11 Ocak 2018 Perşembe

KURAN'I KERİM TEFSİRİ (ELMALILI HAMDİ YAZIR) 34-SEBE SURESİ




1-Kur'ân'da hamd ile başlayan beş sûre vardır. İkisi ilk yarısında, En'am ile Kehf; ikisi de son yarısında bu sûre ile bundan sonraki Melaike (diğer adıyla Fâtır) Sûresi, birisi de Fatiha'dır ki, hem ilk yarı ile okunur hem son yarı ile. Razî der ki:
"Bunun hikmeti şudur: Yüce Allah'ın nimetleri pek çok ve bizim saymaya gücümüz yok olmakla birlikte, esas itibarıyla iki kısımdır: Birisi "İycad" (yoktan var etme) nimeti, birisi de "İbka" (devamlı ve sürekli kılma) nimetidir. Çünkü yüce Allah bizi önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için durabileceğimiz şeyler de yaratmış, yoktan var etmiştir. Bu nimet birde iade olunacaktır. Çünkü O bizi, başka bir diriltme ile bir daha yoktan var edecek ve bizim için devam edecek şeyler de yaratacaktır." Demek ki bizim bir başlangıç ile, bir yeniden yaratılma iki halimiz vardır. Her iki halde de üzerimizde iki nimet var. Yoktan var etme ve ibka (devamlı ve sürekli kılma). Fatiha Sûresi'nde her iki nimete işaretle "Hamd Alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din gününün tek sahibi Allah'adır." (Fatiha, 1/1,2,3) buyrulduğu gibi, ilk yarıda En'am Sûresi'nde nimeti yoktan var etme şükrüne işaret olmak üzere, "Hamd olsun o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a." (En'am, 6/1) buyuruldu. Kehf Sûresi'nde de nimeti sürekli kılmaya şükür olmak üzere, "Kitabı kulu üzerine indiren Allah'a hamd olsun." (Kehf, 18/1) buyuruldu. Çünkü Kitap ve Şeriat varlığı koruma sebebidir. Son yarıda bu sûrede ahiret nimeti ve yeniden yaratılma hatırlatılarak buyuruluyor ki: Hamd, övgü ile ululanmak Allah'ındır. Allah'ın hakkı, Allah'ın özelliğidir. O ki bütün göklerdeki ve yerdeki hep O'nundur. O'nun yaratması, O'nun mülkü, O'nun nimetidir. Bu dünyada insanların elinde ne varsa hep emanettir. Ahirette de hamd O'nundur. Yani bu önün bir sonu, bu dünyanın bir ahireti var. O ahiret ve ahiretteki nimetler de O'nun ve onun için önünde hamd O'nun olduğu gibi, sonunda da hamd O'nundur. Ahiret, kazanma ile ilgili olduğu için, orada hamd, O'nun hakkı değil zannedilmesin. Onu hikmetiyle hazırlayan çalışanların, çalışmasını ve çabasını zayi etmeyip çabasına ve kazanmasına göre, ecrini ve karşılığını verecek olan O'dur. Ve gerek dünya nimetleri ve gerek ahiret nimetleri, kazanma ile ne kadar ilgili olursa olsun esas itibariyla kazanıp hak etmekten daha çok bir ihsan yoluyla olduğunda da şüphe yoktur. Cennetlikler "Hamd olsun Allah'a ki bizi hidayetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık.." (A'raf, 7/43) diye, "(Dediler): Bize vaadinde doğru olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere buraya mirasçı yapan Allah'a hamdolsun". (Zümer, 39/74) diye, "Derler:
Bizden tasayı gideren, Allah'a hamdolsun. Gerçekten Rabbımız çok bağışlayıcıdır, çok nimet vericidir ki, ihsanından bizi durulacak bir yurda yerleştirdi." (Fatır, 35/34,35) diye türlü hamdlerle hamd edecekler ve bütün dualarının sonu da "Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'adır." (Yunus, 10/10) olacaktır. Dünyada hamd bir görev, bir ibadet, ahirette ise bir zevk duyma, zevk almadır. Ve O, öyle hakîm, hikmetiyle dünyayı ahirete, ahireti dünyaya bağlayarak iki alemin de işlerini sağlam biçimde idare eden, hamdetmeye layık olan hakîm öyle habîrdir. Her şeyin sırrını içyüzünü, önünü ve sonunu bilir. Bilerek işleri idare eder.
2-Öyle haberdardır ki bilir yeryüzüne ne giriyor, yerkürenin içine çevresinden ne sokuluyor, mesela neler yağıyor, neler gömülüyor, neler ekiliyor, neler saklanıyor. Ve ondan ne çıkıyor, ne dışarı çıkıyor? Hayvanlardan, bitkilerden, madenlerden, buhardan kokulardan, hararetten, soğukluktan ve başka şeylerden neler içinden dışına çıkıyor. Ve gökyüzünden ne iniyor; mesela yağmurdan, kardan, şimşekten, yıldırımdan, taştan, akan yıldızdan, aydınlıktan, hararetten ve diğer maddi ve manevî güçlerden ve meleklerden neler yerküreye iniyor. Ve gökyüzüne ne çıkıp yükseliyor. Mesela, ne gibi buharlar, ne çeşit gazlar, ne gibi maddeler, güçler, melekler, ruhlar, dualar, götürüp taşıyanlar, yankılar semaya yükselip çıkıyor. Kısacası hem yerin, hem göğün karşılıklı olarak gelir ve gider bütçelerini sadece bütün kalemleriyle değil, bütün tahakkuklarıyla da tamamen bilir ve hepsinin önünü, sonunu o şekilde idare eder. Hem O öyle rahîm, öyle bağışlayıcıdır. Hakîm, her şeyden haberdar olduğu gibi, rahîm ve bağışlayıcıdır da. Hamd edenlere rahim, rahmetli; kusur edenlere bağışlayıcıdır. Bu sebeble de dünya va ahirette hamd O'nundur. Burada bu "Esma-i Hüsnâ'nın zikredilmesi, ahiretin mümkün olabilirliğini kolay tasavvur ettirmek içindir.
3-5- Öyle olmakla birlikte inkâr edenler, yani Allah'a o şekilde hamd etmeyip o sıfatlarını ve ahiret kudretini inkâr edenler dediler ki.. buradaki "vav" yemin vavıdır. Bu ifade kelimesinin sıfatıdır. Taberi'nin beyanına göre, "gayb"dan maksat, insanların henüz bilmedikleri mümkinat (olabilir şeyler) tır ki, gerek hiç yaratılmamış olsun, gerekse yaratılmış da henüz kimse bilmemiş olsun. Burada bu nitelikle niteleme iki nükte, iki ince mânâ ifade eder. Birisi geleceği haber verilen "saat"in, yani kıyamet gününün ne zaman geleceğini yalnız O'nun bildiğini anlatır; birisi de dağılmış parçaların toplanmasını uzak görerek, imkân dahilinde görmeyerek onu inkâr edenlere cevap noktasını gösterir. Bunun benzeri Kaf Sûresi'nde "Fakat yeryüzünün onlardan neyi eksilttiğini biz mutlak biliriz." (Kaf, 50/4)dir. Yani ilmi böyle olan habîr, her şeyden haberdar, ve hakîme bu nasıl imkânsız olur? Ne göklerde, ne yeryüzünde zerre ağırlığı, yani en küçük karınca miktarı, ufak bir mikrop veya molekül O'ndan uzak kalmaz, ilminden kaçmaz ve ne o zerre ağırlığından daha küçüğü, atom, elektron, bir tek parça, parçalanmayan en küçük parça derecesinde en küçük sonsuz ne de daha büyüğü, tamamına varıncaya kadar hiçbiri O'nun ilminden gaib olmaz. Hepsi huzurunda apaçık bir kitaptadır. Tefsir bilginlerinin çoğu burada "Kitab-ı Mübin"i, "Levh-i Mahfuz" diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunun "Yaş ve kuru hiçbir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am, 6/59) âyetinde olduğu gibi, doğrudan doğruya ilâhî ilmi anlatıyor olması daha açıktır. Yani gaib ve hazırı ile bütün kainat, Allah'ın huzurunda apaçık bir kitap gibi açık, malum, besbellidir. Buradaki yukardaki fiiline bağlı ve O'nun hikmetini beyan içindir. Yani Allah'ın, o iman edip salih ameller işleyenlere mükafat vermesi için muhakkak o saat gelecek... O halde sözün özü şu oluyor: Hikmet o saatin gelmesini gerektiriyor. Hem gaybı, hem de büyük küçük, gizli aşikar, bütün parçaları ve bütünüyle tüm kainatı kuşatan kamil, mükemmel bir ilim var, bütün onları yoktan var eden kudret de var. O halde o saat neden gelmesin?
6-Elbette gelecek, bu önün bir sonu olacak, müminlere mükafat, kâfirlere ceza verecek, kâfirler onu inkâr ediyorlarsa da onlara karşılık Kendilerine ilim verilenler, Resulullah'ın sahabeleri ve ümmetinden onların izince gidenler veya ehli kitap bilginlerinden ilmiyle amel edip de imana gelenler sana Rabbından indirileni, yani Kur'ân'ı görüyorlar ki o sırf hak hem de "Çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna götürür." Azîz, çok izzetli, çok onurlu, kahreder de aslâ mağlub edilmez.
HAMÎD: O hamdin sahibi, dünyada ve ahirette hamd kendisinin hakkı olan yüce Mahmud'un yolunu gösteriyor. Doğrudan doğruya caddeyi gösteriyor. O yüksek izzet ve hamdi duyuruyor. Ona ermek zevkini veriyor. Yolunu da bildiriyor.
7-8-Böyle iken, O inkâr edenler, âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için çalışan, yarışan kâfirler dediler. Kureyş kâfirleri peygamberlik ile alay yollu aralarında demişlerdir ki "Size bir adam gösterelim mi?..." Hayır, doğrusu ahirete inanmayanlar uzak sapıklık ile azab içindedirler. Onun için öyle saçma sapan konuşuyorlar.
Ahirete imanı olmayanların, ahirette görecekleri azabtan başka dünyada da vicdanları azab içindedir. Çünkü dünyanın faniliği görüldüğü için, ahiret inançları olmayanların kötümser olmaları tabiidir. Sonu hakkında kötümser olan vicdanların ise, azab içinde bulunduğunda şüphe yoktur. Ancak ölümü kendisi için kurtuluş saydıracak bir azab içinde olursa bu başkadır. Peygambere karşı o saçma sapan sözleri söyleyen kâfirler de böyle telaş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu şekilde bu "ıdrab" (Sözün akışın değiştirerek öncekinden bir başkasına geçme), Allah tarafından o kâfirlerin hallerini beyan ile sözlerini hükümsüz bırakmaktır.
9- Kör mü onlar? O göklerden ve yeryüzünden önlerine ve arkalarına bakmazlar mı? Nasıl bir şekilde bulunuyorlar? Dilersek biz onları yere geçiriveririz. Bir sarsıntı ile yerin yarılıvermesi bir anlık bir iş veya üstlerine göklerden parçalar düşürüveririz. Bununla için de bir göktaşı parçaları veya bir yıldızın yeryüzüne çarpıvermesi yeterlidir. Bu tehdid cümlesi, arada parantez arası cümlesi gibidir. Şüphesiz ki onda, o göğe ve yere bakıp da önünü ardını düşünmekte mutlak bir âyet bulunur. Bir delil, açık bir alamet bulunur ki, Allah'ın kudretini ve Peygamber'in dediğini ve gerçekten didik didik dağıldıktan sonra da yeni bir yaratmanın mutlak olduğunu ve bu yaratılmanın boş bir oyuncaktan ibaret olmayıp bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu anlatır. Fakat herkes için değil Allah'a dönen her kul için "inabe" eden, yani tutuculuktan vazgeçip Hakk'a dönen her kul için.
Buna tarihten güzel bir örnek vermek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
10- Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet verdik. "Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin." dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık.
11- Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçüyü gözet dedik. Siz de iyi işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.
12- Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık.
13- Onlar, ona mihrablar, timsaller (heykeller) ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalışın ey Davud hanedanı, şükür için çalışın. Ama kullarım içinde şükreden azdır.
14- Ne zaman ki Süleyman'a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.
10- Şanıma yemin ederim ki, Davud'a, en güzel "inabe" etmiş olan Davud (a.s.)'a verdik. Bizden, bizim tarafımızdan, yani gelişi güzel değil, yüce Allah'ın azametini ayrıca bir özellikle ifade eden sırf ilâhî bir bağış, olağanüstü bir mucize olarak bir ihsan, o zamana kadar peygamberlere verilenlerden fazla bir âyet, bir nimet verdik. Şöyle ki: Ey dağlar! Dedik. Onunla birlikte zikir yapın, ötün, çınlayın siz de ey kuşlar, Enbiya Sûresi'nde geçen "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih etmek üzere boyun eğdirmiştik." (Enbiya, 21/79), Sâd Sûresi'nde gelecek olan "Gerçekten biz dağları kendisine râm eyledik ki bunlar akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşları da. Herbiri ona dönücü idi." âyetleri (Sad, 38/18,19) bunun tefsiri demektir.Yani Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmiştir ki akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar, çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Davud'un özel bir üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu mânâ iledir ki, Davudî ses meşhur olduğu gibi, Davud'un Mezamir'i (Zebur'un Sûreleri) de meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslam'da kesin olarak kınanmış bir sanat zannedenler olmuştur. Fakat bilmek gerekir ki, kınanmış olan fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa Kur'ân okunurken, tertil (Kur'ân'ı usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme emrolunan bir şeydir. Bu konuda sahih hadis kitaplarında birçok hadisler vardır. Birçokları "gına"nın yani musikînin etkisini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses bir hava titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya verdiği etki ve heyecan, bir öpücük zevki gibi cismanî ve sinirsel bir etkidir. "Teganni" yani bir parçayı makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir sözün mânâsını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen konularla cismanî heyecan aradıkları için, mânâyı öldürerek sadece sinirlere basan kuru nağmelerle cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok eder. Belki fasık için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey hissetmeyerek mest olmak bir zevkdir. Fakat dinin, şeriatın vermek istediği zevk bu değil, güzel mânâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şeriat istiyor ki, Kur'ân okunurken ses güzelleştirilsin, makamla okunsun, ancak ifadenin metnini bozarak, mânâyı unutturarak kuru ses izleyen fasıkların bestesiyle ve nağmeleriyle değil, sözlerin tecvidini, fasihliğini bozmayarak mânâsının, belagatının (iyi, güzel, pürüssüz söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir seda ile okunsun ki, buna Peygamberin hadisinde "lühûn-ı Arap" denmiş, kırâet ilminde "Tecvid" diye tarif olunmuştur. Bu suretle biz Kur'ân okunurken Hz. Davud'un mucizesini yaşamış oluruz. Nitekim Kur'ân'ı güzel okuyan hakkında "Davud ehlinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" diye övülmüştür.
Hz. Davud'un dağları boyun eğdiren, uçan kuşları durduran mucizesi de kuru bir ses oyunundan ibaret, kuru bir terenmüm değil, ruhtan kopup Allah'a arz olunan kutsama ve tesbihler idi. Nitekim bu mânâyı belagatla ifade için onunla birlikte dağlar, akıllılar gibi gösterilerek, "Ey dağlar" diye seslenilerek "Kuşlar" kelimesi onun mahalline atfedilmiştir. Dağlar, kuşlar böyle emrine râm edildiği gibi, ve ona demiri de yumuşattık. Tefsir bilginleri bunu şöyle tefsir ediyorlar: Kızdırmaya ve dövmeye muhtaç olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği şekle koyuverdi. Fahruddin Razî der ki: "Allah'ın kudretine göre bunu uzak bir ihtimal olarak görmemelidir." Çünkü görülüyor ki ateşte öyle yumuşuyor, öyle çözülüyor ki, yazı yazılan mürekkep haline geliyor. O halde aklı başında olanlardan kim onu ilâhî kudrete göre uzak görür? Gerçi bazı insanlar bundan maksadın, ateş ile ve alet kullanmakla demir eritmeyi buldu ve ortaya çıkardı demek olduğu kanaatine varmışlardır. Fakat bu doğru değildir. İnancının zayıflığı ve Allah'ın kudretine itimatsızlığı onu bu düşünceye sürüklemiştir. Böyle olmakla birlikte âyetin bu mânâya da ihtimali yok değildir. Demirin bulunması ve eritilmesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede hassas sanayi uygulamak Davud (a.s.)a nasib olmuş bir sanattır. Nitekim Enbiya Sûresi'nde Biz ona sizin için, savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek sanatını öğrettik.." (Enbiya, 21/80) buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha sonrakilere de yadigar kaldığı anlaşılıyor. Çünkü âyetteki "sizin için" ifadesi Muhammed ümmetinedir. Burada ise bu hikmet şöyle ifade olunuyor.
11- Yap diye, bol bol, geniş geniş zırhlı elbise parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak. Dokunuşunu ve biçimini iyi ölç, biçiminde maharetli ol, iyi biçime yatır. Deniliyor ki, yüce Allah'ın bu sanatı övmesinin hikmeti şudur: Bu sanatta "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80) buyurulduğu üzere, Allah katında muhterem olan insanlığı öldürülmekten korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan, kılıç vesaire gibi saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla bir silah buluşu yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan yararlı iseler, ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe hizmet ettikleri için daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki hem salah ile çalışın, iyi bir iş yapın. Burada "yap" denilmeyip de "yapın" denilmesi dikkate değerdir. Bu fiilin öznesi yerine kullanılan çoğul zamiri, Davud ile birlikte beraberinde bulunanların yerine kullanılmıştır, diye söylemişler ise de biz bunun, "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80) gibi hikayenin bir ibreti olmak üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek cümle olduğu kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: Siz de ey Muhammed ümmeti, iyilik ve barış ile çalışın, daha güzel işler yapın. Çünkü ben ne yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm. Yani ona göre mükafatını veririm.
12- Süleyman'a da rüzgarı, râm ettik, emrine verdik. Deniliyor ki Süleyman (a.s.)ın emrine verilen özel bir rüzgardı. Bildiğimiz bütün rüzgarlar değildi. Çünkü onlar ihtiyaç zamanlarında herkesin yararı içindir. Onun için bütün kıraatlarda bu "Rüzgar" kelimesi tekil okunmuş, hiç birinde "Rüzgarlar" okunmamıştır. Yani Süleyman (a.s.) isterse bütün âlemin rüzgarını tutabilirdi demek değil, havanın bir akıntısına yön verebilir, onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgardı ki sabah gidişi bir ay akşam dönüşü de bir ay. Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre, otuz kilometre itibar edilirse, gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre kateder. Burada "Sabah gidişi"nin zamiri "riyh" rüzgardır denilmiş. Onun gidişi diye, Süleyman'dır denilmemiş olduğuna göre, yalnız rüzgarın hızı gösterilmiş demek olur. Süleyman (a.s.) bununla balon gibi mi, yoksa uçak gibi mi giderdi, orasını Allah bilir.
Seyretti heva üzere denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
Hem ona, yani Süleyman'a "Kıtr", yani erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık. Yani madenden su akar gibi akıttık. Kâdî Beydavî, bunun Yemen'de olduğunu kaydetmiştir. Alûsî de şu rivayetleri kaydediyor: İbnü Münzir, İkrime'den şöyle rivayet etmiştir: "Yüce Allah bakırı üç gün su gibi akıttı" dedi. "Niçin" denildi, "bilmem" dedi. İbnü Ebî Hatim de Süddî'den şöyle rivayet etmiştir: Ona üç gün bakır madeni akıtıldı. Behir'de de İbnü Abbas, Süddî ve Mücahid'den şöyle nakledilmiştir: Demişler ki üç gün üç gece akıtıldı ve Yemen'de idi. Mücahid'den bir rivayette de bakırın Sana'dan aktığı, ayda üç gün aktığı da söylenmiştir. Biz bununla, ilâhî bir ihsan olan ilim ve sanatla akıtılmış olmasını daha önemli görüyoruz. Cinden de, tekili cinnî olan cin, bizim açıklayamayacağımız gizli yaratıklardır. En'am Sûresi'ndeki "Biz her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık" (En'am, 6/112) âyetine bkz. Cinden denilmekle anlaşılıyor ki hepsi değil bazı cin. Rabb'ının izniyle, yoksa cin insana çalışmaz. "Onlardan her kim emrimizden saparsa..." Bu cümle cinlerin de mükellef olduklarına bir uyarıdır. Bununla birlikte Hz. Süleyman'a çalışan cinlerin bir parça sapınca ve kayınca yanacak şekilde ateş kenarında, şiddetli bir baskı altında çalıştıklarına da işarettir.
13-14-Burada cinlerin sanatın sırlarını bilen birer sanatkar oldukları da şundan anlaşılıyor Onlar ona ne isterlerse yaparlardı. Mihrablar ve heykeller.
MİHRAB: "Mif'al" alet ismi ölçüsü olduğu gibi, bir de "midrar" gibi mübalağa (abartma) kipi olur ki, mihrabın esasen bu mânâdan alındığı söyleniyor. Keşşaf'ta denilir ki: Meharib, bayağılıktan korunmuş ve uzak olan şerefli meskenler ve oturulacak yerler demektir. Bunlar onur ve haysiyetle korunduklarından ve savunulduklarından dolayı, "Meharib" ismi ile isimlendirilmiştir. Gerçi burada meharib, mescitlerdir diye de tefsir olunmuştur."Temasil" timsal kelimesinin çoğuludur. Timsal, canlı veya cansız bir şeyin biçimine benzer yapılan herhangi bir şekildir. Burada "temasil" melekler, peygamberler ve salih insanların şekilleridir denilmiştir. Halk görsün de onlar gibi ibadet etsinler diye mescitlerde bakırdan, piriçten, sırçadan, mermerden bunların şekilleri yapılırmış. Böyle heykeller yapılmasına Süleyman (a.s.) nasıl izin verdi? diye sorabilirsin. Cevaben derim ki: Tasvir yalan ve zulüm gibi aklın kötü gördüğü şeylerden değildir. Böyle olanlarda şeriatlerin birbirinden farklı hüküm getirmeleri mümkündür. Ebü'l-Âliye'den rivayet olunduğu üzere, o zaman resim yapmak haram kılınmamıştı. Bununla birlikte heykellerin hayvan suretinde olması şart değildir. Ağaç gibi cansız resimleri olması da caizdr. Onun için Razî, yalnız "nükuş" demekle yetinmiştir. "havuzlar gibi canaklar."
CİFAN: Çanak mânâsına "cefne" kelimesinin çoğulu, CEVAB da büyük havuz mânâsına " cabiye"nin çoğuludur. "Sâbit kazanlar."
KUDÛR, "Kıdr" kelimesinin çoğuludur. Kıdr, gerek topraktan ve gerek başka bir madenden çömlek, tencere ve kazan gibi içinde yemek pişen kapdır.
RASİYAT, yerinden kalkmaz, ağır ve sabit mânâsına "Rasiy" veya "Râsiye"nin çoğuludur. Demek ki çok yemekler pişiriliyor, pek büyük sofralar kuruluyormuş. Çalışın ey Davud ailesi, o büyük şükür için çalışın. Yani o büyük nimet ve refah içinde tenbelliğe zevk ve eğelenceye dalmayın, çalışın. Hem çalışmanız, bu nimetlerin şükrünü eda etmek, her birini yerinde harcayarak Allah Teâlâ'ya daha güzel amellerle kulluk eylemek için olsun ki "Andolsun şükrederseniz elbette sizin (nimetinizi) artırırım." (İbrahim, 14/7). Bununla birlikte kullarım içinde çok şükreden azdır.
ŞEKÛR, çok şükreden, bütün gücünü şükretmeye harcayan, kalbi, dili ve diğer organları hem itikad, hem itiraf, hem çalışmakla ve çoğu zamanlar da şükür ile meşgul olandır. İbnü Abbas'tan bir rivayette: Bütün durumlarında şükredendir. Neml Sûresi'nde geçtiği üzere "Ey Rabbim! Bana, ana ve babama lutfettiğin nimetine şükretmemi ve senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih kullarının arasına sok." (Neml, 27/19) duasını vird edinmiş olan Süleyman (a.s.), o az olan şekur kullardandır. Rivayet olunuyor ki Hz. Ömer bir adamın "Allahım beni o azdan kıl" diye dua ettiğini duymuş: "Bu nasıl dua!" diye sormuş. O zat, "İşitiyorum ki, demiş, Allah "Kullarım içinde şükreden azdır" buyuruyor. Beni de azlardan kılmasını istiyorum." Bunun üzerine Hz. Ömer "Herkes Ömer'den daha bilgili" demiş.
Burada "arz", yeryüzünün ismi değil, fiilinden "ekl" ölçüsünde mastardır. Erda adındaki böceğin fiili, yani ağaç kurdu denilen bir nevi güvenin yemesi, kırkması mânâsınadır deniliyor, bir güve böceği demek olur. Süleyman (a.s.)ın ölüm şekli hakkında türlü rivayetler varsa da biz onları bir yana bırakıyoruz.
Allah Teâlâ'ya inabe'si (dönmesi) güzel, nimetlerine şükrü ile hep bahtiyar olan Davud ve Süleyman (a.s.)ın hallerini beyandan sonra, nankörlükte bulunanlara örnek olmak üzere, Sebe' kavminin hali hikaye olunarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
15- Andolsun ki Sebe' kavmi için oturdukları yerde bir ibret vardı: Sağ ve soldan iki bahçe! (onlara): "Rabbinizin rızkından yiyin de O'na şükredin, ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!" (denildi).
16- Fakat onlar (şükürden yüz çevirdiler) bakmadılar. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.
17- Bunu onlara nankörlüklerinin cezası yaptık ve biz hep böyle çok nankör olanları cezalandırırız.
18- Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlar da muntazam gidiş geliş düzenledik. (Onlara): Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gezip yürüyün (dedik).
19- Buna karşı onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır" dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır.
20- Yine yemin ederim ki, İblis onlar hakkındaki zannını hakikaten doğru buldu da içlerinde müminlerden ibaret bir gruptan başkası ona uydular.
21- Halbuki İblis'in onlar üzerinde hiçbir saltanat kudreti yoktu. Fakat biz ahirete imanı olanı belli edecek, ondan şüphe içinde bulunandan ayırt edecektik. Öyle ya Rabb'in her şeyi gözetleyendir.
15- Sebe' kavminin evlerinde, yukarıda açıklandığı üzere ataları Sebe' b. Yeşcüb b. Ya'rub b. Kahtan'ın adıyla yâd olunan Sebe' kavmi Neml Sûresi'nde hikayeleri geçtiği üzere önceleri güneşe taparlarken, Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka, ilerlemişlerdi de. Meskenleri, merkezleri Yemen'de Me'rib şehri idi ki, Sebe' ona dahi denilir. Bunların meskenlerinde kendileri için bir ayet, bir ibret olmuştu, bu ayet, zikrolunacak iki cennet zannedilebilirse de Keşşaf'ın hatırlattığı üzere yalnız o değil, hikayelerinin tamamıdır. Şöyle ki Sağ ve soldan iki cennet, iki taraflı bağlar, bostanlar, hal dili ile diyorlardı ki Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetin değerini bilerek ona göre ibadet edin, çünkü beldeniz hoş bir belde, son derece şirin bir belde, Rabbiniz, bağışlaması çok bir Rabdır. Onun için şükrünü bilin de iyi hizmet edin. Çok güzel bir tesadüftür ki "Hoş bir belde" ifadesi ebced hesabıyla İstanbul'un fethine tarih düşmüştür. (857) Molla Cami rahmetlinin bir hediyesi olmak üzere meşhurdur ve bilinmektedir.
16-17- Fakat onlar, o Sebe'liler yüz çevirdiler. Rivayete göre on üç peygamberleri kendilerini davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Biz de üzerlerine "Arim" selini salıverdik. Arim seli, Ebülfida, tarihinde "Bu seddi (barajı) Me'rib yurdunda Sebe' b. Yeşcub yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak vadilerden selleri celbeylemiş idi" der. Alûsî'de de, Keşşaf'ta da denilir ki: "Bu sed (baraj) Belkıs'ın yaptığı sedd idi ki, iki dağın arasını taş ve zift ile kapatarak kaynak ve yağmur sularını biriktirmiş ve sulama için gereği kadar haklar bırakmıştı." Alûsî'nin nakline göre, seddin arkasına suyu hapsedip, tutup, birbiri üzerine çeşitli kapılar ve önüne nehirlerinin sayısınca on iki havuz yapmıştı. Bir rivayette bu barajı Yemen kabilelerinin babası olan Hımyer'in yaptığı söylenmiş, bir rivayette de büyük Lokman b. Âd'ın yaptığı ve taşlarını kalay ve demirle perçinlediği ve bir fersah kare olduğu söylenmiştir. Bu rivayetlerin hepsinin alınmasında bir çelişki yoktur. Önce Sebe'in başlamış olması, sonra Hımyer'in, sonra Lokman'ın ve Zülkarneyn'in daha sonra da Belkıs'ın peşpeşe çeşitli inşaat ve tamirlerde bulunmuş olmaları pek ala düşünülebilir. acı, kekre veya buruk "esl" ağacı, tarafe veya tarfâdan bir çeşit, büyük bir çeşit diye tefsir ediyorlar. Kamus tercümesinde "tarfâ" ılgın ağacı ve "esl" onun acı ılgın denilen iri kısmı diye zikredilmektedir. "Sidir" Arabistan'ın en makbul ağaçlarından olmak üzere m eşhurdur. Meyvesine "nıbk" ve "Arabistan kirazı" denildiği Kamus tercümesinde yazılıdır. Ezherî demiştir ki: Sidir ikidir. Birisinden yararlanılmaz ve yaprağı yıkamalara yaramaz. Meyvesi kekredir, yenmez, "dâl" denilen budur. Bir kısmı da su üzerinde biter, meyvesi "nıbk"dır. Yaprakları yıkama özelliğine sahiptir. Unnab ağacına benzer. "Onların iki bahçesini buruk yemişli... İki bahçeye çevirdik." Burada ikinciye "cenneteyn" denilmesi müşakele ve tehekküm içindir. Türkçede bilinen bir atasözü vardır. "Bakılırsa bağ olur, bakılmazsa dağ olur." Bu küfrandadır. Yani nimete nankörlüklerinden dolayı.
18- Hem onlarla o mübarek kıldığımız, içlerine bereket verdiğimiz kasabalar arasında, sırt sırta kasabalar yapmıştık. O "bereketli kasabalardan maksat, Şam diyarıdır." Katade'den rivayet olunduğu üzere, yani sırt sırta bitişik diye tefsir edilmiştir. Ve onlarda, yani o kasabalarda yolculuğu belirli bir miktar üzere tertib ve tanzim etmiştik. Her biri yolcu için birer istasyon ve birer merhale halinde idi; birinden çıkan azık taşımadan ve açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilirdi. Öyle ki O sırt sırta kasabalar içinde geceler ve günlerce emniyet ve asayiş ile gidin gezin, öyle muntazam, öyle emniyetli idi. Demek ki yalnız Sebe' değil, Yenen'den Şam'a kadar Arabistan baştan başa böyle bayındırmış ki, bu çok dikkat çekicidir.
19- İşte bu nimete karşı da onlar nankörlük ederek ey Rabbimiz dediler, bizim bu seferlerimizin arasını uzaklaştır. İsrailoğullarının hayır olan "A'la"yı, (daha değerli) "edna" (daha değersiz) ya değişmek istedikleri gibi, bunlar da bayındır olmasından rahatsızlık gösterdiler, onların ortadan kalkıp, aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler.
Bunu gerçekten böyle sözlü olarak istemiş olmaları düşünülür ise de yaptıkları nankörlük ve isyan durumları ile istemiş olmaları da zannedilir. Öyle dediler ve nefislerine zulmettiler, kendilerine yazık ettiler. Çünkü belalarını aradılar biz de kendilerini efsanelere, masallara çevirdik. Denilir ki ciddî bir süvari, iki aydan fazla bayındır yer ve kasabalardan giderdi ve dört aylık mesafeden ahali bir diğerinden ateş alabilirdi. Ve didik didik darmadağınık ettik. Gassan, Şam'a katıldı, Enmar Yesribe, Cüzam Tihame'ye, Ezd Uman'a katıldı. Şüphesiz ki bunda, Sebe'in zikrolunan bu hikayesinde elbette âyetler var, ibret alınacak delaletler var. Çok şükredecek her çok sabırlı için, yani çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lazımdır. Ve işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere eren ve çok şükredici olan kimseler için, bu Sebe' hikayesinde önemli ibretler vardır. Heva ve heveslerini frenleyip zahmetlere, meşakketlere tahammül ederek görev ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler, memleketlerini Allah'ın yardımıyla cennet gibi imar eder nimetlere ererler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de, o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne gayret edip, sabırla çalışacak olan sabredenlerin ve çaba sarfedenlerin içinde yer alırlar.
20-21- Yine yemin ederim ki, İblis onlar, yani Sebeli'ler ve Âdemoğulları aleyhinde zannını doğru çıkarttı. "Ey Rabbim! Beni azdırdığın şeye karşılık, ben de andolsun yeryüzünde onları herhalde süsleyeceğim (onları kendilerine hoş göstereceğim), onların hepsini toptan mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirilmiş kulların hariç" (Hıcr, 15/39,40) demiş olan İblis dediğini gerçekleştirdi. Onun için halis müminlerden ibaret bir zümreden başkası o İblis'e tabi oldular, ardınca sürüklendiler. Bu sürükleniş de onun gücünden değil, kendilerinin ahirete imansızlıklarındandır. Çünkü Allah Teâlâ imanı olanla olmayanın ahiretini ayırmıştır. Onun için, o ardınca gidiş esas itibarıyla şeytanın üstün gelmesinden değil, Hak'kın emrinin ve iradesinin üstün gelmesindendir. Yoksa Allah'ın iradesinin aksini gerçekleştirmek kimin haddine. Her şeye karşı koruyucu, muhafız hakim ancak rabbin Allah'dır. "Rabb'in her şeyi gözetleyendir." Onun için hiçbir şeyden korkmayarak:
Meâl-i Şerifi
22- De ki: "Allah'ı bırakıp da tanrı saydığınız putlarınıza istediğiniz kadar yalvarın. Onların ne göklerde, ne yerde zerre kadar güçleri yetmez. Onların, bunlarda bir ortaklığı da yok. Allah'ın da onlardan bir yardımcısı yoktur."
23- Allah'ın huzurunda şefaat da fayda vermez. Ancak izin verdiği kimseninki müstesna. Nihayet kalblerinden dehşet giderildiği zaman "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. (Şefaat sahipleri de): "Hakkı söyledi" derler. O, her şeyden yüksek ve büyüktür.
24- De ki: "Size göklerden ve yerden rızık veren kimdir?" Yine de ki: "Allah'tır, herhalde ya biz, ya da siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz."
25- De ki: "Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayız."
26- De ki: "Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Asıl hüküm veren ve her şeyi bilen O'dur."
27- De ki: "O'na ortak diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım! Hayır, öyle şey yoktur, doğrusu güçlü ve hikmet sahibi olan ancak Allah'tır."
28- Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
29- Ve: "Eğer gerçekçiyseniz bu vaad ne zaman olacak?" diyorlar.
30- De ki: "Size vaad edilen öyle bir gündür ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."
22-30- Ancak kendisine şefaat için izin verilmiş olan kimse hariç ki önce Makam-ı Mahmud'da Muhammed (s.a.v.), sonra derece derece diğer peygamberler, salih kimseler ve melekler. "Nihayet kalblerinden dehşet giderilince.." Yani izin verdiklerinin şefaati de birdenbire oluvermez, mahşer de, bekleme yerinde çok beklerler. Dehşetli korku heyecanlar içinde bekler, o dereceye kadar beklerler ki sonunda kalplerinden o dehşet ve heyecan giderildiği, yani şefaate izin verdiği zaman, şefaat bekleyenler şefaat eden şefaatçilerine derler Rabbınız ne söyledi? Şefaatinizi kabul buyurdu mu? Şefaatçılar da buna cevap olarak Hakk'ı derler, yani hakkı söyledi. Hakk ne ise o olsun buyurdu derler, dolayısıyla kâfirlere şefaat olmaz. "Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan başka kimseye şefaat etmezler"(Enbiya, 21/28) âyetine uygun olarak, yalnız Allah'ın razı olduğu müminlere şefaat ederler. "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber gönderdik..." Bu âyet de Hz. Muhammed'in peygamberliğinin Arap ve Arap olmayan bütün insanları topyekün içine aldığına delil olan âyetlerdendir.
Meâl-i Şerifi
31-36- 31- Kâfirler: "Biz ne bu Kur'ân'a inanırız, ne de ondan öncekilere." dediler. Fakat o zalimler yakalanıp Rablerinin huzuruna durduruldukları zaman, birbirlerine söz atarken bir görsen! Bir taraftan zayıf düşürülenler, o büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız biz mutlaka mümin olurduk" derler.
32- Diğer taraftan büyüklük taslayanlar, zayıf düşürülenlere: "Size hidayet geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçluydunuz." derler.
33- O zayıf düşürülenler de o büyüklük taslayanlara: "Hayır, (işiniz) gece, gündüz hilekârlıktı. Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na eş koşmamızı emrediyordunuz." derler. Bunlar azabı gördükleri zaman içlerinden pişmanlık getirmektedirler. Biz de o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yaptıklarının cezasını çekiyorlardır.
34- Biz herhangi bir memlekete tehlikeyi haber veren bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın refah ile şımartılmış olanları: "Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımayız." dediler.
35- Ve yine dediler ki: "Biz malca da daha çoğuz, evlatça da, bize azab edilmez."
36- De ki: "Rabbim rızkı dilediğine genişletir, dilediğine sıkar. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Meâl-i Şerifi
37- Halbuki sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak iman edip de salih amel işleyenlere gelince, işte onların amellerine karşı kendilerine kat kat mükafat vardır. Onlar cennet köşklerinde emniyet içindedirler.
38- Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışanlara gelince, işte onlar Hakk'ın huzuruna azab içinde getirileceklerdir.
39- De ki: "Gerçekten Rabbim kullarından dilediği kimseye rızkı hem genişletir, hem daraltır. Her neyi hayra harcarsanız O, onun yerine başkasını verir. Hem O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."
40- O gün Allah, onları hep birlikte mahşere toplayacak, sonra meleklere: "Şunlar size mi tapıyorlardı?" diyecektir.
41- Onlar da: "Seni tenzih ederiz. Bizim onlara karşı sığınacak velimiz sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmışlardı." diyecekler.
42- İşte o gün birbirinize ne bir menfaate, ne de bir zarara sahip olabilirsiniz. Ve biz o zulmedenlere: "Tadın bakalım o yalan deyip durduğunuz ateşin azabını!" deriz.
43- Karşılarında açık deliller halinde âyetlerimiz okunduğu zaman o zalimler: "Bu, başka değil, sırf sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adam." dediler. Ve: "Bu (Kur'ân), başka bir şey değil, sırf uydurulmuş bir iftira" dediler. O kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değil." dediler.
44- Halbuki biz onlara öyle ders alacakları kitaplar göndermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı da göndermedik.
45- Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine eremediler. Peygamberlerimi yalanladılar, ama beni inkâr edişin sonu nasıl oldu?
37-43- "De ki: 'Rabbim gerçekten kullarından dilediği kimseye rızkı hem genişletir, hem daraltır." Bu, bir kişide iki zamana göre, yukardaki de 34/36 ayrı ayrı iki şahsa göredir. Onun için iki âyet birbirini tekrarı değildir. Hem O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Çünkü diğerleri gerçekten "râzık" (rızık veren) değil, O'nun rızkını insanlara ulaştırmaya yarayan birer araçtırlar.
44-45- Kendilerine senden önce bir nezîr (korkutucu) göndermedik. Yani o yaptıkları şirkler ne bir kitaba dayalıdır, ne de bir peygambere. Müşrikliği ortaya çıkaranlar peygamberler değildi, yoksa daha önce İsmail ve İbrahim gönderilmemiş değildi. Onun için burada böyle buyurulması, ileride "Hiçbir ümmet hariç olmamak üzere, mutlaka içinde bir korkutucu peygamber geçmiştir." (fatır, 35/24) buyurulmasına aykırı değildir.
Meâl-i Şerifi
46- De ki: "Size sadece bir tek nasihat edeceğim. Şöyle ki: Allah için ikişer, üçer ve teker teker kalkarsınız, sonra da iyi düşünürsünüz." Arkadaşınızda (peygamberde) delilikten eser yoktur. O, yalnız şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir peygaberdir.
47- De ki: "Ben sizden herhangi bir ücret istemem, O sizin içindir. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. O, her şeye şahittir."
48- De ki: "Gerçekten Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O, gaybları hakkıyla bilendir."
49- De ki: "Hak geldi, batılın önü de kalmaz, sonu da."
50- De ki: "Eğer ben yanılırsam, yalnız kendi adıma yanılırım. Ve eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Çünkü O, yakındır, işitir, işittirir."
51- Onları telaşa düştükleri zaman görsen: Artık kaçamak yoktur. Yakın yerden yakalanmışlardır.
52- Ve: "O'na iman ettik" demektedirler. Fakat onlar için (âhiret gibi) uzak bir yerden (imana) el sunmak (ulaşabilmek) nerede?
53- Halbuki daha önce (dünyada) O'nu inkâr etmişlerdi. Uzak yerden gayba taş atıyorlardı.
54- Artık kendileriyle arzularının arasına set çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü hepsi işkilli bir şüphe içinde bulunuyorlardı.
46-50- "Gerçekten Rabbim hakkı fırlatır, yerli yerine koyar." Hakkı fırlatır, yani kullarından dilediğinin kalbine indirir, yahut bâtılın tepesine geçirir de onun beynini parçalar yahut her tarafa yayar; âyet bu durumda İslâm'ın yayılmasını vaad etmiş olur. Nitekim Hak geldi, yani İslâm geldi, şirk yok olacak. "De ki: 'Ben yanılırsam, ancak kendime kalarak yanılırım." Bunda Peygamberin de kendi kendine ictihat ile hareket ettiği takdirde hata edebileceğine delalet vardır.
51-54- O telaşa ve dehşete düştükleri zaman, ölüm veya haşır dehşeti veya "Bedir" telaşesi "Onlar için (imana âhiret gibi) uzak bir yerden el sunmak (ulaşabilmek) nerede?"
TENÂVUŞ: Tenavül, el atmak, el sunmak demektir.
MEKAN-I BAİD: Yani imanın fayda vereceği, mükellefiyetin geçerli olduğu zaman, mükellef olma dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, ümitsizlik halinde iman faydasızdır. İşkilli bir şüphe, yani birçok kimseleri de şüpheye düşürmek isteyen veya kendi içlerini de rahatsız eden işkilli, töhmetli şüphe, bütün zalimlerin, kâfirlerin ahirette böyle dehşetli azaba yakalanacaklarını vaad eden bu âyetlerin, gerek Peygamber ve gerek müminler için, büyük bir müjde ve bütün kullar için bir nimet olması bakımından bunun ardından Fâtır Sûresi'nin de "hamd" ile başlaması ne kadar güzel olmuştur.


ENAM 112-113-Ey Muhammed! Böyle, yani her ümmete amellerini süslediğimiz gibi, yahut sana onları düşman kıldığımız gibi her peygambere de insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Sevgi ve ülfeti veren Allah olduğu gibi, düşmanlık ve nefreti veren, dostu dost, düşmanı düşman yapan da Allah'tır. Ve düşmanı bulunmak, peygamberler arasında yalnız sana özgü değil, hepsinde cereyan eden bir kuraldır. İnsan ve cin şeytanları her peygambere düşman olagelmiştir. "İnsan ve cin şeytanları" tamlamasının, "beyaniyye" veya "lamiyye" olması hakkında iki görüş vardır: Beyaniyye olduğuna göre, "insandan olan şeytanlar ve cinden olan şeytanlar" demek olur. Ve şeytanların bir kısmının insan cinsinden, bir kısmının da cin cinsinden olduğu anlaşılır. Lamiyye olduğuna göre de "insanlara mahsus", yani insanlara musallat, insan aldatmaya mahsus şeytanlar; "cinne mahsus", cinnîleri aldatmaya mahsus şeytanlar demek olur. Ve bu şekilde şeytanın, ne insan, ne cin değil, üçüncü bir cins olduğu ve fakat bir kısmını insana, bir kısmı da cinne musallat olmak üzere iki çeşidi bulunduğu anlaşılır. İkrime, Dahhâk, Süddî, Kelbî gibi bazı tefsirciler izâfetin lamiyye olması ve başkalık ifade etmesi asıl olduğundan dolayı, şeytanların insan ve cinden başka bir cins ve hepsinin İblis'in çocukları olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat İbnü Abbas'dan Ata, Mücâhid, Hasen ve Katâde beyaniyye izâfeti tercih ederek demişlerdir ki, şeytan, insan ve cinden herhangi bir isyancı ve inatçıdır. Yani gerek insan ve gerek cinden olsun serkeş, kibirli, fitneci, inatçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir. (Bakara sûresi 14.âyetin tefsirine bkz.) Adı geçenler demişlerdir ki, cinden de şeytanlar vardır, insanlardan da şeytanlar vardır. Ve cinden olan şeytan mümini aldatmaktan aciz kalınca inatçı bir insana, yani bir insan şeytanına gider ve mümini aldatmaya teşvik eder. Ve böyle insanlardan şeytanlar bulunduğuna şunu delil göstermişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebu Zer (r.a)'e: 'Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?' buyurmuştu. Ebu Zer: 'İnsanın da şeytanları var mıdır?' dedi. 'Evet onlar, cin şeytanlarından daha şerlidir' buyurdu."
İşte birçok tefsirciler, bu âyette bu mânâyı tercih etmişlerdir. Çünkü âyetin gelişi, kâfirlerin düşmanlık ve düşüklüklerine karşı Resulullah'a teselli verme hakkındadır. Şu halde insan şeytanları, göze görünür şeytan insanlar; cin şeytanları da göze görünmez, bakışlardan gizli şeytanlar demek olur. Bilinmektedir ki ins, insan türü, beşer, âdemoğlu demektir. Tekilinde "insî" denilir. Ve buna karşı olan cin de alışılmamış, gizli, rûhânî bir yaratık demek olur ki, bunun tekiline de "cinnî" denilir Ve iki sayfa önce açıklandığı üzere cin biri daha genel, biri daha özel olmak üzere iki mânâ ile tefsir edilmiştir Fîruzâbâdî "Besâir" inde bunu şöyle özetleyerek demiştir ki: Cin hakkında iki türlü görüş vardır:
Birincisi: Cin mutlaka duyuların hepsinden gizlenmiş olan rûhânîlere denilir ki, insan karşılığıdır. Bu şekilde melekler ve şeytanlar cinin içine dahil olur. Şu halde melekler ile cin arasında mutlak umum ve hususluk vardır. Her melek cindir, her cin melek değildir.
İkincisi: Cin, rûhânîlerin bir kısmına denilir. Çünkü rûhânîler üç kısımdır:
1- Hayırlılardır ki, meleklerdir.
2- Şerlilerdir ki, şeytanlardır.
3- Hayırlıları da şerlileri de içine alan ortadakilerdir ki, özel mânâsıyla cin taifesidir.
Demek olur ki, burada cin, insan karşılığı zikredildiği "Kâfirler, cinleri Allah'a ortaklar yaptılar" (En'âm, 6/100),
"Cinlerden olan İblis ise Rabb'inin emrinden çıkmıştı" (Kehf, 18/50) âyetlerinde olduğu gibi genel mânâya sarf edilmiştir. "Cin şeytanları" izâfet-i beyâniyyesiyle de melekler ve diğer hayırlı cinler, çıkarılmıştır. "Kamus"ta anıldığı üzere "ins", bir insanın özellikle hissettiği hâlis dost ve ahbablarına da denir ki, "enîs" (dost) demek gibidir. Beşer türüne insan ve ins denilmesi de işte bu karşılıklı anlaşma mânâsı itibariyle bir insanın veya bir kısım insanların arkadaşlıklarından kayıp ve bakışlardan gizli bulunan yabancıları ve perde arkasında hareket edenleri de "ins" karşıtı olan "cin" kavramına sokmak gerekecektir. Bu şekilde genel anlamıyla cin, yukarda geçtiği üzere üç çeşit rûhânîler ile beraber beşer türünden bir kısmını da içine almış bulunur. Ve bu beşer kısmı, diğerine göre cinnin özel mânâsı ve özel mânâsıyla insin en yakını karşıtı demek olur. Gerçi seleften, cinnin bu mânâsı açıkça nakledilmiş değilse de, meşhur olduğu üzere ins ve cinnin toplamına (sekaleyn) denilmesi bu konuda açık gibidir. Çünkü bu en azından bazı cinlerin de insan gibi ağırlığa haiz olduğuna işaret eder. Halbuki rûhânîler, gerek soyutlar ve gerek ecsâm-ı lâtife (latif cisimler) diye tarif edilsin, her iki değerlendirme de maddîler karşıtı olduklarından bilinen mânâsıyla ağırlık kavramından hariçtirler .Ve bundan dolayı (insanlar ve cinler) her halde ruh ve akıl sahibi olan ve yoğun maddeyi içeren, biri anlaşma dairesinde anlaşılan ve açık; biri de anlaşma dairesinden gizli ve örtülü iki karşıt ağırlık demek olur. Ve özellikle gizli topluluklar halinde hareket eden beşer kısmının, esas sözlük itibariyle "cin toplumu" kavramında bulunuşu hususunda şüphe yoktur. Ancak cin anlayışını buna tahsis etmek, alışılmış ve alışılmamış bütün beşer türünden başka gizli cin yoktur, demek de doğru değildir. Zira "Cinleri de daha önce (vücudun gözeneklerine) nüfuz eden güçlü bir ateşten yarattık" (Hıcr, 15/27) âyeti gereğince cinlerin yaratılışı insanlardan öncedir. Ve bu âyette de cin, açıklandığı üzere, genel mânâda kullanılmıştır. Ve Allah Teâlâ ilâhî hikmetiyle her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış ve bu düşmanlık, peygamberlerin gönderilişinin bir gereği, bir hikmeti , cereyan eden bir sünneti olmuştur. Ve nitekim "Kâfirler, bunu başkalarından öğrendin desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diye âyetleri genişçe izah ederiz" (En'âm, 6/105) âyeti ile de buna işaret buyurulmuştu.
Peygamberlere düşman olan ve bir kısmı görünen, bir kısmı görünmeyen bu insan ve cin şeytanları birbirlerine gurur için, aldatmak için söz yaldızı (içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler) vahyederler.
Yani vahyeder gibi süratli bir îmâ ve işaretle öyle yalancı, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanırlar, şeytanlıklarına hayran olurlar. (Vahyin çeşitleri ile mânâsı ve tarifi Nisâ sûresinin sonlarında "Şüphesiz Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisâ, 4/163) âyetinde açıklanmış idi, oraya bak.) Yani genel mânâda vahy, biri hak vahiy, biri batıl vahiy olmak üzere iki çeşittir. Ve bunun ikisini de içine alan en umûmî mânâsıyla vahiy, "süratli bir işaret ile söz" demektir. Gerçek vahiy, hak vahiy ve ilâhî zorlama olmakla beraber, süratli bir îmâ ve işaretle gizli şekilde verilen batıl telkinlere de mecazî olarak vahiy denilir. Şeytanlıkla olanlar da vahiy veya ilhamı hep bu mecazî mânâda kullanarak falan ve falandan şeytanlık icra ederler, ilham almış derler. Ve işte şeytanların bu şeytanlığı, peygamberlere düşmanlık ve gerçek vahiye rekabet için birbirlerine dayanmaktaki ve aynı zamanda gurur ile aldatıcı, yaldızlı sözler uydurup telkin etmekteki süratlerini anlatmak için bu âyetteki îmâ, bu mecazî anlamda söylenmiş ve fakat "gurur için yaldızlı söz" karîne-i mâni'a (engelleyici karîne)sı konularak doğru fiil gafletten ve kötü anlamadan korunmuştur.
Özet olarak her peygambere düşman olan insan ve cin şeytanları öyle yaparlar. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı o şeytanlar bunu (bu düşmanlığı, bu süratli telkini, bu yaldızı, bu bozgunculuğu ) yapamazlardı. Ya onlara o kudreti vermez veya verdiği halde engel olur, yaptırmazdı. Demek ki onların bunu yapabilmeleri ve yapmaları da Rabb'ının dilemesiyledir. Ve demek ki bunda onun bir hikmeti vardır. Şu halde sen onları iftiralarına bırak. Bırak ki, belalarını bulsunlar. Onlar o yaptıklarına aldanmak için ve ahirete, âkıbete inanmayanların gönülleri ona, (o telkin ettikleri yaldızlı söze veya o gurura) meyletsin diye, ve bu imansızlar ondan hoşlansınlar, rızalarıyla kendilerini beğensinler, o yaldıza gönül verip hayran olsunlar diye, ve işlemekte bulundukları fenalıkları işlesinler diye yaparlar. Ki bütün bu fenalıkların başında Allah'tan başka hakem aramak suçu vardır. Şu halde senin onlara diyeceğin şudur: 


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder