28 Ekim 2016 Cuma
Adgâsü Ahlam “ Karmakarışık Rüyalar ” أَضْغَاثُ أَحْلاَمٍ
قَالُواْ أَضْغَاثُ أَحْلاَمٍ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الأَحْلاَمِ بِعَالِمِينَ ﴾٤٤ ﴿
Allah Subhenehu ve Teala buyurdu ki:
"Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir." (Yûnus Suresi, 64)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu âyet hakkında sorulan soru üzerine şöyle buyurdu: "O (müjde) Müslümanın gördüğü ya da kendisine gösterilen salih rüyadır." (Tirmizî, İbn Mâce)
Avf b. Malik radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Rüya üç türlüdür. Bunların bir kısmı şeytanın oyalaması, bu yolla Ademoğlunu üzmek için korkutup dehşete düşürmesidir. Bir kısmı kişinin uyanıkken yapmak istedikleriyle ilgili olup bunları uykudayken görür. Bir kısmı ise peygamberliğin kırk altı bölümünden bir bölümdür." (İbn Mâce, 2/1285, Tabir, 3/3907'de rivayet etmiştir.)
Âişe radıylallahu anha'dan rivayet edildiğine göre: "O (Rasûlullah) bir rüya görür ve gördüğü bu rüya mutlaka, sabah aydınlığı gibi, gerçekleşirdi." (Buhârî, Müslim)
Enes radıyallahu anh'dan gelen rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Salih bir kimsenin gördüğü güzel rüya, peygamberliğin kırk altı cüz'ünden bir parçadır." (Buhârî)
İbn Abbas radıyallahu anhuma şöyle demiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, vefatıyla neticelenen hastalığında başı bağlı olduğu halde (odanın kapısının üzerindeki) örtüyü açtı ve üç defa "Allah'ım, tebliğ ettim mi?" diye sordu. (Devamla: ) "Nübüvvetin müjdeleyicilerinden geriye sadece salih kulun göreceği yahut onun için görülecek rüya kalmıştır." buyurdu. (Muslim)
Âlimler der ki: "Hadisin anlamı şudur: Vahiy, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in vefatıyla kesilmiştir ve geriye, kendisi vasıtasıyla gelecekte olacak şeylerin bilinebileceği tek araç olarak -sadece- rüya kalmıştır." (Kamûsu Tefsîri'l-Ahlâm)
Rasûlullah sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Rüya, Allah'tan; hulm (kötü rüya, şeytanî rüya) ise şeytandandır." (Kamûsu Tefsîri'l-Ahlâm)
Enes radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim beni rüyada görürse, beni görmüşolur. Çünkü şeytan, benim suretimde görünemez. Mü'minin gördüğü rüya da peygamberliğin kırk altı cüzünden bir parçadır." (Buhârî, 12/399, Tabir 10, No: 6994)
Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken dinlemiştir: "Kim beni görürse hakkı görmüş olur. Çünkü şeytan, benim suretime giremez." (Buhârî, 6997)
Câbir radıyallahu anh şöyle demiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Rüyada beni gören bir kimse benim görmüş demktir. Çünkü şeytan, kendini bana benzetemez." (Muslim, 4/1776, Rüya 1, No: 13)
Kadı Iyad der ki: Hadisin şu anlama gelme htimali vardır: O, Allah Rasûlünü, gerçek durumuyla çelişen bir nitelikte değil de yaşarken sahip olduğu niteliklere uygun görürse (hakkı görmüş olur). Şayet onu başka türlü görürse bu rüya te'vil edilecek bir rüya demektir. Çünkü bazı rüyalar görüldüğü şekilde çıkar, bazılarının ise yorumlanmaya ihtiyacı vardır.
İbn Hacer dedi ki: Kadı'nın yaptığı bu açıklama -güzel- bir orta yol bulmadır. (Kamûsu Tefsîri'l-Ahlâm)
Allah Subhenehu ve Teala şöye buyurmaktadır: "(...) Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim. (...)" (Mâide Suresi, 3)
Bundan hareketle âlimler şöyle demiştir: Peygamberimizin rüyada kendisine zahiri itibarıyla nihai şeklini almış, şer'i bir hükme aykırı bir hükmü emrettiğini gören bir kimsenin aldığı emir, ne onun hakkında, ne başkası hakkında meşru olur." (Fethu'l-Bârî, 12/301, 405)
Rüya, verilen misallerdir. Bu misalleri Yüce Allah'ın rüya ile görevlendirdiği melek verir. Böylelikle rüyayı gören, kendisine gösterilen bu misali benzeri şeylere delil görsün ve bundan hareketle onun benzerine yorumlayabilsin. Bundan dolayı rüya yorumuna "tabir" adı verilmiştir. (İ'lâmu'l-Muvakkıîn, 1/195)
Ev, cennet ile yorumlandığı gibi ziyafet İslâm ile, ziyafete davet eden, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem diye yorumlanır. Davetçinin çağrısını kabul edip eve giren kimsenin bu rüyası, o kimseye Yüce Allah'ın izniyle cennete gireceğine bir müjdedir. Çünkü Buhârî'nin rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem uyurken ona bazı melekler geldi..." Bu hadiste şöyle denilmektedir: "Bunun misali, bir ev bina edip sonra orada bir ziyafet veren ve ziyafete çağırmak üzere bir davetçi gönderen kimsenin misaline benzer. Bu davetçinin çağrısını kabul etmeyenler ise eve girmezler ve o ziyafetten yemezler." (Kamûsu Tefsîri'l-Ahlâm)
Kaynak: Prof. Dr. Halid b. Ali el-Anberî, Kamusûsu Tefsîri'l-Ahlâm, Sahife: 7-93.
O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir "adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karma karışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı yoktur ki bilebilelim.
Görülüyor ki, burada rüya ile ahlam birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen "rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi yayılmış ve tutunmuştur.
Yukarıda gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak ifade edilmişti.
Ehadis: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine irca etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da, dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir. Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler. Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya" olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna kanaat getirmiştir.
İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.
Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da "birşey görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız. Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile, daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik iradesine hakim olamadığı için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki, insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku haline bağımlı bir hadise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından ve ahlamdan başka bir keşif hadisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. İşte Firavun'un danışma meclisinin söz konusu üyeleri de ya böyle bütün rüyaları ahlam kabul ederek veya eğer inkârcı değillerse de rüya ile ahlam arasındaki inceliği fark edemeyerek, tabirini bilmedikleri için, bilgisizliklerini ve aczlerini örtbas etmek gayesiyle "Biz, ahlamın da tevilini bilecek değiliz ya" dediklerinde:
Arapçada "Aziz" dahi "Melik" mânâsına kullanıldığından, bazıları bu meliki, daha önce adı geçen ve Yusuf'u satın alan Aziz'in kendisi sanmışlarsa da Kur'ân'ın zahiri ifadesine uygun düşmemektedir. Zira o takdirde Aziz'in "onu kendime özel danışman yapayım" demesi anlamsız olacağı gibi, birine Aziz, diğerine "Melik" diye ayrı ayrı isimler verilmesi de bunların ayrı arı kişiler olduğunu açıkça belli eder. İşte bundan dolayı Aziz, Mısır hükümdarlarına yakın en büyük yetkiye sahip bir vezir veya emir, "Melik" de hükümdar demek olduğu anlaşılıyor. Nitekim bazı rivayetlerde Aziz'in adının "Kıtfîr", Melik'in adının da "Reyyan" olduğu nakledilmiştir.
Eski Mısır'ın hükümdarlarına "Firavun" denilmesi meşhur olduğu halde buna "melik" denilmesi herhalde şu iki inceliği hesaba katmaktan dolayı olsa gerektir:
Birincisi: "Firavun" ünvanı zulum ile şöhret bulmuş ve öyle tanınmıştır. Üstelik "Firavun'un emri reşid değildir" (Hûd 11/97) buyurulmuştur. Oysa Yusuf'u özel danışman seçen bu Melik'in övülmeye layık güzel vasıfları, rüşdü ve seçme yeteneği vardır. İşte bundan dolayı bu Melik'in karakteri itibariyle bir Firavun olmadığına işaret edilmek istenmiş demektir. Nitekim Mücahid'den bu Melik'in hak din üzere olan bir melik olduğu da rivayet edilmiştir.
İkincisi: Esasen Firavun lakabının dil ve soy itibariyle Mısırlı olduğuna göre, bu Mısır Melik'inin, söz konusu Firavun soyundan ve Mısır kıbtilerinden olmadığına böylece işaret olunmuş demektir. Nitekim bazı tarih kaynaklarında Amalika'dandı denilmiştir ki, Mısır tarihinde "Hiksoslar" adı verilen ve Arabistan tarafından geçip dörtyüz sene kadar Mısır'da hükümranlık sürdükleri söylenen sülâleden olacaktır. İsminin "Reyyan" olduğuna ilişkin rivayet de bunun Arabî olduğuna işaret eder. Bakara Sûresi'nde (âyet 49, 50) de geçtiği üzere bazıları, bunun Hz. Musa zamanına kadar yaşadığını ve o Firavun'un da bu Reyyan olduğunu zannetmişlerse de bu, Kur'ân nassının zahirine uygun düşmemektedir. Çünkü Kur'ân'da buna "Melik" denilmiş, "Firavun" denilmemiştir. Musa'nın mücadele ettiği Mısır hükümdarının Firavun olduğu Kur'ân nassı ile belirlenmiştir. Bu Melik, Hakk'ın âyetlerine değer vermiş ve üstelik Yusuf'u en yakınları arasına alarak, ona büyük yetki vermiştir. Firavun ise bunun tam zıddını yapmış, Musa'nın gösterdiği bütün mucizeleri ve âyetleri inkâr etmiş, Musa'ya ve Musa'ya iman eden sihirbazlara yaptıklarıyla tam anlamıyla Firavunluk yapmıştır.
Velhasıl burada söz konusu edilen Melik, kadir kıymet bilen bir zattır. Hz. Yusuf'u henüz görmeden, yaptığı rüya tabiri ile ilmine ve faziletine hükmedip, hemen zindandan kurtarmıştır. Onun eşsiz bir ilim ve fazilet ehli olduğuna karar verip, getirilmesini emretti. Sonra onunla konuştuğunda, yani, Melik'in emri derhal yerine getirildi, Yusuf geldi, Melik onunla konuştu. Böylece Melik, Yusuf'un konuşmasını da gördü. İşte o vakit dedi ki: Sen cidden bu gün, yani bu günden, seninle konuştuğumuz şu andan itibaren katımızda, yanımızda mekin, büyük bir mekanet mevki ve mertebe sahibisin, yetkili kişisin, bir emin kişisin. Her hususta güvenilir, itimat edilir ve itibar edilir bir kimsesin.
Rivayet olunur ki, o görevli, Yusuf'u zindandan almaya gelen o elçi, kendisine geldiğinde Yusuf ayağa kalkmış, zindanın kapısına "burası belalar konağı, diriler kabri, düşman sevindiren, dostlar sınavıdır" diye yazmış ve çıkmış, atalarına dua etmiş, yıkanmış ve yeni elbise giymiş ve Melik'in huzuruna girerken, şöyle dua etmiş: Allahım! Senden senin hayrınla bunun hayrını dilerim, bunun şerrinden ve başkasının şerrinden Sen'in gücüne ve kudretine sığınırım". Melik'in huzuruna girince Arapça selam vermiş ve İbranice bir dua etmiş. Melik "Bu ne dili?" demiş, o da "atalarımın dili" diye cevap vermiş. Melik, birçok dil bilirmiş, bildiği dillerin hepsinden konuşmuş, Yusuf da o dillerden tek tek cevaplar vermiş. Bunun üzerine Melik hayretler içinde kalmış ve "Arzu ediyorum ki, rüyamın yorumunu bir de senden dinliyeyim" demiş. Yusuf da onun rüyada gördüğü sığırları ve başakları tek tek yerleriyle ve renkleriyle tavsif ederek anlatmış. Bunun üzerine Melik, onu kendi seririne oturtmuş ve fikrini sormuş. Yusuf da "Benim düşüncem odur ki, bu bolluk senelerinde çok ekin ektirirsin ve depolar bina edersin, elde edilen ürünleri o depolarda muhafaza edersin, kıtlık seneleri gelince bu fazla ürünleri satarız, böylece hazineye büyük gelirler sağlanmış olur" demiş. Melik "Fakat bana bu işi kim yapıverecek?" demiş. İşte o vakit Yusuf kendini öne sürerek:
55- Beni, dedi, bu arzın hazineleri üzerine tayin et. Yani, bütün bu Mısır diyarının hazinelerinin yönetimini, gelir ve giderinin yetkisini bana ver, bununla beni görevlendir. Doğrusu ben bir koruyucuyum, uzman ve bilgili bir kişiyim. Hakkı hukuku gözetirim, emanetleri iyi korurum, hazineleri haketmeyenlerin çarçur etmesinden iyi korurum ve tasarruf yollarını çok iyi bilirim. Yusuf'un yaptığı bu teklif misal gösterilerek, adaleti ve görevin gerektirdiği hususları hakkiyle ifa edeceğine güvenen bir insanın valilik ve yöneticilik talebinde bulunması ve kendi kabiliyetini açığa vurması, hatta kâfirden bile yöneticilik alması caiz demişlerdir. Fakat âyette bu Melik'in küfrüne delil sayılabilecek bir şey yoktur. Aksine bunun müslüman olduğu Mücahid'den nakledilmiştir.
Bir de "Beni bütün hazinelerin başına getir" diyen Hz. Yusuf, aslında Melik'ten tam yetki talebinde bulunmuştur. Bu söze bakarak bazı müfessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf'un emri altına girmiş ve onun reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil, yalnızca malî işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin sorumluluğu doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür. Talep meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet ve liyakatları olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır. Bunun talep eden açısından talebi de haram, görevlendiren açısından görev verilmesi de haramdır. Ehliyeti olanlara kabul caiz, talep mekruhtur. Meğer ki, taayyün etmiş olsun, yani o işe ondan başka ehil biri bulunmasın. İşte o vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan Hz. Yusuf, Allah tarafından görevli olduğu hak ve adaletin ahkamını icraya bir yol bulmak, bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin ifasına çalışmıştır. Acaba onun bu talebi kabul edildi mi?
.
21 Ekim 2016 Cuma
Levhü’l-Mahfuz
İslam dininde kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır. İbn-i Kemal'e göre, Levh-i mahfuz, korunmuş levha demektir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Melekler, Levh-i Mahfûz'u görürler.
"Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.
Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilişkilendirilir. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır.
Kur'an'da ilgili ayetler
Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) , ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i mahfûz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22) her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayetde de "Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır.
Levhü’l-Mahfuz
Kısasü’l-Enbiyalarda ortak motif
olan,
Kısas-ı
Enbiyâ ve
Arâisü'l-Mecalis’te hemen hemen aynı şekilde tasvir edilen Levhü’l-Mahfuz; Allah tarafından takdir edilen her şeyin, yani olacak tüm
şeylerin, diğer bir
deyişle kaderin yazılı bulunduğu manevi
levha; ilm-i ilahi olarak tanımlanır. Bu motif Kısas-ı Rabgûzî’nin Âdem ve İsmail kıssalarında da
karşımıza çıkar. İlksel bir diğer öğe olan Levhü'l-Mahfuz’un Arâisü'l- Mecâlis’te anıldığı bir örnek vermek gerekirse:
İbni
èAbbÀs eyitdi Tañrı
taèÀlÀ yaratduġından birisi levó-i maófūô durur
ve ol bir aú incüden durur78 ve anuñ iki yazusı úızıl yÀúūtdandur ve anuñ yazusı nūr ve úalemi nūrdur ve anuñ ini yirile gök arasıncadur Tañrı taèÀlÀ her gün içinde üç yüz kez
ol
levóe nažar eyler andan yaradur andan rızú virür ve diri úılur ve öldürür ve ne dilerse işler.79
İbn Abbas (şöyle)
söyledi: “Yüce Tanrı’nın
yarattıklarından birisi de Levhü’l-Mahfuz’dur ve o beyaz bir incidendir ve onun iki yanı kızıl yakuttandır ve onun
yazısı da kalemi
de ışıktır.
Onun büyüklüğü yer
ile
gök arası kadardır. Yüce Tanrı her gün o levhaya üç
yüz defa bakar, sonra
yaratır, sonra rızık verir ve
yaşatır ve öldürür ve ne isterse yapar”
Kısas-ı
Enbiyâ’da
Levhü'l-Mahfuz’dan
bahsedilen kısa bir
bölümü de buraya nakledelim:
Ol levóu'l-maófÿô içinde mnا دki yazılmışdur ki Tañrı’dan artuú
kimesne bilmez ve daòı o levóuñ çevresi úızıl yÀúÿtdandır. 80
O Levhü’l-Mahfuz içinde mnا دki
yazılmıştır ki (bunun anlamını)
Tanrı’dan başka hiçkimse bilmez ve de o levhanın çevresi kızıl yakuttandır.
Levhü’l-Mahfuz da tıpkı
ilk
yaratılan gevher/töz gibi tam olarak bilinemeyen ve tanrısal olduğu için doğal olarak bilinemeyecek olan bir varlıktır. Levhü’l-Mhafuz ile eş ya
da benzer işleve sahip kavramları başka inanışlarda da görmek mümkündür. Birçok
mitosta önemli bir yeri olan bu levha ya da tabletlere sahip olmak tanrı(lar) için çok önemlidir.
Zira
bunlara
sahip olan
tanrı,
evreni yönetme
gücünü
de kazanmış
olur. Kısasü’l-Enbiyalarda “Levhü’l-Mahfuz”
adıyla
geçen motif, Mezopotamya
yaratılış destanı Enuma Eliş’te
“Kader Tableti” adıyla karşımıza çıkar.
Mezopotamya mitolojisinin muzaffer tanrısı Marduk’un ele geçirdiği bu tablet, O’nu tanrıların birincisi ve kaderin mutlak hakimi haline getirir.81
Levhü’l-Mahfuz motifinin işlevsel değeri de
önemlidir. Bu motifle, insanoğlunun
ezelden ebede kaderinin belli olduğu ve
bu kaderin
tanrısallığı sebebiyle karşı
çıkılamazlığı
vurgulanarak,
insanların yaşadığı/yaşayacağı her şeyi
tevekkülle karşılaması vaaz edilmiştir. Tanrı kaderi en başta ve
bir
kereye mahsus olarak belirlediğinden buna itiraz etmek beyhûdedir.
Eski Türk inanışından parçalar yakalayabildiğimiz Orhun Yazıtları’nda ise Türk halkı zor duruma düştüğünde imdada yetişen ya
da avam tabakası hata yaptığında hepsini
hemen cezalandıran bir Tanrı ile karşılaşırız.82 Eski Türk inanışındaki, kadere her an müdahale etmeye hazır Teŋri’nin yerini, İslâm
inanışında kaderi bir kereye mahsus ve değişmez olarak belirleyen Allah almıştır.
78 Sa’lebî’nin
söz konusu
eserini
yayına hazırlayanlar tarafından
levó-i maófūô-durur
… aú
incüden-durur şeklinde yazılmıştır.
durur, geniş zaman bildirici
görevinde
kullanılan turur şeklinden t >d gelişimi ile oluşmuştur. Güney-batı
Türkçesi
için bugün
+DIr / +DUr şeklinde kullanılır. durur
şekli ile daha çok edebî ve tarihî metinlerde
karşılaşmak
olasıdır. Yukarıdaki ifadede de araya kısa çizgi konulmadan yazılması gerekirdi.
79 Sa'lebî, a.g.e., s. 28:8-11.
80 İ. Cemiloğlu, 2000, s. 121, 2a4-6.
81 Antik Dünya
ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve Mitolojiler Sözlüğü
(Ed. Yves Bonnefoy),
Kozmogoni (Mezopotamya)
maddesi, Yazar: Elena Cassin, 2000, c.1, s.586.
82 Tunyukuk Yazıtı, Birinci Taş 1-4; Kültigin Yazıtı, Doğu 25-26; Bilge Kağan Yazıtı, Doğu 20-21.
‘Hellenler’in bir deniz zaferi umuduna kapılmalarını sağlayan en önemli sebep ilahi bir işaretti.Bir kartal İskender’in gemisinin kıç güvertesine konmuştu.’
Yunan Mitolojisi’nde kuşlarla özdeşleşen Tanrılar hakkında bilgiler Homeros ve Hesiodos’un eserlerinde verilmeye başlamış , Ovidius’un Dönüşümleri’nde detaylandırılmıştır . Ayrıca Arrianos , Ksenophon gibi Antik Yunan Çağ yazarları ilahi semboller olarak kuşlardan bahsetmişlerdir .
Baykuşlar , her ne kadar Yunanistan’da bilgelik anlamı taşısa da birçok yerde uğursuzluk ve ölüm getiren anlamı da taşımaktadır . Bir dönem cadılarla birlikte de bu hayvanın adı anılmıştır . Peki Yunan Mitolojisi’ne nasıl girmiştir baykuş ?
Efsaneye göre , Tanrıça Athena ,baykuşun bakışlarından , gece görme yeteneğinden çok etkilenmiş ve gece kuşu olan kargayı bu görevden sürerek yerine baykuşu getirmiştir . Baykuş , Athena’nın görmediklerini görüp Tanrıça’yı her daim haberdar etmiştir. Tanrıça’nın kendisine ait baykuşun adı ‘Athene Noctua’ olarak geçer ( Küçük Baykuş olarak da bilinir ) ve Acropolis’in koruyucusu olduğu söylenir . Antik Yunan paralarına baktığımızda üzerinde baykuşu görmemizin bir sebebi de bu kuşun ayrıca ticaret üzerinde bir koruyucu gözlemci olduğuna inanılmasındandır . Rivayete göre baykuşa gece görme yetisini kazandıran , içinden gelen sihirli bir ışıktır .
Yunan Mitolojisi’nde Kuşlar : Baykuş ve Karga
‘Hellenler’in bir deniz zaferi umuduna kapılmalarını sağlayan en önemli sebep ilahi bir işaretti.Bir kartal İskender’in gemisinin kıç güvertesine konmuştu.’
Arrianos , Alexandrou Anabasis Bl.18
İnsanoğlu geçmişte inandığı Tanrılar’ın
büyük bir kısmını göklerde aramıştır . Kimi zaman Onlar’ı bir dağın
bulutlarla gizlenmiş tepesine oturtmuş , kimi zaman göğün birçok kattan
oluştuğunu düşünerek en üst kata yerleştirmişlerdir . Göklerde
aradıkları Tanrılar’ına , gene göklere yükselen kuşlarla ulaşmaya
çalışmış olacaklar ki , Yunan Mitolojisi’nde ve Tarihi’nde birçok
simgesel kuşlardan bahsedilmektedir. Baykuş , Kartal , Şahin , Güvercin…
Hepsi neredeyse birçok Tanrı ile ayrı ayrı özdeşleşmiş ve sonrasında
başka kültürleri de etkilemiştir.Yunan Mitolojisi’nde kuşlarla özdeşleşen Tanrılar hakkında bilgiler Homeros ve Hesiodos’un eserlerinde verilmeye başlamış , Ovidius’un Dönüşümleri’nde detaylandırılmıştır . Ayrıca Arrianos , Ksenophon gibi Antik Yunan Çağ yazarları ilahi semboller olarak kuşlardan bahsetmişlerdir .
Yunan Mitolojisi’nde Baykuş :
Baykuşlar , her ne kadar Yunanistan’da bilgelik anlamı taşısa da birçok yerde uğursuzluk ve ölüm getiren anlamı da taşımaktadır . Bir dönem cadılarla birlikte de bu hayvanın adı anılmıştır . Peki Yunan Mitolojisi’ne nasıl girmiştir baykuş ?
Efsaneye göre , Tanrıça Athena ,baykuşun bakışlarından , gece görme yeteneğinden çok etkilenmiş ve gece kuşu olan kargayı bu görevden sürerek yerine baykuşu getirmiştir . Baykuş , Athena’nın görmediklerini görüp Tanrıça’yı her daim haberdar etmiştir. Tanrıça’nın kendisine ait baykuşun adı ‘Athene Noctua’ olarak geçer ( Küçük Baykuş olarak da bilinir ) ve Acropolis’in koruyucusu olduğu söylenir . Antik Yunan paralarına baktığımızda üzerinde baykuşu görmemizin bir sebebi de bu kuşun ayrıca ticaret üzerinde bir koruyucu gözlemci olduğuna inanılmasındandır . Rivayete göre baykuşa gece görme yetisini kazandıran , içinden gelen sihirli bir ışıktır .
Antik Yunan
Çağı’nda baykuşlar ordunun da koruyucusu olarak görülürdü . Tabii bunu
bir yerde Athena’nın bilgeliğin yanısıra Savaş Tanrıçası ( Ares’ten
farklı olarak ) olmasına , baykuşun da Athena’nın simgesi olmasına
bağlayabiliriz . Rivayete göre , savaş sırasında Yunan Ordusu’nun
üzerinden uçan bir baykuş zafere işarettir .
Baykuş’un Yunan
Mitolojisi’ndeki yeri bunlarla sınırlı kalmamaktadır . Ovidius’un
Dönüşümler adlı eserinde Ascalaphus’un bir baykuşa dönüştürülmesi
anlatılmaktadır . Efsane’ye göre Ascalaphus , Hades’in bahçesinde
dolaşan Persephone’nin bir nar tanesi yiyerek orucunu bozduğunu görür .
Orucunu bozan Persephone , bu yüzden gün ışığına çıkma umudunu iyice
yitirmiştir . Ascalaphus Persephone’yi ihbar eder ve bu duruma kızan
Demeter Ascalaphus’u bir baykuşa çevirir .
‘ Başında
Phlegeton sularıyla ıslanan bir gaga , tüy , kocaman gözler yarattı .
Değişti tüyle kaplandı sarımsı gövdesi , büyüdü başı , kıvrıldı , uzadı
tırnakları , güçlükle titrerdi kımıldayan kolunda tüyler . Yıkımların
ulağı , uğursuz sayılan , bütün ölümlülerin kaçındığı baykuş derler buna
. ‘
Ovidius , Dönüşümler V.Kitap 545
Ovidius’un
dizelerine baktığımızda baykuşun uğursuz bir sembol olduğunu görürüz .
Hakikaten de Yunan Kültürü’nde bilgeliğin simgesi olan bu kuş , Roma
Kültürü’ne uğursuz , yıkım getiren olarak geçmiştir . Erken Roma
Dönemi’nde evin kapısına çivilenmiş bir baykuş ölüsünün evi baykuşun
daha evvel neden olduğu kötülüklerden koruduğuna inanılmıştır . Gene
Julius Caesar’ın , Augustus’un , Agrippa’nın ölümlerinin bir baykuş
tarafından daha evvel bildirildiği söylenmektedir .
Peki
baykuşun Yunanlılar tarafından kutsal sayılıp , Romalılar tarafından
uğursuz olarak nitelendirilmesi neye dayandırılabilir ? Tamamen şahsi
fikrimdir , ben bu inancın köklerini Truva Savaşı’nda arıyorum. Daha
evvelki yazılarımda da belirttiğim gibi Roma , Truvalı Aeneas’ın
torunları tarafından kurulmuştur . Yani Roma kendi soyunu Truvalılara
dayandırmaktadır . Truva Savaşı’nda Baykuş Gözlü Tanrıça Athena
Yunanlılar’ın yani Akhalar’ın tarafında yer almıştır . Akhalar
Truvalıları büyük yıkıma uğrattırmıştır . Dolayısıyla Athena’ya karşı
buradan kaynaklanan bir kin duymuşlar , simgesi baykuşa da yıkım getiren
bir anlam yüklemiş olabilirler . Ama bu tamamen şahsi fikrimdir .
Yunan Mitolojisi’nde Karga :
Baykuşu
anlatırken bahsi geçmişti karganın . Önce gece kuşuyken bu görevden
sürülmüş ve yerine baykuş geçmişti . Kargalardan bahsedelim şimdi de .
Öncelikle kargaların neden siyah olduğuna dair farklı rivayetler
mevcuttur . Bir kısmı Athena’nın öfkesinden bir kısmı da Apollon’un
öfkesinden bahseder .
Herşeyden önce
şunu belirtmek gerekir ki Yunan Mitolojisi’ne göre Karga ilk başta
bembeyaz bir kuşmuş . Athena’nın en sevdiği üstelik . Bakire Athena’nın ,
Erichton isimli bir oğlu olmuş . Tabii nasıl hala bakire olabiliyor
diyorsanız Erichton’un doğumunu incelemeniz gerekir . Özetleyecek
olursak , Hephaestos Tanrıça Athena ile birlikte olmak ister . Birgün
Athena’yı yakalar ve birleşemeden tohumlarını Athena’nın bacağına
bırakır . Athena tiksinerek bir bez parçasıyla bunları siler ve toprağa
atar . Bu tohumlardan Erichton doğar ve Athena Erichton’u Atina Kralı
Cecrops’un üç kızına emanet eder . İşte karganın trajik hikayesi burada
başlar . Cecrops’un kızlarının Erichton’a iyi bakamadığını görür karga ,
gider durumu Athena’ya anlatır . Athena’nın öfkesi ilk başta kargayı
vurur . Onu gece kuşluğu görevinden sürer ve yerine baykuşu getirir .
Daha sonra Apollon sahiplenir kargayı . Bu seferde Apollon’un sevgilisi
Coronis’in davranışlarını beğenmez karga ve gider Apollon’a anlatır .
Apollon kargayı dinleyerek öldürür Coronis’i , Asklepios’un annesini …
Sonra pişman olur yaptığı şeye , ve beyaz kuşlar içerisinde yeri olmasın
diye kapkara yapar kargayı . Anlayacağınız karga ne çektiyse dilinden
çekmiştir .
Bahsettiğim bu
hikayeler bazı çevirilerde kuzgun olarak geçmektedir . Fakat Yunan
Mitolojisi’nde karga ile kuzgun aynı familyadan oldukları için herhangi
bir ayrım söz konusu değildir .
Aisopos ,
masallarının büyük bir kısmında kargalara yer vermiştir ve bir çoğunda
karganın ne çektiyse çenesinden çektiğini vurgulamıştır .
Karga , Yunan
Mitolojisi’ndeki rolü itibariyle uğursuz olarak nitelendirilse de diğer
birçok mitoloji de vazgeçilmez öğeler arasındadır .Fakat , Antik Yunan
döneminde kargalar , baykuş kadar simgesel olamamıştır . Tabii bunda
sebep aramaya gerek yok , neticede uğursuz sayılmışlardır .
Yunan
Mitolojisi’nde kuşlar sadece baykuş ve karga ile sınırlı değil tabii ki .
Bu araştırmanın devamında Zeus’un simgesi Kartal , Aphrodite ile
özdeşleşmiş Güvercin , Hera’nın simgesi Tavuskuşu’ndan bahsedeceğim .
Şimdilik günümüzde anlamsız bir şekilde bir anda popülerliği artmış ,
modayı etkilemiş baykuştan ve baykuşun yerini aldığı ,çevremizde sürekli
gördüğümüz kargadan bahsetmek istedim .
Yunan Mitolojisi’nde Karga başlıklı kısmın girişinde karga fotoğrafı için Yesimminn‘e çok çok teşekkür ederim .
Yazan : Dimitri Daravanoğlu
Kaynakça:
1-) Ovidius , Dönüşümler , Çev. İsmet Zeki Eyüpoğlu , Payel Yayınevi , İstanbul , 1994
2-) Grimal P. , Mitoloji Sözlüğü , Çev. Sevgi Tamgüç , Sosyal Yayınlar , İstanbul , 1997
3-) Arrianos , İskender’in Seferi , Çev. Furkan Akderin , Alfa Yayınevi , İstanbul , 2005
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)