Eflatun; İslam dünyasında "kuddise sirruhu" diye takdis edilmiş, ona Grekçe konuşan Musa gözüyle bakılmıştır. Şu an bile Müslümanların ontolojisini, epistemolojisini, hatta onun "idealar âlemi" berzah/misal alemi" olarak ruhlar âleminin /Kabir hayatının temelini oluşturduğundan, eskatolojimizi dahi belirlemeye devam etmektedir.
Platon’a göre; dünyada gördüğümüz maddî şeylerin dahi Âlem-i Ezel’de hakiki ve daimî birer misali, numunesi (idea”sı “kalıp, misal/örnek) vardır ki, onlar sabit ve değişmez olarak kalır. Dünyadaki eşya onların noksan ve geçici birer gölgesi hükmündedir. İslam Filozofları Platon’un idealarını; “el-Müsülü’l-Eflâtuniyye / Eflatun’un ideaları /Misalleri” diye tercüme etmişlerdir.
Platon’a göre duyular âlemindeki her şey, ideaların kopyalarından, resimlerinden başka şey değildir. Bu görüntülerin, aslı “akledilir âlem” olan, İdealar dünyasındadır. Bu idelerin oluşturduğu âleme “İdealar Âlemi” denir. İdealar; çokluk dünyasının değişmeyen ilkeleri, kaynakları ve asıllarıdır. Yani onlar sadece soyut birer kavram değil, aynı zamanda bu varlıkların nesnel olarak içinden türediği bir kaynak, bir temel, bir ilke, bir ana maddedir.
Platon’a göre idealar ezeli ve ebedidir. İdeaların ezeli ve ebedi olmaları sebebiyle, onlar için doğma, ölme, artma ve eksilmeden söz edilemez. İdealar, sonsuz olmaları sebebiyle hiçbir değişikliğe bağlı kalmadan her zaman kendileriyle aynı kalan şey’lerdir. Onlar, kendi başlarına var olan şey’ler olup, kendi kendileriyle özdeştirler ve varlıkları kendindendir. Kendi başlarına var olan idealar, tikel şey’lerden farklı olarak, zamanın da dışındadır. Maddi olan herhangi bir şeyle karışmayan “saf ve katışıksız, soyut ilkelerdir. Kendileri bir “şey” olan idealar, bu dünyadaki cüz’î/ tikel şey’lerin de aynı zamanda nedenleridir.
Platon’a göre idealar ezeli ve ebedidir. İdeaların ezeli ve ebedi olmaları sebebiyle, onlar için doğma, ölme, artma ve eksilmeden söz edilemez. İdealar, sonsuz olmaları sebebiyle hiçbir değişikliğe bağlı kalmadan her zaman kendileriyle aynı kalan şey’lerdir. Onlar, kendi başlarına var olan şey’ler olup, kendi kendileriyle özdeştirler ve varlıkları kendindendir. Kendi başlarına var olan idealar, tikel şey’lerden farklı olarak, zamanın da dışındadır. Maddi olan herhangi bir şeyle karışmayan “saf ve katışıksız, soyut ilkelerdir. Kendileri bir “şey” olan idealar, bu dünyadaki cüz’î/ tikel şey’lerin de aynı zamanda nedenleridir.
Platon, ilk başta sadece “iyilik, güzellik, adalet” gibi soyut şeyler için idea kavramını kullanırken, daha sonraları her bir şeyin/nesnenin ideasının bulunduğunu iddia etmeye başladı.
Onagöre: Kitaplarımız, kalemlerimiz gibi tikel şeylerin de, idealar âleminde külli/tümel asılları olan tek bir ideası vardır!
Hatta “Platonik aşkımız” bile bu Platon’un idealar âlemindeki “aşk ideası” sayesinde varlık yüzü görebilmektedir! Özetle, Platon’a göre idealar zamanın dışında kendi kendileriyle aynı kalan, kendilerine herhangi bir yer tayin edilemeyen, bununla birlikte nesnelerin de nedeni olan, saf ve katışıksız şey’lerdir. Bu özellikleriyle idealar tikel nesnelere yayılarak onlara eşlik etmekte, onlara karışmakta ve orada bir süre bulunduktan sonra nesnelerden geçip gitmektedirler. Örneğin Platon’a göre; beyaz olarak gördüğümüz bir şeyin “beyaz olmasından” söz edemeyiz. Sadece bu şeyin beyaz renge büründüğünden ve bu niteliği bir müddet taşıdığından söz edebiliriz.
Tikel dünya: Söz konusu kusursuz ideaların kusurlu birer yansıması, gölgesi ve kopyasıdır. Ona göre bu dünyadaki varlıkların hepsi ideaların birer kopyası, belli-belirsiz bir gölgesidir.
Onagöre: Kitaplarımız, kalemlerimiz gibi tikel şeylerin de, idealar âleminde külli/tümel asılları olan tek bir ideası vardır!
Hatta “Platonik aşkımız” bile bu Platon’un idealar âlemindeki “aşk ideası” sayesinde varlık yüzü görebilmektedir! Özetle, Platon’a göre idealar zamanın dışında kendi kendileriyle aynı kalan, kendilerine herhangi bir yer tayin edilemeyen, bununla birlikte nesnelerin de nedeni olan, saf ve katışıksız şey’lerdir. Bu özellikleriyle idealar tikel nesnelere yayılarak onlara eşlik etmekte, onlara karışmakta ve orada bir süre bulunduktan sonra nesnelerden geçip gitmektedirler. Örneğin Platon’a göre; beyaz olarak gördüğümüz bir şeyin “beyaz olmasından” söz edemeyiz. Sadece bu şeyin beyaz renge büründüğünden ve bu niteliği bir müddet taşıdığından söz edebiliriz.
Tikel dünya: Söz konusu kusursuz ideaların kusurlu birer yansıması, gölgesi ve kopyasıdır. Ona göre bu dünyadaki varlıkların hepsi ideaların birer kopyası, belli-belirsiz bir gölgesidir.
Bu ruhçu filozofa göre maddi âlem, o kadar aşağılık ve süfli bir şeydir ki! Onu yaratmak Tanrı’ya yakışmaz. Onu Demiurgos, bir usta, bir sanatçı gibi ezeli olan ideaları örnek alıp, elindeki materyallerle maddi evreni inşa etmiştir. İdealardan varlığa geçişini “Tanrısal iyilik” gibi bir araçla çözüm bulan Platon’a göre iyi, iyiyi meydana getirmeden edemez. Platon’un metafiziğinde “İyi İdeası” bazen tanrıdır. Onun metafiziği tanrılarla doludur. Platon bazen bir monist, bazen de tam bir politeist ve panteisttir!
Platon’a göre duyuların, gelip geçen, değişen çokluk dünyası hakkında bize verdiği bilgiler sağlam ve kesin değildir. Buna karşılık, akıl gözüyle kavradığımız idealar hakkında sağlam, kesin ve genel bilgiler elde edebiliriz. İdealar, insanın ruhunda gizli olarak bulunmaktadırlar; çünkü insan ruhu, doğumdan önce, idealar dünyasında bulunmuştu. Bundan ötürü, insanın, daha önce idealar dünyasındayken görmüş olduklarını yeniden “hatırlaması” sağlam bilgilere ulaşması için yeterlidir. Yani; bilgi edinme, sadece bir hatırlamadan ibarettir. Ruh idealar dünyasındaki gerçekleri unutmuş olamaz! Bu “doğuştan bilgi” veya “ruhun hatırlayışı” konusu Platon’a göre yaşam öncesi bir hayatın varlığı, dolayısıyla ruhun ölmezliği konusunda önemli bir kanıttır. Tanrısal bir nitelik taşıyan bu ezeli ruh parçalanmış, yeryüzüne sürüklenmiş, kökünden ayrı düşmüş ve bir bedenin içine hapsedilmiştir.
Özetle; bu ruhçu pagan filozof “ezeli ruhu” ispat edeceğim diye maddi dünyayı yok saymıştır. Ona göre ölümsüz ruh; dünyaya sonsuzca gelip-gitmektedir. İşte bu reenkarnasyoncu, tam bir mistik olan, Politeist (çok tanrıcı), maddeyi ezeli gören, ontolojisinde yaratılış kavramına yer bile vermeyen adamın çelişkilerle dolu felsefesi bizim Meşşaî ve İşrakî filozofları derinden etkilemiş, felsefi bir din olan tasavvufumuzun ise, en yüce mimarıdır!
Bu pagan filozofun idealar âlemi, bizim sufilerin âlemi misali olacak, Âlem-i misal de; daha sonraları Müslümanların âlem-i berzahı /kabir hayatına dönüşecektir. Platon’dan sonra, onun yarıda bıraktığı işleri tamamlamak için bir başka pagan filozof Plotinus bayrağı teslim alır. Kurduğu Yeni Eflatunculuk akımı ve onun sudur teorisi bizlerin ontolojisini, kozmolojisini ve epistemolojisini belirleyecektir. Ruhçuluk ve panteizm tasavvufumuzun baskın rengi olur.
Bizim İşrakîlere ve sufilere göre; Platon “Grekçe konuşan Musa”dır. Filozoflar arasında zevki bilgiyi tadan “Eflatun el-İlahi” gibileri pek nadirdir. Onun manevi tecrübesi, keşf ve vücûd ehlininki ile aynıdır. O, Molla Sadra tarafından “kaddesallahu rûhahû” (Allah ruhunu takdis etsin) duasıyla tebcil edilir.
Bu pagan filozofun idealar âlemi, bizim sufilerin âlemi misali olacak, Âlem-i misal de; daha sonraları Müslümanların âlem-i berzahı /kabir hayatına dönüşecektir. Platon’dan sonra, onun yarıda bıraktığı işleri tamamlamak için bir başka pagan filozof Plotinus bayrağı teslim alır. Kurduğu Yeni Eflatunculuk akımı ve onun sudur teorisi bizlerin ontolojisini, kozmolojisini ve epistemolojisini belirleyecektir. Ruhçuluk ve panteizm tasavvufumuzun baskın rengi olur.
Bizim İşrakîlere ve sufilere göre; Platon “Grekçe konuşan Musa”dır. Filozoflar arasında zevki bilgiyi tadan “Eflatun el-İlahi” gibileri pek nadirdir. Onun manevi tecrübesi, keşf ve vücûd ehlininki ile aynıdır. O, Molla Sadra tarafından “kaddesallahu rûhahû” (Allah ruhunu takdis etsin) duasıyla tebcil edilir.
Muhammed İkbal, Platon’unun hayatı dışlayan idealizmini şöyle eleştirir: “Eski rahip, hakîm Eflatun kadim bir koyun idi. Felsefenin karanlığında kaybolmuştur. Hayalî dünyaya o kadar dalmış idi ki, kendi varlığını bile hesaba katmamıştı. Onun şarabı bizi de sarhoş etmiştir. Eflatun, insan kılığında bir koyundur; onun fikirleri bizim sufileri de cezbetmiştir. O; dünyanın bir hayalden ibaret olduğunu zannetmiştir. Onun felsefesi var olanı yok saymıştır.”
Bu arada ümmi (Hermetik hikmetten veya Platonik felsefeden uzak anlamında) Muhammed’ül-Arabî (s.a.v) ve onun getirdiği son din de buhar olup uçar. Sahi bizim peygamberimiz kimdir?
Meşşaî filozof Farabî, Platon’un İdeleri’ni, Allah’ın zâtı ile kâim ilmî sûretler olarak yorumlar. Onun İdelerini Kelamcı filozoflardan el-Îcî, Türlerin Efendisi olarak adlandırmıştır. Yani her bir tüürn "Rabbi"
İşrakî filozoflar Platon’un idelerini ikiye ayırırlar. İlki; cisimlerle hiç alakası olmayan “ashabu’l-enva, erbabu’l-esnam” dedikleri soyut aklî idealardır. Diğeri ise; “el-müsülü’l-muallaka”dır. İşraki filozofların "berzah ve misâl âlemi" gibi farklı isimler verdikleri bu “Muallak İdeler Âlemi”, akledilen âlemle, duyulan âlem arasında bulunan ve her iki âlem arasında bir nevi geçişi sağlayan bir köprüdür. Bu âlem, her iki âlemdeki varlıkların birer sûretinin bulunduğu bir aynaya benzer. Burada Platon’un ideleri cisimleşir, cismani fertler de ruhanileşir! Sühreverdi Platon’un soyut akli idelerini burada melek haline dönüştürmüştür.
Meşşaî filozof Farabî, Platon’un İdeleri’ni, Allah’ın zâtı ile kâim ilmî sûretler olarak yorumlar. Onun İdelerini Kelamcı filozoflardan el-Îcî, Türlerin Efendisi olarak adlandırmıştır. Yani her bir tüürn "Rabbi"
İşrakî filozoflar Platon’un idelerini ikiye ayırırlar. İlki; cisimlerle hiç alakası olmayan “ashabu’l-enva, erbabu’l-esnam” dedikleri soyut aklî idealardır. Diğeri ise; “el-müsülü’l-muallaka”dır. İşraki filozofların "berzah ve misâl âlemi" gibi farklı isimler verdikleri bu “Muallak İdeler Âlemi”, akledilen âlemle, duyulan âlem arasında bulunan ve her iki âlem arasında bir nevi geçişi sağlayan bir köprüdür. Bu âlem, her iki âlemdeki varlıkların birer sûretinin bulunduğu bir aynaya benzer. Burada Platon’un ideleri cisimleşir, cismani fertler de ruhanileşir! Sühreverdi Platon’un soyut akli idelerini burada melek haline dönüştürmüştür.
İşrakî filozoflara göre, Platon’un, “ideler /misaller” adını verdiği bu soyut cevherler; Mebde-i Evvel (Allah)’den sudûr eden ilk varlıklar olup, aralarında illet ve ma’lul olmayan Ceberut âlemindeki Arzî Akıllardır. Bu akıllardan her birisi maddî âlemde bulunan türlerden birisini, kuvveden fiile çıkarıp, onun yönetilmesi ve korunması görevini üstlenmiştir. İşrakîler, Platon’un İdelerini Türlerin Efendisi (Rabbu’n-Nev’) yapmışlar, yani bir nevi ilahlaştırmışlardır.
Davud-u Kayserî’ye göre Misâl Âlemi; nurânî cevherden oluşan bir âlemdir. Bu âlem; nicelik ve duyusal olması açısından cismanî cevherlere, nuranî olması açısından ise soyut aklî cevhere benzemektedir. Dolayısı ile Misal Âlemi, ne birleşik maddî bir cisim, ne de soyut aklî bir cevherdir. Misâl Âlemi; arşı, kürsüyü, yedi göğü, yerleri ve felekleri içine alacak kadar büyüktür! Hz. Peygamber’in miracı bu âlemde gerçekleşmiştir! Bu âlemde bulunan suretlerin gölgesi, cisimler âlemindeki varlıkların suretlerini meydana getirir. Meselâ, bu âlemde bulunan Cebrail, Cisimler Âlemi’ne geldiği zaman, kendi aslî suretinde değil insan suretinde görünmüştür.
Tasavvufçular, ruhun bedene girmeden önce Ruhlar Âlemi’nden Misal Âlemi’ne geldiğini ve burada bir süre kalarak bedene girmek için hazırlık yaptığını iddia ederler. Aynı şekilde ruhun bedenden çıktıktan sonra varacağı ve Berzah denilen âlem de yine bu âlemdir.
Tasavvufçular, ruhun bedene girmeden önce Ruhlar Âlemi’nden Misal Âlemi’ne geldiğini ve burada bir süre kalarak bedene girmek için hazırlık yaptığını iddia ederler. Aynı şekilde ruhun bedenden çıktıktan sonra varacağı ve Berzah denilen âlem de yine bu âlemdir.
Platon’un ideaları, bizim Âyan-ı Sabite’miz, İdealar Âlemi de Âlem-i Misal’imiz olmuştur.
Dünyada gördüğümüz cüz’iler /tikeller (ilk numuneler /ezeli örnekler) denilen Ayan-ı Sabite’nin gölgeleridir. Bu türlerin asıl varlığı Müsül / İdealar âlemindedir. Ayan-i Sabite, bu âlemdeki eşyanın birer kalıbıdır. Her bir türle alakalı bir ruh vardır. O ruh bunların ilahıdır. Ona, “türün rabbi” (Rabbü’n-Nev’) derler.
Ayan-ı sabite dış âlemde var olan eşyanın Allah ilmindeki hakikatleri olup, hariçte mevcut değildir. Daha doğrusu bunlar Allah’ın ilminde sabit olan “yoklardır.” İbnü’l-Arabî’ye göre ayan-ı hariciye (görünen somut varlıklar), ayan-ı sabitenin tecellisi, görünür hale gelmesidir ki, aslında onlar yok hükmündedir ve gölge varlıklardır. Dış âlemde bizim gördüğümüz eşyanın aslında hakiki bir vücudu (mahiyeti, hakikati) yoktur. Eşyanın birbirinden farklı görünmeleri, aslında ayrı ayrı varlıklara sahip oluşundan değil, ayan-ı sabitelerinin farklı oluşundandır. Ayan-ı sabite varlıkların modelleri (prototipleri) ve kalıplarıdır. Varlıkların çeşitliliği, çoğalması ve sayısız farklı şekillerde görünmesi bu ayan-ı sabite’den kaynaklanır.
Ayan-ı sabite dış âlemde var olan eşyanın Allah ilmindeki hakikatleri olup, hariçte mevcut değildir. Daha doğrusu bunlar Allah’ın ilminde sabit olan “yoklardır.” İbnü’l-Arabî’ye göre ayan-ı hariciye (görünen somut varlıklar), ayan-ı sabitenin tecellisi, görünür hale gelmesidir ki, aslında onlar yok hükmündedir ve gölge varlıklardır. Dış âlemde bizim gördüğümüz eşyanın aslında hakiki bir vücudu (mahiyeti, hakikati) yoktur. Eşyanın birbirinden farklı görünmeleri, aslında ayrı ayrı varlıklara sahip oluşundan değil, ayan-ı sabitelerinin farklı oluşundandır. Ayan-ı sabite varlıkların modelleri (prototipleri) ve kalıplarıdır. Varlıkların çeşitliliği, çoğalması ve sayısız farklı şekillerde görünmesi bu ayan-ı sabite’den kaynaklanır.
İbnü’l-Arabî’ye göre ortada yalnızca Allah ve ayan-ı sabite vardır. Ayan-ı sabite (ideler), Allah’ın ilminde eşyanın görünür hale gelmeden önce var olması demektir. Bunlar hariçte mevcut değillerdir ama ilahî ilimde “yoklar” olarak mevcutturlar.
Ayan-ı sabite; evrende var olan eşyanın Allah’ın ilmindeki hakikatleri, ilahi isimlerin suretleri olup, hariçte mevcut değillerdir. Onlar Platon’un ideaları gibi soyut varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Bunlar ezelidir, asla değişmez, değiştirilemezler. Ayan-ı sabitenin değişmesi imkânsız olduğundan bunları değiştirmeye Allah’ın iradesi de taalluk etmez. İbnü’l-Arabî’ye göre; Allah’ın ilmi maluma tabidir. O, bir şeyi, o şey nasılsa öyle bilir ve aynen bildiği gibi var eder. Bir şeyin nasıl olacağı ise, o şeyin âyan-ı sabitesine bağlıdır. Ben, sen, o ve her bir şey bu dünyada birer hayal, vehim varlık ve yokluk arasında bir gölge gibiyiz. Asıllarımız bu misal âlemindeki âyan-ı sabitelerdir. Bu ayan-ı sabite ise ezeli olup, değişmediğinden bu düşünce, irade hürriyetini tamamıyla yok etmiş, Cebirciliğe/ Fatalizm’e yol açmıştır. Bu nedenle Yunanlıların bu âyan-ı sabite nazariyesini kabul eden sûfîler hep kaderci olmuşlardır.
Ayan-ı sabite; evrende var olan eşyanın Allah’ın ilmindeki hakikatleri, ilahi isimlerin suretleri olup, hariçte mevcut değillerdir. Onlar Platon’un ideaları gibi soyut varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Bunlar ezelidir, asla değişmez, değiştirilemezler. Ayan-ı sabitenin değişmesi imkânsız olduğundan bunları değiştirmeye Allah’ın iradesi de taalluk etmez. İbnü’l-Arabî’ye göre; Allah’ın ilmi maluma tabidir. O, bir şeyi, o şey nasılsa öyle bilir ve aynen bildiği gibi var eder. Bir şeyin nasıl olacağı ise, o şeyin âyan-ı sabitesine bağlıdır. Ben, sen, o ve her bir şey bu dünyada birer hayal, vehim varlık ve yokluk arasında bir gölge gibiyiz. Asıllarımız bu misal âlemindeki âyan-ı sabitelerdir. Bu ayan-ı sabite ise ezeli olup, değişmediğinden bu düşünce, irade hürriyetini tamamıyla yok etmiş, Cebirciliğe/ Fatalizm’e yol açmıştır. Bu nedenle Yunanlıların bu âyan-ı sabite nazariyesini kabul eden sûfîler hep kaderci olmuşlardır.
Âyan-ı sabite yaratılmış değildir. Ayn’lar ebedi ve ezelidir. Vücut bulmadan önce bütün varlıkların bir ayn-ı sabiti vardır. Hayvan, bitki ve madenlerin, hareket ve tavırların dahi âyanları /ideaları da aynen böyledir. Bu âyan-ı sabitelerin Allah’a ihtiyacı yoktur. Aksine, Yaratıcının onlarda zuhur etmesi açısından âyan’a /idealara ihtiyacı vardır(!) İyilik eden, kötülük eden, yararlandıran ve zarar veren bu “ayn”lardır. Allah da ilmini kendi mukaddes zatından değil de ayan-ı sabiteden almaktadır. Allah ilmini oradan aldığı için başka bir şekilde hareket etmesi mümkün değildir. Bu düşünce sahiplerine göre; sübut âleminde ne isen varlık âleminde de öyle göründün! Bu ise ahlaki sorumluluğun temeli olan irade hürriyetini yok etmektedir.
Tüm bunları kabul etmek mümkün değildir. Ayan-ı sabiteleri kadim/ezeli kabul etmek kadîm varlıkları çoğaltacaktır. Zaten, İbnü’l-Arabî evreni “kadim-i hadis (ezeli yaratık)” diye niteleyerek bu konudaki niyetini gizlemez! Bu ayan-ı sabite nazariyesi çeşitli felsefi görüşlerin harmanlanmasıyla oluşan bir teoridir. Ayan-ı sabite nazariyesi Platon’un ideaları ve Plotinus’un “Bir ve İlk Akıl” nazariyesinin devamıdır.
**
Said Nursi’ye göre; Ruhlar âleminden başka bilemediğimiz pek çok manevi âlem vardır. Yine bu âlemler aynı anda, iç içe geçmiş durumdadırlar. Âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında sıkışıklık ve yer darlığı yoktur. Bu âlemlerin hepsi, birbiriyle karışmaksızın küçük bir yerde toplanabilir. Said Nursi Âlem-i misali; âlem-i ervah ile âlem-i şahadet ortasında bir berzah olarak tarif eder. Âlem-i misalin vücudu, âlem-i ervah ve âlem-i şahadet kadar kesindir.
Said Nursi, beş hayat tabakasından bahseder.
Birinci Tabaka: yeme, içme gibi birçok kayıtlara bağlı olan bizim hayatımızdır.
İkinci Tabaka: Hz. Hızır ve İlyas (as)’in hayatlarıdır ve bir dereceye kadar serbesttir. Yani bir anda pek çok yerde bulunabilirler.
Üçüncü Tabaka: Hz. İdris ve İsa (as)’in hayatlarıdır ki, beşeriyetin ihtiyaçlarından sıyrılmış, melek hayatı gibi bir hayata dönüşerek nurani bir letafet kesbetmiştir.
Dördüncü Tabaka: Şehitlerin hayatıdır. Hz. Hamza’nın, çok vakalarda kendisine sığınan adamları koruması, bununla izah edilir.
Beşinci Tabaka: Kabir ehlinin ruhî hayatlarıdır. Ölüm tebdil-i mekândır, ruhun salıverilmesidir, yokluk ve fena değildir. Sayısız vakalarla evliyanın ruhlarının temessül etmeleri ve keşif ehline görünmeleri, bizlerle münasebetleri ve diğer kabir ehlinin uykuda ve uyanıkken bizlerle münasebetleri ve gerçeğe uygun olarak bizlere haberler uçurmaları gibi pek çok delil, bu hayat tabakasının mevcudiyetini ispat eder.
Âlem-i misal; Ayan-ı sabiteye ait manevi suret ve modellerin yansıdığı ve temessül ettiği bir aynadır. Bu aynaya dünyada mevcut bulunan (canlı, cansız, insan ürünü veya yaratılmış) bütün şeyler ve meydana gelen bütün olaylar aynısı ile ve de tertipli olarak yansır. Daha doğrusu dünyadaki eşya ve olaylar Âlem-i Misalin yansımasıdır. Oradakiler asıl, dünyadakiler bir hayal ve gölgedir.
**
Said Nursi’ye göre; Ruhlar âleminden başka bilemediğimiz pek çok manevi âlem vardır. Yine bu âlemler aynı anda, iç içe geçmiş durumdadırlar. Âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında sıkışıklık ve yer darlığı yoktur. Bu âlemlerin hepsi, birbiriyle karışmaksızın küçük bir yerde toplanabilir. Said Nursi Âlem-i misali; âlem-i ervah ile âlem-i şahadet ortasında bir berzah olarak tarif eder. Âlem-i misalin vücudu, âlem-i ervah ve âlem-i şahadet kadar kesindir.
Said Nursi, beş hayat tabakasından bahseder.
Birinci Tabaka: yeme, içme gibi birçok kayıtlara bağlı olan bizim hayatımızdır.
İkinci Tabaka: Hz. Hızır ve İlyas (as)’in hayatlarıdır ve bir dereceye kadar serbesttir. Yani bir anda pek çok yerde bulunabilirler.
Üçüncü Tabaka: Hz. İdris ve İsa (as)’in hayatlarıdır ki, beşeriyetin ihtiyaçlarından sıyrılmış, melek hayatı gibi bir hayata dönüşerek nurani bir letafet kesbetmiştir.
Dördüncü Tabaka: Şehitlerin hayatıdır. Hz. Hamza’nın, çok vakalarda kendisine sığınan adamları koruması, bununla izah edilir.
Beşinci Tabaka: Kabir ehlinin ruhî hayatlarıdır. Ölüm tebdil-i mekândır, ruhun salıverilmesidir, yokluk ve fena değildir. Sayısız vakalarla evliyanın ruhlarının temessül etmeleri ve keşif ehline görünmeleri, bizlerle münasebetleri ve diğer kabir ehlinin uykuda ve uyanıkken bizlerle münasebetleri ve gerçeğe uygun olarak bizlere haberler uçurmaları gibi pek çok delil, bu hayat tabakasının mevcudiyetini ispat eder.
Âlem-i misal; Ayan-ı sabiteye ait manevi suret ve modellerin yansıdığı ve temessül ettiği bir aynadır. Bu aynaya dünyada mevcut bulunan (canlı, cansız, insan ürünü veya yaratılmış) bütün şeyler ve meydana gelen bütün olaylar aynısı ile ve de tertipli olarak yansır. Daha doğrusu dünyadaki eşya ve olaylar Âlem-i Misalin yansımasıdır. Oradakiler asıl, dünyadakiler bir hayal ve gölgedir.
Âlem-i Misal; maddi âlemle ruhlar âlemi arasında bir köprü âlemidir. Uyku anında maddi âleme kapanan pencereler manevi ve misali âlemlere açılır. Ruh da bu açılan pencerelerden o âlemleri seyir ve mütalaa eder. Kalbin ve duyguların terakki ve keskinliğine göre rüya sahibi, bazen levh-i mahfuzun cilveleri, bazen de kader mektuplarının numuneleri ile karşılaşır.
Yine Said Nursi’yi, vahdet-i vücutçuların icat ettikleri Kaf dağı, Arz-ı Beyzâ ve Âlem-i Meşmeşe” gibi binler dünya büyüklüğündeki garip âlemleri savunurken görüyoruz. Onlar ehl-i hak ve hakikattirler ve gördüklerini doğru görmüşlerdir. Fakat, gördüklerini yorumlamada hata etmişlerdir. Onların hatalı yorumlarını düzeltmek, pek tabii Said Nursi’ye kalır! Levh-i Mahfuzun ve âlem-i misalin iki küçük numunesi, insanın hafıza ve hayal kuvvetidir… (devamı şimdilik yazdırılmadı. Vay anam vay ) Hafıza gücü Levh-i Mahfuz’dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye de âlem-i misalden haber verir.
Âlem-i misal, ehl-i velâyetin /Evliyanın tenezzühgâhıdır. (gezip-dolaştıkları mesire yerleridir) Said Nursi; Bir cuma gecesi âlem-i misale giriverir. Neler görmez ki!
Said Nursi’nin tüm ontolojisi “âyan-ı sabite” üzerine, tüm kozmolojisi de “Âlem-i misal” üzerine kurulmuştur! Risalelerin ne şarkın ulûmundan, ne de garbın funûnundan alındığını, direk Kur’an’ın indiği arş-ı semavîden alındığını iddia etmesine karşın sözünü ettiğimiz tüm bu görüşler tamamen Yunan filozoflarından alıntıdır! Üstelik Said Nursi, “İnsanların en eblehi olan sofestailer” diye giydirdiği, safsatacılar diye hakaret ettiği filozoflardan! Bu antik safsatacı, ebleh Sofestailerin yaptıkları da tam olarak Said Nursi’nin yaptığı şeydir. Onlar bu maddi dünyayı bir hayal, sanal imaj olarak görüyorlardı. Bol cafcaflı sözlerle demagoji /laf salatası yapıyorlardı. Said Nursi, zındık diye öldürülen Şeyhü’l-İşrak Sühreverdî kadar felsefeye göbeğinden bağlı olduğu görülmektedir. Gerçekten bunlar tümüyle safsatadır. Cafcaflı laflarla örülmüş tasavvufî demagojilerdir.
Said Nursi’nin tüm ontolojisi “âyan-ı sabite” üzerine, tüm kozmolojisi de “Âlem-i misal” üzerine kurulmuştur! Risalelerin ne şarkın ulûmundan, ne de garbın funûnundan alındığını, direk Kur’an’ın indiği arş-ı semavîden alındığını iddia etmesine karşın sözünü ettiğimiz tüm bu görüşler tamamen Yunan filozoflarından alıntıdır! Üstelik Said Nursi, “İnsanların en eblehi olan sofestailer” diye giydirdiği, safsatacılar diye hakaret ettiği filozoflardan! Bu antik safsatacı, ebleh Sofestailerin yaptıkları da tam olarak Said Nursi’nin yaptığı şeydir. Onlar bu maddi dünyayı bir hayal, sanal imaj olarak görüyorlardı. Bol cafcaflı sözlerle demagoji /laf salatası yapıyorlardı. Said Nursi, zındık diye öldürülen Şeyhü’l-İşrak Sühreverdî kadar felsefeye göbeğinden bağlı olduğu görülmektedir. Gerçekten bunlar tümüyle safsatadır. Cafcaflı laflarla örülmüş tasavvufî demagojilerdir.
Bu âlemler tümüyle hayal ürünüdür. Hiçbir bilimsel, ontolojik ve İslamî yönü yoktur! Reel gerçekliği bulunmamaktadır. Bu hayali “misal, ruhlar ve berzah âlemleri, şeyhlerin göğe çıkmaları, oranın sakinleriyle görüşebilmeleri, melekleri temessül ettirip, onlardan vahiy benzeri ilhamlar almaları, levh-i mahfuzu okuyup, gelecek hakkında kehanette bulunabilmelerini temin için uydurulmuş, tamamen yapay âlemlerdir. Cadıların uçmak için bindikleri süpürgeleridir. Süpürgeleri olmaz ise uçamazlar. Alâaddin’in sihirli lambasıdır! Lamba olmazsa, cin çıkmaz. Cin çıkmazsa hayaller gerçekleşmez! Bu misal âlemi bu yüzden sihirbazların alet çantası kadar, tasavvuf erbabına, özellikle büyük şeyhlere lazımdır. Yoksa ne keramet kalır, ne kehanet! Ne de âlem-i misalde seyahat! Bu misal âlemi /Platon’un idealar âlemi olmaz ise, nasıl Hızır’la görüşebilir? Ondan hil’at alıp, onun elinden hırka giyebilirler? Bu misal âlemi olmaz ise, Peygamberin ruhaniyeti nasıl temessül edebilir? Peygamberin huzuru risalet penâhisine, kemerbeste-i ubudiyet içinde nasıl çıkabilirler! O’ndan kendilerine ve cemaatlerine yapılan iltifatları duyabilirler? Hangi partiye oy verileceğini onun fem-i muhsininden (güzel ağzından) işitebilirler?
Tabii bu uyanıklar oldukça cin fikirlidirler. Hemen derler ki, “Siz bu âlemleri göremediğiniz için inkâr ediyorsunuz! Kusuru kendinizde arayın! Siz herkesi kendiniz gibi kör mü zannediyorsunuz!” Eğer körlükle itham edilmek istemiyorsanız, “tamam, tamam ben de bu âlemleri görüyorum” demelisiniz. Hatta bu âlemlerde yaptığınız seyahatleri anlatınız. Size de büyük evliya muamelesi yapılsın. Sakın siz siz olun, kral çıplak demeyin! Ya sizi deli ilan ederler, ya da Ehl-i sünnet çizgisinden çıkmış bir sapık!
Nitekim Fethullah Gülen velayetin en alt mertebesinin (yani giriş şartı) kabirlerde olanları görmektir.
Nitekim Fethullah Gülen velayetin en alt mertebesinin (yani giriş şartı) kabirlerde olanları görmektir.
Cinleri hep cin gibi kimseler görür! Uzaylıları hep bilim-kurgu romanları okuyanların görmesi gibi! Ne İslam’da, ne reel dünyada yeri olmayan bu tür “misal, berzah” vs. gibi hayal âlemlerini, Eflatuncular ve onun saçma sapan felsefesini din edinenler görürler!
Tasavvuf dünyasının devasa şahsiyetleri, gavsları, kutupları, insan-ı kâmilleri, tüm ilimlerini ledünni ilim ile ilham ve keşf tarzında Allah’tan aldığını söylerler. Bunların avukatları da “keşfen alınan bilgide yalan olmaz.” diyerek bizim bunlara sorgusuz-sualsiz inanmamızı isterler! Çok açık olarak gördüğümüz gibi bu sahtekârların “Levh-i mahfuz’u okuyarak aldıkları” tüm bilgiler kadim Yunan filozoflarından birebir alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder