Hiç düşündünüz mu neden yunan mitolojisini Din adına cemaat kullanır ?
Herakles, Yunan mitolojisinde
yarı tanrı yarı insan bir kahramandır. Babası, Zeus, annesi,
Alkmenedir. Babası Zeusun babası ise Kronostur. Kronos, Zaman demektir.
Herakles'in büyük gücünü elde etmesi ise şöyle olur:
Zeus, oğlunun yenilmez olmasını istediğinden çocuğu Hermes'e verdi ve
Hermes'e çocuğu gidip Hera'nın göğsüne tutup emzirmesi emrini verdi.
Hermes, Hera uyuduğu bir sırada bu işi yerine getirdi ama bebek Hera'nın
göğsünden sütü öyle güçlü emdi ki Hera uyandı ve bebeği itti. Ama olan
olmuştu, Hera'nın göğsünden akan sütle Samanyolu oluştu. Böylece Herakles çok güçlü ve yenilmez oldu. Zaten Tanrı-İnsandı.
Herakles kendi isteğiyle Eurystheus'un hizmetine girdi. Ama Eurystheus Herakles'e on iki görev verdi. Bunları başarırsa kabul görecekti ve özgür olacaktı. Herakles bu on iki görevi de başardı.
Herakles kendini sürgün ediyor.
Herakles, Meleagros'a verdiği sözü tutup Deineira ile evlendi ve bir
süre Oineus'un sarayında kaldılar. Bir gün istemeyerek Oineus'un
akrabası Arkhiteles'in oğlu Eunomos'u öldürdü. Eunomos bir çocuktu ve
Herakles'in ayaklarını yıkamaya gelmişti. Ayaklarını yıkaması için
hazırlanmış olan ılık suyu onun ellerine dökünce Herakles çocuğa bir
tokat atmıştı. Tokat şiddetli olduğundan çocuk oracıkta ölmüştü.
Arkhiteles, kasıtlı olmadığından Herakles'i bağışlamıştı ama Herakles
çok üzgündü. Karısı Deineira ve oğlu Hyllos'u yanına alarak Trakhis'e
kendini sürgün etti ve yıllarca sürgünde yaşadı. Bu sürgün yıllarında Herakles, Omphalenin emrinde köle olarak kaldı.
Sürgün ve kölelik yıllarını doldurup özgür kalınca Omphale ile vedalaştı ve uzun zamandır aklında olan Truva'ya karşı seferi için gönüllülerden bir ordu kurmaya başladı. Sonunda uzun mücadelelerden sonra Truvayı ele geçirdi ve Truva Kralını ve tüm çocuklarını öldürdü.
Herakles'in başından geçen maceralar, on iki görevi ve Eurystheus'un
bütün kaprislerine boyun eğmesi, Omphale'deki köleliği
Bedeninin
köleliğinden derece derece kurtulan Herakles'in ruhunun sınanışlarını,
sonunda bir tanrı olmaya varıncaya kadar geçirdiği çileleri ve evreleri temsil etmektedir.
Herakles tüm dünyada bilinen adıyla HERKÜL, bu gün bu ülkede yeni bir
mit olarak karşımızda duruyor. Mitolojide olduğu gibi önce Kronosu Zamanı kandırdı ve avuçlarının içine aldı. Sonra yenilmez gücünü elde etmeye çalışırken Samanyolunun oluşmasını sağladı. Bu dönemde tam on iki kez hakkında dava açıldı. Bu on iki davadan da beraat etti. Sonra kendisini uzaklara Sürgün etti. Sürgün yerinde Dünya Hâkimine köle oldu.
Sürgün ve kölelik günleri bitince ülkesi Truvaya geri dönecek ve Truva Kralı ve tüm çocuklarını öldürerek Truvaya hâkim olacak mı?
Şimdi soruyorum: Neden bir web sitesinin adı www.herkul.org tur?
Paralel DİN FETA=YİĞİT=HERKÜL HERKÜL=TANRILAŞMIŞ YİĞİT FETULLAH=Allahın
Yiğidi bir anlamda HERKÜL demektir. Dikkat ! Resmi ismi FETHULLAH değil
FETULLAHdır.
Prof. Bayraktar BAYRAKLI hoca bir programda, 'İncil'in bir anlamı da sızıntı demektir' dedi.
Ne ilginç tesadüf bu isim benzerliği...
https://www.youtube.com/watch?v=eYQMU2emLNg
7 katlı FETÖ hiyerarşisi,İstihbarat birimlerinin hazırladığı FETÖ raporunda, Gülen Örgütü'nün hiyerarşik yapısının Zerdüştlük ile Şia mezhebindeki İsmailiye kolunun yedi kat gök metaforundan yola çıkılarak yedi katlı piramit şeklinde oluşturulduğu belirtildi. Bu hiyerarşiye göre örgütün tepesinde Fetullah Gülen, onun altında ise Yeğenleriyle evlendirdiği adamları kurmayları yapmış
YUNAN MİTOLOJİSİ
Dr. Hakkı Açıkalın
YUNAN MİTOLOJİSİ
Esâtir (Yani Satirler) veya efsâneler olarak da karşılanabilen
mitoloji kavramı yunanca “Mύθος"
(Mîthos) kelimesinden gelir. En kuvvetli tezlerden birine göre,
Mithos, "kelime", "söz" ve "söylev"
anlamlarını taşır.
Κelime bazen, yunanca “èργον"
(Ěrgon-İş, emek,
eylem, aksiyon) kavramının karşıtı olarak kullanılmış bazen de,
“kurgu" anlamını
ifâde etmiştir. Kavram, dünya dillerinin hepsine orijinal anlamıyla
girmiş bulunmaktadır.
Genelde mitolojinin özelde ise Yunan Mitolojisi’nin
klasik birçok tanımı
yapılmıştır. Bunlara girecek değiliz. Bunlardan daha çok-kitabın
hemen hemen bütün bölümlerinde-"neden"
ve "nasıl"
sorularına dönük yaklaşımlarda
bulunurken özgün değerlendirmeler yapmaya çalışacağız, klasik
Atheist, paganist verileri kendi ideolojimizden yola çıkarak
karşılayacağız ve onları boşa düşürmeye gayret edeceğiz. Aksi
takdirde, sadece objektif açıdan yapılan bir mitoloji yorumu
hedeflerimizi, ideallerimizi ve iddialarımızı zenginleştirmekten
uzak olur.
Mitoloji nelerle uğraşır,
eli nerelere uzanır, kimlerin ilgi ve bilgi alanına girer, şöyle bir
bakalım:
Mitoloji, "sonluluk"
ve"sonsuzluk", İlâhlık”
ve “İlâhelik” gibi her türlü metafizik süreçleri içermesi bağlamında
“Teoloji” (İlâhiyat) biliminin konusudur.
Edebiyat biliminin, Tarih biliminin, Arkeoloji
biliminin, Sosyoloji biliminin, Felsefe biliminin, Dilbilim’in,
Etimoloji biliminin, Etnoloji biliminin, sanatın,
kültürün, bilgeliğin, kozmoloji (evrenoluş) nin, cinselliğin ve
daha birçok alanın da konusudur.
Mitoloji, başlangıçtan
(Ezelî’den, İlk’ten) sona (sonsuzluğa, ebedîliğe) doğru uzun
bir yolculuk olarak da tanımlanabilir. Orada, Allah’ı bulursunuz,
kadını, erkeği, aşkı, kıskançlığı, tamahı, kini, öfkeyi,
entrikayı, ayak oyunlarının envaî türlüsünü, zavallılığı,
sınıf farklarını ve çatışmalarını, kastlaşmayı,
haksızlığı, adâletsizliği, savaşı, kanı, vicdanı, imanı,
imansızlığı, namussuzluğu, ahlâkı ve ahlâksızlığı,
özgürlüğü ve esâreti, kutsallığı, tek tanrıyı, çok tanrıyı
velhasıl aradığınız herşeyi bulabilirsiniz. Dibi görünmez bir
okyanustur, gittikçe cazibesi artar ama boğulma riski de fazlalaşır.
Zorluklarla ve keyflerle doludur.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun
vurguladığı Yunan Aklı
veya Yunan Felsefesi’nin besleyici usâresi ve dahi kökleri işte bu
Yunan mitolojisinde saklıdır. Mustafa Saka,
bir tevafuk olsa gerek 1999 yılında,
Akademya dergisinde “Olympos’ta bir Mü’min"
adlı makâleyi kaleme almıştı.
Biz konuyu genişletip derinleştireceğiz ve kapsamlı bir Olympos
perspektifi yakalamaya çalışacağız. Kah korku olup kimilerinin
zihinlerini bulandıracağız, kah geceleri Ekhidna olup
gőrűnmezden gűrleyeceğiz…
Yunan mitolojisinin en büyük ustalarından
biri olan Yorgos Meotis,
"Mitoloji, herşeyden
önce, İNSAN RUHU’nu anlamaya, araştırmaya ve onu teselli etmeye
uğraşır" der. Bizde ekliyoruz:
"Evet İNSAN
RUHU’na dönük araştırma ve incelemeler hangi alanda olursa olsun,
eserin bereketini arttırır".
Çoğu
yazar, genellikle de ideolojik nedenlerle Yunan mitolojisinin başka
mitolojilerle direkt veya endirekt ilişkilerini aramış, üretmiş ve
hattâ yunan mitolojisinin başka mitolojilerin ürünü veya devamı
olduğunu iddia etmiş, buna da örnekler bulmuş veya zorlamıştır.
Bunu katı ve kat’i bir reddiyeyle karşılamıyoruz
ancak, yunan mitolojisinin diğer mitolojilerden çok çok farklı olan
bir kalitesi daha doğrusu bir aroması (buna Batılıların deyimiyle
gusto-tad veya Yunanların deyimiyle gevsi-lezzet de diyebiliriz)
vardır yani kıvamındadır. İşte bu yüzden Üstad’ın ve Kumandan’ın
ilgi alanına girmiş ve gizemini korumuştur. Ne Mezopotamya
mitolojisi, ne Polinezya mitolojisi ne de İskandinav mitolojisi Yunan
mitolojisindeki o kıvamı yakalayamaz. Bu bir iddiadır ve sezgilere ve
hissiyata dayanmaktadır. Maddî temel aramak muhaldir.
Kimilerine göre, Yunan mitolojisinin esas köklerini
Kuzey’de aramak gerekir zira Yunanlar’ın
ataları olarak kabul edilen (Ön Yunanlar. [Bu kőşeli parantezi açmamızın
sebebi Tűrkçe’de kullanılan ‘Yunanlı’ kavramının
yanlış olduğunu ve doğrusunun ‘Yunan’ olduğunu bir not olarak
dűşmektir]) Minoalılar
Kuzey’den göç ederek Akdeniz sahillerine gelmiş
ve yerleşmişlerdir ve beraberlerinde de mitolojilerini
getirmişlerdir. Örneğin “Théogonie"
(İlâholuş, İlâh
hâline gelme), Kainât’ın sırları, eşyanın orijini, varlık
sorunu gibi konularda mitoloji birçok metafizik izahat getirir. İşte
bu izahatın daha ziyâde “Kuzey Aklı” veya “Kuzey yaratıcı
hayalgücü” şeklinde açıklamak isteyen bazı mitoloji ustaları Miken
tarzını yadsır veya küçümser.
"Kötülükler’in Kutusu" olarak
lanse edilen kutuyu Pandora’nın
açması ile Muhyiddin-i Arabî
hazretlerinin, Füsûs-ül Hikem’de bahsettiği
“Mukaddes Sandık,
Hazine sandıkları"
ve onların açılması hâlinde
eşyanın ve hükümlerin birbirine karışacağı uyarısı arasında
analoji kurmamak mümkün mü? Yine Mavi
Sakal’ın
eşinin kendisine yasaklanan odayı açması da yukarıdakilerden
farklı düşünülebilir mi? Bütün bunların çok daha derin
mânâlarının yanısıra genel klasik bakış ise, “Ebedî
Dişil Merak"
(Curiosité Féminine Etérnelle) olarak ortaya konmaktadır.
Bunun bir diğer uzantısı da “Sistem"
ve "Khaos" tartışmaları
olacaktır. Yeri gelmişken o mevzulara da girelim. Unutmadan ve yeri
gelmişken hemen belirtelim ki, Yunan Mitolojisi’nin belli
bőlűmlerinin, Gılgamış Destanı ile, Aryan-Med
mitolojisiyle, hattâ Polinezya mitolojisiyle műşterek
yanlarının olması reddedilemez ancak spesifik yanlarının daha fazla
olduğunu da kabul etmek gerekir.
Ne olduğunu
bil (Γνώθι
σε αυτόν-Gnôthi
se aftôn), Sen seni bil sen seni, Bildiğim
tek bir şey
var o da hiçbir şey bilmediğimdir yaklaşımları
binyıllardır insanları uyarır durur. Uyarıya cevap vermenin
başlangıç noktası, “Khaos"
(Haos) olabilir mi? Belki…
Kaos, kimi mitologlara göre Allah’ın
tâ kendisi, kimilerine göre “Töz",
yani "idea" veya "cevher", kimilerine göre ise
"Temel İlke"
(Principe Essentielle) dir. Bazı
uzmanlar “Ex Nihilo"
(Hiçlikten, yoktan) yaratmayı
kabul etmezler. Buna göre bir İlâh yoktur ve Kâinât yoktan
varedilmemiştir. Diğer uzmanlar ise, Evren’in “YOK"
tan varedildiğini ve bu
anlamda “Temel Prensip” in “Khaos” yani “düzenin
tâ kendisi" olduğunu
iddia ederler.
Etimolojik olarak Kaos kelimesi, Yunanca "χαίνω"
(Hĕno-açık olmak) kökünden
gelir. Hesiodos,
Kaos’u "Uçsuz bucaksız
uzay" olarak tanımlamaktadır.
Uzay, ancak asla bir “düzensizliği
içermeyen uzay". Bunu mutlaka vurgulamak
gerekir. Kaos kesinlikle düzensizlik anlamı
içermez. Bunda ısrar
edenler zırvalamakta olduklarını bilmek zorundalar.
Ovidius’a göre ise, Kaos "İlkel
Madde" veya "Güdük maddecik"dir
(Rudis indigestaque moles). Aristoteles’e
göre Kaos, "Uzay Boşluğu"dur.
Yine Hesiodos, Kaos’u, "Γενεσις"
(Yenesis: Oluş, Tekvin)
olarak da tanımlar. Aristofanes,
"Kuşlar"
adlı ünlü eserinde şöyle
yazmaktadır: “Başlangıçta
Kaos, Gece, Kara Erevius ve uçsuz bucaksız Tartaros vardı".
Burada Kaos’tan kasıt
“Kelâm", Gece’den
kasıt “altında
ve üstünde hava bulunmayan vakum veya ÂMÂ",
Kara Erevius’tan kasıt
“Zulmet ve / veya Cehl"
ve Tartaros’tan kasıt
“Uzay boşluğu
veya Ether"dir. Yuhanna İncili
de, “Başlangıçta
kelâm vardı" diye başlamaktadır.
Bu kelâm “Allah Kelâmı:
Kelâmullah"tır.
Aristofanes’de, 4’lü bir ilkeler manzumesi görülmektedir. Kaos’un
yanısıra diğer üç ilkeyi de başa koyar. Hesiodos ise Kaos’u, tek
ve biricik ilke olarak ele alır ve onu tâkiben de, “Yeryüzü"
(Dünya) ve "Aşk"
ilkelerini ortaya koyar. Aristofanes’e göre ise, ilk dört ilke
mevcutken Yeryüzü, Hava ve Gökyüzü henüz
mevcut değildir. Gece
ilkesi bir “yumurta"ya
(tohum) hayat verir ve onu "Erevius’un (Zulmet’in) sonsuz
sinesi"nde yeşertir.
Bu yumurtadan “Eros"
(Aşk) eşdeyişle “Cazibe
ilkesi" neşet
eder.
Hesiodos’ta işleyiş
şöyledir: Aşk,
"Erevius"a ve "Gece"ye hayat verir.
Gece’den, "Ether" ve "Gün" neşet
eder. Ether, uzay boşluğunu doldurduğu kabul edilen “akışkan
töz"dür. Modern Fizik (Astrofizik)
biliminde ise, Ether, Uzayı
dolduran elektromanyetik dalgalardır. Bu, 4 temel unsur olan hava, su,
ateş ve topraktan başka bir beşinci unsur olarak da düşünülmüştür.
Kelime yunanca, “Αιθω"
(Etho: yanmak) kökünden gelir. Günümüzde ise böyle bir unsura
gerek kalmadığı kabul
edilmektedir. Yeryüzü
ise, Gökyüzü’ne hayat verir.
Aristofanes’teki işleyiş:
Aşk (Eros), ilk yumurtadan çıkar ve, Kaos’un kanatlarıyla, Gece’yle,
Tartaros’la birleşir ve Kuşlar Soyu’na hayat verir. Aşk (Eros) bütün
unsurları birleştirmeden önce, Ölümsüzler Soyu mevcut değildir.
Buna göre, Yunan mitolojisinin “İlâhi varlıkları” veya “Ölümsüzler”i,
Kuşlar Soyu’ndan sonra neşet ederler. Peki bu Kuşlar Soyu’nun
İslâm Tasavvufu’nda bir karşılığı olabilir mi? Bu soy
muhtemelen İlliyun (Alun) melekleridir.
Adlandırmak gerekirse, Müdebbir,
Mufassıl, Kâlem
gibi melekler. Ölümsüzler’den kasıt
ise, “Ölümü öldürenler"
veya "Ölmeden önce ölenler"dir. Bunlar, belli bir
nefs boyutuna ulaşabilmiş
(Nefs-i Mutmaine)
olanlardır.
Apollodoros, kainâtı
direkt olarak yeryüzünden başlatır diğer deyişle evrenin merkezine
dünyayı koyar. Ona göre, Yeryüzü’nün atası Gaia
(Γεια),
Gökyüzü’nün atası
ise Uranos (Ουρανος)tur.
Gaia, yunanca’da yer, yeryűzű,
toprak anlamındadır. Toprağın doğurganlığına ithâfen Apollodoros,
merkeze yeryüzünü (toprağı)
koyar. Gayya kelimesi
ise Cehennem’in en uç alanını,
“Cehennem’in Dibi"ni
ifâde etmektedir. Bu iki kavram arasında
kuvvetle muhtemelen bağ vardır.
Bir başka
ekole gőre Theogonia (Ílaholuş) dizgesi şőyledir:
1-Kaos, Gaia (Yi, Yea, Gea), Tartaros, Eros
2-Kaos’tan;
Niks (Nihta: Gece), Ether (Ethir-Uzayı
dolduran maddi-enerjik varlık.
Modern Fizik terimleriyle ifâde etmek gerekirse Elektromanyetik
dalgalar bűtűnű), Hemera (ĺmera: Gűn,
gűndűz)
Gaia’dan;
Uranos (Gőkyűzű),
Pontos (Deniz)
Gaia-Uranos (Yeryűzű-Gőkyűzű)
birleşmesinden;
Okeanos (Okyanus), Titanlar (Hyperion, Iapetos,
Theia, Rheia, Themis, Mnimosini, Foibe, Tethys, Koronos), Kyklopes
(Tepegőzler) ve
Yűz-elli-Elli başlılar.
Uranos’tan (kanından);
ĺriniler (Erinyes), Devler ve Afrodit
Niks’ten;
Moros, Keros, Thanatos (Őlümü
temsil eden üç kardeşler), Hypnos (Uyku), Oniri (Rűyâlar),
Momos (Uyku varlıklarından biri), Oysis (Usis-Menfi düşünce),
Hesperides (Umut), Moiri (Miri-Kader varlıkları), Keres (Galibiyet),
Nemesis (ĺyi talih, şans), Apate (Apati-Hile ve yalan), Philotes
(Şeref ve haysiyet), Geras (ĺhtiyarlık), Eris (Nifak)
Eris’ten;
Ponos (Ağrı),
Lethe (ağır hastalık, őlűm), Limos (açlık, kıtlık), Ate
(Noksanlık, eksiklik)
Gaia-Pontos birleşiminden;
Nereus, Thaumas, Forkys, Keto, Evrivia
Nereus-Doris birleşmesinden;
Nereidler
Thaumas’tan;
İris (müjdeli haber, ilahların ulağı), Harpiler
Keto-Forkys birleşmesinden;
Greiler, Gorgonlar, Ekhidna
Tethys-Okeanos birleşmesinden;
Metis (İlk
Zekâ), Kalypso ve nehirler
Theia-Hyperion birleşmesinden;
Helios (İlios-Güneş),
Selena (Selinos-Ay), Eos (Şafak)
Foibe-Koios birleşmesinden;
Leto (Artemis ve Apollon’un annesi, Ladin ağacına
ismini veren budur), Asteria (Astir-Yıldız), Hekate
Rheia-Kronos birleşmesinden;
Hestia (Ístia-Ocak), Demeter (Dimitra-Toprak ve
mahsuller sorumlusu), Hera (İra),
Hades (Hadis-Yeraltı ve cehennem sorumlusu), Poseidon
(Posidonas-Denizler ve okyanuslar sorumlusu) ve Zeus (Dias, Div, Din,
Tan).
Iapetos’tan (Japetos);
Atlas, Prometheus, Epimetheus
Zeus soyu;
Metis’le birleşmesinden;
Athena (Athina-buradaki birliktelik sadece karşılıklı
konuşma biçimindedir, fizikĭ bir ilişki yoktur)
Themys’le birleşmesinden;
Horai (Yurtlar), Evnomia (Teveccűh,
hüsn-ü teveccüh), Dike (Yargı-adâlet), İren (İrini-barış),
Miralar (Kader varlıkları)
Evrinom’la birleşmesinden;
Haritler
Demeter’le birleşmesinden;
Persefon
Mnimosini’yle birleşmesinden;
Musalar (Güzel san’at perileri)
Leto’yla birleşmesinden;
Apollon ve Artemis
Hera’yla (Íra) birleşmesinden;
Hebe (Yetersiz akıl),
Ares (Savaş sorumlusu), İlithia (Budalalık sorumlusu)
Maia birleşmesinden;
Hermes (Ermis)
Semele birleşmesinden;
Dionysos
Alkmene birleşmesinden;
Herakles (İraklis,
Herkül)
Hera’nın
yalnız başına doğurduğu;
Hephaistos (ĺfestos)
Poseidon-Amfitrit birleşmesinden;
Triton
Ares-Afrodit birleşmesinden;
Fobos (Fovos-Korku), Dimos (Halk, kitle, topluluk),
Harmonia (Aheng, uyum)
Helios-Perseus birleşmesinden;
Kirke, Aietes (Etis-Sebeb, vesile)
Demeter-Iasion birleşmesinden;
Plutos
Harmonia-Kadmos birleşmesinden;
Semele ve kızkardeşleri
Kaliroi-Hrisoar birleşmesinden;
Geryoneus
Eos-Tithonos birleşmesinden;
Memnon
Psamathe-Aiakos (Ekos) birleşmesinden;
Thetis
Afrodit-Ankisis birleşmesinden;
Aineias (Enias)
Kirke-Odysseas birleşmesinden;
Agrios, Latinos (Telegonos)
Kalypso-Odysseas birleşmesinden;
Nafsitos, Nafsinos
Kaos kavramı,
Arapça’da, Hevâ
veya Âmâ kavramlarıyla
karşılanır. Antik Çağ Yunan düşünürü Anaxagoras’a
göre Kaos’un hâkimi en üst ve yaratıcı
bilinçtir. Buna “Nous/ Nus"
(Νους)
adı verilir.
Bazı
üstadlara göre, Kaos’tan sonra yeryüzü
(Gaia) ve yeryüzünden de gökyüzü (Uranos)
doğar. Dikkat edilirse,
yeryüzü, gökyüzünün önünde ele alınmaktadır. Daha sonra ise
Yeryüzü ile Gökyüzü birleşmektedirler. Toprağın (Yeryüzü) diğer
çocukları ise, Dağlar
(Oron) ve Deniz (Pondus, Pontos)dir. Gökyüzü ise Titanlar
soyunu verir: Okeanos (Οκεανος,
Okyanus), Kîos (Κοίος),
Krîos (Κρίος),
Hypêrîon (Ηπέρίον),
Japêtos (Ιαπέτος),
Theîa (Θεία),
Rheîa (Ρεία),
Mnemosin (Μνειμοσην)
[diğer adı Evribies
(Ευριβις)],
Foibe (Φοίβει),
Themis (Θεμης),
Tethis (Tεθης),
Kronos (Χρονος).
Rheia kelimesinin Arapça Ruh
kelimesiyle ilişkili
olması çok güçlü ihtimaldir. Ruh kelimesi Arapça hava,
yel anlamlarına
gelen Rîh
kelimesinden orijin alır.
«Kokulu Hava»
anlamına gelen «Râyiha»
da aynı köktendir. Yine
«Rıh»
kelimesi de, ince taneli bir kum türü anlamına
gelir. Yunanca’daki «Ruha» (Ρουχα)
yani "Elbise, giysi" kelimesinin de yukarıdaki
kavramlarla ilgisi araştırılıyor.
Trak krallarından “Rhesus"un
da Rheia’dan esinlendiği
bilinmektedir.Okyanus, Yunanca "O Κύανος"
(O Kîanos: Mavi) anlamındadır.
Kökenini ise Arapça, “Kün"
(Ol) kelimesinden aldığı
savı vardır. “Okyanus"
kelimesinin içindeki, "kean-kian" bölümünün
Arapça "Kün" (Ol) emrinden köken aldığı
iddiası da ciddi bir iddiadır. Bu mânâda “Okyanus”, “Ol”
emriyle “varolan” mânâsını üstleniyor yani Yaratıcı’ya
cevab veriyor.
Aynı
şekilde, Yunanca “γενεσίς"
(yenesis-oluş, tekvin),
“Γυναικα"
(Yineka-kadın),
Hint-Avrupa dillerindeki “Gen",
"Genetik", "Genom" kavramlarıyla,
Sanskritçe’deki: “Gunneka"(Kadın,
İnek), Kürtçe’deki “Jin"
(Kadın) kavramlarının,
bunun yanı sıra Yunanca’daki "Γυναικολογια"
(ginekologia: Kadın
hastalıkları bilgisi), Batı Avrupa dillerindeki “Gynecology"
(Jinekoloji) kavramlarının
kökeninin de Arapça “Kün"
(Ol) kelimesine indiği
kuşku götürmez. Okyanusla ilgili diğer tezler:
"Ωκεια-Ναύς"
(Okia-Navs). Eski Yunanca, "Ωκεια"
(Okia) kelimesi "Hızlı,
Sür’atli” mânâlarını yüklenmiştir. “Ναύς"
(Navs) ise "Gemi" anlamına
gelir. Böyle bakıldığında, Okyanus’un karşılığı “Hızlı
Gemi” olmaktadır.
"Ω-Γή-ανός"
(O-yî-anôs veya O-gî-anôs). "Γή"
(Yî veya Gî) modern Yunanca’da "Toprak, yeryüzü"
anlamlarına gelir.
Kelimenin kökeni ise “Γαια"
(Gea, Gaya veya Yea) olup, mitolojide "Toprak Ana, Yeryüzü,
Anaların Anası” mânâlarını
yüklenmiştir. “Ουρανός"
(Uranôs) ise, mitolojide "Gök tanrı”
mânâsını yüklenmiş olup, günümüzde de “Gökyüzü,
Asuman, Uzay” anlamlarında kullanılmaktadır. Bu kelimelerin
hepsini birarada yazdığımızda, “O-gî-anôs” veya “O-yî-anôs”
kelimesine ulaşırız ki, “Göğü, yeri birarada barındıran”
mânâsına ulaşılır.
"Ω-κύανος-νησος".
(O-kîanos-nisos). "Νησος"
(Nisos) kelimesi yunanca "Ada" anlamındadır.
Bu bağlamda “Okyanus” kelimesi “Mavi Ada” mânâsını yüklenebilmektedir.
Nihâyet, Arapça "Künnes"
(Karadelik) kelimesiyle de ilişkisi
olduğu söyleniyor.
Krios ise Yunanca
"Κριο"
(Soğuk) kelimesinden gelir
ve aslında uzaysal karanlığı ve soğukluğu ifâde eder. Batı
dillerindeki, “Cryotherapy"
(Dondurarak tedavi etme) kavramı
bu kelimeden gelir. Diğer anlamı ise “Koç"tur.
Başlangıç olma ifâdesi
taşıdığı iddia edilir.
Mnemosin Yunanca "Μνιμι"
(Hafıza) kelimesinden
gelir. Mnemosin ile aynı varlığı ifâde eden Evribies
ise, "Kadir-i Mutlak" anlamındadır.
Theia, Yunanca "Θεος"
(İlâh) kavramından gelir
ve “ilâhî"
anlamındadır.
Themis, "İlk
adâlet"i ifâde eder. Kızı
Dikhe ise adâleti
temsil eder.
Koios (Kios), nehirlerden sorumlu titan
olarak bilinir.
Japetos, Atlas’ın,
Prometheus’un
ve Epimetheus’un babasıdır.
Öte yandan insan soyunun atası olarak da Japetos kabul edilmektedir.
Yani, Ehl-i Kitab için Hz. Âdem’le
kıyaslanabilir. Bu
kavramın İbrânî inancındaki karşılığı ise “Adam
Qadmon" yani "İlk
Âdem" veya "Âdemler’in Âdem’i"dir.
Kronos ise "Χρονος"
(Hronos) kelimesinden gelmekte olup zamanı
temsil eder. Batı
dillerine, Kronometre, Kronoloji, Kronik gibi kavramlarla girmiştir.
Kronos, bütün Titanlar arasında
özgün bir öneme sahiptir. Titanlar’ın en genci ve en
yağızıdır. Yunan mitolojisinin, “İlk Günah"ını
işleyen de odur. Aynı, Hz. Adem’in yasak meyveyi yemesi gibi. Bu yönüyle
Yunan mitolojisinin devinim noktası Japetos’tan ziyâde-özellikle
olgusal anlamda-Kronos yani "Zaman"dır.
Çılgın düşüncelerin, dinamizmin ve acımasızlığın ifâdesidir
Kronos. Babasından ise nefret eder. Bu nefretinin sebebi ise ilgi
çekicidir. Babası Uranos (Gökyüzü), annesi Yeryüzü’nü (Gaia),
gönderdiği düzensiz güneş ışıklarıyla yormakta ve aşırı
zorlanmasına, çarpık semerelenmesine yol açmaktadır. Annesi de
bundan şikâyetçidir aslında. Baba Uranos’un, Kronos
karşısındaki duyguları da pek olumlu değildir, aralarında ciddi
bir çatışma ve hattâ iktidar savaşı yürümektedir. Sık sık,
çocuklarını yerin altına hapseder ve gün yüzü görmelerini
engellemek suretiyle onları cezalandırır. Íşte Yunan mitolojisinin
en temel kavramlarından üçünü burada gőrüyoruz:
Íktidar-Menfaat-Mücadele ve bunların ifâdelerini “ZAMAN”
çerçevesi içinde bulmaları.
Toprak (Ana) büyük altüstoluşlar
yaşamakta ve derinliklerinden iniltiler duyulmaktadır, büyük bir
çatışmaya gebedir. Vahşî bir süreç işlemektedir. Nihâyetinde
akkor hâlinde demiri üretir ve ona su verir. Ak çelik elde edilir.
Ondan (Çelikten) büyük bir mızrak yapar. Toprak, daha sonra
çocuklarını çağırıp onların cesâretlerini sınar. Onlara,
kendisinin mi yoksa duygusuz bir babanın mı yanında olduklarını
sorar. Eğer kendisinin peşinden gitmek istiyorlarsa, öz babaları
dahi olsa Uranos’u öldürmelerinin gerekli olduğunu söyler. Uranos
artık sınırları aşmıştır ve tasfiye edilmesi gerekmektedir.
Ortada bir "Hata" daha doğrusu
bir “Suç” vardır. Buna günah da diyebilirsiniz. Bu suçu işleyen-genel
kanıya göre-Uranos’tur
(Gökyüzü). Yer-Gök çelişkisi
derinleşir ve uzlaşmaz hâle gelir. Öyleyse taraflardan biri tasfiye
olacaktır. Diğer yönüyle, erkek-kadın çatışması olarak da düşünülebilir
bu durum. Gaia (Toprak), çocuklarını bir suç işlemeye itmekte ancak
bunun maddî sebeplerini de ortaya koyarak onları aklamaktadır. Saat
intikam saatidir ve bunun eylemcisi aranmaktadır. Mâdem Uranos, kendi
çocuklarına çok olumsuz yaklaşmaktadır o hâlde cezalandırılmalıdır.
Fakat, bütün bunlara rağmen Uranos’un oğulları bu eyleme
yanaşmaz. Sadece deliyürekli ve acımasız Kronos (Zaman) bu eylemi
gerçekleştirebileceğini söyler. Annesine şöyle cevap verir: “Anne,
ben bu eylemi gerçekleştireceğim
zira nâmı çok kötü olan bu babaya saygı duymuyorum. Hainâne
fiillere ilk başvuran odur!". Bu sözler,
annesinin duymak istediği
sözlerdir. Çelik mızrağı annesinin elinden alır ve Uranos’un
Yeryüzü’ne yaklaşmak üzere harekete geçtiği bir sırada, onu
öldürür. Uranos, “cinsî temas"
amacıyla toprağa
yaklaşmak istemektedir ve cinsî arzusu onun aynı zamanda sonunu
getirir. Korumasız yakalanır. Ve tasfiye edilir. [Hz. Âdem’in yediği
‘yasak meyve’den kastın da aslında ‘seks’ olduğunu iddia eden
teologlar da mevcuttur]. Ancak olay burada bitmez, Uranos’un kanından
“İriniler" adı
verilen “dişi
intikamcı varlıklar" neş’et
ederler. İlginçtir, “Ειρινη"
(İrini) yunanca “Barış”
anlamına gelmektedir oysa, İriniler intikam amacıyla ortaya çıkmışlardır
ve bu intikam hissi kıyâmete kadar devam edecektir. Aslında barışı
ayakta tutan dostluk değil aksine nefret ve intikam duygularıdır.
Yoksa barış hiçbir zaman olmayacaktı. Varlıkların “dişi”
olması da kaydadeğer bir durumdur. Cinâyeti işleyenin “erkek”
olmasının bunda bir payı olabilir. Burada yine kadın-erkek düşmanlığının
devamlılığı da ortaya çıkmakta ve beşerî ilişkilerde
belirleyici olmaktadır. Dişi
Yer ile Erkek Gök arasına
kan girmiştir artık ve bu kan ilânihâye devam edecektir. Bu eylemden
sonra ortaya yalnızca “İriniler” çıkmaz, “Nymphalar”
(Periler) ve “Gigas” (Devler) de ortaya çıkar. Onlar da belli bir
rol üstleneceklerdir.
Uranos, son nefesini verirken çocuklarına
Titan adını
verir. Yunanca, “Τίταïνώ"
(Titeno veya titaino) "germek" anlamını
taşır. Uranos da intikam istemektedir. Titan, “gerginleştirici”
anlamına gelmektedir.
Kin ve Nefret, suçu örgütlemiştir.
Kin ve nefret olduğu müddetçe “suç” hep işlenecektir. Buradan
şunu rahatlıkla çıkarmak mümkündür: Dünya varolmaya devam ettiği
sürece, yani kıyâmete kadar Kin, nefret ve suç olacak ve ancak
bunlar hayatta olduğu için “Barış"
olabilecektir. Sadece (bedelsiz-avantadan) barış
hayali görenlerin uyanmasında fayda vardır. Bu duyguların hepsi “Zaman”la
(Kronos) birlikte başlar, öyleyse hayatın ve bütün zamanların
olmazsa olmazlarının başında, kin-nefret-savaş-barış
dörtlüsü vardır.
Bunların doğal sonuçları da “doğum” ve “ölüm”lerdir. Bu
böyle devam edip gider. Peki Kronos artık gökyüzünün hâkimi mi
olacaktı? Bunu kitabın akışı içinde göreceğiz.
Kimi araştırmacılar,
bu eylemle aslında bir “Altın Çağ”ın başladığını, kin,
öfke ve nefretin yerlerini geçici bir süre içinde olsa sükûnet ve
barışa bıraktığını söylerler. Garip olan, bu altın çağda
insanlar daha ziyâde dünya keyflerinden uzaklaşmışlar, daha çok
ölüme dönük yaşamışlar, rekâbet, kıskançlık, tamah, avantaj
elde etme gibi egoist eğilimlerden ziyâde alçakgönüllü bir yaşama
itibâr etmişlerdir. Uhrevî bir inanç-ki
bunu Eski Yunan’da: "Δαίμονες
έσθλοί" (Demones
Êsthli) tanımıyla
karşılamışlardır-hayli gelişti.
Fakat bu ilhâmı kimler vermişti ya da durup dururken neden böyle bir
gelişme olmuştu? Kimine göre bunun nedeni Kronos’un diğer yüzü
yani yumuşatıcı, sakinleştirici ve imân ilhâm eden yüzünün
devreye girmesidir. Zaman, bu kez bu devri açmış ve belli bir
ılımlılık veya tatlılık devri yaşanmıştır. O nedenle bu devre
“Altın Çağ” denmiştir. Bu kez zaman, ateşten yeleleri olan
kızıl at değil, yeleleri ılık rüzgârlarda dalgalanan beyaz bir
attır. Bütün bunların yaşanabilmesi için “İlâhî İrade”nin
tecellisine ve “kutsal enerji”ye (Nur) ihtiyaç vardır. Öyleyse,
zamanın bu diliminde “ölümsüzlük” kazanılabilmiştir.
İnsanlar bunu Kronos’a borçludurlar. Kronos, onlara bu enerjiyi sağlamıştır.
Kronos öylesine etkindir ki, Zeus’un karargâhı
konumundaki Olympos sunaklarında bile Kronos’a adanan kurbanlar Zeus’unkilerden
fazladır. Zeus sunağında bile Kronos hâkimiyeti vardır. Uzun süreler
hasat şenlikleri onun adına yapılmıştır. Nedir Kronos’u bu kadar
ünlü ve güçlü yapan? Kimilerine göre Kronos, ilâhlar ve insanlar
arasında eylemi dolayısıyla büyük bir prim yapmıştır ve o
kredisini sonsuza kadar kullanacaktır. O nedenle, Kronos verimli
yağmurlardan da sorumludur zira babası Uranos yağmurlar konusunda da
çok acımasızdır. Toprağın ve tarımın ne kadar hayatî bir önemi
olduğunu gözönüne alırsak Kronos’a verilen değerin neden bu
denli arttığını anlayabiliriz. O, aynı zamanda bereketli
yağmurları yağdırandır da ve bu bağlamda İslâm itikadındaki
Mikhail Aleyhisselâm’la kıyaslanabilir. Annesi Gaia’dan aldığı
yoğun destek de Kronos’un gücüne güç katar. Yeri geldiğinde
annesinin bağrındaki olumsuz unsurlar da Zaman’ın emrindedirler.
Kimdir onlar? Canavarlar, Tepegözler (Kyklopes), Kottos, Kibir cinleri,
su perileri, büyük güç sahibi acımasız varlıklar. Hepsi
Toprağın bağrındadırlar ve Gaia’nın emrini beklerler aynı
zamanda dolaylı olarak Kronos’un da emrindedirler. Bu kadar büyük
bir güç Kronos’un şanına şan katar.
İşte, Uranos’u vaktinde korkutan ya da huzursuz
eden bu devâsa güç ve mekanizmadır. O nedenle düzenli ışık
vermeyerek işleyişi bozmak ister ama bunun bedelini çok ağır bir biçimde
öder. Uranos’un ölümünün anlamı,
Göğün, Yer’in hizmetine girmesidir.
Kronos, kızkardeşlerinden
biri olan bir dişi titanla, Rheia
ile evlenir ve ondan olan bütün çocuklarını
yer. Bunun nedeni, Uranos’un temennisidir: Kronos,
çocuklarından biri
tarafından yenilgiye uğratılsın! Fakat,
anne Gaia biricik ve en değerli
oğlu Kronos’u da tasfiye etme yoluna gider, amaç “Tekleşme”yi
önlemektir. Öte yandan Uranos’un kanından hayat bulan “İriniler”le
de iyi ilişkilere girecektir. Yani Toprak, “Barış
intikamcıları"yla uzlaşmak
istemektedir. Rheia, Toprak Ana’dan (Gaia) aldığı perspektifle
Kronos’a bir taş verir ve onun bir çocuk olduğunu ve onu yemesini söyler.
Kronos, canhıraş çığlıklar içinde tükenir. Taş, “kısırlık"
ifâdesidir. Kırmızı
şapkalı kız hikâyesinde de, Kurt’un karnı taşla doldurulur. Bir
yönüyle Toprak Ana, hem Gökyüzü’ne hem de Zaman’a ihânet etmiştir.
Bir yandan da kadın erkeğe ihânet etmiştir.
Yeni efendi Zeus, Gaia’nın
da gözdesidir. Onu yere göğe sığdıramaz. En ufak bir tehlike
anında-örneğin
İlk Zekâ’nın temsilcisi Metis Zeus’dan daha üstün bir çocuk
meydana getirme eğilimine girdiğinde-Gaia
ve onun emrindeki gökyüzü devreye girer ve Zeus’u örgütler. Metis’in
çocuğu gün ışığı göremez.
Yine Metis’in
sinesinde korunan Athena, âdeta çalınarak
Zeus’un başından neşet eder. Athena,
"üretici zekâ"nın
temsilcisidir.
Çocuk (Zeus) kurtarılır
ve gizlice Girit’te büyümeye başlar. Babasının çığlıklarını
işitmez bile. Savaş dansçılarının çıkardıkları “çelik kılıç”
sesleri, Kronos’un çığlıklarının çocuğa ulaşmasını
engeller. Aynı Kronos’un, babası Uranos’u yok ettiği araç gibi,
kendisi de çeliğin ihânetine uğrar ve kısırlaşır, üretimden düşer.
“Çelik" bir
kez daha "uğursuz”
rolünü oynar. Çocuk, Amalthe
adlı keçi tarafından
beslenir (Özellikle Güney Marmara yöresinde yaşayan köylülerin
Maltız adını verdiği keçinin adı Amalthe’den gelmektedir). Bilâhare
bu keçinin derisi Athena (Aθηνα-Athina)
nın zırhı, buna karşın
boynuzu, “Yıkım’ın
boynuzu" olacaktır.
Keçinin yetiştirdiği çocuk “Zeus"
(Διας:
Dias) tır.
Burada ilginç bir saptama yapmakta fayda var.
Yunanca’daki kullanımı
itibarıyla Zeus’un karşılığı Dias’tır.
Dias’ı tersten okuduğumuzda Said
olur. Port Said Mısır’ın
bir şehridir. Zeus,
Batılılar’ın Dias’a
verdiği isimdir. Onu tersten okuduğumuzda ise Suez
olur. İşte ilginçlik
burada; Port Said şehrine Batılılar’ın verdiği isim de Suez’dir.
Yani Port Said’in diğer ismi Suez’dir. Böyle denmesinin sebebi de
Türkçe’de “Süveyş” olarak adlandırılan ve büyük bir kanala
da adını veren bölgenin Batı dillerindeki karşılığının Suez
olmasıdır.
Başını
oynattığında Olympos’u titreten Zeus,
ölümlülerin ve ölümsüzlerin ilâhıdır.
Otoritenin tartışmasız sembolü. Önünde herşey eğilir. Diğer
Olympos varlıkları onun etrafında otururlar. Olympos’taki
sarayının kapısında ise, “zerafetin ve
tazeliğin sembolü olan
Saatler" asılı
durur. Bütün gözkamaştırıcı şeyler, ışıklar, parlaklıklar
Olympos’un yanında sönük kalırlar.
Kelime kökeni, "Div"dir ve
"Göz kamaştırmak"
anlamına gelir. “Myesis"
kelimesi ise "Mistik" kelimesinin kökenidir ve
"Çok parlak bir ışığın
etkisi karşısında gözlerin kapanması"
anlamındadır. Burada “Işık"tan
kasıt “Div"
yani "Zeus"tur. Mitoloji üstadlarına
göre, Zeus’un pratiğinde adâlet ve adâletsizlik, acıma ve
acımasızlık, güzellik ve çirkinlik, acı ve mutluluk, nefret ve
sevgi içiçedir, biraradadır. Zayıf bir iddiaya göre ise, “Zeus"
ismi Farsça "Div" yani "Dev"
kelimesinden gelişmiştir.
Daha sonraları, “Theos” (İlâh) kelimesinin etimolojisinde de “Zeus”un
olduğu kabul gören tezlerden biridir.
Erişkin
çağa geldiğinde Zeus, yıldırımı (Saika) keşfeder. Yıldırım
(Foudre, κεραυνός-keravnôs)
en güçlü silahtır ve o
artık Zeus’un hizmetindedir. Zeus ilk iş olarak Kronos’u (zaman)
tahtından indirir. Artık zamana o hükmedecektir, zaman Zeus’tur.
Zaman’a hâkim olabilen aslında bütün güçlere de doğal olarak
egemen olacaktır. Ana Erk zamandır. Kardeşlerini ve çocuklarını
(hanedanını) da Olympos ilâh ve ilâheleri
olarak ilân eder. Íktidarı
ele geçirmiştir artık.
Zeus, ilişkilerinde
bütün araçları kullanır. Bazen de tarafsız kalır. Güçlü kral Agamemnon
ile, Akhylleus’un savaşında
Zeus’a başvurulur. Akhylleus, annesi vasıtasıyla Zeus’tan destek
ister. Zeus’un Helenler’i değil Tuvalılar’ı (Troyens)
korumasını talep eder. Zeus sessiz kalır. Bunun nedeni, ileride
gelişecek olayları okuyabilmesidir. Akhilleus’un talebinin delice
olduğunu görür. Savaşın sonunda Akhylleus’un ölümü apaçık görünmektedir.
Zeus, annenin dayatmalarının aslında kendi oğlunun sonunu
getireceğini görmektedir. Bu nedenle sessiz kalır. Hera ise Helenler’in
tarafındadır ve bunda diretir fakat kaderin gidişatını Hera da görememektedir.
Zeus, diğer ilâh ve ilâhelere de bu savaşta taraf olmama konusunda
tavsiye bildirir.
Bu tavrıyla
Zeus, adâletlilerin adâletlisi (âdillerin âdili) olarak ilân edilir
ve adına yeni sunaklar açılır ve kurbanlar sunulur. O, bu kararıyla
birçok ruhu, Hades’in elinden almış, birçok bedeni kurtların ve
kuşların ağızlarından kurtarmıştır. Zeus’un irâdesi tecelli
etmiştir. Öfke ve savaşın insanları yıkıma götüreceğini
vurgular. Savaş lânetlenir. İnsanlara aklın yolunu gösterir. Agamemnon
ise Zeus’u suçlar:
"Bütün herşeyin
sebebi Zeus’un ablası Ate’dir. O, Zeus’u ruhsuzlaştırmaktadır".
Agamemnon’un bu çıkışının
altında savaşı tahrik ve Zeus’un gerçek düşüncesini açığa çıkarma
(teşhir etme) isteği yatar. Fakat gücü buna yetmez.
Cehennemler ilâhı
Hades (Χαδείς-Hadis,
aynı zamanda Zeus’un
kardeşidir. Arapça ‘Son’ anlamına gelen hadis kelimesiyle olan
benzerliğe dikkat!) haksız bir biçimde, bereket ilâhesi Demeter
(Δημητρα-Dimitra)
in kızı Kore’yi
(Persefoni=Περσεφωνη)
alıkoyar ve yeryüzüne
dönmesine izin vermez. Demeter’in bütün başvurularına rağmen
Zeus yine sessizdir. Burada Zeus’un sessizliği, ayrılığın,
ölümlü-ölümsüz herkes tarafından yaşanması gerekliliğine
inanmasıdır, bu nedenle Demeter’e yardım etmez. Ona göre, Kore,
birgün uzaklardan dönüp gelecek ve iki zıt dünya arasında köprü
rolü oynayacaktır.
Üretkenliğin
simgesi Gaia, Zeus’la uzlaşmasının sebebini dünyadaki armoninin ve
dengenin korunması olarak açıklar. Gerçekte ise Gaia hâkimiyetini
korumak istediğinden ve hiçbir gücün aşırı derecede öne çıkmasını,
“tekleşmesini"
istemediğinden Kronos’u
tasfiye ettirmiştir. Athena’nın annesiz doğmasının nedeni ise
Erkek-egemen (Patriarkal) bir sürece yol açılmak istenmesidir.
Athena, çoğu zaman bir “erkek-kadın” olarak kabul edilir. Bir görevi
de Zeus’un bütün kararlarını icra etmektir. Aslında Athena
bir "erkek" olarak algılanmalıdır.
Bu özgün durum kadının rolünü zayıflatmak ve geriletmek özelliği
de taşır. Gaia
ise varlığın devamı ve
korunumu (sakınımı) rolünü üstlenirken sürekli ince hesaplar
yapmak zorundadır.
Zeus’un "yıldırım"ı
Kronos’u tasfiye eder ama bütün Titanlar’a yetmez. Kimilerine
göre 10 yıl kimilerine göre 100 yıl savaşırlar. Taraflardan biri
kazanamaz ve Zeus yine Gaia’ya başvurur ve perspektif alır. Gaia,
derinliklerinde hapsettiği
özürlü çocuklarını, canavarları devreye sokar. Onlara
büyülü nektardan içirir. Hepsi Zeus’un emrindedirler. Devlerden Kottos,
Zeus’a şöyle hitap
eder: “Bilgeliğin
sâyesinde, karanlıklardan çıkıp huzuruna geldik yüce Zeus. Hayal
edilemeyecek bir başarı elde etmek için. Bu nedenle, hiçbir esneklik
taşımayan bir kalple, en yoğun arzumuzla, senin zaferin için
Titanlar’la savaşacağız".
Yer gök birbirine girer, korkunç bir savaş
olur (Titanomahia: Τιτανομαχια:
Titanlar savaşı). Zeus’un
ve Gaia’nın zekâ ve kudretleri birleşir ve Titanlar yenilgiye
uğratılır. Bu iktidar mücadelesini Gaia-Zeus kliği kazanır ve
Titanlar mücadeleden çekilirler ve Tartaros’da
zorunlu ikâmete mahkûm edilirler. Herkes Zeus’a bağlılık
yemini eder. Güce tapınma eylemi yerine getirilir.
Olympos kliğiyle
Kaos güçlerinin mücadelesi, “Düzen”in “Anarşi”ye karşı
zaferi olarak da kabul edilir. “Düzensiz” eşdeyişle “Anarşist”
taraf her zaman kaybeder mesajı da verilir burada. Ancak bu mücadele
asla bitmez ve tekerrür eder yani aslında bir biçimde tekerrür eden
tarihtir.
Homeros, bu devlerin (yer canavarları)
de, Uranos’un kanından hayat bulduklarını söyler. Ellerinde uzun mızraklar
tutarlar. Olayın Halkidiki
(Χαλκιδικι)
bölgesinde cereyan ettiği
de belirtilir.
Yine bir başka
rivâyete göre, bir kâhin Olympos ilâhlarını uyarır ve Titanlar’ın
bu savaşta yenilmesinin çok zor olduğunu ancak işin içine bir “ölümlü”nün
yani bir “insan”ın girmesinin gerektiğini söyler. Gaia bu
kehânetten haberdar olur ve “özel” bir bitkiye hayat verir. Bu
bitki, Titanlar’ı bir insan karşısında bile çok güçsüz kılma
özelliğine sahiptir. Aynı paralelde Zeus, Şafağı (Aurora), Ay’ı
(Selini-Luna) ve Güneş’i (İlios) yanına çağırır ve onlara
ortaya çıkmamaları talimatını verir. Bizzat kendisi büyülü
bitkiyi toplar ve Athena aracılığıyla Herakles’i
(Herkül) savaşa
katılmaya dâvet eder. Herkül’ün, Herkail
(A.S-Arhangelos Hrkail: Büyük Melek Írkail) adlı
büyük bir melek olduğu ihtimali (tezi) vardır. Bu noktada Ebced
ilmine başvurmakta fayda var. Yunan ebcedinde (gematria) Hrkail’in
değeri 91’dir.
Savaş
sadece Titanlar’a karşı yürütülmez, Zeus kendi saflarında
savaşan devleri de süreç içinde tasfiyeye yönelir. Devler acımasızca
tasfiye edilirler. Mücadele sırasında devlerin yarı yılan yarı
insan formuna büründükleri söylenir. Yarı yılan yarı insan motifi
bizlere Şahmeran
(Yılanlar Şahı) kültünü
hatırlatır. Şahmeran da acımasızca öldürülmüştür ve inanışa
göre yılanlar bunun intikamını alacaklardır.
Olympos’un (Devlet’in) başı
tam olarak dertten kurtulmaz. Bireysel varlıklara (güçler) karşı da
savaş yürütür. Örneğin Tifon
(Τυφονας-Tifonas)
yani Tayfun bu güçlerden
biridir. Tifon, Gaia ve Tartaros’un sonuncu oğludur.
Omuzlarından 100 tane yılan ve ejder başı çıkar. Bunların
ağızlarından ateş püskürmektedir. Sesleri de korkunçtur. Bu
seslerin anlamını sadece Olympos ilâh ve ilâheleri
çözebilmektedir. İddiaya göre, Zeus, Tifon’u Etna yanardağının
altına hapseder. Volkanik ifrazatların sebebi Tifon’un
haykırışlarıdır. Devlet birkez daha sonuç alır ve başkaldırılara asla
izin vermez.
Bir başka
iddia ise şaşırtıcıdır. Buna göre, Tifon’a hayat veren Gaia ve
Tartaros değil, Zeus’un eşi Hera
(Ηρα-İra)
dır. Sistem gereği, ilâhlar bir dişiye ihtiyaç duymaksızın kendi
başlarına başka ilâh veya ilâhelere hayat verebilirken (Athena
örneğinde olduğu gibi), ilâhelerin böyle bir hakları ya da
yetenekleri yoktur. Hera bu sisteme itiraz eder ve protesto mahiyetinde
üst düzey bir varlığa tek başına hayat vermeye kalkışır. Sonuç
hüsrandır, çarpık bir varlık olan Tifon ortaya çıkar. İbret
olsun diye de Zeus tarafından tasfiye edilir. Patriarkal (Ataerkil) düzen
yavaş yavaş yerli yerine oturmaktadır. Yine, Hefaistos
(Ηφαιστος-İfestos)
da Zeus olmadan Hera tarafından ortaya konan bir üst düzey varlıktır.
Hera'nın’omuzundan neşet eder. Kadının özgürlüğüne temlik
konmuştur, Olympos’ta kadın güçsüzdür.
Zeus, ölümsüzlerle olduğu
kadar ölümlülerle de yakın ilişkilere girer. Özellikle de gönül
ilişkilerinde aşırıya kaçar. Birçok ölümlü bunu arzu eder zira
bir ilâhla bir ölümlünün birleşmesinden bir kahraman eşdeyişle
bir yarı ölümsüz doğacaktır. Bu ölümlü kadınlardan en
kaydadeğeri Alkmene’dir.
Onun Zeus’la birleşmesinden
ünlü kahraman Herakles
(Ηρακλης-İraklis)
doğmuştur. Alkmene sadece güzelliğiyle dillere destan değildir
aynı zamanda saflığı, temizliği ve asâletiyle de sivrilmiş bir
kadındır. Sürgüne gönderilmiş olan kocasını terketmeyip onunla
birlikte gider. Zeus, onun karşısına ancak kocasının
kılığında çıktığı
zaman sonuç alır ve Herakles’e hayat verir. Alkmene kadınların en
yücesi olarak kutsanmıştır.
Zeus’un ilişkiye
girdiği bir diğer ölümlü Leda’dır.
Zeus, Leda’ya bir kuğu
olarak görünür. Evropa’ya (Avrupa kelimesi buradan
gelir) ise gözkamaştırıcı
beyaz bir boğa
kılığında yaklaşır.
Evropa boğanın sırtına biner, boğa denize doğru yönelir ve genç
kızı Girit adasına götürür. Zeus, Thebe kralı Kadmos’un
kızı Semele’ye
de aşık olur. Hera,
Semele’ye yaşlı bir kadın kılığında görünür ve içine şüphe
düşürür. Kendisine yaklaşan adamın aslında Zeus olmadığını ve
genç bir ölümlünün kendisiyle eğlendiğini söyler. Oysa gerçek
bir aşk tam bir güvene mebni olmalıdır.
Semele, "Ben onun Zeus olduğundan
kesinlikle eminim, Kalbim böyle söylüyor başka bir kanıta
ihtiyacım yok" diyebileceği
yerde Hera’nın hikâyesine inanır ve bir kanıt ister. Bu istek onun
daha sonra ağır bir biçimde cezalandırılmasına yol açar.
Bu ilişkiler
Zeus’un kıskanç eşi Hera’yı çok kızdırır ve intikam almaya yönelir.
Hera, ilâhların, ölümlülerle ilişkilerinin, onların asâletine
halel getireceğini savunur ve bu konuyu Olympos Konseyi’nin
toplantısında gündeme getirir. Ortada bir yemin de vardır üstelik.
Böylece, kahraman Herakles’in doğumu
durdurulurken (yavaşlatılırken), kıskanç, sekter ve militer
karakterli Evristhis’in
dejenere soyu öne alınır.
Bu nedenle, Herakles hayatı boyunca bu çarpık soylunun emirlerini
dinlemek zorunda kalır zira ondan daha kıdemsizdir.
Zeus’a göre "Yüce Bilgi"yi edinmenin
yolu "Acı”dan geçer.
Acı çekmeden bilgiye ulaşılması mümkün değildir. Acı, “Şiddetli
bir zerâfet” gibidir. Düzenin ve Ahengin ilkesi olarak Zeus, Lyr’in
sesine en çok ilgi duyandır. Titanlar’la savaşa başlamadan önce
uzun süre Lyr dinlediği söylenir.
Bazı
topluluklar Zeus’u, “Zeus Ktisios"
olarak kutsarlar. Yani, yücelten, büyüten, zenginlikleri arttıran
Zeus. Bazıları ise, “Zeus Herkios"
olarak kutsamışlardır.
Yani, Aile kurumunun, hâmile kadınların veya şehrin koruyucusu
anlamında. Yine, “Zeus Hikesios"
veya "Zeus Ksenios" olarak da kutsandığı
bilinmektedir. Bu anlamıyla, yabancıların, sürgünlerin, vatansızların,
miltecîlerin ilâhıdır. “Zeus Milihios"
bir yılan
kılığındadır ve kazanılmış servetlerin ve aile kazanımlarının
koruyucusudur.
Genelde Olympos’un özelde Zeus’un rakipleri
bitmez. Örneğin Zeus’un
kardeşlerinden Poseidon
ve karısı İfimede’nin
oğulları olan Otos
ve Efialtis, Aloadlar.
Devreye Apollon ve Hermes girer ve Olympos tehlikeleri atlatır.
Bütün bunlar olurken, Kaos’un kızı
ve Erevius’un kızkardeşi olan “Gece"
(Nyx) de devinimini sürdürmektedir. Gelişimi
hem iyi hem de kötü birlikte yönlendirirler, aynı Toprak da olduğu
gibi. Çocukları, Moros,
Kara Keros ve Thanatos’tur.
Bunların her üçü de
ölümü temsil ederler. Bunların yanısıra, Momos
(Uyku), Oizus (olumsuz düşünce),
Moiriler (Klotho,
Lahesis, Atropos yani Kader’den sorumlu
varlıklar [Tıp’ta
kullanılan Atropin adlı madde ismini Atropos’tan alır]), Nemesis
(yine Kader’le ilgilidir ama hep iyi şeyler
sunar. Kader’in iyimser yüzüdür), Filotis
(Yanılgılardan sorumlu)
de onun çocuklarıdır. Bunların ötesinde, Yaşlılık, bunaklık,
rekâbetçilik, ısdırab, unutkanlık, açlık, savaşlar, ölüm, acımasız
kalb, cinâyetler, kavgalar, yalanlar, münakaşalar, anarşi,
yıkımlar, felâketler ve lânetler de Gece’nin
sorumluluğundadırlar.
Kısacası Yer ne üretirse, Gece onu sabote etmeye memurdur âdeta. Aslında
burada da gizli bir rekâbet vardır ancak bu kez iki “feminin” yani
“dişil” öge arasında yürümektedir. Yer
ve Gece! (Gaia ve Nyx).
Toprağın
(Gaia’nın) ilk çocuklarından Pontos
(Deniz), Nereis’e hayat verir. Nereis, iyiliği
ve sadakati üstlenmiştir. Nereis, Nereidler soyunun
başlatıcısıdır. Nereis’in dışında ikinci derecede öneme haiz
olan diğer çocuklar şunlardır: Thavmas,
Forkis, Seto ve Evrivi. Thavmas, Okyanus’un
kızı Elektra
(İlektra) ile evlenir ve
ondan İris doğar.
İris’in rolü, Olympos ilâh ve ilâheleri arasında mesaj taşımak,
kuşlara yollarını göstermek ve rüzgâr hareketlerini
yönlendirmektir. (İris, Tıp biliminde gözün bir bölümüne verilen
addır). Forkis ise kızkardeşi Seto ile evlenir. İki kızları olur: Enio
ve Pemfredo. Bu kızlar
çok hızlı bir biçimde yaşlanmaktadırlar. Tek bir diş ve tek bir gözleri
mevcuttur. Ne Güneş’in ne de Ay’ın ulaşamadığı ücra bir
yerde yaşarlar. Bunlara “Forkidler"
adı da verilir. Ehilleus
(Eşil)a göre bunların 3
tane daha kızkardeşleri vardır. Bunlara “Gorgonlar"
adı verilir. Bunlar,
birincilerden daha da ürkütücü durumdadırlar. Okyanus’la Gece’nin
birleştiği ufuk çizgisinde, gözlerden ırak bir biçimde yaşarlar.
Gorgonlardan ikisi, Stino
ve Evriali "ölümsüzler soyuna"
mensupturlar. Buna mukabil üçüncü kızkardeş,
Medusa "ölümlü"
dür yani "insan"dır.
Zeus’un kardeşi ve denizler sorumlusu Poseidon
(Ποσείδονας-Posidonas)
Medusa’ya aşıktır.
Medusa’nın bakışları bütün ölümlüleri taşa çevirir. Perseus
tarafından öldürüldüğünde
kanından Hrisoar
adı verilen bir erkek
neşet eder. “Altın
Kılıç" anlamını
taşır. Yine Medusa’nın kanından bir kanatlı at neşet eder: Pegasus.
Medusa’nın saçları
yılan formundadır. Hrisoar, Okyanus’un kızlarından Kaliroi
ile evlenir ve onların
birleşmelerinden Geryonos
doğar. Geryonos üç
bedenli bir varlıktır. Her üç beden de birbirine yapışıktır.
Medusa soyunun önemli bir varlığı da Ekhidna’dır.
Ekhidna, bir mağaranın kuytu yerinde dünyaya gelir ve şiddet dolu
bir ruhu vardır. Belden yukarısı insan belden aşağısı yılan
formundadır. Yine bu formla karşılaşıyoruz. Yarı yılan yarı
insan. Bu kez karakter dişil. Zaman zaman Gaia’nın (Toprağın)
derinliklerine sızar ve orada barınır. Ne Olympos ahalisinden ne de
“ölümlüler”den hoşlanmaktadır. Yapayalnız yaşar aynı atası
Medusa gibi. Ekhidna, Tifon’la birlikte olur ve canavarlara hayat
verirler: Hydra, Neme Aslanı,
Kerberos (Cehennemi bekleyen üç başlı,
köpek formlu varlık), Orthos, Himera
(Şimera) ve Fix
(Sfenks). Bunların hepsi
de Olympos iktidarı tarafından tasfiye edilirler. Forkidler’in, bir
de toprak altında gizlenen ve yeryüzüne çıkmayan dev bir yılan
formunda olan kardeşleri vardır ve Altın
Koyunlar besler. Pondos’un son kızı
Evrivi
Titanlar’dan biri olan Krios’la birleşir
ve Astreos’a
hayat verirler. Astreos ise, yine iki Titan olan Hyperion ve Theia’nın
kızları Aurora
(Şafak) ile ile evlenir.
Bu birleşmeden, Zefir,
Vorias (poyraz, Kuzey) ve Notos (Güney) adındaki
rüzgârlar doğar. Bunun yanısıra “Astir"
(yıldızlar)
de bu evliliğin sonucudur.
Bütün Titanlar arasında
en çok bilineni ve insanlar tarafından en sık kullanılan mitos,
Sosyalist devrimcilerin de bir kahramanı hâline gelmiş olan Prometheus’tur.
12 büyük Titan’dan biri olan Japetos (Ιαπετος)
un oğludur. Atlas,
Menitios ve Epimetheus’un
da kardeşidir. Prometheus
aynı zamanda, insanoğlunun ilk ideal örneği olan Dökalyon
(Δευκαλίον)
un da babasıdır. Yine
efsaneye göre, Prometheus, Dökalyon’u kilden
yoğurmuştur. Prometheus,
insanın deri, kemik ve kas kirişlerinden oluştuğunu buna karşılık
Olympos ilâhlarının sadece kemik ve kötü kokulu bir yağdan
oluştuğunu iddia eder [Burada ilginç bir saptama var, ‘kötü
kokulu yağ’. Kış uykusuna yatan hayvanların ortak
őzelliklerinden biri, vűcudlarında içerdikleri ‘kahverengi
yağ dokusu’ adı verilen bir maddedir. ĺnsanda, yenidoğanda
mevcut olan bu doku daha sonraları ortadan kaybolur. Bu dokunun sırrı
henüz tam olarak çözülebilmiş değildir. Kőtű kokulu
olduğu da őzellikle Ayılar űzerindeki tecrűbelerden
biliniyor ve Rusya’nın bazı bőlgelerinde kanser tedavisi başta
olmak űzere tedavi edici bir ilaç olarak kullanılıyor. Yine
benzer bir yağ dokusuna yarasalarda rastlandı]. Bu gerçekliği bilen
Zeus insanlardan intikam almak ister ve ateşi onlardan gaspeder ve
saklar. Bir inanışa göre, Prometheus ateşin yerini bulur ve onu Zeus’tan
geri alır. Zeus, insanları cezalandırmaya karar verir ve onların
arasına “Güzel Bela”yı gönderir. Bu güzel bela “KADIN"dır.
Kadın, “Ölümlü Erkekler’in arasına
gönderilen bir nifak" olarak tanımlanır.
Zeus kadını,
bütün Olympos ilâh ve ilâhelerinin özellikleriyle donatır. Her
Olympos varlığı, kadına, kendilerine has bir özellik sunar.
Ölümlü erkeklerin arasına gönderilmesinin sebebi, ateşi Zeus’tan
çalan Prometheus’un şahsında insan soyunun cezalandırılmasıdır.
Burada kadın olumsuz role soyundurulur. Prometheus, Olympos katında
bir suç işlemiştir ve bunun karşılığını tüm insanlar
ödemelidir. Bu kadının adı “Pandora"dır.
Pandora da aynı
Athena gibi Zeus’un propagandisti ve ajanı konumundadır. Prometheus,
“Öngörebilen"
(Prewiev) anlamına
gelirken kardeşi Epimetheus,
"çok ağır
düşünen", "çok geç intikal
eden" (Retardation Mentale) anlamını
taşır. Birbirlerinin zıddıdır bu iki kardeş. Prometheus, kardeşi
Epimetheus’u, Zeus tarafından gelebilecek hiçbirşeyi asla kabul
etmemesi konusunda defalarca uyarır. Ancak, fıtratı gereği bu
nasihatleri unutan Epimetheus, Pandora’yı kabul eder. Ve meşhur “Kutu”
açılır. Genelde insanların büyük bir çoğunluğu bu “Kutu"yu,
"Kötülükler Kutusu" olarak kabul etmektedir. Bu bakış
açısı yanlıştır. Aslında kötülükten kasıt bir “Erkeksi
zaaf"ın
itiraf edilmesidir. Pandora’nın getirdiği “kadınsı
güzellik ve cazibe"den başka
birşey değildir. Diğer yandan kutu denilen şey de aslında bir kutu
değil, yarısı toprağın derinliklerinde yarısı da yerin üstünde
bulunan küplerdir (Πίθος-Pithos).
İçinde herşeyin
yedeğini barındırdığına inanılır.
Pandora, bu küplerden biri hariç diğerlerinin hepsini açmaya
yetkilidir. Açılması yasak olan ise, içinde insanoğlunu kötülüklerin
esiri hâline getirebilecek olan lânetin
saklı olduğu küptür.
Onun için bazı insanlara “sır
küpü" yakıştırması
yapılır. İçinde ne sakladığı tam olarak bilinmemektedir. Pandora,
“sonsuz kadın
meraklılığı"nın
gereği olarak bu küpü de açar ve bütün kötülük kaynakları
dışarı saçılır, bir tek “Elpis"
küpten çıkmak istemez ve
kapağın üstüne kapatılmasını talep eder. Batı dillerine yanlış
olarak “Umut"
diye çevrilen Elpis, "Bekleyiş"
ve "Zan" anlamındadır.
Bekleyiş ile Umut arasında pek de büyük bir fark yoktur diye düşünenler
de mevcuttur. [Modern Yunanca’da kullanılan ‘Elpizo’ fiili de hem
‘ummak, umut etmek’ hem de ‘sanmak’ anlamlarını yüklenir].
Zeus, bu eylemiyle insanları “öngörü” hasletinden mahrum eder.
İnsan “öngörememek” kurgusu üzerine tasarlanmak istenmiştir.
İktidarlar da bunu ister, öngörüsüz insanı tercih eder,
öngörüsüz insanı yönetmenin çok kolay olduğunu bilir. Bunun
aracısı da “kadın"
olarak belirlenir. Anaların
Anası Gaia, burada sesiz ve kabullenici bir tavır izler, Zeus’u
uyarmaz zira onunla zımnî bir anlaşma içindedir.
Prometheus cezalandırılır.
Bedeni bir kayaya zincirlenir ve ciğerleri bir kartal tarafından sürekli
parçalanır. Bu eylemin nedeni Prometheus'un sakladığı bir "sır"dır.
Bu sır, Zeus’un imparatorluğunun "sonsuz
olmadığı"
sırrıdır. Eğer Zeus,
Titan Thetis ile birleşirse ortaya Zeus’tan çok daha güçlü bir
varlık çıkacak ve Zeus’u ortadan kaldıracaktır. Zeus bu sırrı
öğrenmek için Prometheus’a çok ağır işkenceler yapar, eziyet
eder ama bir türlü onu konuşturamaz. Prometheus direnir. Asırlar geçer
ve Zeus’un gayrımeşru ilişkilerinden biri olan Alkmene’den
bir çocuğu olur: Herakles
(Herkül). Herkül, Prometheus’un ciğerlerini
parçalayan kartalı öldürür. Bunun üzerine Prometheus, sırrını
Herakles’e açıklar.
Öncü (İlk)
ilâh ve ilâheler arasında özgün yere sahip olanlardan biri Styx
'tir. Styx, Okyanus’un büyük kızıdır.
Styx, ilginç bir biçimde, Titanlar’la yaptığı savaş sırasında
Zeus’un en yakınında yer alır yani kendi soyuna ihânet eder. Bunun
mükafatı olarak da Zeus ona, kendisine ait olan İktidar ve Güç
özelliklerini verir. Bunlar iki kardeş olarak da betimlenirler ve sürekli
Styx’in etrafında bulunurlar. Zeus’un taltifi bu kadarla da kalmaz
ve onu, “İlahların Büyük Andı"nı
temsil etmekle görevlendirir. Styx, ölümsüzler soyu arasında çok
saygı ve taltif görür, birçok ölümsüz ona ulaşmayı bir hayal
eder. O, hem ölümlülerden hem de ölümsüzlerden çok uzaklarda ve
dillere destan bir sarayda ikâmet eder. Saray, altın kayalardan inşa
edilmiştir. Gümüş sütunlar göğe doğru yükselirler. İlâhların
ve ilâhelerin hızlı mesajcısı İris
bu mekânı zaman zaman ziyâret
eder. Sarayın derinliklerinde donmuş bir aşık vardır. Öylece
kalakalmıştır. Derin bir uykudadır. Bu bir ilâhtır ve Styx’e
vurulmuştur. Bu ilâh 9 yıl boyunca Olympos konseyinin
toplantılarına katılmaktan men edilir. Bu gelişmenin ardında yine
Zeus vardır. Zeus, Styx’e yaklaşılmasına tahammül edemez ve
cezalandırma yoluna gider. Styx, yunanca “Στυγη"
(Stigi-Nefret etme, iğrenme,
tiksinme) kökünden gelir. Styx’in suyu, kin ve nefretin suyudur.
Cehennem’deki bir ırmağa da adını verir. Arapça “Sicciyn"
kelimesi de bir cehennem katını
ifâde eder. Kelimeler arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.
Hekate, çok güçlü
ve göz kamaştıran bir
ışığa sahip olan bir ölümsüzdür. Titan
soylu olup, Perse ve Asteria’nın
kızıdır. Bütün ölümsüzler ona ilgi duyarlar. Kudreti toprak ve
deniz üzerinde yayılmıştır. Savaşçılara zafer verir.
Mahkemelerde hâkimlerin yanıbaşında oturur. Spor müsabakalarında süvarilere
yardım eder. Balıkçıları korur ve kollar. Sürüleri kontrol eder.
Çocukları ve anneleri gözetir. Ölümlüler de ona hayrandır ve sürekli
kurban adarlar. Hekate bir mağarada oturmaktadır. Demeter’in,
kızı Persefon’u
bulmasında da Hekate’nin
önemli bir rolü vardır, ona bir meşâle veren Hekate’dir. Hekate’ye
atfedilen özellikler bu kadarla kalmaz, O, aynı zamanda, hayaletlerin
(Fantom), zorlantıların (Obsesyon) ve büyülerin (Magie) de sorumlusu
olarak kabul edilir. Cesetlere de hükmeder. Ay ışığı etkilerini de
Hekate yönlendirmektedir. Saçları yılan biçimindedir (aynı Medusa’nınki
gibi). Hekate aynı zamanda, Uranos’un kanından hayat bulan “İriniler"
(Barış Varlıkları) in
de yakın akrabasıdır. Ancak onlarla sık sık tenakuza düşer.
İriniler’le Zeus’un ilişkisi de çok iyidir ve onlara “Zeus
Düzeni’nin barış
koruyucuları" adını
vererek mahkum eder.
Görülüyor ki, Olympos düzeni muhtelif güçlerle
tahkim edilmiş ve sistem yürütülegelmiştir.
Başkaldırının yolları kesilmeye çalışılmış ve en ufak bir
isyan (bireysel veya örgütlü) en ağır biçimde bastırılmıştır.
Bu bastırma eylemlerinde ise genelde “dişi varlıklar”a
başvurulur. Bir anlamda asayiş mekanizması kadınların
inisiyatifindedir. İleride de görüleceği üzere, zaman zaman bu
denge güçleri arasında çok sert, neredeyse savaşa varan çelişki
ve çatışmalar yaşanır. Ama statükonun korunması için maksimum
çaba sarfedilir. Yer yer, bölünme ve ayrışmalar çok somut hâle
gelir ve önü alınamaz. Nekâhat dönemleriyle bu durumlar aşılmaya
çalışılır.
Ölümlüler’le ölümsüzler (Zenginler ile
yoksullar, Burjuvalarla emekçiler, Ezenlerle ezilenler, Zalimlerle
mazlumlar) arasında sürekli
bir gerginlik ama genelde bir had vardır. Hiçbir ölümlü haddini aşamaz.
Eğer aşarsa cezalandırılır. Bu cezalar, gözdağı vermeleri açısından
çok acımasızdır. Emsal teşkil eder. Ancak, ne olursa olsun
ölümlüler direnirler. Bazen ölümsüzleri birbirlerine düşürürler.
Bazen, yarı ölümlü-yarı ölümsüzler (kahramanlar) de
ölümlülerin yanında yer alır ve Olympos’a karşı başkaldırı
gelişir.
Menfaat ve açgözlülük hiçbir zaman ortadan
kalkmaz. Kanaatkârlık
hemen hemen yoktur. Bu gerçeklik bazen hattâ sık sık Olympos güçlerini
birbirine düşürür ve silahlar çekilir. Genelde Zeus araya girer ve
müdahalede bulunur. Uzlaştırıcı bir rol oynar.
Olympos efendilerinin en önemlilerinden biri Hera’dır
(Ηρα-Íra).
Yunan dilinde "İra”
(Ηρα) olarak yazılır
ve “İra” diye okunur. Olympos’ta müstesna bir yeri olan İra köken
olarak Peloponisoslu
(Mora) dur. Bütün Olympos hiyerarşisi
içinde Zeus’u en sert biçimde eleştirebilen tek güç İra’dır.
Kıskançlığı, öfkeyi ve intikamı en üst düzeyde temsil eder.
Truva’dan nefret eder. Atina’da pek sevilmez. Zeus’un ölümlü
kadınlardan olan çocuklarını tasfiye etmek için büyük uğraşlar
verir. Bütün bu çatışmalarına rağmen kocası Zeus’a akılalmaz
bir sadakatle bağlıdır. Zeus ise bu aşırı sadakatten ve kıskançlıktan
rahatsızdır. İra’yı sürekli olarak uyarır. Argos
ve Samos’un koruyucusudur ve büyük törenlerle kutsanır.
Akdeniz havzasındaki alanlarda ise İra, kutsal
sadakatin, tutkulu aşkın,
gösterişsiz emeğin sembolüdür.
Peloponisos onun vatanıdır
ve orada çok sevilir. Sparta
alanında bu kadar çok
sevilip Attiki’de
pek fazla ilgi görmemesinin nedeni iki bölge araasındaki
ideolojik-politik görüş farklarıdır. Sparta, katı disiplini,
sertliği ve askerî gücü öne çıkarırken Attiki, yumuşak, sivil
ve demokratik bir kimliği temsil eder. Bu iki anlayış zâten sürekli
çatışma hâlindedir. Olympos katında ise Zeus Attiki’yi, İra ise
Sparta’yı kollar.
Zeus’un Truvalılar’dan
yana tavır koyması-ki bu tamamen politik
bir tavırdır-İra’yı
çıldırtır. Zeus’un strateji belirlemesini ve konu üzerine yoğunlaşmasını
engellemek için kendi kemerini Afrodit’e
verir. Kemer erkeklik arzularını
uyandırmaktadır. Bu anlamda Afrodit’i Zeus’a karşı
kullanmaktadır. Zeus’u Afrodit’le oyalayıp siyâsî süreçten
uzaklaştırmayı hedefler. Bununla yetinmeyip uyku ilâhı Hypnos’u
da örgütleyip Zeus’un üstüne gönderir ve İda
dağında onu uyutmasını
sağlar. Bazen de, bu kez Zeus’la sevişebilmek için yine Hypnos’a
başvurmakta ve ancak Zeus uyurken onunla sevişebilmektedir. Bu büyük
bir ihtirastır.
Doğumlardan
sorumlu olan ilâhe İlithi’yi (Είλείθη)
Herakles’in doğumunu
geciktirmek buna karşın Evristhis’in
(Ευρίσθης
) doğumunu
hızlandırmak konusunda uyarır ve onu Zeus’tan yana olmaması
bağlamında tehdit eder.
Zeus buna çok
öfkelenir ve Hera’yı,
geçmişte kendisine uyguladığı cezaları tekrar etmekle korkutur:
"Seni gökyüzüne (Yıdızların
arasına gerdiğim) astığım günleri unutuyorsun. Ellerini ve ayakların
altın zincirlerle bağlamıştım ve sen Ether’de, bulutlar arasında
asılı kalmıştın".
İra, Zeus’un ikincil ilâhelere ve ölümlü kadınlara
ilgi duymasını bir türlü içine sindiremez ve onları sürekli
tehdit altında tutar. Apollon
ve Artemis’in annesi Létô (Λυτο-Lito)
çocuklarını
doğurabilmek için Delos’a
sığınır (Δυλος-Dilos.
Ege adalarından biri bu
isimle anılır ve Athina site-devletinin hazineleri orada muhafaza
edilmiştir). İo
(Jupiter gezegeninin uydularından
birinin ismidir) ve Kallisto
da aynı biçimde Hera’nın
hışmından kaçarlar. Kallisto ayı kılığına girerek saklanır.
Ancak, İra’yı
en çok çileden çıkaran şey Zeus’un Athena’yı tek başına
üretmesidir. İlâhî Meclis’te şöyle konuşur:
"Sizler, İlâhlar
ve İlâheler, hepiniz beni iyi dinleyiniz. Zeus, bana başvurmaksızın
Athena’ya hayat verdi. Oysa ben mükemmel bir eşim. Athena
ölümlüler ve ölümsüzler arasında büyük bir ilgi görürken
benim Zeus’la birlikte hayat verdiğim oğlum Hefaistos (Ηφαίστος-Ifestos)
ne ölümlüler ne de ölümsüzler arasında
hiçbir ilgi ve saygı görmedi. Bu nedenle onu kendi ellerimle engin
denize fırlattım ama Nereis’in kızı, gümüş ayaklı Thetis onu
aldı ve ona kız kardeşlerine gösterdiği ihtimamın aynısını gösterdi.
Sorarım sana Zeus, Athena’yı nasıl tek başına ortaya çıkarabilirsin,
Onu ben doğuramaz mıydım?"
İntikam İra’yı sarar. Kendi başına bir çocuğa
hayat vermek için bütün güçlere başvurur. Titan soylulara gider,
Gaia’ya başvurur ama bir türlü istediği sonucu / desteği elde
edemez. Gaia isteksiz, Titanlar soyu ise yetersizdir. Bu durumda ortaya
bir canavar çıkar: Tifon
(Tayfun). Tifon 100 başlıdır
ve Zeus’un yıldırımına karşı direnir ve onun gücünü kırar.
Ama daha sonra Etna ve Vezüv yanardağlarının arasında yeraltına
hapsedilir. İlâheler, İlâhlar’ın yeteneklerinden uzak tutulurlar.
Patriarkal Düzen’in bir gereğidir bu. Bazılarına göre ise, İra
kıskançlığı, nefreti ve intikamı kapsadığı için ortaya bir
hilkat garibesi çıkmıştır (Menfi hisler menfi bir varlık olarak
Tifon’u űretirler. Ancak bu, Athina’nın anti-Sparta
propagandasından başka bir şey değildir. Paradigma
sağlamlaştırılmak istenir).
İra’nın Zeus’tan iki oğlu olur: Aykırı İlâh
Hefaistos ve
savaş ilâhı Aris
(Ares). Zeus, Aris’ten nefret etmektedir.
İra, savaşçı, militarist ve intikamcı kişiliği
temsil eder. Ona göre barış ve itidalin babası da kin ve intikam
yani savaşın devamlılığıdır: “Polemos
Patir Pandon" yani "Savaş
herşeyin babasıdır". Bu savaş
sadece kaba anlamdaki savaş değildir. Her türlü mücadeleyi ve
mücadele şeklini içerir. İktidar savaşı, Aşk savaşı, Soylar’ın
savaşı vs. Savaş diyalektiğin tâ kendisidir. Karşıtlar çatışır
ve ortaya bireşim (Sentez) çıkar sonra yine çatışma ve yine
bireşim şeklinde devam eder. Bu nedenle İra, Zeus’un yalnızca
karısıdır ve fakat aşık olduğu kadın değil. Zeus, aslında mücadelenin
zihnî araçlarla yapılmasından yanadır ancak bunu her zaman
beceremez. O tam bir politikacıdır. İra ise buna karşı çıkar.
Zeus’un yanlışlarını onun yüzüne vurur ve onu mahkûm etmeye
çalışır. Bu süreçlerde Anneler Annesi Gaia sessizdir ve statükoyu
kabul eder, o da Zeus gibi politik inceliklerle çözüm arar. Şiddetli
değişiklikleri onaylamaz işi evrimsel gelişmelere bırakır.
Reformisttir. Büyük altüstoluşlara sıcak bakmaz. Ama her türlü
fizikî önlemi de alır.
İra bir diğer açıdan erkek egemenliğine Zeus’un
şahsında karşı koyar. Muhafazakârdır ve kutsal aileyi korumaya
uğraşır. Soy’a Sop’a bağlıdır. Bütün bunlar Atina
kültürüne zıt görüşler ve eylemlerdir. İra’nın yaygın ve güçlü
bir örgütlenmeye gitmesinin önü kesilir, dar tutulur.
Olympos hiyerarşisinin
en direnişçi ve en inatçı ilâhlarından biri Poseidon
(Ποσειδονας
: Posidonas) dur. Poseidon aynı
zamanda Zeus’un da kardeşidir. Poseidon’la ilgili birçok izahat
olmasına mukabil bunlar arasında çelişkiler de mevcuttur. Kimi
mitologlar, Zeus ile kardeşi Poseidon arasında güç ve kudret farkı
olmadığını, eşit olduklarını fakat Zeus’un ağabey olması
hasebiyle Olympos’u yönettiğini vurgulamaktadırlar.
Zeus bir gün İris’i,
Poseidon’a gönderir ve Poseidon’un Yunanlar (Elenler) lehine tavır
almaması talimâtını verir. Eğer bu talimâta uymazsa, güç kullanımına
gideceğini bildirir. Poseidon öfkelenir: "Ah!
Zeus ne kadar da mükemmel. Bilmem farkında
mı, burada bana karşı çok kaba bir laf sarfediyor, kuvvet zoruyla
hâkim olacağını söylüyor. Halbuki. Benim kudretimin
kendisininkiyle eşit olduğunu o da biliyor. Hakikâtte, biz Kronos ve
Rhéa’nın üç oğluyuz: Zeus, Ben ve Hades. Hades, ölülere
hükmeder. Herşey üçe bölünmüş ve herkes kendi payına düşeni
almıştır. Kader’in tercihi, benim gri engin denizlerde oturmamı
gerektirmiştir. Hades’in payına karmaşık karanlıklar düşmüş
ve Zeus da sonsuz sınırsız ve bulutlarla dolu etheri (uzayı) ve gökleri
almıştır. Yeryüzü ve yüce Olympos ise hepimizin ortak malıdır.
İşte bütün bu nedenlerle Zeus’un irâdesine boyun eğmem mümkün
değildir. Zeus, kendi payına düşenle yetinmeli ve beni, sanki bir
ödlek serseriymişim gibi, kendi kudretiyle korkutmaya çalışmamalıdır".
Ama aynı
Poseidon, Zeus’a karşı geliştirdiği bu çıkışına rağmen en
nihâyetinde Zeus’a boyun eğecektir zira kendi silahı “Trident"
(Üç dişli) in, Zeus’un
silahı “Yıldırım"la
(keravnos) baş
edemeyeceğini bilmektedir. İktidar savaşında Zeus’un enstrümanları
bir kez daha ağır basar ve Poseidon Zeus’a tavır almasına karşın
onunla karşı karşıya gelme cesâretini gösteremez. Olympos düzeni
bir kez daha Zeus’un gücünü kutsar.
Poseidon’un krallığı
denizlerdedir. Buna "Köpüklü Dalgalar İmparatorluğu"
demek de mümkündür. Poseidon, yalçın
kayalardan büyük adımlarla engin denizlere doğru iner ve bastığı
kayalar titrer ve onu selâmlarlar. Büyük dağlar ve ormanlar, onun
ölümsüz ayakları altında sarsılırlar. Üç adımda amacına
ulaşır ve saydam derinliklerdeki sarayı “Eges"e
(Aigeo-Egeo) ulaşır. Bir
iddiaya göre Ege (Egeo) kelimesi buradan gelmektedir yani Poseidon’un
sarayıdır. Saray göz kamaştırıcıdır ve asla aşınmayan ve
orijinalliğini sonsuza kadar koruyan altından yapılmıştır.
Sarayına ulaşır ulaşmaz, bronz nallı ve altın gemli atlarını
koşumlar, altından elbisesini giyer altın kamçısını alır ve
arabasına binerek dalgalara atılır. Poseidon’un denizlere açıldığını
gören canavarlar sağa sola kaçışırlar ve onu selâmlarlar. Deniz
büyük bir keyfe dalar. Araba âdeta uçar ve atların bronz nalları
ıslanmaz bile. Kanatlı atlar, Poseidon’u Akeenler’in
(Aheenler-Akalar) donanmasına
doğru uçururlar.
Bir anlamda Poseidon, Olympos devletinin donanma
komutanıdır. Denizlerde
olan biteni o kontrol eder ve savaşları o yürütür. Ancak Zeus,
kahramanlara, kendi kalitesinde oğullara döl verirken Poseidon
canavarların ve katillerin babasıdır. Örneğin Kyklopos
Polyphemis (κύκλοπος
πολύφήμήσή [Kyklopos
Polifimisi-Şanlı şőhretli tepegöz]) adlı canavar Poseidon’un
oğludur. Poseidon, Medusa’ya aşıktır ve yumuşak çayırlarda,
bahar çiçeklerinin arasında onunla sevişir. Bir Olympos efendisinin,
Gorgonlar ailesinden çirkin bir kadınla birlikte olması garip görünmektedir.
Gelenekte böyle ilişkilere nadir rastlanmaktadır. Bu ilişkiden
(kesin olmamakla birlikte) Harpiler
ve 100 kollu canavar Egeon (Αίγαίων)
doğar, Egeon’un diğer
ismi Vriaros’tur
(Briare). Poseidon aynı
zamanda birçok acımasız ve çarpık varlığın da babasıdır: Sinis,
Skyron, Kerkyon vs. gibi…
Poseidon’un kariyerini sarsan bu döller aslında
Zeusçu mitoloji yazımının bir sonucudur. Zeus’u yücelten ve
âdeta hatasızlaştıran bu mithographie (efsâne yazımı) Zeus’la
çelişkileri oranında diğer Olympos varlıklarını ve kahramanları
hattâ ölümlüleri mahkûm etme eğilimindedir.
Poseidon’un 100 kadar kadınla
ilişkisi olduğu söylenir yani poligamdır. Bu kadınlardan çok sayıda
çocuğu olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Homeros,
"Tanrıların
yatakları steril (temiz, kısır) değildir"
demiştir.
Poseidon sadece denizlerin değil
ve fakat aynı zamanda yeraltının ve depremlerin de ilâhı olarak
kabul edilir. İnsanların ve ilâhların ilâhı Zeus göklerden haykırır
ve emirler yağdırır. Aşağılarda ise, Poseidon, bu emirlere cevap
verircesine devâsa yeryüzünü ve dağların tepelerini sarsar ve
titretir. İda dağının binlerce oyuğu ve çukuru, Truvalılar’ın
kentleri ve Akaenler’in (Akalar) donanması korkudan sarsılır ve
aman dileriler. Yeraltında bulunan, ölülerin yöneticisi Aidoneus
(Αίδονευς)
bile büyük bir korku yaşar.
Tahtından fırlar ve bir çığlık atar. Poseidon, yeryüzünün
altüst edicisi, onun üzerine gitmeye
gerek görmez. Onu paramparça edebileceği
hâlde kâle almamayı tercih eder.
Yine, Tıp
biliminin babası sayılan Hippocrates
(Ηποκρατης-Îpokratis),
Yunan halkının büyük
bir çoğunluğunun Epilepsi
(Epilipsia-Sara) hastalığının
sebebi olarak Poseidon’u gördüklerini belirtmiştir. Sara, eski
Yunan’da âdeta bir iç deprem olarak algılanagelmiş ve ilâhların
öfkesine bağlanmıştır.
Hüküm alanı
çok geniş olan Poseidon atlara da hükmetmekte dolayısıyla
aristokratik hayatın da en tepesinde bulunmaktadır. Barbar kabilelerin
göklerdeki temsilcisi konumunda bulunan Triballus
da Poseidon’un emri altındadır.
Bütün aristoklar, şövalyeler ve savaşçılar Poseidon’a
yakarırlar ve ondan kendilerine yardım etmesini isterler. İşte böyle
bir yakarışa örnek:
"Atların
efendisi Poseidon, sen ki, yarış alanlarının kulakları sağır
edici sesi, atların kişnemeleri ve mavi yeleli kısrakların ruhusun;
sen ki, muzaffer ya da mağlûp gençlerin mücadelelerine zevk katan,
gel koromuza katıl, sen ki, altın bir trident taşıyan, Kronos’un
oğlu Poseidon bizlere yardım et!"
Birçok soylu hanedan ve sülâle, kendi soylarının
Poseidon’dan gelidiğini iddia etmiştir. Hattâ birçok şehir de bu
kervana katılmışlar ve kendilerini Poseidon’a bağlamaya çalışmışlardır.
Kimi şehirler ise, Poseidon’un gönül verdiği Nymphalar’a
(Periler) nisbet ederler kendilerini: Ascra, Salamina
gibi. Atina’nın ulusal
kahramanı Theseus
da Poseidon’un oğludur.
Theseus, Attiki soyunun bütün niteliklerini taşıyan bir safkan
soyludur. Akropolis’te Poseidon adına yapılmış olan bir tapınak
mevcuttur. Tam bu tapınağın bulunduğu yerde, Poseidon ve Athena,
Atina şehrinin hükümdarlığı için yarışmışlar, Poseidon,
trident’in bir darbesiyle yerden bir tuzlu su kaynağı çıkarmış
buna mukabil Athena mızrağıyla (bu tuzlu suyun içnde) ilk zeytin ağacını
yeşertmiştir. Böylece yarışmayı Athena kazanır ve kentin sahibi
olur.
Athena, Zeus’un hem kızı
hem de en yakınındaki ilâhedir ve bu nedenle imtiyazlıdır. Atina
kenti ise Olympos hiyerarşisinin en temel merkezidir, pay-i tahttır. O
nedenle egemen klik o kenti başka kimseye vermez. Öte yandan Zeytin,
bekâreti ve arılığı temsil eder. Eski Yunan’da, zeytini yalnızca
bâkireler toplayabilirdi. Bâkire olmayanlar bu meyveye el
süremezlerdi. Zeytin bu denli kutsanmıştır. Athena da bâkiredir ve
arılığı temsil eder. Sistemin ona biçtiği rol, bekâreti temsil
etmesidir. O nedenle, Athena ilk zeytin ağacını yeşertir. Yine Kadim
Yunan’da ĺncir (Sika) ve Buğday (Sitari) da kutsal bâkireliği
temsil ederler. Kur’an-ı Kerim’de de Allah, Zeytin’e ve İncir’e
yemin etmektedir (Vettini vezzeytuni).
Poseidon kültü çok eskidir. Miken imparatorluğuna
ait vazolarda ve Miken dilinde Poseidon’un ismine rastlanır. Aynı
zamanda karmaşık bir ilâhtır da Poseidon; bir yandan çetelerin ve
canavarların sorumlusuyken diğer yandan Theseus
gibi bir kahramanın da
babasıdır. Hem denizlerin ve okyanusların ilâhı hem de yeraltı
derinliklerinin ilâhıdır.
Âdeta denizler tarafından
“işgal edilmiş” sayılabilecek olan Yunan coğrafyasında, denize
ait birçok mitolojik varlıktan sözedilebilir. Bir balıkçı olan Glafkos,
(bir göz hastalığı olan
Glaukoma bundan mülhemdir) yediği sihirli bir bitkiden sonra
denizlerde ilâhî bir görev üstlenir. Semele’nin
kardeşi ve Athamas’ın
karısı İno, oğlu
Melisertos ile
birlikte Hera’nın
gazabından kaçarken kendini Ege’nin sularına bırakır ve Amfitrit
tarafından kurtarılır.
İno, Lefkothea
(Beyaz Îlãhe-Lefkosha) adıyla
tanrıçalığa yükseltilir ve denizcilerin koruyuculuğunu üstlenir.
Aslında bu eylemin arkasında da Zeus vardır ve amacı Hera ile
Poseidon’un güç birliğini kırmak için İno’ya yeni bir makam
tahsis etmektir. Aynı zamanda, kızkardeşinin Zeus’tan olan oğlu Dionysos’u
da eğitip yetiştirdiği için
Zeus tarafından sevilmektedir ve nihâyet ödüllendirilir. Egemenlik
mücadelesi bütün alanlarda ve acımasız bir biçimde sürdüğü
gibi denizlerde de devam eder. Odyseas’a
(Ulyssis) bir bando tahsis eden de Lefkothea’dır.
Kıbrıs’ın Lefkoşa şehrine adını veren de bu tanrıçadır.
Glafkos’un "âyinsel sıçrayışı”,
ünlü şair Safo’nun, kendini Lefkada
kayalıklarından aşağı
bırakmasına benzer. Safo,
Faon’a duyduğu
aşka karşılık bulamadığı için bu yolu seçmiştir. Bir diğer
tanrıça, Vritomartis
diğer adıyla Diktyna
(Diktion-Ağ) da, Zeus’un
takibinden kurtulmak için kendini Girit’teki kayalıklardan aşağı
bırakır. Diktyna, Zeus’la ideolojik anlamda bir çelişkiye düşmüş,
Zeus’un tehditlerine boyun eğmemiş sonunda da Zeus tarafından
tasfiye edilmiştir.
Minoa devrinde, kralın
ve sarayın koruyucusu olan bir ilâheden bahsedilir. Aynı ilâheyi Miken
çağında, bu kez savaşçı
rolünde görmekteyiz. Yani, Minoa’da nispeten barışçıl bir rolü
olan ilâhe Miken’de savaşçı bir konumdadır. Bu ilâhenin Athina
(Athena) olduğu konusunda mitologlar arasında ittifak vardır. Bu açıdan
bakıldığında, Athina kültü de oldukça eskidir. Bu ilâhe, Diomed
ve Tydeus gibi bazı
kahramanlara destek verir. Bu koruyucu rollerinden dolayı ona “Athina
Polias" veya "Athina
Polioukhos" (Şehrin
koruyucusu Athina) adları verilir.
Athina, Yunanistan’ın
başkenti Atina’ya ismini veren ilâhedir. Truvalılar’dan
nefret eder ve onlara karşı
savaşanların yanında yer alır. Truva’yı ortadan kaldırmak için
büyük bir çaba sarfeder. Buna mukabil, Truva’da bir Athina tapınağının
bulunması paradoks sayılabilir. Bütün Truva kadınları, Athina’dan
yardım talep etmek için bu tapınağa koşarlardı. Minoa ve Miken dönemlerini
takip eden çağda ise Athina nihaî kimliğini bulmuş ve iki kelimeyle
ifâde etmek gerekirse, “Erkeksi Dişilik"
figürü hâline gelmiştir.
Bunu biraz daha açarsak şöyle söyleyebiliriz: Eril
enerjinin hizmetine sunulmuş
dişil sezgi gücü. Bu yönüyle Athina,
"Romantik, yumuşak, müşfik
ve annesel dişi kahraman” tipinden hayli uzak ve farklı bir “dişi”
varlıktır. Bunun nedeni ise, onun bir ana-baba ilişkisinden değil ve
fakat bir eril varlığın, bir ilâhın kafasından neşet etmesidir.
Bu nedenle, o bir dişidir ancak eril karakterlerle donanmıştır.
Aslında, O, Metis’in
yani öncü tanrıçalardan
olan ve öncü zekânın temsilcisi olarak kabul edilen Metis’in
kızıdır. Fakat Zeus, zekâyı Metis’ten aparmış olduğundan
Athina sanki Zeus’un tek başına yarattığı bir varlıkmış gibi
ortaya çıkıyor. Özünde, Athina, Zeus’un değil Metis’in
kızıdır. Zeus, Athina’ya özel bir değer atfeder çünkü onu
kendi beyninden bir parça olarak görür. Truvalılar konusunda
tenakuza düşmelerine rağmen Zeus, Athina’ya her zaman egemen olmuş
ve düşüncelerini ona kabul ettirmiştir. Athina, Truva’ya karşı
Yunanlar’ın tarafında yer alıp onlara yardım ederken Zeus hep
denge unsuru olmuş ve taraflardan herhangi birinin yanında açıkça
yer almaktan kaçınmıştır. Athina, Zeus’u şöyle eleştirir:
"Babamın
kalbi mantığıyla çelişiyor. Benim nefesimi (çabalarımı) zalimce
geri çeviriyor. Evristis’in kendisine empoze ettiği işlerden
bunalan oğlu Herakles’i kaç kere kurtardığımı hatırlamıyor. Gün
gelecek, yeşil gözlü sevgili kızını yeniden yanına çağıracak"
Ancak Zeus, bu serzenişleri
bir itâatsizlik olarak algılar ve öfkelenir. Yıldırım’la Athina’ya
saldırır ve onu yaralar. Athina’nın yaralarının iyileşmesi 10
yıl sürer. Zeus uyarır: “Yeşil
gözlü kız, babasıyla çatışmanın ona neye mâl olacağını öğrenecek!".
Hiyerarşik işleyiş
acımasızdır. En sevdiklerine bile yeri geldiğinde en acımasız
tavrı göstermek gerekir. Zeus da bunu iyi bilendir ve duygusallığa
şans tanımaz.
Athina, aynı
Zeus gibi İra (Hera) ile sürekli çelişki içindedir. Zeus’un İra
ile olan bütün kavgalarında Zeus’un yanında yeralır. Olympos
hiyerarşisinde önemli bir yere sahiptir ve karar gücü vardır. Hattâ
zaman zaman Zeus adına hareket etme yetkisini kendinde bulur. Ancak,
kendi haddini bilir yeri geldiğinde susar. İra öyle değildir. Zeus’a
boyun eğmez ve kendi doğrularını dayatmaktan geri kalmaz. Ağzına
gem vurmaz, konuşur, direnir, korkusuzca mücadele eder. Zeus tarafından
defalarca tehditlere ve saldırılara maruz kalmasına rağmen ayakta
kalmayı başarır. İra, Yunan mitolojisinde direniş kültürünün en
önemli figürüdür.
Athina’nın
en büyük düşmanı ise savaş ilâhı Aris
(Ares)tir. Her ikisi de savaşçı
bir kimlik taşımalarına ve hiçbir çatışmadan çekinmemelerine rağmen
çok farklı iki karakter olarak ortaya çıkarlar. Bu farklılığın
en temel unsuru düşmana karşı tutumdur. Aris çok sert ve
tavizsizdir. Rakiplerine şiddetin en ileri biçimiyle yönelir. Âdeta
savaş ve çatışmaya susamış bir kimlik sergiler. Athina ise daha
dikkatli, daha az şiddet yanlısıdır. Savaşlarında taktik
incelikleri öne çıkarır. Direkt hedefe vurmayı ve en az zarar
vermeyi ister. Kentlerin, köylerin tamamen harap edilmesine karşıdır.
Bu nedenle Athina ve Aris sık sık çelişkiye düşerler ve Olympos
toplantılarında birbirlerine muhalif bir tablo sergilerler. Zeus da
Aris’in düşmanıdır.
Athina, bu yönüyle mükemmel işleyen
bir mantık sahibi olarak öne çıkarılır. Bu, onun “dişil” yüzüdür.
Bu nedenle Aris’e göre estetik bir konumdadır. Afrodit,
kahraman Diomed’in ok darbesiyle yaralandığında
ciddi bir biçimde duygusallaşır ve Athina’dan yardım ister Diomed’in
okunu yönlendiren Athina son ânda Afrodit’e yardıma koşar.
Bir gün Athina ormanda bulduğu
bir flütü çalmaya başlar. Romantik bir melodi seslendirir. O sırada
oradan geçmekte olan Afrodit ve İra onunla dalga geçmeye başlarlar.
Bunun nedeni melodinin kötü olması ya da Athina’nın
başarısızlığı değil, çıkan seslerin Athina’nın cildini gözle
görülür bir biçimde deforme etmesi ve onu yaşlandırmasıdır.
Burada, Athina’nın dişiliğinin bir diğer yanı dışa vurur. Hiçbir
dişinin kendisiyle-ne sebeple olursa olsun-
alay edemeyeceğini düşünen
Athina, flütü yere fırlatır ve onu yerden alacak varlığa lânet
eder. Şanssız satir (pan) Marsyas
onu yerden alma hatasına düşer
ve başına gelmedik şey kalmaz. En nihâyetinde Apollon’un
liriyle karşı karşıya
gelir. Lir ve flüt yarışırlar ve flüt kaybeder. Apollon, Marsias’ı
bir çam ağacına bağlar ve derisini yüzer.
Athina aynı
zamanda çok kibirli bir ilâhedir. Bir keresinde bu kibirine güvenerek
ve Olympos yönetiminin desteğini talep etmeksizin Ajax’a
saldırır ve onu
öldürür. Bu davranış, Athina’nın Atridler
arasındaki prestijini
sarsar.
Athina’nın
doğumu olağanüstü bir heyecana neden olur. Örneğin, bu olayı
kutlamak için tapınaklara hücum eden Rhodoslular,
ellerine meşâle almayı
unuturlar. Bu nedenle, daha sonraki dönemlerde bu bir gelenek hâline
gelir ve törenler ve âyinler ateşsiz (meşâlesiz) düzenlenir. Zeus,
bu eksikliği telâfi etmek için Rhodos’un üzerine “altından
yağmur” yağdırır ve her yer pırıldamaya başlar. Athina’nın
doğumu, Atina Akropolü’ndeki Parthenon
(Bâkireler) tapınağının
alınlığında da görkemli kabartmalarla temsil edilir.
Athina aynı
zamanda kadın el işlerinin, oyanın, nakkaşşlığın, örgücülüğün
ve dokumacılığın da temsilcisidir ve bu misyonundan dolayı da, Ergani
ismiyle anılır.
Kadınlara, dokumacılığın en ince sırlarını ve en güzel süsleme
tekniklerini öğretir. Kendi elbisesini de bizzat kendisinin dokuyup
diktiğine inanılır. İlk kadın olarak yaratıldığına inanılan Pandora’ya
da dikiş sanatını Athina
öğretmiştir. Pandora, kendisi için dillere destan beyaz bir elbise
diker. Athina da, onun alın kısmını örten bir tülü bu elbiseye
ekler. Panathinaikos
(Bütün Atina) törenlerinde, en güzel elbiseyi diken genç kızlara
ödüller verilir ve bu genç kızlar Athina’ya adaklar adarlardı. En
güzel elbise ise, Parthenon tapınağında sergilenirdi.
Ne yazık
ki, tanrılar ya da tanrıçalarla yarışmaya kalkan ölümlülerin başına
çok olumsuz şeyler de gelmekte ve sınıf farkı ve kast sistemi sürekli
korunmakta, bu düzene boyun eğmeyenler en şiddetli biçimde cezalandırılmakta,
onurları kırılmakta, kişiliksizleştirilmektedirler. Bu duruma iyi
bir örnek olarak Arakhni
verilebilir. Ustalar ustası
olarak kabul edilen dokumacı Lydialı Arakhni, Athina’yla yarışmaya
kalkışır. Yarışmada, Athina gergefe Olympos Pantheonu’nu
işlerken Arakhni Olympos ilah-ilahelerinin aşk ilişkilerini tasvir
eder. Athina, Arakhni’nin eserinde hata bulamaz ve kıskançlıktan
kendini kaybeder ve gergefi parçalar. Sonuç ürkütücüdür. Athina,
Arakhni’yi bir örümceğe dönüştürür ve onu ömür boyu sadece
ve sadece dokumaya makhûm eder. Dokuduğu tüller kendi üzerine
gönderilen bir rüzgârın etkisiyle sürekli yırtılmakta ve
yokolmakta, Arakhni aynı şeyi yapmak zorunda kalmaktadır. Arakhni
ömrünü böyle tamamlar. Batı dillerine de olduğu gibi geçen
Arakhni kelimesi Yunanca, örümcek anlamına gelir.
Athina birgün İfaistos’a
(Îfestos-Hephaistos) aşk
ilhamı verir. İfaistos, Athina’yı takip eder ve sonunda onu
yakalar. İfaistos’un dölü toprağa düşer ve orada gelişir. Ana
tanrıça Yeryüzü (Gaia) bu çocuğu bağrında büyütür. Erihtonios
adı verilen çocuk bir
hilkât garibesidir. Yarı insan yarı yılan biçimindedir. Athina bu
çocuğu sahiplenir ve Atina kralı Sekrops’un
üç kızına emânet eder.
Athina, bu varlığın ortaya çıkışının sebebini kendi irâdî
zaafında bulur ve o nedenle bir garibe olarak ortaya çıktığını düşünür.
Çünkü Athina, aslında bâkiredir ve hep böyle kalmak istemektedir
ancak düşüncedeki bu zaaf somut bir olguya dönüşür. Aslında,
Athina ile İfaistos arasında bir ilişki olup olmadığı net
değildir zira İfaistos’un çocuğunu Athina değil Gaia doğurur ama
bu ilhamı veren Athina olduğu için esas sorumlu odur ve bu nedenle
bekâretini kaybettiği inancı çok yaygındır. Athina, işlediği
hatanın kısmî de olsa telâfisi için çocuğu öldürmek yerine
korumayı tercih eder. Ancak, bu girişim çok daha kötü bir noktaya
varacaktır. Kral Sekrops’un üç kızı vardır: Aglavri,
Pandrosos ve Hersi. Athina,
Erihtonios’u bir sepet içinde kızlara
teslim eder ve bu sepeti kesinlikle açmamaları konusunda kızları
tembihler. Pandrosos bu uyarıyı dikkate alır ancak diğer iki kız
“dişil” meraklarından kurtulamazlar ve sepeti açarlar. Aynı
Pandora ve dünyanın tüm diğer kadınları gibi. Erihtonios’u görürler
ve çıldırarak kendilerini Akropolis’in kayalarından aşağı
bırakırlar. Akropolis kayalıkları, kadınların intihar yeri olarak
seçtikleri en önemli alanlardan biridir. Özellikle, onur problemi yaşayan
kadınların korkusuzca kendilerini bu kayalıklardan aşağı
bıraktıkları bilinmektedir.
Athina’nın
elbisesinin Amalthi
adlı keçinin derisinden
yapıldığı da söylenir. Bu keçi aynı zamanda Zeus’u da sütüyle
beslemiştir. Başında ise Medusa
(Deniz Anası) başlığı
vardır. İnanışa göre, bu başlık kötü niyetle bakanların gözlerini
kör etmektedir. Anadolu’da Maltız
keçisi olarak adlandırılan
keçinin ismi de Amalthi’den gelmektedir.
"Gece yüzlü ilâh" tanımını
kullanabiliriz Apollon
için. Truvalılar’ın
koruyucu ilâhıdır. Zehirli oklarını Yunanlar’ın üzerine gönderir.
Patrokles de bu oklardan birine hedef olur. Aynı
Apollon, Hektor’u
koruması altına
almıştır. Yine, Paris’in
gönderdiği okun Akhylleus’un
(Aşil) topuğuna
saplanmasını ve ölmesini sağlayan da Apollon’dur.
Apollon’un Asya kökenli bir ilâh olduğuna
inanılır. Yani orijinal Olympos ilâhı olup olmadığı tam olarak
bilinmez. Âdeta bir “muhacir ilâh”tır. Hititler’in
(Etiler), Apulunas adını
verdikleri bir ilâh vardır ve bu ilâh, “kapıların koruyucusu”dur.
İlginçtir, Apollon da kendisine atfedilen “Άγυιεύς"
(Áyiievs) ismiyle, şehrin
kapılarını korumaktaydı.
Zehirli oklar gönderen Apollon aynı
zamanda yarattığı hastalıkların şifasını da yaratıyor ve
gerektiğinde hastalananları tedavi ediyordu. Bir diğer görüşe göre,
tedaviden kastedilen şey âyin ve danstı. Kişi, bu danslar ve
şarkılı âyinler sâyesinde transa geçiyor ve bir arınma yaşayarak
hastalığından kurtuluyordu. Apollon, lyr’ini, güzel sanatlar
perilerinin (Musalar)
şarkılarıyla
donatmıştı. Bu yönüyle Apollon bir müzikoterapi uyguluyordu.
Böylece, Apollon, hastalıklar, tedaviler ve güzel sanatlar tanrısı
olarak ortaya çıkmaktadır. Tabiî ki, sadece bu kadar değil. O,
aynı zamanda kehânetlerin ve Delfliler’in
de ilâhı olarak kabul
edilir ve onun esas gizemli yanı bu özelliğinde saklıdır.
Biraz daha geniş
bakılırsa, Apollon için “ilham tanrısı” da denebilir zira eski
Yunan’da, kehânetler genelde rüyalar yoluyla ilham ediliyordu.
Önemli olan da bu rüyâların tabir edilmesiydi. Delfliler’i meşhur
eden de rüyâ tabiri konusundaki üstün başarılarıydı. Bir diğer
inanış ise, ilhamların kuşlar tarafından taşınmasıydı. Apollon,
bütün ilhâmları en üst düzeyde gerçekleştiren ilâhtı. Örneğin,
Kalhas’a
üstün sanat gücünü ilhâm eden o’ydu. Küçük Asya halklarının
da ilhâm kaynağı Apollon’du ve o’nu böyle kutsarlardı. En meşhur
kehânet merkezlerinden biri, Didimos’tur
(Didim-Íkizler). Vranhidler ailesi, Didimos’ta kaderleri
belirleyen aile olarak bilinmektedir. Daha sonraları
bu ailenin nâmı Delfliler’e
geçer. Eski Yunan’ın en
kutsal alanı da Delfi’dir.
Apollon, Asya kökenli bir ilâh olmasına
rağmen, Peloponisos bölgesi onu onurlandırır. Dorlar
onu bir Yunan ilâhı
olarak kutsarlar, Spartalılar’ın
en büyük iki bayramı onun onurunadır: Υάκινθος
(Yâkinthos: Sümbül) ve Karniler bayramları.
Bu bölgede (Peloponisos, Moria / Mora), Apollon bitkilerin ve
çiçeklerin koruyucusu olarak kutsanıyordu. Aynı bölgede, daha
sonraları sürülerin de koruyucusu olarak kutsanmaya başlar.
Apollon, Letô’nun oğlu
olarak kabul edilir. Letô, “prehelenik"
(Yunan mitolojisi öncesi / Olympos öncesi) bir ilâhedir. Zeus, ona aşık
olur. Bu durum, İra (Hera) nın gazabına yol açar ve İra, Letô’yu
kovalamaya başlar. Kaçacak yer bulamayan Letô’yu hiçbir güç odağı
kabul etmez, çekinir. İra, Letô’yu kabul etmemeleri konusunda her
tarafı tehdit eder. En nihâyetinde Dilos
(Delos: eski Yunan’da hazinelerin muhafaza edildiği
adanın ismi) Letô’ya acır ve onu kabul eder. Dilos bir peridir.
Zeus, bu periye de sarkıntılık etmiş ancak cevap alamamıştır bu
nedenle İra nezdinde bir ayrıcalığı vardır.
Letô, Apollon’u Delos (Dilos) adasında
doğuracaktır. Doğumlardan sorumlu ilâhe İlithi
(Eilithiya) Dilos’a gelir. Apollon’un doğumunu
gerçekleştirir. Apollon, elinde lyr’i ve okuyla birlikte
doğmuştur. Dilos, altınlarla donatılır ve yemyeşil kılınır.
Bunun sebebi, bir ilâhın adada doğması ve orayı
şereflendirmesidir. Letô, Dilos’u, Apollon’un mâlikanesini ve
sunağını bu adada kuracağı konusunda iknâ eder. Dilos, Apollon’un
kalesi hâline gelir.
Apollon’un zaafı
ise aşırı öfkesi ve etrafındakiler zarar vermesidir. Şiddet ve
ölçü tanımamaları ona ve kızkardeşi Artemis’e
çok iyi uymaktadır.
Öfkesine bir türlü gem vuramamakta ve hemen şiddete yönelmektedir.
Bu yönüyle, Aris’e ve Athina’ya benzemektedir. Kendisine ikiden
fazla çocuk yapması yasaklanan Niovi
(Niobe) nin oğullarını
Apollon, kızlarını ise Artemis katleder. Aynı “düşüncesiz
şiddet”, Kykloplar’a
(Tepegözler) karşı da
uygulanacaktır. Tababet’in ilâhı Asklepios (Eskülap) Apollon’un
oğludur. Bir defasında bir ölüyü diriltir. Zeus bu duruma çok
öfkelenir. Zeus’a göre “evrensel nizam”a karşı bir tavırdır
bu. Asklepios, sisteme bilinçsizce müdahale etmiştir. İdeoloji’yi
sarsacak türden bir olay olarak kabul eder bu davranışı ve Asklepios’u
ve “diriltme kurumu"nu
ortadan kaldırır.
Apollon, intikam almak ister. Fakat zehirli oklarını babası Zeus’a
yöneltmeye cesâret edemediğinden, Zeus’un silahı “yıldırım”ın
imâlinde büyük rol oynayan Kykloplar’a çevirir öfkesini. Bu
saçmadır zira Kikloplar düzenin emrinde çalışan araçlardır, kölelerdir.
Onlar, Zeus’un eylemlerinden sorumlu tutulamazlar ve hiçbir stratejik
değerleri de yoktur. Bu eylemi üzerine Zeus, Apollon’u sürgünle
cezalandırır. Onu, Thesalia (Teselya)
bölgesindeki Feres kentinin kralı
Admete’nin
yanına, sürüleri korumak
üzere gönderir. Apollon, kaderin saygıdeğer sorumluları olan
Parklar’a gider ve onlara kutsal şarap
sunar ve Parklar normalde reddetmeleri gereken bu şarabı içerler.
Sarhoşluğun verdiği etkiyle, kaderlerin idâresinde bir karmaşa
doğar. Ölüm tehdidi altında bulunan Feres kralı Admete’ye
ölmemesi için bir hak tanınır fakat kendi yerine ölmeyi kabul
edecek birini bulmak zorundadır. Bu görevi karısı Alsest
üstlenir. Ancak, kahraman Herakles (Herkül) de, Alsest’i
ölümden kurtaracaktır.
Apollon, bir türlü emirlere ve hiyerarşik yaşama ayak
uyduramamaktadır.
Apollon’un, aşktan
yana şansı yoktur. Güzel Dafni’nin peşine düşer ama Dafni,
ondan kurtulmak için Defne ağacına
dönüşür. (Defne kelimesi de bu mitolojik varlığın isminden mülhemdir).
Oğlu Asklepios’un da annesi olan Koronis’e
ilgi duyar. Ama Koronis de onu yanıltır.
Kendisini terkeden Kassandra’dan
da intikamını alır. Genç
İakinthos’u sever ama onu da
öldürür. Marpessa’yı
sever ama kendisi de bir ölümlü olan Marpessa, bir ilâh yerine bir
ölümlüyü tercih eder. Zeus, Marpessa’ya bunun nedenini sorar zira
kendisi bir ilâh tarafından sevilmektedir. Böyle bir taltif çok az
sayıda ölümlüye nasip olmaktadır ve Marpessa bunu geri çevirir.
Marpessa, Zeus’a, kendisinin şu anda genç bir kız olduğunu ancak
gençliğin ve güzelliğin ölümlüler açısından daim bir durum
olmadığını ve belli bir süre sonra yaşlanacağını buna karşın
ilâhların sürekli tazeliğini koruduğunu, ölümsüz olduklarını
ve Apollon’un bir süre sonra daha genç bir kadın arayışına
gireceğini ve kendisini terkedeceğini belirtir ve bir ilâh yerine bir
ölümlüyle beraber olmayı tercih ettiğini söyler.
Apollon, önemli kehânetlerden önce büyük bir yılan
öldürülmesi gerektiği biçimindeki inanışın gereği olarak kendi
sunağı üzerine çöreklenmiş olan Python
(Πυθονας-Pithonas)
adlı bir yılanı
öldürür ve bu eyleminden dolayı arınmak üzere Teselya’ya geri
döner. [Piton yılanının ismi de buradan mülhemdir].
Apollon’un en önemli farklılıklarından
biri de ölümötesi ile ilgili bir kimliğe sahip olmasıdır.
İnsanoğlu’nun en mühim sorunsallarından biri olan ölümötesi yaşam
konusunda Apollon’a atfedilen birçok değer vardır. Apollon
kendisini, âdeta bir gözyaşı vadisinde, bir ağırlaştırılmış sürgünde
hisseder ve bazı açmazlarını çözümleyemediğini düşünür.
Dünya, varlığın orijini ya da sonu değildir ve ruhî sefâlet
insanlığın kesin payı ya da kaderi olmamalıdır. Mutlak adáletin,
ahengin ve güzelliğin hükmettiği
başka dünyalar, başka evrenler, başka gökler olmalıdır.
Kuşkusuz
bu kendiliğinden gelişen bir durum değildir. İlâhlar ilâhı Zeus’un
bakışlarını sık sık kuzey yönüne çevirdiği ve uzun uzun dalıp
gittiğinden bahsedilir. İnanışa göre, Aviler
[Ave kelimesi Latince ‘Selam’ anlamına
gelmektedir] adı verilen çok mutlu ve aralarında mutlak adâletin
hüküm sürdüğü bir topluluk vardır ve bunlar kuzeyde bir yerde
yaşamaktadırlar. Burada, meyvalar ve sebzeler kendiliğinden yetişir
ve onların yetişmesini sağlayan cazibe ve aşktır.
[Materyalist-Sosyalist felsefede belirleyici olan altyapı ‘üretim
ilişkileri’dir. Oysa ‘Műlk Allah’ındır’ esas ilkesi
gereğince, űretim ilişkilerinden ve dahi űretimden çok daha
őnceleri hayvanat ve nebatat mevcuttu ve ortada űretim diye
bir antite (varlık-hakikat) mevcut değildi. ĺnsanlı
dőnemlerin bűyűk bir bőlűműnde de
űretimden bahsedilemez, herşey mahlũktur ve insanoğlunun
emrine sunulmuştur. Felsefĭ mânâda űretim aslında insanın
nefsânĭ ihtiyaç ve azgınlığının bir sonucudur ve
artı-değer denen menfaat hırsıyla őzdeştir. Bu bakımdan
aslında űretim ilişkileri temel altyapıyı oluşturmaz, onu
őyle yapan ideolojik bakış açısıdır, bu bağlamda űretim
şirk-i hafĭ (Gizli şirk) içerir. Aviler ve
Kutsal Kuzey sembollerine bu zaviyeden bakmakta fayda var].
Bu yaklaşım,
İncil ve Tevrat’ta da yer alır. Hz. Adem ve Hz. Havva’nın
yaşadığı cennet aslında yeryüzündedir ve dünyanın merkezine tekâbül
eder. Bu toprakların girişinde, ellerinde ateş olan (ya da ateşten
elleri olan) iki melek bekler. Bu topraklarda, ızdırap mevcut
değildir ve sonsuz bir huzur vardır. Yine Tibetliler
için Shamballa ve Hindular için de Uttara
Kuru adı verilen
topraklar azaptan ve sıkıntıdan arınmış kutsal topraklardır.
Buralarda yalnızca mutluluk ve adâlet hüküm sürmektedir.
Apollon da bu tür toprakların
varlığına göndermeler yapar ve böyle bir arayışa girer. Fakat ona
göre, bu topraklar Aviler’in
yaşadığı topraklar
değildir yani Zeus’tan farklı düşünür. Bu ülkeye
Hipervore (Yüksek Kuzey) ülkesi adı
verilir.
Büyük lirik şair
Alse’ye göre,
Zeus, Apollon’u, Yunanlar arasında
adâleti tesis etmekle görevlendirir. Bunun üzerine Apollon, ilk
olarak Hipervore ülkesine gider ve orada bir yıl kadar kalır. Daha
sonra kuğuların çektiği aracına binerek Delfi’ye gelir ve
Hipervore ülkesinde öğrendiği kanunları ve ilkeleri burada hayata
geçirmeye başlar. Apollon, Hipervore ülkesinden öylesine etkilenir
ki, yılın 3 ayını (kış) sürekli orada geçirmeye başlar.
Ölümlüler’in bu ülkeye ulaşması mümkün değildir.
Oraya ne karadan ne de denizden ulaşmak
mümkündür. Hipervore halkının bayramlarını bazı ilâhlar ve
güzel sanatlar perileri sürekli ziyâret ederler. Burada kullanılan
enstrümanlar flüt ve lyr’dir. Genelde altından Defne ağaçlarıyla
donanmıştır ülkenin heryeri. Bu kutsal soya, ne yaşlılık ne
hastalık uğrar. Savaşlardan ve acılardan çok çok uzaktadırlar. Adâletsizliklere,
haksızlıklara müdahale eden Nemesis
de buralara uğramaz.
Kayıp
cennet nostaljisi olarak insanlığın kollektif bilinçaltına
yerleşen bu duygu aslında bir yönüyle insanın suçluluğunu da gösterir.
Bu kutsal ve arınmış yerden kendini koparıp acılara savuran da
insanın tâ kendisidir. Günahkâr insan, ait olduğu cennete dönüşün
yollarını sürekli aramakta ve bunun özlemini çekmektedir. Bu duygu
silinemez, ortadan kaldırılamaz.
Hipervore ülkesi çok uzaklarda yer alır.
Sıradan insanlar bu ülkeye kabul edilmezler. Sadece ilâhlar ve
kahramanlar buraya ulaşabilirler. Zamanla, bu efsâne Apollon’un doğum
yeri olan Dilos adasında yerleşir. Hipervore halkının özellikleri
betimlenir yavaş yavaş. İlginç olan burada (Hipervore’de)
yönetici konumda olanların Bâkireler
olmasıdır. Bunların en
eskileri, Opis
ve Arji adı
verilen bâkirelerdir. İddiaya göre, bunlar Letô’nun Apollon’u doğurması
sırasında Dilos’u şereflendirmişler ve Letô’yu kutsamışlardır.
Yine aynı varlıklar Dilos’un bayramlarına da katılırlar. Bu iki bâkire
hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bunların dışında iki bâkireden daha
sözedilir: Hiperose
ve Laodiki. Bu iki bâkirenin yanısıra
5 tane de erkek, Hipervore halkının hediyelerini Dilos’a getirirler.
Gelen hediyeler buğday ve buğday türevleridir. Daha sonra bu
bâkirelerin Hipervore’ye dönmediği ve Dilos’ta kaldıkları söylenir.
Bu iki bâkirenin mezarlarının da Dilos’ta olduğu ve Dilos halkı
tarafından kutsal kabul edildiği de bilinmektedir.
Bu figürler, Apollon ideali ya da Apollon öğretisi
olarak da tanımlanabilir. Benzer bir külte Sparta bölgesinde de
rastlanmaktadır. Burada, Amiklis
tahtı adı da verilen küçük
bir tapınak ve Yakinthos
adlı bir genç adamın
mezarı vardır ve bu adamın bâkir olduğu söylenmektedir. Bu genç
adam Apollon tarafından bir disk darbesiyle öldürülmüştür. Genç
adamın kanından, kendi adıyla anılan çiçek neşet eder: İakinthos
yani Sümbül. Bu kişiliğin,
Hipervore ülkesiyle ilişkisi olduğuna inanılmaktadır.
Apollon nihâyet Sirina (Siren) ile
evlenecek, ondan Aristea adlı
bir çocukları olacak ve Aristea sürülerin koruyucusu görevini
üstlenecektir.
Bazı
esoteristler (gizemciler), Adolf Hitler’in
esas hedefinin Hz. İsa’yı
ihyâ etmek olduğunu, Kuzeyli Mesih olabileceğine inandığı /
inandırıldığı için öyle bir idealin peşinden koştuğunu ve
Yahudiler’den Hz. İsa’nın intikamını almak istediğini söylerler.
Bu yönüyle Kuzeyli İsa (ya da Beyaz İsa) kültü, 1000 yıllık
varlığını sürdürmüştür. Dikkat edilirse olay Knights
Templar (Tapınak
Şövalyeleri) efsânesine kadar inmektedir. Olayın sürekli kuzeyde
merkezîleştirilmek istenmesinin altında ise Ortadoğu’nun ve
esmerin (siyahın) alternatifi olma içgüdüsü yatmaktadır. Öte yandan,
Hitler’in alâmet-i fârika olarak "gamalı
haç"ı
(Svastika) kullanması da ilgi çekicidir. Svastika
aslında Hint kültüne ait
bir semboldür ve Hint tapınaklarını kapısına konur. Burada amaç
Şeytan’ın tapınağa girmesine engel olmaktır. Yani, şeytan kovucu
bir rolü vardır. Kuzey’in, yükselme girişiminde güneyli bir
sembole başvurması aslında bir kompleksin hâlâ aşılamadığını
göstermektedir. İhtimâldir ki, Hitler, Apollon kültünü çok iyi
incelemiş ve ondan etkilenmiştir.
Artemis, Apollon’un kızkardeşidir
ve Olympos konseyinde yeralan ilâhelerden biridir. Bir yandan avcılığı
temsil ederken diğer yandan tüm yabanıl hayvanların koruyucusu
konumundadır. Ποτνία
Θερον (potnia theron)
yani yabanıl hayvanların
öğretmeni olarak, Minoa kültünde yerini almış ve kutsanmıştır.
Oryantal bir kökeni olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Pers
(İran) kökenli olduğu yolunda bazı iddialar vardır. O da, Apollon
gibi birbirine zıt karakteristik özellikler taşımaktadır. Öksüz
çocuklar, Olimpos ilâhelerinin koruması altındadırlar. Afrodit
onlara “annelik” yaparken Hera, güzellik ve zekâlarını verir,
Athina, el sanatlarını, dokumacılığı ve örgüyü öğretir,
Artemis ise “dış görünüş”ü (μέκος-mékos)
verir. Artemis dış görünüşüyle
de öne çıkan bir ilâhedir.
Ünlü avcı
Skamandrios’a
av sanatını öğreten
Artemis’tir. O’na, “tatlı ölüm” de denebilir zirâ güzel ve
koruyucu olmasına rağmen çok da acımasızdır. Artemis’in
avlandığı zamanlarda, ormanlar ve dağlar boşalır, kimse ortaya çıkmaz.
Ortalık toz dumandır. Haykırışlar, feryatlar birbirine karışır.
Av sırasında, periler de (nimfiler) Artemis’e eşlik ederler. Onun
av eylemini uzaklardan tâkip edenler ona “κελαδεινή"
(keladinî: gürleyiş)
adını yakıştırmışlardır.
Artemis, aynı
zamanda yabanıl tabiatın da koruyusu ve kollayıcısıdır. İnsanın
emri altına girmeyen, bakir doğayı temsil eder. Hippolit’in “Evripides"
trajedisinde, Artemis’e bir taç hediye edilir. Bu taç, el değmemiş
çayırların bitkilerinden yapılmıştır. Orada hiçbir çoban
sürüsünü otlatmamış, hiçbir avcı bulunmamıştır. Sadece ve
sadece ilkbahar arıları bu çayırlarda dolaşmışlardır.
Artemis’in öfkesi de çok şiddetlidir.
Akteon adlı
bir avcı, kendisinin Artemis’ten daha iyi bir avcı olduğunu ve onu
altedebileceğini iddia ederek ortaya çıkar. Artemis, onu bir geyiğe
dönüştürür ve köpeklerine parçalatır. Bir başka iddiaya göre,
Artemis Akteon’a gönül vermiştir fakat Akteon, Artemis’iç aşkına
cevap vermez ve böyle bir âkibetle karşılaşır. Opion
adlı bir diğer avcı da
Arttemis’in oklarına hedef olur. Artemis’in etrafında bulunan
perilerden biri olan Mera (Μαιρα)
da Artemis tarafından
öldürülür. Bunun altında yatan sebep ise, Mera’nın Zeus’la
birlikte olması ve o’ndan, Lokros
adında bir çocuğu
olmasıdır. Lokros, adını daha sonraları Lokrida’ya
verecektir. Yine Zeus’la beraber olan bir diğer
peri de Kallistô’dur. Kallistô
da, Arkas’ı
dünyaya getirir [Yunanca’da ‘Ayı’ anlamına gelen ‘Arkuda’
kelimesi buradan műlhemdir. Yine, Batı dillerinde kullanılan ve
kutub bőlgelerini kasteden ‘Arktik’ ve ‘Anti-Arktik=Antarktik’
kavramları da buradan gelir. Bunun sebebi ise Büyük Ayı (Megas
Arkuda) ve Küçük Ayı (Mikros Arkuda) yıldızlarıdır. Zooloji
bilimindeki karşılığı ‘Ursus Arctus’ (Kutub Ayısı) ismi de
buradan gelir]. Arkas da, adını Arkadya
bölgesine verir. Arkadya, Peloponisos yarımadası
içinde yeralan bir bölgedir ve çobanlarıyla ünlüdür. Buradan,
Artemis’in muhtemelen Peloponisos kökenli olduğunu anlıyoruz. Aynı
Hera (İra) gibi o da savaşçı ve disiplinli bir karaktere sahiptir: Sparta
Karakteri! Artemis, Kallisto’yu önce Ayı
biçimine dönüştürür ve daha sonra da öldürür. Geçmiş
pasajlarda, Kallisto’nun Hera tarafından da kovalandığını ve ayı
kılığına girerek kurtulduğunu belirtmiştik. Muhtemelen Artemis il
Hera arasında kuvvetli bir koordinasyon vardı ve Kallisto sonunda
yakalandı ve cezalandırıldı. Bir keresinde, Agamemnon
kutsal (yasak) bölgede vahşî
bir hayvan öldürür, Artemis buna çok öfkelenir ve İfigenya’nın
kendisine adak olarak sunulmasını ister.
Afrodit’le arası
çok kötüdür. Birbirlerinden nefret ederler. Ortak sevgilileri olduğunda
ortalık kan gölüne döner. Örneğin Afrodit’in sevgilisi Adonis’i,
bir yaban domuzu kılığına
girerek ağır biçimde yaralar.
Kalidonia bölgesinde
bulunan Lafria’da Artemis şenlikleri
düzenlenmekteydi, daha sonraları bu merkez Patra
şehrine geçmiştir.
Patra, Peloponisos yarımadasında yeralmaktadır. Bu şenlikler âdeta
bir katliama dönüşmekte, kuzular, yaban domuzu yavruları (mozaklar),
yavru kuşlar, ayı yavruları, kurt yavruları diri diri ateşe
atılıp yakılarak Artemis’e adanıyorlardı. Bir diğer ilginç
nokta, Artemis’e ait şenliklerin veya Artemis sunaklarının güneşin
ulaşamadığı, rutubetten zengin ve loş yerlerde icra ve inşa
edilmesidir. Artemis sunaklarının yakınında bataklıklar,
sazlıklar, küçük su birikintileri bulunmaktaydı.
Artemis sunaklarına
getirilen hediyeler (ya da eşyalar) arasında en dikkat çekici olanları
ölmüş veya mutlu / rahat bir doğum yapmış kadınların
elbiseleridir. Bu ikisi arasında ne tür bir ilişkinin olduğu tam
olarak saptanabilmiş değildir.
Artemis’le Ay arasında
da sıkı bir ilişki kurulmuştur. Benzer bir ilişki Appollon ile Güneş
arasında da kurulmuştur. Belki de, Artemis-Ay-Kadın üçlemesi
üzerinde durmak gerekmektedir.
Efes Artemis’i ile Elen Artemis’i arasında
da epeyce fark vardır. Giritliler ise Artemis’i, “Vritomartis"
adı altında
kutsuyorlardı. Fakat, Vritomartis, Minos’un
tâkibinden kurtulmak üzere Girit kayalıklarından
kendini denize atan genç bir kız olarak bilinmektedir. Daha sonra,
cesedi balıkçıların ağlarına takılmış olarak bulunduğundan “Diktina"
adıyla da anılmıştır. Egina’da
ise "Afea" (Αφαια)
adı altında
kutsanmıştır.
Paris’in yakışıklılığı
dillere destandır. Hem Afrodit hem de Artemis ona aşıktırlar. Bir gün,
Paris’le buluşurlar ve ona bir elma vererek, bu elmayı ikisinden
birine vermesini isterler. Paris, buna yanaşmaz ancak her iki ilâhe de
onu ölümle tehdit ederler. Bunun üzerine Paris, elmayı Afrodit’e
verir: Milo Venüs’ü!
ya da Elmalı
Afrodit heykeli bundan mülhemdir. (Μήλο:
Milo Yunanca Elma anlamına
gelir).
Hermes (Έρμής-Ermîs),
hem isminin anlamlarıyla
hem de kökeniyle en bilinemez Olimpos ilâhlarından biridir. Bir
iddiaya göre, Hermes, yolculara yol gösteren “taş
birikintileri / öbekleri" anlamına
gelmektedirler. Bu yönüyle Hermes, “yol gösteren, rehber” ilâh
konumundadır. Bu nedenle kimi yazarlar onu “Çigan
ilâh" (Çingene ilâh) diyerek aşağılarlar,
Olimpos’a yakıştırmazlar. Bu “göçer” ilâhın evi, sarayı, mâlikânesi,
konağı vs. gibi hiçbir şeyi yoktur. Yollarda dolaşır, yolculara
rehberlik eder. O yüzden, “yerleşikler”in düşmanı olarak
bilinir. Daha da ileri gidilerek, onun hırsızların, yolsuzların,
başıboşların, evsiz-barksızların ilâhı olduğu vurgulanır,
ötesi, insanlara yalan söylemeyi öğreten de Hermes’tir. Ona göre,
yalan söylemek bir gerekliliktir. “Görülmemiştir, alınmamıştır”
özdeyişinin Hermes’e bağlandığı söylenir. Bu yönüyle, bir
tür “Omerta” (Mafia’nın sessizlik yasası) icatçısıdır.
Bütün bu yönleriyle Hermes’e, "asalak /
parazit-tanrı"
adı da verilmiştir. Onu,
Olimpos ilâhlarının sırtından geçinen bir ilâh olarak
gösterenler çoktur.
Ancak, öte yandan Atina Akropolisi’nde bulunan ve
buradaki en eski heykel olarak kabul edilen (tahtadan yontulmuştur
ve gökten indiğine inanılır) “Ksoanon"
heykelinin Hermes’i temsil ettiği
de iddia edilmiştir. Bu yönüyle bakıldığında, Hermes, Yunan
mitolojisinin en kadim ilâhı konumuna yerleşmektedir.
Aristofanes’e göre, Hermes’in annesi Maia
(Μαïα),
mutlu Olimpos ilâhlarının
/ ilâhelerinin yanından uzaklaşmış, “gölgelere"
sığınmıştır!
Kimilerine göre bu gölgeler, kurnazlığın gölgeleridir. Arkadyalı
bir peri olan Maia, Zeus tarafından sevilmiştir. Zeus, onu, “ölümsüz
ilâhların ve ölümlü
insanların arasında en çok…"
sevdiğini ifâde eder.
Hermes için, "izleri en iyi silen / iz bırakmayan",
"dâhiyâne yöntemlerle görgü tanıklarını
bertaraf eden", "zihinleri
bulandırma
yeteneğinde olan", "hakikati
örten" tanımları
yapılmıştır. Bir keresinde, Apollon’un sorumlu olduğu sığır sürüsünde
eksik çıkar. Apollon bunu araştırır ancak bir türlü sığırları
bulamaz. Bu sığırları Hermes’in çaldığına / çaldırdığına
inanılır.
Bir diğer
iddiaya göre, dünyanın ve evrenin en zengin varlığıdır Hermes,
onun hazinelerini saymaya ömür yetmez. Bu nedenle, Hermes, hırsızlıklar
ve yolsuzluklar sembolü değil ve fakat “yaratıcı zekâ”nın timsâlidir.
O, “ateşten odun üretir!”. Ünlü müzik enstrümanı Lyra’yı
onun icat ettiği söylenir. Oysa, Apollon da lyra’ya sahip çıkmaktadır.
Hermes, lyr’i çok yüksek bir bedel karşılığında Apollon’a
satar. Bu yönüyle çok yetenekli bir tüccardır. Apollon’un amacı,
sığırlarını bulmak daha doğrusu sığırlarını Hermes’in çaldığını
ona itiraf ettirebilmektir. Bu nedenle, binbir yol dener onu düşürmek
için ama Hermes bu tuzağa düşmez ve “gümüş
yaylı" ilâhı
boşa çıkarır. İş büyür ve devreye Zeus girer, Zeus irâdesini
ortaya koyar ve mükemmel adâleti uygulamaya çalışır. Apollon’u
iknâ eder ve olay kapanır.
Pandora’ya kurnazlıkları
ve üçkâğıtları öğreten de Hermes’tir. Aslında, Pandora’nın
şahsında tüm kadınlara kurnazlıkları ve zekâ inceliklerini hattá
her türden hırsızlığı
öğreten Hermes’tir. Efialtis
(kâbus) ve Otos adlı
devler tarafından zincire vurularak hapsedilen savaş ilâhı Ares’i
(Aris), ince zekâsıyla
kurtaran da Hermes’tir. Yine, Ulyssis’in
(Odiseas) büyükbabası Aftolikos’a
(Otolikos), hırsızlık
sanatını öğreten de Hermes’tir. Priam’ın,
Akhilleus’un
(Aşil) çadırına
ulaşmasını sağlayan, bazen yollara, yolcuların alması için “hermaion”
adı verilen hediyeleri bırakan da Hermes’tir. Aynı zamanda,
ölülere de yol gösterdiği kabul edilmektedir.
Bazıları,
o olmasaydı ne trajedi, ne komedi ne de lirizm olacaktı derler. Kim bu
ilâh? Evet Dionysos’tan
sözediyoruz. Sophocleus, Pindares, Eschyle gibi birçok edebiyatçı,
şair-yazar şaheserlerini kaleme alamayacaktı. Dionysos da Hermes
gibi, Pantheon’a (ilâhlar makamına) bir türlü oturamamış,
Olympos elitinin kurallarına uyamamış eşdeyişle aykırı bir konum
işgâl etmiştir. Trakya veya Frigya kültüne ait olduğu düşünülüyor.
Şarabın, esrikliğin (ekstazi), umutların, hayallerin ve halüsinasyonları
(sanrıların) ilhamcısı ve en üst düzeydeki denetleyicisidir. İsmi
Frigce kökenli olup, “Zeus’un oğlu"
(Dion i Zos) anlamındadır.
Annesi Semele
de bir Frigyalı’dır ve
Frigler arasında toprak (yer) ilâhesidir. Zeus’la yasak aşk yaşar
ve bu ilişkiden Dionysos meydana gelir. Frigya, Traklar tarafından
işgâl edildikten sonra Dionysos, bir Yunan ilâhı olarak kutsanmaya
başlamıştır.
Titan Thetis, Dionysos’u bağrına
basmış ve onu koruması altına almıştır. Eskortu zayıf olan bir
ilâh olarak bilinir: Satirler onun en yakın çevresinde bulunurlar ve
yanından hiç ayrılmazlar. Aristofanes, “Kurbağalar"
(Vatrahi) adlı eserinin
“Dionysalexandros"
başlıklı bölümünde
onu ilâhların en düşüğü olarak sunar. Ancak, halk nezdinde
Dionysos çok daha prestijlidir. Kutsal umutların ve sanrıların ilâhı
yeri geldiğinde bütün bir şehrin ahalisini, ardından dağlara sürükleyip
orada onlara söylevler verebilmektedir. Halka genelde bir boğa
formunda göründüğü söylenir.
Dionysos düzen karşıtı
bir ilâhtır. Ölçüleri ve kuralları eleştirir, tanımaz.
Konformizmi reddeder. Bu yönüyle ideal Yunan tanrılarına benzemez. Thebes
(Teb) kralı Penthe,
Dionysos’la çatışır
ve ona savaş ilân eder. Dionysos onu “halüsinasyon"
(sanrı) silahıyla etkisiz
hâle getirir. Dionysos, Thebes şehrinin bütün kadınlarını da
kollektif bir çılgınığa maruz bırakır. Kadınların hepsi
ormanlara kaçışırlar, kral Penthe de onları izler. Esrimenin
etkisiyle Penthe’yi bir aslan olarak algılarlar. Kadınların
arasında bulunan Penthe’nin annesi Agave,
oğlunu öldürür, başını
keser ve kellesini kraliyet sarayına getirip zafer çığlıkları
atmaya başlar. Yunan Mitolojisi’nin en trajik ve aynı zamanda en
incelikli tablolarından biridir bu.
Dionysos tarafından
cezalandırılan ölümlülerden biri de Likurgos’tur. Argoslu
asil Proitos’un ve Orkhomeneli asil Minas’ın
kızları Dionysos’u kutsamayı reddederler zira bu Yunan kökenli bir
tanrı değildir. Bahâne olarak da, kadınların
görevinin evde oturmak, yün eğirmek, ev işleriyle uğraşmak
olduğunu belirtirler. Başlarına gelen şey, halüsinasyon görmek
olur. Bu sanrı krizi sırasında kendi çocuklarını öldürürler.
Zamanla, Dionysos’a adamalar ve kutsamalar artar ve
bütün coğrafyayı sarar.
Bu kutsamları tâkip eden eğlenceler sırasında alkol ve muhtemelen
keyf verici bitkilerin tüketimi yükselir. Belli bir süre sonra bu
törenler tamamen bir ritüele (âyin) dönüşür ve bu âyinlerde
maskeler kullanılmaya başlar. Bu artık ilâhî bir dans hâline gelmiştir.
Bu nedenle Dionysos, “Maskara tanrı"
(Maskelerin tanrısı) adı
da verilmiştir. Maskara kelimesi Türkçe’ye geçtikten sonra anlam
bozunmasına uğramış ve “soytarı"
anlamına bürünmüştür.
Bu âyinler ileriki süreçlerde trajedi ve komedi san’atlarının nüvesini
teşkil etmişlerdir.
Dionysos’u, sadece eğlencenin
ve esrimenin ilâhı görmek yanlıştır. O aynı zamanda ve esas
olarak “tutkular"ın
ve “duygular"ın
ilâhıdır. Acı çekmektedir ve bu acısını gidermenin yolu olarak
da, hayalleri ve kutsal umutları gündemleştirir. Dionysos’un
nezdinde gerçerkleşen bu “derin
duygulanım"
(pathetizm) aslında
kitlelerin, ezilenlerin, yoksulların, hastaların duygulanımı ve nihâyet
esrimesidir. Onun ısdırabı diğer Olympos ilâhlarının geçici
ısdırablarına pek benzemez, kalıcı ve derindir. Bu yönüyle, onu
“Derin acıların
ilâhı" olarak nitelemek yanlış
olmayacaktır. Bu nedenledir ki, realiteden kaçar ve sanrılara,
hayallere, esrimelere sığınır ve o âlemde yaşar.
Dionysos’un pathetikliği,
annesi Semele’den gelir. Zeus, bütün kadınları kandırdığı gibi
onu da, ne isterse yapacağını söyleyerek kandırır ve birlikte
olur. Olayı öğrenen Hera,
yaşlı bir rahibe
kılığında Semele’nin yanına gider ve şöyle der: “Seni
seven bu genç adam kesinlikle Zeus mudur? O senin duygularını
istismar ediyor olmasın? Bunu nereden bileceksin? Belki de o bir
ölümlüdür. Ondan bunu kanıtlamasını talep et, bir kanıt iste.
Ona, yatakta Hera’ya göründüğü kılıkta görünmesini iste.
Böylece seni aldatıp aldatmadığını anlayabilirsin".
Oysa, gerçek aşkın
kanıta ihtiyacı yoktur; bütün görkemiyle sevgilide ânîden ortaya
çıkar. Aşk, kendi başına en büyük kanıttır, kanıtların
kanıtıdır. Aslında Semele de böyle düşünür ama, kıskanç kızkardeşlerinin
tavsiyesi üzerine Psikhe
(Ruh veya nefs), Semele’ye şüpheyi
aşılar. Zeus’tan, ona bir ilâh formunda görünmesini ister. Zeus,
verdiği sözü yerine getirir ve Semele’ye ilâh formunda görünür.
Semele buna dayanamaz ve tükenir, Zeus, Semele’nin taşıdığı
bebeği kurtarır ve onu kendi kalçasında saklar. İşte o Dionysos’tur.
Yıllar sonra, Dionysos, annesi Semele’nin cehennemde bulunduğunu öğrenir,
cehenneme onu aramaya gider, bulur onunla birlikte Olympos’a geri döner.
Bu, "cehenneme iniş”
geleneği, bazı esoterik (batınî) tarikatlara da geçmiştir. Bu
geleneğin bir parçası olarak, Aşk
(Erotas) ve Ruh veya Nefs (Psikhe) sarkacı
ortaya konmuştur. Aşk’ın, Ruh’a bir alternatif olup olmadığı,
Ruh’un aşkı kıskanıp kıskanmadığı ve onu yok etmek için
harekete geçip geçmediği tartışılagelmiştir. Ruh’un genelde
Aşk’a izin vermemekten yana olduğuna inanılmıştır. Mitolojide
ise, Ruh, Aşk tarafından sevilmiştir, Aşk, sevgilisi olan Ruh’un yüzünü
aramaz, onu görmeyi talep etmez. Onun doğal hâlini merak etmez, o da
(ruh), kendini şüpheye garkeden kıskanç kızkardeşlerinin kurbanı
olmuştur. O da sevdiğini kaybetmiştir. Ancak bu noktadan itibâren,
gelenekler değişiklikler arzetmeye başlar: Dionysos, bütün içtenliğiyle
annesini kurtarmak ister, Psikhe bu anlamda, ebedî aşkına ulaşmak için
bütün çetrefilleri aşacaktır. Psikhe’nin bizzat ismi, efsâneyi
net hâle getirmektedir. Şüphelerin ve iman eksikliğinin kurbanı
olan “psikhe”miz (ruhumuz veya nefsimiz), İlâhî olanla aramızda
varolan irtibatı kaybeder. Semele mitosu da başka bir anlam
taşımamaktadır. O da kuşkularının kurbanı olmuş ve oğlu
Dionysos tarafından cehennemden kurtarılmıştır. Burada Dionysos’un
yüklendiği rol, “tutku"dur.
Bu tutku, hem bir aşkı
hem de, annesinin şahsında kendi acılarının dinmesini ifâde eder.
Buna mukâbil, Orfizm’e
özgü Dionysos Zagreus mitosunda, Dionysos’un eylemi, "Ruh’un
selâmı” olarak
algılanır. Bu mitosa göre, Dionysos, Zeus’un ayrıcalıklı çocuğudur
ve dünya imparatorluğunu ele geçirmesi istenmektedir ve onun annesi,
Semele değil Zeus’un öz kızı Persefon’dur. Persefon’un annesi
de bereket ilâhesi Demeter’dir (Dimitra). Zeus, öz kızına bir
yılan formunda yaklaşır (Persefon, cehennemlerden sorumlu ilâh olan
Hadis (Hades) tarafından alıkonur ve onun eşi olur. Hades ona, yılda
3 ay yeryüzüne çıkma izni verir. Bu dönem ilkbahardır ve onun yeryüzüne
çıkışıyla annesi Demeter mutlu olur, tabiat yeşerir). Zeus'un öz
kızına yaklaşma girişimi Hera’yı deliye döndürür ve Titanlar’a,
Dionysos’u teslim almalarını ve onu oyuncaklarla oyalamalarını söyler.
Titanlar ise onu parçalarlar ve sadece kalbi, Athina
(Athena) tarafından
kurtarılır. Zeus, Titanlar'ı yıldırımlarla kül eder. O küllerden
yeni bir insan nesli doğar ve bu soy Dionysos’un yüreğini taşır.
Bu bağlamda insan, içinde taşıdığı “titanik"
lekeden kurtulmak ve "dionisiak" unsuru açığa
çıkarmakla yükümlüdür.
Bir diğer
mitos daha vardır: Frigya kralı Midas,
Dionysos’tan, dokunduğu
herşeyi altın hâline getirmesini ister. Fakat, Dionysos’un her
dokunduğu şey altın olmaya başlar öyle ki, yiyecekler ve içecekler
bile altın olur. Midas, açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereyken
Dionysos’a yalvarır ve onu ölümden kurtarmasını ister. Dionysos
ona, Paktol’de yıkanmasını
söyler. Paktol altın su (altın nehir) dur. Altından (zenginlikten)
başka hiçbir isteği olmayan biri için bütün keyfler ölmüştür.
Bu durum, Eos’un
(Şafak) durumuna benzer.
Eos, Zeus’tan, sevgilisine ölümsüzlük ve sürekli gençlik bahşetmesini
ister. Zeus bunu kabul eder ve Tithon,
bir daha asla yaşlanmamak
üzere gençliğe mahkûm edilir.
Olympos ilâhları
gözkamaştırıcı saraylarda ikâmet ederler, yoksulluk nedir
bilmezler, sürekli zevk-û sefâ içindedirler. Ancak bütün rehâvete
rağmen ölümlülerin
güzellikleri sürekli onları çeker, birçok ilâh ve ilâhe onlara âşık
olur ve cevap alamadıkları zaman ortalığı birbirine katarlar ve
kendilerini dayatırlar. Daha da dramatik olanı, ölümlülerden sahip
oldukları çocukları da çoğu zaman ölümlü statüsünde olduklarından
kaybedilirler.
Sadece ve sadece bir ilâhe bu durumun dışında
kalabilmiş, patetik (derin acılar içinde bulunan) bir hayat sürmüş,
ilâhe gibi değil de ölümlüler gibi yaşamış, âdeta statü değiştirmiştir:
Demeter (Dimitra)
yâni bereket tanrıçası.
Yunanca “Dimitriaka"
kelimesi "topraktan biten bereketli şeyler"
ağırlıklı olarak da “Hububat"
anlamına gelir. Tam
çevirilecek olursa “Dimitra’ya ait
olanlar", "Dimitra’nınkiler"
mânâsını yüklenir. Ama
çoğu zaman “Isdırab’ın
ilâhesi" olarak bilinir. Eski Yunanca "Da":
Toprak, "Meter" (Mitir) ise Ana mânâsına
gelir. Zaman içinde “Mitra"
(Rahim) ve "Mitera" (Ana) biçimlerine dönüşmüştür.
Bu yönüyle “Toprak Ana"
mânâsını ifâde eder.
Primordial (İlkel) Pantheon’daki “Gaia"
(Gea, Yea) nın rolünü
Olympos’ta (ikinci nesil ilâh-ilâheler sistemi) Demeter üstlenir.
Demeter toprak gibi durağan
değil aksine dinamik, hareketli ve çok diridir. O, genel anlamda toprağın
değil ve fakat "Buğday’ın
ilâhesi"dir. Bunun da ötesinde, "acılı
analık"ın
temsilcisidir. Ve bu yönüyle bize (ölümlülere) daha yakındır. Bütün
ilâheler arasında yalnızca o, ölümün özellikle de bir çocuğun
ölümünün “gerçek"
mânâsını kavrayabilmiş
olan olarak kabul edilir. Kısa bir zaman içinde inanılmaz bir ilgi
odağı olmayı başaran Demeter âdeta ayrı bir din hâline gelmiş,
örneğin “Elefsis Gizemleri"nde
(Elefsis Mikterleri) adına
büyük âyinler düzenlenmiştir. Yine ölümlülerin gözünde,
Demeter biricik kurtarıcı ve adâlet sahibi olarak yerini almıştır.
Bu bakımdan Demeter, Hz. Meryem’le kıyaslanmıştır. O, bir ilâhe
olmasına karşılık ölümü aynı bir “insan” (ölümlü) gibi
(etleri tedricen çürürcesine) yaşamıştır. En çok sevdiği
varlıktan ayrılmanın ne demek olduğunu görmüştür.
Bidâyette, insanlar (ölümlüler) ve
ilâhlar-ilâheler iki ayrı
küreyi (dünyayı) işgâl ediyorlardı. İnsanlar öldükten ve Styx
ırmağını geçtikten
sonra Hades’in (ölülerden, yeraltlarından sorumlu ilâh) krallığına
ulaşıyorlar, liyâkat sahibi olanlar “Nur’lu ilâhlar’ın / ilâheler’in”
yanına gidiyorlar, geri kalanlar ise ebedîyyen Hades’in yanında
eşdeyişle cehennemde kalıyorlardı. Cehennemde kalan onların sönük
(ışıksız) ve şuursuz gölgeleriydi. Kuşkusuz, çok güçlü
büyücüler bunları harekete geçirebiliyorlar, onlara yeni bir güç
verebiliyorlardı. Demeter Dini, âdeta statükoyu değiştirdi ve
insanlarla ilâhlar arasında (iki küre, iki dünya arasında) bir bağ
kurdu, yeni bir erdemlilik anlayışı getirdi. Bir anlamda, “ölülerin
sönmüş umutlarını” küllendirdi. Bu nedenledir ki, Zeus, Hades’ten,
Demeter’in kızı Kore’yi (Kori) almasını (kaçırmasını)
istedi. Oysa, Kori aynı zamanda kendi kızıydı ve Demeter’le olan
birlikteliğinden ortaya çıkmıştı. Ancak Zeus, Demeter gibi düşünmediği
için yeni bir düzenin (dinin) ortaya çıkmasını kabul
edemeyeceğinden dolaylı bir yöntemle Demeter’i cezalandırmak ve
“aklını başına getirmek” için böyle bir eylemi planladı.
Sistemin sakınımının herşeyin üzerinde olduğunu savunan Zeus, hiçbir
değerin statükodan daha önemli olamayacağını vurgulamış oldu.
“Kori" Yunanca
"genç kız
/ kız çocuğu" anlamına
gelir. Burada bu ismin kullanılması da ilgi çekicidir ve muhtemelen
“genç kız” motifi, “saflığın, bekâretin ve pathetizm’in”
sembolü olarak düşünülmüştür.
Kore, arkadaşları
olan Okyanuslular’la oynamaktadır. Bir ara Okyanus kenarında, gül,
iris ve zambak çiçekleri toplamaya başlar. Gaia, âniden ve Hades’in
de ilgisini çekmek için topraktan gözkamaştırıcı güzelliğe
sahip olan bir nergis bitirir. Nergis (Narkis), ilâhları ve insanları
kendine çeker ve evrende ne kadar varlık mevcutsa hepsi bu çiçeğe
vurulurlar. Nergisin kokusu gökyüzünü yeryüzüne yaklaştırır,
tuzlu denizin başını döndürür, esritir. Kore, bu güzel nesneyi (ãθυρμα-âthirma)
elde etme sevdâsına düşer.
Ellerini ona doğru uzatır ve tam bu sırada toprak ikiye şak olur,
Zeus’un kardeşi ve ölümün ilâhı Hades (Hadis), görkemli ve
siyah aracıyla belirir ve Kori’yi alıp götürür. Kori, babası
Zeus’u yardıma çağıran güçlü bir çığlık atar. Ama çığlığını
yalnız iki ilâhî varlık işitir: İlâhe Hekate
ve İlios
(Güneş).
Kori, Güneş’i
görebildiği ölçüde umutlarını muhafaza eder. Annesini tekrar görebilmeyi
hayal eder. Ancak, yeraltına girer girmez (güneşi kaybettikten sonra)
umutlarını yitirir. Aslında Demeter de yardım tâlebinde bulunan bu
çığlığın yankısını duymuştur. Bu, bir ilâhe için “ölüm”le
(ayrılıkla) karşılaşmadır. Yüreğini keskin bir acı kaplar.
Bunun bir işâreti olarak omuzlarına bir kara tül (şal) örter.
(Hristiyan kadınlarının, eşlerini ya da yakınlarını kaybettikten
sonra yüzlerini siyah tülle örtme geleneğinin bu efsâneyle ilgisi
vardır). Günlerce, yemeden içmeden, yeryüzünü (toprağı) delik
deşik eder ve Kori’yi arar. 10. Günde, Hekate’yle karşılaşır.
Hekate de Kori’nin çığlığını duyduğunu ifâde eder. Güneş,
ona kızını Hades’in götürdüğünü söyler
ve ekler: "Hades bunu, bulutların
hâkimi Zeus’un isteğiyle yaptı".
Aslında İlios
(Helios-Güneş) Demeter’i
teselli etmek ister ancak tam tersine acısını biraz daha arttırır.
Kori artık ölmüştür. Zeus’a karşı büyük bir kin duygusuna kapılır.
Olympos’u terkeder, ölümlülerin arasına karışır. Kendi
kızını yitirdiği için ölümlülerin duygularını daha kolay anlar
ve onlarla bu duygularını paylaşır. Bu acıma ve sempati
duygularının bir sonucu olarak, bir ölümlü olan Elefsis
(Eleusis) kralı Celeos’un
küçük çocuğu Demofonos’la
meşgul olmaya başlar.
(Demofonos-Dimofonos, “Halk’ın Sesi” anlamına gelir).
Bir gün, Elefsis’te bir kuyunun başında,
bir zeytin ağacının altında otururken yaşlı bir kadınla
karşılaşır: Evriklia
(Aslında bu kadın Demeter’in
tâ kendisi / kendisiyle yüzleşmesidir). Bu kadın, kuyudan su almaya
gelen genç kızların namusundan ve hayatlarından sorumludur. Bu
kadın, alışılagelmiş Olympos ilâhelerine hiç benzememektedir. Alımı,
câzibesi, uç bir özelliği yoktur. Yaşlı ve sıradan bir
kadındır. Demeter bu ölümlüyle uzun uzun sohbet eder ve insanların
dertlerinin ilâhelerinkiyle hiçbir benzerlik taşımadığını,
apayrı iki dünya olduğunu farkeder.
Kral Celeos’un 4 kızı
ve yıllar sonra bir oğlu olur. 4 kız bir gün çeşme başında
Demeter’le karşılaşırlar ve ona kökenini sorarlar. Demeter onlara
Giritli olduğunu, korsanlar tarafından kaçırıldığını ve Elefsis
yakınlarında onların elinden kurtulduğunu söyler. Demeter onlara yaşlı
bir kadının çalışabileceği bir ev bilip bilmediklerini sorar.
Boğaz tokluğuna çalışabileceğini söyler. Örneğin yeni doğmuş
bir bebeğe bakabileceğini belirtir. Kızlar anneleri Metaneira’ya
danışırlar. Anne yaşlı
kadını kabul eder. Safran saçlı kızlar mutlu haberi Demeter’e
ulaştırırlar. Kızlar yolda giderken ona şöyle derler: “Elefsis’te
seni kabul etmeyecek hiç kimse yoktur, herkesin kanı
sana ısınacaktır çünkü sen bir ilâheye benziyorsun".
Demeter daha adımını
eşikten içeri atar atmaz bir mucize gerçekleşir ve ev ahalisine çok
uzun boylu bir kadın olarak görünür. Başı neredeyse tavana değer
ve etrafında bir hâle belirir. Anne Metaneira, farklı birisinin
geldiğini anlar ve yerini ona verir. Yani bir kraliçe yerini bir
hizmetkâra bırakır. Demeter bunu kabul etmez. Tek bir kelime etmez,
yemez içmez. Yüzünde büyük bir hüzün farkedilmektedir. Yaşlı
hizmetkârlardan biri olan İambe (İamvi)
en sonunda onu yemek yemeye iknâ eder. Fakat su ve undan oluşan bir
yemek yer.
Demofonos, sanki bir ilâh gibi yetiştirilir.
Müthiş bir itinâ görür. Mateneira, Demeter hakkında edindiği ilk
izleniminden şüphe etmeye başlar, acaba o bir ilâhe değil midir?
Aynı Semele ve Psihe gibi onda da bir iman eksikliği hâsıl olur ve
Demeter’i sınamaya kalkışır. Bir gün çocuğunu ateşin içine bırakır
ve onun âkibetini anlamak ister. Belki de amacı, oğlunda insana ait
ne varsa onları yakmak ve ilâhî özünü ortaya çıkarmaktır. Bu
eylemi yaparken şöyle haykırır: “Bebeğim,
yabancı seni şiddetli bir ateşte kavuruyor ve bu beni çok derin bir
ısdıraba sürüklüyor". Ânîden
Demeter belirir ve çocuğu
ateşten alır. Anne hatasını anlar ve yere kapanır. Demeter ilâhe
kimliğine bürünür, birden gençleşir ve gözkamaştırıcı bir güzelliğe
kavuşur, Elefsis’i terkeder. Bu arada çocuk yerde ağlamaktadır, bütün
aile onu yerden kaldırmaya çalışırlar ancak beceremezler.
Demofonos, o hâle gelmiştir ki, artık ölümlüler onun bakımını
sağlayamamaktadırlar, o mutlaka bir ilâhe ile yoluna devam etmek
zorundadır.
Kral Celeos, onun adına
bir tapınak inşa ettirir. Demeter acılarına geri döner ve bütün
hasatları durdurur, tohumların yeşermesini engeller, yerden hiçbir
şey bitmemeye başlar. İnsan soyu tehlikeye girer, ilâhlar tapınaklardan
yükselen tütsü kokularını alamaz olurlar. Başta Zeus olmak üzere
bütün Olympos varlıkları onu iknâ etmeye çalışırlar ama Demeter’in
gönlünü alamazlar. Kızını görmeden tek bir tohumun bile yeşermesine
müsâde etmeyeceğini söyler.
Bunun üzerine Zeus, arasının
hiç de iyi olmadığı kardeşi Hades’e elçi olarak altın âsâlı
Hermes’i gönderir. Hermes Zeus’un mesajını Hades’e iletir: “Demeter’in
kızı Kori, yeryüzüne çıksın
ve annesini görsün". (Bu arada
Kori, Hades’le evlenmiş
ve adını da Persefon olarak değiştirmiştir). Hades, yılın üçte
birlik bir bölümü için yeryüzüne çıkmasını kabul eder. İşte
bu üçte birlik bölüm bahar mevsimini oluşturur. Demeter ve kızı
Kori’nin kavuşmaları tabiatı canlandırır, her taraf yeşerir. Bir
diğer yönüyle bu mitos, ruh’un ölümötesi umudunu da sembolize
eder. Eski Yunan’da, Demeter’e karşı duyulan bu muhabbet, onların
eserlerine de yansımış ve Demeter sâyesinde icad edilen ekmek
medeniyetin simgesi olmuştur. Demeter’i kutsayan Eski Yunan neredeyse
aynı derecede Elefsis kralı Triptolemos’u
da kutsar ve onu medeniyetin kahramanı
olarak ilân ederler. Bunun sebebi, Triptolemos’un Demeter kültünün
gelişmesini en üst düzeyde sağlamış olmasıdır.
"Pluton" veya "Aïdoneus"
isimleriyle de anılan Hades’i
doğru anlamak için her
türlü klasik ve ete kemiğe büründürülmüş şeytan fikrinden uzak
durmak gerekir. Hades kavramı eski Yunanca’da “görünmez” anlamına
gelir.
Hades’e öyle bir makam atfedilir ki, ondan sadece
ölümlüler değil ilâhlar
ve ilâheler de korkarlar. Kimileri bu makamı, “Küller (Εύρώεις:
Evrois) İmparatorluğu”,
bazıları “Karanlıklar krallığı” kimileri de “Tükeniş
Alanı” olarak tanımlarlar. “Küller”den kasıt başka bir
boyutta yeniden doğuşu ve hayatın gayrı maddî bir biçimde devam
etmesidir. Yani Hades (Hadis), bilinmeyen ölümötesinin eşdeyişle
bedendışı alanın en üst düzeydeki sorumlusu konumundadır. Bu yönüyle
İslâm’da “Zebun edici” anlamını taşıyan ve Cehennem ehlinin
öğretmenleri olarak tanımlanabilen “Zebanîler"in
yöneticisi konumuna benzer bir konumdadır.
Aynı zamanda Zeus’un ve Poseidon’un (Posidonas) da kardeşidir.
Öte yandan Hades, "İntikam”ların
da yöneticisi ve yönlendiricisidir. İnsanoğluna intikam telkin eden
Hades’tir. Bu bağlamda ona “Yeraltı’nın Zeus’u” adı da
verilmiştir.
Odiseas (Ulyssis) büyücü
Sirse’nin de yardımıyla
Tiresias’ın
ruhunu harekete geçirmeye ve onunla konuşmaya karar verir. Amacı
gaipten haber almaktır. Yeraltı âleminin en karanlık alanlarında
yaşayan Kimeryalılar’dan
da destek alır. Sirse’nin
kendisine işâret ettiği yere vardığında büyük bir çukur açar,
oraya bir kuzunun ve siyah bir koçun kanını akıtır. Bunun üzerine
yeraltında yaşayan bütün ruhlar tâze kanın etkisiyle canlanmaya
başlarlar. Odiseas, Tireas’a kendi geleceği ve İthaki’ye dönüşü
hakkında sorular sorar. Bu gelişmelerin hepsi Hades’in izniyle gerçekleşir.
Görüşmeden sonra ruhlar hemen kristalize olurlar (uykuya dalarlar).
Ancak, Hades’in iznine rağmen yeraltı âleminin çeşitli
varlıkları Odiseas’ın bu girişimine şiddetle karşı çıkarlar,
onu tehdit ederler ve derhal yeryüzüne dönmesini isterler. Bu, bir
anlamda alanın korunması ve yabancıların bölgeye girmesinin kabul
edilmemesidir. Eski Papua yerlileri de, topraklarına giren
yabancıların kafa derilerini yüzerler ve kafataslarını mağaralarda
saklarlardı. Bu bir tür meydan okuma ve gövde gösterisi olarak algılanabilir.
Hades kültünde de benzeri bir durum sözkonusu olmaktadır, Hades’in
oluruna rağmen onun emri altında yaşayan varlıklar, “yasak”
olarak kabul ettikleri alanlarına bir yabancının (bir canlının)
maddî bedeniyle girmesine karşı çıkarlar.
Bazı
varlıkların cezaları bizzat Zeus tarafından verilir. Apollon ve
Artemis’in annesi olan Letô’yu kaçırmak isteyen Titios
toprağa zincirlenir ve
karaciğeri iki akbaba tarafından sürekli parçalanır. Sisifos,
büyük bir kaya parçasını
bir tepeye çıkarır fakat kaya sürekli aşağıya yuvarlanır.
Sisifos bir türlü kayayı tepede tutmayı başaramaz. Tantalos’un
yemek istediği bütün
meyveler elinden kaçarlar, bütün akarsular ayağının altından
uzaklaşırlar. Bütün bu varlıklar, Zeus’a veya diğer Olympos
egemenlerine karşı çıktıkları için cezalandırılırlar. Hattâ
bazı mühim (statü sahibi) varlıklar bile Zeus’un hışmından
paylarını alırlar. Bunlardan biri Zeus’un oğlu Minos’tur.
Minos aynı zamanda
ölüleri yargılayan mahkemenin de üç üyesinden biridir. Ama, babası
Zeus’a karşı çıktığı için fizikî mânâda ölümü tatmadan
Hades’e teslim edilir ve yeraltı âlemine gönderilir. Ancak daha
sonra, Zeus’un baskısıyla ölümötesi yaşamını yeryüzünde yaşamasına
karar verilir ve yeryüzüne çekilir. Olympos irâdesi bazı önemli
varlıkların ölümötesi yaşamlarına müdahale eder: Avcı Orion,
ölüm sonrası hayatını
(Eshatolojık) da aynı fizikî yaşamı sırasında bulunduğu Asfodelis
Çayırları’nda
geçirir ve çayırların güvenliğini
sağlar. Herakles’in
(Herkül) ölüm sonrası
yaşamındaki saygınlığı hiç değişmeden devam eder. Bütün
ruhlar onu saygıyla selâmlarlar. Eşi Hebe
ile sık sık yeryüzüne
çıkar ve Olympos egemenleriyle görüşmeler yapar. Bunlar ve
benzerleri imtiyazlı varlıklardır ve sıradan ölümlülerin tâbi
olduğu kanunların dışında özel konumları vardır.
Varlıkların
ölümötesi hayatlarının nasıl olacağına üç yargıçtan oluşan
bir mahkeme karar verir. Bunlar, Minos,
Eakos ve Radamanthe’dir. Ancak, yukarıdaki
örnekte de belirttiğimiz üzere asıl belirleyici olan Zeus’tur ve o
bütün kararları tashih edebilir. Bu mahkeme varlıkları, ya “Mutluluk
Adaları”na (cennete) ya da “Yeraltı Ülkesi”ne (Cehennem’e)
gönderir. Mutluluk Adaları deyiminin tekâbül ettiği yer hakkında
iki görüş vardır. Birincisi, bu alanlar planetler’dir (gezegenler)
ve hemen her varlık için küçük ya da büyük bir gezegen tahsis
edilir ve sonsuz ömrünü burada geçirmesine izin verilir. İkinci görüşe
göre ise, burası farklı bir boyutu (evreni) ifâde eder ve orada
sanal değerler hâkimdir. “Yeraltı Ülkesi”ni açımlayanlar ise
onun aslında yine, başta Güneş olmak üzere bir grup gezegen olduğunu
ancak bu gezegenlerin özelliklerinin varlıkları rahatsız etme
temelinde geliştiğini belirtirken bazıları da bu alanın “buzlardan
oluşan bir ülke” olduğunu söylüyorlar.
Hades, siyah atların
çektiği siyah bir arabayla zaman zaman yeryüzüne çıkar ve Olympos
toplantılarına katılır. Mısır’ın Osiris’iyle
aynı rolü üstlendiği söylenir.
Bir de, Hades’le Osiris arası bir varlıktan bahsedilir. Bu ne Yunan
ne de Mısır Panteon’una denk düşer. İkisinin arası bir
yerlerdedir: Serapis.
Platon, "Φαιδον"
(Fedon) adlı eserinde
yeraltı nehirlerini (Styx gibi) ve varlıkları (Charon, Achéron,
Puriflegethon, Cocyte gibi) çok iyi anlatır.
Kurnazlıkların,
tilkiliklerin, hinliklerin ilâhesi Afrodit’tir der ünlü şair Safo.
Yabancı kökenli bir ilâhe olduğu düşünülür, Doğulu’dur.
Aryenler’e yakındır. Afrodit, bütün ahlâkî, kültürel ve sosyal
değerlerin üzerinde bir cinsî cazibe sembolü olarak tanıtılır. Bu
yönüyle de çürütücü ve çökertici-bozucu bir kuvveti temsil
eder. Savaşçı değildir, fizik gücü yoktur. Eğer Athina
engellememiş olsa Diomed’in okuyla ciddi biçimde yaralanacaktır.Helene
ve Paris ise onun arkasındadırlar. Büyülü kemeri sâyesinde
erkeklerin başını döndürür. Kahramanlar onun uğruna kendilerini
fedâ ederler. Zeus’un bile aklını çeler. Afrodit de âşık olur; Ene’nin
babası Ankiz’e.
Fakat bu aşk Zeus
tarafından istenmiş zoraki bir aşktır:
"İlâhları
ölümlü kadınlara bağlaman nedeniyle onların (ölümlü kadınların)
ölümsüzlere (İlâhlar’a) ölümlü oğullar vermelerine yine
ölümlü erkekleri ilâhelere bağlaman nedeniyle onların da ölümlü
çocuklarının olmasına neden oluyorsun. Buna meydan veremeyiz".
Dikkat edilirse Olympos bundan rahatsızdır.
Ölümlülerle ölümsüzler, Afrodit sâyesinde çok içiçe geçmeye
başlarlar ve soylar gölgelenir, bu nedenle Zeus müdâhale eder.
Ankiz’e şöyle
der:
"Senin yüzünden, ölümsüzler arasında
bir objeye dönüşeceğim. Oysa onları, ölümlü kadınlarla
birleştiriyordum. Zihnim hepsini etkiliyordu. Şimdi ise, bu konuda
ölümlüler arasında ağzımı bile açamayacağım. Argümanlarımı
yitirdim. Görüyor musun, bir ölümlüyle birlikte olduktan sonra,
kemerimin altında bir çocuk taşıyorum".
Afrodit, Ankiz’e baskı
yapar ve oğulları Ene’ye, annesinin bir peri olduğunu söylemesini
telkin eder. Bu baskının arkasında ise Zeus vardır. Zira ortada “Olympos’un
Onuru” sözkonusudur. Soy muhafaza edilmeli, ölümlülerle
ölümsüzler arasındaki keskin çizgi mutlaka belirginleştirilmeli,
aşırı yakınlaşmalara izin verilmemelidir. Afrodit bu kuralı
zorlamış ve âdeta töreyi çiğnemiştir. Bu bağlamda, Asâleti,
Güzelliği ve hayatı temsil eden Olympos’un en büyük üç ilâhesi
devreye girerler. Asâleti temsilen Athina, güzelliği temsilen Artemis
ve aile ocağının temsilcisi, Kronos’un büyük kızı Hestia
(İstia) kurulu düzeni sarstığı, zora soktuğu için Afrodit’i
mahkûm ederler.
Poseidon ve Apollon, Afrodit’e âşıktırlar
ancak reddedilirler. Bunun gerekçesi ise, İlâhî bekâret yeminine
sâdık kalmaktır.
Bazı otörlere
göre ise, genel kanıdan farklı olarak Eros, Afrodit’in oğlu olarak
gösterilir. Vahşî hayvanlara aşkı telkin eden de Afrodit’tir.
Afrodit bir ilâhe olduğunu
kabul etmez, o, dağlarda yaşayan sıradan bir ölümlü kadındır.
Frigyalı’dır, babası kudretli Otre’dir. Bir Truvalı onu sarayda
büyütmüş, ona analık yapmıştır. Daha sonra onu Hermes bulur,
evsiz barksız, tarlalarda yaşamayı ondan öğrenir, o kadar mutludur
ki, ayaklarının yere bastığını hissetmez. Hermes ona, Ankiz’in
kocası olacağını ve ona güzel çocuklar vereceğini söyler daha
sonra da onu ölümsüzlerle buluşmak üzere yalnız bırakır.
Afrodit, kocası
Ankiz’e, kendisini ailesiyle tanıştırmasını ve resmî bir
törenle evlenmelerini (Gamos) önerir zira o, bir metres değil ve
fakat bir eş olmak istemektedir. Ankiz, Afrodit’le beraber olduktan
sonra uykuya dalar. Afrodit, ilâhe kimliğine bürünür ve Ankiz’i
uyandırır. Ankiz paniğe kapılır. Afrodit şöyle der:
"Korkmana gerek yok zira ilâhlar seni
seviyorlar, Truvayı
yönetecek bir oğlun olacak, onun da iyi soyları…".
İşte bu soy Dardanos
soyudur.
Modern medeniyetlerde sürekli bir barış
söylemi mevcuttur ancak bu kavramın içi bir türlü doldurulamaz.
Kimin barışıdır bu pek bilinmez. Buna mukabil Yunan mitolojisinde
savaş önemli bir yer tutar ve ilkeleri vardır. Hem Athina hem de Aris
savaşı temsil ederler, aralarındaki fark ise birincisinin savaşı
araç olarak kabul edip sınırlandırması, ikincisinin ise savaşı
“amaç” olarak benimsemesidir. “Zavallı ölümlüler için
ilâhların revâ gördüğü şu kadere bakın: Hiçbir şübheleri
olmamasına karşın acı içinde yaşarlar onlar”. Aris (Ares) savaş
ilâhıdır. Nefret ve garazdan başka hiçbir şey görmez gözleri.
Roma pantheonu’nda Aris’in karşılığı Mars’tır ama “Dişi
Kurt”la simgelenir.
Aris’in gözlerini hakikâten kan bürümüştür
ve savaştan başka hiçbir şey düşünmez, hayatını tamamen savaşa
adamıştır. Belki de bu nedenle, Aris’in karakteristik çizgileri
çok somut olarak belirlenmiştir. O kadar düşüncesizce saldırır
ki, zaman zaman “ölümlüler” bile Aris’i yaralayabilirler.
Bâzen de, diğer savaş temsilcisi Athina ile çatışır. Mızraklı
Athina (Athina Pallas), Aris’i belinden yakalar ve tam da bu noktadan
Diomede, Aris’in derisini yüzer. Aris, aldığı bu yaradan sonra
10.000 ölümlünün çığılığına eşit bir çığlık atar. Bu çığlık
tüm Ege adalarında, Peloponez’de ve Truva’da yankılanır,
bulutlar zehirli gazlar ifraz eder, çok şiddetli bir fırtına meydana
gelir, yaralı Aris göklere yükselir.
Bu durum Aris için önemli bir prestij kaybıdır
zira bir ilâh, bir “ölümlü” tarafından yaralanmış daha ziyâde
yenilgiye uğratılmıştır. Evet, Diomede bir tetikçidir ve arkasında
Athina vardır ama yine de bir ilâh için kabul edilebilir bir durum değildir
bu yenilgi. Doğruca Zeus’un yanına gider ve Athina’dan şikâyetçi
olur ve ona, “ölümlüler”le “ölümsüzler” arasındaki “ırkî”
farkı hatırlatır, destek ister. Ama Zeus’tan beklediği ilgiyi pek
göremez: “Buraya gelip ayaklarıma
kapanma! Savaştan, çatışmadan, kavgadan başka bir zevke sahib
değilsin. Hiç tasvib etmediğim annen Hera’nın karakteri bu,
çekilmez bir tarz. Sen benden oldun ve annen seni, bana hizmt etmen
için doğurdu. Eğer bir başka ilâhî varlıktan doğmuş olupta bu
davranışlarını devam ettirseydin şimdi yeraltında hapsedilmiş
olacaktın, Uranos’un oğulları Titanlar’dan da aşağıda".
Evet, Zeus, Aris’i eleştirir
ama oğlu olduğu için de koruması altına alır, onu
cezalandırmaktan çekinir zira ona sık sık ihtiyaç duyar ve kullanır.
Çoğu yazar, Aris’i, vahşetin somut kimliğini bulduğu ilâh, “katlin
irâdesi” olarak tanımlar. Oysa Aris, Zeus’un irâdesinin “veche”lerinden
sadece biridir, onun talimatları dışına çıkması mümkün değildir.
Öte yandan, Hera (İra), oğlu Aris’i Zeus’a karşı savunur ve onu
koruması altına alır. Athina’yla da ciddi bir çelişki içinde
olan Hera’ya karşı, Athina’yı sürekli destekleyen Zeus, bu
yüzden Aris’i Athina’nın “mantıklı savaşçılığı”yla
dengeler. Athina, Aris’e şöyle seslenir:
"Azgın
deli, başın ateşlerle sarılmış, kendini kaybediyorsun. Duymak için
kulakların yok mu? Mantık, itidal senden uzakta mı? Bin kötülükle
ısdırablara dalmayı mı tercih ediyorsun? Tüm diğer Olympos ilâhlarının
ve ilâhelerinin tepkisini mi çekmek istiyorsun? Seni bir kez daha
öfkeden vazgeçmeye dâvet ediyorum".
Bu, Zeus’un retoriğidir.
Aris, ilâhlar arasında, hapsedilen tek ilâhtır ve 13 ay zincire
vurulur. Bu kararı veren de Zeus’tur.
Zeus ve Hera’nın
yasal evliliğinden doğan ilâhlardan biri de İfaistos
(Hefaistos-İfestos)tur.
Ama Zeus ve diğer ilâhlar hem Aris’i hem de İfaistos’u “aşağı
ilâhlar” olarak kabul ederler. Bir diğer değerlendirme de şöyledir:
Evlilik sonucu (yasal) doğan çocuklar, “Aşk sonucu” (yasadışı,
gayr-ı meşru) doğan çocuklardan eşdeyişle “piçler”den daha
kalitesizdir. İfaistos, “enstruman-ilâh” veya “teknoloji ilâhı”
olarak da anılır. Athina, Zeus’un sevgili ve hoş kızıdır ama,
İfaistos, Hera’nın oğludur yani Zeus, İfaistos’u kendi oğlu
gibi görme eğiliminde değildir. Oysa İfaistos, Aris’in aksine çok
üretken, san’atçı, emekçi ve dehâ düzeyinde bir ilâh olarak
sunulur. Böyle bir ilâh neden Zeus’un hoşuna gitmez? Gitmez
çünkü kendisine alternatif olabilecek niteliktedir, Zeus’u yerinden
edebilecek kapasiteye sahiptir. İfaistos şöyle konuşur:
"Ben sağduyu
sahibi biriyim. Babam Zeus’la iyi ilişkiler arıyorum ki,
mutluluğumu zedelemesin. Eğer, tahtını kaybetmek istiyorsa, sağa
sola yıldırımlar fırlatacaktır, o nedenle anne, sen ona yumuşak
kavramlarla hitâb etmelisin. Böylelikle, Olimposlu bize yakın
olacaktır. Çektiğin acıya rağmen sana hiçbir yardımda bulunamam.
Daha önce sana yardım etmek istedim ancak beni ilâhların eşiğine
fırlatıp attı, şafak vakti Lümnos (adasına) düştüm. Bir
nefeslik hayat kudretim kalmıştı. Beni orada Sintialılar
karşıladı". İşte
İfaistos’un çaresizliği ve korkusu. Olympos’ta ikâmet etme hakkı
olmasına rağmen, İfaistos genelde, ölümlüler arasında,
elişleriyle uğraşabileceği, mücevherler yapabileceği, demir ve
bronzu işleyebileceği bir ortamda, zanaatkâr biri olarak hayatını sürdürmeyi
tercih eder.
Duygusal ve sanatçı
ruhludur İfaistos ve “Gümüş Ayaklı İlâhe” Thetis
ile Okeanos’un kızı Evrinomi’yi
çok sever zira sadece onlar onunla iletişim
kurabilmektedirler.
Öte yandan, İfaistos
kısmen bir ucubedir. Devâsa üst bölümüne karşın onu taşıması
neredeyse mümkün olmayan çok zayıf ve güçsüz bacakları ve
ayakları vardır ve görüntüsü çok sakildir. Muhtemelen bu nedenle,
ilk “otomatlar”ı o icad eder ve kendi hizmetinde kullanır. Annesi
Hera’yı tanımlarken de, “Dişi bir köpek figürü” tanımını
kullanır. İfaistos aslında bir “kin” ve “öfke”nin
ürünüdür. Her ne kadar, Zeus ve Hera’nın yasal çocuğu olarak
lanse edilse de, aslında o, Hera’nın tek başına oluşturduğu
(ilişkisi olmaksızın) bir çocuktur ve Athina’ya karşı bir
alternatif olarak düşünülmüştür. Fakat, Yunan mitolojisinde
ilâhlar tek başlarına çocuk yapabilirlerken, ilâhelerin böyle bir
yetkisi yoktur, sadece “ucube” meydana getirebilirler. İşte,
İfaistos böyle bir “ürün”dür. O nedenledir ki, Athina için “yaratıcı
zekâ”, İfaistos için “uygulamalı teknik zekâ” sembolü yakıştırması
yapılır. Yunan kültürü, İfaistos’u Athina’nın altında bir
yere yerleştirir ve onu bir türlü birinci sınıf bir Olymposlu
olarak kabul etmez.
Hestia (İstia)
Olympos’un özgün ilâhesidir. Çok üst düzey bir ilâhe olan
İstia, Kronos ve Rhea’nın da ablasıdır. Apollon, Poseidon ve Zeus
ona gönül verir. Ama hiçbiriyle ilişki kurmaz ve bekâretini sonsuza
kadar korur. Bu irâde karşısında Zeus ona, Olympos’taki bütün
törenlere katılma, bütün tapınaklara istediği zaman girip çıkma
yetkisi ve ilâhî varlıkların en azizi pâyesi verir. O, hem alev hem
dumandır. Alev onun saflığını, duman ise istikrarını sembolize
eder. O nedenle “Aile Ocağı”ndan mesuldür. Amfidromi (İkili Yol)
bayramında, bütün çocuklar âdeta bir vaftiz töreni gibi, İstia’ya
takdim edilirdi.
OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARINDAN MUSTAFA SABRİ EFENDİ'NİN SAİD-İ NURSİ HAKKINDAKİ O DÖNEMLERDEKİ YAZISI
Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.
Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.
“Bismillah, Hamdele, Salvele..
Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder. Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz(büyük bileceğiz) diye küfre kadar varan sözleridir.
İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi(keramet sergilemesi) ve Sure-i Nur’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı (yanlış zannı)... Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi(Şeytan’dan gelen vesveseleri), ilhamatı hakikiye (Allah’tan gelen, Rabbani olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şuş(zayıf) olmasındandır.
Müritlerinin sözleri mücmelen (özetle) şunlardır : “Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekrem’den sonra Alemi İslam’da böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’an’dır.. Beşeriyeti(insanlığı), Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez..” vesaire..
Sait ise müritlerinin hilafına(aksine) kendisi için iki şahsiyet tanır.
Birincisi :
Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Sait-i Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız) ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebrail’i ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)
Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye (dini bilgilere), esasatı şeriyyeye (Şeriatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair(diğer) Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.
Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :
Sait, kürd cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.
Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline
getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.
Hayat-ı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.
Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri(PİŞMANLIKLARI) Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha(yanlıştan dönmeye) getirmiş ve nedametini izhar etmiştir(pişmanlığını açıklamıştır). Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum
eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.
Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında
Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı (istirhamnâmeyi)takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını(birliğini) bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.
Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da (insanların cahilleri de) bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii(savunucusu) gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).
İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.
Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.
İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım.
Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.
Mustafa Sabri
Tuhfetür Reddiye Ala Mezhebi Saiydil Kürdiyye, Mustafa Sabri, s. 3-14.
- See more at:
http://saidinursibediuzzamanmideliuzzamanmi.blogspot.com.tr/2012/02/said-i-nursi-bir-mason-veya-komunist.html#more
"Said-i Nursi bir mason veya Komünist kadar tehlikelidir" Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
"Said-i Nursi bir mason veya Komünist kadar tehlikelidir" Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi |
OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARINDAN MUSTAFA SABRİ EFENDİ'NİN SAİD-İ NURSİ HAKKINDAKİ O DÖNEMLERDEKİ YAZISI
Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.
Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.
“Bismillah, Hamdele, Salvele..
Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder. Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz(büyük bileceğiz) diye küfre kadar varan sözleridir.
İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi(keramet sergilemesi) ve Sure-i Nur’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı (yanlış zannı)... Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi(Şeytan’dan gelen vesveseleri), ilhamatı hakikiye (Allah’tan gelen, Rabbani olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şuş(zayıf) olmasındandır.
Müritlerinin sözleri mücmelen (özetle) şunlardır : “Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekrem’den sonra Alemi İslam’da böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’an’dır.. Beşeriyeti(insanlığı), Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez..” vesaire..
Sait ise müritlerinin hilafına(aksine) kendisi için iki şahsiyet tanır.
Birincisi :
Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Sait-i Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız) ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebrail’i ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)
Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye (dini bilgilere), esasatı şeriyyeye (Şeriatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair(diğer) Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.
Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :
Sait, kürd cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.
Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline
getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.
Hayat-ı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.
Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri(PİŞMANLIKLARI) Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha(yanlıştan dönmeye) getirmiş ve nedametini izhar etmiştir(pişmanlığını açıklamıştır). Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum
eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.
Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında
Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı (istirhamnâmeyi)takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını(birliğini) bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.
Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da (insanların cahilleri de) bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii(savunucusu) gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).
İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.
Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.
İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım.
Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.
Mustafa Sabri
Tuhfetür Reddiye Ala Mezhebi Saiydil Kürdiyye, Mustafa Sabri, s. 3-14.
Hiç
düşündünüz mu ? Neden yunan mitolojisini Din adına cemaat kullanır ?
Kronos Zeus ve Hera'ya soyadı olarak Kronides (Kronos oğlu) .Kronos
adını ZAMAN (Gazetesi ) anlamına gelen khronos sözcüğünden almaktadır.
Herkül "org" , Hera'nın memelerinden akan sütü içecek ve böylece ölümsüz
olacaktır. HERKÜL'ÜN süt annesi Hera, gece uyanıp tanımadığı bir bebeği
emzirdiğini fark edince onu fırlatıp atar ve
boşalan memesinden çıkan süt de gece gökyüzüne fışkırıp akar. Böylece
Samanyolu (Televizyounu STW) ''Süt Yolu” gök adası oluşur.
Her
sohbetinde ben Kîtmir'im deyip Filedelfiya da duruyor olması da komik mi
?Ashabı Kehfin köpeği yani kıtmir .. Pensilvanya Eyaletinde bu şehir
..Holy Seven Youths (the "Seven Sleepers") of Ephesus (250 & 5th c.
"Said-i Nursi bir mason veya Komünist kadar tehlikelidir" Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi |
OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARINDAN MUSTAFA SABRİ EFENDİ'NİN SAİD-İ NURSİ HAKKINDAKİ O DÖNEMLERDEKİ YAZISI
Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.
Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.
“Bismillah, Hamdele, Salvele..
Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder. Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz(büyük bileceğiz) diye küfre kadar varan sözleridir.
İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi(keramet sergilemesi) ve Sure-i Nur’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı (yanlış zannı)... Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi(Şeytan’dan gelen vesveseleri), ilhamatı hakikiye (Allah’tan gelen, Rabbani olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şuş(zayıf) olmasındandır.
Müritlerinin sözleri mücmelen (özetle) şunlardır : “Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekrem’den sonra Alemi İslam’da böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’an’dır.. Beşeriyeti(insanlığı), Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez..” vesaire..
Sait ise müritlerinin hilafına(aksine) kendisi için iki şahsiyet tanır.
Birincisi :
Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Sait-i Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız) ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebrail’i ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)
Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye (dini bilgilere), esasatı şeriyyeye (Şeriatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair(diğer) Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.
Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :
Sait, kürd cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.
Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline
getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.
Hayat-ı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.
Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri(PİŞMANLIKLARI) Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha(yanlıştan dönmeye) getirmiş ve nedametini izhar etmiştir(pişmanlığını açıklamıştır). Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum
eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.
Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında
Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı (istirhamnâmeyi)takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını(birliğini) bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.
Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da (insanların cahilleri de) bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii(savunucusu) gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).
İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.
Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.
İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım.
Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.
Mustafa Sabri
Tuhfetür Reddiye Ala Mezhebi Saiydil Kürdiyye, Mustafa Sabri, s. 3-14. - See more at: http://saidinursibediuzzamanmideliuzzamanmi.blogspot.com.tr/2012/02/said-i-nursi-bir-mason-veya-komunist.html#more
"Said-i Nursi bir mason veya Komünist kadar tehlikelidir" Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi |
OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARINDAN MUSTAFA SABRİ EFENDİ'NİN SAİD-İ NURSİ HAKKINDAKİ O DÖNEMLERDEKİ YAZISI
Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.
Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.
“Bismillah, Hamdele, Salvele..
Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder. Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz(büyük bileceğiz) diye küfre kadar varan sözleridir.
İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi(keramet sergilemesi) ve Sure-i Nur’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı (yanlış zannı)... Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi(Şeytan’dan gelen vesveseleri), ilhamatı hakikiye (Allah’tan gelen, Rabbani olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şuş(zayıf) olmasındandır.
Müritlerinin sözleri mücmelen (özetle) şunlardır : “Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekrem’den sonra Alemi İslam’da böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’an’dır.. Beşeriyeti(insanlığı), Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez..” vesaire..
Sait ise müritlerinin hilafına(aksine) kendisi için iki şahsiyet tanır.
Birincisi :
Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Sait-i Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız) ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebrail’i ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)
Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye (dini bilgilere), esasatı şeriyyeye (Şeriatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair(diğer) Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.
Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :
Sait, kürd cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.
Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline
getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.
Hayat-ı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.
Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri(PİŞMANLIKLARI) Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha(yanlıştan dönmeye) getirmiş ve nedametini izhar etmiştir(pişmanlığını açıklamıştır). Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum
eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.
Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında
Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı (istirhamnâmeyi)takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını(birliğini) bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.
Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da (insanların cahilleri de) bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii(savunucusu) gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).
İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.
Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.
İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım.
Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.
Mustafa Sabri
Tuhfetür Reddiye Ala Mezhebi Saiydil Kürdiyye, Mustafa Sabri, s. 3-14. - See more at: http://saidinursibediuzzamanmideliuzzamanmi.blogspot.com.tr/2012/02/said-i-nursi-bir-mason-veya-komunist.html#more
FETÖ’yle ilgili istihbarat raporundan: Paralel Yapı hiyerarşik yapılanmasını Zerdüştlük ve Şia mezhebindeki 7 katlı gök metaforuna göre kurmuş. Gülen kendisine rakip gördüğü herkesi tasfiye etmiş. Yeğenleriyle evlendirdiği adamlarını kurmayları yapmış
RAKİPLERİ TASFİYE ETTİ
Raporda Gülen'in örgütte 'tek adam' konumunu güçlendirmek için ikinci adam belirlemediği ve ileride kendisine rakip olabilecek isimleri tasfiye ettiği belirtiliyor. Raporda Gülen'in akrabalık ilişkileri ile örgütü yönettiği de belirtilerek "Fetullah Gülen ileriki dönemde kendisine karşı çıkabileceklerini düşündüğü Nurettin Veren, Kemalettin Özdemir, Latif Erdoğan gibi önemli yol arkadaşlarını süreç içerisinde önce pasifize etmiş, sonra da çeşitli mülahazalarla ya da suçlamalarla örgütten uzaklaştırmıştır" deniliyor.
YEĞENLERLE EVLİLİK YÜKSELTTİ
Raporda ayrıca "FETÖ'nün tepe yapılanması, Gülen'in yakın çevresindekiler, akrabalık ilişkisi kurdurduğu şahıslardan ya da 1970'li yıllarda İzmir'de birlikte hareket ettiği örgüt mensuplarından oluşmakta. Cevdet Türkyolu, Ebru TV Genel Yayın Yönetmeni Adem Kalaç, ABD'de yaşayan Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Kurucan, örgütün pek çok kurum/kuruluşunun kurucu ortağı ve aynı zamanda iş adamı olan Abdullah Katırcıoğlu, eski Fatih Kolejleri Genel Müdür Yardımcısı Yılmaz Yiğit, Gülen'in yeğenleriyle evli. Söz konusu şahıslar bu evliliklerin akabinde örgüt içerisinde yükselmiştir" ifadelerine yer veriliyor.
BASİT BİLGİYLE VE AĞLAYARAK İKNA...
Rapora göre Gülen'in basit bilgileri ağlayarak, kendinden geçerek kitleye anlatıyor ve hitabet gücü sayesinde Adolf Hitler gibi muhataplarını etkilemeyi becerebiliyor. Raporda ayrıca Fetullah Terör Örgütü'nde Cizvit tarikatında olduğu gibi uysallık, itaat, disiplin ve eğitimin esas kabul edildiği belirtiliyor. Rapora göre PDY, işleyiş itibarıyla masonik bir yapılanma. Cemaat, Gülen'i mehdi/mesih kabul etmekte ve liderlerinin olağanüstü güçlerine inanmakta. Katolikler'in Papa'nın yanılmazlığı ilkesi Gülen'e uyarlanmış. Şia imamlarının masumiyetinin kabul edilmesi ilkesi Gülen'e atfedilmiş.
7-Kurmay Tabaka
Fetullah Gülen'e doğrudan atamasını yaptığı kesim. (On yedi kişilik kurmaylardan oluşur Cevdet Türkyolu Mustafa Özcan, Şerif Ali Tekalan, Mehmet Ali Şengül ve Mustafa Yeşil bu tabakada.
6-Has tabaka
Fetullah Gülen ile alt tabakaların irtibatını sağlar. Görev değişiklikleri yapar, asillere bakar. Üyelerini Fetullah Gülen atar. Hidayet Karaca bu tabakada yer alır.
5-Organize eden ve yürüten tabaka
Üst düzey gizlilik gerektirir. Birbirlerini çok az tanırlar. Fetullah Gülen atar. Devletteki yapıyı organize edip yürüten tabakadır. Osman Hilmi Özdil, Hamdullah Öztürk üyeleridir.
4-Teftiş Kontrol Tabakası
Bütün hizmeti denetler. Bağlılık ve itaatte dereceye girenler buraya yükselebilir. Bu tabakaya girenler örgüte çocuk yaşta kazandırılanlardan seçilirler. Örgüte sonradan katılanlar genellikle bu kata ve daha üst düzeye görevlendirilemezler. İstisna olarak görev verilenlerden birçoğu örgütle yollarını ayırmıştır.
3- İdeolojik örgütlenme sağlayan tabaka
Gayri resmi faaliyetlerde görev alırlar. Kaymakam, vali, şehir sorumluları, general, müfettişler, irşad ekipleri yer alır.
2- Sadık tabaka
Okul, dershane, yurt, banka, gazete, vakıf ve resmi kurum görevlilerinden oluşan en sadık grup.
1- Halk tabakası
Cemaate iman ve gönül bağı ile bağlı olanlar, fiili ve maddi destek sağlayanlardan oluşur.
Yedi katlı hiyerarşiye göre örgütün tepesinde Fetullah Gülen, onun altında özel sekretaryasını yürüten kardeşinin damadı Cevdet Türkyolu bulunuyor. Sonra örgütün illegal ekonomik kaynaklarını yöneten Mustafa Özcan, ardından örgütün legal görünümlü ekonomik işlerini idare eden Naci Tosun, Bank Asya'dan sorumlu Ali Çelik ve emniyet imamı Osman Hilmi Özdil geliyor.
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.