6 Eylül 2018 Perşembe

Her şeyi Allah yaratmıştır. Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de "Biz yarattık" buyurmasının hikmeti nedir?


Kur’ân-ı hakim’de, Cenab-ı Hakkın ‘Ben’ zamiriyle olduğu kadar, "Biz" diye de ferman buyurduğunu görürüz. Bilhassa kâinata ve mevcudata dikkat çeken âyetlerde, "Biz" zamiri sık sık karşımıza çıkar.
“Sizi yaratan Biziz.” (Vâkıa, 56:57),
"Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina edip süsledik.” (Kâf, 50:6),
“Andolsun ki, insanı Biz yarattık.” (Kâf, 50:16),
“Biz demiri de indirdik.” (Hadid, 57:25),
“Biz gökten de bir su indirdik.” (Lokman, 31:10),
“Gece ile gündüzü de Biz iki âyet olarak yarattık.” (İsrâ, 17:12)
âyetlerinde görüleceği gibi, Kelâm-ı Ezelî’nin hemen her sayfasında, bizatihî Kadir-i Zülcelâl’e izafeten "Biz" zamiri kullanılır.
Hem, yalnızca kevnî âyetlere dikkat çekilirken sözkonusu olan bir durum da değildir bu. Peygamberler ve kitab gönderilmesine, inkârda ayak direten kavimlere azap gelişine, ilâhî emir ve yasaklara, Kıyamete, Hesap Gününe... dair âyetlerde de, "Biz" zamiriyle muhakkak karşılaşırız.
Bu ise, hemen her Kur’ân muhatabını şu soruya sevkeder: O’nun bir, tek, şeriksiz ve nazirsiz olduğu Kur’ân’da tekrar be tekrar vurgulandığı halde; teklikten kinâye olan "Ben" ve "O" zamirinin yanında, niye çokluğu ima eden "Biz" zamiri kullanılıyor? Meselâ, “Sizi yaratan Benim” yahut “Sizi yaratan O’dur” yerine“Sizi yaratan Biziz” denilmesi ile ne murad ediliyor?
- Gerçekten, "Biz" ile nedir kasdolunan?
Şükür ki, bu zamirden hareketle, hâşâ, bir şirk yorumu çıkaran aklıevvellere rastlanmıyor. Zaten, Kur’ân’a iman etmiyor olan Mekke müşrikleri dahi, "Biz" zamirinden böyle bir anlam çıkarmamış bulunuyor. Zira, en birinci dâvâsı tevhid olan, "Biz" zamirinin geçtiği âyetlerde de esasen tevhidi ders veren Kur’ân, âfâktan ve enfüsten getirdiği deliller ve de meseller ile tevhidi kesin bir biçimde isbat etmiş bulunuyor.
Öyleyse, neden "Biz"? Neden Mütekellim-i Ezelî, Kur’ân’ında, kendine izafeten "Ben" ve "O"nun yanısıra, "Biz" zamirini de kullanıyor?
Kur’ân’a muhatap olan mü’minlerin çağlar boyu bu soruya cevap sadedinde çıkardığı anlamlar ve hikmetler, birer hakikat olarak, tefsirlerde yerini almış bulunuyor. Ve bu bindörtyüz yıllık birikimden anlayabildiğimiz kadarıyla, ‘Ben’ ve ‘O’nun yanında "Biz" zamirinin de varlığı ile, önümüze ‘marifetullah’ yolunun en kritik basamaklarından biri açılıyor. Şöyle ki:
"En güzel isimler O’nun olan" (bk. İsrâ, 17:110; Tâhâ, 20:8 vd.) Zât-ı Zülcelâl’i bütün güzel isimleriyle tanıyabilmek için, bazı denklemleri kavrayıp bazı basamakları geçmemiz gerekiyor. Vâhidiyet-ehadiyet denklemi, bunlardan biri. Yani, Allah’ı herşeyi yaratan olarak tanımakla kalmayıp; bu vâhidiyet içinde ehadiyeti de görmek ve göstermek gerekiyor. Allahı her bir şeyi yaratan ve her bir şeyde bütün isimlerini cilvelendiren Biri olarak tanımak; diğer bir deyişle, her bir şeyin O’nun bütün kâinatı kuşatan mutlak isim ve sıfatları ile var olduğunu ve varlığını devam ettirdiğini kavramak icab ediyor.
Marifetullah yolundaki en önemli basamaklardan bir başkasını ise, celâl-cemal denklemi teşkil ediyor. Gerçekte, O’nun bazı isimlerinde celâl, bazı isimlerinde ise cemal boyutunun tezahürünü görüyoruz. Meselâ Kadîr, Kahhâr, Cebbâr, Azîz, Azîm gibi isimler celâlî isimler cümlesinde yer alırken; Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Cemîl, Vedûd, Hannân, Mennân gibi isimler denklemin cemal tarafına düşüyor. Hem, mahlûkatın da esma-i hüsnadaki bu celâl-cemal cilvesiyle farklılaştığına şahit oluyoruz. Meselâ çiçekte, kelebekte, arıda, meyvede, bebekte cemal öne çıkarken; dağlar, denizler, deprem, şimşek, gökgürültüsü ve gökyüzü bize öncelikle celâli bildiriyor.
Ancak, bu celâl-cemal basamağında kalmayıp, celâlin içinde cemalin, cemalin içinde celâlin gizli olduğu manâsını yüklü ‘kemal’ basamağına da çıkmak gerekiyor. Meselâ cemal yüklü tek bir kar tanesine mukabil, o kar tanelerinin birleşmesiyle kapanan yollar, duran iş hayatı vs. karşısında ‘cemal içinde celâl’i okuyoruz. Diğer taraftan, azamet ve celâl yüklü dağları yeryüzünün hazineli direkleri olarak toprağı tutup suyu depolamaktan rüzgârların sevkine bin türlü cemal ve rahmet cilvesini barındırıyor rüzgarların sevkine bin türlü cemal ve rahmet cilvesini barındırıyor oluşu karşısında ‘celâl içinde cemal’i okuyoruz. Birbirine zıt gibi görünen cemal ve celâli, rahmet ve azameti, lutuf ve kahrı böylece birleştiren ve buluşturan Rabb-ı rahim’i Celîl-i Zülcemal ve Cemîl-i Zülcelâl olarak tanıdığımızda ise, O’nu her türlü kusur ve noksandan münezzeh tam bir kemal ve kibriya sahibi olarak tanımanın eşiğine ayak basmış oluyoruz.
İşte bunlar gibi, Cenab-ı Hakkı esma, sıfat ve şuunatıyla tanıma-marifetullah- yolundaki en kritik basamaklardan bir diğerini ‘uluhiyet-rububiyet’ denklemi teşkil ediyor. Çok kısaca ifade etmek gerekirse, uluhiyet o Sultan-ı Ezelî’nin saltanatında şirki, rububiyet ise icraatında şirki red ve tard ediyor. Bir diğer açıdan, uluhiyeti cihetinde Allah’tan başka hiçbir şeyin ilahlık vasfına lâyık olmadığını; dolayısıyla, ibadet edilmeye lâyık yegâne Varlığın O olduğunu kavrıyoruz. Rububiyeti cihetinde ise, değişik renkler, veçheler, biçimler, sûretler, hikmetler ve maslahatlar donanmış mevcutlar üzerinden, O’nun her bir ismini ve her bir ismin de değişik mertebelerini tanıyoruz.
Daha açık ifade etmek gerekirse, uluhiyet O’nun esma ve sıfatının mutlak ve sınırsız olduğunun ifadesi olurken, rububiyet sırrınca -bizim anlayabilmemiz için- her bir isim ayrı ayrı mertebelerde tecelli ediyor.
Bir örnek vermek gerekirse, montajı tamamlanmış bir filmi hızlandırıp iki dakikada göstermek filmi yapan için mümkün olduğu halde, böylesi bir durumda bizim ilgili filmdeki konuyu ve mesajı kavramamız -bizim kabiliyet ve algılarımızın darlığı yüzünden- mümkün olamıyor. Bu yüzden de, içindeki mesajı kavramamız için, ilmin kareleri iki saate yayılan bir zaman dahilinde yavaş yavaş geçiyor önümüzden. Aynı şekilde, çok kuvvetli bir ışığa maruz kalınca gözümüz ‘ışık körlüğü’ yaşıyor; kamaşıp, hiçbir şeyi göremiyor. Bizim kavrayabilmemiz için, ışığın belli bir derecede tecelli etmesi gerekiyor.
Aynen bu misaller gibi, Rabb-ı Rahim, dört mevsimi bir anda var etmeye, bütün kâinatı bir anda yaratıp yok etmeye ve bütün isimlerini mutlak sûrette cilvelendirmeye kâdir olduğu halde (uluhiyet), kabiliyeti sınırlı biz kullarının tanıyıp bilmesi için, esmâ ve sıfatını mertebeler ve dereceler ile tecelli ettiriyor (rububiyet). Böylece, meselâ Hâlik ismini önce kendi varoluşumuza bakıp, “Beni yaratan O’dur” makamında; sonra sair insanların da O’nun mahlûku olduğunu kavrayıp, “Bütün insanları yaratan O’dur” makamında kavrıyoruz. O’nu kâinatı -içindeki her şey ile- her an yaratan anlamında Hâlik isminin en azamî mertebesinde tanıma noktasına, ancak bu şekilde, adım adım erişiyoruz. Diğer bütün isimler için de aynı kademeleri geçtiğimiz gibi, O’nun her bir isminin birbirini nasıl gerektirdiğini kavrama noktasında da aynı süreci yaşıyoruz.
İşte, Zât-ı Zülcelâl Kur’ân- Hakîm’de öncelikle Zâtına bakan ‘uluhiyet’i cihetiyle ‘Ben’ buyururken, öncelikle ef’aline, yani kâinata bakan ‘rububiyet’i cihetiyle "Biz" buyuruyor. Ve, bu "Biz"in içini bizim O’nun bütün isimlerini en azami mertebeleriyle kapsayacak derecede doldurmamız gerekiyor. Meselâ “İnsanı Biz yarattık” âyetine muhatap olduğumuzda, şunu idrak etmemiz icab ediyor: Demek, insanın yaratılışına dikkatle bakabilsem, orada O’nun bütün isimlerinin tecellisini görüp, insan aynasında O’nun esmâ-i hüsnâsının tamamını okuyabilirim. Hem, meselâ “Gece ile gündüzü de Biz iki âyet kıldık” âyetine muhatap olduğumuzda, aynı şekilde, gece ve gündüze şu nazarla bakmamız lâzım geliyor: Demek, gece ve gündüzü O’nun bütün isimlerini azamî mertebesiyle bildiren şahitler olarak okumalıyım.
Öte yandan, “Muhakkak ki bu kitabı insanlar için Biz sana hak ile indirdik.” mealindeki Zümer âyeti gibi âyetlere muhatap olduğumuzda da, Kur’an’ı, ‘bütün isimlerin azamî mertebesinden gelen’ bir Mu’cizu’l-Beyan olarak kavramamız icab ediyor. Aynı şekilde, "Biz" hitabı ile gelen bir emri Kur’ânî karşısında şöyle düşünmemiz gerekiyor: Demek, O’nun küllî rububiyetine karşı küllî bir ubudiyet sergileyip Allah’ı bütün isimleriyle tanıyabilmem için, bu ilâhî emre uymam lâzım geliyor.
Sözün kısası, "Ben" zamiri yüklü âyetler uluhiyet dersini bize verirken: "Biz" zamiri yüklü âyetler O’nun rububiyetine ve bizim terbiyemize bakıyor. O’nu bütün isimleriyle tanımaya ve küllî bir ubudiyetle bütün isimlerini hayatımızda yansıtmaya bizi davet eden remizler ve işaretler barındırıyor.

Cümlenin akışına göre, üçüncü tekil şahsa ait “Hu Ve” (O) zamiri, Kur’an’da sıkça kullanılmıştır. Bunun bir çok hikmetleri vardır:

a. Arapça gramer açısından, daha önce geçen Allah lafaza-i celalin tekrar edilmesi yerine, ona ait zamiri kullanmak daha edebîdir.

b. Allah’a ait “Hu Ve” "O", zamiri kullanıldığı zaman, muhatabın hayalinde, mertebece kendisinden ve her şeyden çok yüksek olan bir varlık canlanır ve yaratılmışlık ve yaratıcılık ilişkilerinden başka, onunla –deyim yerindeyse, haşa- bir akrabalık bağının olmadığı gerçeğinden hareketle ona karşı nazlanmayı değil, niyaz ve duayı, kulluk ve ibadeti esas alan bir tutum ve davranış içinde olur. 

c. “Hu Ve” zamiri Kur’an’da  kullanılırken, Allah’ın mutlak bir varlık olduğunu gösterir. İhlas suresinin başında yer alan “Kul Hu Ve”de olduğu gibi, başka bir şeye ait olduğunu gösteren bir işaret, bir karine olmadığı zaman, doğrudan Mutlak varlık olan Allah’ı gösterir. Bununla şu hakikati çağrıştırıyor: “Ey İnsan! Sizin o şunu yaptı, o bunu yaptı... O bana ikramda bulundu, o benim işimi gördü.. vs. diye işaret ettiğiniz bütün “O”lar, gerçek manada bir tek “O”ya işaret etmektedir. O da Allah’tır. Çünkü kâinatta O’ndan başka müessir-i hakiki yoktur, O’ndan başka yaratıcı yoktur, O’ndan başka zarar ve yarar dokunduran yoktur. 

Bu gerçeğe işaret eden delillerden biri de şudur:

“Allah” ism-i celilin ebced değeri 66’dır. “Hu Ve” zamirinin ebced değeri ise, 11’dir. 1’den 11’e kadarki sayıların toplamı 66’dır. Demek ki, Lafza-i celal bu zamirde şifrelenmiştir. Nitekim, İhlas Suesindeki söz konusu “HuVe” zamiri, sondan itibaren Kur’an’ın 66. kelimesidir.

d. Bu zamir Kur’an’da, özellikle İhlas suresindeki gibi “mutlak” olarak ifadesinde “şuhudî tevhid” vardır. Yani bu ifade “Lâ meşhude illa hu” manasına gelir. Varlıkta her şey Allah’ı göstermektedir. Her şey Onun isim ve sıfatlarının birer yansımasıdır ve onun fiilleridir. Onun için her şey onu gösteriyor, demektir.(bk. Sözler, s.696; ayrıca bk. On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi).
e. Kur’an’da “Ben-Biz" tabirleri kullanıldığı gibi, Allah ve diğer isimleri de kullanılmaktadır. İnsanlar, Allah’ın mahiyetini bilemezler. Onun isim ve sıfatlar gibi unvanlarla tanırlar. Allah lafza-i celal, bütün isim, sıfat ve unvanları içine alan kapsamlı bir ism-i azamdır. Söz gelimi, Halık denildiği zaman, yaratıcı, Gafur denildiği zaman bağışlayan, Rezzak denildiği zaman rızık veren akla gelir. Oysa Allah denildiği zaman hem Rezzak, hem Gafur, hem Halık gibi bütün isim ve sıfatları  akla gelir. Bu sebeple Allah lafza-i celal Kur’an’da iki bin küsur defa zikredilmiştir. İnsanlar ancak Allah lafza-i celalin penceresinden onun isim, sıfat ve zat-i akdesini mülahaza edebilirler. Bu mülahazayı zihinlere yerleştirmek için bu isim sıkça nazara verilmektedir.  Bu ismin üçüncü tekil şahıs gibi kullanılması ayrıca büyüklüğü de ifade etmektedir.
f. Allah kendisini, "Allah, Hakim Rahim" gibi isimlerle de tanıtmıştır. Çünkü Allah, kendisini kullarına tanıtmak istiyor. Allah’ı tanımak ise, onun vasıflarını gösteren unvanlarla mümkündür. Unvan ise, isim ve sıfatlarla ortaya konur. Bu sebeple, Allah Kur’an’da, kullanılan herhangi bir ifadenin manasına uygun olarak belli isim ve sıfatlarını aklın nazarına vermiştir. Yoksa, hiç görmediğimiz, sıfatlarını hiç duymadığımız, mahiyetini hiç idrak etmediğimiz bir varlığın “Ben” diyerek kendini bize tanıtması mümkün mü?

Nitekim, Allah, Hz. Musa (as) ile doğrudan konuşurken bile “Ben” ifadesinin yanında, kendisini yaratıp terbiye eden,  rızkını veren, konuşma ve idrak etme kabiliyetini veren sıfatlarına işaret etmek üzere “Rabb” ismini de kullanmıştır:
“Ateşin yanına varınca birden: “Mûsâ!” diye nida edildi. Haberin olsun: Senin Rabbin Benim!” denildi. “Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vâdidesin sen! (Evet evet) Tûvâ’dasın sen! Peygamberliğe Ben seçtim seni, öyleyse iyi dinle sana vahyedileni! Muhakkak ki Ben’im gerçek İlah. Benden başka yoktur ilah. O halde sen de yalnız Bana ibadet et! Beni anmak için namaz eda et!”(Tâ Hâ, 20/11-14).


Önce bir hususu belirtelim: Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de, her zaman "ben" yerine "biz" diye hitap etmiyor. Âyetler hep bu şekilde sıralanmıyor. Yerine göre, "Ben", mevzuunun gelişine, meselenin anlatılışına göre hitap tarzları da değişiyor.
Nitekim meallerini vereceğimiz şu âyet-i kerimelere dikkat edilirse bu husus açıkça görülür:
"Ey İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve son peygambere iman edeceğinize dair bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getirip mükâfatınızı vereyim. Ve sadece benden korkun." (Bakara, 2/40-41)
"Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar."(Bakara, 2/186) 
"Bana dua edin, icabet edeyim." (Mü'minûn, 23/60)
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56)
Evet, sadece birkaç misal olması bakımından meallerini verdiğimiz bu âyetler gibi daha pek çok âyet-i kerimelerde Yüce Rabbimiz, kendi zâtından "ben"mânâsına gelen zamirlerle ifade etmektedir. Bu âyetlere dikkat edilirse,"Bana verdiğiniz sözü", "Kabul ederim", "Beni sordukları vakit", "Benden korkun" gibi ifadelerin doğrudan Cenab-ı Hakk'ın zâtıyla ilgili olduğu ve arada hiçbir vasıta kabul etmeyeceği görülür. İşte Allah'ın "ben" diye hitap ettiği âyetlerin büyük ekseriyeti hep zâtıyla ilgilidir.
"Biz" diye hitap edilen âyet-i kerimelerde ise, umumiyetle arada bir vasıta vardır. Meselâ Kur'ân'ın indirildiğini haber veren bütün âyet-i kerimelerde "Biz indirdik" buyurulur. Bütün âyetler vahiy kanalıyla indirildiğine göre, burada Allah ile Peygamber (a.s.m.) arasındaki vasıta, bir melek olan Cebrail'dir (a.s.). Yine
"Bulutla gölge yaptık." (Bakara, 2/57)
gibi âyetlerde işi yaptıran Allah, işi yapan "Allah'ın memurları" mesâbesindeki meleklerdir. Ancak burada, meleklerin "memur" olarak vasıflandırılmasını, insanların işlerini kolaylaştırmak için kullanma zorunda kaldıkları memurlarla kıyaslamaktan kaçınmak lâzımdır. İnsanlar acizliklerinden dolayı memur tutuyorlar; Cenab-ı Hak ise kâinatta hükmeden kudretinin icraatını ilân etmek, onlar vasıtasıyla azametini bildirmek için melekleri istihdam ediyor.
Zaten birçok müfessirimiz, bu çeşit âyet-i kerimelerde Cenab-ı Hakk'ın kendi azamet ve kudreti, ulûhiyet ve kibriyâsı ile hitap ettiğini bildirirler. Yâni Cenab-ı Hak, esmâ-i hüsnâsı ve sıfatlarıyla birlikte hitap ederek, kendi büyüklüğünü ve celâlini bildirmektedir.
Meselâ,
"Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız." (Hicr, 15/9)
mealindeki âyet-i kerimenin metninde "biz" mânâsına gelen dört kelime vardır. Burada hem Cenab-ı Hakk'ın kibriya ve azametinin ifadesi bahis mevzuudur, hem de meselenin ehemmiyeti zamirlerle kuvvetlendirilmektedir.
Müfessir Ebu's-Suûd Efendi, bu âyetin tefsirinde, "Biz azamet-i şânımız ve uluvv-i cenabımızla Kur'ân'ı indirdik." der.
Kevser Sûresinde geçen "biz" mânâsına gelen "innâ"nın tefsirinde ise Fahrüddin Râzi, "Buradaki 'biz'den murad, Cenab-ı Hakk'ın azametini göstermektir." der. "Çünkü Kevser'i Peygamber Efendimize (a.s.m.) hediye olarak veren, yerin ve göğün sahibi olan Cenab-ı Hakk'tır. Hediye edilen şey de verenin büyüklüğüne göre bir kıymet ve azamet kazanır."

"Cenab-ı Hakk'ın halk ve îcat fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtanın bulunduğuna işarettir."
Devamında ise Nisa Sûresinin 105. âyetindeki "biz" mânâsına gelen "nâ"zamirinin tefsirinde şu hususları dikkate verir:
"Bu âyette azamete delalet eden 'nâ' zamir-i cem'i vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, 'Allah'ın sana gösterdiği' mealindeki cümlede müfred hükmünde olan lafz-ı celâl mânâları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir." (İşaratü'l-îcaz, s. 230)
O halde, Allah'ın bazı âyetlerde "biz" diye hitap etmesinden, -hâşâ-, Cenab-ı Hakk'ın birden fazla olduğu akla gelmemelidir. Zaten gelmez de.
Bazan biz de kendi yaptığımız bir işten bahsederken bile "Biz yaptık" demez miyiz?

Allah Kur’an’da Niçin “Ben” Demiyor “Biz” Diyor ?

Niçin Allah “ben” demiyor da “biz” diyor. Dilerseniz cevabı maddeler halinde öğrenelim:
1- “Biz” tabiri meliklerin ve sultanların tabiridir. Onlar sözlerine ya da mektuplarına başlarken “Biz ki…” diyerek başlarlar.
Zira bu ifadede haşmet ve büyüklük vardır. Allah’ta ezel ve ebedin sultanı ve padişahıdır. Elbette haşmet ve büyüklük ifade eden “Biz” tabirini “Ben” tabirine tercih etmesi azametinin şanındandır.
2- Allah, Kur’an’ın indirilmesi gibi, meleklerinde içinde bulunduğu ve onların vasıta olduğu işlerde “Biz” der ki, bununla, zatı ile birlikte o icraatta vasıta olan meleğe de işaret edilmiş olur.
Mesela “Kur’an’ı biz indirdik” dediğinde “Biz” ifadesinin açılımıyla ayet şöyle anlaşılır: “Kur’an’ı ben, meleklerim vasıtasıyla habibime indirdim” Ya da “Biz gökten bir su indiriyoruz” denildiğinde, yağmur damlalarını indirmekle görevli olan meleğe de dikkat çekilmek-te, melek de bu ifadeye dâhil olmaktadır.
Ancak bu meleklerin tesirde hiç bir müdahaleleri yoktur. Çünkü tesiri hakiki sahibi ancak Allah’tır.
3- Genelde yaratılışın anlatıldığı ayetlerde Allah “Ben” der. Mesela “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” ayetinde olduğu gibi.
Ancak yaratılışın anlatıldığı bazı ayetlerde de “Biz” tabiri geçer. Bununla kastedilen ise o anda meleklerin o yaratılışa şahit olduğu ve orada bulunduğudur. Bu ifadeyle Allah kendi sözüne melekleri şahit yapmaktadır.
Mesela “Biz yeri, göğü ve içindekilerini yarattık” denildiğinde, Allah’ın bu yaratmağı tek başına yaptığı ve bunları yaratırken meleklerin hazır ve şahit olduğu anlaşılır.


Kaynak : /sorularlaislamiyet.com/blog


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder