavmine gönderilmişti.
Son Elçi Muhammed(s.a.v.)'in habercisi olan İsa(a.s.)'ın, kavmiyle mücadelesi, yakın tarihin en dramatik mücadelesidir. Olağanüstü doğumu, hayatı, mucizeleri ve mücadelesiyle, bugün dahi tartışmaların konusu olmaktadır. İsa, İsrailoğulları'nın, "peygamberler zinciri"nin "son halkası"dır. Musa'nın "Tevrat"ı; Davud'un "Zebur"u bozulduğu için İsa, "İncil"le gönderilmiştir. İsrailoğulları'nın son "kavmi elçisi" olan İsa, nebilere uzanan kanlı ellerin son şahidi olmuş ve kavminin suçunu kanıtlamıştır.
O halde, elçilerin uyarılarına kulaklarını tıkayan; "İslam"a sırt çeviren ve elçilerini öldürmeye teşebbüs eden "Eski Kavimler"; Nuh, Ad, Semud, İbrahim, Lut vb. "helak" olduğu halde; neden İsrailoğulları "helak" olmamıştır? Bilindiği gibi "kavimlerin helakı"nın temel sebebi; elçilerin getirdiği mesajı inkar etmeleri ve tebliğe, olumlu cevap vermemeleri değildir. Helakın asıl sebebi; elçilerin Allah'tan aldıkları vahyin, "topluma iletilmesi temel hakkı"nın çiğnenmesi, tamamen yasaklanması ve hatta elçilerin öldürülmesidir.
Yüce Allah, her kavme bir uyarıcı-elçi gönderdiğini ve uyarıcı göndermediği kavmi sorumlu tutmayacağını, Kur'an'da bildirir. Bu nedenle de uyarılan kavme, uyarıcı-yumuşatıcı çeşitli azablar gönderir. Bunlar her türlü doğal felaketler veya başka milletlerin saldırıları olabilir. Sonuç olarak, elçilere direnen toplumlara; Allah, ya uyarıcı azablar gönderir, ya da uyarılar fayda vermiyor, kavim şirkini ve zulmünü sürdürerek elçilerini öldürmeye teşebbüs ediyorsa; "helak" edilir. Yani o toplum, "kökten yok edilir". "Helak", kökten yok etmektir ve Yüce Allah'ın kelamıyla "intikam almak"tır. "İntikam" kavramını Kur'an, "uyarıcı azap" için değil, sadece "helak" için kullanmıştır.
De ki: "(Allah), üzerinizden veya ayaklarınızın altından, azap göndermeye kadirdir. Yahut bir fırkayı(milleti) musallat ederek; bazınıza, bazınızın azabını tattırır." Bak! Ayetlerimizi nasıl açıklıyoruz? Umulur ki fıkhederler(aklederler).
[EN'AM(6)/65]
Biz, hangi topluma bir nebi(peygamber) göndermişsek, muhakkak onları, çetin(azap) ve sıkıntıyla yakalamışızdır. Umulur ki yumuşayıp-yalvarırlar.
[ARAF(7)/94]
Bir ülke(veya toplum) olmasın ki, Biz onu, 'kıyamet günü'nden önce 'helak' etmiş veya şiddetli bir azapla azap etmiş olmayalım. Bu Kitap'ta(Levh-i Mahfuz'da) böylece yazılmıştır.
[İSRA(17)/58]
İsrailoğulları, arka arkaya rahmet elçileriyle desteklenmiş; Hak'tan sapmaları karşılığında, çeşitli azaplara uğratılmıştır. Ancak kavmin "kökten helak"ı, Yaklaşansaat'e ertelenmiştir. İşte "İsrailoğulları'nın Helakı" ve beklenen bu "helak"ın, Kur'an'daki izleri:
Senin Rabb'in, izin verdiği zaman, azabın kötüsüne sürükleyecek olan o kimseyi(Deccal'i), kıyamete yakın onlara gönderecektir. Muhakkak senin Rabb'in, cezası seri(süratli) olandır. Şüphesiz O, bağışlayandır, acıyandır.
[ARAF(7)/167]
Sen, o zalimlerin yaptıklarından Allah'ı gafil sanma. Onları 'gözlerin bir noktaya toplanacağı güne'ertelemektedir.
O gün ikna olmuş(başları eğik) vaziyette korku içinde koşarlarken, kalpleri bomboştur.
O gün ikna olmuş(başları eğik) vaziyette korku içinde koşarlarken, kalpleri bomboştur.
[İBRAHİM(14)/42-43]
Biz Kitap'ta(Levh-i Mahfuz'da) İsrailoğulları'na (şu) hükmü verdik: "Arz'da iki kere fesat çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükselerek, kibirleneceksiniz."
O 'iki vaad'ten ilki, geldiği zaman, Biz, sizin üzerinize, şiddetli güç sahibi kölelerimizi gönderdik de, (onlar sizin) 'yurtlarınızı talan ettiler.' Bu yerine getirilmesi gereken bir vaatti.
Sonra, sizi, (tekrar) onlara karşı döndürdük ve size, mal ve oğullarla güç verdik. Ve sizi, nefer olarak(askeri olarak) güçlü kıldık.
Şayet iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz, yaptığınız kötülük de kendi aleyhinizedir. Yüzlerinizi astıran 'ikinci vaad' (geldiğinde kölelerimiz) ilk defa girdikleri gibi o Mescid'e(Kudüs'e) girerler. Büyük bir helak edişle helak ederler.
[İSRA(17)/4-7]
Ve ondan sonra İsrailoğulları'na söyledik: "Arz'da(vaad edilen topraklarda) oturun, 'ikinci vaad' geldiği zaman Biz, sizi karışık (halk) olarak toplayacağız."
[İSRA(17)/104]
Bir 'Karyete'(İsrailoğulları) ki, onları helak etmeyi haram (kıldık). Şüphesiz onlar, (Hakk'a) dönmezler.
Ta ki Ye'cuc, Me'cuc çıkıncaya ve her bir tepeden akın edinceye kadar.
Hak "vaad"(helak) yaklaşmıştır, o zaman, Hakk'ı örtenlerin gözleri bir noktaya dikilecektir: "Vay başımıza, biz bu şeyden(helaktan), gaflet içindeydik. Bilakis bizler, zalimleriz" (diyeceklerdir).
[ENBİYA(21)/95-97]
Ancak Biz, seni(Peygamber'i) alıp-götürürsek, muhakkak onlardan 'intikam' alacağız.
Ya da onlara vaad ettiğimiz şeyi(helakı) sana(Peygamber'e) gösteririz ki, şüphesiz Biz, onların üzerinde muktedir olanlarız.
[ZUHRUF(43)/41-42]
Şubat, 2010 | Dr. Halil Bayraktar yaklasansaat.com |
Kaynaklar:
1) Kur'an'ı Kerim
2) Kitab-ı Mukaddes, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 2001.
3) Maurice Bucaille, Louay Fatoohi, Shetha Al-Dargazelli, Çıkış Kitabı, çev. Ayşe Meral, İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yy. İstanbul, 2002.
4) R. Elliott Friedman, Kitabı Mukkaddesi Kim Yazdı, çev. Muhammet Tarakçı, Kabalcı Yy. İstanbul, 2005.
5) Paul Johnson, Yahudi Tarihi, Çev. Filiz Orman, Pozitif Yy.
6) Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Pınar Yy, İstanbul, 2001.
7) Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Kurt, Erken Dönem Yahudi Tarihi, IQ Kültür Sanat Yy. İstanbul, 2007.
8) Mahmut Aydın, Tarihsel İsa, Ankara Okulu Yy. Ankara, 2002.
9) Roger Garaudy, İsrail, Mitler ve Terör, çev. Cemal Aydın, Pınar Yy. İstanbul, 2000.
1) Kur'an'ı Kerim
2) Kitab-ı Mukaddes, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 2001.
3) Maurice Bucaille, Louay Fatoohi, Shetha Al-Dargazelli, Çıkış Kitabı, çev. Ayşe Meral, İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yy. İstanbul, 2002.
4) R. Elliott Friedman, Kitabı Mukkaddesi Kim Yazdı, çev. Muhammet Tarakçı, Kabalcı Yy. İstanbul, 2005.
5) Paul Johnson, Yahudi Tarihi, Çev. Filiz Orman, Pozitif Yy.
6) Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Pınar Yy, İstanbul, 2001.
7) Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Kurt, Erken Dönem Yahudi Tarihi, IQ Kültür Sanat Yy. İstanbul, 2007.
8) Mahmut Aydın, Tarihsel İsa, Ankara Okulu Yy. Ankara, 2002.
9) Roger Garaudy, İsrail, Mitler ve Terör, çev. Cemal Aydın, Pınar Yy. İstanbul, 2000.
Eski Kavimler/ Kur'an'ın Işığında: İsrailoğulları/ Gerçek Tur Dağı: "Cebel el Lawz"dır GERÇEK TUR DAĞI: "CEBEL EL LAWZ"DIR (Bir Doktora Tezinden Alıntı)
"ANTİK MEDYEN" VE "SİNA DAĞI"NIN YERİ
1) Tarihçi Josephus'a Göre: Medyen ve Sina Dağı
Josephus, İsa'dan sonra 100 yılında yaşayan Yahudi bir tarihçidir. Josephus, Antiquites 2. Cilt 11. bölümde şöyle der:
''Musa, Mısır'dan kaçtıktan sonra, Kızıldeniz üzerinde uzanan Medyen şehrine geldi.'' Bölüm 12'de ise; Musa,Jetro'nun(Şuayb'ın) yanında yerleşir. Ve Şuayb'ın sürüsünü, Şuayb'ın da yaşadığı Medyen'de otlattığını söyler. Josephus, tam burada şu notu düşer: ''Musa, sürülerini, buralardaki en yüksek dağ olan Sina'ya(Tur Dağı'na) sürüyordu.''
Birçok eski kaynak Medyen'i, Akabe Körfezi'nin doğusunda; bugünkü al-Bad kasabasında konumlandırır. Buradaki en yüksek dağ, Cebel el-Lawz'dır. Josephus, Medyen ile ilgili bilgi verirken, antik zaman coğrafyacısı Ptolemi'nin bilgilerini kullanmıştır.Ptolemi'ye göre; Kuzeybatı Arabistan'da Modiana veya Modiama denen iki şehir vardı. Bunlardan daha eski olanı Akabe Körfezi'nde kurulmuştu. İkincisi ise, biraz daha iç bölgede kurulmuştu. İkincisinin adı Madiam'dır ve söyleniş olarak Medyen şehrine daha yakındır.
2) Tevrat'ın Yunan Versiyonu Septuagint'e Göre: Medyen ve Sina Dağı
Sina Dağı'nın yeri ile ilgili bilinen en eski Yahudi kaynağı Septuagint'tir. Septuagint, Eski Ahit'in(Tevrat'ın) en önemli Yunanca tercümesidir. Septuagint tercümanları, Medyen'in yerini bildirirken, Sina Dağı'nı, Medyen ülkesinde olarak çevirirler. Filedelfiya'daki St. Josep Üniversitesi'nden Prof. Dr. Allen Kerkslager, Septuagint'in, Medyen açıklaması üzerine görüşlerini şu şekilde özetliyor:
''Sina Dağı, çok açık bir şekilde Medyen'in yanında geçmektedir. Eski Medyen şehrinin yeri, çok net olarak al-Badvahasıyla tanımlanabilir: Mugl a'ir Shu'ayb. Bu yer, Suudi Arabistan'ın kuzeybatısında, Akabe'nin yaklaşık 110 km güneyinde bulunmaktadır.''
Sonuç olarak Septuagint çevirmenleri, o gün elde ettikleri verilere göre; Sina Dağı'nın, Kuzeybatı Arabistan'da olduğunu belirtmişlerdir. Sina Dağı, Kuzeybatı Arabistan'dadır.
Medyen'in Sınırları
Medyen'in sınırlarını 3 farklı şekilde analiz etmemiz mümkündür. Arkeolojik deliller, tarihsel deliller ve coğrafi deliller.
a- Medyen Çömlekleri
1959 ve 1966 yılları arasında Güneybatı Arabah'da yapılan kazılar ve keşifler, farklı bir çanak çömlek grubunu ortaya çıkarmıştır. 1969 yılında Beno Rothenberg, bölgede bulduğu bazı çanak çömlekleri, Kuzeybatı Arabistan'da, Medyen şehri olarak tanımlanan yerde bulunan çanak-çömleklerle kıyaslamış ve bunlar vasıtasıyla, Medyen'in orijinal yerini tam olarak belirleyebilmiştir. Çünkü Medyen çanak-çömlekçiliğinin, tek bir üretim merkezinin olduğu düşünülüyor ve bu üretim merkezinin de Tebuk'un 70 km kuzeybatısında bulunan Qurayyah şehri olduğu ifade ediliyor. Arabah'ın güneyinde Kuzey Sina'da, İsrail'de, Edom ve Tina'da da, Medyen çanak çömleği bulunmuştur. Bu komşu şehirlerde bulunan çanak-çömlekler analiz edildiğinde, jeolojik kökenlerinin hep aynı olduğu görülmüştür.
Şu sonuca varılmıştır ki; Medyen'in içinde bulunan Qurayyah, Geç Bronz Çağı'nda, Medyen çanak-çömleği üretim merkezi durumundaydı. Ticari kanallar veya kökeni Qurayyah olan insanların trafiğiyle bu çömlekler, Medyen'in dışına diğer bölgelere buradan yayılmıştır.
b- Eski ve Yeni Ahit Haritaları
3- Eski Mısır'dan Elde Edilen Kanıtlar
Suudi Arabistan'ın kuzey batısı ya da Ürdün'ün güneyi olarak düşünülen Medyen'in yerini belirlemenin bir başka yolu da, Mısır ülkesinin sınırlarının, çıkış sırasında nereye kadar gelip dayandığını belirlemek olacaktır. Eğer mümkünse çıkışın zaman aralığının belirlenmesi gerekir. Medyenliler, komşu milletleri istila ettikleri ya da oralara gittikleri için, çıkıştan önce, çıkıştan sonra ve Nebati krallığının yükseldiği dönemlerde sınırları farklı olabilir. Öyle görünüyor ki; Medyen ana yurdu, hiçbir zaman Mısır devletinin idaresi altında olmadı. Ancak, Timna bakır madenleri bölgesinde, bölgedeki toplumlar ve Medyenliler, Mısır için çalışıyorlardı. Çıkış meselesi, akademisyenler arasında çokça tartışılan bir konudur. Akademisyenlerin çoğu, çıkış olayının, yeni krallık zamanında 19. hanedan devrinde, Seti I veya Ramses II'nin hükümranlığında, İsa'dan önce 1290-1270 yılları arasında vuku bulduğuna inanırlar. Akademisyenler Mısır'ın 18. hanedan devrinde, İsrailoğulları'nın isyan edemiyeceği kadar güçlü olduğunu savunurlar. 19. hanedanlıkla ilgili en güçlü delillerden bir tanesi de, o tarihe ait Merneptah(İsrail Stellası), bu stellada İsrailoğulları'nın, İsa'dan önce 13. yüzyılın 2. yarısında Kenan'da olduğu belirtiliyor. Zaten bugün çıkışın zamanıyla ilgili yazılmış yazılı materyalin büyük çoğunluğu, çıkışın 13. yy'ın ilk yarısında gerçekleştiğini yazmaktadır.
Yeni krallıktan çok uzun zaman önce Mısır'ın, Sina Yarımadası üzerinde büyük etkisi vardı. ''Dünya Tarihi Atlası''nın yazarı Patrick O'Brien, bu konuda şunları söylüyor:
"Mısır, ilk hanedanlığın en erken zamanlarında bile (İÖ 2925-2575), etkisini Güney Filistin ve Sina'ya kadar genişletmişti.''
Çıkış tarihine biraz daha yaklaşıldığında Amenhotep I(İÖ 1529-1509)'in hükümranlığı zamanında Mısır'ın, Nubye ve Sinaüzerinde hakimiyeti vardı. Daha önceden de belirttiğimiz gibi; Musa'nın zamanında, Eski Mısır'ın, tüm Sina Yarımadasıüzerinde politik ve askeri etkisine ait kanıtlar vardır.
Bu kanıtlardan çıkaracağımız sonuç; İsrailoğulları'nın, Mısır anayurdunu, topraklarını veya kontrolü altında olduğu yerleri geçip, Medyen'e girmeleri için Medyen'in, Sina Yarımadası'nın doğu tarafında olması gerekir.
Mısır'ın doğudaki sınırının, Gazze yakınındaki Vadi el-Arish olduğu düşünülmektedir. Bu nehrin, Kenan ve Mısır'ı ayırdığı söylenmektedir.
Musa, İsrailoğulları'nı Firavun'dan kaçırırken, sadece Mısır'ın anayurdundan değil, Mısır askeri gücünün olduğu herhangi bir bölgeden de geçirmemeliydi. Musa elbette Firavun'dan ilk kaçışında, kendini Mısır'ın en ufak bir varlığının bile olduğu her yerden uzak tutmuştu. Şurası kesin ki Musa, Sina'da Mısır'a ait her yeri biliyordu.
İncelenmesi gereken bir başka nokta da, bugünkü Elyat'ın 20 mil kuzeyinde yeralan Timnah bakır madenleridir. Mısır'ın yönettiği Timnah'daki bakır madenleri, belgelenmiştir.
Sina Yarımadası'ndaki bu madenlerin geçmişi, MÖ 3100 ile 2900 yıllarına yani ilk hanedanlığa kadar geri gider. Sina Yarımadası'nın ortasından, güney batısına kadar birçok maden yer almaktadır. Bunlar genelde turkuaz ve bakırmadenleridir. Toprak altından çıkarılan bir takım yazıtlardan, işçi olarak köleler çalıştırıldığı anlaşılmaktadır. Harel, şunu önemle vurgulamıştır ki; yukarıda bahsedilen madenleri korumak için daimi Mısır ordusu bulunmuştur.
4) Suudi Arabistan Arkeologlarının Görüşü
Suudi Arabistan Antikalar ve Müzeler Müdürlüğü'nüni 6 Suudi arkeoloğa hazırlattığı "Al-Bid"(Tarih ve Arkeoloji) kitabı, Arabistan'daki arkeolojik yerleri ortaya koymaktadır. Prof. Dr. Abdul Rahman al-Tayyib al Ansari; kitabın önsözünde şu tarihi gerçeği belirtmektedir:
"Suudi Arabistan'ın kuzeybatısında; medeniyet, tarih öncesinden de önce başlamıştır. Ad ve Semud, MÖ 3. milenyumda bölgede vardılar. Medyen medeniyeti ise onlardan çok daha sonra tarih sahnesine çıkmıştır. Kur'an'ı Kerim'de Medyen'den Şuayb Peygamber'in kavmi diye bahsedilmektedir."
Kitabın 13. sayfasında, Medyen'in, Kuzeybatı Arabistan'da, Edom ve Medyen krallıkları zamanında en önemli şehirlerden biri olduğunu söyler. Bu krallıklar, MÖ 2000 yılından, 1000. yılın ortalarına kadar(I. milenyum) hüküm sürmüştür. Kitapta kendisinden alıntı yapılan al-Yakubi şöyle söylemektedir:
"Medyen, birçok pınarları, nehirleri, bahçeleri, hurma ağaçları bulunan, farklı etnik grupların yerleştiği çok kalabalık antik bir şehirdi."
Eski coğrafyacılardan al-Şerif ise, Medyen hakkında şu bilgileri vermektedir:
"Medyen, Qulzum(Akabe Körfezi) denizi kenarına uzanan bir şehirdir. Tebuk'tan daha büyüktür. Şehrin ortasında, Musa'nın, Şuaybın sürüsü için su çıkarttığı bir kuyu bulunmaktadır."
Al-Kuthami, Medyen'den şöyle bahseder.
"Medyen, Hicaz'da antik bir krallıktı. Kalıntıları bugün hala durmaktadır. Bugün baş şehri Al-Bid'dir."
Kitabı yazan Suudi bilginleri, birçok tarihçi, coğrafyacı, gezgin, antik çağ araştırmacıları; Medyen ülkesinin şüphe götürmez şekilde Kuzeybatı Arabistan'da olduğunu ve Şuaybın evinin de Medyen'de bulunduğunu belirtmişlerdir.
5) Diğer Kanıtlar
a) Arabistan çöl seyyahı olan John Philby, Arabistan'a ilk defa 1917 yılında gelmiştir. Arabistan'ı dolaşıp incelemeler yapmıştır. Philby'a göre; Medyen'in, Suudi Arabistan'da Akabe Körfezi'nin doğusunda olduğuna dair en ufak bir şüphe yoktur. Medyenliler için Cebel el-Lawz'ın yanındaki Vadi Afal nehri yanına yerleşmeleri büyük avantaj olmuştur. Böylece asıl merkezlerini antik Medyenliler'in yerleşmiş olduğu daha güneye taşıyabilmişlerdir.
b) Asur yazıtlarına göre: Medyenliler, Maan'ın güneyine yerleşmişlerdir.
c) Pavlos, Sina Dağı'nın Arabistan'da olduğunu belirtmiştir. Eski ve Yeni Ahit atlaslarındaki kanıtlar değerlendirildiğindePavlos'un, Arabistan terimini bizim bugün bildiğimiz, Güney Ürdün ve Kuzeybatı Suudi Arabistan için kullandığı kesinlik kazanır.
d) Antik tarihçi ve akademisyenlerden Josephus ve İskenderiyeli Philo'ya göre, Arabistan denince bugünkü Arap Yarımadası olduğunu ve Sina Yarımadası'nın bu yarımadaya dahil olmadığını anlıyoruz.
SİNA DAĞI: "CEBEL EL-LAWZ"DIR
A) Eski Akademisyenlerden Elde Edilen Kanıtlar:
1) İskenderiyeli Philo; Musa'nın, Mısır'dan kaçtıktan sonra yerleştiği, evlendiği ve kayınpederinin sürülerini otlattığı yerin Arabistan'da olduğunu belirtmiştir. Philo'ya göre; Cebel el-Lawz; Sina Dağı'dır. Ve bu dağ, bölgedeki en yüksek dağdır.
2) Claudius Ptolemy (MS 100-155); Medyen şehrini şöyle tanımlamıştır: ''Bu şehir, Tanrı Dağı'nın yanındadır. Akabe Körfezi'nin doğusunda konumlanmıştır. Musa sürülerini buradaki tüm dağların en yükseği olan, adına Sina denen bir dağda otlatıyordu.''
3) Origin; İlk Hıristiyanlardan olmasına rağmen Sina Dağı'nı, Medyen'de konumlandırmıştır.
4) Kayserili Eusebius(MS 270-340); Konstantin zamanında yaşamış kilise papazlarından bir denizcidir. Havarilerin zamanından kendi çağına kadar Hıristiyan tarihini incelemiş, son derece çalışkan bir araştırmacıdır. Araştırması için her ne gerekirse okuyan Eusebius'un, Kayseri'deki büyük kütüphaneyi kullanma izni, ayrıca İznik Konsül'ü ve Konstantin tarafından imparatorluk arşivini kullanma yetkisi vardı. Eusebius'un, Konstantin'le çok ayrıcalıklı bir ilişkisi vardı. Schaff; bu konuda şunları söyler;
"Eusebius, çok uysal bir teologtu. Hıristiyan imparatoru Konstantin, onun hem efendisi hem de arkadaşıydı. Konstantin, onu konsülüne çağırır, masasına davet ederdi. Konstantinepol kiliseleri, İncil'in kopyalarını ilk önce ona verirdi."
Kostantin çok bilinen bir mistikti. Hıristiyanlığı toparlayıp canlandırdı. Peki, gerçekten Kostantin, samimi bir Hıristiyan mıydı?
Konstantin'in kiliseye olan sevgisi, aslında bir politika ve bir menfaat meselesiydi. Kilise, imparatorluğun birliği ve klasik kültürünün korunmasına hizmet edecek yeni bir merkezdi onun için. Ölümünden çok kısa bir süre önceye kadar vaftiz olmayı ertelemiş ve pagan devleti baş rahipliği ünvanı olan Pontifex Maximus, ünvanını korumuştur. Bunun da ötesinde, kendisini samimi Hıristiyan olmamakla suçlayan birçok insanı idam ettirmiştir. Onun politikası, biraz çıkar biraz da batıl inançların bir karışımıydı.
Konstantin'in hayalleri ve vizyonlarının uzun bir geçmişi vardır. Annesi Helena, bir hancının kızı ve Konstantin'in babası Konstanius'un ilk karısıydı. Helena, çok ketum ve dindar bir kadındı. Ve oğlu tarafından çok seviliyordu. Kendi mistik veşeytani eğilimlerini oğluyla paylaşmıştı. Konstantin, annesini Ortadoğuya, vizyonlarında gördüğü yerleri keşfedip oraları kilise yapması için göndermişti. Vizyonlarına dayanarak hem Sina Dağı'nın yerini hem de İsa'nın ikinci defa dirildiği yeri belirlemek istiyordu.
Konstantin, Helena'yı kutsal topraklara bu bölgeyi keşfetmek için gönderdiğinde, son derece depresif bir durumdaydı. Karısının ve oğlu Crispus'un ölümlerini emretmişti. Bugünkü St. Katerina Manastırı'nı 527 yılında İmparator Jüstinyen'in annesi, Konstantin'in annesi Helena'nın yaptırdığı küçük kilisenin üzerine yapmıştır. Tüm bunları aklımızda tutarak belki Eusebius'unda Sina Dağı'nın yeri konusunda Konstantin'den çok etkilendiğini düşünebilirdik. Oysa Eusebius, "Onomasticon" adlı eserinde Medyen'le ilgili şunları yazmıştır:
"Midiam, İbrahim ve Ketura'nın oğullarının ismini almıştır. Allah'ın Dağı, Medyen bölgesinde, Arap çölündedir. Bu dağa, hem Horep hem de Sina Dağı denilmektedir."
Eusebius, Sina Dağı'nın, Kuzeybatı Arabistan'da olduğuna dair inancını Septuagint, Philo, Josephus ve Kayseri'deki büyük kütüphaneden oluşturduğu kaynaklarla geliştirmiştir.
5) Jerome (MS 340-420); Bir İncil tercümanı, tefsircisidir. Latin, Yunan, İbrani dil ve edebiyatı üzerine uzmanlaşmıştır. Jerome, Horeb'le ilgili şu bilgileri vermektedir:
Medyen bölgesindeki Tanrı Dağı, Arabistan Çölü ötesindeki Sina'ya yakındır. Burası Sarakenler'in yaşadığı dağ ve çöldür. Buraya Paran denir. Eski Ahit'e göre Paran, İsmail'in yaşadığı çöldür. Jerome'un yaşadığı zamanda İsmaililere, Sarakenlerdenmektedir.
Burada bahsedilen iki isim yani Sina ve Horeb, aslında aynı dağı kastetmektedir. Ancak bu dağa, bazen Sina bazen Horebdağı denmektedir. Jerome, Sina Dağı'nı, Akabe Körfezi'nin doğusunda konumlandırır. Jerome göre Paran, Sina Dağı ve silsilesidir.
B) İslam Kaynaklarına Dayalı Kanıtlar
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.), MS 570-632 yılları arasında yaşamıştır. İslam, 622 yıllarında organize olmuş ve o tarihten sonra yükselişe başlamıştır. Sina Dağı'nın, Medyen şehri yakınında konumlandırılması, İslamçağında da önemle üzerinde durulan bir unsur olmuştur. İbn İshak'a göre, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) zamanında Medyen ile ilgili elimize bir tek rivayet ulaşmıştır. Peygamber (s.a.v.), Zeyd bin Harise'nin kumandasında bir keşif ekibini, Medyen bölgesine araştırmaya yollamıştır. MS 700 yıllarına ait bir çok İslami kaynakta; Hıristiyan keşişlerin, sofuların, münzevilerin, hac rotası olan Medyen'de yaşadıklarından bahsedilir. Şair Kuthayyir, Vadi el-Kura'dan, Suriye ve Mısır'a bir çok seyehat yapmış ve şiirlerinden birinde şöyle söylemiştir.
"Benim sık sık gittiğim Medyen'de, Medyen keşişleri toprağın üzerine diz çökerek sonsuz cezadan dolayı ağlarlar."
Yine Kuthayyir'in çağdaşı olan Cerir, bir şiirinde şunu yazmıştır.
"Eğer Medyen'in münzevileri(zahitleri) seni görselerdi, dağların zirvelerinde yaşayan dağ keçileriyle birlikte aşağı inerlerdi."
Bu konuda akademisyenler şunu düşünmektedir. Burada yaşayan keşişler, Musa, Sina Dağı ve Medyen şehirleri arasındaki bağlantıyı İslam bilginlerine aktaran kaynaklar olagelmiştir.
Mushil, Medyen hakkında bir kaynağa atıfta bulunarak şunları söylemektedir:
''MS 900'lü yılların başında Medyen, Tebuk'tan çok daha büyüktü. Ayrıca bu şehrin içinde, Musa'nın Şuayb'ın sürülerini suladığı bir kuyu bulunmaktadır.''
Mushil, Şuayb'ın, İbrahim'in Ketura'dan olan oğlu Medyen'in soyundan geldiğini ve bu şehrin de onun adına kurulduğunu vurgular. Kur'an, Şuayb'ın Premozaik dönemde Medyen'de yaşadığını ve Musa'yla da çok sıkı bir ilişkide olduğunu belirtmiştir. [TAHA(20)/40, KASAS(28)/20]
Philby, Musil, Bosworth, modern zamanlara kadar Musa'nın Şuayb'ın sürülerine su verdiği kuyunun Medyen şehrinde olduğunu onaylamışlardır. Suudi Arabistan'ın modern haritalarında al-Bad hala ana yolda bulunmaktadır. Hicaz'ın sahil yolunu takip eder. Kuzeyden Ürdün'e, oradan İsrail ve Mısır'a gider. Hala Medyen bölgesinde büyük bir vaha vardır. 1980'lerin sonlarında burada yaşayan yerli halk, Musa'yı, bu vahayla, Musa Dağı'yla ve bölgedeki en yüksek dağ olan Cebel el-Lawz'la ilişkilendirmektedir.
Artık Cebel el-Lawz'dan yavaş yavaş bir çok arkeolojik kanıtta gelmektedir. Bu kanıtlar, buranın Tur Dağı olduğunu kanıtlamak için çok önemli delilerdir.
C) Arkeolojik Kanıtlar
Charles Beke(1800-1874), Sir Richard Francis Burton(1821-1890), Alois Mushil (1864-1944), Harry St. John Philby(1885-1960) gibi ünlü gezgin ve araştırmacılar, arkeolojik kanıtlara dayanmadan da Cebel el-Lawz'ın, Musa Dağı olduğunu başka kanıtlarla söylemişlerdir.
Örneğin; Burton, burada yaşayanların oraya Arz-ı Medyen dediklerini ve Cebel el-Lawz'a yakın olduğunu yazmıştır. Mushil ise al Bad'da Medyen'in antik kalıntılarına rastlamıştır. Cebel Lawz'dan ise şöyle bahsetmektedir:
''Kuzeydoğuda mor dağ dizisi Lawz yükselir. Ve onun güneyinde yarı beyaz yarı siyah olan Al-Makla(yanık-siyah tepe) ve Al-Raha dağları vardır.''
Philby, al-Makla'nın, bazalt şapkasıyla Lawz'ın ikiz tepelerinden biri olduğunu söyler. Philby, antik Medyen ve al-Bad'a atıfta bulunarak, Tebuk ve Dhaba arasındaki al-Bad'tan geçen meslektaşlarım Mushil ve Burton'un, Kur'an'da, Musa ile ilişkilendirilen ve Şuayb'ın yaşadığı yerlere gitmek zahmetine katlanmaması hayret vericidir der. Philby, bu bölgede bulunan bir kuyudan bahseder. Buranın etrafında bir takım kalıntılar, çömlekler ve süs eşyaları bulunduğunu yazmıştır.
D) Kaya Resimleri Sanatı
Bir çok kaynağa göre dağın yakın çevresinde insan va hayvan figürü bulunan kaya resimlerine rastlanmıştır. Ayrıca Suudi Arabistan Antika ve Müzeler Başkanlığı, Cebel el-Lawz ve Cebel Hisma etrafında çok sayıda yazıt ve çizimlere rastlandığı bilgisini vermektedir. Cebel el-Lawz'ın eteklerinde, insan yapımı bir kaya sunak bulunmuştur. (Bu İsrailoğulları'nın denendiği altın buzağı sunağıdır.)
Mary Nell Wyatt'a göre, bu sunağın üzerinde 12 grup petroglif bulunmuştur. Bunlar, Mısır öküz tanrısı Apis'i ve sığır tanrıça Hator'u temsil etmektedirler. Wyatt'a göre büyük altarda 9 tane sığır vardır. Dördünün boynuzları aynen Apis gibi çizilmiştir. 5 sığırın ise boynuzları öne doğru kıvrılmıştır. Wyatt'a göre tüm sığır tasarımları birebir Mısır'dan alınmıştır. Ayrıca bu kaya resimlerinde gözlemlenen köpekler ve kediler de, antik Mısır'ın tapınaklarının duvarlarında kullanılmaktadır. Larry Williams, Riyad Üniversitesi'nden bir arkeoloktan şunları aktarmıştır:
''Bu çizimler Mısır'da Apis ve Hator'a ait resimlerdir. Daha önce bu ülkede bunları hiçbir yerde görmedim.''
Livingstone adlı araştırmacı, Cebel Lawz'daki kaya sanatının sığır çizimleriyle öne çıktığını vurgulamış ve şunu söylemiştir.
''Buradaki öküz çizimleri, kafaları yan profilden gösterilerek belirgin tipte çizilmiş resimlerdir.''
Waytt, Cornuke ve Williams, Cebel el-Lawz'ın ayağındaki açık alanda sığır petroglifleri yoğunluğunun bulunmasının nedenini, burasının altın buzağı sunağı bölgesi olduğu anlamında yorumlamışlardır. İddia edilen sunak bölgesindeki sığır boynuzlarını inceleyen Williams, şunları söylemektedir:
''Burada görülen hayvanların boynuzları, tıpkı Mısır resimlerinde görülen Apis ve Hator'un boynuzları gibi kıvrımlıdır. Mısır hiyerogliflerinde öküzlerin boynuzları, tıpkı Cebel el-Lawz'da olduğu gibi yukarı doğru kıvrık durmaktadır''.
İsrail'in göç ettiği bölgelerde de bu çizimlerden görülmüştür. Cornuke, böyle bir koyun ülkesinde sığır çizmek için bir sebep olmadığını belirtmektedir. Cornuke'nin görüşüne göre; Arabistan'a sığır dışarıdan gelmiştir. Williams'ta şu noktayı vurgulamıştır ki; sığır bu bölgenin yerel hayvanı değildir.
Caldwells'lerle yapılan tartışmalarda, kayalardaki resimler dağın kutsal tarafına bakan yüzünde değil, diğer tarafa bakan yüzündedir. Sığır olmayan bir bölgede bu kadar sığır resmi çizilmesinin bir nedeni, antik Mısır zamanında İbrani hacıların burada kamp yapması olabilir. Makla'nın ayağında büyük bir kaya bulunmaktadır. Burada sığır, öküz, uzun boynuzlu keçi, koyun, yılan, köpek ve kediye benzeyan yaratıklarla, elinde bir yay ve ok tutan adam çizilmiştir. Ayrıca altın sunaktaki boynuzları olan sığırlar, tıpkı Makla'nın dibindeki kayadaki Apis gibi çizilmiştir.
Lennart Moller, Çıkış adlı eserinde 265. sayfasında Mısır'daki bir tapınak resmi ile Cebel Lawz'da bulunan kaya resimlerini karşılaştırmıştır. Resimlerdeki tapınma şeklindeki benzerliğin çarpıcı olduğunu söylemektedir.
Kaya resimlerinin tarihlendirilmesi, hiçbir zaman kesin olamamaktadır. Bilimsel olarak, bu resimlerin ne zaman çizildiğini tam olarak söyleyemiyoruz. Yine de ''Altın Buzağı Sunak Bölgesi'', bu dağın Sina Dağı olduğunu desteklemektedir.
E) Eski Yazıtlar
1991 ve 1999 arasında bölgeyi ziyeret eden Caldweller, Cebel el Lawz civarında bulunan yazıtlar hakkında şu açıklamayı yaptılar:
"Cebel el Lawz bölgesinde bir çok yazıt gördük. Özellikle yarık kayabölgesinde yani Refidim'de ve Medyen bölgesinde bu yazıtlardan çok miktarda bulunuyordu. Araştırmacıların yaptığı konsültasyon sonucunda bu yazıtlarda, hem erken dönem arapçası hem de geç dönem Arapçası kullanılmıştır. Ayrıca Semudik yazıtlarda burada yer almaktadır."
Diller konusunda arştırma yapan Dr. Miles Jones, Tanrı'nın Yazısı adlı kitabında şunu belirtmektedir:
"Çok açık tarihsel ve dil bilimi kayıtlarına sahibiz. Ve bu kayıtlar şunu göstermektedir: Şu anda var olan bütün alfabelerin izleri sürüldüğünde, tek bir başlangıç alfabesine vardığını görüyoruz. Ve bu dilin hem ilkel İbranice'nin hem de ilkel Arapça'nın kaynağı olduğu düşünülüyor."
Dr. Jones şöyle diyor:
"Cebel el Lawz'ın eteklerinde pek çok Semudik yazıtlara rastlandı." Özellikle Dr. Jones, ilkel İbranice'de bulunan Kaf harfini bir petroglif üzerinde tanımladı.
Peki Sina Yarımadası'nda Yahudilere ait yazıtlar yok muydu? Kaya yazıtları hakkında kitap yazan Stone, bu konudaki kaynakları derlemiş, St. Joseph Üniversitesi'nde profesör olan ve Sina yarım adasında araştırmalar yapan Kerkeslager'in de görüşlerini alarak şu sonuca varmıştır:
''Sina'da, ne Hıristiyanlık öncesi dönemde ne de Hıristiyanlık'tan kısa bir zaman sonraya kadar orada Yahudilerle ilgili bir yazıt görülmemiştir.''
Sina Dağı ve etrafında çeşitli dillerden yaklaşık 6000 yazıt bulunmuştur.
Dr. Miles Jones ve diğer dil bilimcilerin akademik incelemelerinin sonuçlarına göre: Cebel al Lawz'ın civarında bulunan Semudik yazıtlar, onların anlamı, tahta petrogliflerle birliktelikleri ve Çıkış döneminde İsrail'in oradaki varlığı arasında bir bağlantı vardır. Ancak bölge derinlemesine bir analiz için araştırmaya açık değildir.
F) Doğal Özellik ve Olaylara Dayalı Kanıtlar
1-Horeb'deki Kaya
İsrailoğulları susuzluktan şikayet ettiklerinde, Allah, Musa'ya bir taşa vurmasını emretti. Kayadan da İsrailoğulları'nın 12 boyu için 12 pınar fışkırdı. Horeb'i ziyaret eden Caldwell'lere göre bu kaya Cebel el Lawz'ın batı eteklerinden görülmektedir. Tevrat'a göre bu olay Refidim'de kamp yaptıkları yerde meydana gelmiştir. Tevrat'ın Çıkış bölümünde anlatılan olayda, su çıkan kayanın yarık olup olmadığı açık değildir. Ancak Mezmurlar 78/15'de şöyle yazmaktadır:
''Çölde kayaları yardı,
Ve derinliklerden gelir gibi onlara bol bol içirdi. Kayadan akan sular çıkardı. Ve suları ırmaklar gibi akıttı.''
Caldwellere göre bu kaya, 60 feet yüksekliğinde ve bütün düzlükte dikkat çekici, öne çıkan bir görünüşü var.
Caldweller bu kayayı araştırmak için çok zaman harcadılar. Bölgedeki vadileri ve ülkedeki diğer yerleri de incelediler ve bu konuda jeologlarla istişare ettiler. Caldwell'lerin kayaya ait topladığı pek çok fotoğraf ve video üzerinde çalışan bilim adamları; kayanın alt kısmında, çok yüksek basınçtan oluşmuş hidrolik erozyonun açık delillerini gördüler. Gordon Franz'ın, Sina Dağı Suudi Arabistan'da mı? kitabında ise şu bilgiler yer almaktadır:
''Kayanın altındaki suyun dökülme yolu incelendiğinde, üzerinden tonlarca suyun geçip aşındırdığı, erozyon izi taşıyan yuvarlanmış küçük taşlar ve kırılmış taş parçaları tespit edildi. Erozyon izlerinin yerlerine ve bu izlerin olası kaynağına bakıldığında, kimse bunun orada gerçekleşmiş olan bir sel nedeniyle meydana gelmiş olabileceği sonucuna varamaz. Çünkü bu bölge, kuru çöl olarak sınıflandırılan bir bölgedir. Her yıl ancak 100 mm kadar yağmur alabilir.''
Jim ve Penny Caldwell, Nisan 2002'de şunları söylüyorlardı:
''Bu kayadaki erozyon izlerinin bir sel nedeniyle oluşmadığına neden bu kadar emin olduğumuzu söyleyelim. Çünkü bu vadideki hiçbir kayada böyle kanallar, yarıklar veya bu şekilde erosif yani aşınma izleri bulunmuyor. Eğer burada böyle bir ani sel olduysa, herhalde sadece bu kayaya isabet ettiğini, tüm vadide hiçbir yere vurmadığını kabul etmemiz gerekir.''
Güneybatı Texas Eyalet Üniversitesi'nde coğrafya araştırmacısı olan Dr. Glen Fritz, Suudi Arabistan jeolojisi hakkında çok iyi bilgiye sahiptir. Dr. Fritz, düzenli olarak Lawz bölgesinde çalışan arkeologlarla istişare eder. Son bulguları, uydu görüntülerini, ayrıca Lawz alanı ve yarık kayaya ait tespitleri inceleyen Fritz, Horeb'teki olayı bir ''artezyen sistem'' olarak açıklamaktadır.
Bölgenin çok iyi çekilmiş fotoğrafik kanıtları üzerinde çalışan Dr. Fritz, su akışının, granit alt yüzeyi aşındıracak derecede uzun zaman ve yüksek enerjide devam ettiğini vurgulamıştır. Çünkü normalde granit, kristal yapısı nedeniyle su erozyonuna karşı dirençlidir. Ancak sadece bazı artezyen kaynakların, bu yapıyı eritecek kimyasal maddeyi üretme potansiyelleri mevcuttur. Suyun aktığı bölgenin ve kayanın altındaki su dökülme yolunun fotoğraflarını inceleyen Dr. Fritz, bu kayanın, tüm bölge için bir anomali olduğunu söylüyor ve son olarak şunu belirtiyor:
''Aşınmaktan düm düz olmuş bir yüzeyin yanı başında, pürtüklü, pürüzlü bir yüzeyin bulunması, hakikaten eşi benzeri olmayan bir durumdur ve tuhaf bir jeolojik oluşumdur.''
2-Dağ'daki Nehir
Tevrat'ta yer alan Tesniye 9:21'e göre; dağdan aşağı akan bir nehir veya bir dere vardır:
''Yaptığınız günahlı nesneyi, o buzağıya benzer dökme putu alıp yaktım. Parçalayıp ince toz haline getirinceye dek ezdim. Sonra tozu dağdan akan dereye attım.''
Cebel el Lawz'da böyle bir nehir yatağı bulunmaktadır. Caldweller'in bölge raporuna göre; Dağdan aşağı doğru akan bu nehrin, bu kadar belirgin bir vadi oluşturabilmesi için, en az 9 ay ya da daha fazla akması gerekir. Nehir yatağı, 10-12 feet derinliğinde ve 20-30 feet genişliğindedir. Nehir yatağı, ''Altın Buzağı Sunağı'' ve Musa'nın Kurban Sunağı'nın arasında konumlanmıştır. Nehir yatağı, yolunu, Kurban Sunağı'nın arkasından çizer, yanmış zirvenin bulunduğu vadiyi yol boyunca geçerek, aşağısındaki geniş vadiye doğru devam eder.
Dağın yanmış zirvesinin sol tarafından aşağı inen nehrin oluşturduğu vadi, oldukça seçilebilir niteliktedir. Bu dağdaki ana vadidir. Dağın tabanında çok geniş bir nehir yatağı oluşturmuştur. Diğerleri ise, henüz dağın tabanına ulaşmadan, ya kesintiye uğrar ya da dağılır. Dağın tabanına indiğinizde, nehir yatağı gerçektende çok aşikâr bir hal alır. Buradaki taşların sayısı çoktur ve yıkanmaktan yassılaşmıştır. Burada fazla sayıda taşın bulunması, olağan bir durum değildir. Diğer alanlarda taşlar oldukça seyrektir.
Elbette Sina Dağı'ndan akan nehrin hacmi, aylarca, milyonların ihtiyacına cevap verebilecek hacimde olmalıdır. Bölgeyi incelemiş kişilerin söylediklerine göre bu vadi, ihtiyaca cevap verebilecek niteliktedir ve bölgede benzeri yoktur. Öyle görünüyor ki, nehir, dağdan İsrailoğulları'nın kamp alanına dökülmektedir. İki farklı kaynağa göre; su, bir göl ya da havuzda toplanmaktadır.
3-Makla'nın Siyah Zirvesi
Ön bilgi: Cebel el Lawz'da, birbirinden birkaç mil uzaklıkta ikiz zirve bulunur. Biri, Cebel el Lawz, bölgenin en yüksek zirvesi. Diğeri ise, Cebel Makla yani siyahlanmış zirve. Bu isimlerden Philby da bahsetmiştir. Belki de buraya iki isim verilmesinin sebebi budur.
Bu tezin de amacına uygun olarak Cebel el Lawz, Horeb diye adlandırılabilir ve Makla'ya da Sina denilebilir. Horeb'in yarık kayası,Lawz'ın eteklerinde yer almaktadır. Bu, Tevrat'taki bilgilerle uyuşmaktadır. Cebel el Lawz; ''Badem Dağı'' anlamına gelir. Makla ise;''ocak'' anlamındadır.
Dağı ziyaret edenlerin ifadesine göre; Birisi, Cebel el Lawz'ın üzeride dursa ve tüm yönlere baksa, gözünün görebildiği uzaklığa kadar kahverengi ve gri granit dağlardan başka renkte dağlar göremez. Bu devasa granit örtüsü, nasılsa aniden Makla'nın koyu renkli zirvesi ile kesintiye uğrar. Makla'nın zirvesindeki kayalar iki farklı tiptedir. Birinci tip kaya; çok sert, yoğun ve görünüş olarak çok koyu mavi-gri –siyah kayalar. Bu kaya cinsi, Makla'nın tüm üst bölgesine eşit olarak dağılmıştır. Diğer tip kaya ise, siyahlanmış görünen noktaya doğru koyulaşan granittir. Bölgedeki diğer dağların hepsinde görülen kayaların cinsiyle tamamen aynıdır. Bu kaya etraftaki dağların hepsinde kızıl-pembe –kahve renginde görülür.
Makla'nın tepesindeki siyahlanmış kayayı kırmak oldukça zordur. Oysa, bir graniti diğer bir taşa vurarak kolayca kırabilirsiniz. Koyu renkli granit kırıldığında göreceğiniz şey, etrafı koyu renk bir kabukla kaplı, pembemsi renkli granittir. Ki bu pembemsi renk, granit etraftaki tüm dağlarda görülen granittir. Dağda bulunan bu iki tip siyah kaya için doğal bir açıklama var mıdır? Siyah kabuklara sahip kayaların olması, dağın dış kaynaklı bir ısı kaynağına maruz kaldığının işareti olabilir mi?
Bu konu da pek çok teoriler ileri sürülmüştür. Kimi jeologlar buna, Güneş, rüzgar ve yağmurun aşındırması demektedir. Kimisi, çölün sıcaklığının kayalarda metamorfoza neden olduğunu iddia etmektedir. Eğer çölün ısısı, bu kayaları zamanla koyulaştırdıysa, neden civardaki dağlarda aynı değişim gerçekleşmedi? Eğer bu yukarıda bahsedildiği gibi kimyasal bir aşındırma ise, neden sadece bu lokasyonda ve bu genişlikte gerçekleşti? Şunu söylemek gerek; bölgeyi ve kaya örneklerini görmeden jeologların vereceği karar, neredeyse kör olarak yapılmış bir tespit olacaktır.
4-Mağara
Tevrat'ta, Krallar 19:1-9'da Tur Dağı'nda bulunan mağara ile ilgili aşağıdaki bölüm yer almaktadır.
''1 İsrail Kralı Ahab, İlya'nın bütün yaptıklarını; yalancı peygamberleri nasıl kılıçtan geçirdiğini İzebel'e anlattı.
2 İzebel, İlya'ya, "Yarın bu saate kadar senin peygamberlere yaptığını ben de sana yapmazsam, ilahlar bana aynısını, hatta daha kötüsünü yapsın" diye haber gönderdi. 3 Can korkusuna kapılan İlya, Yahuda'nın Beer-Şeva Kenti'ne kaçıp uşağını orada bıraktı. 4 Bir gün boyunca çölde yürüdü, sonunda bir retem çalısının altına oturdu ve ölmek için dua etti: "Ya Rab, yeter artık, canımı al, ben atalarımdan daha iyi değilim." 5 Sonra retem çalısının altına yatıp uykuya daldı. Ansızın bir melek ona dokunarak, "Kalk yemek ye" dedi. 6 İlya çevresine bakınca yanıbaşında, kızgın taşların üstünde bir pideyle bir testi su gördü. Yiyip içtikten sonra yine uzandı. 7 Rabb'in meleği ikinci kez geldi, ona dokunarak, "Kalk yemeğini ye. Gideceğin yol çok uzun" dedi. 8 İlya kalktı, yiyip içti. Yediklerinden aldığı güçle kırk gün kırk gece Allah'ın Dağı Horeb'e kadar yürüdü. 9 Ve orada bir mağaraya girdi ve orada geceledi. Ve işte ona Rabb'in sözü geldi ve ona dedi. 'İlya burada ne işin var?'''
Bu nokta da Cebel el Lawz'ın, Sina Dağı olduğuna inanmayan Jeffery Harrison'un yorumunu aktaralım:
''Cebel el Lawz'ın üzerinde bir mağara bulunuyor olması, dikkate değer değildir. Çöldeki dağlarda bir çok mağara vardır. Ancak geleneksel Sina Dağı'nın üstünde hiç mağara olmadığı da doğrudur. Fakat bu dağın üzerindeki herhangi bir kuytu yer ya da yarığın, İlyas'a bir sığınak olmaması için neden yok. Tabi Krallar 19:9'da, İlyas'ın sığındığı yer için İbranice 'maarah' yani mağara kelimesi kullanılması da, meseleyi ilginç hale getiriyor. Ancak yine de bu, Sina Dağı'nın, Suudi Arabistan'da olduğunu destekleyecek bir kanıt değildir.''
Evet, Cebel el Lawz'da gerçek bir mağara bulunması (15 feet yüksekliğinde, girişinden itibaren 20 feet uzunluğunda) tek başına bu dağın Sina Dağı olması için bir neden olamaz, ancak gerçek Sina Dağı'nın üstünde muhakkak bir mağara olması gerekir.
5-Kamp alanları
Sina Dağı'nın, yaklaşık 2 milyon insan ve onların hayvanları için kamp alanına ihtiyacı vardır. Bu yüzden, dağın yakın çevrelerinde geniş, boş alanlar bulunmalıdır. Geleneksel Sina Dağı'nı ziyaret edenler, bu dağın çevresinde yaklaşık 2 milyonun toplanacağı bir alanın bulunmadığını dile getiriyorlar. Tevrat'ta geçen birçok bölümde, dağın yakın çevresinde İsrailoğulları'nın kamp yaptığı belirtilmektedir. Bu kamp yaptıkları bölgeye de, Refidim deniyor ve Tevrat'a göre dağın ön tarafında bulunuyor. Geleneksel Sina Dağı'nda gözlemler yapan Bob Cornuke, şunları söylüyor:
''Geleneksel Sina Dağı'nın üstünden çekilen bir hava fotoğrafı elime geçti. Bu fotoğrafta, her tarafta dağların zirveleri gözüküyor ve bir şey yetişmesi ya da bir yaşamın sürdürülebilmesi için çok az alan bulunuyor. Yukarıdan 360 derece etrafa bakıldığında, sadece dağlar görünüyor. Hiçbir yerde kan, çadır, bedeviler yok.''
Cebel el-Lawz'ı ziyaret edenler, gözlemlerini şöyle aktarıyorlar:
''Makla'nın tepesinden doğuya bakıldığında, dağın sağ ayağında açık bir alan görülmektedir. Açık alan, çok daha geniş bir araziye(genişliği 2 mil, uzunluğu 5 mil) doğru açılmaktadır. Benzer ölçülerde başka bir düzlük de, batı tarafında bulunmaktadır. Burası, İsrailoğulları'nın kamp yaptığı Refidim olabilir.''
Moller, bu alanın 40 km olduğunu söylemektedir.
6- Plato
Tevrat'ta, Çıkış 24:9'da, Musa'nın, 70 akil adamla beraber Allah'ı görmek için dağa çıktığı yazmaktadır. Besbelli Sina Dağı'nın yukarılarında bir yerde, en az 74 kişinin ayakta duracağı, oturacağı ve yiyeceği bir alan olması gerekiyordu.
Dağın üzerinde araştırma yapanlar, Cebel Makla'nın 2000 feet yukarılarında ilginç bir alan tanımlıyor. Onlara göre bu alan, volkanik olmamasına rağmen bir kratere benziyor. Burası öyle özel bir nokta ki, İsrailoğulları'nın kamp alanından burasını görmek imkansız olduğu gibi, platodan da kampı görmek mümkün değil. Farklı bir kaynak aşağıdaki tanımlamayı yapıyor:
''Bu 74 kişiden her birisinin en az 5 m'ye ihtiyacı olduğu düşünüldüğünde, platonun yaklaşık 400 m olması gerekmektedir. Horeb'te dağın yukarılarında göreceli büyük bir plato olmalıdır ve burası açıkça dağın zirvesinden ayrılmış olmalıdır. Moller, Cebel el Lawz'da aynen böyle bir platonun var olduğunu söylüyor. Elbette bir çok dağda benzer platolar olabilir ancak diğer kanıtlarla beraber platonun da bu özellikleriyle Cebel el Lawz'da bulunması, bu tezi destekleyici bir unsurdur.
7-Cebel el Lawz'daki Ağaçlar
Çıkış 25:10-16'da, Musa'nın tapınağa ait pek çok kutsal eşyayı, akasya ağacından yaptığını görüyoruz. Bunların en önemlisi de, Ahit Sandığı'dır. İbranice bu ağaca Shittim Ağacı denir.
''10 Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olsun.
11 İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. 12 Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. 13 Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. 14 Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. 15 Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. 16 Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.''
Gerçek Sina Dağı ile ilgili araştırma yapan Harrison'a göre; Cebel el Lawz'da Akasya ağacı bulunması, sıra dışı bir durum değildir. Bu bölgede Akasya ağaçları, tüm güney çöllerinde hatta Sina Yarımadası'nda dahi bulunur. Ancak Cebel el Lawz ve çevresinde Akasya ağaçlarının bulunuyor olması, bu teze yardımcı bir unsurdur.
Bölgede yetişen diğer bir ağaç da Badem ağacıdır. Daha önceden de belirttiğimiz gibi Cebel el Lawz'ın anlamı Badem Dağı'dır. Mağaranın üst tarafında, iki büyük taşın arasında görülen ağaç, Badem ağacıdır. Araştırmacı Moller, bu konuda şunu demektedir:
''Zirvedeki ağaç, bu dağı kendi bölgesinde tanınır hale getirmektedir. Zira o bölgede, tepesinde ağaç olan bir başka dağ daha yoktur.''
Tevrat'ın Çıkış bölümü Bab 25'de Badem ağacından şöyle bahsedilmektedir:
''33 Her kolda badem çiçeğini andıran üç çanak, tomurcuk ve çiçek motifi bulunacak. Altı kol da aynı olacak.
34 Kandilliğin gövdesinde badem çiçeğini andıran dört çanak, tomurcuk ve çiçek motifi olacak. 39 Bütün takımları dahil kandilliğe bir talant saf altın harcanacak. 40 Her şeyi, sana dağda gösterilen örneğe göre yapmaya dikkat et.''
G- Antik Yapılardan Elde Edilen Kanıtlar
a-Kuyular, Sarnıçlar, Taş Yığını Mezarlar
Makla'nın aşağısındaki bölgede, açık bir çekilde çembere benzer yapılar gözlenmektedir. Bob Cornuke, bu yapılar hakkında şu bilgileri veriyor:
''Her bir yapı, üç büyük halkadan oluşuyor. Dış duvarları 2,5 feet kalınlığında, 18 feet çapında. Her birinin arasında 5 feet kadar mesafe var. Bu yapılardan tam olarak 12 tane bulunuyor. Ancak bunlara sütun diyemeyiz. Bu yapılar, büyük sarnıçlara ya da seremoni platformlarına benziyorlar. Eski nehir yatağının tam altında bulunuyorlar. Belki de bunlar, İsrail kabileleri için su deposu görevi yapıyorlardı.''
b-Sınır işaretleri
Çıkış 19:10-12:
''10 Rab, Musa'ya, ''Git, bugün ve yarın halkı arındır'' dedi, ''Giysilerini yıkasınlar.
11 Üçüncü güne hazır olsunlar. Çünkü üçüncü gün bütün halkın gözü önünde ben, Rab, Sina Dağı'na ineceğim. 12 Dağın çevresine sınır çiz ve halka deki, 'Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunursa, kesinlikle öldürülecektir.'''
Moller, Cebel el Lawz'ın alt kısmında, üzerinde ipleri(bağcıkları) bağlanmamış sandalet petroglifleri olan bir çok taşlar olduğunu iddia etmektedir.
c-Taştan Yapılmış Çemberler
Cebel el Lawz'ın batı tarafında; Refidim'de, İsrailoğulları'nın kamp yaptığı ve yarık kayadan su içtiği yerde, geniş bir düzlük vardır. Dr. Glen Fritz'e göre, burada birçok, taştan çemberler ve taş yığınları bulunmaktadır.
Caldwell'lere göre, İsrailoğulları'nın burada kısa zaman kalması nedeniyle, yontulmamış taş kullanılan ve eşiği olan taş çemberler, orada bulunan yerel halkın yani bedevilerin tarzından oldukça farklı bir tarzda yapılmıştır.
d- Mezarlık
Tevrat'ın Çıkış bölümünde, Buzağıya tapan 3.000 kişinin öldürüldüğü ve veba nedeniyle 20.000 kişinin telef olduğu yazmaktadır. Peki bu 23.000 İbraniye ne oldu?
Son zamanlarda bölgenin tek batılı ziyaretçisi olan Caldwell'ler, Kutsal bölgenin 3-4 mil kuzeyinde, çevrilmiş bir alandan bahsediyorlar. Bu alanda, baş taşları olan mezarların bulunduğunu belirtiyorlar. Caldwell'ler, yaptıkları araştırmalar sonucunda her bir baş taşının, birden çok insana, belki de bir aileye, hatta beli bir kabilenin çeşitli mensuplarına ait olabileceği sonucuna varmışlardır. Dr. Fritz, bölgeye ait uydu resimleri üzerinde çalıştıktan sonra, yüzeyin bozulması ve yapıların şeklinden yola çıkarak bu bölgede aynı zamanda kazılmış binlerce mezar olduğu sonucuna varmıştır.
e- Yehovahnissi Sunağı
Çıkış 17:15-16.
''15 Musa bir sunak yaptı, adını ''Yahova- nissi(Yehova bayrağımdır)'' koydu.
16 ''Eller Rabb'in tahtına doğru kaldırıldı'' dedi, ''Rab, kuşaklar boyunca Amalekliler'e karşı savaşacak!''
Ron Wyatt'a göre; Horeb'teki kayanın sadece birkaç yüz feet ilerisinde bulunan bu sunak; 20-25 feet uzunluğunda ve 15 feet derinliğinde. Yüksekliği ise 3-4 feet.
f-Sunak ve Musa'nın Sütunları
Tevrat Çıkış bölümü 24: 4-5'de şöyle yazar:
''4 Musa, Rabb'in bütün buyruklarını yazdı. Sabah erkenden kalkıp dağın eteğinde bir sunak kurdu, İsrail'in on iki oymağını simgeleyen on iki taş sütun dikti.
5 Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da Rabb'e yakmalık sunular sundular, esenlik kurbanları olarak boğalar kestiler.''
Dağın altında ve doğu tarafında tamamen Tevrat'taki anlatıma uyan bir yapı bulunmaktadır.
Caldwell'ler, sunağın içinde İsrail boylarına ait 12 sutünun yerini saptadıklarını da iddia ediyorlar ve eski kaşif Richard Burton'un da bunlardan bahsetmesini referans gösteriyorlar. Caldwell'e göre bu sütunlar, kare şeklinde yerleştirilmişler. Ayrıca her İsrail kabilesine ait sütun, kabilenin nüfusuna göre farklı ölçüde yapılmış.
ÇIKIŞIN ROTASI NEDİR?
Mısır'dan Kızıldenizine Kadar Musa'nın İzlediği Yol:
Kutsal Dağ'ın yerini belirlemek için, İsrailoğulları'nın yolculuk yaptığı yol-mesafe önemlidir. Çünkü bu yolun, 2 milyon Yahudi'nin bu işi başarmasına uygun olması gerekir.
Örneğin; eğer birisi, Sina Dağı'nın, geleneksel inanıştaki gibi Sina yarımadasının güneyinde olduğuna inanıyorsa, ona şu soru sorulabilir. Bir çokMısır turkuaz madeninin bulunduğu Wadi Maghara, Serabit el-Khadim ve Wadi e-Nasb bölgesinde İsrailoğulları'nın kamp kurmasının mantığı var mıdır? Menshe Har-El'e göre(Menshe Har-El: Coğrafyacı, Yahudi akademisyen); Mısır, bu değerli madenlerini korumak için orada sürekli bir ordu hazır bulundurmaktadır.
Biliyoruz ki İsrailoğulları, Firavun'dan kaçıyorlardı. Bu kadar büyük bir grup için, Mısır'ın etrafında kamp kurmak, kabul edilebilir bir bakış açısı olmasa gerek. Bu bölgede bulunan antik yerlerin isimleri tam olarak tanımlanamamıştır.
Musa, Rabb'in buyruğu uyarınca; sırasıyla yapılan yolculukları kayda geçirdi. Yapılan yolculuklar şunlardır:
İsrailoğulları, Fısıh kurbanının ertesi günü-birinci ayın on beşinci günü- Mısırlılar'ın gözü önünde, zafer havası içinde Ramses'ten yola çıktılar.
İsrailoğulları, Ramses'ten yola çıkıp Sukkot'ta konakladılar.
Ramses Şehri Nerededir?
Ramses şehri olarak önerilen bir çok yer bulunmaktadır. Pelusium, Tanis, Tel er-Retabeh ve Qantir. Bir çok akademisyen, Tanis'i veya Qantir'i, daha kuvvetli aday olarak nitelendirmişlerdir. Har-el'e göre, Qantir, daha gerçekçi bir yerdir. Çünkü Sukkot olarak bilinen ilk kamp yerinden 7 mil olarak uzaklıktadır.
İlk kamp yeri; "çıkış rotası"nın yönünü belirtir. İsrail'in acele çıkmalarından dolayı, hem gündüz hem de gece yolculuk yapmaları beklenir. Sukkot'un, Timsah Gölü'nün batısında bulunan Theku bölgesinde olduğuna inanılmaktadır. Bu bölge aynı zamanda Tanis ve Qantir'in güneybatısına düşmektedir.
İsrail, Kızıldeniz'deki geçiş noktasına doğru hareket ettikçe bu başlangıç noktası, Süveyş'deki geçiş noktası olan Menzala Gölü geçişini elimine eder.
"Tanrı Dağı" kitabını yazan Anati'ye göre; Sukkot'un yerini tam olarak belirlemek çok güçtür. Ancak bir tahmin olarak, günde 20-30 mil hız ve güneydoğu yön çizgisi, Sukkot'u, Timsah Gölü civarına koyar. Sukkot'tan çıktıktan sonra diğer olası kamp alanlarını ele aldığımızda; İsrailoğulları'nın, daha hızlı hareket edebilmek için "büyük kervan veya ticaret yolları"nı seçmiş olması, faydalı bir görüştür.
''Allah, halkı, çöl yolundan Kızıldeniz'e doğru dolaştırdı.''
İsrailoğulları'nın Kenan diyarına girmesine izin verilmediğine göre, o zaman çıkışın rotası, Akdeniz'in sahil şeridi olamaz. Sina Yarımadası'nın ortasından geçmek zorundadırlar. Burada olabilecek en mantıklı çözüm; yüz yıllardır hacıların ve yolcuların kullandığı Darb el-Hac yoludur. Har-el'in haritasına bakan birisi, Sina Yarımadası'nın kuzeyinde bir çok ticaret yolu görebilir. Bu ticaret yolları ve hac yolu hakkındaki bir çok bilgi, Har-el'in çalışmasından elde edilmiştir.
Allah'ın seçmediği yol, Akdeniz'in sahilinde, Gazze'nin içindeki el-Arişh'e giden yoldur. Mısır'ın dışına çıkmak için en kısa yol budur. Ancak aynı zamanda Sina Dağı'na gitmek için en uzun yol budur.
Timsah Gölü'nün doğusuna, Shur yoluna uzanan üçüncü bir yol daha vardır. Bu çok eski bir yoldur. Filistin'in merkezinden gelen kervanlar bu yolu kullanarak Mısır'a giderler. Har-el, İbrahim ve Yakub'un, bu yolu izledikleri konusunda çok emindir.
Dördüncü bir yol daha vardır. Bu yol, Medyen'e ve Cebel el-Lawz'a giden en kısa yoldur. Anati, bu rotayı şöyle tarif eder: Bu yol, 1300 yıldır kullanılan Darb el-Hac yoluyla, Mitla veya Jiddi Pass denen yerde çakışır. Güneye doğru kıvrılır. Qalat en Nakhl'daki Cebel el-Gharra'nın kenarından geçer. Tamad'ın geçit vermez kavurucu dağlık bölgelerinden geçerek, Akabe Körfezi'ne gider. Ve Kuzey Afrika'dan yola çıkan tüm hacıları Mekke'ye ulaştırır.
Müsil, 1926'da Kuzey Hicaz adlı kitabında şunu belirtmiştir: Mısır hükümranlığının hakim olduğu topraklardan en çabuk ve pratik çıkış yolu, Mısır'dan Akabe Körfezi'nin kuzey uzantısına giden transport rotasıdır.
Har-el, Güney Sina'daki bakır ve turkuaz madenlerine uzanan diğer bir yoldan bahseder ki; bu yol, ona göre imkansızdır. Bu rota, Süveyş'deki delta bölgesinden, güneye gelenkesel Sina'ya iner. Har-el'e göre İsrail, Mısır garnizonlarının bulunduğu bir yerden uzak olmak için elinden geleni yapmıştır.
Palmer gibi bazı eski tarih ve coğrafya bilginleri, geçiş noktası olarak Kızıldeniz'in Süveyş Körfezi kolu olduğuna inanırlar. Bu konuda ellerindeki bazı fiziksel verilerden yararlanarak bu iddiayı yapmaktadırlar. Palmer'e göre, Süveyş'ten geçip karaya ilk ayak bastıkları yer Ayun Musa'dır. Har-el, Palmer'in bu görüşünü yanlış bulmuştur. Ayrıca Mısır sınırının Süveyş Körfezi boyunca olduğu düşünülürse, Har-el'e göre, İsrailoğulları'nın Ramses'ten gelerek burdan geçmesi vakit kaybettirecek bir unsurdur.
Josephus ise, kitabında İsrailoğulları'nın kaçmış olabilecekleri Kızıldeniz'e son bulan dağlık bölgenin, coğrafik ayrıntılarını vermiştir. Anlatılan topoğrafik özellikler, Akabe Körfezi'ndeki iki noktaya oldukça uyum göstermektedir. Buna rağmen Josephus'un eserinin yorumunu yapan bazı akademisyenler, sadece Tevrat'tan çıkardıkları bir takım objektif olmayan nedenlerden ötürü, denizden geçiş noktasının Süveyş Körfezi olduğunu söylemektedirler. Süveyş Körfezi'nden geçildiğine dair elde hiç bir somut veri yoktur.
AKABE KÖRFEZİ'NDEN GEÇİŞ YERİ: NÜVEYBA'DIR
Akabe Körfezi'nden karşıya geçiş noktası hakkında 2 görüş bulunmaktadır:
1) Sina Yarımadası'nın kıyısından, güneye üçgenin ucuna inip Strait'den geçme teorisi. Mesafe ve zaman açısından bu yol imkansız görülmektedir. Aynen Süveyş Körfezi'nde görüldüğü gibi Strits of Tiran bölgesinde, gerek deniz altında ve gerekse toprak altında Firavun ordusuna dair hiçbir kalıntı bulunamamıştır.
2) Akabe Körfezi'nden diğer bir geçiş noktası da Nüveyba'dır. Elyat'ın 40 mil güneyinde körfeze çıkıntı yapmış büyük bir kumsaldır. Ramses Şehri'ne 290 mil uzaklıktadır. Bu fikri savunanlara göre; Etamı, Elyat'ta Akabe Körfezi'nin kuyruğunda kabul ederler. Tam burada İsrailoğulları dönüş yapar. Vadi Haysi, daha sonra da vadi Watri'ye gider. Bu yol da onları Nüveyba yarımadasına çıkarır. Nüveyba ile Elyat arasındaki mesafe 80 mildir.
Ron Wyatt, Jonathan Gray, J. Pinkoski, Lennart Moller, Discovery Media Productions şirketi aracılığıyla bir video çıkarttı. Ve bu bölge oldukça popularite kazandı. Dr. Moller'ın kitabı, Akabe Körfezi altından çıktığı ve Firavun ordusuna ait olduğu iddia edilen kalıntıların müthiş fotoğraflarıyla dopdolu. Kalıntılar burada bulunduğu için, Pihahiroth, Migdol, Baalzephon'un, Nuweiba'da bulunma olasılığını, Moller kitabında tarif eder ve resimlerle anlatır.
En ilginç olanı da videoda ve Moller'in kitabında, körfezin sularının altından çıkan bir cenk arabası tekerleği parçasının resmidir. Bu resimde süslenmiş altın yaldızlı bir cenk arabası tekerleği görülmektedir. Kitapta, tekerleğin üzerindeki Mısır resimlerinin o çağdaki Mısır cenk arabalarıyla kıyaslaması yapılmıştır. Ayrıca çok eski görünen mercan formları, cenk arabasının üstünde bulunmaktadır.
Elim, hurma ağaçları anlamına gelmektedir. Elim kelimesinin İbranice kökeni Eloth, Elath. Elath, aynı zamanda ağaçlar anlamına gelir. Bu isim, Akabe Körfezi'nin kuzey ucundaki Elat şehriyle ilişkilidir.
Sayılar, 33/10-11'de Sin Çölü'nün yerinden şöyle bahsedilir:
"Sin Çölü; Elim'le, Sina Dağı arasında bir yerdedir."
Yarık kaya büyük açık alan, dağın batı kısmında yer almaktadır. Refidim bölgesinden, kamp bölgesine yani dağın doğu yakasına gitmek 1-2 gün almaktır. Refidim bölgesinde burada Ameliklerle yapılan savaşın anısına bir Altar yapılmıştır.
21/10/2010
Kaynak: Charles A. Whittaker, ''The Biblical Significance Of Jabal Al Lawz'', newprovidencebc, çev. Gökben Coşkun, yaklasansaat.com, Mayıs, 2003.
"ALTIN AVCILARI": "GERÇEK TUR DAĞI"NI KEŞFETTİ
Sina Dağı(Tur-i Sina)(*), Dünya üzerindeki en kutsal yerlerden birisidir. Bugün Mısır Sina Yarımadası'nda bulunan ve hiçbir inandırıcı kanıt taşımayan sözde Musa Dağı, turist tuzağı olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Putperest Doğu Roma, İsa'nın getirdiği hak din İslam'ı, Pavloscu Hıristiyanlığa dönüştürürken; hakimiyet alanlarında insanlığı etkilemek üzere, bir sürü "kutsal yer" ihdas etti.
Nitekim, Hıristiyanlığı, "kendi paganizmi"ne benzeterek kabul eden Doğu Roma(Bizans)'ın, vizyoncu imparatoru Konstantin, oğlunu ve karısını öldürdükten sonra annesini Orta Doğu'ya gönderir. Konstantin'in annesi Helene, oğlu Kostantin gibi şeytani vizyonlarla hareket eden bir "meczup"tur. Bu şeytani vizyonlarla, Orta Doğu'da birçok "kutsal yer" keşfeder. Cebeli Musa(Musa Dağı)'da bunlardan birisidir. Helene, kendi adıyla bu dağın eteğinde bir kilise yaptırır. Bu kilise, İmparator Jüstinyenzamanında, bugünkü Katerina Manastırı'na dönüştürülür. İşte o gün bugündür, bu "manastırlı sahte Musa Dağı", turizme hizmet eder.
Aşağıda vereceğimiz "Çıkışın Altını"(The Gold of Exodus) romanının özeti, doğru Sina(Tur-i Sina) dağının keşfiyle ilgili gerçek bir keşif macerasıdır. Romanın kahramanları ve yazarı Howard Blum,Amerikalı'dır.Gerçek Tur-i Sina(Musa'nın Dağı)'yla ilgili bu yürek hoplatan "gerçek hikaye", modern maceracıların başından geçen olayları anlatmaktadır.
Bu keşfin kahramanlarından birisi, Larry Williams; Amerikan Senatosu'nun Cumhuriyetçi Parti'denMontana adayı ve bir milyonerdir. Diğeri, onun arkadaşı Bob Cornuke; emekli polis ve SWATtiminin eski üyesidir. Onları, İsrailoğulları'nın kaçarken yanlarında götürdükleri "efsanevi çıkışın altını"nı bulma ümidi, Sina Dağı'nın, "gerçek yeri"ne götürmüştür.
Ancak altın avcısı bu iki Amerikalı maceracıdan önce; başka bir Amerikalı olan Ron Wyatt, dağı keşfetmişti. Ve altınları ele geçirme macerası, Suudi polisinin operasyonu ile başarısızlığa uğramıştı. Bu gerçek hayattan alınmış romanda, Ron Wyatt'ın macerası da yer almaktadır.
Tur Dağı'nın, Kuzey Batı Arabistan'ın Medyen coğrafyasında bulunduğunu, bu bölgede yaşayan Bedevi Araplar, elbette önceden biliyorlardı. Ancak Suudi Arabistan'ın, bu dağla ilgili arkeolojik araştırmaları yapıp, yapmadığını bilmiyoruz. Şayet yapmışsa da, bazı nedenlerden ötürü açıklamıyor. Yabancı arkeologların çalışmasına da izin vermiyor. Suud Krallığı, bu dağın çevresini, "arkeolojik sit alanı"ilan ederek; yabancı araştırmacılara ve ziyarete kapalı tutuyor. Harvard'da bulunan Pensilvanya Üniversitesi'ndeki Kitab-ı Mukaddes uzmanı öğretim üyeleri, gerçek Sina Dağı'nın, Kuzeybatı Arabistan'da bulunduğuna dair güçlü kanıtları tartışıyorlardı.
Bir tarafta bu tartışmalar sürerken; Altın avcısı Williams ile Cornuke, Suudi Arabistan'a girmeye ve bu Dağ'a gitmeye karar verirler. Ancak Suudi Arabistan'a gitmek için vize alamazlar. Arabistan'a gizlice sokulurlar. Ve onlar, Cebel al Lawz olarak bilinen Musa Dağı(Tur-i Sina)'yı, Ron Waytt'tan sonra bir kere daha keşfederek, şaşırtıcı delillere ulaşırlar.
Onlar, "Altın Sığır"a tapılan "sunak taşı"nın kalıntılarını bulurlar. Musa'nın dikilmesini emrettiği 12 sütuna, "Musa'nın uyuduğu mağara"ya; Allah'ın, Musa'ya vahyettiği Tur Dağ'ının "Allah'ın nuruyla kavrulmuş tepesi"ne ve İsrailoğulları'nın orada yaşadığına dair, daha birçok "arkeolojik kanıt"a ulaşırlar.
Aşağıda özetini bulacağınız romanda; "Çıkışın Altını" aşkına Amerikalılar'ın, tüm İlahi dinleri ve insanlığı ilgilendiren "kutsal bir mekan"ın "gerçek yeri"ni; yani "Gerçek Tur Dağı"nı nasıl keşfettiklerinin hikayesini bulacaksınız:
(*) Tur-i Sina= Tur Dağı= Sina Dağı= Musa Dağı= Cebel-i Musa= Cebel al Lawz= Horeb Dağı
"ÇIKIŞIN ALTINI- GERÇEK SİNA DAĞI'NIN KEŞFİ"
(THE GOLD OF EXODUS- THE DİSCOVERY OF THE TRUE MOUNT)
DOĞU BEYAZIT- TÜRKİYE - 1986
"Fasold'un, Suudi Arabistan'a gelme nedeni açgözlülüktü. O, Nuh'un Gemisi'nin kalıntılarını bulmak için katıldığı seferin bir parçası olarak, bir Türk kasabası olan Doğu Beyazıt'ta, baharın çamurunda, kağnılı bir gezi yaparak, melankolik bir gün geçirmişti. Derin denizde kurtarma işçisi ve maceracı olan Fasold, Türkiye'deki gezisi için ilişki kurduğu Hıristiyan arkeolojistlerden oluşan grubun içinde, yalnız adam olduğunu anladı. Onun içini asıl kemiren şey, birlikte seyahat ettiği inananların, bu kadar saf olmasıydı.
"Onlar cehennemi istedikleri için, İncil'in doğru olduğuna inanmaları gerekli" diye şikayetlendi.
Fasold, Nuh'un Gemisi'nin kalıntı delillerinin, Ararat Dağı'nda bulduğuna inanan, birçok araştırmacıyı, makinesiyle hayal kırıklığına uğratmış oldu.
Eğer Fasold'un alıcı aletlerinin, çubuklarını tuttuğu yerin yakınlarında gömülmüş bir metal varsa, Fasold, onu mutlaka bulurdu. Hatta daha iyi bir şekilde, gömülü objenin yaydığı akımın türünü bakarak; kurşun, teneke, alüminyum ve hattaaltın ya da gümüş olduğunu anlıyordu.
Bununla beraber Fasold'un onlara katlanmasının, başka bir nedeni vardı. O her zaman macera peşinde koşardı. Fakat Türkiye'deki bir aydan sonra, yeterince macera yaşamıştı. Ancak Nashville'deki anestezi doktoru Ron Wyatt, Ankara'daki Kent Otel'in lobisinde, Fasold'u bir köşeye çekip, tatlı dille yeni bir macerayı fısıldıyordu.
Wyatt, Nuh'un Gemisi'ni bulmak için, Tanrı'dan bir misyonla görevlendirildiğini söylemeyi huy edinmişti. Hatta kendi alaycı inanmaz kişiliğine rağmen, bu mesihçi rolüne gerçekten inanıyordu. Öğlen güneşi, perdeden geçmeye çalışıp, parça parça odaya giriyordu ki, Wyatt, baştan çıkarıcı bir kadın provakatörlüğüyle, Fasold'u en çok heyecanlandıracak şeyin üstüne oynadı: Hazine. Suudi Arabistan'daki bir dağın eteklerinde gömülü bulunan bir hazine biliyordu. Wyatt şöyle diyordu:
"Senin makinenle hazineyi bulmamız çok kolay olacak." Fasold atıldı:
"Ron! Arabistan'a gitmeye vaktim yok."
Fasold hala homurdanıyordu. "Eve gitmem gerek. Suudi Arabistan'a hiçbir şekilde turist vizesi alamazsın. Onlar turist vizesini hediye etmiyorlar."
"İddiaya var mısın, ya hacılar?" diye diklendi Wyatt. Cidde'den, Tebük'ün kuzeyine olan gece uçuşu, kısa bir atlamaydı. Ancak heyecanlı olan Fasold, geçmişte Lawrence veJohn Philoy'u, Arabistan'a neyin çektiğini düşünmeden edemedi. Ankara'dan ayrılmadan önce, soğuk algınlığı için aldığı yüksek dozajdaki ilacın yan etkilerinden dolayı, Fasold'un yanındaki Samran El Mutayni, derin bir şekilde uyuyordu. İşte bu Samran, karışık son 24 saat içinde Fasold'un ev sahibi ve dostluk gösteren arkadaşı olmuştu. Sadece birkaç gün önce, beklenmedik bir şekilde Nuh'un Gemisi araştırma çukurunda gözükmüş ve kendisini, Wyatt'ın arkadaşı olarak tanıtmıştı. Fasold, ilgi ve hayranlık karışımı bir duyguyla Samran'ın, Suudi Konsolosluğu'ndaki ilerleyişini seyretti. Ve birkaç saat sonra Suudi subayının bizzat kendisi(!), 3 tane vizeyi otelde onlara teslim etti.
Fasold'un bildiği ikinci şey ise, Tebük'e uçak biletlerinin, Samran tarafından alındığıydı. "Bana parayı ödeme" diyerek Arap zerafetini gösterdi. AncakFasold, bunun aklından en son geçen şey olduğunu söylememek için kendini zor tuttu. "Elbette siz, benim ülkemde benim misafirlerim olacaksınız. Benim evimde kalacaksınız." diye Samran devam etti. "Elbette" diyerek Fasold, dostça destekledi. Havaalanına gitmeden önce, yapmaları gereken son bir iş daha vardı. Samran ve Wyatt, Fasold'un imzalaması için bir kontrat hazırlamış gözüküyordu. Bu kontrat şöyleydi:
"Bay Fasold ve Bay Wyatt, özel mineral tanıma araçlarını sağlayacak ve Bay Samran El Muteyni'nin gösterdiği yerlerde inceleme yapacak. Ticari minerallerin bulunduğu yerlerde, bu incelemeler sürdürülecek. Bay Samran El Muteyni, kazancın % 75'ini alacak. Bay David Fasold ve Bay Wyatt,kazancın % 25'ini alacak." Fasold, Samran ve Wyatt tarafından, çok aceleci bir şekilde kandırıldığını düşünmekten kendisini alamadı. Buna rağmen Suudi Arabistan'a bedava bir gezi kazanması, kolay elde edilebilecek bir şey değildi. Üstelik bir de hazine bulma ihtimali vardı. Eh, madem bu adamlar, bu konuda, bu kadar istekliydi, o zaman buna katlanabilirdi. İsminin yazılmış olduğu yerin hemen altına imzasını attı. Uçak da Tebük'e inmişti. 3 tane Mercedes Sedan, 1 tane Cadillac, en azından 2 tane Land Rover, 1 Toyota Scout ve 4x4 araba. Samran'ın 3 karısı, saygılı, hürmetkar. Fasold'un hesabına göre, 100 ya da daha fazla personel çalışmaktaydı. Taşıdıkları ağırlıklara rağmen, ilkokul öğrencilerinden daha yaşlı göstermeyen esmer mutfak kızları, bahçeden alınmış meyveleri, koyunun parçaları ya da dağ gibi pirinçlerle dolu büyük tabakları, uzun masaya taşıyorlardı. Samran: "3 tane araç götüreceğiz, 1 tane de karavan. Biraz şansla, dağa, gün ortasında ulaşacağız." Sonra da Wyatt'a, pis bir sırıtmayla ekledi:
"Bu zaman içinde, seni temin ederim ki, ben yakınında olduğum sürece, oraya gitmek için hapishanede 78 gün geçirmek zorunda kalmayacaksın."
Hapishanede 78 gün! Ve buna ilaveten bir Suudi hapishanesinde! Yıllar sonra, Fasold, en soğukkanlı adamlardan biri olduğundan, en baştan hoşgörülü gülücüklerle karşılanıp, şimdi 78 günlük hapse kadar giden ifadelere karşı, kızgınlığını dizginlemeye çalıştı. Anladığı kadarıyla, Samran ve Wyatt'ın, onu kandırdığından şüphe yoktu.
Sonunda Fasold, sinirini belli edercesine konuştu. "Eğer siz bana doğruyu söylemezseniz, ben gelmiyorum. Nedir bu hazine? Neden hapishane ile sonuçlansın? Şimdi itiraf zamanı. Yoksa ben burada yokum."
Samran ve Wyatt, bakışlarını, yenilgi bakışlarına dönüştürdüler. Sonra da Wyatt, partnerlerinden sakladıkları efsane hakkında, birazcık şey daha söyledi. Bu meseleyi hafife alması, Fasold'un kendi aptallığındandı. Aptalca, krallığa vizesiz girmişti. Beraberindeki iki tane adamla, Ürdün sınırından, Suudi Arabistan'a yürümüştü. Şayet Wyatt, ona her şeyi anlatsaydı, mizaç olarak, etiyle tırnağıyla çalışmaya hazırdı.
"Nedir bu acele? Basitçe bekleyip, bir vize alıp yasal bir şekilde giremez miydiniz?" diye Wyatt'a diklendi.
Wyatt başladı, "Güzel de, biz denedik hem de nasıl denedik. Fakat Suudiler, turistlere izin verme konusunda çok isteksizler. Veya arkeolojistlere. Çok ilkel insanlar". Doğrulama için, Samran'a baktı, o da başını kuvvetlice sallayarak doğruladı. Fakat Fasold bastırmaya devam etti.
"Ben hala anlamadım. Nedir bu kadar önemli olan? Neyin peşindesiniz? Ülkeye gizlice girerken, yakalanmaktan daha büyük
risk ne olabilirdi?" Wyatt, onun gözlerine çocuğunu koruyan bir annenin yorgun bakışlarıyla baktı. "Neden olacak, hazine için elbette, bana onu unuttuğunu söyleme!" Fasold, ısrarlı bir şekilde tekrarladı:
"Belki de bu hazine hakkında bana daha fazla şey söylemelisin"
Wyatt gerçekten şaşkına dönmüştü. "Bizi çölde bekliyor", dedi, "hayal ötesi zenginlikler. Altın. Yakut. Safirler."
Sanki altının ağırlığını elinde hissediyormuş gibi, sanki kıymetli taşların parıltısını, gözleriyle görüyormuş gibi büyük bir eminlikle konuştu. "Bizi bekliyor" dedi ve devam etti:
"Alınmak için olgunlaşmış, İbraniler'in, Mısır'dan kaçarken yanlarında götürdükleri devasa hazine. Çıkışın Altını."
Fasold kesti. "Oha, yavaşla biraz. Neyin altını! Sen bana neden bahsediyorsun?"
Bir an için duraksadı Wyatt. Duraksadı, çünkü inanılmayacağından korkuyordu. Tamamen güvenemediği bir kimseye, bütün hikayeyi açığa vurma konusunda isteksizdi. Tam o sırada, nasılsa Samran'ın, Wyatt'a izin veren baş işaretini gördü. Sonunda, uzun süredir saklanmış bir sırrını paylaşan bir adam gururuyla Wyatt, fantastik hikayesini anlatmaya başladı:
"Yarın biz, dünyadaki en kutsal yerlerden birine gideceğiz. O, gerçek Sina Dağı'dır. Tanrı'nın inerek, Musa'ya 10 emri verdiği dağ. Emin ol, birçok insan, dağın, Sina Yarımadası'nda olduğunu sanıyor. Yalan efsane! Turist tuzağı! İncil'ine bak.Sina Dağı, eski Medyen'dir. Ve Medyen, Suudi Arabistan'dadır. Gerçek bu. Asırlardır Bedeviler, Musa Dağı'nın gerçek yerini bilmektedirler. Ve Samran'ın büyük yardımıyla, oraya çarçabuk gitmeliyiz. Sonra da sen ve senin makinen, bize, 600.000 İsrailli'nin, Mısır'ı terkettikleri zaman yanlarına aldıkları hazinenin yerini gösterecek. Altın Sığır'ı inşa etmelerinin cezası olarak, Sina Dağı'nın eteğinde gömülen "Çıkışın Altını", bizi bekliyor." Fasold, tek bir kelime bile etmedi. Öfkeli olarak anladığı kadarıyla, Wyatt'ın anlattıkları, kabul edilebilir bir şey değildi. Daha kötüsü, deli saçmasıydı. Kendini suçladı, ahiretçi Wyatt'ın, Suudi Arabistan'a götürmek için kendisiyle konuşmasına izin vermesi, kendi hatasıydı. Sükunetle öfkesini gizledi. Gül kokusu olan kasede, ellerini dikkatlice yıkadı. Sonra da hızlıca yürüyerek, meclis terketti.
Fasold, bu gece uyumakta zorluk çekiyordu. Kafasını, bir deve sırtında dinlendirerek, bahçeye doğru baktı, ve gözleriyle, çivilenmiş ve verniklenmiş çadır sırıklarının, çölün hafif rüzgarında sallanmasını takip etti. İçine düştüğü bu durumu, bir kez daha gözden geçirdi. Çok uzak yere gelmişti, ya hazine varsa? Musa'nın Dağı'nda yürüyebilirse?
5. BÖLÜM
Şafakta ayrıldılar, fakat gün rahatsız edici şekilde sıcaktı. Samran, söz verdiği üzere karavanı getirdi. Etkileyici siyah Mercedes jip öncülük ederken, iki tane Land Cruiser kazıcılar, hatta biri yemekle doldurulmuştu. Samran, direksiyonda, Wyattonun yanında. Akşamdan kalan önceki şüphelerinden az da olsa kurtulmuş hevesli Fasold'da arkadaydı.
Fasold, Samran, sabahın köründe, Tebük'ün boş caddelerinde, yarış arabası sürücüsü gibi hızlanırken, camdan dışarıya baktı. Biraz sonra jip, şehrin dışına çıkmış, Hagl'ın kuzeyine doğru yol alıyordu. Samran, çölün derinlerine, pervasız bir şekilde gitmeye bir saat boyunca devam etti. Fasold, durmadan gözlem yapıyordu, ancak görülecek çok az şey vardı. Sadece arasıra siyah bir çadır, ya da yoldan sapmış bir deve, sonunda Samran bir tane daha keskin dönüş yaptı. 20-30 metre gitti, ve birden jip, yumuşak kuma yavaşça batmaya başladı. Samran, Wyatt'a dönerek yavaşça seslendi:
"Kayboldum." Samran'ın adamlarından bir bedevi sevinçle Wyatt'a ve Fasold'a seslendi: "İşte Musa Dağı!" Çölün üzerinden dağı işaret etti. Fasold, ileriye baktı ve kendini, sise rağmen uzaktaki, göğe karşı yükselen karanlık zirveyi gördüğüne ikna etmeye çalıştı. Onların, yeniden çölün üzerinde çok büyük bir hızla ilerlemeleri, uzun zaman almadı. Kum tanelerini fırlatarak hız yapan araba konvoyu, hızla ilerliyordu.
Gezegen üzerindeki en kutsal yerin önünde dururken, neler hissetmeliydi. Saygıyla karışık korku mu? Etkilenmiş mi? Saygılı mı? Fasold, Lawz Dağı'nın siyah zirvesindeki kayalık bir düzlükten aşağı doğru eğildiğinde, bunları düşünüyordu. Gerçekte, o yalnızca bitkinlik hissetmekteydi. Önlerinde bir duvar gibi yükselen dağa doğru uzanan, geniş vadide, bir Bedevi onlara yol gösteriyordu. Artık öğleden sonra bitmek üzereydi. Yaşadığı bunca duygusal korku ve karmaşadan sonra, Fasold'un düşünceli kafası, kutsallığa yer ayıramayacak kadar karışıktı. Kendisinin tek meselesi, güneş, batmadan,makinesinin okumalarından birkaç örnek almaktı.
Akım jeneratörünü, vadinin kenarından 10 metre kadar yükseğe kurdu. Yerin derinliklerini makinenin algılaması, çok az bir efor gerektirdi. Sonra, son iş olarak, bir avuç dolusu suyu, makinenin iyi algılama yapması için toprağa serpti. Arkasından, makinenin menzil ve akım kontrol ayarlarını yaparak çalıştırdı. Aniden bir düzine sinyal çizgisi, tekerlekten çıkan izler gibi kaydedilmiş bir şekilde belirdi. Bir şey yok gibi gözüküyordu, ancak onun, böyle durumlarda merakı daha da artardı. Bunun yanında, makinede çıkan şekiller tekti; o ise hiçbir zaman böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Bunun için her sinyali teker teker takip etmeye karar verdi. İlki 6 metre sürdü, ve onu çok dikkatli bir şekilde takip etti. Metot olarak ilk okumaların izini sürerken ve bir uzun çizgiden diğerine kaynak ararken, Samran ve Wyatt gözüktü. "Şayet biz Hagl'a, akşam olmadan gitmek istiyorsak, iyisi mi şimdi gidelim" dedi Samran. Samran, Dağ'ın tabanını şaşkına dönmüş Wyatt'la beraber inceliyordu. Fasold'un tahmin ettiği gibi Wyatt, spekülasyonlarını destekleyecek birçok kesin kanıt ele geçirmişti. "Yarın ilk iş olarak döneriz" diye, Samran'a seslendi Wyatt. Arabalara doğru yürürlerken, Samran, sanki aklına yeni gelmiş gibi "Nasıl geçti? Bir şeyler çıktı mı?" diye sordu. "Göreceğiz", dedi Fasold belirsizce.
Polis, şafakta onlar için geliyordu. Fasold haberi duyunca, cellatlar geliyor diye düşündü. O, haberi en son duyan olmuştu. İlk önce Samran duymuştu, şaşkın hizmetçiler tarafından, sabahın dördünde uyandırılmıştı. Onlar geceyi, Hagl'in eski liman şehrindeki turistik, geniş bir evde geçirmişlerdi. Bu ev, Samran'ın şu anda yurt dışında olan arkadaşına aitti. Giyinir giyinmez, pencereden dışarı baktı ve sakinleşti. Aslında onun gerçek sakinleşmesi, Wyatt'a gitmesinden sonraydı. Ateşli bir tartışmadan sonra, bir kaçış planı üzerine fikir birliği sağlandı. O uğursuz şafak vaktinde Wyatt, Fasold'un odasına gitti. Fasold, polisle ilgili kısmı duyar duymaz, yataktan fırladı. Hareket etmek için, biraz daha cesaretlenmeye ihtiyacı olur diye Wyatt, işaret ederek: "Samran bizi ambar kapısında bekliyor" dedi.
Siyah Mercedes jipi, Samran avluya çıkardı. Eğilmiş bir şekilde direksiyonda duruyordu. Plan, kesinlikle şehrin dışında yarışmaktı. Samran'ın düşüncesine göre, Hagl'ın dışına çıkıp, anayola geçebilirlerse, bir saat içinde Tebük'te olabilirlerdi. Orada, en azından kime rüşvet vereceğini biliyordu. Bu strateji, çalışacak gibi gözüküyordu. Samran, sevgili Mercedesini limite çıkarma yetkisine sahip olacağı için, çok neşelenmiş bir şekilde, sürekli hızlanıyordu. Güneş yükseliyordu ve Fasold müezzinin, inananları namaza çağrısını duyabiliyordu.
"Hayya alas-selah.. hayya alal-felah..."
Bu anda, çılgınca hızlanmış mercedesin arka koltuğunda oturan Fasold, Suudi hapishanesi tehditi ihtimalini gözönüne alarak, dua etmenin en azından bir deneme olacağına karar verdi. Her şeye rağmen, Tebük'e giden ana yola çıkmak, 10 dakikadan fazla tutamazdı. Biraz şansla da onu yapabilirlerdi. Bunun için o, Tanrı'ya dua etti. Onun sessiz yalvarmaları, Samran'ın endişeli sesiyle kesildi.
"Düşünün ki yakalandık", diye neredeyse mırıldandı. Fasold arka pencereye baktı ve cenaze arabasına benzeyen ama üzerinde bir anten dikili olduğu için, cenaze arabası olmadığı anlaşılan, siyah büyük bir araba gördü.
"Ne yapacağız?" diye Wyatt endişelendi. Korkunç ortama rağmen Fasold, çok kısa bir beklenmedik memnuniyet anı hissetti. Wyatt, bu rutin hızdan korkmaya başlamıştı. Samran'da ayağını pedala direkt bastırarak cevap verdi. Mercedes karşılık olarak kendine özgü bir gırtlak hırıltısı çıkardı ve hızlandı.
Wyatt, "Onlara yolumuzu kaybettirebilir miyiz?" diye sordu.
"Mutlaka", dedi Samran. Fakat aynasından hiç bakmamıştı, Fasold, polis arabasının, hemen sağda onların kuyruğunda olduğunu gördü. Samran, ani bir sağa dönüş denedi, araba da sağa döndü, şimdi Samran sola döndü, araba da aynısını yaptı. Artık Samran, kızgın bir şekilde Mercedesine küfrediyordu. Onlar geniş bir yola geldiklerinde, polis arabası, hiçbir büyük efor göstermeden onların yanından süzüldü ve ışıklarıyla işaret etti. Şimdi önde gitme sırası polisteydi. Bu oyuna 3-4 kilometre devam etti, sonra da sürücüsü sıkılmışçasına işaret verdi. "Kenara çek." Arabanın yanıp sönen ışıkları emretti. Samran'ın itaat etmekten başka hiçbir seçeneği yoktu. Araba, yolun kenarında durdu ve Samran'ın arabası da, onun arkasına park etti. Mercedesdeki hiç kimse konuşmadı, sadece bir şeylerin olmasını beklediler. Hiçbir şey olmayınca Samran, küçük yenilgi iç çekmesiyle dışarı çıktı ve polis arabasının yanına gitti. Arka kapı açıktı, bir dakikalık duraklamadan sonra Samran içeriye girdi. Mercedese döndüğünde, yüzünde isteksiz bir gülümseme vardı. O, alışılmış güven verici sözleri söylemeye çalıştı, ancak bunun bir zorlama olduğu belliydi. "O küçük bir formalite" diye anlaşılmaz şekilde konuştu. "Henüz erken. Bizim bugün geri dönmek için yeterince vaktimiz olacak, uzun sürmez" diye de geveledi. "Ne oldu Samran? Bize söyle" diye Fasold emretti. Sonunda Samran konuştu: "Bizim onları, polis istasyonuna kadar takip etmemizi istiyorlar." Fasold, Samran'ın nerede olduğunu ya da ona ne olduğunu bilmiyordu. Polis istasyonuna gider gitmez, Samran özel olarak götürülmüştü. Samran'ın başının kesildiğine yavaş yavaş kendini ikna etmeye başlamıştı. Krallık içinde bunun yaygın yapılan bir uygulama olduğunu biliyordu. Ve Fasold, sıranın kendisine geldiğini düşünmeden edemiyordu. Siyahlar giymiş başucunda bekleyen muhafızı, kılıç kullanırken hayal etmek, hiç de zor değildi. Aniden Samran, omuzlara düşmüş bir şekilde, 3 tane bodur Suudi muhafızıyla, odanın içine doğru yürüdü. Muhafızlar: "Bizimle geliyorsunuz," diye emretti. Arap muhafız, gönüllü bir şekilde güldüğü zaman, Fasold cesaretlendi. Bugün ikinci kez olarak küçük bir dua etti, sonra da sesini kontrol etmeye çalışarak, nereye gittiklerini sordu. "Neden sordun? Yeniden dağa elbette." diye Arap neşeli bir şekilde cevap verdi. Geçen 2 saat içinde Fasold, arabın isminin Mehmet olduğunu ve Samran'ın otoritelere her şeyi anlattığını öğrendi.
Mehmet: "Bize söyle Bay Davut" diyerek, dostça fakat sert bir yüz ifadesiyle sordu, "Sizin metal tanım aletiniz, nasıl çalışır? Bölgede altın buldunuz mu?"
"Bir dakika dur Mehmet, ben altın aramak için burada değilim, benim ilgim, tarihi değeri bulunan bir şeyler bulmak." Mehmet, Fasold'un konuşmasını kesti:
"Fakat, Samran'la sizin kontratınız; sizin çıkarılanların % 25'ini alacağınızı söylüyor. Hasılatın paylaşımı hesaplandı, yoksa yanılıyor muyum?"
Bu sözden sonra Fasold, yalan söylemenin hiçbir işe yaramayacağını anladı. Hiçbir şey söylememek daha iyi olacaktı. Yalanından çarkederken yakalanmak istemedi. Ancak bildiği herşeyi de söylemek istemiyordu. Cebel-i Lawz'a ulaştıklarında, Fasold, aletlerini çalıştırırken yine çok dikkatli ve kontrollüydü. Bir yere kadar yardım aldı. Sonra da yanındakilere, Simpson 420-D'sinin çalıştığını gösterdi. Aynı zamanda birkaç tespit edilmiş noktanın üstüne, sularla baraj kurarak çamurluyordu. Fakat Araplar uyanıktı. Bütün sorgucular gibi, definecileri birbirlerinden ayırdılar. Böylece Fasold, Mehmet ve bir grup kazıcıyı, ümit verici işaretler çıkacağı belli olan bir düzlüğün üstündeki kayalığa doğru götürürken, başka bir yerde, Samran'ın başında bir grup adam vardı. Samran'ın yönlendirmesi altında vadiyi kazıyorlardı. Sadece birkaç gün önce, Fasold'un aynı özen ve dikkatle işaretlediği yeri kazıyorlardı. O anda olan oldu. Samran'la çalışan bir kazıcı, etkileyici bir zafer çığlığı attı; ve sonra bölgedeki herkes, onun başının üstünde, en saf altın gibi parıldayan bir bileziği tutarken gördü. Bileziğin bulunmasıyla oluşan şamata, Mehmet'in, Fasold'a makinesini kapattırıp, arabaya dönmesini emretmesinden, hemen sonraydı. Fasold, itiraz etmeye çabaladığında, Mehmet kısa kesti:
"Bay Davut, size sadece söyleyebilirim ki, çok önemli bir keşif yapılmış bulunmaktadır. Sen ve Bay Ron Wyatt, tutuklusunuz."
Duruşma, Tebük'ün şerifi gelmeden önce başladı. Savunmacılar, kadife taklidi minderlerde oturup, kralın davacısı, davayı açarken, porselen kupalarda verilen bayat çaylarını içtiler. Davacının ismi, Ebu Kolet idi ve o şişman, küstahdı. Şiddetli bir şekilde bağırmasının sonucu, ince bir tükürük damlası, sık sık alt dudağından çıkıyordu. Fasold'un ifadesiyle, deve gibiydi ve bu lakap, gerçekten ona çok iyi uyuyordu. Suçlama; çevirmenin dediğine göre; onların, Suudi Arabistan'a "arkeolojik bir bölgeyi yağmalamak için geldikleriydi." Fasold'u asıl düşündüren şey ise, Ebu Kolet'in suçlamasının doğru olmasıydı. Duruşma yedinci güne uzadığı zaman, Wyatt, Tanrı'nın cennetleri ve Dünya'yı yaratmasının bile, altı günü aldığını söyleyerek şikayetlendi. Fasold, bunun Suudi Arabistan'da geçirebilecekleri hapisten 71 gün eksik olduğunu söyleyerek, Wyatt'ı çabukça sakinleştirdi. Şerif kararını bildirdi:
"Bölgeyle ilgili bütün fotoğraflara el konacak" diye başladı. "Bütün notlar, günlükler ve Wyatt veya Fasold'un yazdıkları bütün yazılar, artık Suudi Arabistan'ın malıdır. Onların yayınlaması ve hatta bu konu hakkında konuşma, yasaklanmıştır. Ve eğer Suudi Arabistan'a geri dönerlerse, Ebu Kolet'in hiçbir şeye ihtiyaç duymaksızın, onları hapse atmaya hakkı vardır. Eğer bunları kabul ettilerse, çabucak Cidde'ye ve oradan da, İstanbul'a uçmak üzere ayrılabilirler." Hiçbir duraksama olmaksızın, Fasold ve Wyatt kabul ettiler. Ancak İstanbul'a olan uçuşta, Wyatt uyurken, Fasold yoğun bir şekilde çalıştı. Hafızası halen daha tazeyken, bölgenin bir haritasını çiziyordu. Bir hazine haritası. Cebel-el Lawz'a giden yolu kati şekilde gösteren harita. Çünkü onun, hala hiç kimseyle paylaşmadığı bir sırrı vardı. Ne Wyatt'a, neSamran'a, ne de Şerife söylememişti. Onunakım jeneratörü, dağı çevreleyen düzlüklerin tamamiyle altınla dolu olduğunu göstermişti. Çıkışın Altını.. Ebu Kolet'in hışmına uğramayı bir daha göze alamazdı, ancak bu işin içine hemen atlayacak bir adamı tanıdığından kesinlikle emindi. 6- GRANT, YENİ MEKSÎKA: 1986 Cumhuriyetçi Parti'nin sekreteri Larry Williams, bilgisayardan, "evrak çantası"nı çağırdı. Birkaç alışveriş yaptı, kahvesini yudumlarken, bakırdan kazandığı parayla platinyum aldı. Konsantrasyonu azalmaya başladığı zaman, bilgisayarı kapattı ve masasından ayrıldı. O, en sonunda banyoya girecekti ki, 5 gün boyunca kalmış, karısı tarafından iğnelenmiş bir notu, okuma masasında gördü. Zarfları karıştırdı ve sonunda, en altta, el yazısıyla yazılmış bir zarf buldu. Gönderme adresinde David Fasold ismi yazılıydı. Williams, Fasold'un kendisinden, Nuh'un Gemisiyle ilgili bir dokümanı açığa çıkarmasını istediğini hatırladı. Zarfı açtı, içinden sayfaları çıkardı. Her sayfa, arkalı önlü tamamen doldurulmuştu, kelimeler düzenli bir şekilde yazılmıştı. Fasold'un ilk cümlesini okudu: "Larry, sana anlatacak inanılmaz bir hikayem var." Williams, kuşkulanmış bir şekilde, yüksek arkalı sandalyesine yaslandı, lambayı açtı ve okumaya devam etti. Martinisi ve banyosu bekleyebilirdi. Larry Williams, ilk saklı hazinesini, 10 yaşında buldu. İlk milyonunu kazanmak için, 19 yıl daha beklemesi gerekiyordu. Kesinlikle bu iki olay bağlantısız değildir.
O, şimdi Birleşik Devletler'in Cumhuriyetçi partiden, senatör adayıydı. Bob Dole, Gerald Ford ve Reagan, onu desteklemek için beraber Montana'ya gelmişti. Demokratlar hala, olayı ciddi bir şekilde ele almamıştı. Williams, acemi, yeni bir oyun oynamak isteyen, cani sıkılmış bir milyoner olarak tasvir ediliyordu. Ülke genelindeki seçimlerde Williams, sadece yüzde birkaç oyla öndeydi. Ancak bu, o Demokratik rakibi Max Baucus'a birebir karşı koyuncaya kadar böyle oldu. Bir saatlik televizyon tartışmasından sonra Demokratlar, mücadele ettikleri kişiyi bir daha gözden geçirdiler.Demokratlar, Williams'a karşı SEC Lisansı olayını gündeme getirmeye başladılar. Forbes Dergisi'nde, aleyhinde iki makaleyi yayınlattılar. Seçmenler sayıldığında, birinci dönem milletvekili Larry Williams, Birleşik Devletler Senatosu'ndaki koltuğunu, % 10'luk bir oyla kaybetti.
İnsanlar, böyle şeyleri nasıl hayal edebilir ki? Gerçek Sina Dağı? Çıkışın Altını? Williams, David Fasold'un mektubunun sonuna doğru yaklaştıkça, her şeyi anladığını zannediyordu. "Şüphe yok ki" diye, kendi kendisine söylendi.
Williams, sayfaları bir top halinde dürdü ve odanın öbür ucundaki hasır çöp kutusuna olan uzaklığını saptamak için konsantre oldu. Fakat sonra, tam nişan almıştı ki, aklı aniden Fasold'un mektubuna geri döndü. Williams'ın düşündüğü üzere, bu mektup, geziden sonra dahşete düşmüş bir Fasold tarafından, dürüstlükle yazılmıştı.
Fakat yine de Williams'ın da kabul ettiği üzere, mektupta kendisini çeken bir şey daha vardı. Çıkışın Altını.. Mısır'dan çıkarken İsrailoğulları'nın yanlarında alıp, çöle götürdükleri altının olma ihtimali, çok düşük olsa da, cazip bir durumdu. Fasold, mektubu, altınların parıltısını gördüğü anda yazmıştı sanki. Makinesinin verileri ise, çok daha fazla güvence veriyordu. Kıymetli parıltılı taşlar ve altından oluşan değeri biçilemeyecek "tarihi hazine", dağın eteğine gömülmüştü. Williams, kendini kitaplıktan aldığı atlası araştırıyor bir şekilde buldu. Atlası inceden inceye araştırıyordu. Sina doruğunu gösteren siyah noktayı görene kadar, uzun uzadıya inceledi. Noktanın üstünde, "Mt. Sinai" yazıyordu ve direkt altında çok küçük ama gözden kaçırılması imkansız bir soru işareti duruyordu. Aniden onun gerçek olduğunu anladı: "No one knew where Mount Sinai was located"(Hiç kimse, Sina Dağı'nın nerede bulunduğunu bilmemektedir.)
Williams, tutkusuna rağmen, kendini sınırlayarak; yapması gereken işlem sırasını belirledi. Kendisini, dünyanın öbür ucundaki çöle götürmek için, Fasold'un akım jeneratöründeki şekillerden daha fazla şey gerekliydi. Biraz araştırma yapmaya ihtiyacı vardı. İncil'le başlayabilirdi-evde bir kopyası olmalıydı.
Fasold'un mektubuna dikkatli bir şekilde baktığı günden beri, risklere atılma arzusundan kendini alamadı. Fasold, ona göre samimiydi. Fasold, altın bir horoz sarkıtmıştı, fakat elinde bir de uyarı sopası tutuyordu. Bu uyarı da, Williams'ın üzerinde büyük bir ağırlık etkisi yapıyordu. Cebel- al- Lawz'a gitmek, girişilmesi zor bir hareketti. Çölden, dağa giden yolu, Fasold'un jeneratörünün gösterdiği noktayı bulsa ve hazine çıkartmayı başarsa bile, ülkeden çıkarmak gerçekten çok zor olacaktı. Mektupta yazdığına göre Ron Wyatt, Suudi hapishanesinde 78 gün kalmıştı. Fasold'da üzücü bir hafta geçirmişti. Sonra bir Suudi mahkemesinin temyiz edilemez kararıyla; hiçbir zaman dağ hakkında konuşmayacak ve geri dönme olmayacaktı. Bir Suudi hapishanesinin hayali, Williams'ın durumunun kötülüğünü somutlaştırıyordu ve bu hayal, çok zalim bir şekle dönüşerek endişe veriyordu. Hapishane ona; soğuk, bulanık zindanlar, karanlık, nemli, pis kokulu deliği hatırlatıyordu. Williams'ın başka bir korku geldi aklına, Suudlar, insanların kafalarını kesiyordu. Eğer ona 2 seçenek verilirse, bir Arap hapishanesi ya da cellatın kılıcı diye, o hangi eceli seçeceğini merak etmekten başka hiçbir şey yapamazdı.
Wlliams korkmuştu. O aynı zamanda korkularını, hayatı boyunca en mükemmel şekilde yaşamış bir adamdı. O, onları tanıyordu, hatta onlara saygı duyuyordu ve aynı zamanda, onları yenmekten zevk alıyordu. Her mağaraya giden küçük adım, büyük tatlı bir zaferdi ve hayatını özel yapan bir şeydi. Bunun için Williams, vazgeçmemeye kararlıydı. Planın ilk adımlarını atmaya karar verirken, bir arkadaşa ihtiyacı olduğunu düşündü. Ve sonunda Williams, işlerini hızlıca planladı. Tevrattaki "Çıkış"ı okumadan ve Fasold'un mektubunu, diğer İncil bilginleriyle paylaşmadan önce, kendisine Suudi Arabistan'a kadar eşlik edecek birilerini bulmaya ihtiyacı vardı. Williams, tanıdığı kimselerden bir liste oluşturdu. Daha sonra da sıkı bir elemeye tabi tutarak, emekli polis ve SWAT timinin eski üyesi, arkadaşı Bob Cornuke'da karar kıldı.
Cornuke ve Williams, asla Tanrı'nın Dağı'nın geniş bir askeri kaleye dönüştürüleceği ihtimalini düşünememişlerdi. Williams'ın dürbününü kullanarak, uzaktaki doruğa dikkatlice baktılar. Hala kararsız olmalarına rağmen, neye karar verilmesi gerektiğinin farkındaydılar.
Dikenli telle çevrilmiş çitin dışında bekleyebilirler ve dağı daha uzun süre seyredebilirlerdi. Ya da karanlığın örtüsü altında, Tanrı'nın Musa'ya emirlerini verdiği dağın tepesine tırmanarak, tarih yazabilirlerdi. Derin çanak şeklinde, ağır yağmurlarla açılmış vadiye geldiklerinde: vadi, çölden geçen bir devin, yumuşak kumda yaptığı ayak izleri gibi göründü. Williams, mola için kamyonu vadiye getirdi. Onlar, kamplarını, kumlu çanağın tam merkezinde kurdular. Binlerce yıldız, onların üzerinde parladığında, kurutulmuş yiyeceklerini yediler. Uzun, korkutucu çöl gecelerinde, sanki başka bir gezegende, ıssız bırakılmışlar gibi, kendilerini yalnız hissettiler. İki seçenekten birinin seçilmesi gereken zor durumu tartışıyorladı. Durumu soğuk bir mantıkla analiz ettiler ve bu analizlerin, onları çok uzaklara götürdüğünü anladıklarında, daha romantik tarzda, arzulu düşüncelere dalmaya çalıştılar. Bir karara varamamışlardı. Cornuke kontrolü ele aldı. Sorunun tartışmaya açık olup olmadığını önermeden, konuşulması gereken konuların bir listesini duyurdu ve sonunda, dağın çevresindeki alana dönmeye, fakat çite yaklaşmayarak, mesafelerini korumaya karar verdiler.
"Koruma evinden gelen ilk sesle, bizler kamyonda olacağız ve son hızla, Tebuk'a geri döneceğiz. Daha keşfedeceğimiz çok şey var" diye, Cornuke ısrar etti. Eğer Jabal al Lawz, Sina Dağı ise, Kutsal Kitap(Tevrat), dağın yanında bulunan ipuçlarıyla dolu olmalıydı. Cornuk:
"Eğer şanslıysak, askerlerin kulakları ve dikkatli gözlerinden uzakta, çevresi dikenli telle çevrilmiş çitte, bir deliğe ve oradan da kapıya doğru sürünerek ilerleyebiliriz" dedi.
Williams, makineyi monte etmeye başladığında, Kutsal Kitap'tan bir bölümü hatırlattı: Kutsal Kitap şöyle diyordu:
"Sina çevresindeki vadide, bir milyon kadar İsrailli kamp yapmıştı."
"Orada gömülü birşeyler olmalı, bir parça seramik, belki birkaç metal para, belki de lanetli mezarlar", dedi Williams.
Öyle ki, onlar, artan korkuları karşısında, sakin olmaya ve şüpheleri konusunda sinirlenmemeye çalıştılar. Böylece, sabah uygulanacak orijinal planı uygulmaya ve dağa yönelmeye karar verdiler. Bir şey farkettirmeden yapmaları gereken tek seçenek buydu. Bunun yanında Cornuke dedi ki: "Biz kamyona geri döndüğümüzde, metal dedektörün çalışması moralimizi düzeltecek." Orada bir çit vardı ve askerler, hazineyi onlardan korumak istiyordu. "Belki de sen haklısın" dedi Williams. "Eğer biz makineyi, çitin dışında kullansaydık, makine dikkatlerini çekebilirdi" diye devam ederek kamyonu sürdü. Dün park etmiş oldukları tepenin rotasını takip ederek, sürmeye devam etti. Kamyondan indiler ve açık araziye doğru yürümeye başladılar. Ve şimdi, diğer bilinmeyen parçalar yerine oturuyordu. Dağ, onlarda çok güçlü ve belirgin duygular uyandırdı. Dağ, gökyüzüne varan koyu ve güçlü doruğuyla, açık sabah ışığında büyük ve güçlü olarak duruyordu.
"Üçüncü günde, gün doğduğunda, borunun gürültülü sesi, dağın üzerinde yoğun bir bulut, yıldırım ve gök gürlemesi vardı. Kamp yerindeki bütün insanlar titrediler. Musa, insanları kamp yerinden çıkardı ve dağın en alt bölümüne yerleştirdi."
Cornuke, şimdi tekrar Kutsal Kitab'ı okumayı bitirdiği zaman öğrenmişti. O bölümde, bazı gerçekler açığa vurulmuştu. İlki, şu Refidim, yani savaş alanı, Sina Dağı'na çok yakın. O, bu sonucu çıkardı ve bunu Williams'a söyledi. Çünkü kabileler,Refidim'de ilk kamp yaptıkları zaman; İsrailoğulları, içecek su olmamasından dolayı homurdandılar. Bunun üzerine Tanrı, Musa'ya, yapması gerekeni emretti. "Etrafına bak ki, sen, Horeb'teki kayalıkların üzerinde olmadan önce ben orada olacağım; sen, taşa vur ve ondan, insanların içebileceği bir su çıkacaktır."
Cornuke devam etti: Horeb, Kutsal Kitap'ta Sina Dağı'nınBatı tarafındadır. Dağın eteklerinde, Musa sürüsünü güden bir çoban iken; bu kayalıklar, Tanrı'nın, Musa ile ilk kez konuştuğu kayalıklardı. Onun için, eğer savaş alanı, suyun mucizevi bir şekilde fışkırdığı kayalıkların yakınındaysa, bu yer, dağın diğer yüzündedir.
Keşfe devam ettiler ve bu keşif onları daha da cesaretlendirdi. Şimdi dağa, dikkatsizce daha çok yaklaştılar.Askeri koruma evi, şimdi görüş alanına girmişti, fakat onlar, fazlada ihtiyatlı davranmadılar. Kafalarında başka şeyler vardı. Ve çabasızca, bir dedektif çalışması tasarlamadan, bilmecenin daha çok parçası yerine oturmaya başlamıştı bile.
"Şimdi Musa, kayınpederi, Midian'ın kahini Jethro'nun sürüsünü tuttu ve o sürüyü arkaya veya Dağ'ın batı tarafına doğru götürdü ve Tanrı'nın dağı Horeb veya Sina'ya geldi." Sırtındaki bitkilerle, koyunların otladığı bir dağ oradaydı işte. O dağ, Jethro'nun yaşadığı Elim Mağaralarından uzak değildi.
Çitin üstü maviydi, İngilizce ve Arapça olarak yazılmış, beyaz bir yazı vardı. İngilizce yazı şöyle diyordu: "Burası arkeolojik alandır, girmeyin" ve bu çitin dışında, gerçekteniki geniş kayalık vardı. O kayaların üzeri, farklı sığır çizimleriyle boyanmıştı. Koyun değil, çölün yerli hayvanlarından değil, sadece sığır. Sığır bulunmayan bir toprakta sığır. Ve bunlar geniş, zarif boynuzlu sığır çizimleriydiler. Ve Williams'ın eğitilmemiş gözü bile, Mısır'lı adamı gördü ve onda, kitaplarda gördüğü Apıs ve Hatherboğalarının figürü vardı. Ama daha yakından baktığında farkına vardı ki, daha fazlası vardı. Kalıntılardaki çubuksu figürler avlanmıyordu. Onlar bir ineği, ona tapınıyormuş gibi, başlarının üzerinde tutuyorlardı.
İki gün önce, Bedevinin, onlara Jabal al Lawz'ı ilk gösterdiğinde, uzaktan gördükleri uzun kayalığa ulaşmışlardı. Cornuke'un sinyaliyle, sığınaklarını terkedip, dağın önüne yayılmış açık vadiye gideceklerdi. Cornuke, omuzunun gerisinde tuttuğu elini, aşağıya indirdiği son fırsat anı geldiği zaman; Williams, hamle yapmaya hazır olarak, yarı çömelmiş halde kıvrıldı. Sessizlik bir kuraldı, öyle ki Cornuke, önce Dağ'ı ve sonra Williams'ın boynundaki gece dürbününü işaret ederek gösterdi. Williams bunu anladı ve harekete geçti. Ve dağın diğer tarafını gözden geçirmeye başladı. Bedevi askerin elindeki, sallanan sigarayı görebiliyordu.
Nöbetçiler, koruma evinde toplandı. İki adam, dağın uzak tarafındaki düzlüğe doğru, planladıkları gibi etrafını çevirerek gireceklerdi. Onlar, koruma evindeki askerlerin, onları duyamayacak bir noktada, çite doğru koşuşturdular. Nöbetçilerin onları görme şansı yoktu. Her iki adam da, taktiklerin birbirinden farklı olmadığının farkındaydılar.
Williams, Cornuke'un sessiz sinyaliyle, eğilerek dağın önündeki açık düzlüğe doğru koştu. Dolunay, sanki direk kendi üzerine odaklaştırılmış spot ışığı gibiydi. Daha kötüsü, gizlenecek hiçbir yer yoktu. Düzlük, sanki bir okyanus gibi gözüktü. O kafasını eğdi, çünkü yanlış yapmaktan dolayı endişelendiği için, bakmaktan korkuyordu. İlk önce neyin geleceğini merak ediyordu. Eğer silah sesi duyarsa veya sırtına saplanmış bir kurşun hisseder ve hayatta kalabilirse, kendi kendine fizik öğrenmeye söz verdi. Her ikisinin de, kayalardan hareket etmek için, istek ve enerji bulma şansları çok azdı. Ama daha hiçbir şey söylememişken, Cornuke oradan ayrılmıştı. O, ne kadar süredir gitmişti? Williams, Suudi çölünde bir kayanın arkasına çömelerek, hayal ettiğinden daha da yalnız olarak, kalbi heyecanlıca çarparak zamanı ölçüyordu. Yuvarlak bir hesapla, Cornuke gittiğinden beri 15 dk geçmiş olmalıydı. Williams, onun yakalanmış olacağına inanmaya başlamıştı. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Fakat ne askerler ilerlemiş, ne de Cornuke'a silah doğrultulmuştu.. Ve o anda, dağ tamamen onun dikkatini çekti. O, Jabal al Lawz'dı. Williams, manzaraya öyle kapılmıştı ki, Cornuke'un geldiğini bile duymadı. Bir an bile dinlenmeden, Cornuke, ona, "harekete geçme zamanı, beni takip et" diye fısıldadı. Bir dakika sonra Williams, kendini çölde karşıya doğru koşarken buldu. Ama bu sefer o, bütünüyle istekli ve gayretliydi. Artık tırmanmaya ve delik açmaya gerek yoktu. Cornuke, çitin bulunduğu yerde, bir nokta buldu. Önce bıçağını kullanarak, sonra da elleriyle, en az 10 inç derinliğinde bir çukur kazdı. O kolay bir işti ve kum yumuşaktı. O, dağdan aşağıya doğru bükülerek akan, kurumuş, eski bir nehrin koluydu. Musa demişti ki: "Ben, sizin günahınızı aldım, yapmış olduğunuz buzağıyı ateş ile yaktım ve toz olana kadar onu küçük parçalara bölerek parçaladım. Ve parçaları dağdan gelen derenin içine döktüm."
Cornuke, her iki eliyle çiti kavrayarak, yukarıya doğru çekti Ve Williams, altında sallanıyordu. Birden bire her iki adam da, kendilerini bölgenin içinde buldular. Tanrı'nın dağı tarafından oluşturulan, derin mavi gölgelikler içinde saklanmak için koşuyorlardı.
Cornuke, tepeciğe ulaştığı zaman, Williams'dan dürbünü istedi. Şimdi köpeklerin havlamaları durmuş ve tasmalarından çekilmesi, onların sesini kesmişti. Sessizlik, Williams'a biraz huzur vermişti. Cornuke, profesyonelliğini bir tarafa bırakarak, kaya tepeciklerinde bir heykel gibi durdu ve uzaklıkları araştırdı. Dürbünü indirdiğinde "Anladım" dedi. "Onlar dağın önüne doğru gidiyor gözüküyorlar."
'Tanrı, Musa'ya İsrailoğullarını, Sina Dağı'ndan uzak tutacak bir şeyler yap ve yukarıya gel diye emretti", dedi Cornuke. Jabal al Lawz'a giden patikayı bulmakta bir sorun yaşamadılar. Problem, hangi yolu seçeceklerine karar vermekti. Bir ağacın gövdesinden ayrılan dallar gibi, bu birleşme yerinden de farklı üç yol ayrılıyordu. Onların tamamen keyfi olarak seçtikleri yol, onları Dağın doruğuna, veya koruma evine veya da dolaşan devriyelere götürebilirdi.
Cornuke, sonunda dağa çıkan yolu tutarak, işini şansa bırakmamıştı. Bir süre için tırmanmak kolaydı. Eğim azar azar düzgünce yükseliyordu. Gezmeye çıkan bir çift gibi, yanyana aynı hizada yürüyorlardı. Cornuke, 80 yaşındaki Musa'yı hayal ettiğinde, hiçbir problemi yoktu. Kutsal Kitap der ki:
"O, Sina Dağı'nın tepesine olan son yolculuğunu yaparken, oraya tırmanarak çıkıyordu."
Başından beri zahmetsiz geçen yarım saatten sonra, bazı şeyler yok olmaya başlamıştı. İlk giden şey ışıktı. Bir an ışıklandırılmış sahneden geçiyorlar, bir sonraki anda ise, zifiri karanlıkla kaplanmış bir odada bulunuyorlardı sanki. Bulut katmanlarının geçip geçmediğini veya ayın, karanlık gecede ışığının tükenip tükenmediğini bilmiyorlardı. Onların bildiği tek şey, patika darlaşmaya başladığı zaman, hava uğursuz bir biçimde kararıyordu. Gece dürbünü olmadan devam etmek çok zor olurdu. Dikkatsiz bir adımla, kenardan aşağıya düşebilirlerdi. Daha yükseğe tırmandıkları zaman, değişken çöl rüzgarı da esmeye başlamıştı. Sanki rüzgar, onların yüzlerine sertçe çarparak onları dövüyor ve inliyordu. Cornuke bunu, dünyanın sonunun geldiğini belirten, eşsiz bir boru sesi gibi düşündü. Dağ yolunu yarılamışlardı ve patikaları doğruca onları sağlam yüksek kayalıklara iletmişti.
Cornuke başa geçti ve Williams'da arkasında kalarak yola devam etti. Gece uzun sürecekti. Bu yol, onları, dağın daha yükseğine iletiyordu. Zirveye doğru tırmandıklarında, rüzgar sakinleşmeye başlamıştı. Soğuktan kendilerini kutuplarda gibi hissetmişlerdi. Gitmeye devam ediyorlardı, ancak dağın eteklerine göre ne tarafta olduklarından; koruma evinin doğusunda mı yoksa batısında mı bulunduklarından emin değillerdi. Emin oldukları tek şey, Jabal al Lawz'ın ikiz doruklarına gittikçe yaklaşmış olmalarıydı. Dürbün kullanmadan dorukları görebiliyorlardı. Onlar, bir kömür kadar siyahgözüküyordu.
Karanlıkta iki adam, karınları üzerine uzandılar. Sesler daha uzakta, yukarıdaki yoldan geliyordu. Williams, yumuşak Arapça konuşan iki adamın konuşmalarını duydu. Orada yalnızca iki adam olsaydı, onlarla dövüşme şansları olurdu.
Cornuke, yavaşça ayağa kalktı. Dürbünle baktığında, üç bedevi vardı ve hepsi de silahlanmışlardı. Gece yarısında patikada yürürken, adamlarda devriye geziyorlardı. Ancak Cornuke'un, Williams'a söylediği tek şey: "Şanslıyız, bizden uzaklaşıyorlar." Her iki adam da, Araplar'ın sesleri kesilene kadar, yerde uzanmaya devam etti. Sonunda ayağa kalktıkları zaman, Cornuke, zirveye giden başka bir yol bulmaları gerektiğini söyledi. Williams, onun fikrine katıldı. Eğer onlar, bu patikayla gitmeye devam etselerdi, tekrar Araplarla karşılaşabilirlerdi veya daha kötüsü, Araplar onların peşine takılabilirdi.
Tırmandıkları yer, ucu mızrak gibi dağdan dışarı çıkan sivri bir burundu. Cornuke'un öncülüğünde, Williams onu takip etti. Sonunun geleceğinden korkarak, yaptığı her harekette ona uydu. Fakat onlar sebat göstermişti. Yoğunlaştırılmış güçlü enerji patlamasıyla Cornuke, kendisini dağın zirvesine doğru attı ve daha sonra elini uzatarak, arkadaşını kendine doğru çekti. Bir anda Williams'ı yanında buldu. Tanrı'nın Dağı'nın zirvesinde duruyorlardı.
Şimdi onlar, çölden yaklaşık 2000 metre yüksekliğindeydiler ve gökyüzüne çok yakındılar. Çok güçlü duygular hissettiler. Yer ayaklarının altında, akılları ise sanki başka bir dünyadaydı.
Teneffüs ettikleri hava, bastıkları toprak, hissettikleri güzel koku, tamamen eşsizdi. Onlar, kutsal toprak üzerindeydiler. Hala hiçbir zafer duygusu hissetmemişlerdi. Aslında onlar korkmuşlardı. Sina Dağı'nın zirvesinde durduklarında, tek birTanrı'nın var olduğunu; göğü, yeri ve tüm evreni yarattığını anlamışlardı. Daha önce hissetmedikleri derin duygularla, buna kesin olarak inanmışlardı. Orada korkudan dona kalmış ve hareketsiz bir biçimde ayakta duruyorlardı. Yaşamış oldukları tecrübeler, onları henüz kavramaya başladıkları gerçeğin içine sokmuştu. Tekrar araştırmaya başladılar. Çevrelerine baktıklarında, kısa düz burunlu iki doruğu gördüler. O, dünyanın zirvesindeki, doğal bir açık hava tiyatrosuydu. Onlar biliyorlardı ki, dünya tarihinde oynanmış en önemli dram, bu dağda sahnelenmişti. "Ve Lord(Tanrı), Sina Dağı'na, dağın tepesine geldi. Ve Lord(Tanrı), Musa'yı, dağın tepesine çağırdı ve Musa da gitti... Ve Tanrı, şu kelimeleri konuştu: Ben, seni Mısır topraklarından getiren Tanrın Lordum."
Cornuke ve Williams, bütün tepeyi önce bir yönde, sonra da diğer yönde, profesyonelce yürüyerek araştırdılar. Onlar, her ayak izini takip ederek, tecrübe edinmek istediler.
Doğal olmayan, koyu siyahla renklenmiş zeminde yürüdüler. Dağa çıkarak, çöl kumuna benzer, daha koyu bir toprakta yürüdüler. Fakat Jabal al Lawz'ın doruğundaki toprak simsiyahtı. Kayalar, kömür yığını gibiydi. Tanrı şöyle söylemedikçe, buna bir sebep yoktu: "Sina Dağı dumanlarla örtüldü, çünkü dağa, Tanrı ateş(nur) ile tecelli etti... ve sen karanlığın ortasında bir ses duyduğun zaman dağ yanıyordu."
Ayak bastıkları toprak, kutsal alevlerle kararmıştı. O, Tanrı tarafından yakılmıştı. Dağın zirvesine doğru yol aldıkları zaman, ne bulacaklarını ve hatta tamamen ne aradıklarını bilmiyorlardı. Bu belirsizlik, her dakikanın heyecanını arttırıyordu. Olayları önceden görme yetenekleri birden ortaya çıktı. Onlar, tarih yazıyorlardı. Cornuke, dağın zirvesinin altındaki V şeklinde birleşmiş iki dev kayayı gördüğü zaman, kayalar arasındaki yarığın bir adamın gizlenmesi için yeterince geniş olduğunu anladı.
Cornuke, dürbünü alıp baktığı zaman, kendini düzlüğün ötesinde, dağın Batı tarafında, Kızıl Deniz'e giden bütün yolları görebilmiş gibi hissetti. Sanki Çıkış Kitabı bütünüyle önüne serilmiş gibiydi. Fakat Williams'ın düşünceleri, onu başka bir tarafa götürmüştü. Onu, Suudi Arabistan'a ve bu dağa neyin getirdiği üzerinde odaklaştı. O, "Çıkışın Altını"ydı ve onu nasıl elde edeceğini düşünüyordu. Bu hararetli geçen uzun gecede, zaten kurnazlıkla Suudi askerlerini yenmişti. Sürünerek çiti geçmiş, dağa tırmanmış ve devriyelerden kaçmıştı. O, bu gece bir kez daha onlara meydan okuyabilirdi. Dağın eteğinde gömülü bir hazine vardı. Kararını vermişti, payını almadan çölü terketmeyecekti.
Bu düşünceler, birden korkutucu bir kelimenin fısıldanması sonucu kesildi. Cornuke "Dinle" diye uyardı. Williamsdinlediğinde, o da sesleri duyabildi. Adamlar, Arapça konuşuyorlardı ve sayıları fazlaydı. Fakat bir şey kesindi ki, dağın zirvesine giden yolda yavaşça yürüyorlardı. Williams da, Cornuke da, birbirlerine bakarak kapana düştüklerini düşündüler. Gizlenecek hiçbir yer yoktu.
Yanyolda kayalığa tırmanırken, birden göz yanılgısı gibi, bir mağara girişi gördüğünü düşündü. O yalnızca bir anlık bir bakıştı. Zirveye yaklaştıkça, her iki adam da karşılarına neyin çıkacağını bilemedikleri bir yoldaydılar.
"O Elijah(İlya) Peygamber kalktı ve yedi, içti. Daha sonra 40 gün, 40 gece yetecek yiyecekle Horeb'e (Sina olarak bilinen yere), Tanrı'nın Dağı'na gitmişti. Orada, o bir mağaraya girdi ve Tanrı'nın kelimesinin ona geldiğini gördü. Elijah, sesi duyduğu zaman, yüzünü bir bez parçasıyla örttü ve daha sonra mağaranın dışına çıktı."
Cornuke onun bir mağara olduğuna karar verdi. Çıkış Kitabıda, Musa'nın dağda bir mağara bulduğunu söylüyordu.
Jabal al Lawz'ın zirvesine varmış olan devriyeden az aşağıda, dar kaya çıkıntısıyla, zirve arasında bir yerde bulunuyorlardı. Cornuke ve Williams, onları görmedi, ancak onlar öyle yakındaydılar ki, askerlerden biri kibrit çaktığında, kibritin sesini duyabildiler. Aşağıya indiklerinde, adım atarken ayaklarının çıkardığı sesi kontrol etmek için bütün dikkatlerini toplamışlardı. Geriye ne kadar enerjileri kalmışsa, onu da dua etmeye ayırmışlardı:
"Lütfen, bu yoldan gelmelerine izin verme, ipi görmelerine izin verme, bu tarafa bakmalarına izin verme."
Fakat Cornuke, 12 yarddan daha uzak olmayan, dar kayalık boyundaki kısa geçidi işaret ediyordu. Williams, her şeyi bin bir zorlukla ancak görebildi.
Havada yükselen ince dumanlar gibi yuvarlık sisli gölgeler, görüşünü kapatıyordu. Fakat dürbünü alıp dikkatlice baktığında, onun bir mağara olduğundan emindi.
Kaya çıkıntısı, geniş bir kitaplıktan daha geniş değildi. Öyle ki, yolda tek sıra halinde yürümek zorundalardı. Vadiden binlerce metre yukarıdaydılar. Aşağıya doğru bir bakış onlara, eğer düşerlerse kesin öleceklerini söylüyordu. Fakat acele etmek için nedenleri vardı. Hala yukarıdakilerin seslerini duyabiliyorlardı. Herhangi bir anda, Araplar'dan biri aşağıya bakmaya karar verebilirdi. Başka bir tehlike daha vardı. Takip ettikleri karanlık patika gittikçe darlaşıyordu. Cornukeöndeydi ve ipte yürüyen bir adam gibi, bir ayağını diğer ayağının önüne koymak zorundaydı.
Yolda dura dura sonunda mağaranın girişine vardılar. Ama şimdi başka bir problem vardı. Williams, içeriye adım atmayı reddediyordu. Sonunda çok korktuğu ortaya çıkmıştı. Sağ tarafında bulunan Cornuke, "Haydi içeriye gel" diye seslendi. Her zaman akılcı bir adam olan Williams, şüphelerinin nedenlerini bulmaya çalışıyordu. Gördüğü sadece gölgelerdi. Gün doğmak üzereydi ve ilk ışıklar, mağaranın oval ağzına vuruyordu. Hayatının hiçbir anında cesur olmadığı kadar cesur bir şekilde ileriye doğru bir adım attı. Mağaranın girişine vuran, mat ve yumuşak ışığın arasından mağaraya doğru yürüdü. Aynı anda mağaranın derinliklerinden bir ses duydu. O arı vızıltısı kadar yüksek perdeli sesti, rahatsız edici değildi. Ama Williams mağaradan dışarı çıkmadıkça kesileceği yoktu.
O, Cornuke'a, mağaranın içine geri dönmek istemediğini söyledi. Kutsal bir yere girerek saygısızlık yapmak istemedi. Hava henüz ağarmadan önce, Cornuke, ayrılmaları gerektiğine karar verdi. Dağdan, ya henüz hava ağarmadan, bekçi kulübesindeki askerler sabah duası için çıkmadan ve gece görüşlü dürbünden yararlanarak ineceklerdi. Ya da gün boyunca Elijah Mağarası'nda saklanıp, kaçmak için yeni bir geceyi ve şansı bekleyeceklerdi. Cornuke'a göre, henüz şansları varken şimdi gitmeliydiler. Öte yandan, bu çok riskliydi.
"No Problem" dedi Williams, alay dolu bir ses tonuyla. Fakat aynı zamanda gitme konusunda sabırsızdı(istekliydi). Mağaradayken bir şeyler hesap eden tek kişi Cornuke değildi. Williams, çıkışın altını hakkında düşünüyordu ve bir planı vardı.
Dağın eteklerinin yanında, gruplar halindeki kayalardan aşağıya kısa bir mesafe vardı. Bir kayanın arkasına sindiler ve dikenli telli çite doğru baktılar. Önlerinde uzanan ve hiçbir ağacın olmadığı arazi düzdü. Cornuke, henüz havanın ağarmadığını ve bir hamle yaparlarsa, başarabileceklerini düşünüyordu. Cornuke, "Seninle kamyonda görüşürüz", dedi Williams'a. Arkasından,"Yapacak işlerim var." diye ilave etti.
Williams ona, hazineden bir parça almadan dönmeyeceğini söyledi. Metal dedektörüne ihtiyacı yoktu. Bunu hesaplamıştı bile. Fasold'un ekibi, dağın tabanında bulunan bazı sütunların yanında, işaretledikleri yerleri kazdıklarında altın bulmuşlardı. Williams'ın planı, bu sütunları bulmaktı. Bekçi kulübesine yakın bir yerde olmadığına şükrediyordu ve yumuşak kumun altındakini görmeye can atıyordu.
Cornuke, "Askerleri ne yapacaksın?" dedi.
"Gece boyunca onlardan kaçındım." Cornuke, "Fakat hava aydınlanıyor" diye uyardı. "Bu nedenle acele etmek zorundayım." Cornuke, "Biz demek istedin sanıyorum" diye düzeltti. Arkadaşını geride bırakması söz konusu olamazdı, Cornuke'un. Williams'ın, sütunları bulmak istemesi de anlaşılır bir durumdu.
Dağ'ın tabanda bulunan yüksek kayalar, onlar için bir korunma ve bir avantajdı. Eğilerek yürüyor ve hızlı hareket ediyorlardı. Hala altından sürünerek geçtikleri çitin bulunduğu alandan uzaktaydılar ve aynı zamanda bekçi kulübesine gittikçe yaklaşıyorlardı. Zaman, diğer bir sorundu ve geriye fazla zaman kalmamıştı. Çöllerde, Güneş'in ilk ışıklarının tüm hızı ile çarpmasına karşı uyarılmışlardı. Ve bu olduğu zaman, korunmayı unutmalıydılar. Siyahlar giymişlerdi ve kumlardan çite doğru yapılacak bir hamle, bir intihar olabilirdi. Fakat Williams kararlıydı. Gözlerini, Fasold'un sütunlarına benzer bir şeyler var mıdır diye, çevrelerindeki geniş araziye çevirdi.
Yolun yarısına geldiklerinde Williams, kendisinin durmasına neden olan bir şeyler gördü. Gördüğü şey; herbiri belki 18 metre uzunlukta ve bir V oluşturacak şekilde ayrılmış iki kocaman kayaydı. Uç noktası dağa yönelmiş ve ortasında her koldan eşit aralıklarla, sanki kasten yapılmış gibi düz bir taş vardı. Bunu Cornuke'a gösterdi. Öyle ki Cornuke, bunun ne olduğunu hemen anladı. Ve Musa, Lord'un(Tanrı'nın) bütün sözlerini yazdı. Sabah erken kalktı ve dağın altında bir sunak yaptı... "Bu sütunlarla her an karşılaşabiliriz" dedi Williams. "Bunlardan 12 tane olmalıydı"... ve 12 sütun, İsrail'in on iki boyuna karşılık. Williams, bunların nerede olduğunu sormak için çok heyecanlıydı. Ayağa kalkıp, araziyi dürbünle taradığında, onları da buldu. Hepsi kumdan dışarı çıkmış ve bir sıradaydılar. Her birinin çapı, belki 5.5 metre vardı ve birbirlerinden 1.5 metre mesafelerle ayrılmışlardı. Hepsi de, bekçi kulübesinin yakınındaydı. Az da olsa bir şansları vardı; bulundukları yere paralel bir şekilde uzanan, bir futbol sahası büyüklüğünde, derin ve uzun bir vadi vardı. Olacakları düşünmeye zamanı yoktu, bu nedenle içgüdüsel hareket ediyordu. Cornuke'a bir şey söylemeden, kayaların üzerinden koşmaya başladı. Planı bu çılgınca koşuda şekillenmeye başlamıştı. Vadiye girecek, onun yüksek ve kumlu tepeleri tarafından korunacaktı. Özellikle bekçi kulübesinden ve onun yakınındaki kayanın üzerine yerleştirilmiş üç bekçiden en uzak olan sütuna, gövdesi üzerinde sürünerek saklanacaktı. Kumda kalbi çarpa çarpa yürürken ve yolun da yarısına geldiğinde, beklenmedik şekilde durdu. Şimdi daha yakındı ve orasının bir vadi olmadığını göründü. O çok derin bir çukurdu. Ve içinde kazı malzemeleri vardı. Aynı zamanda, üç silahlı bekçinin neden dağın kenarına yerleştirildiklerini anlamıştı. Onlar, burada uyuyan askerleri korumak için bulunmuyorlardı. Aksine çukurun dibinde yatan hazineyi korumak için bulunuyorlardı. Bir "hazine avcısı"nın en büyük korkusu, birisinin altını onun elinden almasıdır. Bir an zaten kazılmış olan çukura bakmak için yaklaşmayı düşündü. Fakat bu, geri dönmek için bir umudu olmayan büyük bir risk olurdu. Eğer kazıya yaklaşsaydı, bekçiler kesinlikle onu farkederlerdi. Eve asla dönemezdi. Ve bu umutsuz gerçeği kavramasıyla, yüz seksen derecelik dönüş yaptı ve kendinden geçmiş bir halde, güvenli kayalara geri koştu. Ayrılma zamanıydı. Güneş henüz doğmaya başladığı zaman, suyu çekilmiş nehir kolu yatağıyla, çitin birleştiği noktayageri dönmek için yola koyuldular. Bekçi kulübesindeki insanların hareketliliğini işitebiliyorlardı, fakat biraz uzaktaydılar ve uzun, unutulmuş geceden sonra dikkate almak için tükenmişlerdi.
Cornuke "üçte" dedi.
Fakat Williams sözünü kesti ve "Kaç tane vardı? Sayabildin mi?" dedi. Cornuke ilk önce anlayamadı, sonra da "On iki tane vardı. On iki sütun, bir sırada, tıpkı Tevrat'ın söylediği gibi" dedi.
Williams samimi ve şaşırmış bir vaziyette, "Burası gerçekten Sina Dağı" dedi. Fakat bunu hissettiği sırada, bir taraftan da acı bir şekilde hayal kırıklığına uğramıştı. Yenilmişti. Hazineden bir parça alamadan ayrılmak zorunda kalmıştı. Hem de o kadar yaklaşmışken. Artık oyalanmak için hiçbir neden yoktu. Diğer bir deyişle, koşmaya başlamışlardı. Bu yaşamlarının yarışıydı. Bütün mesele, çite varmak ve altından geçmekti. Ve bunu yaptılar. Dakikalar sonra çitin öbür tarafındaydılar ve çitten, askerlerden ve dağdan uzaklaşıyorlardı. Deredeki kampa geri dönüşleri, uzun ve sıcaktı. İkisi de yorulmuştu. Fakat, Williams için iyi hissetmek imkansızdı. Kamyonetleri bıraktıkları yerdeydi ve hala battaniyeleri yataklarının üzerinde seriliydi. Williams, Tebuk'a geri dönmeyi ve uzun, sıcak bir banyo yapmayı ve görüp-hissettiklerini göz önüne getirip, bir anlam çıkarmayı düşünüyordu. Cornuke ise, büyük bir ihtiyatla arkadaşını kutlamak için elini uzattı."
Kaynak: Howard Blum, The Gold of Exodus, The Discovery of The True Mount Sinai, çev. yaklasansaat.com, New York, 1998.
Tur dağının İsrail oğullarının başı üzerine kaldırılmasından ne kast edilmektedir?
Soru
Bakara Suresinin 63. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Hani, (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve “Sakınasınız diye, size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün (gafil olmayın)” demiştik.” Bu ayet esasınca Tur dağının kaldırılması İsrail oğullarından söz alındıktan sonradır. Bu ayetin bilimsel gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Eğer Tur dağını kaldırmaktan maksat yaratılışın başında gerçekleşmişse, İsrail oğullarından söz alındıktan sonra bu cümleyi zikretmek Kur’an-ı yazan kişinin hezeyanından başka bir şeye delalet etmez. Bu ayet nasıl açıklanabilir?
Kısa Cevap
Kur’an’ın birkaç ayetinde “وَ رَفَعْنا فَوْقَكُمُ الطُّور” tabiri ve benzerleri İsrail oğulları hakkında beyan edilmiştir. Tefsir kitaplarında yazıldığına göre bu ayetler tarihsel bir gerçeğe işaret etmektedir ve Hz Musa zamanında İsrail oğullarının yüce Allah’ın buyruklarına muhalefet etmesi nedeniyle gerçekleşmiştir. Kadir olan yüce Allah Tur dağının bir bölümünü İsrail oğullarının başı üzerine getirmiştir. Milyonlarca yıldız, galaksi ve gök cisimleri kümelerini yaratan ve gökte belirli aralıklarla onların hareket etmesini sağlayan ilahi sonsuz kudret göz önünde bulundurulduğunda, Kur’an’da gerçekleştiği bildirilen böyle bir olayın imkânı ve vuku bulmuş olmasının akıl ve bilim açısından muhal olmadığı ve şaşkınlık taşımadığı belirtilmelidir.
Ayrıntılı Cevap
Bakara Suresinin 63. ayetinde İsrail oğulları ile ilgili iki noktaya işaret edilmiştir:
1. İsrail oğullarından söz almak: Bazı maddeleri Kur’an-ı Mecit[1] ve Tevrat’ta beyan edilen bu söz şundan ibarettir: Rabbin birliği, tüm ilahi peygamberlere iman etmek, anneye, babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilik etmek, Allah yolunda sadaka vermek ve infak etmek, güzel söz söylemek, namaz kılmak, zekat vermek, kan akıtmaktan sakınmak ve … Maide suresi 12. ayetinde bu anlaşmaya sadık kaldıkları takdirde kendilerinin cennet ehli olacağına dair güvence verilmiştir.
2. Tur dağının İsrail oğulları başı üzerine kaldırılması: Tefsir kitaplarında belirtildiğine göre, Tur dağının İsrail oğullarının başı üzerine kaldırılması gerçek bir olay olup Hz Musa zamanında gerçekleşmiştir. Bu, yaratılışın başında gerçekleşmiş bir olay değildir. Kur’an-ı bazı ayetlerinde “وَ رَفَعْنا فَوْقَكُمُ الطُّور” tabiri ve benzerleri ile İsrail oğulları hakkında bu nokta ve hakikate işaret edildiği belirtilmelidir.[2] Tabersi, İbn. Zeyd’in sözünden şöyle nakletmektedir: Musa Tur dağından dönünce ve kendiyle Tevrat’ı getirince, kendi kavmine dinsel buyruklar ve helal ile haramı içeren bir semavi kitap getirdiğini ilan etti. Yüce Allah bu kitabı sizin hayat progmanız karar kılmıştır, onu alın ve hükümleri ile amel edin diye ilanda bulundu. Yahudiler zor yükümlülükler getirdiği bahanesi ile itaatsizlik ve inatçılığa başvurdular. Yüce Allah da melekleri Tur dağının bir bölümünü onların başının üzerine kaldırması için memur kıldı. Bu esnada Musa (a.s) şöyle dedi: Eğer söz verir, Allah’ın buyrukları ile amel eder ve itaatsizlik ve inatçılıktan el çekip tövbe ederseniz bu azap sizin üzerinizden kaldırılacaktır. Aksi takdirde hepiniz helak olacaksınız. Onlar teslim oldular ve Tevrat’ı kabul ettiler ve Allah için secdeye gittiler. Oysaki onlar her an dağın başları üzerine düşmesini bekliyordular, ama tövbenin bereketi ile en sonda bu ilahi azap kendilerinden uzaklaştırıldı.[3] Bundan dolayı yukarıdaki ayet tarihte gerçekleşmiş olan Peygamberlerin buyruk ve sözlerine karşı itaatsizlik ve inatçılık sergileyenleri cezalandırmak babında yüce Allah’ın azamet ve kudretini göstermektedir. Milyonlarca yıldız, galaksi ve gök cisim kümelerini yaratan ve belirli aralıklarla ve çok hızlı bir şekilde onlara hareket etme kabiliyetini veren ilahi sonsuz kudret göz önünde bulundurulduğunda Kur’an’da bildirilen böyle bir şeyin imkânı ve gerçekliği akıl ve bilim açısından muhal değildir ve bunda hayret edilecek bir şey de bulunmamaktadır. Evet, normal bir bakış açısıyla bu olağanüstü bir olay olabilir, ama bu hadisenin de peygamberlerin diğer mucizeleri gibi (Hz İsa tarafından ölülerin diriltilmesi, Hz Salih (a.s) tarafından devenin dağın arasından çıkartılması) olağanüstü sayıldığını, ama Allah’ın izniyle herkesin önünde vuku bulduğunu ve gerçekleştiğini belirtmemiz gerekir. Burada şu noktanın belirtilmesi zorunludur: Tur dağının İsrail oğulları başı üzerine kaldırılmasının niteliğini betimleme bağlamında bir grup müfessir Allah’ın emri ile dağın yerinden söküldüğünü ve bir gölgelik gibi onların başı üzerinde durduğuna inanmaktadır.[4] Bu görüş şu ayetten iktibas edilmiştir: “Hani dağı sanki bir gölgelikmiş gibi onların üstüne kaldırmıştık da üzerlerine düşecek sanmışlardı. (Onlara:) “Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın ve onun içindekileri hatırlayın ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız” demiştik.”[5] Elbette bu hadisenin detayları hakkında başka ihtimaller de dile getirilmiştir; örneğin dağda şiddetli bir depremin olduğu, dağın büyük bir sarsıntı geçirdiği, dağın eteklerinde olan fertlerin onun yüksek kısımlarının gölgesini başlarının üzerinde gördükleri, her an onun kendi başları üzerine düşeceğini sanmaları, ama depremin ilahi lütuf sayesinde dindiği ve dağın kendi yerine oturduğu söylenmiştir.[6] Veya şu ihtimal de mevcuttur: Allah’ın emriyle dağın büyük bir parçası şiddetli bir deprem ve sarsıntıyla yerinden sökülmüş ve onların başı üzerinden geçmiş ve onlar bir anlığına onu kendi başları üzerinde görmüş ve onun kendi üzerlerine düşeceğini sanmışlardır.[7]Göründüğü kadarıyla dile getirilen bazı betimleme ve açıklamalar kendi muhataplarına bu ilahi mucizenin o kadar da hayret edilecek ve olağan üstü bir şey olmadığı ve insan aklının ölçülerince uyuştuğunu söyleme hedefini gütmektedir. Biz akli olarak muhal olmayan her konunun hiçbir açıklamaya gerek duymaksızın yüce Allah’ın kudret alanına gireceğini ve bir mucizenin detaylarını betimlemede sadece şer’i deliller veya akli kesin kriterlerden yararlanması gerektiğine inanıyoruz.
[1] Maide Suresi, 12. ayet.
[2] Bakara Suresi, 63, Nisa Suresi, 154, A’raf Suresi 171. ayet.
[3] Mekarim Şirazi, Nasır, Tefsiri Numune, c: 1, s: 294, Daru’l Kitabı İslamiye, Tahran, 1374 h.ş.
[4] Tabersi, Fazl bin Hasan, Mecmeu’l Beyan fi Tefsiri’l Kur’an, c: 4, s: 764, (A’raf suresi 171. ayetin bölümünde), İntişaratı Nasır Hosro, Tahran, 1372 h.ş.
[5] A’raf Suresi, 171. ayet.
[6] Reşit Rıza, Tefsiri El- Minar, konu olan ayetin bahsinde, Tefsiri Numune’den iktibas, c: 1, s: 294.
[7] Mekarim Şirazi, Nasır, Tefsiri Numune, c: 1, s: 294, Daru’l Kitabı İslamiye, Tahran, 1374 h.ş.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder