Demek ki, Allah’tan korkma mefhumu içinde, ırkçılıktan sakınma da dahil. Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir.
Takva, Allah’tan korkmak, O’nun yasaklarından şiddetle kaçınmak, hassasiyetiyle uzak durmak mânâsına geliyor... Ama, takva sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâm’ı bütünüyle yaşamanın âdetâ simgesi, alâmeti olduğunu görürüz...
Âl-i İmran Sûresinde; Rabbimiz bizi, mağfiretine, Cennetine çağırıyor, çağırmaktan da öte, “koşunuz” diyor. Ve âyetin sonu, bu Cennetin, muttakiler için hazırlandığını beyan ile geliyor... Dolayısıyla âyet, Müslümanları takvada yarışmaya davet etmiş olmuyor mu? Takva sahipleri için hazırlanmış Cennete girmek üzere...
Âyetin devamında; takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanır:
“Onlar darda ve genişlikte infak ederler.” (Nafaka verirler, muhtaçların yardımına koşarlar.)
“Kızdıkları zaman, gayzlarını, öfkelerini yutarlar.”
“İnsanlardan gelen kötülüklere karşı affedici olurlar.”
Sonraki âyette de, bu sıfatlar, sayılmaya devam edilir.
“Onlar bir kötülük yaptıklarında, yahut nefislerine zulmettiklerinde hemen Allah’ı hatırlarlar da günahları için istiğfar ederler...”
“Yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.”
İşte Allah’ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır. Hangi milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa olsun. Allah’ın kulu olmanın şuuruna eren ve bunun zevkini tadan her mü’min de, Allah’ın sevdiklerini sevmekle mükellef değil mi?. Allah bu kullarını severken bir mü’min nasıl olur da, bu sıfatlardan uzak bir ırkdaşını sevebilir?..
Fatihayı hemen takip eden sûrede de “Kur’an-ı Kerîm’in muttakiler için bir hidayet olduğu”nun beyan edilmesi ve takvaya dikkat çekilmesi ne kadar mânidardır!.. Bu sûrede muttakinin sıfatları: “Gayba iman etmek”, “namaz kılmak”, “Allah’ın ihsan ettiklerinden infak etmek”, “Kur’an’a ve daha önce inen kitaplara iman etmek”, “Âhirete şüphesiz inanmak” şeklinde sıralanır.
Bu sûrede de, ırktan, kabileden, amirden, memurdan, köleden, efendiden söz edilmez...
Bu âyetler sadece iki misal... Bu nazarla baktığımızda Kur’an’ın bütün âyetlerinin ırk ayırımını reddettiğini açık açık görürüz...
Bütün emirler ya topyekün insanlara, yahut mü’minleredir. Hidayete çağıran âyetlerde hitap bütün insanlığa yapılır. Ne ırk, ne kabile, ne makam, ne rütbe gözetilmez... Bir Arabın hidayete ermesi, bir İngilizin hidayete gelmesinden daha önemli değildir.
İbadete, itaate dair emirlerde ise hitap mü’minleredir... Bu hususta mü’minler arasında hiçbir ayırım yapılmaz... “Allah’a ibadet edin”, “O’na secde edin”, “zekâtlarınızı verin” gibi emirler ve “faiz yemeyin”, “zinaya yaklaşmayın”, “gıybet etmeyin” gibi nehiyler mü’minlerin tamamınadır. Bu emirlere uymanın ve bu yasaklardan kaçınmanın fazileti bütün kavimler için aynı...
Bir de azap âyetleri var... Geçmiş kavimlerin başına gelen azaplarla ilgili ikaz âyetleri... Bu âyetlerde; kavimlerin işledikleri cürümlere, isyanlara, tekziplere, azgınlıklara ve Peygamberlerine karşı yaptıkları eza ve cefalara dikkat çekilir. Azap, bu cürümleri için gelmiştir. Yoksa şu veya bu kavimden oldukları için değil.
Onlar, Peygamberlerini dinlememenin, Onları rencide etmenin cezasını çektiler. Bu âyetler bizim için büyük bir tehdit. Zira, bizim Peygamberimiz (a.s.m.) âlem-i bekaya teşrif etti ama, her an ümmetiyle alâkadar.
Her isyanımız Onun ulvî ruhunu incitiyor. Onun mümtaz kalbine dokunuyor. Bunları niçin yazıyoruz? Irkçılığı reddeden âyet-i kerimenin bulunduğu sûrenin hemen tamamı bu mânâ ile alâkadar da onun için. “Sizi kabile kabile yarattım”, âyet-i kerimesi “Hucurat Sûresinde”... Bu sûrenin başında ashab-ı kiram, seslerini, Resulûllahın (a.s.m.) sesinden daha fazla yükseltmemeleri hususunda ikaz olunurlar. O Rahmeten-lil-Âlemin’i incitmekten sakındırmak üzere...
Daha sonra, sûreye ismini veren olay anlatılır. Bir grup bedevinin Resulûllah Efendimizi (a.s.m. ) dışarıdan yüksek sesle çağırmaları hâdisesi. Bu sûre bir bakıma mü’minleri kötülüklerden sakındırmayla dolu. Dolayısıyla da Resulûllah Efendimizi (a.s.m.) rahatsız etmeme ihtarlarıyla...
Dokuzuncu âyette, “Müminlerden iki topluluk birbirleriyle çarpışacak olurlarsa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşın” emri verilir ve müminler fitne çıkartmaktan şiddetle men edilir.
Bir sonraki âyette, müminlerin birbiriyle kardeş oldukları hükmü getirilir ve “kardeşlerinizin arasını düzeltin” diye emir verilir...
Onu takip eden âyette, müminlerin birbirlerini alaya almaları yasaklanır. Hemen peşindeki âyette, müminler diğer mümin kardeşleri hakkında kötü zan beslemekten ve onların gıybetini yapmaktan sakındırılır. Ve nihayet bu âyeti takip eden âyet-i kerimede de insanların bir ana ve babadan yaratıldıkları haber verilerek, müminler ırkçılıktan men edilir ve “Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır” buyrulur.
Bu sûreden tam dersini alan bir mü’min, büyüklerinin yanında sesini yükseltmekten tut, gıybet etmeğe, su-i zan beslemeye ve nihayet ırkçılık gütmeğe kadar her kötülükten şiddetle sakınır... Bu hususta Allah’tan korkar. Zaten sûrenin ilk âyeti de, “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin, Allah’tan korkun” buyurarak, mü’mini, Kitap ve Sünnete muhalif nefsî ölçüler getirmekten ve o yanlış zanların peşine takılmaktan menetmiyor mu?
Bu İlâhî emri iyi değerlendiren bir mü’min, sûrenin devamında gelen, “Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır” ölçüsüne sımsıkı sarılır ve kavmini ileri sürmekle yeni bir şeref ölçüsü getirmekten şiddetle kaçınır.
Zaten övünme başlı başına bir hastalık. Kalbi karartan koyu bir is. Ruhu kemiren büyük düşman. İslâm’ın yasakladığı kötü huylardan bir huy var: Ucb, yâni, amele güvenme. İşlediği iyiliklerle, yaptığı güzel amellerle iftihar etme ve kendini Cehennemden uzak zannetme...
Allah korkusuna perde olduğu için bu huy kötü addedilmiş.
Şimdi insafla düşünelim: Kendi irademizle ve Allah’ın emrine uyarak işlediğimiz güzel bir amelle övünmek bizi günaha sokarsa, tamamen irademiz dışında vuku bulan, hiçbir tercih hakkımızın bahis konusu olmadığı ırk mevzuunda, nasıl kendimizi övebilir, kavmiyet ile övünebilir ve yine tamamen kendi iradesi dışında başka bir ırka mensup olmuş kişiyi nasıl aşağılayabiliriz? Onu nasıl kınayabilir ve en kötüsü ona nasıl düşman olabiliriz?..
Bunun akılla, ilimle, insafla hiçbir alâkası olmadığını Resulûllah Efendimizin (a.s.m.) ırkçılık hakkındaki şu kelâmı güzelce ortaya koyar: “Asabiyyet-i cahiliyye...”
...
İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü... İyinin ve kötünün tarifleri içinde böyle bir unsur yok. Bunu her akıl tasdik ettiği gibi, her vicdan da yakînen bilir... Bir insanın iyiliğinden söz ederken; onun güzel ahlâkını, takvasını, salih amelini, dürüstlüğünü, çalışkanlığını anlatırız. Bunların tamamı onun iradesiyle ilgilidir... Kimse kendi ırkını kendi iradesiyle seçmediğine göre, biz falan adam iyidir, çünkü filân ırka mensuptur desek cehlimizi ilân etmiş oluruz.
Asabiyyet-i cahiliyye... Neresinden bakarsanız bakınız ırkçılık dâvâsı cahiliyetten başka bir şey değil.
Ruhun ırkı var mıdır?
Ruh, beden ülkesinin misafiri... İnsan, ana rahminde dört aylık oluncaya kadar bir nevi bitki hayatı yaşıyor. Falan ırktan olan bir babanın sulbünden gelmiş ve yine falan ırktan bir annenin rahminde karar kılmış... Babasında insan tohumunu halk eden, annesinin rahmini ona karargâh yapan Rabbinin ihsanıyla, o karanlık menzilde büyümesini sürdürüyor.
İşte ırk mefhumu, ancak bu menzil için, bu ev için geçerli. Oraya gelen misafir hiçbir ırka mensup değil. Ruhlar âleminden geliyor rahme. Ruhun ırkı yoktur. Ve insan da kâmil mânâsıyla ruhtan ibarettir. Beden onun elbisesi. İnsan değişik kumaşlardan elbiseler giymekle değişmez...
Geliniz, akılsız çocuklar gibi elbise dâvâsı gütmekten vazgeçelim...
Geliniz ruhumuza dönelim, irfanımızı artıralım. Kalbimizi Mevlâ’mızın razı olduğu güzel hasletlerle bezeyelim. O’nun sevgisini ruh âlemimize sultan yapalım. Diğer bütün sevgiler O’na tâbi olsun. O’nun marifetini aklımıza gaye kılalım. Bütün bilgiler O’na hizmet ettikçe güzelleşsin. Kendimize şu veya bu ideolojinin sapık liderlerini değil, Allah Resulünü rehber edelim...
O, Arap milliyetiyle ortaya atılmadı... O, sadece Araplara değil, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti... Arap âlemi bu âlemlerden ancak birisi olabilirdi. O, tevhid dâvâsıyla ortaya çıktı... Karşısında, her nev’iyle şirk vardı. İnsanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların tahakkümünden kurtarıp Allah’a kul etmek, O’nun dergâhında boyun büktürmek istiyordu...
Zulmün yerine adaleti ikame edecek, her türlü yanlış telâkkiyi vahiy nuruyla ortadan kaldıracaktı. Kötü ahlâkın her çeşidini, Kur’an ahlâkıyla değiştirecekti. O’nun bu dâvâsı kabileler ötesi, ırklar ötesi, hatta kâinat ötesiydi. Yaratıcısına inanmayan kul nasıl üstün olabilirdi?. Öyleyse O, işe imandan başlayacaktı. Nitekim öyle yaptı...
Rabbine isyan eden kul nasıl faziletli olabilirdi? O halde O, insanları ibadet etrafında halelendirecekti. Nitekim öyle yaptı. O’na kendi kavmi karşı çıktı. Kendi akrabaları karşı çıktı. Öz amcası karşı çıktı...
Asr-ı Saadette, sahabelerin, inanmayan yakınları ile harp etmeleri ne kadar mânidardır!.. O harplerde, kopan her küffar başıyla birlikte; hem putperestlik, hem de ırkçılık yere yıkılıyordu... Ashap, hiçbir nesebî karabetleri olmayan mü’min kardeşleriyle omuz omuza veriyor ve kendi babalarını, kardeşlerini öldürüyorlardı. O dökülen kanla şirk ve ırkçılık birlikte akıp maziye karışıyordu. Şeytanın göz yaşlarıyla beraber...
Aradan bindörtyüz sene geçti. Ama, şeytan yine aynı şeytandı... Belki de maziye göre hayli tecrübe kazanmıştı... Bugün, İslâm âlemini ırkçılığın parçaladığını ve bunun altında, en fazla, İngiliz parmağının olduğunu bilmeyenimiz yok. Ama, ben işi İngiliz’den de öteye götürecek ve şeytana bağlayacağım... İngiliz, şeytanın oyuncağı olmuş, ona kapılanlar da İngiliz’in oyuncağı olmuştu. Ve en büyük düşmanımız icraatını perdeli olarak yürütmeyi başarmıştı.
Aradan yıllar geçti, şimdi şeytanın vazifesini Almanlar yüklenmeğe kalkışıyorlar. Türkiye’yi bölmek hususunda hain emeller beslemek suretiyle...
İngilizi, Almanı suçlamanın bize bir fayda vereceğini zannetmiyoruz... Geliniz, “O (Şeytan), sizin apaçık düşmanınızdır” âyetine kulak verelim. Babamızı Cennetten çıkaranın peşine takılıp Cehenneme gitmeyelim...
Kan dâvâsının asıl yeri bizce burası...
Irkçılığı ilk dâvâ eden kimdir ve bu davranış, kimin özelliğidir?
Irkçılık, zaten bir dâvâ olmaktan çok uzak. Şu veya bu ırktan olmamız nasıl irademiz dışında ise, ırk değiştirmekten mahrum olduğumuz da bir gerçek... O halde, insan ırk dâvâsı güttüğü ve onun reklâmını yaptığı zaman ne demek istiyor?.. Bir adam ortaya atılıp, “benim gibi boylu var mı” diye bir dâvâ gütse maskara olmaz mı?.. Herkes ona der ki: “Arkadaşım, annenle baban seni çekip uzatarak uzun yapmadılar... Kısa boyluyu da, kimse mengenede sıkıştırmadı... Senin dâvân tamamen yersiz. Ben seni takdir etsem bile senin gibi olmak elimde mi? Öyle ise neyin dâvâsını güdüyorsun?”
Soy dâvâsı gütmek de buna benzemiyor mu? Türk olan, Kürt olan, Arap olan zaten olmuştur. Bundan çıkmaları mümkün değil. Olmayanlar da olmamışlardır. Buna girmeleri mümkün değil. Dâvâ ona derler ki, insan, onu kabullendiğinde intisap edebilsin. Irkçılıkta bu mümkün mü?..
Bir zamanlar birtakım kimseler Türkçülük namına bu milletin İslâm âleminden kopmasına yardım ediyor ve onları bizden ayırmaya çalışan İngiliz ajanlarının işini kolaylaştırıyorlardı...
Bu sırada bu milletin bağrından çıkan büyük Üstad Bediüzzaman’ın şöyle haykırdığını işitiyoruz: “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et... Senin milliyetin İslâmiyet ile imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil, tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş, bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!..”
O günkü fitnenin bir başkası şimdi sahneleniyor. O halde aynı ikazı Türk yerine Kürt kelimesini koyarak şarktaki din kardeşlerimize, mazideki silah arkadaşlarımıza, Osmanlı’nın önemli bir rüknü olmakla garbı titreten kahraman vatandaşlarımıza yine Üstadın dilinden okumamız gerekmiyor mu? Gerekiyor... Hem de mazidekinden kat kat fazla vurgulayarak...
Irkçılık dendi mi hemen akla iki millet gelir: Yahudi ve Alman. Üstün ırk safsatasına kendini en fazla kaptıran Yahudiler, diğer milletleri hayvandan da aşağı görürken, hatta onlara zulmetmeyi, haksızlık etmeyi sevap sayarken, Almanlar da Hitler’in bayraklaştırdığı Alman ırkçılığının sarhoşluğuyla cihana hâkim olma hayaline kapıldılar ve dünyanın huzurunu altüst ettiler... Ne gariptir ki, bugün memleketimizi parçalamaya dönük faaliyetlerin arkasında, bu iki ırkçı milletin desiseleri, entrikaları, propagandaları ilk sıraları alıyor...
Irkçılığın bu iki temsilcisinden daha ön sırada biri var... Bu felsefe, temelde ona dayanıyor: Şeytan...Aslıyla övünmeyi, başka asıldan gelenleri hor görmeyi o başlatmıştı. “Onu topraktan yarattın, beni ise ateşten” diyerek Hz. Âdem’e (A.S) secde etmemişti. “Ateş topraktan üstün. Öyle ise ben kendimden daha aşağı birine nasıl secde edebilirim?” diyerek isyanını müdafaaya kalkışmıştı.
Şimdi ise, hepsi topraktan yaratılanlar arasında yine aynı şeytan mantığının hüküm sürdüğünü görüyor ve üzülüyoruz. Bu ters mantık, bu yanlış değerlendirme, sahibini ancak şeytanın yanına götürür. Zira, bu düşüncenin mucidi odur, patenti ona aittir...
Kur’an-ı Kerimin ırkçılığa bakışı nasıldır?
Hucurat Sûresinden ezelî hüküm ve İlâhî emir: “Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını ıslah edin.”
Allah ne Türkleri, ne Kürtleri değil, ancak, mü’minleri birbiriyle kardeş ediyor. Mü’min olmayan bir insan, mü’min babasına varis olamıyor. İman gidince, maddî, uzvî ve ırkî bağlılık bir işe yaramıyor.
“Kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de istemeyen (kâmil) mü’min olamaz” buyuran Allah Resulü (a.s.m.), bu âyetin amel ve his âlemimize nasıl aksedeceği hususunda yol gösteriyor bize...
Müminler birbirlerini böylesine sevmeleri gerektiği halde şu veya bu sebeple aralarına kin ve husumet girerse, bu takdirde ne yapacaklardır? Âyet-i kerimenin devamı şunu emreder: “Kardeşlerinizin arasını ıslah edin.” Onları sulha, sükûna kavuşturun. Düşmanlıklarını, dostluğa, muhabbete, uhuvvete çevirin...
Evet, Kuran’ın hükmüne göre müminler kardeş. Hepsi bir tek aile. Tek cephe... Onların arasına nifak sokanlar ise bilerek veya bilmeyerek karşı cephe namına çalışmış olmuyorlar mı? Zaten tatbikat da böyle. Aramıza tefrika sokmak isteyenler, tarihî hasımlarımız... Haçlı zihniyeti... Küfür örgütleri... Nifak locaları...
Onlar vazifelerini yapıyorlar. Tıpkı şeytan gibi. Ateşin vazifesi yakmaktır. Ama, elimizi korumak da bize düşüyor. Bugün aramıza sokulmak istenen bu fitneye karşı çıkmak ve müminler arasındaki muhabbet bağlarını arttırmak büyük bir cihat... Bizi, düşman kardeşler hâline getirmek isteyenlerin heveslerini kursaklarında koymak, hepimiz için, en ileri bir vecibe...
Hud Sûresinden ulvî bir ders: Nuh (A.S) “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da benim ailemdendir (benim ehlimdendir)” diye tufan hâdisesinden onun kurtulmasını istediğinde, İlâhî cevap şöyle gelir: “Ey Nuh o senin ailenden (ehlinden) değildir” ve Nuh (A.S) oğlunu gemiye almaktan men edilir... Demek ki; insanın, inanmayan, isyan eden oğlu onun ehli sayılmıyor.
Öyle ise inanmayan ırkdaşı da onun dostu, kardeşi olamaz. Bu hakikati hiçbir tevile imkân vermeyecek kadar net biçimde ortaya koyan bir Allah kelâmı: “Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi eğer küfrü imana tercih etmişlerse dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar, zalimlerin ta kendisidir.” (Tevbe suresi, 23)
“Ancak müminler birbirinin kardeşidirler” âyet-i kerimesinde ders verilen ince ruhun, derin şuurun bir başka ifadesi. İnanmayan babanız sizin dostunuz değil, inanmayan kardeşiniz de sizin dostunuz değil… Ve onları dost edinmek zalimlik.
Onları dost edinen insan, hakikati çiğnemiş, zulmetmiştir.
Allah’ın ona bir ihsanı olan sevgi hissini yanlış yerde kullanmış, zulmetmiştir…
Yanlış bir tercihle kendisini Cehenneme sokmaya sebep olmuş, nefsine zulmetmiştir.
Onun sevgi hanesinde küffar, mü’mine ağır basmış ve o adam bu büyük adaletsizliği işlemekle zalim olmuştur.
Mahşer, mutlak aziz olan Allah’ın huzurunda herkesin zilletini ilân ettiği müstesna meydan… ‘Maliki yevmiddin’ olan Allah haber veriyor: “O gün ne mal, ne evlât bir fayda vermez. Allah’a kalb-i selim ile gelenler müstesna..” (Şuara suresi, 88-89)
Irk yakınlığının en birinci basamağı, en ileri seviyesi evlâtla baba arasındaki münasebet değil midir? Bu âyet, bu yakınlığın o meydanda para etmeyeceğini haber veriyor bize… Artık hangi ırkçılıktan bahsediyoruz… O gün kimsenin ne malına, ne mülküne, ne de kazandığı evlât sayısına bakılmayacak…
O gün tek geçer akçe var: Kalb-i selim. Allah’a teslim olmuş, O’nun her emrine ram olmuş temiz ve halis bir kalp… O’ndan başkasına bağlanmamış bir gönül. Bu gönül kimde bulunursa bulunsun, Arapta olsun, Acemde olsun makbuldür. Ve Cennet, kalb-i selim sahiplerinin varacağı mükâfat menzili. Orada her mü’mine, ihlâsına, ameline, ahlâkına, gayretine, himmetine göre makam verilecek… Ondaki bütün tabakalar bu esaslara göre. Orada her ırkın ayrı bir makamı yok…
Irkçılığı men eden âyet-i kerimeyi bir kez daha hatırlayalım: “Ey insanlar! Muhakkak ki biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık... Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, tanışıp kaynaşasınız... Allah katında en şerefliniz O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat suresi, 13)
Allah resulünün (a.s.m.) ırkçılığa bakışı nasıldır?
İns ve cinnin o yegâne rehberi, ırkçılık hakkında, “asabiyyet-i cahiliyye” tabirini kullanmış ve onu İslâm öncesi, Asr-ı Saadet öncesi, cehalet devrinden, fetret devrinden kalma çirkin bir dâvâ olarak görmüş ve göstermiştir. Bu vadide pek çok Hadis-i Şerifleri mevcut... Bunlardan birisi şöyle:
“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: “Kaderiye (‘kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı). Unsuruyet dâvâsı (ırkçılık) ve dinî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî, Mu’cemüs Sağir, 158)
Bir diğer Hadis-i Şerif: “Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir” (Ebu Davut, Edeb, 121)
Bir başka Hadisleri: “Kim hevasına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mace, Fiten, 7)
Bu Hadis-i Şerifleri iyi değerlendirdiğimizde kavmini sevmekle, kavmiyetçilik dâvâsı gütmenin ayrı şeyler olduğunu anlarız. İslâm’ın yasakladığı, Allah Resulü’nün şiddetle menettiği, “kavmiyetçilik dâvâsında bulunmak”, diğer Müslümanlara hor bakmak, İslâm’ı bölüp parçalamak ve takvanın dışında bir başka fazilet ve üstünlük ölçüsü getirmekle İslâm’ın ruhuna ters düşmektir. Yoksa, her insan akrabasını sever, onlara iyilikte bulunur. Yâni sıla-ı rahim yapar. Bu hususta Allah fermanında nice teşvikler vardır. İnsanın içinde yaşadığı milletini sevmesi, onlara acıması, onların hatasını düzeltmeye çalışması, ecdadının mazideki iftihar verici hallerini hatırlayıp onlara lâyık bir evlât olmak için gayret göstermesi ırkçılıktan tamamen ayrıdır.
İslâm ırkı reddetmez, ırkçılığı men eder… Buna bir misal olarak cinsiyeti verebiliriz. Kur’an-ı Kerîm, bizim kabile kabile yaratıldığımızı da haber veriyor, erkekli dişili yaratıldığımızı da…
Biz ne ırkları inkâr ediyoruz, ne de cinsiyeti… Erkeklerin ve kadınların ayrı birer cephe kurarak mücadeleye girmeleri hâlinde nasıl aile kökünden yıkılırsa, ırk dâvâsı güderek parçalanmak da millet mefhumunu, devlet mefhumunu yaralar ve bizi düşmanlarımız karşısında zayıf düşürmekten başka bir şeye yaramaz.
Allah Resulünün ırkçılık hakkındaki beyanlarını ‘Veda Hutbesi’ ile noktalayalım.
Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), 23 senelik tebliğ ve irşat hayatını noktalamaya yakın olduğu günlerde son haccını, veda haccını yapar ve oradan irat ettiği eşsiz hutbesiyle Müslümanların dikkatini ana meselelerde bir kez daha yoğunlaştırır. Irkçılık âfetine de bu hutbede dikkat çekilmesi ayrıca bir önem arz eder...
Hutbenin bu bölümünde şöyle buyurulur: “Ey İnsanlar!.. Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder