74-MÜDDESSİR: 1."Ey, örtüsüne bürünen!" Müddessir kelimesinin aslı mütedessir olup "disâr" denilen örtüye bürünen demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi "şiâr"ın üstüne giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgü demektir. Şiâr ise gömlek, don, peştemal gibi vücuda değen iç çamaşırıdır.
Müzzemmil Sûresi'nde de geçtiği üzere denilmiştir ki: Peygamber (s.a.v)'in büründüğü disâr, bir kadife idi.
İkrime'nin açıklamasına göre, "Peygamberlik ve nefsi olgunluklara bürünüp giyinmiş olan" demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir: Ey o bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikatı halkın bakış ve görüşünden gizlemeye çalışan Muhammed! O bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.
2. Kalk yatağından kalk, yahut büyük bir kararlılıkla kalk işe başla, artık uyarma görevini yap, etrafındakilere neticenin önemini ve korkunçluğunu anlat, saygısızları gocundur.
3. Ve Rabbini artık büyükle. Büyüklüğün ancak onun şanı olduğunu ve ona karşı her şeyin küçük ve değersiz bulunduğunu kalben tanıdığın gibi, söz ve fiilinle de anlat, ilan et.
Rivayet olunur ki, bu âyet inince Resulullah (s.a.v) "Allahu ekber" demiş; Hz. Hatice de tekbir almış, sevinmiş ve bunun vahy olduğunu iyice anlamıştı. Burada nin önce söylenmesi "sadece Rabbini" mânâsını ifade etmek içindir. kelimesinin başındaki "fâ" harfi, bir şarta karşılık olma mânâsını ifade ederek önce gelen kısmın sonra gelen kısma bağlı olduğunu anlatır. Buna göre mânâ şöyle demek olur: Ve Rabbini, ancak Rabbini büyükle. Her ne olay olursa olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini bırakma.
4. Ve giysilerini, elbiseni artık temizle. Giysi ve elbise, bazan bunları giyen kişinin kendisinden, bunların temizliği de giyenin temizliğinden kinaye olur. Nitekim, "Filân kişinin eteği temizdir." denildiği zaman onun iffetli ve ahlâkının temiz olduğu anlatılmak istenir. Gaylân b. Seleme:
"Allah'a hamdolsun ben ne ahlâksız elbisesi giydim, ne de bir özür ile maskelenirim." beytinde kendisinin ne ahlâksızlık, ne de bir leke ile kirlenmediğini ve kirlenmeyeceğini anlatmıştır. Antere:
"Uzun mızrakla giysisini parçaladım. Kerim kişi mızrağa yabancı değildir." beytinde giysi kelimesini kullanarak onunla nefisten kinaye etmiştir. İmrü'l-Kays da:
"Eğer benim bir huyum sana kötü geldiyse benim giysilerimi kendi giysilerinden sıyırıver, kurtulursun." beytinde giysi ile kalpten kinaye etmiştir.
Bunlar gibi bu âyette de "siyab" (giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak üzere birçok tefsirci âyetini "kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan" diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın da kastedilmesine engel olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda gerek bedenin gerek elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş olmasına aykırı olmaz. Çünkü "taharet" ve "nezafet" kelimeleri dilimizde temizlik mânâsına gelmekle birlikte taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve manevî temizliği kapsar. Bununla beraber burada bundan başka bir mânâ daha vardır ki o da "siyâb" kelimesinin bir şeyi yakından bürüyen, kuşatan şeyden ve zarftan kinaye ve mecaz olmasıdır. Nitekim bir takım kişilerin üzerine atılıp binerek alıp getirdikleri bir deveyi anlatmış olduğu şu beytinde Leylâ:
"Ona hafif hafif bazı giysiler attılar. Şimdi onun ürkütülmüş deve kuşundan başka bir benzerini göremeyiz." derken devenin üzerindeki insanları önce giysilere, sonra da koşan deve kuşunun üzerindeki tüylere benzetmiştir. Yani "seni üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat ve topluluğunu, ilk önce etrafındaki kimseleri temizle" demek olur ki bu mânâ "Önce en yakın akrabalarını uyar."(Şuara, 26/214) âyetinin mânâsına da uygun düşer. Hem bunda Hz. Peygamber (s.a.v)'in maddî ve manevî nefis temizliği öncelikle anlatılmış olacağından onun nefsindeki temizliğini hatırlatmaya gerek kalmaz.
5. Ve o pislikleri artık savıp uzaklaştır. "Rücz" ve "ricz" kelimeleri pislik ve azap mânâsına geldiği gibi burada put ve heykel demek olduğunu da açıklamışlardır.
6. Hem çoksunarak mennetme. Burada da iki mânâ açıklanmıştır. Birisi, menn, başa kakmak mânâsına olarak, "yaptığın işi, hizmeti, iyiliği çok sayarak başa kakma, yaptığın işle nazlanma" demek olur. Birisi de menn, iyilik ve lütuf mânâsına olarak, "bir iyilik yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden karşılığında daha çoğunu almak maksadıyla yapma" demek olur. Yani on para sadaka verip de yirmi paralık hizmet ve saygı bekleyenler gibi dünya ticareti ve maksadını gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah için iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir.
Bu iki mânâda cümlesi, hâl ve durum bildirir, demektir. Sonundaki "râ" harfi merfu olmayıp "başa kakma" olumsuz emrine cevap olarak cezimli olsaydı, "yaptığın iyiliği başa kakma ki çoğaltasın, çok hayır ve mükâfata eresin" demek olurdu. Fakat Kırâet-i aşere'de bu okunuş şekli yoktur. Bununla beraber bir sıralanma ve bir önceki cümleye bağlılık kast edilmeden şu mânâ da olabilir: Yaptığın hizmeti başa kakma, daha çok hayırlara ereceksin.
7. Ve Rabbin için artık sabret yani bu görevleri yapmak için her ne kadar sıkıntılar çekecek, eziyetler göreceksen de sırf Rabb'ının hükmü için artık sabret.
8. Çünkü o boru çalındığı vakit:
"NÂKÛR, sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr, vurmak ve didiklemek mânâlarına geldiği gibi boru çalmak mânâsına da gelir. Zira boru çalındığı zaman içinden hava sıkıştırma ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği için boruya "minkâr" gaga, didikleme âleti mânâsıyla ilgili olarak nakur denilmiştir. "Boru çalınmak" örf ve âdette kervanın veya askerin yola çıkması için hareket kumandası demek olduğu gibi, "borusu ötmek" de, emir ve kumandasının dinlenmesinden kinaye olması nedeniyle, boruyu çalmak, ahiret yolculuğuna çıkmak için "Çünkü o sura üfürülüş zorlu bir kumandadır."(Sâffat, 37/19) ilâhî emrinin ortaya çıkması demektir. "O sûra üflendiği zaman" âyetinin başındaki "fâ" harfi sebep bildiren bir harf olarak âyetin mânâsı, "çünkü sûra üfürülünce, o boru çalınınca" demek olur. Burada üfürmeden maksadın ilk üfürme olduğu açıklanıyor.
9. "O gün." Kelimenin sonundaki tenvin, muzafun ileyh (tamlayan) den bedeldir. Yani "o öyle olduğu gün" demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken "o gün" demekle yetiniyoruz.
10. Kâfirlere kolay değil. Bir önceki âyette "pek zor" denildikten sonra "kolay değil" demek ilk bakışta gereksiz gibi görünür. Fakat zorluk iki türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla beraber, gittikçe kolaylaşır, yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O günün herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere denildikten sonra buyrulmuştur.
11. "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak". Burada "tek olarak" mânâsına gelen kelimesi, hem yaratanın hem de yaratılanın durumunu gösterebilir. Yani "benimle bırak, hiçbir ortağım olmadığı halde tek başıma yarattığım o kimseyi" yahut "kendisini tek başına, hiç kimsesi olmadığı halde yapayalnız yarattığım o kimseyi" demek de olabilir. Bu mânâ "Andolsun sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzurumuza gelirsiniz."(En'âm, 6/94) buyrulduğu üzere her kişi hakkında sahih olur. Bununla kıyametin de yaratılış gibi özellikle her fert için ayrı bir safhasının olduğuna işaret edilmiş demektir. Âyetin özel bir olay ve şahısla ilgili olarak inmesi hüküm ve uyarmanın vasıflara göre genel olmasına engel de değildir. Bu âyetin iniş sebebinin Velid b. Muğire el-Mahzumi olduğu rivayet ediliyor. Burada onun Nûn sûresinde geçtiği gibi soysuz, piç olduğuna ima ve "vahid=tek başına" namiyle anıldığına işaret olduğu söylenmiştir.
12. Hem ona uzun uzadıya uzatılmış mal verdim yani çok mal, servet, arazi ve çiftlik gibi geniş yahut gelişip boy atarak ya da ticaretle artırılmış, uzatılmış mal verdim. Velid'in Mekke ile Tâif arasında çeşitli türde malları ve Taif'te yaz kış meyveleri eksik olmayan bostanı ve milyon kadar parası bulunduğuna dair rivayetler gelmiştir.
13. "Hem göz önünde oğullar verdim"
ŞÜHÛD, şahid kelimesinin çoğuludur. Yani hepsi yanında hazır, göz önünde, çalışmak için şuraya buraya gitme ihtiyacı duymayan, meclis ve lokallerde babalarının yanında hazır bulunan oğullar verdim. Yahut, önemli işlerde şahitliklerine, görüşlerine ve bilgilerine başvurulan oğullar verdim demektir. Rivayete göre Velid b. Muğire'nin hepsi mevki sahibi kişilerden olmak üzere on veya onüç oğlu vardı. Fakat bilinenleri yedidir. Velid b. Velid, Halid b. Velid, Umâre b. Velid, Hişam b.Velid, As b. Velid, Kabis b. Velid, Abdişems b. Velid. Denildiğine göre bunlardan Halid, Hişam ve Velid müslüman olma şerefi ile şereflenmişlerdir. Zemahşeri, "Bunlardan üçü müslüman oldu: Halid, Hişam ve Umâre" diye zikretmiştir. Alûsî de şöyle der: Umare'nin Bedir'de veya Habeş'te Necaşî tarafından öldürüldüğü ihtilaflıdır. İki rivayet de kâfir olarak öldürüldüğü hususunda birleşmiştir. Müslüman olduğuna dair Sa'lebi'nin Mukatil'den yaptığı rivayet sahih değildir. İbnü Hacer bunun hata olduğunu yazmıştır. Bu hatayı Zemahşerî de yapmış ve onun peşinden gidenler de bu hususta ona uymuşlardır. Bunların Velid b. Velid'i İslâm'la şereflenenler arasında zikretmemeleri şaşılacak bir iştir. Oysa bütün hadisçiler onun müslüman olduğunda görüş birliğine varmışlardır" Evet Velid b. Velid'in de sonradan müslüman olduğunda ihtilaf görülmüyor. Fakat Umare'nin durumu ihtilaflıdır. Bu dördün dışında kalanlar hakkında ise bir bilgimiz yok.
14. Ona büyük imkânlar verdim, mal ve oğullardan başka, birçok sebep ortaya çıkararak mevki, saygınlık ve şans açıklığı verdim. Velid, Kureyş içinde ileri gelen saygın kişilerden sayılırdı. "Vahîd" ve "Reyhâ-netü'l-Kureyş" takma adlarıyle anılırdı.
5. Sonra daha çok vereyim diye açgözlülük eder. İşte o, öyle açgözlü birisi. Hatta demiş ki: "Eğer Muhammed doğru söylüyorsa cennet benim için yaratılmış demektir."
16. Hayır, öyle şey yok
KELLÂ, reddetme edatıdır. Bir sözü, bir iddiayı veya bir ümit ve isteği reddeder. Biz bunun yerinde, "hayır öyle değil, öyle şey yok, yağma yok" gibi deyimler kullanıyoruz. "Hayır" ifadesini yerine göre, kelimeleri yerinde de kullandığımızdan tam karşılığı denemese de yakınıdır. Burada onun aşırı istek ve ümidini kesme mânâsını ifade eder. Sebebi, Çünkü o, bizim âyetlerimize inatçı kesildi. O nimetleri veren şahsın birliğini gösteren delillere veya Kur'ân âyetlerine karşı inada kalkıştı. Bu ise nankörlüktür. Verilen nimeti inkâr etmek onun artmasına değil, kesilmesine sebeptir.
17. Ben onu sarp yokuşa, dikine azaba sardıracağım.
Tirmizî, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Sa'ud, ateşten bir dağdır ki kâfir ona yetmiş yıl çıkar, sonra içine düşer." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "Cehennemde bir yokuşa çıkması teklif olunur ki, ona elini koydukça erir, kaldırınca yerine gelir. Ayağını koyunca erir, kaldırınca yerine gelir." buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunuyor ki, âyetin inmesinden sonra Velid'in malı günden güne eksilmiş, nihayet yok olmuştur.
18. Tehdidin niçin yapıldığı veya o kâfirin nasıl inat ettiği açıklanmak üzere buyruluyor ki: Çünkü o düşündü ve bir takdir yaptı, kafasında ölçtü biçti, bir tahmin yaptı.
19. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti Arapça'da bu yahut tabirleri, "kahrolası, Allah canını alası" gibi asıl itibarıyla beddua olmakla beraber, nazardan esirgemek şeklinde "yahu ne yaman şey, anası ağlayası" gibi bir değere işaret olarak övgü yerinde ve bazan da bu mânâda alay etmek ve dalga geçmek için kullanılır ki, burada, onun düşüncesini beğenenlerin bu yoldaki övgülerini anlatarak hakaret ve küçümseme mânâsında kullanılmıştır. Yani dedikleri gibi "kahrolası nasıl da takdir etti ya!..."
20. Sonra kahrolası, nasıl da takdir etti ya!.. Bu tekrar, hem hakareti vurgulamaya, hem de her iki âyette geçen takdirin farklı olduğuna işarettir.
21. Sonra baktı etrafındakilere bir bakındı.
22. Sonra kaşını çattı ve ekşidi, surat astı.
BESR, vaktinden evvel acele olmasını istemek, hamlık yapmaktır. Nitekim meyvenin hamına, hurmanın koruğuna "büsür" denilir. Rağıb, burada bu mânâdan olduğunu söyler. Yani, vakti gelmeden kopmuş ham koruk gibi ekşidi, surat astı.
23. Sonra ardını döndü ve büyüklendi. Anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, imana arkasını, küfre yüzünü döndürdü ve Allah'tan korkmayıp gururlanarak büyüklük tasladı, hakkı kabul etmeyi kibrine yediremedi de her şeyi bilen bir kişi edasıyla
24. hemen dedi ki: Bu Kur'ân, öteden beri öğretilegelen bir sihirden başka bir şey değil.
Bu âyette geçen tabirinde iki mânâ vardır:
BİRİNCİSİ; me'sur, yani öteden beri öğretilip rivayet olunagelen; sihirbazdan sihirbaza öğrenile geldiği söylenen bir sihir demektir.
İKİNCİSİ; yü'ser, yani diğer sihirlere tercih edilecek, beğenilecek bir sihir demek olur. Bu, "parlak sihir" mânâsına "sihr-i mübin" demelerine benzer.
25. "Bundan aldatıcı bir albeni var" demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle veriyordu: Bu, insan sözünden başka bir şey değil. Böyle deyip kararı bastı. Peygamberliği ve Kur'ân'ın Allah sözü olmasını inkâr ediverdi ki, işte inatçı kâfirlerin Kur'ân ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur. Bu, Allah'ın indirdiği kelâmı değil, Muhammed'in kendi söylediği kitabıdır derler. Olay tefsirlerde şöyle anlatılır:
Velid b. Muğire Peygamber (s.a.v)'in yanına gelmiş, Kur'ân dinlemiş ve etkilenmişti. Kalkıp Mahzum Oğulları'na varmış; "Vallahi, Muhammed'den az önce bir söz dinledim; ne insan sözü, ne de cin sözü. Onun bir tatlılığı, bir hoşluğu var. Yukarısı meyveli, aşağısı bolluk, zemini bol sulu. O kesinlikle üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz." demiş; buna karşı Kureyş: "Velid saptı. Vallahi, bütün Kureyş sapacaktır." demişler, bunu işiten Ebu Cehil, "ben size onun hakkından gelirim." deyip kederli kederli yanına varmış; "Ey amca demiş, kavmin sana vermek için bir mal topluyor. Çünkü sen Muhammed'den bir şey elde etmek için onun yanına gidiyormuşsun." Velid: "Kureyş bilir ki, ben onların malca en zenginleriyim." diye cevap vermiş. Ebu Cehil demiş ki: "O halde onun hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin, senin onu sevmediğini, inkâr ettiğini anlasınlar." Velid: "Ne diyeyim, içinizde şiiri, mısraları kafiyeli kısa vezinli nazmı, kasideyi ve cin şiirlerini benden iyi bileniniz yoktur. Onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor ki." demiş. Ebu Cehil, "yok mutlaka bir şey söylemelisin." deyince kalkıp kavminin toplandıkları yere varmış, "siz, demiş, "Muhammed mecnun" diyorsunuz. Hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? Kâhin diyorsunuz. Hiç kâhinlik yaparken gördünüz mü? Şair diyorsunuz. Hiç şiir ile uğraşırken, şiir söylerken gördünüz mü? Yalancı diyorsunuz. Hiç yalanını yakaladınız mı? Bunlara cevap olarak, "hayır, ama peki o nedir?" demişler; "durun düşüneyim" demiş düşünmüş, düşünmüş "Bu, öğretilegelen bir sihirdir; bu sadece bir insan sözüdür." demiş, onun bu sözleri Kureyşlilerin hoşuna gitmiş, salonlarında bir alkıştır kopmuş ve onun sözlerini alkışlayarak dağılmışlar.
Yukarıda geçtiği üzere bazılarının sözlerine göre bu olay Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin iniş sebebi gibi nakledilmiş ise de Velid'in dinlediği âyetlerin lerden olduğuna dair gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre bu, bu sûrenin başının değil, bu âyetlerin iniş sebebi olmuştur.
26. Buyuruluyor ki: ben onu Sekar'a yaslıyacağım. Bu âyet "Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım." âyetinden bedel-i iştimâldir ve onun kapsadığı mânâyı açıklamaktadır.
SEKAR, cehennemin isimlerindendir. Bazıları bunun Arapça bir kelime olmadığı görüşünü savunmuşlar ise de güneşin, yüzü çalıp kavurması mânâsına gelen "sakr" kelimesinden türetilerek "yakıcı" mânâsından alındığını söylemişlerdir.
27. Bilir misin, nedir o Sekar? Yani o öyle bir Sekar'dır ki, sen aklınla onun mahiyetini ve özünü kavrayamazsın.
28. Ne geriye bir şey bırakır, ne yakasını bırakır. Yani o öyle sırnaşık bir Sekar'dır ki, bir kere çattığı bir şeyi hiçbir zerresi kalmayacak şekilde yok edip tüketir, sonra da yakasını yine bırakmaz. O yok olan yeni bir yaratılışa çevrilir. O yine evvelki gibi azap ile çatmaya devam eder.
29. "Durmadan derileri kavurucudur"
BEŞER, insan demek olduğu gibi, "beşere" nin çoğulu olarak derinin, özellikle insan derisinin dış yüzleri mânâsına da gelir. İnsana beşer denilmesi de bu yüzdendir.
LEVVÂHA, "levh" kökünden aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır. Levh; susamak veya güneşin ısısı, yahut susuzluğun bir adamın çehresini bozması, yani yakıp kavurarak karartmak veya ortaya çıkmak, şimşek çakmak, gözle görmek mânâlarına gelir ki, Levvâha kelimesinin bütün bu mânâlara ihtimali vardır. Deriye susamış, yahut hiç durmadan derileri kavuran, yüzler karartan, yahut hep beşer gözeten beşere saldıran mânâlarını ifade eder. İbnü Abbas'tan; "Sürekli olarak deriler kavuran, yüzler karartan" mânâsı rivayet edilmiştir. Daha başka mânâlar da söylenmiştir. Buna şöyle diyebileceğiz: Kanmak bilmez bir susuz, sürekli beşersûz (deri yakan).
30. Üzerinde ondokuz var.
Bu "ondokuz"un ne olduğunu açıklayan kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki âyetten bunun, o cehennemin korucuları olan melekler yani zebaniler olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlunun ruhî ve ahlâkî kuvvetlerinin analizini yapıp sınıflandırarak bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler olmuşsa da, doğrusu bunun akılla bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak bir iman işi olmak üzere bir sınama için olduğu ikinci âyette özellikle anlatılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir iman ile inanılması istenen mutlak bir ilâhî haber olduğunu tasdik edip "yorumunu ve mânâsını Allah bilir" demek gerekir. Özet olarak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah'ın şimdi sizin tam olarak bilip anlayamayacağınız ve ilerde ortaya çıkacak öyle kuvvet ve güçleri vardır ki onların hakikatini ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak surette inanmanız gerekir. İşte size onlardan bir örnek haber veriyor. Bu, şu anda imanı olmayan ve kalplerinde bir çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı bir sır, bilinmez bir şey gibi gelir, "böyle kapalı Allah sözü, Peygamber duyurusu mu olur?" diye alay ve inkâra sapmalarına sebep olabilirse de, kitap ve peygamberin ne demek olduğunu ve gelecek işinin bugünkü işlere kıyas edilerek bilinemeyeceğini bilenlerin kuşkularını kesecek ve iman yeteneği olanların imanlarını artırarak onları başarı ve kurtuluşa götürecek en önemli sebeplerden, hatırlatma ve haber verme cümlesinden olduğu için bunların yorumuna çalışmayarak mutlak bir iman ile inanılması gerekir.
31. Bunun böyle olduğunu açıklamak için devamında şöyle buyruluyor: "Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık." Bu âyette geçen "ashab-ı nâr" sonsuza kadar o ateşin içinde kalıp yanacak olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup koruyacak bekçiler, muhafızlar mânâsına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine "cehennem bekçileri" denilen ve Tahrim sûresinde "Onun başında öyle melekler vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin.. Allah kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar." (Tahrim, 66/6) diye nitelenen ve başkanları malik olan zebani meleklerdir. Bu âyette geçen "onların sayısı" sözünden maksat da, zikredilen "ondokuz" sayısı olduğu açıktır. Yani bunların sayılarının ondokuz yapılması veya şahısları mı, türleri mi ne olduğu belirtilmeyerek sade ondokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde ifade edilerek haber verilmesi sadece kâfirlere bir bela ve imtihan içindir. Bunun faydası da diye başlayan bölümde anlatılanlardır. Bu âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet anlatıyor:
BİRİNCİSİ, âyeti indiği zaman Ebu Cehil Kureyş'e şöyle demişti: "Analarınız ağlasın, İbnü Ebi Kebşe'nin oğlunu işitiyorum, size cehennem bekçilerinin ondokuz adet olduğunu haber veriyor. Sizler ise demir pehlivanlarsınız. Sizin her onunuz onlardan bir adamı yakalamaktan aciz mi?" Ebu'l-eşedd b. Üseyd b. Kelede el-Cümehi, Pençesi pek kuvvetli yırtıcı bir adamdı. "Ben size onyedisinin hakkından geliveririm, siz de bana ikisinin hakkından geliverin." demişti. Bunun üzerine "Biz ateşin bekçilerini hep melekler kıldık." âyeti indi. Onlar sizin güç yetireceğiniz adamlar değil, meleklerdir, diye haber verildi. Ebu Cehil hakkında da Kıyame sûresindeki "Gerektir sana o bela gerek! Evet, gerektir o bela sana gerek."(Kıyamet, 75/34-35) âyetleri indi.
İKİNCİSİ, Tirmizî ve İbnü Merduye'nin Hz. Cabir'den ettikleri bir rivayete göre, yahudilerden bazı kimseler Peygamber (s.a.v)'in ashabından bazılarına "Sizin Peygamberiniz cehennem bekçilerinin adedini biliyor mu?" diye sormuşlar, onlar da Hz. Peygamber (s.a.v)'e bunu haber vermişlerdi. Resulullah (s.a.v), şöyle ve şöyle deyip elleri ile bir kere on, bir kere de dokuz işareti yapmışlardı. Yahudilerin Medine'de bulunmasından dolayı bundan bazıları bu âyetin Medine'de indiğini anlamak istemişlerse de Ashab-ı Kiram'dan bazılarının Medine'ye veya yahudilerden bazılarının Mekke'ye gitmiş olmaları düşünülebileceğinden bunu delil göstererek bir neticeye varmanın zayıf olduğu açıktır ve hatta âyetin iniş sebebinden ziyade bir tefsir mânâsındadır.
"Rabbının ordularını ancak kendisi bilir." İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası bu hakikata kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi sağlamaktır.
CÜNUD, "cünd" kelimesinin çoğuludur. Asker, bir adamın yardımcıları, alay ve ordu mânâlarına gelir. Kuvvet ve sertliği itibariyle daha çok asker için kullanılır olmuştur. Aslı kalıbında kelimesinden alınmıştır ki taşlık , sert araziye denir. Ve o (yani Sekar veya bu âyetler) başka bir şey değil ancak insanlık için, insanın yararı için bir öğüt, bir hatırlatıcıdır.
Bunu hafife alanları reddederek korkutmayı hem desteklemek hem de olumlu bir gayeye yöneltmek suretiyle aydınlatma maksadıyla buyruluyor ki.
Meâl-i Şerifi
32- Hayır, andolsun aya,
33- Döndüğü an o geceye,
34- Ve açtığı sıra o sabaha.
35- Kuşkusuz o Sekar, büyük belalardan biridir.
36- Uyarmak için insanları..
37- İçinizden ileri gitmek veya geri kalmak isteyen kimseleri..
38- Her nefis kendi kazancına bağlıdır.
39- Ancak amel defterleri sağından verilenler hariç.
40- Onlar cennettedirler, sorup dururlar.
41- Suçluların durumunu.
42- "Nedir sizi Sekar'a sokan?" diye.
43- Suçlular der ki: "Biz namaz kılanlardan değildik."
44- "Yoksula da yedirmezdik."
45- "Boş şeylere dalanlarla dalar giderdik."
46- "Ceza gününü yalanlardık."
47- "Nihayet bize ölüm gelip çattı."
48- Artık onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez.
49- Şimdi o Kur'ân'dan yüz çevirirlerken ne mazeretleri var?
50- Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri.
51- Arslandan kaçmaktalar.
52- Hayır, onlardan her kişi kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor.
53- Yok, yok onlar ahiretten korkmuyorlar.
54- Hayır, hayır, O kur'ân kuşkusuz bir öğüttür.
55. Dileyen onu düşünür.
56. Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da.
32-34. "Hayır hayır, andolsun o aya." Burada ve sonraki âyetlerde geçen kamer, gece ve sabah kelimelerinin kendi mânâlarında ve ilâhî orduların görüldüğü parıltılara işaret olmaları yanında dünyanın karanlıklara boğulduğu cahiliyye devri içinde Peygamberlik nurunun doğuşu ve o gecenin yok olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da dolaylı yoldan işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.
35. Kuşkusuz o Sekar herhalde büyük olaylardan biridir yani en büyük felaketlerden biridir.
36-37. İnsanı korkutmak, gocundurmak için, yahut insanı korkutucu olarak. Bazıları bunun, sûrenin evveline bağlı olduğunu söylemişlerdir ki, "korkutucu olarak kalk" demektir.
38. Her nefis kazancına bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah'a borçlarını öderse kendisini kurtarır. (Geniş bilgi için Tûr sûresindeki "Herkes kendi kazancına bağlıdır."(Tur, 52/21) âyetinin tefsirine bkz.)
39. Ancak amel defterleri sağdan verilenler bunun dışındadır. Zira bunlar sadece kendi kazançlarına bağlı kalmayarak ezeli takdirde yüce Allah'ın sırf lütuf ve ihsanından nasipleri, kısmetleri fazla takdir edilmiş olan mutlu kişilerdir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi olan yüce Allah herkese kazancına uygun bir mükâfat verir, kimsenin hakkını kaybetmez. Hukuk açısından hepsini eşit kılmış, kazancına bağlamış olmakla beraber (Allah) yaptıklarından sorumlu tutulacak bir varlık olmadığı için sırf lütuf ve ihsan açısından hepsinin takdirlerini, mazhar olacakları şeyleri eşit kılmamış; kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla olarak verdiği ihsanından yoksun kılarak onu sadece kazancına bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin olarak yaratması nasıl onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise, insanları çeşitli mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek derecelere nail olmakla seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün tutması ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in derecesini hepsinden üstün kılması da bu türdendir. Bu şekilde yüksek mertebelerin bir çoğu çalışıp kazanılmakla elde edilmez. Bu ise "Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur."(Necm, 53/39) mânâsı ile çelişkili olmaz.
Zira çalışıp kazandığından başkası insanın kendi hakkı değil, sadece bir lütuftur. Bununla beraber âyette "illâ" edatı ile yapılan istisnanın muttasıl olmasına göre, "ashab-ı yemin" bunun da bir istisnası sayılmalıdır. Şu halde bu âyette geçen ashab-ı yemin Vâkıa Sûresi'nde geçen ashâb-ı yeminden daha özel, sabikun yani imanda en ileri gelenler gibi seçkin bir mânâda demektir. Bunun tefsirini yaparken ashab-ı yeminden maksat melekler, ihlaslı müminler, müslümanların küçük çocukları, yaratılış sözleşmesinde, sağ tarafta bulunanlar, yani "Şunları cennet için yarattım, önem vermem, şunları da cehennem için yarattım, yine önem vermem." kudsi hadisinde cennet için yaratılmış olanlardır şeklinde çeşitli rivayetler vardır. Bunların, müslümanların küçük çocukları olduğuna dair rivayetin Hz. Ali'den geldiği söyleniyor. Bunlar kendi çalışma ve gayretleri olmadan atalarıyla beraber cennete girecekleri için istisna edilmiş oluyorlar. Bu rivayet de gösteriyor ki bu istisna, çalışıp kazananlar içinde cennete girecek yok demek değil, fakat bazılarının kazançlarına bağlı olmadan veya kazançlarının değerinden fazla olarak sadece bir lütuf eseri ve müstesna bir şekilde cennete gireceklerini anlatmış oluyor. Gerçi bunda, cennete girmenin sadece bir lütuf eseri olduğunu gösteren bir mânâ varsa da bu mânâ "Kazandığı hayır kendine"(Bakara, 2/286) düsturunu bozmaz.
Kazançta iyi amele muvaffak kılma da esas itibarıyla yüce Allah'ın bir lütfu ve başarı ihsan etmesi demek olacağı için hepsinin de ilâhî lütfun bir eseri olduğunu söylemek doğru olmakla beraber burada maksat, çalışıp kazanmanın önemini düşürmek değil, "Kuşkusuz, haklarında bizden en güzel müjdeler geçmiş olanlara gelince..."(Enbiya, 21/101) âyetinin mânâsınca kaderleri kendilerine yardımcı olan ve çalışmakla elde edilemiyecek mertebeler kendilerine sırf bir lütuf olarak verilmiş bulunan seçkin özel kişiler istisna edilmek şartıyla diğer bütün insanların kurtuluş ve felaketlerinin kendi çalışma ve kazançlarına bağlı bulunduğunu beyan ederek çalışma ve kazancın değerini göstermektir. Korkutmanın, öğüt vermenin asıl faydası da budur. Dolayısıyla bu âyette "yemin" kelimesi iki mânâda düşünülebilir:
BİRİNCİSİ, kaderde sağ tarafta bulunmuş, hiç çalışma ve gayretleri olmadan kaderleri iyi kılınmış kimseler demektir. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v)'in nebilik ve resullüğü, "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyor?"(Zuhruf, 43/32) âyetinden de anlaşıldığı üzere çalışmasının hiçbir etkisi olmayan bir bağış, bir ilâhî rahmettir.
İKİNCİSİ, "yemin" kelimesinin ahit ve sözleşme mânâsına olmasıdır. Çünkü yaratılış sözleşmesi ile ilâhî ahde dahil olmuş ve yeminlerini tutmuş olan kimseler kendi kazançlarından sorumlu ve bundan istifade etmiş olmakla beraber sonuç itibariyle yalnız kazançlarına bağlı kalmayıp kazandıklarından çok fazla nimet ve mutluluklara ererler ki bunun misali, bir şahsın tek başına çalışmasıyla sosyal bir sözleşmeye bağlı olarak toplum halinde çalışması arasındaki farktır. Zira toplumla yaşayanlar yalnız kendi kazançlarından değil, toplumlarının değerine ve sözleşmelerine bağlılıklarına göre birbirlerinin ortak ve karşılıklı mesailerinden yüksek bir biçimde yararlanır. Dağınık çalışmaların zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir ahit ve sözleşmeye bağlı olarak çeşitli çalışmalarını samimi bir şekilde birleştirmiş ve çalışmalarının dağınık ve ortak noktalarına hep bir ruh ile sarılarak toplum halinde yürümüş olanlar herbiri kendi çalışmasından yararlanmakla beraber birbirlerinin çalışmalarından da gittikçe artan bir şekilde pay alırlar. İşte Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe iman edip de Sekar'dan korunarak hak yolunda ruhlarını ve çalışmalarını birleştirmiş olan ve aynı kıbleye yönelerek yürüyen samimi iman sahipleri kendi kazançlarına bağlanmakla kalmayıp ilâhî lütuftan benzerlerinden ayrı bir şekilde nasip alan "ashab-ı yemin"dirler.
40-41. Amel defterleri solundan verilenler, çalışmayanlar, yahut tek başına çalışan, kendi keyfince uğraşan yeminsizler kendi çalışma ve gayretleriyle boğuşurken, amel defterleri sağından verilen bu ashab-ı yemin cennetlerdedirler suçluları soruştururlar, suçluların hallerinden kendi aralarında konuşur, bahseder, birbirlerine sorar yahut sordururlar. "Bu soru kınama ve hasret çektirme içindir." denilmiş ise de, herşeyden önce hakkı ortaya çıkararak suçlarının mahiyetine göre şefaat imkânını araştırmak için görüşüp dertleşme veya bir sorguya çekme olmak, ardından "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez."(Müddessir, 74/48) ifadesinin gelmesine daha uygun görünür.
Bu soruşturmanın bu şekilde anlatılıp açıklanması da suçluların hallerini ve hüküm giymelerinin sebeplerini sorup araştırarak hakkı ortaya çıkarmanın ve ona göre hayır ve iyi hal için çalışmanın ashab-ı yeminin özelliği olduğunu anlatmak, bununla beraber sayılacak olan suçların sahibi suçluların ahirette şefaat ile de kurtulmalarına ihtimal olmadığını dünyadakilere hatırlatarak öğüt vermek içindir.
42. Sizi Sekar'a sokan nedir? Yani bu cehenneme girmenize sebep olan suçunuz nedir? Bu soru, ashab-ı yeminin birbirlerine değil de suçlulara doğrudan veya dolaylı olarak sordukları sorudur. Zemahşerî şöyle der: Bu, ashab-ı yeminin birbirlerine sorduğu soruyu açıklamak değildir. Öyle olsaydı "Onları Sekar'a sokan nedir?" denilmesi gerekirdi. Bu, onların sordukları kişilerin verdiği cevabı hikâye etmektir. Yani, sorulanlar şöyle anlatırlar: "O suçlulara sizi Sekar'a sokan nedir?" dedik.
43. dediler ki: biz namaz kılanlardan değildik,
44. ve düşküne yedirmezdik, fakire yemek vermez, karnını doyurma çaresini aramazdık. Yani Allah'ın emrini tanımaz, kullarına acımazdık.
45. Ve dalanlarla beraber dalar dururduk, boş lakırdılar, boşuna işler, şunun bunun aleyhinde lehinde gereksiz sözlerle vakit öldüren, keyif ve zevkle ilgili boş şeylere dalan gafillerle beraber kendimizden geçer, dalar giderdik.
46. Din gününe, (yani ceza gününe) yalan derdik, inanmazdık dediler. Namaz kılmamanın, fakirlere bakmamanın, dalanlarla beraber dalıp gitmenin asıl sebebi de bu imansızlık, bu küfürdür.
47. Ta bize o yakın (yani ölüm) gelene kadar bu halde devam ettik ancak ölüm gelince ceza gününün hak olduğunu iyice anladık dediler. İşte kendilerini cehenneme sokan suçlarını böyle haber verirler.
48. Onun için de onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez. Zira imansız gitmişlerdir. Demek ki o gün müminlere şefaat olacak, bunlar da yalanlamasalar, inkâra sapmasalardı belki ashab-ı yeminin onlara şefaatı da mümkün olabilecekti. Fakat bu suçları işlemiş, inkâr ile gitmiş oldukları ortaya çıkan suçlular kendilerini kurtaracak iş yapmamış oldukları gibi şefaatçilerin hepsi de şefaat edecek olsa fayda vermez, gerçek değiştirilmez. Onlar işledikleri suçların cezası olarak o Sekar'a dalar giderler.
49. Şimdi o öğütten yüz çevirmekte kendilerine ne fayda var? Bu Kur'ân'dan yüz çevirmekte, o ölüm hatırlatılarak yapılan öğütten kaçınmalarında kendileri için bir fayda mı var? Öğütten yüz çevirmekle o kötü sondan kurtulacaklarını mı zannediyorlar?
50. O Kur'ân'dan öyle yüz çeviriyorlar ki sanki onlar ürkmüş yabani eşekler,
51. aslandan kaçmaktalar.
KASVERE, "kasr" kökünden türetilmiş bir kelime olarak zorlu, zorba demek gibi olup "zorlu avcı alayı" veya "arslan" mânâlarına geldiği açıklanıyor. Lugatçıların çoğu kasvere'nin arslan mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Bunun Habeş lügati olduğu da rivayet edilmiştir. İşte Kur'ân ile verilen Allah öğüdünden kaçan, onu dinlemek istemeyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Oysa o zavallı vahşi eşeklerin kaçmaları bir çaresizlik olmakla beraber yine de tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir kurtuluş, bir fayda düşünülebilir. Öğütten kaçan bu budalalar ise tehlikeden değil, kurtuluştan, kurtarıcıdan kaçıyor, faydalarını bırakıp yok oluşa koşuyorlar.
52. Hayır o kadar da değil, aksine onlardan her kişi kendisine ayrı ayrı dağıtılmış sahifeler halinde öğüt getirilmesini istiyor. Genel bir öğüt ile yetinmek istemiyor. Herbiri ziyafete çağrılır gibi özel davetiye ile ayrıca davet edilmesini istiyor. Görevine, çıkarına koşmak için kibirleniyor da herbiri "yarın ecelin geldi, şu, şu görevleri yapıp hazırlanarak gelmeniz duyrulur" diye ayrı bir uyarı ve çağrı bekliyor veya her biri için bir Peygamber olmasını arzu ediyor ki bu budalalık öncekinden çok fazladır.
53. Hayır, yok öyle şey herkes için ayrı bir öğüt, ayrı bir kitap gelmesine ihtimal yok. Bununla beraber öyle de olsa yine gelmezler. Doğrusu onlar ahiretten korkmuyorlar. Bu çağrı ve öğütü kabul etmeyenlere sonunda ceza verileceğine inanmıyor, sonunu saymıyorlar.
54. hayır, iş zannettikleri gibi değil korkunç bir ahiret var.
İşte o bir öğüttür bir uyarı, bir hatırlatmadır.
55. "Artık her kim isterse düşünsün" içeriğini anlasın, gereğine göre hareket etsin.
56. Bununla beraber Allah dilemeyince düşünmezler. Korkulacak olan da, bağışlayacak olan da odur. Azabından korkulup korunulacak olan da o, bağışlayacak da odur. Ondan korkmayan ne ahirette ne dünyada hiçbir şeyden korkmaz, korunmaz; ondan başkası da ne günahları bağışlayabilir, ne koruyabilir. Onun için her hikmetin başı Allah korkusu, Allah sevgisidir. İmam Ahmed, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Hakim ve daha başkaları Hz. Enes'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyeti yani âyetini okudu da dedi ki: Rabbiniz şöyle buyurdu
"Ben korkulacak, korkulup himayesine sığınılacak olanım. Benimle beraber başka bir ilâh yapılmasın. Her kim benden korkar da benimle bareber başka bir ilâh tutmazsa onu bağışlayacak olan benim."
Hakim-i Tirmizî "Nevâdiru'l-Usûl"de Hz. Hasen'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle der: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Yüce Allah buyuruyor ki, kulum bana iki elini kaldırır dua ederse ben o elleri bağışlamadan geri çevirmekten utanırım. Melekler: "Ey bizim ilâhımız! O, bağışlanacak kişilerden değil dediler. Yüce Allah, "fakat korkulacak olan da, bağışlayacak olan da benim. Şahit olun, ben onu bağışladım." buyurdu.
Ey Rabbim! Bu kulunu da o koruduğun, bağışlamana erdirdiğin kulların arasına kat. Sensin koruyacak, sensin bağışlayacak.
Kur'an-ı Kerim'de “Üzerinde on dokuz vardır." ayeti bulunmaktadır. Bu sayıdan hareketle Kur'an'ın bazı sırlarına ve şifrelerine ulaşmak mümkündür. Ancak bu bilgilere mutlak doğru ve Kur'an'ın kesin işareti olarak bakmanın bazı sakıncaları olacağından dikkatli olmak gerekir. Hiç olmazsa: "Böyle şeyler anlamak mümkündür, fakat bunlar kesin ve değişmez doğrular olmayabilir. Hesaplamalarımızda hata edebiliriz, bu hatalar da bize aittir." demek gerekir.
"Kur'an-ı Hakîm'in tevafuk cihetinden tezahür eden i'cazî nüktelerinden bir nüktesi şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'de İsm-i Allah, Rahman, Rahîm, Rab ve İsm-i Celal yerindeki Hüve'nin mecmuu, dört bin küsurdur. Arapça orijinal yazılışı ile “Bismillahirrahmanirrahim”, Ebced hesabının ikinci türü olan, hece harflerinin tertibi ile hesaplânınca, o da dört bin küsur eder. Büyük adetlerde küçük kesirler, tevafuku bozmadığından küçük kesirlerden kat-ı nazar edildi. Hem “Elif Lâm Mim” içine aldığı iki atıf vavı ile beraber iki yüz seksen küsur eder. Aynen Sure-i el-Bakaranın iki yüz seksen küsur İsm-i Celaline (Allah ismine) ve hem iki yüz seksen küsur âyâtın adedine tevafuk etmekle beraber, Ebcedin hece harflerine göre tertip edilen ikinci tarzındaki hesabıyla, yine dört bin küsur eder. O da yukarıda zikri geçmiş (Allah, Rahman, Rahim, Rab ve Allah ismi yerine geçen Hüve) beş meşhur esmanın adedine tevafuk etmekle beraber Besmelenin kesirlerinden vazgeçilirse, onların adedine tevafuk ediyor. Demek bu tevafuk sırrına binaen Bakara suresinin başında bulunan “Elif Lâm Mim” hem müsemmasını içine alan bir isimdir, hem el-Bakara suresine isim, hem Kur’an’a isim, hem ikisine kısa bir fihriste, hem ikisinin karışımı ve hülâsası ve çekirdeği, hem de Besmelenin kısaltılmışıdır."Reşat Halifenin bulduğu iddia edilen “Kur’an'da 19 mucizesi" de, ona ait orijinal bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Belki o geliştirip bilgisayar yoluyla tevafuk eden diğer rakamları ve yerleri bulup tespit etmiştir.
"Ebcedin meşhur hesabıyla Bismillahirrahmanirrahim, Rab ismi adedine eşit olmakla beraber, “Errahmanirrahim”deki şeddeli “Ra” iki “Ra” sayılsa; o vakit dokuz yüz doksan olup, pek çok mühim sırlara kaynak olup, 19 (on dokuz) harfiyle 19 (on dokuz) bin âlemin anahtarıdır." [Risale-i Nur Külliyatı-I, (Lem’alar), s.596]
Yeri gelmişken burada 19'la ilgili bazı hususlara yer vermekte yarar var. Bilindiği gibi bu hususta epeyi spekülasyon yapıldı. Hatta belki de Kur’an ile hiç ilgisi olmayan kişiler bu rakamla birleştirilerek ilâhi bir ikram ve ihsan gibi gösterilmeye çalışıldı. Ancak hemen ilave etmek gerekir ki, hepimizin hayatında bir kısım 19’lar bulup çıkarmak mümkündür. Böyle bir rakamla insan hayatı bizzat önem taşımaz. Nitekim konuya kaynak olarak gösterilen,
“Aleyhâ tis’ate aşar: Onun üzerinde on dokuz vardır.”ayeti, pek çok mealci ve tefsirci tarafından, “Cehennem bekçisi on dokuz zebani” olarak mana verilerek tercüme edilmiştir. O zaman iddia edilen kişinin ismi söz konusu olursa
“Onun üzerinde on dokuz vardır.”ayeti, söz konusu kişi veya kişilerin cehenneme gönderildiğini ve çıkmasını engelleyici on dokuz cehennem meleğinin yani Zebaninin bulunduğunu ifade eder ki, herhalde bunu düşünmek bile istemezler. Dolayısıyla bu ve benzeri ayetleri kişilere mal edip onlara böyle kutsiyet kazandırmak yerine, ayeti doğrudan Kur’an ile ilgili olarak tercüme ve tefsir etmek daha doğrudur.
Bu münasebetle 19 rakamı ve tevafuklarla ilgili kısa bir özetini takdim etmeye çalışacağız. Bundan kastımız da fal veya falcılıkla iştigal edenlere böyle güzel bir kapı açmak ve haramla meşgul olma yerine helal ve güzel olan, zararsız bir uğraş alanı göstermektir. Yoksa bizim için Kur’an’ın kendisi esastır. Onda tevafuk olsa da olmasa da Allah’tan geldiğinde asla şüphemiz olmadığı için bir şey değişmez. Bunlar daha çok, meraklı kimselere hitap eden yönüdür ve onların bu hislerini tatmin etme ve bu manevi zevki yaşatma manasına matuf olmalıdır diye düşünüyoruz. Demek ki Cenab-ı Allah onları da hesaba katarak böyle bir şeyi ikram olarak verip iltifat buyurmuş.
Besmele, Arapça orijinal yazılışı ile on dokuz harftir ve bu kendisinden sonra gelecek olan pek çok ayet ve surelere ve kendi içinde geçen isimlere tevafuk etmektedir. Üstad'ın yukarıda kaydettiği “Elif Lam Mim” de besmeleyi içine almaktadır. Öteden beri söylene gelen,
“Kur’an Fatiha'da, Fatiha Besmele'de, Besmele Ba’da ve Ba’da noktasında gizlenmiştir.”sözüne, Üstad bir de üç harften ibaret olan kesik harfleri yani “Elif Lâm Mim”i ilave etmiştir. Böylece, bütün Kur’an'ın mucizevi bir şekilde üç harfte toplânmış olduğunu belirtmiştir. Zaten Üstad'a göre surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, yani kesik harfler ilâhi birer şifredir, beşer fikri, insan aklı ona yetişemiyor. Bu şifrelerin anahtarı ancak Hz. Muhammed (s.a.v)’dedir.(1)
“Neden 19 sayısı?” şeklindeki bir soruya verilecek cevap, yine bu sayının özelliklerini bilmekle mümkün olur. Bu maksatla biraz üzerinde durmakta ve bu sayıyı tanımakta yarar var:
19 sayısı, kendine, yani bire ve katlarına bölünebilir, bu yüzden ilgi çekicidir. 19’u meydana getiren 1 ve 9 sayıları, ondalık sistemin en küçük ve en büyük değerleridir. 19 sayısı 10 ile 9’un toplamından meydana gelmekte ve bu iki sayının karelerinin farkı yine 19’u vermektedir. (Yani: 100 – 81=19).
19 sayısının astronomide de önemli bir yeri vardır. Mesela, Kameri ve Şemsi (ay ve güneş) hesaplarına göre tespit edilen aylar arasında 19 senede bir gerçekleşen bir tevafuk / uyum vardır. 235 Kameri ay, 19 Şemsi senesine tam olarak uymaktadır. Dünya, ay ve güneş, her 19 yılda bir aynı konumlara gelmektedir. 19 yılda bir gerçekleşen bu olay, “Meton Devresi” olarak bilinir.
a) Esrarengiz Anahtar: Besmele
Kur’an-ı Kerim’de 114 sure vardır. Bu da 19’un 6 katı eder. 9. Sure olan Tevbe suresi hariç olmak üzere, bütün surelerin başında bulunan ve Fatiha suresinin de ilk ayeti sayılan “Besmele” de Kur’an’da 114 defa geçmektedir. Tevbe suresinin başında bulunmayan Besmele ise 27. Sure olan ve 19. Cüzde bulunan Neml suresinin 30. Ayetidir. Burada da yine ayrı bir tevafuk bulunmaktadır ki, Tevbe suresinden itibaren sayılarak gidilirse, tam 19 sure sonra, Neml suresidir. Yine eksik Besmele, 27. Surenin 30. Ayetinde bulunmaktadır. Bunda da bir tevafuk var. 30 ile 27 toplânınca, 57 yapmaktadır. Bu da malum 19’un katıdır: Yani, 19x3 = 57’dir. Bu durumda kayıp yok. Burada bulduğumuz Besmele, diğer 113 Besmeleye ilave edilince rakam tamamlanıyor ve yine 19 şifresi bozulmuyor. Yani 114 : 6 = 19 veya 19 x 6 = 114. Böylece Besmele, Kur’an’ın tamamını açan bir anahtar durumunda oluyor.
Besmeleyi meydana getiren Kur’an harflerinin sayısı da 19 adettir. Yine Besmeleyi meydana getiren dört kelimeden her biri de Kur’an’da 19 katı olarak bulunmaktadır. “İSM” kelimesi, bütün Kur’an’da 19 defa, “ALLAH” 2698 (19x142) defa geçmektedir. Buna yukarıda Üstad'ın tespitlerinde yer verdiğimiz 2806 rakamına bakılarak itiraz edilmesin. Çünkü Üstad, “Allah” yerine geçen zamirleri de sayıya dahil etmiştir. Fazlalık bu yüzdendir. Yine “ER-RAHMAN” 57 (19x3), “ER-RAHİM” 114 (19X6) defa geçmektedir. Bu dört kelimenin 19’un kaç katı geçtiğini gösteren rakamlar da yine 19’un katıdır. Yani: 1+142+3+6=152. 152 : 19 = 8 yapmaktadır veya 19x8 = 152’dir.
b) İlk nazil olan Sure: Alâk Suresi.
Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan suresi, Alâk suresidir. Alâk suresi, Kur’an nazil olup tamamlandıktan sonra Cibril (as)’in işaretiyle Peygamberimiz (s.a.v) tarafından tertip edilmiş ve sondan 19. Sure olarak yerleştirilmiştir. 19 ayeti vardır ve ilk vahyedilen ayetler, yani ilk beş ayet 19 kelimedir. Yine bu ayetleri teşkil eden harflerin sayısı da 76’dır. Yani, 19x4=76 veya 76’yı 19’a bölersek, 4 katını buluruz. Alâk suresinin harflerini tek tek sayarsanız, 285 rakamını bulursunuz. Bu da yine bir 19 şifresidir. Yani, 19x15 = 285.
c) Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olduğu geceyi anlatan sure: Kadir Suresi.
Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil geceden bahseden surenin adı bilindiği gibi, Kadir Suresi. Bu surede de muhteşem bir güzellikle süslenmiş, 19 tevafukları var. Bu surenin harf sayısı tam 114. Yani 19’un 6 katı. Bu rakamı hatırlıyoruz. Kur’an surelerinin sayısı, Besmelenin sayısı. Bu da gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başladığı geceden bahsetmesi, Kur’an'ın 114 sure olacağına ve her biri Besmele ile başlayacağına bir işaret.
Mucize içinde mucize görmek ve iç içe geçmeli sistemi (Matris sistemi) daha iyi anlamak istiyorsanız, yine aynı surenin ayetlerindeki harfleri tek saymalısınız. Bu sayıların 19 merkezli bir aritmetik dizi meydana getirdiği ve çeşitli kombinezonlarla 19’un 114’e kadar olan bütün katlarını ortaya koyduğunu göreceksiniz. Kadir suresinin 5 ayetinin harf sayıları 36, 18, 19, 20 ve 21 adettir. Evet, sadece bu sayı dizisiyle indirilen Kadir suresi bile Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ispata kafidir. Sırf bu özelliğinden dolayı Kur’an-ı Kerim’i taklit etmek mümkün olmamıştır. Nitekim, bu gerçeği ifade eden bir ayet-i Kerim’e şöyledir:
“(Ey Muhammed!) De ki: “İnsanlar ve cinler, bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine de yardım etseler, onun bir benzerini getiremezler.”(2).Bir başka ayette ise benzerini getirmeleri istenilen şey Kur’an değil, sadece bir suredir; kısa veya uzun bir sure o kadar:
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’ın Allah sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun surelerinden birine benzer bir sure meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırırn, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının!”(3)d) Üç İhlas bir Fatiha ile Hatimde 19 rakamı.
Üç İhlâs bir Fatiha okuyarak hatim yerine niyaz ettiğimiz formül de yine 19 ayettir. İhlas suresi 4 ayet. 4x3 = 12. Fatiha suresi 7 ayet. 12+7 = 19.
e) Huruf-u Mukattaa : Kesik harfler.
SAD: Başında mukattaa olarak bulunan Sad harfi bulunan 7, 19 ve 38. Sureleri, yani Araf, Meryem ve Sâd surelerini ele aldığımızda, bu üç suredeki harflerin toplam sayısı da 152 dir. Yani 19’un 8 katı.
NUN: Bu harfle başlayan 68. Surenin (Kalem Suresi) çeşitli yerlerine dağılan Nun harflerini sayınca, çıkan rakamın 133 olduğunu göreceksiniz. Yani 19’un 7 katı.
KEF, HA, YA, AYIN, SAD: Bu seferde 19. sureyi, Meryem suresini ele alalım. Bu surenin başında yer alan Mukatta harflerinin sayısı 798 olup, 19’un 42 katıdır.
HA, MİM, AYIN, SİN, KAF: 42. sure, Şura suresinin ilk ayetlerinde yer alan Ha, Mim, Ayn, Sin, Kaf harflerinin bu surede ne kadar geçtiğini sayacak olursak, 570 adet olduğunu göreceğiz. Yani 19’un tam 30 katı. Yani, 570 : 19 = 30.
ELİF, LAM, MİM, RA: 13. sure olan Ra’d suresinin başındaki Elif, Lam, Mim, Ra harflerinin suredeki adedi ise 1501 dir. Yani, 19’un tam tamına 79 katı.
ELİF, LAM, MİM: Değişik bir misal olarak, başında Elif, Lam, Mim harflerinin bulunduğu 7 sure var ve bu yedi surede geçen Elif, Lam, Mim harflerinin toplamı 26676 dır. Yani, 19’a bölersek 1404 rakamını buluruz. Bu da bize bu harflerin toplam sayısının 19 un 1404 katı olduğunu gösterir.
HA, MİM: Kur’anda yine 7 surede Ha, Mim şifresi vardır. Bu şifrelerin geçtiği suredeki Ha ve Mim harflerinin toplamı 2147 dir. Yani, 113x19 dur.
KAF: Kur’anda 50. Sure Kaf suresidir. İlk ayeti olan Kaf harfinden dolayı bu adı almıştır. Sure boyunca geçen Kaf harfinin sayısı 57’dir. Yani, 19’un 3 katı. Bir fazla olsa 58 olur ve şifreyi bozar. İşte bu surede bu inceliğe ve dikkate rastlıyoruz. Bu sureyi ilginç kılan husus da budur. Yani, millet ve topluluk anlamına gelen “Kavim” kelimesi başında “Kaf” bulunduğu için değiştirilir. Bir fazla gelse şifreyi bozacağı için “Kavmi Lut” yerine “ve ihvani Lut” diye ifade edilmiştir.
HA, MİM, AYIN, SİN, KAF: Başındaki mukatta harflerinin arasında Kaf harfi bulunan bir sure daha vardır. Bu da 42. Sure olup, yani Şura suresi olup, başında beş harfli bir terkip vardır. Bu surede geçen “Kaf” harflerinin sayısı yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 57’dir. Yani, 19’un 3 katı. 42. ve 50. Surelerdeki Kaf harfi sayıları 114 yapmaktadır. Bu da Kaf harfiye başlayan Kur’an’a güzel bir işarettir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur’an 114 suredir. Uyum her yerde aynı, tevafuklarda şaşma yok. Demek ki bu 19 da ciddi bir maksat var ve bunu yapan kasten yapmıştır. Yoksa Kur’an gibi makamı, mevkisi, beyanı, manası ve indirilişi ile tamamen üstün bir keyfiyete ve mucizeliğe sahip olan bir kitap da basit bile olsa hata yapılmaz. Bu yüzden bazılarının takılıp kaldığı “RAHİM” kelimesinin bir fazla geçtiği iddiası ortalığı karıştırmış ve bazıları sınavı kaybetmiştir. Çünkü söz konusu fazla “Rahim” kelimesi her yerde Allah için kullanıldığı halde, Tevbe suresinde yani, 9. Surenin 128. Ayetinde Hz. Peygamber (s.a.v) için kullanılmıştır. Bu Allah’ın ona bir iltifatı ve kadrini bilmemiz için bize düşkünlüğünü ifade eden bir hatırlatmadır. Bu yüzden şifre yine bozulmuyor. Buna itiraz eden kişi, ya kasten karıştırmak istedi, ya da oradaki zamirin Hz. Peygambere (s.a.v) atıf olduğunu bilmeyecek kadar Arapça’yı bilmeyen birisi idi.
Bu misalleri uzatmak mümkündür. Ancak biz, bir örnek daha vermek sureti ile konuyu noktalamak istiyoruz. O da Bakara suresinin 245. Ayetidir. Bu ayetteki “Basta” kelimesinin okunuşu “Sin” ile, yazılışı “Sad” iledir. Bunu Peygamberimize bizzat Cebrail’in dikte ettirdiği nakledilmektedir. Çünkü “yebsutu” kelimesi “Sin” harfi ile yazılırsa bu suredeki “Sin” sayısı fazla olacak ve şifre bozulacaktır. Bunun yerine “Sad” harfiyle yazdırılması dikte ettirilmiştir ve bütün Kur’an nüshalarında Sad’ın altında küçük bir Sin vardır. Bu da "bu kelimeyi Sad ile yazdırdık, ancak siz Sin ile okuyun" anlamına gelmektedir. Çünkü Sad harfiyle yazılmamış olsaydı bu surede bir adet Sad harfi eksik olacak ve şifre bozulacaktı, tıpkı yukarıda anlattığımız Kaf harfi misalinde olduğu gibi.
Bunları görmezlikten gelmek kısaca, nasipsizlikten başka bir şey değildir. Ne diyelim Allah hidayet versin. Bu da 19’un ayrı bir cilvesidir. Çünkü Arap alfabesindeki H, D, Y harflerinden meydana gelen HÜDA (HDY) kelimesinin Ebced hesabına göre sayı değeri de yine 19 etmektedir. Hüda kelimesi Kur’an'da çok tekrarlanır ve yol gösterici, hidayete erdirici manasına gelmektedir.(4)
“... Allah kime hidayet ederse, o doğru yoldadır. Kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun için doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.”(5)ayetinde olduğu gibi. Hidayet elbette Allah’tandır. Ancak, kişinin kendi iradesiyle hidayetini istemesi ve bunun için az da olsa bir gayret sarf etmesi gerekmektedir. Tıpkı bir işe girmek isteyen kişinin önce bir dilekçe ile müracaat etmesi gibi, işin peşine düşmesi ve hidayete talip olduğunu bildirmesi gerekmektedir.
Bir de tamamen sapıklar vardır ki, onlara ne Allah’ın gösterdiği deliller, ne Kur’an, ne ilim fayda verir, ne de koca evren bir şey anlatabilir. Bu tür kimseler hakkı kabul etmeye olan kabiliyetsizlikleri ve kibirleri yüzünden kendilerini mahvetmişlerdir. Bu tür kimseler için de şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde, haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım. O kibirlenenler, her türlü mucizeyi görseler bile yine de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler o yolu tutup gitmezler. Ama sapıklık yolunu görseler o yola girerler. Öyle! Çünkü onlar ayetlerimizi yalan saymayı adet haline getirmiş ve onlardan gafil olagelmişlerdir.”(6)Böyle bir talihsizlikten daha acınacak bir hal olamaz. İstediği zaman ulaşabileceği kadar yakın olan böylesine ilginç nakışlarla dokunmuş ve ince sırlarla bezenmiş olan kitabını görmezlikten gelenlere ne yapılabilir ki... kör, sağır ve dilsiz yaşamak, ne kadar ağır bir haldir, bunu anlamak için ancak yaşamak gerekir. Fakat böyle bir hale düşmeyi herhalde isteyecek aklı başında bir tek fert yoktur.
Netice:
Bütün yönleri ile mucize olan Kur’an, her asırda sanki yeni nazil oluyormuş gibi, iman sahiplerine yol göstermeye devam ediyor. Zaman yaşlandıkça o gençleşiyor. Kıyamete doğru ilerledikçe onun gizlilikleri ortaya çıkıyor. Gerek iyi niyetli, gerekse kötü niyetli olarak yaklaşanlar, onun daha çok gündemde kalmasını sağlıyor. Böylece kendini faş ediyor ve aradan perdeleri kaldırıyor. Yukarıda verdiğimiz örneklerin tesadüf olduğunu düşünmek nasipsizlikten başka bir şey değildir. Zaten bilinmektedir ki, hesap olan yerde tesadüf bulunmaz. Yani o bir mucize, o bir esrar kaynağı, o, kıyamete kadar evreni aydınlatacak eskimeyen, modası geçmeyen ve unutulmayan, unutulmayacak olan, unutulduğu zaman her şeyin bittiğinin işareti ve habercisi olan evrensel bir mesaj ve beşer elinin asla yetişemeyeceği bir Allah kelamı...
Kur'an'ın bir kanadı geçmişte, bir kanadı gelecekte, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyit ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya/sofiler gibi ondan hayat alan semereleri, canlı tekemmülleriyle, mübarek ağaçlarının canlı, feyizli ve hakikatin anası olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyet’in bütün hakikatli ilimleri, Kur’an’ın hakkın gözü ve hakikatin kaynağı ve her şeyi içine alan zengin ifade tarzında misilsiz bir hârika olduğuna şahadet eder.
Kur'an’ın altı ciheti nuranidir, doğruluk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve burhan direkleri, üstünde mucizelik mührü parıltıları, önünde ve hedefinde iki cihan mutluluğu hediyeleri, arkasında istinat noktası semavî vahiy hakikatleri, sağında hadsiz doğru akılların deliller ile tasdikleri, solunda selim kalplerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî çekiciliğine kapılmaları ve teslimiyetleri; Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir semavi ve arz kalesi olduğunu ispat ettikleri gibi, altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’an’a âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi, İslâmiyet’in membaı ve Kur’an'ın tercümanı olan zâtın (s.a.v) herkesten ziyade ona itikat ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyette bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiliğiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî kevni hadiseleri/tabiat olaylarını, gaybi bir şekilde Kur'an ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur'an'ın her bir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur'an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîm'inin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.(7)
Kısaca özetleyecek olursak; hayatta tesadüfe dayanan hiçbir şey yoktur. Elimizde bulunan Kitap, pek çok yönüyle mucize olduğunu gösteriyor. Üstad Bediüzzaman, Yirmi Beşinci Söz'de, Kur’an’ın kırk yönüyle mucize olduğunu ispat etmiş. Gelişen bilim ve teknoloji ile diğer hadiseler de yakın bir zamanda belki 400 yönden daha mucize olduğunu ilmen ispat edecek. Böyle kıymetli işlerle meşgul olmak ve manevi kazanç elde etmek varken, onu batıl zevklere alet etmenin ve sadece gaybı taşlamaktan ibaret olan fal ve falcılık çeşitlerine alet etmenin ve bu işlerle meşgul olmanın ne manası ne de mantığı vardır!.. Elbette aklı başında ve inanan bir kimse bu tür şeylerle meşgul olmayacaktır ve zaten kısa ve az olan ömrünü faydalı yollarda harcayacak, insanlara elinden geldiği nispette yardımcı olarak doğruyu göstermeye çalışacaktır.
Dipnotlar:
(1) Risale-i Nur Külliyatı-II, (İşarat’ül-İcaz), s.1168.
(2) İsra Suresi, 17/88.
(3) Bakara, 23-24; Yunus, 10/37; Hûd, 11/13; Kasas, 28/49.
(4) Arslan, Kur’an Hakkında Bilmediklerimiz, 47-53; Nurbaki, Kur’an Mucizeleri, 23-26.
(5) Kehf, 18/17.
(6) A’raf, 7/146.
(7) Risale-i Nur Külliyatı-I, (7. Şua), s. 912.
Selam ve dua ile...
Edip Yüksel :Tevbe suresinde uydurulmuş ayetler
Fasil:KUR`AN`IN TERTİBİ BÖLÜMÜKonu:Kur`an`ın Tertibi Ve Cem`iRavi:Zeyd İbnu SabitHadis:Hz. Ebu Bekir (ra), (irtidad edenlere karşı yapılan) Yemame Savaşı sırasında beni çağırttı. Gittim. Yanında Hz. Ömer (ra) oturuyordu. Ebu Bekir bana: "Bak! Ömer bana gelip: "Kurra`nın da katılmış bulunduğu Yemame savaşları şiddetlendi. Ben her yerde kurraları tüketeceğinden, onlarla birlikte Kur`an`nın da çokça zayi olacağından korkuyorum. Bu sebeple Kur`an`ın cemedilmesini emretmeni uygun görüyorum!" dedi. Ben kendisine: "Resulullah`ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparım?" diye cevap verdim. Ancak Ömer (ra): "Bunda hayır var!" diye ısrar etti. Ben her ne kadar bu meseleye yanaşmak istemedi isem de Ömer, taleb ve müracaatlarının peşini bırakmadı. Sonunda Allah, Ömer`de aklını yatırdığı şeye benim de aklımı yatırdı. Ben de meselenin gereğine aynen Ömer gibi inanmaya başladım." Zeyd devamla der ki: "Ebu Bekir (ra) bana yönelerek şunu söyledi: "Sen genç, akıllı bir kimsesin, hiç bir hususta sana karşı bir itimadsızlığımız yok. Üstelik sen Resulullah (sav)`ın vahiy katipliği yaptın, nazil olan vahiyleri yazdın. Şimdi Kur`an`ın peşine düş ve onu cemet!" Zeyd (ra) der ki: "Allah`a yemin olsun, Ebu Bekir bana dağlardan birini taşıma vazifesi verse bu teklif ettiği işten daha ağır gelmezdi. Kendisine itiraz ettim: "Siz, Resulullah (sav)`ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?" dedim. Ebu Bekir (ra) beni ikna için: "Vallahi bu, hayırlı bir iştir!" dedi, taleb ve müracaatlarının peşini bırakmadı, öyle ki, sonunda Allah, Hz. Ebu Bekr`in aklını yatırdığı gibi bu işe benim aklımı da yatırdı. Artık Kur`an`ın peşine düştüm. Onu kumaş parçaları, hurma yaprakları, düz taş parçaları ve ezberlemiş olanların hafızalarından toplamaya başladım. Tevbe süresinin son kısmını Huzeyme -veya Ebu Huzeyme el-Ensari`nin yanında buldum. Bu kısmı ondan başkasının yanında bulamamıştım. (Cem ettiğim) sahifeler Hz. Ebu Bekir (ra)`in yanında idi. Vefat edinceye kadar da orada kaldı. Sonra Hz. Ömer (ra)`e intikal etti. Allah ruhunu kabzedinceye kadar onun yanında kaldı. Sonra Resulullah`ın zevce-i pakleri Hafsa Bintu Ömer İbni`l-Hattab (ra)`a intikal etti ve onun yanında kaldı."HadisNo:944
Zeyd'in bahsettiği surenin son kısımdan ne anlaşılması gerektiği açık olmasa da tartışma konusu yapılan son iki ayet şunlar :
9/128: Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mu’minîne raûfun rahîm. Andolsun ki, size kendinizden gayet izzetli bir peygamber geldi; zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze çokça titriyor; mü'minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. 9/129:Fe in tevellev fe kul hasbîyallâh, lâ ilâhe illâ hûv, aleyhi tevekkeltu ve huve rabbul arşil azîm. Eğer aldırmazlarsa de ki: «Bana Allah yeter! O'ndan başka ilah yoktur! Ben O'na dayanmaktayım ve O, o büyük Arş'ın sahibidir!» |
Kur'ana ekleme yapılmış olmasını kesinlikle mümkün görmeyen ehl-i sünnet ekolünün yıldırımlarını üzerine çeken bu iddia oldukça ilginç. Edip Yüksel mealinde bu iki ayete yer vermek istememiş ancak gelen baskılara boyun eğmek zorunda kalarak tartıştığı iki ayeti de meallendirmiş. Ancak zehir-zemberek bir tefsirden de geri durmamış:
Bu surenin sonuna eklenen hadisleri elinizdeki çevirinin mahkemelerce toplatılmaması için burada tuttuk. Amerika, Kanada ve Avrupa'da yayımlanan bazı İnglizce çevirilerde bu hadisler Kuran'ın Arapça orijinallerinden dahi çıkartılmış bulunmaktadır. Onları Amerika'nın halk kütüphanelerinin çoğunda bulmak mumkün. Ayrıca Internet'in çeşitli sitelerinde de mevcut. Türkiye'deki hükumetler, üstü kravat altı şalvar misali, din özgürlügü konusunda bazan dine düşmanca bir tutum takınmakta, bazan da mezhepleri koruyucu teokratik bir bağnazlık sergilemektedir. Ültimatom suresininin sonuna Emeviler döneminde eklendiğine inandığımız bu iki hadisi çıkarsaydık Buhari' denilen palavralar kitabını ciltlerle yayımlayıp, onları Atatürk adına halka Allah'ın dininin kutsal kitapları diye satan Diyanet İşleri Başkanlığının feryat ederek polisleri, mahkemeleri ve hatta ehl-i sünnet vel camaati harekete geçireceğini biliyoruz. Ciltler dolu ortaçağ palavrasını Kuran'a eş koşanların ve hatta onları Kuran'a tercih edenlerin, nasih ve mensuh hikayeleriyle birçok ayeti inkar edenlerin inanmadıkları bir Kuran'ı sanki kafirlerden koruyormuş havalarına girmeleri trajik bir tiyatro örneğidir. Ne yazik ki, bu tiyatronun aktörlerini sahi zanneden milyonlarca saf insan mevcutken biz de o tiyatroyu belli bir süreye kadar ciddiye almak zorundayız. Berlin Duvarını yıkan, Çin Seddini sarsan özgürlük rüzgarı, pek yakında sahte dinadamlarının kavuklarını uçuracak ve kelliklerini ortaya çıkaracaktır. |
“Benin ‘Üzerinde 19 Var’ diye bir kitabım var. 1 Temmuz 1986’da 19 Mucizesini Ahmed Deedat (Ahmet Didat)’tan işittiğimde, bu mucize tüm yaşamımı değiştirdi. Allah’a ortak koştuğum şeyleri terk ettim (Hadis ve sünnet). 19, Kuran’ın matematiksel sisteminin kodudur. 114 sure var, bakıyorsunuz 19’un 6 katı. Besmele 19 harf. Şimdi dünyada yüzlerce ehli kitap bu 19 mucizesi yüzünden İslam’a saygı duyuyor. Bu mucizeyi bulan Reşad Halife, 1990’da öldürüldü. Hem de bir mucize olarak, ayette anlatıldığı gibi... Benim bundan dolayı hayatım tehlikeye girdi, mürtet ilan edildim. 1989’da Amerika’ya göçmek zorunda kaldım. Ama şimdi Kuran konusunda şüphesi kalmayan, erdemli yaşayan, adalet için ayakta duran insanlar var. Bu bana yeter. 19.org sitesinde bu konuda bir makale yazdım.”
DİĞER MUCİZELER
Edip Yüksel, 19 Mucizesinin öncülü diyebileceğimiz, diğer Kuran mucizelerinden de bahsetti:
“Ahret kelimesi Kuran’da 115 kez geçiyor, dünya kelimesi de 115 kez geçiyor. Yani dünya ve ahret kelimelerinin tekrar sayıları aynı. Şeytan kelimesi 88 kere geçiyor. Bakıyorsunuz ‘melek’ kelimesi de 88 kere geçiyor. Kuran’da böyle diyalektik bir mantık var. Karşıtlar eşit geçiyor. Ay kelimesi 12 kere geçiyor. Gün kelimesi 365 kere geçiyor. Allah buralarda matematiksel bir mesaj veriyor bize. Gün kelimesinin çoğulu olan ‘eyyam ve yevmeyn’ kelimeleri de toplam olarak 30 kere geçiyor. İlginç! Daha sonra 19 mucizesi keşfedildi. Besmele 19 harf. 114 sure var, 19’un 6 katı. Hatırlar mısınız, bir ara Ceviz Kabuğu’na çıkmıştım. Süleyman Ateş vardı, bir de matematik profesörü vardı. Daha sonra bazı ateistler o profesöre kızmışlar, niye Edip Yüksel’i mat edemedin diye. Benim matematiğim iyidir. Ebcet hesabını kâhinlik gibi kötü amaçlar için kullananlar da var. Ömer Çelakıl diye bir adam var televizyonda, ezoterik, keyfi şeylerden bir şeyler çıkarıyor. Burada nesnel gerçekçi bir yöntem izlemek gerekir. Nesnel gerçekçi ne demek: yanlışlanabilir, doğrulanabilir, örneklenebilir demek. Bizim anlattıklarımız öyle keyfi şeyler değil, yüzde yüz nesnel. Bu araştırmalar için Kuran’daki harfleri tek tek elle saymanıza gerek yok, şu elimde tuttuğum Mu’cem-ul Müfehres (Kuran Kelimeleri Fihristi) var, oradan bakabilirsiniz. Yine besmelede geçen kelimelerden birisi olan ‘Allah’ kelimesi kuranda 2698 defa geçiyor. 19’un 142 katı. ‘Kuran En Büyük Mucize’ kitabı ilk çıktığında Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç tarafından, hiç sorgulanmadan, ramazanda bedava dağıtıldı. Daha sonra, fitneymiş, deyip yasakladılar. Yani bu tip adamlar kabul ederken de sorgulamıyor, reddederken de. Tevbe suresinin son iki ayeti 19’u sağlamıyor, bu konuda epey sıkıntı yaşadım. Allah’ım ilmimi artır, diye dua ettim. Rahim kelimesi kuranda 57 defa geçiyor, 19’un 3 katı. Kuran’da 9. surenin başında besmele yok. Ne oldu? 19’u bozdu. Fakat bir de bakıyorsunuz, Neml (karınca) suresinde bu eksik tamamlanıyor. 114, 19’un 6 katı. Allah seni meraklandırmak istiyor. Huruf-u mukattaların iki anlamı var. Birincisi rakam, diğeri harf...”
İNANÇ YERİNE RASYONALİZM
19 ayetinin içinde yer aldığı Müddesir suresindeki “O, sizden ileri gitmek ya da geri kalmak isteyenler için uyarıcıdır” ayetinin bir tezahürü olarak bu konuda çok ileri gittiklerini söyleyen Edip Yüksel, bunu, projeksiyon ekranına yansıttığı bir tablo ile izleyicilere gösterdi.
“19 mucizesinin alt türevleri de var. Arizona Üniversitesi’nde bir matematik profesörüne bu tabloyu gösterdim. Tablodaki verilerin Kuran’da geçen harflere ait olduğunu da söylemedim, her hangi bir ön kabul olmasın diye… Tablodaki bilgileri şöyle formüle etti. 9(R3)=(R1+R4)+2(R2+R5) Müthiş bir şey! 19 mucizesi, inancı inanç olmaktan çıkarıyor, artık rasyonel düşünmeye başlıyorsun. İki kere iki falanca imama göre beştir, falanca imama göre de altıdır ve hepside haktır diyemezsin! Ben Arizona Üniversitesi’nde 12-13 yıldır mantık okutuyorum. Orda 19 mantık kuralı var. Bu Allahın bir ayetidir.”
NİYE İNCİL’DE YOK
Konuşmanın burasında dinleyici sıralarından bir soru geldi Edip Yüksel’e:
“Birinci sorum: 19 mucizesi Kuran’da var da İncil’de niye yok? Hani Allah’ın sünneti tekti? İkincisi: Tevbe suresinin son iki ayeti 19’u bozduğu için yoktur, diyorsunuz. Bu görüşünüz değişti mi?”
“O ayet ‘Ey Muhammed deki’ diye başlar. Sonra ‘Allah bana yeter! Ondan başak ilah yoktur. Ben sadece ona güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir’ diye devam eder. Dolayısıyla o ayet Allah’ın sözü değil, Muhammed’in sözüdür, duadır. Bunlara takılıp kalmayın. Thomas Paine (Tomas Peyn), ‘Tanrı kelamı evrendir’ der. Ama ben bu konuda , Allah’ım ilmimi artır, diye dua ediyorum.”
BUNLAR TESADÜF OLAMAZ
Bu son derece politik cevaptan sonra bir soru daha geldi:
“Tevbe suresinin son iki ayeti şimdi bilemeyeceğimiz bir şifre içeriyor olamaz mı?”
“19 mucizesi 74. surede geçiyor, 1974’de keşfediliyor. 19x74=1406. Kuranın çıkışından 1406 yıl sonra keşfediliyor. Bunlar bir tesadüf olamaz.”
Kuran’ın Eşsiz Koruma Sistemi
(Üzerinde 19 Var, Edip Yüksel, 1998-2015, son bölüm)
(انا نحن نزلنا الذكر وانا له لحافظون (٩
“Zikri biz indirdik, onu biz, elbette biz koruyacağız.” (15:9)
Kuran, Allah’ın kullarına indirdiği son kitaptır. Onun kıyamete dek korunması için 15:9’da verilen ilahi sözün hikmeti budur. Kuran’ın Allah sözü olduğu ve kesinlikle korunduğunu kanıtlamak için Allah, Kuran’ı matematiksel bir sistemle kodlamıştır. Tucson Mescidi, Renaissance Institute ve Monotheist Publication tarafından yayımlanan kitaplarda açıkladığımız gibi bu matematiksel sistem insan gücünün çok ötesindedir. Allah’ın son kitabında en ufak bir tahrif bile kuşkusuz büyük bir fitneye yol açar. Kuran’ı koruyan sistem matematik olduğundan, 1 birimlik (1 sure, 1 ayet, 1 kelime, hatta 1 harf) sapma bile sistemi bozar.Nitekim
1974 yılında Kuran’da fark ettiğimiz matematiksel sistem yeni bir fiziksel deliller çağı açmış ve Kuran’daki her birim o sistemde yer almıştır.Sonuçta, 9:128-129 nolu ayetlerin Kuran’dan olmadığı ortaya çıkarak:
- Kuran’ın matematiksel sisteminin asıl işlevini görme fırsatını bize vermiştir. Kuran’ın korunması, insanlar tarafından müzelerde korunan kitaplar gibi, yahut doğal olarak korunan taş yazıtlar gibi olmayıp hepsinden farklı olarak bizzat sahibi tarafından yerleştirilen kodlama sistemiyle olmuştur ki 15:9 ayeti bunu “beş adet vurgu” ile bildirir: “Biz, elbette Biz Zikri indirdik, ve onu mutlaka Biz koruyacağız.”
- Bu açıdan olağanüstü bir mucize oluşturur.
- Atalarını taklit ettiklerinden dolayı Kuran’ı kabul edenlerle, Kuran’a bizzat Kuran’dan dolayı iman edenlerin arasında ayırım yapmıştır. Gerçek müminler, Kuran’ın tanıklığını atalarının tanıklığına tercih ederler.
“Size
içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün,
mü’minlere şefkatli ve esirgeyici bir peygamber gelmiştir. Onlar yüz
çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben
O’na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O’dur.'”
Fiziksel deliller
- Beraet (Ültimatom) Suresinin sonunda yer alan 9:128-129 “ayetleri” matematiksel kodun keşfi tarihi olan 1974’ten beri özellikle dikkatlerimizi çekmişti. “Rahim” kelimesinin Allah’tan başkasını tanımlamak için kullanıldığı tek yerdi. Kuran’da 114 (19×6) kez Allah için geçen “Rahim” ismi orada Muhammed Peygamber için kullanılıyordu. Kuran boyunca “Allah” kelimesinin tekrarlanma sayısının 2699 adet çıkması, 112 harfli 9:128-129 üzerinde kırmızı ışıkların yanmasına neden oldu. 2699 sayısı 19’un katından 1 fazlaydı. “Allah isminin 2698 (19×142) kez geçmesi gerektiğini hatırlatan daha birçok parametre mevcuttu.
- “Allah” ismini bulunduran tüm ayetlerin numaraları toplamı 118123 (19×6217) dir. Beraet suresi sonunda yer alan Allah isminin bulunduğu ayet numarasını yani 129’u eklediğimizde bu sistem bozulur.
- “Allah” ismi, Kuran’ın başından 9. surenin sonuna dek 1273 kez geçer. 1273=19×67. Eğer 9:129’daki eklenirse bu sayı 1274’e çıkar ve sistem bozulur.
- İlk başlangıç (2:1’deki A.L.M.) harflerinden son başlangıç (68:1’deki Nun) harfine dek geçen “Allah” isimleri, sahte ayetler hariç 2641’dir. 2641=19×139
- Beraet suresi başında harf bulunmayan bir suredir. Başlangıç harfi bulundurmayan 85 sureyi incelediğimizde 57 (19×3) tanesinin “Allah” ismini bulundurduğunu görürüz. “Allah” ismini bulunduran ayetlerin toplam sayısı da 1045 olup 19×55’tir. Oysa 9:128-129 eklense “Allah” ismini içeren ayetlerin sayısı 1 adet fazlalaşır.
- Kayıp Besmele’den (Sure:9) itibaren, ekstra Besmele’ye (Sure:27) kadar “Allah” kelimelerinin 513 ayette geçtiğini görürüz. 513=19×27
- Beraet suresinin sonunda yani 9:128-129′ da geçen “ilah (tanrı)” kelimesi, bu “ayetler” hariç 95 (19×5) kez geçer. Söz konusu sahte ayetlerle bu denklik bozulur.
- Tanrı için kullanılan “arş (yönetim)” kelimesi 9:128-129 hariç, Kuran’da 19 kez geçer. (12:100 ve 27:23 ayetlerindeki “arş” kelimesi “taht” için kullanılır.)
- Kuran, 6234 adet numaralanmış ayet ve 112 numarasız ayet (1:1 ve 27:30 hariç sure başlarındaki Besmeleler) içerir. Böylece Kuran ayetlerinin sayısı 6346 (19×334) olur. 6346 sayısının rakamlarının mutlak değerlerinin toplamı da 6+3+4+6 = 19’dur. Bu iki matematiksel özellik, 9:128-129 eklendiğinde bozulmaktadır.
- Başlangıç harfleri içermeyen 85 surenin tüm ayetlerinin rakamlarının mutlak değerlerini tek tek topladığımızda sonuç 27075 (19x19x75) olur. Bu özellik 128 ve 129 rakamlarının eklenmesiyle 23 artarak bozulmaktadır.
- Her bir suredeki toplam ayet sayısını ve yanına tek tek ayet numaralarını (71234567……… 612345) biçiminde yazarsak 12692 basamaklı bir sayı elde ederiz. Birkaç metre uzunluğundaki bu sayı 19’un tam katıdır. Bu muazzam sayının basamak sayısı da 19’un tam katıdır. 12692=19×668. Bu durum, Beraet’in sonundaki ilave iki ayet çıkarılınca gerçekleşmektedir.
- Kuran’ın başından 9. surenin sonuna kadar başında başlangıç harfi bulundurmayan surelerin toplam ayet sayılarını sure numaralarıyla birlikte topladığımızda 703 (19×37) sayısını elde ederiz. Bu da, 9. sure 127 ayet olduğu taktirde gerçekleşir.
- “N” harfi ile biten, yani en son ayetinin son harfi “N” olan surelerin numaralarının toplamı 1919 (19×101) dur. Dokuzuncu surenin son ayetini 129 kabul ettiğinizde surenin son harfi “N” yerine “M” olur ve bu denklik bozulur.
- Son ayeti 9 rakamı ile biten 13 surenin ayet sayılarını topladığımızda 627 (19×33) sayısını elde ederiz. Bu durum, 9. sureyi 129 ayet kabul edince gerçekleşmez.
- Beraet suresinin numarası olan 9 rakamı ile son ayeti olan 127’nin rakamlarını topladığımızda, 9+1+2+7 = 19 olmakta ve bu özellik, son ayeti 129 kabul edince bozulmaktadır.
- Misakın elçisini müjdeleyen ayetten üç ayet önceki, 3:78 ayeti, Allah’ın kitabına sözler ekleyen ve o sözlerin Allah’ın ayetleri olduğunu ileri süren yalancıları kınar. Bu ayette geçen “Allah” kelimesinin Kuran’ın başından itibaren 361inci (19×19) ayet olması ilginçtir. Allah’a ayet yakıştıranlardan söz eden bu ayetle Beraet’in son ayeti olan 9:127 arasında “Allah” ismi 912 (19×48) kez geçer.
Rivayetlerde Tüten Duman
Muhammed Peygamber’in ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra Halife Osman bin Affan döneminde bir grup yazıcı, başka ülkelere gönderilmek üzere Kuran nüshalarını çoğaltmakla görevlendirildiler. Bu nüshalar, Muhammed’in eliyle yazılmış orijinal Kuran’dan kopya edilecekti. Yazıcılar komitesine Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talip, Zeyd b. Sabit, Ubeyy b. Kab, Abdullah b. El-Zubeyr, Said ibnül As ve Abdurrahman b. El-Haris b. Hişam nezaret ediyorlardı. Peygamber, Kuran’ı iniş sırasına göre yazmış, her parçanın doğru yerine yerleştirilmesi için gerekli talimatı da bunlara eklemişti. Medine’de inen son sure 9. sure idi. Yalnızca, üç ayetli 110. sure 9. sureden sonra Mina’da inmişti.İlk kıvılcım
Yazıcılar komitesi 9. sureye geldiklerinde onu da uygun yerine yerleştirdiler. Ancak Medinelilerden biri, Allah’ın iki ismini peygambere mal eden bir çift ayetin araya eklenmesini önerdi. Yazıcılar bunu önce reddettiler; ancak tartışmalar sonunda kabul ettiler. Ali b. Ebi Talib ve daha birçok inanan buna büyük bir tepki gösterdi. Nitekim Ali, peygamberin vefatından sonra Allah’ın son peygamberi tarafından yazılmış olan Kuran’a ekleme yapmak isteyenlerin varlığından duyduğu endişe yüzünden ilk halifenin seçildiği toplantıya bile katılmamıştı.Ali’nin bu protestosu birçok kitapta anılır. Burada, Celaleddin es-Suyuti tarafından yazılan El-Itkan fi Ulum-il Kuran isimli klasik bir kaynakta yer alan ve İkrime yoluyla nakledilen aşağıdaki rivayeti alıyorum:
“Ebu Bekir halife seçildikten sonra Ali
b. Ebi Talib evine çekildi. Ebu Bekir’e, onun seçilişinden hoşlanmadığı
için Ali’nin böyle bir tavır gösterdiği biçiminde yorumlar ulaştı. Bunun
üzerine Ebu Bekir Ali’ye birini göndererek durumu soruşturdu: ‘Ebu
Bekr’in seçimine mi karşı çıkıyorsun?’ diye sorulunca Ali, ‘Yok vallahi’
diye cevapladı. Ali’ye tekrar soruldu: ‘Neden evinden dışarı
çıkmıyorsun?” Cevap verdi: “Görüyorum ki Kuran’a ekleme yapılıyor ve ben
Kuran’ı derleyinceye kadar namaz dışında sokak kıyafetlerimi giymemeye
yemin ettim.'” (El-Itkan Fi Ulum-il Kuran, El-Ezher yayınları, Kahire,
Mısır, H.1318, C. 1, Sayfa 59)
Aynı kitabın 28. sayfasında, Zevaidil Müsned ve İbni Merdiveyh’te yer
alan ve Übeyy b.Kab yoluyla nakledilen aşağıdaki rivayette konuyu daha
da aydınlatıyor:Ebu Bekr’in hilafeti zamanında Kuran derleniyordu. Yazım işlemiyle görevli sahabeler Beraet (Ültimatom) suresinin sonuna, 9:127 ayetine gelince, onun son ayet olduğunu sandılar. Bunun üzerine Ubey b. Kab kendilerine, “Peygamber bana iki ayet daha okudu” diyerek 9:128,129 ayetlerini okumaya başladı ve, “Bu iki ayet, Kuran’ın en son inen ayetleridir” diye ekledi.
Aşağıdaki sonuçlara baktığımızda bu suçun korkunç boyutları ortaya çıkmaktadır:
- Halife Osman öldürüldü ve Ali dördüncü halife seçildi.
- Ali taraftarları ile saltanat taraftarları arasında yıllar süren bir savaş çıktı. Kuran’ın tahrif edilmesiyle ilgili bir sürü söylenti Şiiler arasında abartılarak “takiyye” politikasıyla nesilden nesile gizlice aktarıldı.
- Ali şehit edildi.
- Muhammed Peygamber’in torunu Hüseyin yetmişin üzerinde inananla birlikte Kerbela’da şehit edildi.
- Emevi ve Abbasi sultanlarının çevrede estirdiği terörün sonucu olarak cizye ödemeye mahkum olduktan sonra, cizyeden kurtulmak amacıyla güya İslam’a girenler, hadisler rivayet ederek Kuran’a ortak koştular ve böylece peygamberin tebliğ ettiği İslam dinini tahrif ettiler.
Orijinal Mushaf Mervan tarafından yakılıyor
Bu uzun ve yıkıcı savaştan sonraki barış döneminin ilk Halifesi Mervan b. Hakemdi (Ölümü: H 65/M 684). Yaptığı ilk işlerden biri orijinal Kuran’ı yok etmek oldu. Peygamberin kendi eliyle ve özenle yazdığı Kuran’ı “yeni tartışmalara neden olacağından korktuğu” için yaktı. (Nüzülünden Günümüze Kuran-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, 1987, sa:140; Dr. Suphi es-Salih, Mebahis fi Ulumil Kuran, sa:83 ve Kuran tarihiyle ilgili tüm kitaplara bakılabilir.) Akıl sahibi bir kişi burada şu soruyu sormalı: “Muhammed’in orijinal Kuran’ı o sırada elden ele dolaşan nüshalarla aynı idiyse Mervan b. Hakem onu niye yok etsin??!!!”İki tanık gücündeki tek tanık!
Eski rivayet kitaplarında, sonradan katılan 9:128-129’dan sürekli şüphelenildiğini öğreniyoruz. Örneğin Buhari’nin ünlü hadis kitabında ve Suyuti’nin El-Itkan’ında Kuran’ın her ayetinin en az iki tanıkla doğrulandığını okuyoruz: “Ancak 9. surenin 128. ve 129. ayetleri müstesna ki onlar yalnız Huzeyme b. Sabit el-Ensari’nin yanında bulunmuşlardı.” Sünnilerin en güvenilir hadis kitabı olan Buhari, Suyuti’nin ünlü eseri El İtkan ve Kuran tarihiyle ilgili birçok kitap, Beraet (Ültimatom) suresinin 127. ayetine varıldığında, derleme ve yazım işlemiyle görevli tüm yazıcıların, o ayetin son ayet olduğuna karar verdiğini rivayet eder ve devamla şunları bildirirler:
Sahabeler, Beraet Suresini 127. ayette noktaladıktan sonra Huzeyme b. Sabit El Ensari adındaki bir Medineli kendisinin yanında iki ayet daha bulunduğunu ileri sürdü. Bu iddiasına bir başka tanık daha getirmesi istendiğinde hiç kimseyi bulamadı. Fakat, arkadaşlarından biri bir hadis rivayet ederek Huzeyme’nin tanıklığının iki kişinin tanıklığına eşit olduğuna tanıklık etti. Bunun üzerine yazıcılar son iki ayeti, yani 9:128, 129 ayetlerini kabul edip 9. surenin sonuna eklediler.
Ne gariptir ki, bu 9:128-129 eklemelerinin, Medine döneminin son günlerinde inmiş Medeni bir surede bulunan Mekki ayetler olduğu iddia edilir.
Konuyla ilgili akla gelebilen birçok soru vardır. Örneğin: Bu Mekki ayetler, çok sonraları müslüman olmuş Medineli birinin yanında, sadece Huzeyme’nin yanında nasıl bulunabilir? Neden dört halife dahil, hiçbir sahabenin tanıklıkları tek başına kabul edilmezken sadece Huzeyme b. Sabit El Ensari’nin tanıklığı iki kişinin tanıklığına denk tutuldu? Huzeyme’nin iki tanığa eşit olduğunu rivayet eden kimdi? Onun bu rivayetine nasıl güvenildi? Yoksa onun da mı tanıklığı iki kişinin tanıklığına eşitti? Beraet Suresinin sonundaki 9:128,129 eklemelerinin, Beraet suresine ‘sonundan başlayarak inen biricik sure’ unvanını kazandırması ilginç değil mi?
Ne var ki bütün bu tutarsızlıklara ve 9:128-129 ile ilgili birçok çelişkiye rağmen, Kerbela katliamından sonra kimse onların doğruluğunu açıktan sorgulamaya cesaret edemedi.
Ne söyleyebiliriz?
Her şeye gücü yeten Bilge Tanrı’nın bize sağladığı fiziksel deliller, mesajının doğruluğu ve korunmuşluğu konusunda kuşku bırakmıyor. Sonuç olarak:- Orijinal Kuran’a herhangi bir tahrif giremez.
- Beraet: 128-129 Kuran’dan değildir.
- Kuran’daki her birim, insan gücünün ötesinde düzenlenmiş matematiksel bir yapı içinde yerini almıştır.
- Kuran’ın kodu olan 19’un ana işlevini gösterir.
- Kuran’ın ekleme, çıkarma ve bozmalara karşı bir matematiksel zırhla korunduğunu kanıtlar.
- İnananlarla ikiyüzlüleri birbirinden ayıracağına dair verdiği sözü yerine getirir.
Konuyla ilgili tartışmalar
Almanya’daki bir dosta gönderdiğim mektubumun ilgili bölümünü alıntılamak istiyorum:“Zikri biz, onu biz, elbette biz indirdik ve onu yine biz koruyacağız.” (15:9)
Kuran’ın Allah’ın koruması altında olduğunu beş vurgu ile bildiren ayetin bu vurgulama ile bize neyi anlatmak istediğini düşünün. Dünyada, müzelerde insanların gayreti veya tabiat koşullarının etkisiyle binlerce yıldır korunan kitabeler, kitaplar mevcut… Kuran’ın korunması eğer böyle sıradan, normal bir biçimde olsaydı Alemlerin Rabbinin böyle bir korumayı bir övgü vesilesi yapması ve yoğun vurgulama ile kendisini ön plana çıkarması nasıl açıklanacaktı? İzleyicilerinin gayretiyle 1400 yıl korunduğu iddia edilen bir kitabın ne gibi bir özelliği olurdu? Ayrıca, yukarıdaki ayetin sonradan eklenmiş olduğuna dair bir iddiaya vereceğiniz cevap nedir?
Kuran, ilim sahiplerinin göğsündedir (29:49). O, rakamlanmış bir kitap olup ona ancak dürüst insanlar tanık olmakta (83:9,10, 20,21). Putperestler, kağıtlara yazdıkları Kuran ayetlerinin arasına insan ürünü ifadeler soksalar da, “ilim sahipleri” Allah’ın ayetlerini “bilirler”. Çünkü Kuran, bizzat Allah tarafından harfi harfine, kelimesi kelimesine matematiksel bir sistemle korunmuştur. İnsanlar tahrif etmeye çalışsa da yanlış kopyalar çoğaltsa da, “Kuran” korunmuştur ve korunacaktır.
Şu anda 9:128-129 “ayetlerini” içermeyen Kuran nüshası dünyanın dört bir yanında okunuyor. Bu Kuran nüshasının sizin anlayışınıza göre 15:9 ayetiyle çelişmesi gerekmez mi? Cevabınız “Yok çelişmez, çünkü…” ile başlayacaksa, Muhammed’den sonra putperestlerin Kuran nüshalarına ilave yapması da 15:9 ayeti ile “Çelişmez, çünkü …”
19 kodu, Kuran’a batılın yaklaşamayacağını kesin olarak sergiliyor. Tüm dünyada yaygın olan Kuran nüshalarında 7:69 ayetindeki “Bastatan” kelimesinin بصطة “Basstatan” biçiminde “sad” harfiyle yanlış yazılması ve bu yanlışı destekleyen hadisler uydurulmuş olması ilginçtir. Biz bu imla hatasını Kuran’ın matematiksel kodunun yardımıyla keşfedip düzelttik. Daha sonra eski nüshaları, örneğin Taşkent nüshasını incelediğimizde bu kelimenin Kuran nüshaları ve hadislerin bildirdiğinden farklı yazıldığına tanık olduk.
Süleymaniye Kütüphanesi’nde, Fatih-18 kaydıyla tutulan ve Ali’ye nispet edilen ceylan derisi üzerine Kufi hattıyla yazılmış bir Kuran nüshasını incelediğimde, Beraet suresinin son sayfalarının koparılmış olduğunu gördüm. Kütüphane görevlileri olayı tarihi bir kayıp olarak nitelendirdiler. O birkaç sayfanın koparılmasının sebebi neydi acaba? Umarım, bu bilgiden sonra dini bütün bir meczup kütüphaneye gidip onu kaçırmaya yeltenmez.
Bunlar hep rastlantı mı?
Şia kaynaklarında, Kuran’ın tahrifiyle ilgili mübalağalı iddiaların ve Mehdi’nin asıl Kuran’ı çıkaracağına dair yaygın inancın konumuz açısından hiç mi değeri yok? Mervan’ın orijinal Kuran’ı, “YENİ tartışmalara yol açmasın” bahanesiyle yakıp yok ettiği savı üzerinde hiç mi düşünmeyeceğiz? Matematiksel delillerin yalnızca 9:128,129’da takılması, başında Besmele bulunmayan biricik surenin sonunda bulunmaları, Kuran tarihinde o iki “ayet” üzerinde ilginç tartışmaların ve iddiaların vuku bulması, Ebu Bekir’in halife seçilişinin daha ilk gününde “Kuran’a ilave yapılıyor” diye Ali’nin tedirgin olması gibi nice tarihi olay ile matematiksel sistemin birbirini desteklemesi rastlantı mıdır?Kuran boyunca 114 yerde sürekli olarak Allah için kullanılan Rahim isminin sadece 9:128’de peygamber için kullanılması size hiçbir işaret vermiyor muş 19 matematiksel sistemi bir yalandan ve uydurmadan mı ibaret? Allah’ın tanıklığı mı, yoksa çevrenizdeki insanların veya atalarınızın tanıklığı mı?
Allah’ın işaret ve desteği
Hayatımın en önemli noktası olan 1 Temmuz 1986 sabahı, dinin biricik kaynağı olarak Kuran’ı kabul ettim. Bu sıralarda Reşad ile sık sık mektuplaşıyordum. Bana gönderdiği Muslim Perspective dergisinin bir sayısında 9. Surenin sonuna iki “ayet” eklenmiş olduğunu ve bunların Kuran’dan olmadığını iddia ediyordu. Doğal olarak tepki gösterdim. Beni şoke eden bu iddiaya karşı olarak yazdığım bir mektupla kendisini yoldan sapmakla, gurur ve kibirden dolayı şeytanın tuzağına düşmekle suçladım, öğütler verdim.Ne var ki, mektubu gönderdikten kısa bir süre sonra iddiayı incelemeye başladım. Kuran’ın büyük bir matematiksel mucizesi olduğunda zerre kadar kuşkum olmayan 19 sisteminin birkaç önemli parametrede sadece o iki ayette takılıp kırmızı ışık yaktığını ve Kuran tarihiyle ilgili kitaplarda da o iki ayet üzerine ilginç tartışmaların ve rivayetlerin mevcut olduğunu gördüm. şaşırdım. Tereddütlere düştüm. Bir yanda Allah’ın “büyüklerden biri olarak” tanımladığı Kuran’ın matematiksel sisteminin tanıklığı ve onu destekleyen tarihi olaylar ve öte yanda Kuran’ın korunduğunu bildiren açık ayetler… Karar veremez oldum.
O zamanki durumumu kelimelerle açıklayamam. İki hafta boyunca büyük bir stres yaşadım. Eğer Kuran’dan olan iki ayeti inkar ediyorsam sonum felaket, yok eğer Kuran’dan olmayan iki cümleyi Kuran’ın tanıklığına rağmen hala Allah’a yakıştırmaya devam ediyorsam yine sonum felaket… İki hafta boyunca Rabbime hayatımın en ısrarlı duasını yaptım: “Rabbim ne olur bana bir işaret ver.” Beni içinde bulunduğum kararsızlıktan ve tedirginlikten kurtarması için Rabbime tüm içtenliğimle dua ediyordum.
23 Ekim 1986 günü, öğleyin 1:30 suları, İnkilap Yayınevi’nin Cağaloğlundaki ikinci bürosunda tek başımayım… Yine Rabbime aynı istekte bulunuyor, “Rabbim bana bir işaret ver.” diye yalvarıyorum. Birdenbire kalbim hızla çarpmaya başladı. Çok net olarak “Üç kırk bir, Üç kırk bir, Üç kırk bir…” diye tekrarlayan bir ses işittim. Sesi kulağımla işitmiyordum. Tarifi imkansız! Kalbimden gelen harf ve kelimeler halinde yüksek ve net olarak “Üç kırk bir, Üç kırk bir…” diye tekrarlıyordu. Heyecandan donmuş, şoke olmuştum! İlk yaptığım iş Kuran’a uzanmak oldu. Hemen Üçüncü surenin kırk birinci ayetini açıp okudum.
“Rabbim o halde bana bir işaret
ver” dedi. (Allah da) dedi ki: “Senin işaretin, insanlarla, üç gün,
mimik hariç konuşmamandır. Rabbini çok an, akşam sabah yücelt.” (3:41)
Secdeye vardım. Rabbime hamd ettim. Dokuzuncu surenin sonundaki o iki
cümlenin Kuran’dan olmadığına dair kalbimde zerre kadar kuşku kalmadı. O
andan itibaren üç gün boyunca hiç kimseyle konuşmayacağıma söz verdim.
İki hafta boyunca tekrarlamış bulunduğum duamı olağanüstü bir şekilde,
kalbime vahyederek reçetesiyle birlikte Kuran’dan karşıma çıkaran
Rabbime şükürler olsun. Rahman, bu ayetle tereddüdümün ve problemimin
kaynağını öğretip çıkış yolunu gösterdi.Ben, tüm Kurani delillere rağmen o iki cümlenin şeytani ekleme olduğunu kabul etmiyordum. Zira bu gerçeği kabul ettiğim an çevremdeki insanların tepki göstereceğini, ailemin ve arkadaşlarımın bana düşman kesileceğini, on binlerce okurumu kaybedeceğimi düşünüyordum. Bu düşünce kafamda net olmamakla birlikte bilinç altında beni rahatsız ediyor ve gerçeği kabul etmemin önünde büyük bir duvar teşkil ediyordu. Alim, Habir ve Hakim olan yüce Tanrı bana acıdı ve benim bu zindanımın duvarını parçaladı: “Çevrendeki o insanlarla üç gün konuşma. Birbirlerini cahilce etkileyen insanları hesaba katma. Sadece beni düşün, beni an.” Kariyerimi, ünümü ve çevremi putlaştırdığım için apaçık bir gerçeği iki hafta boyunca kabul etmemiştim. İnsanların benim için, “Önce hadisleri reddetti, bak şimdi Kuran ayetlerini inkar etmeye başladı” sözlerini söyleyeceklerini zihnimin bir köşesinde bir tehdit olarak taşıyor ve buhranlara giriyordum. O insanların aslında Kuran’a inanmadıklarını, Kuran’ın ayetlerine zıt binlerce hurafeyi din edindiklerini, onların aslında atalarını putlaştıran, düşünme yeteneklerini psikolojik, sosyal ve politik çıkarlarla zayıflatmış bulunan bir kitle olduğunu ve onların Din Gününde bana bir yararı olmayacağını düşünemiyordum.
Kısacası, hiç kimseyle konuşmayarak zikir ve şükürle geçirdiğim üç günün ardından, 9. Surenin sonundaki malum cümlelerin Kuran’dan olmadığını hiç kimseden çekinmeden açıkladım. Daha sonra, hayatımın en önemli noktası olan 1 Temmuz 1986 ile, Rabbimin büyük lütuf ve yardımına ulaştığım 23 Ekim 1986 tarihi arasında kaç gün olduğunu merak ettim. Günlerin sayısı 114 (19×6) olarak, Kuran’ın sure sayılarına ve Rahim isminin Kuran’daki tekrar sayısına denk geliyordu.
Yukarıda anlattıklarımı size kanıtlamam imkansız; zira tümüyle enfüsi (öznel) bir olay. Üç gün konuşmadığım için benimle alay eden akrabalarıma ve dostlarıma bile kanıtlama gereği duymamıştım.
1 Temmuz’da verdiğim hayatımın en büyük kararının yankıları 3:41 ayetinin vahyiyle durmadı. Allah için verdiğim o zor kararımın yıldönümlerinde O’nun olağanüstü yardım ve işaretlerine muhatap olduk. İnşallah onları da 1 Temmuz 1990 doğumlu oğlum Yahya Reşad anlatır.
Bir itiraz: 19 koduyla, Kuran’a eklenen iki cümleyi fazlalık olarak tespit ettiniz. Peki, Kuran’dan çıkarılmış bir (kaç) ayeti nasıl tespit edeceksiniz? Eksik ayetin içeriği bilinmiyorsa ayeti 19’a nasıl uyduracaksınız?
Cevap: Bu itirazın getirdiği kuşkuyu kaldıracak üç nedeni sıralamak istiyorum: 1) Kuran’daki 19 koduna dayalı matematiksel sistem Reşad’dan önce bilinmiyordu. 2) Matematiksel sistemin, Kuran’ın korunmasıyla ilgili olağanüstü fonksiyonunun mevcut örnekleri, korumayı garantileyen Tanrı’nın sözüne olan güven ve inancı artırıyor. 3) Tanrı, bizi gücümüzün yetmediği şeylerden sorumlu tutmaz.
1) Kuran’daki matematiksel sistemden ve onun kodundan habersiz bir kişi Kuran’a ilave ve çıkarmalarda bulunsa matematiksel sistemi bozması kaçınılmazdır. Herhangi bir çıkarma işlemi, matematiksel sistemin iç içe kilitli dokusunu bozacaktı. Sayısız parametreden oluşan mükemmel matematiksel doku böyle bir müdahalenin olmadığını göstermektedir. Buna şu örneği vermek istiyorum: Aruz vezinli, kafiyeli ve kıtalardan oluşan bir şiirden bazı kelimeler veya dizeler kazayla silinip kaybolursa veya şiirden anlamayan biri tarafından çıkarılırsa böyle bir müdahalenin gerçekleştiği, şiirden anlayan uzmanlar tarafından rahatlıkla anlaşılırdı. Ancak, şiirden anlayan uzmanlar ekleme ve çıkarmalarda bulunsalar, bir başka uzmanın onu fark etmesi çok zordur, belki de imkansızdır.
Demek ki 19 kodundan habersiz insanlar Kuran’dan ayetler, kelimeler ve sureler çıkarsalardı farkında olmadan matematiksel sistemi bozacakları için bu sistemi bilen uzmanlar söz konusu bölümleri restore edemeseler bile bir çıkarma işleminin gerçekleştiğini anlayacaklardı. şiirlerdeki kıta sayısı genellikle bir ölçüye bağlı olmadığından, şiirden kıta(lar) çıkarılsa büyük bir olasılıkla anlaşılmaz. Ancak, Kuran’daki surelerin sayısı matematiksel sistemle güçlü delillerle desteklenmiştir. Bu iddiamızı uygulamak gayet kolaydır. 19 Sistemini bilmeyen herhangi bir kişiden Kuran’dan bazı birimleri çıkarmasını iste. Bu tür bir çıkarım işlemi, metnin akışını veya matematiksel yapıyı zedelemiyorsa söz konusu itirazınız haklı çıkmış olur. Bu mucizeden haberli birinin iz bırakmadan bir çıkarım işleminde bulunması ise imkansıza yakın derecede zordur; belki de imkansızdır.
2) 19 Kodunun duyarlılığını ve insan gücünün ötesinde oluşu gerçeğini kavramış bir insan, bu kodun Kuran’daki harfleri, kelimeleri, ayetleri, sureleri ve rakamları mükemmel bir örgüyle dokuyan mucizevi örnekleri gördükten sonra, tüm bu mucizeyi ve amacını anlamsız kılacak bir çıkarma işlemine Tanrı’nın izin vermeyeceğine inanır. Hele Tanrısal bir zamanlamayla, Kuran’ın inişinden tam 1406 (19×74) yıl sonra 1974 yılında keşfedilen bu 19 kodunun gizlendiği 74. surede matematiksel sistemin amacı ve niteliği detaylı olarak bildirildikten sonra ve hele o bildirilenlerin aynen gerçekleştiğini gördükten sonra, Tanrı’nın, kontrol edemediği bir çıkarım işlemine izin vereceğine inanmak olanaksızdır. Kısacası, matematiksel mucize fiziksel bir kanıt olmasının yanı sıra Allah’a olan inanç ve güveni de artırmaktadır. Yani fiziksel kanıtlar inancımızı, inancımız da fiziksel kanıtları desteklemektedir.
3) Tanrı, gücümüzün yetmediği şeylerden bizi sorumlu tutmadığını defalarca tekrarlar. Kuran’ın matematiksel sisteminden habersiz olan geçmiş yüzyıllardaki insanların 9:128,129’a inanmış olması onları sorumlu tutmaz. Zira O’nu eleyebilecek bir güce ve yetkiye sahip değillerdi. Ne var ki, İslam’ın ilk yıllarında, özellikle Muhammed Peygamber’den sonraki 50 yıllık zaman periyodu içinde, Muhammed’i putlaştıranlar 9:128,129’u kabul etmişler ve Ali’nin önderliğindeki inananlara zulmetmişlerdir. Daha sonra gelen ve o zalimleri izleyen nesiller başta Kelime-i şahadet olmak üzere namazı, zekatı, orucu, haccı, ve Kuran’ın yasalarını tümüyle tahrif ederek, ciltlerle rivayeti “vahiydir” diye Kuran’a eş koşarak Tanrı’nın onaylamadığı bir din oluşturmuşlardır (42:21; 9:31; 25:30). Onların 9:128,129’a inanması devede kulak örneğidir.
Bir itiraz daha: Tevbe suresinin son iki ayetinin şeytani bir ekleme olduğu iddiasını “destekleyen tarihsel belgeler”den söz ediyorsun. Ayni tarihsel belgelerin İslam dinini ne hale getirdiğini görmezlikten gelerek… “Herkesin bildiği tarihsel belgelerle” Allah’ın kitabı ve mucizesi Kuran’ı değerlendiremezsin, sağlayamazsın ve bu uyduruk, deli saçması “tarihsel belgelere” dayanarak Kuran’dan Tevbe suresinin son iki ayetini -ki onlar da Yüce Rabbimizin Muhammed’e vahyettiği kitabın ayetlerindendir- ne sen, ne de Reşad Halife atamazsınız. Nasıl oluyor da Reşad ve senin gibi Kuran talebeleri uydurma rivayetlere dayanarak tek kaynakları olan Kuran’dan ayet atma gibi dehşet verici bir hataya düşebilirler.
Cevap: Beraet Suresinin sonuna eklenenlerle ilgili “tarihsel belgeleri” eleştiriyorsunuz. Eleştiriniz tutarlı, ancak adresi yanlış! Her şeyden önce, bilmelisiniz ki, biz o rivayetlere ve tarihsel belgelere dayanarak o sonuca varmadık. Tümüyle Kuran’ın matematiksel sisteminin kanıtlarıyla ortaya çıkan o sonucu bazı tarihsel belgeler de doğruluyorsa neden söz etmeyelim? Zaten, Kuran’a eklemede bulunmak gibi büyük bir fecaatin gerçekleştiği bir dönemle ilgili rivayetlerde, o olayın hiçbir izine rastlanmaması mümkün değildir. Böyle bir olayı örtbas etmek isteyenler ister istemez ondan söz etmek zorundadırlar ve nitekim etmişlerdir de. Tabii ki yalanlar katarak, abartarak. Söz konusu tarih kitaplarında bu konuyla ilgili hiçbir kayda rastlamasaydık, o zaman siz yine itiraz edecek ve o ateşin dumanını bizden soracaktınız. Hadis ve geleneksel tarih kitapları yüzde yüz yanlış içermezler. İçeremezler de. Yalancılar gerçeği yanlış ile karıştırırlar; aksi taktirde hiç kimse onlara inanmazdı.
Kuran’la çelişen bir cümle eklendiğinde bunun ortaya çıkarılacağını, zira Kuran’da çelişki olmadığını ileri sürüyorsunuz! Bu iddianız üç sebepten ötürü geçersizdir: 1) Demek ki Kuran ayetleriyle çelişmeyen eklemelere izin verilmiştir. Bu mantığa göre, örneğin, Rahman suresinde 33 kez tekrarlanan ayete bir ayet daha eklenebilir. 2) Kuran’da çelişki olmadığını bildiren ayete rağmen, Kuran’a inanmayanlar sayısız çelişkiler iddia etmişler, tüm mezhepler, nasih-mansuh inancıyla, Kuran’da çelişkili ayetler olduğunu kabul etmişlerdir. 3) Bir eklemenin Kuran’dan olduğuna nesiller boyu inanıldıktan sonra “çelişki yok” kriteri işlemez. Hatta o ekleme Kuran’ın birçok ayetleriyle çelişse bile! İnananlar çeşitli yorumlarla onun bir çelişki olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. Nitekim kilise, tahrif edilmiş Tevrat ve İncil’deki çelişkileri, ilginç yorumlarla uzlaştırmaya çalışır!.. Bizim ulema da uydurma hadisler arasındaki çelişkileri aynı şekilde ortadan kaldırmaya çalışmış ve milyonlarca insan onlara inanmıştır.
Muhammed Peygamber’in dönemindeki inananların, Ali’nin taraftarları ve onları izleyenlerin, Beraet’in sonundaki eklemeden haberli olmadıklarına dair deliliniz nedir? Ayrıca, insanlar ancak kapasiteleri oranında sorumludurlar. Matematiksel mucizeden habersiz oldukları halde sadece Kuran’ı kaynak edinen gerçek muvahhitler (ki 12 yüzyıl boyunca bu nitelikte kaç kişi yaşadı?), o eklemeye ayet diye inanmışsa özürleri vardır. Allah, insanları, onlara verdiği mesaj ve kanıtlardan sorumlu tutar. Ne var ki, Kuran’ın “büyüklerden biri” ve “Zikra (mesaj)” olarak tanımladığı 19 sistemini ve onun getirdiği kanıtları gördüğü halde, yanlışta ısrar edenler sorumludur.
Hadis ve İslam tarih kitaplarını tamamıyla reddeden biri, öte yanda yine onların tanıklığı ve rivayetiyle gelen Kuran’a (15:9 dahil) nasıl tamamıyla inanabilir ve bu inanç için bir başka delil arama zahmetinde bile bulunmaz? Hatta, Kuran’ı yeterli görenlere, hadis ve sünnet izleyicilerinin yönelttiği, “Madem geçmiş müslümanların rivayetine ve hatta tevatür ve icma ile bildirdiklerine güvenmiyorsun, peki neden yine onların bize ilettiği Kuran’a tam olarak güveniyorsun?” biçimindeki eleştirilere karşı bir Tanrısal yardım ve cevap olan Kuran’ın matematiksel sistemine karşı kör davranmak nankörlüğün ta kendisidir!
9:128-129 eklemelerini savunmaya çalışıyor ve onların, anlam olarak Kuran ayetleriyle ters düşmediğini belirtiyorsunuz. Dostum, biz, onların anlamını delil göstererek onları reddetmedik. Reddettikten sonra bir kelimesinin (Rahim) özelliği konusunda bir kanaate vardık! Biri çıkıp, 9. surenin başında Besmele’nin unutulduğunu iddia edip Besmele eklese, sanırım sizin yürüttüğünüz mantık o eklemeyi yapanın işine yarayacaktır. Lütfen 9:128-129’un Tanrı sözü olduğuna dair daha geçerli bir savunma getiriniz!
Kuran soy bir kitaptır!
Kuran 24 ayar altına benzer. Sahtekarlar altına teneke yapıştırsalar da, hatta altın rengine boyasalar da, altının özelliklerini bilen bir sarraf altını tenekeden rahatlıkla ayırabilir. Demek ki soy metal olan altın, kimyasal yapısıyla herhangi bir sahtekarlığa karşı korunmuştur. Aynı şekilde soy ve son kitap olan Kuran, asal bir sayı üzerine kurulu matematiksel bir yapıyla herhangi bir sahtekarlığa karşı korunmuştur. Mesajını böylesine mükemmel ve otomatik bir iç savunma sistemine sahip kılan Tanrı çok yücedir!Ayetlerin toplam sayısı
Kuran’daki toplam ayetlerin sayısına gelince… Kuran hakkında önemli bir bilgiye sahip olmayan bir müslümana sorarsanız büyük olasılıkla 6666 sayısını cevap olarak alacaksınız. Ne var ki, bu sayı Zamehşeri adında bir hikayecinin uydurduğu hoş bir sayıdan ibarettir. Altılardan oluşan bu sayı kolayca akılda kaldığı için popüler olmuştur. Fakat, elinizdeki Kuran’dan dikkatle sayarsanız, sonucun farklı olduğunu göreceksiniz. Geçmiş “alimler,” her konuda ihtilaf etmeyi rahmetten bildikleri için Kuran ayetlerinin sayısı konusunda da ihtilaf etmeyi marifet bilmişlerdir. Nitekim, bu konuyla ilgili referanslara baktığınızda bir sürü söylentiyle karşılaşacaksınız.Elinizdeki Kuran çevirilerinin verdiği rakamlardaki matbaa hatalarını hesaba katmanızı ve bu nedenle iyice tatmin olmak için Sure başlarındaki ayet sayılarıyla ilgili kısa bilgilerle karşılaştırmanızı öneririm. Burada sunduğum liste, Tevbe Suresi olarak bilinen Ültimatom (Beraet) suresinin ayetleri hariç, elinizdeki Kuran nüshasıyla uyum içindedir. Dilerseniz bizim verdiğimiz listeyi elinizdeki listeyle karşılaştırıp inceleyiniz.
Tek başınıza yaptığınızda yaklaşık 20 dakikanızı, bir arkadaşınızla birlikte yaptığınızda 10 dakikanızı alacak bu incelemenin sonunda, elinizdeki Kuran nüshalarında 6236 ayet bulunduğuna tanık olacaksınız. Bu sayıya Fatiha Suresinin (İlk Sure) başındaki ve Karınca Suresinin (27. Sure) içinde geçen Besmeleler dahildir. Bağımsız birer ayet olarak numaralanmadıkları halde Kuran’ın yapısına dahil olan Sure başlarındaki diğer 112 Besmele’yi de eklediğinizde bu sayı 6348 olur.
Ültimatom (Beraet) suresinin sonuna eklenen, ancak Kuran’ın koruma sistemi tarafından dışlanan iki “ayeti” bu sayıdan çıkardığımız vakit Kuran’da Besmelelerle birlikte tam 6346 ayet olduğunu görürüz. Bu sayı, Kuran’ın diğer birçok elementi gibi 19’un tam katıdır.
Kısacası, 6234 adet bağımsız ayet içeren Kuran, tekrarlanan Besmelelerle birlikte toplam 6346 ayete sahiptir.
İsrailOğullarından Bir Şahit: Rabi Juda
41:53 ayetinde haber verilen ufuklardaki işaretlerden birini de son zamanlarda fark ettik. 19 sisteminin bir benzerine 11. yüzyılda yaşayan muvahhit bir Yahudi hahamı, Tevrat’ın dualarından birinde şahit olmuş ve bununla enteresan tespitlerde bulunmuştur.Judah adlı rabinin (baş hahamın) çalışmaları, 1978 yılında California Üniversitesi yayınları arasında yayınlanan “Studies in Jewish Mysticism” adlı bir kitapta incelenmektedir. Joseph Dan’ın makalesinden bir bölümü Türkçe’ye çevirerek aktarmak istiyorum:
Fransa’daki (Yahudi) halk, (sabah ibadetlerinde) ‘ashrei temimei derekh’ (doğru yolda yürüyenler kutsanmıştır) kelimelerini eklemeyi adet haline getirmişlerdir. Kutsanmış bir hafızaya sahip olan bizim Rabi, Allah’ın velisi, Fransız Yahudilerinin tümüyle yanlış olduğunu yazdı. Rabi Juda’ya göre kelimeler eklenmesi büyük bir hatadır. Çünkü (sabah ibadetindeki o duada) Yüce İsim on dokuz kere tekrarlanır… ve benzer biçimde Elohim kelimesini Ve-elleh shemut.. pasajında yine on dokuz kez tekrarlanmış buluruz. Aynı şekilde, İsrail’in “oğullar” diye tam on dokuz kere çağrıldığını buluruz. Bunlar gibi daha nice örnekler mevcuttur. Tüm bu on dokuz grupları karmaşık bir örgü oluşturur. Ayrıca sekiz büyük ciltten daha fazla yer tutacak birçok gizemler ve özel anlamlar içerir. Bundan ötürü her kim ki kalbinde Allah korkusu varsa Ashrei temimei derekh ayetini ilave eden Fransızların sözünü dinlemeyecektir. Onların ilave ettiği bu (Allah’ın kelamı Tevrat’ın yolunu izleyenler kutsanmıştır) ayetiyle birlikte Yüce İsim yirmi kez tekrarlanmış oluyor… Bu, büyük bir hatadır. Daha da ötesi, bu bölümde 152 kelime mevcuttur. Fakat söz konusu kelimeleri ilave ettiğiniz vakit kelimelerin sayısı 158 olur. Bu bir saçmalıktır. Burada 152 [19×8] kelime bulunması gerektiğini kanıtlayan gizli bir sır vardır ki kısa bir makalede açıklanamaz.
Görüldüğü gibi 19 sistemi, orijinal Tevrat’ta da mevcuttur. İlahi bir mühür niteliğindeki bu sistem aracılığıyla, İbranice duaya ilave edilen kelimelerin belirlenip deşifre edilmesi gerçekten ilginçtir. Daha da ilginç olanı, Kuran’daki 19 matematiksel sistemini destekleyen Rabbi Juda’nın bu buluşunun Kuran’da haber verilmesidir.
Yüzyıllar önce haber verildi
Gaybi bir haber olabileceğini kestiremeyen geçmiş Kuran yorumcularının açıklamakta zorluk çektikleri 46:10 ayetinin çevirisi şöyledir:
“De ki: Düşündünüz mü ya o Allah
katından ise ve siz de ona karşı çıkmışsanız ve İsrailoğullarından bir
şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde, siz kibirlenip yüz
çevirmişseniz?! Allah, zalim bir topluluğu doğru yola iletmez.” (46:10).
Dikkat ederseniz 46:10 ayeti bir tek şahitten söz ediyor. Geleneksel
tefsirler burada sözü edilen benzerliğin Kuran ile Tevrat arasında
gerçekleştiğini ve şahidin de Musa olduğunu ileri sürerler. Oysa,
Tevrat’ı kabul etme açısından Musa tek değildir. Kardeşi Harun Peygamber
ve onlarla birlikte inananlar ve daha sonra gelen birçok peygamber de
Tevrat’a tanık olmuşlardı.Bu çelişkiyi gören bazıları ise, ayetin gramatik yapısını zorlama ve sözün bağlamını koparma pahasına da olsa, burada sözü edilen şahitliğin Muhammed’in peygamberliği hakkında olduğu inancındadırlar.
Aşağıdaki ayetler de konumuzla yakından ilgilidir:
Dediler ki: ‘Rabbinden bize bir
ayet (mucize) getirmeli değil miydi? Kendilerine, önceki kitaplarda
bulunan beyyine (delil) gelmedi mi? şayet onları o beyyineden önce bir
azap ile helak etseydik: ‘Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de böyle
zelil ve rezil olmadan önce ayetlerine uysaydık’ derlerdi. De ki: Herkes
gözlemekte. Siz de gözleyin. İleride düzgün yolun sahipleri kimlerdir,
hidayete erişenler kimlerdir bileceksiniz? (20:133-135)
133’üncü ayette geçen “beyyine” (delil) kelimesi tüm Kuran’da 19 kez geçerek anlamsal ilişkiyi destekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder